23 Kasım 2013 Cumartesi

EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI Emperyalist Küreselleşme ve Yeni Tip Uluslararası Kapitalist İş Bölümü I



  EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI
Emperyalist Küreselleşme ve Yeni Tip Uluslararası Kapitalist İş Bölümü
                              I
Toplumsal üretici güçlerin dünya ölçeğinde gelişimi P-M-P’ hareketinin dünya ölçeğinde gerçekleşmesini sağlamıştır. Uluslararası tekeller bu olgunun ifadesidir. Uluslararası tekeller, dünya pazarını temel alan tekellerdir. Bu olgu, zamanını doldurmuş olan eski tip uluslararası iş bölümünün tasfiyesi temelinde yeni tipte bir uluslararası iş bölümünün doğuşu ve gelişimiyle, giderek hegemonyasını kurmasıyla el ele gelişmiştir. Burada söz konusu olan şey, köklü bir yapısal değişimdir.  P-M-P’ hareketi artık dünya pazarını temel alarak pratikleşmektedir. Yeni tip uluslararası iş bölümü bu temel gerçeğe göre biçimlenmiştir. “Merkez” ve “çevre” ilişkisi bu olguya göre yeniden yapılanmıştır. Sürece damgasını basan uluslararası tekellerdir. Yeni tip kapitalist birikim tarzı da yeni tip uluslararası iş bölümünün gerekleriyle şekillenmiştir. Yeni sermaye birikimi stratejisi (“neoliberalizm”, “serbest piyasa ekonomisi”) hem bu olguların bir ürünü, hem aracı, hem de ÇUŞ’lu tekelci kapitalist sürecin kendi nesnel temelleri, hareket yasaları ekseninde daha yüksek bir uluslararasılaşma düzeyinde yoğunlaşıp yaygınlaşmasının somutlaşmış ifadesidir.
Sermayenin birikim tarzı/biçimi/modeli, tek bir modele/biçime oturtulamaz ya da bağlanamaz. Her koşulda ve tarih kesitinde sermaye birikiminin özünü/içeriğini, artı değer üretimi, artan oranda artı değer gaspı oluşturur. Sermaye, her durumda birikmiş artı değerdir, artı değer üreten nesnel bir ekonomik kategoridir. Burada kavranması ya da bilince çıkarılması gereken temel şey şudur:  Sermaye birikiminin özü/karakteri sermaye birikiminin biçimini de belirler ve şekillendirir. Bu biçim ya da model, koşullara göre değişebilir. Ama sermaye birikimin içeriği, yani birikmiş artı değer, yani artı değer üreten sermaye nesnelliği olarak hangi biçimleri alırsa alsın, varlığı ve gelişmesini korur. Yoğun ya da yaygın birikim biçimleri alması bu temel karakteristik olguyu değiştirmez. Çünkü kapitalist üretim tarzı artı değer ve kar üretim düzenidir. (Kuşkusuz ki emperyalizm çağında belirleyici olan azami kardır…) Dolayısıyla, içerikle modeli birbirine karıştırmamak, aralarındaki diyalektik ilişkiyi anlamak ya da bilince çıkarmak gerekir. Örneğin, başlıca olarak artı değer üretimini ulusal pazarı esas alarak üreten ama uluslararası pazarda sömürü yapan bir tekelci kapitalist tarzla, uluslararası pazarı temel alarak artı değer üretimi yapan uluslararası tekelci kapitalist tarz/biçim herhalde aynılaştırılamaz ve aradaki çok önemli, bazı temel farklılıklar gözden kaçırılamaz. Örneğin, “Keynesçi” birikim tarzı ile “Fiedmancı” birikim tarzı bir ve aynı tarz olmasa gerek. İkisinde de sermaye birikiminin özünü oluşturan olgu, sermaye birikiminin artı değer gaspına, azami kar yasasına dayalı kendisini genişleterek üretmesidir. Ama açık ki, bu gaspın aldığı modeller/biçimler farklıdır.
Kapitalist birikim modelleri, sermayenin hareketinin gereksinmeleriyle bağlı değişir. Lenin’in de vurguladığı gibi, kapitalist üretim sürekli bir hareket, değişme ve gelişme yaşamaktadır. Bu değişmeler yalnız ulusal değil aynı zamanda ve özellikle de uluslararası değişikliklerle karakterizedir. Çünkü kapitalizmde iç pazar “özellikle” de dış pazara, uluslararası pazara sıkı sıkıya bağımlıdır. Kapitalist üretim tarzı, doğası gereği, uluslararası karaktere sahiptir ve pazar için üretimdir. Uluslararası karaktere sahip ve gün geçtikçe daha fazla uluslararasılaşan kapitalist üretim tarzı ve özellikle onun en üst ve son aşaması olan tekelci kapitalizm aşaması üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önünde bugün çok daha keskin bir engele dönüşmüş olmasına, tekelci kapitalizme özgü aşırı çürüme ve asalaklığının derinleşmesine karşın, hala üretim ve sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşmeyi artan oran ve hızda uluslararasılaştırmaya devam ediyor. ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm düzeyindeki uluslararasılaşma henüz evriminin “başlarında” sayılır ve bu süreç, kendi içersindeki iniş ve çıkışlarıyla birlikte, hala devam etmektedir. ÇUŞ’ların henüz dünya üretiminin % 33’ü kadarını gerçekleştirebildiği gerçeği bize bu tahlili yapma olanağı sunmaktadır. Söz konusu oranın gelecekte daha da yükselmesi olanaklıdır.
İşte esnek kapitalist birikim modeli, yeni dönemin bu gereksinimlerine aracı olmakta, tamamlamakta, kışkırtarak gelişim sürecini hızlandırmaktadır. “Yönetişim”, “iyi yönetişim” olarak tanımlanan şey de, küresel emperyalist işbölümünün; ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamın yeni kapitalist birikim sürecinin, ÇUŞ’ların gereksinimleri temelinde yeniden biçimlendirilmesi ve yönetimidir. Eski tip kapitalist uluslararası işbölümünün, bütün boyutlarıyla eski yapılanmanın, bir engele dönüşmüş olan eski yönetim, örgütlenme ve önderlik tarzı da dâhil, tasfiyesidir.
Yüksek gümrük duvarlarıyla korunan, tekelci devlet kapitalizminin devasa boyutlara vardığı, tekelci devlet kapitalizminin özel tekelci kapitalist mali sermayeyle daha güçlü bir şekilde iç içe geçerek kaynaştığı “refah kapitalizmi”, “sosyal devlet” olarak da ifade edilen “Keynesyen” politikalar, “fordist ve taylorist” politikalar dönemi kapitalizmin metropollerinde; benzer politikaların izlendiği “ulusal kalkınmacı”, “ithal ikameci sanayileşme” politikaların uygulandığı bağımlı ve yeni sömürgelerdeki gelişme süreci, çoktan geride kaldı. Çünkü kapitalist sermaye birikiminin o günkü gerek ve gereksinimlerini yanıtlayan (sosyalizmin baskısı, ulusal kurtuluşçu devrimlerin zaferiyle klasik sömürgeciliğin tasfiyesi, “çevre” ve “metropoller”deki proletarya ve halkların devrimci hareketlerinin güç ve baskısı ile de birleşerek ve bu gelişmelerin devasa etkisi altında da uygulanan) model işlevini daha 1970’lerde tüketmişti. Önce kanlı bir Amerikancı askeri faşist darbenin eşliğinde, Allende’in devrilmesiyle Şili’de denen/pratikleştirilen “Fiedmancı model” (“monotarist model”), ardından öncelikle emperyalist merkezlerde, İngiltere ve ABD’de yürürlüğe (Regan-Thatcher ikilisi hatırlansın) koyuldu ve giderek hızla genelleştirildi.
Burada durup bir soru sormakta yarar var: Peki, yeni birikim modeli, acaba neden özellikle bu iki ülkede (ABD ve İngiltere) öncelikle gündeme geldi?
Sorunun yanıtı şu olguda yatmaktadır: İngiltere, klasik kapitalizmin ana yurduydu. Özel kapitalist sektörün gelişimi ve ulaştığı düzey, öteki Batı Avrupa ülkelerinden daha farklı, daha gelişkin özgün özellikler gösteriyordu ve “devletçi kapitalist model” bu ülkede daha zayıftı. Yani pozisyonu, serbest rekabetçi kapitalizmin ana yurdu olması itibari ile “serbest piyasa ekonomisi”ne geçmek bakımından daha elverişliydi. ABD’de de kapitalizm özgür çiftçilerin boş topraklara yerleşmesi temelinde gelişti. Başından beri güçlü ve güçlenen bir özel kapitalist sektör ve gelişme çizgisi vardı. Dahası, İngiltere de içerisinde olmak üzere ABD de, kapitalizme özgü sınıfsal uçurumlar daha güçlü, sosyal gelir dağılımı daha bozuk, “sosyal devlet” modeli Batı Avrupa ülkelerine göre daha zayıf ve geriydi. Tüm bunlar, yeni (ÇUŞ’lu) tekelci kapitalist aşamanın gereksinmeleri ve yeni sermaye birikim modelinin öncelikle bu ülkelerde uygulanması için daha elverişli bir zemin ve olanaklar sunuyordu. Kuşkusuz ki, tam da bu dönemde, burjuvazinin ivedi seçeneği olan “sağ muhafazakar” hükümetlerin iktidarda olması ve proletarya ile burjuvazi arasındaki kuvvet ilişkilerinin bu iki ülkede yeni emperyalist saldırı dalgası için daha elverişli olması olguları da burada hatırlanmalı ve kaydedilmelidir...
Kapitalist/emperyalist bloğun lideri durumunda olan ABD’nin yeni birikim modelini uygulayarak emperyalist dünyanın yapısal krizine çözüm arayışında ve yeni çözüm politikalarını öncelikle uygulanmasında başı çekmesi de anlaşılır bir durumdur. ÇUŞ gerçeğini incelediğimiz bölümde ortaya koyduğumuz gibi ÇUŞ’lar, öncelikle en güçlü gelişimini ABD’de göstermişti…
Tekelci kapitalist gelişmenin bir tarih kesitinde, tekellerin gereksinimi ekseninde uygulanan söz konusu eski uluslararası iş bölümü ve kapitalist birikim modeli, işlevini tamamlamıştı. İçerisine girilen yeni dönemin yeni bir gereksinimi olan kapitalist esnek birikim dönemine geçilmesinin engeli haline gelmişti. Eski “devletçi model” ve eski uluslararası iş bölümü tıkanmış, ÇUŞ’lu dönemin gereksinmelerine yanıt vermez hale gelmiş, kar oranları hızla düşmeye başlamıştı.
Kar oranlarının düşmesi eğilimi, kapitalizmin onulmaz yarasıdır. Kar oranını yükseltmek için alınan tüm tedbirlere karşın, eninde sonunda bu tedbirler de kar oranlarını düşürmenin aracı haline gelir. Sermayenin organik bileşiminin (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranının) yükselmesi, kar oranlarının düşmesi yasasının maddi temelini oluşturur. Burada teknolojik yenilenmeyle emek üretkenliğinin yükselmesi başrolü oynar. Karın kaynağı artı değerdir. Kar, artı değerin biçim değiştirmiş halidir. Kar ile artı değer eşitlenemez. Kar, artı değerin toplam sermayeye (değişmeyen sermaye+ değişen sermaye) oranıdır. Sermayenin organik bileşimi yükseldiği oranda kar oranı kaçınılmaz olarak düşer. Kar oranlarının düşmesi, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki iç çelişki ve çatışmaları alabildiğine keskinleştirir, burjuvaziyi ve tekelleri daha saldırgan kılar vb.
Bu kısa ön hatırlatmayla birlikte, devam edecek olursak; kar oranlarındaki düşüş ABD’de 1965’lerde başlamış, benzer bir süreç öteki emperyalist devletlerde de uç verip gelişmeye başlamış, 1973-74’de patlak veren kapitalizmin genel ekonomik krizinin yapısal krizle birleşmesinin çok daha keskin biçimlerde ortaya çıkardığı gibi, kar oranlarının eğilimli düşmesi Batı Avrupa’da da şiddetlenmiş, tüm metropolleri sarmıştı. Kar oranlarının eğilimli düşmesi yasası, bütün emperyalist merkezlerin ortak sorunu, aşılması gereken büyük bir engeli hale gelmişti. Ortada açık ve keskin bir yapısal kriz de vardı. Teknolojinin, ekonominin, siyasetin, toplumsal yaşamın, sınıflar arası güç ilişkilerinin yeniden örgütlenmesi kaçınılmazdı. Eski yapılanmanın bütünlüklü tasfiye edilerek yeni dönemin, uluslararası tekellerle belirlenen yeni yapılanmanın önünün açılması, yapısal bir değişimle kapitalist emperyalizmin yapısal yeniden örgütlenmesi ve böylece yapısal krize de yanıt verilerek krizden yenilenerek çıkılması emperyalizmin çözümü gündemde olan ivedi bir görevi haline gelmişti.
Nitekim ’70’lerden başlayarak, “merkez”de ve “çevre”de, eski uluslararası iş bölümü ve birikim modeli/stratejisi tasfiye edilmeye başlandı. Tekelci kapitalizmin yeni döneminin gerektirdiği yeni kapitalist iş bölümü ve esnek birikim modeli IMF, DB, OECD, GATT vb. gibi kurumlar aracılığıyla, saldırgan bir duruşla, küresel çapta pratikleştirildi. 80, özellikle de 90 sonrası dibe vuran dünya devrim dalgasının ve geçici yenilginin elverişli zemini üzerinde, devasa boyutlarda örgütlenen keskin ideolojik saldırıların eşliğinde yeni politikalar yürürlüğe konuldu. Kapitalist emperyalizmin bütün toplumsal kötülükleri sisteme değil eski modele ve halkların mücadelesine fatura edildi. Aşağılık ve tiksinti veren bir kurnazlıkla, uluslararası alanda olduğu gibi örneğin Türkiye’de de, T.C., Özallar, Çillerler tarafından “son sosyalist devlet” ilan edildi, vb.
Esneklik, yeni tip uluslararası iş bölümünün ve sermaye birikim modelinin özünü/içeriğini oluşturur: Esnek pazar, esnek teknoloji, esnek üretim, esnek iş gücü, esnek hukuk, esnek firma, esnek firma yönetimi, esnek pazarlama, esnek/serbest sermaye akışkanlığı; yer küremizin dört bir yanının emperyalist sermayenin hareketine özgürce açılması vb.
“Serbest piyasa ekonomisi”nin, “neoliberalizm”in (yeni tip sermaye birikiminin) önündeki her türlü engelin acımasızca kaldırılması. Uzun bir tarihi mücadele içerisinde proletarya ve halkların kazanmış olduğu tüm ekonomik, sosyal, siyasal hakların ve mevzilerin kibirli, küstahça bir saldırganlıkla gaspı. Lanetliler dünyasının, “ayak takımının”, yoksulların gözü dönük bir biçimde gözden çıkarılması. Sömürünün, toplumsal ve kültürel dejenarasyonun, işsizliğin, açlığın, orta çağ cehaletinin vb. ezilenlere, emekçilere dizginsizce dayatılması. Her şeyin emperyalist sermaye ve ÇUŞ’lar için dizginsizce biçimlendirilmesi yeni dönem ekonomik, sosyal, siyasal çizgisinin; yeni model ve yapılanmanın tipik, çarpıcı, genelleştirilmiş bazı görüngüleridir… Merkezinde uluslararası arenada sömürü ve yağma yapan ulusal tekellerin durduğu eski tip uluslararası iş bölümü, bu yeni tarihsel kesitte, yerini, dünya pazarını temel alan değişik tipten uluslararası tekellere bırakmıştır. Böylece yeni tip tekeller yeni tip uluslararası iş bölümünü de belirleyen tekkellere dönüşmüştür.
ÇUŞ’lu tekelci kapitalizmin ve yeni kapitalist birikiminin şekillendirdiği yeni kapitalist uluslararası iş bölümünün merkezinde, eskiden olduğu gibi, yine emperyalizm durmaktadır. Ama bu kez, emperyalizm, daha yüksek bir tekelleşme aşamasına ulaşmış olarak aynı kral tahtında oturmaktadır.
Yeni kapitalist uluslararası iş bölümünün diğer tarafında ise, emperyalizme bağımlı ülkeler bulunuyor; bunlar “çevre”yi (periferiyi) oluşturuyor. “Merkez” ve “çevre” ilişkisinde, çevre merkeze bağımlı ve metropollerin gereksinmelerine göre biçimleniyor. Dünya nüfusunun % 15’ini barındıran metropoller, toplam dünya gelirinin % 85’ini gasp ediyor. Dünya nüfusunun % 85’ini barındıran bağımlı çevre ise dünya toplam gelirinin ancak % 15’ini oluşturan küçücük bir dilimiyle yetinmek zorunda kalıyor. Bu koşullarda dünya üretiminin % 78’ini üreten kapitalizmin metropollerinin “çevre”yi belirleyip biçimlendirmesi çağımızın kaçınılmaz temel gerçeği olarak, bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Yeni kapitalist küresel iş bölümünde, emperyalist merkezler, sermaye birikimini uluslararası ölçekte üretiyorlar. Yeni kapitalist birikim tarzı ile yer küremiz kapitalist üretimin, yatırımların, ticaretin, dağıtımın, kar transferlerinin, para sermayenin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırıldığı ve mali sermayenin özgürce at koşturduğu bir çiftliğe dönüştürülmüş bulunuyor. Örneğin, 1950 yılında ithal edilen metalardan alınan gümrük vergisi % 40 iken, bu oran 1970’de % 10’a, 2000’lerde % 4’e düşürülmüştür. Emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda, dünya ticaretini “liberalleştirmek” vd. işlevleri yüklenmiş olan dünün GATT’ı, bugünün WTO’su, diğer emperyalist kolektif kurumlarla (IMF, DB vb.) tam bir dayanışma, koordinasyon ve irade birliğiyle söz konusu değişimin öncüsü olmuştur.
Yeni uluslararası kapitalist iş bölümünde, kapitalizmin metropolleri, sermaye yoğun, teknoloji yoğun sektörlerde, stratejik nitelikteki çekirdek üretimde, rekabet gücü yüksek sektörlerde yoğunlaşıyor. Emek yoğun sektörler, “çevre”ye kaydırılıyor. Alman tekellerinin bir sözcüsünün aşağıdaki açıklaması, emperyalist merkezlerden bağımlı çevreye aktarılan sanayi türü ve burjuvazinin yeni yönelimini şu sözlerle dile getirmesi bakımından oldukça aydınlatıcıdır:
Bizim Federal Almanya’da uzun vadede koruyabileceğimiz özellik, çok geliştirilmiş teknolojimizdir; yani teknik açıdan çok kaliteli ürünleri imal etmek. Evet, sıradan ürünler imal etmek artık bizde karlı olmaktan çıkmıştır, çünkü ücretler bizde almış başını gidiyor. Bu düzeyin altında imal edilecek ne varsa, hepsini yurt dışına kaydırmamız gerekiyor.” (Aktaran Teoride Doğrultu, Sayı 5)
M. Chossudovsky’in şu saptamaları da bu bakımdan açıklayıcıdır:
Üçüncü Dünya’daki ucuz emeğe dayalı ve ihracata dönük üretim yapan fabrikaların sayısının artması ileri ülkelerin sanayi kentlerindeki fabrika kapanmalarıyla bir arada yaşanıyor. Daha önce yaşanan fabrika kapanmaları dalgası büyük oranda  (emek yoğun) hafif imalat sektörlerini etkilemişti. Buna karşın, 1980’lerden bu yana, Batı ekonomisinin tüm sektörleri (ve emek gücünün tüm kategorileri) etkilendi: Uzay ve mühendislik sanayilerindeki şirket yeniden yapılanmaları, otomobil üretiminin Doğu Avrupa’ya ve Üçüncü Dünya’ya taşınması, çelik sanayinin tasfiye edilmesi vb…” (Yoksulluğun Küreselleşmesi, s. 96)
Uluslararası kapitalist iş bölümünde, emperyalist merkezlerde konumlanmış olan ve sürekli yetkinleştirilen teknoloji yoğun sektörler ve yeni süper teknoloji (mikro elektronik, telekomünikasyon, enformasyon teknolojileri, biyo-teknoloji, uzay teknolojisi, askeri teknoloji ve giderek artan oranda nano teknoloji) üretimi ve kullanımı, uluslararası mali sermayeye, uluslararası mali oligarşiye gerekli üstünlüğü zaten sağlamaktadır. Bu sektörler emperyalist tekel ve devletlere ekonomik açıdan stratejik üstünlüğü, emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinde en önemli ve belirleyici olanağı ve gücü ellerinde tutmalarını sağladığı gibi, “çevre”nin bağımlılığını da yeniden ve yeniden üretmek avantajını da sağlamaktadır.
Kapitalist emperyalizmin metropollerinde sermaye ve teknoloji yoğun sektörler geliştirilirken, tekellerin sağmal ineği olan emperyalist devlet, bütün gücüyle tekellerin arkasındadır. Bir yandan tarımsal sanayi, tekstil, hafif sanayi, imalat sektörünün büyük bölümü, bir kısım hizmet sektörü gibi sektörler, yüksek maliyet ve düşük karlılıktan dolayı yeni sömürgelere kaydırılırken, öte yandan da kapitalist tekellerin gereksinmelerine bağlı olarak yeni yatırımlar da yapılmaktadır. Bu yatırımlar işçi sınıfının ve emekçilerin yararına değil, yeni sermaye birikiminin gereklerine göre yapılmakta ve sömürülen kitlelerin kazanılmış hakları da acımasızca yok edilmektedir.
Konuyla ilgili M. Chossudovsky’n şu vurgusu son derece yerindedir:
Diğer yandan, OECD ülkelerindeki devlet sübvansiyonlarının çoğu, istihdam yaratmayı teşvik etmekten çok, büyük şirketler tarafından birleşmeleri finanse etmek, emekten (doğrusu iş gücünden-bn.)tasarruf sağlayan teknolojileri uyarlamak ve üretimi Üçüncü Dünya’daki ve Doğu Avrupa’daki ucuz emek merkezlerine taşımak için kullanıldı.” (age., s. 24)
Örneğin, ABD’nin sanayisini, NAFTA bloğu içinde ama sadece sermaye hareketi bakımından serbest bir pazar olan NAFTA üyesi (bu bakımdan da AB’den farklıdır) Meksika’ya, Japonya’nın Asya’ya, AB’nin Orta Avrupa’ya taşıması ilk akla gelen örneklerden sadece bir kısmıdır.
Yeni tip emperyalist küresel iş bölümünde, kapitalizmin metropollerinde, geleneksel sanayiler (madencilik, demir-çelik, gemi yapımı, hafif sanayi vb.) gerilerken, yeni tipten bir sanayileşme, süper teknoloji kullanan, sermaye yoğun sektörler, uluslararası alanı temel alan ve üreten, birikimini esasen uluslararası alanda sağlayan sektörler gelişerek egemenlik kurmuştur ve kurmaktadır. Emperyalist ülkelerde, bir yandan maddi üretim sektörleri yeniden şekillenirken ve geleneksel kapitalist maddi üretim ekonomisi gerilirken, öte yandan “hizmet sektörü” (“enformel sektör”) öne çıkan sektör haline gelmişken, sanayinin önemli bir kesimi periferiye taşınırken, diğer yandan da rantiye ekonomisi devasa boyutlara yükselmiştir.
Yeni tip uluslararası iş bölümü, ÇUŞ’ların azami kar gereksinimleri temelinde şekillenmektedir. Yeni uluslararası iş bölümü içerisinde emperyalizme bağımlı çevreye biçilen yeni rol, başlıca olarak, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerin ÇUŞ’lar için açık ve engelsiz bir pazara dönüşmesidir. Bağımlı ülkelerde “ulusal kalkınmacı”, “ithal ikameci”, “devletçi” kapitalist modelin tasfiyesinin başlıca nedeni de budur. Bu ülkelere dayatılan ve pratikleştirilen “ihracata dayalı sanayileşme stratejisi ve gelişme modeli” bu temelde yükselmektedir. Kuşkusuz ki bu tablo, aynı zamanda bağımlı ülkelerde kapitalizmin bir hayli gelişmiş olduğunun, sermaye birikiminin bir hayli ilerlemiş olduğunun da ifadesidir. Üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmiş olması ya da üretimin küreselleşmiş olması bu bakımdan uluslararası tekellere olağanüstü bir güç ve donanım sağlamaktadır.
“Merkez”de, işçi sınıfının ücretleri sürekli düşürülmekte, sınıfın itirazı durumunda, ÇUŞ’lar, mali sermaye grupları, sınıfı, fabrikaları ve işletmeleri kapatmakla, üretimi ucuz iş gücü merkezlerine taşımakla tehdit etmekte ve bu yolla da iş gücünü ucuzlatmakta, iş ve sosyal güvencelerini gasp etmekte, kapitalist maliyet fiyatlarını düşürmektedirler. Bu tehdit ve yönelim ne yazık ki, ÇUŞ’ların elinde güçlü ve işlevli bir silaha dönüştürülmüştür.
Uluslararası iş bölümünün yeni tipte yeniden yapılanmasına bağlı olarak, üretimin taşınması, bazı kesimler tarafından ileri sürüldüğü gibi (örneğin James Petras, Samir Amin, Fikret Başkaya vbg.) “sanayisizleşme”, “komprodorlaşma”, “ticari kapitalizme geri dönüş” değildir. Tekelci kapitalist ekonomideki devasa değişmelerin etkisi ve yönlenmesiyle, emperyalist sanayinin yeni bir temel üzerinde ve yeniden biçimlenmesidir, yeni gereksinimlere verilen yeni bir yanıttır.
Kapitalist üretim tarzının doğuşu ve yükselişi aşamasında belirleyici olan kapitalist sanayileşme tarzı, kendi ulusal pazarını temel alan burjuvazinin ve burjuva ulus devletin kendi ulusal sınırlarına dayalı bir çizgide ulusal sanayisini kurmak ve geliştirmekti. Bugün ise söz konusu sanayileşme çizgisi, dünya pazarını temel alan bir yeni tipte sanayileşme üzerinde yeniden yapılanarak biçimlendiriliyor. Emperyalist sermayenin, artı değer üreten maddi üretim sektörlerinden tümüyle kopması olanaklı değildir. Unutulmamalıdır ki, banka sermayesinin, ticari sermayenin karları da artı değer üreten ekonomi sektörlerinde doğmakta ve artı değer, giderek değişik sermaye grupları arasında dağılmaktadır. Yani, ulusal pazardaki sanayileşmeyi temel alma, artı değeri bu eksende bölüşme ya da dağıtma gibi bir düzey esas olarak aşılmıştır. Emperyalist uluslararasılaşmanın geldiği noktada ya da gelişme aşamasında yeni tip bir sanayileşme olgusu söz konusudur. Artık üretim, dünya pazarı için yapılmakta, artı değerin üretimi ve paylaşımı mücadelesi dünya pazarını temel alarak gerçekleşmekte; varlık yokluk sorunun temelini dünya pazarında artı değer ve azami kar üretme ve bu payı ya da payları azamileştirme sorunu oluşturmaktadır.
Kuşkusuz ki, artı değerin dağılımı maddi üretim sektörlerinde mevzilenmiş, mali bakımdan görece güçsüz ve bankalara vs. bağımlı kapitalistlerin aleyhine mali sermayenin, mali tekellerin, para sermayenin, ticari sermayenin hükümdarlarının lehine biçimleniyor oluşu bir olgudur. Ama bir başka olguyu da unutmamalıyız ki, çağımız mali sermaye, mali oligarşi çağıdır. Para oligarklarının hemen hemen hepsi veya çoğunluğu, sınai ve mali sektörleri ellerinde tutmakta ve kontrol etmektedirler.
Kapitalist emperyalizm, emperyalist sermaye ihracı yoluyla, emperyalizme bağımlı pazarları derinliğine ve genişliğine uluslararası kapitalist pazara zaten entegre etmişti. Emperyalist sermaye ihracı, varlığı ve gelişmesiyle emperyalizme bağımlı olan yeni sömürge ülkelerde, kapitalizmi derinliğine ve genişliğine geliştirmişti. Bu süreç kaçınılmaz bir biçimde merkezde sanayi ülkeleri, çevrede tarımsal nitelikli ülkelerin bulunduğu eski tip iş bölümünü geride bırakarak, bu ülkelerin bir kısmının, emperyalizme bağımlı da olsa, esas olarak sanayi ülkeleri haline, bir kısmının sanayi ve tarım ülkeleri haline gelmesine yol açmıştı.
“İthal ikameci”, “ulusal kalkınmacı” kapitalist birikim stratejisi aracılığıyla yaratılan ciddi sermaye birikimi, bu ülkelerin komprador (ticari)  kapitalizmden işbirlikçi tekelci kapitalizme (sanayiyi, bankaları, tarımı, ticareti elinde tutan bir kapitalist gelişme düzeyine) geçmesini sağlamıştı. 1950’ler sonrası dünya çapında kapitalizmin hızlanan gelişmesi, bu ülkelerde önemli bir sınaî ve mali sermaye birikiminin gelişmesini sağlamış ve bu temelde, güçlü bir işbirlikçi tekelci sermaye ve tekelci sermaye oligarşisinin doğmasına yolu açmıştı.
 Ancak, eşitsiz bir biçimde de olsa, 80’lere kadar bu ülkelerde geçerli olan kapitalist birikim modeli, emperyalizme bağımlı, emperyalist sermaye ihracına bağımlı, nispeten yüksek gümrük duvarlarıyla korunan iç pazara dayalı ( “yerli malı millet malı, herkes onu kullanmalı” çığlıklarını pek çok okuyucu hatırlıyor olmalı), ağırlıklı olarak hafif sanayiye dayanan ve montajcı sanayileşme modeliydi. İç pazar, yüksek gümrük duvarları ile korunmaktaydı. Güçlü bir tekelci devlet kapitalizmi şekillenmişti. İşbirlikçi yerli tekeller, işbirlikçi tekelci devletin enerjik desteğinde semirmekteydiler. Devlet, geniş çaplı alt yapı yatırımlarıyla, altın tabak içinde sunduğu yağlı-ballı siparişler ve teşvik primleriyle, KİT’ler eliyle ucuza sunduğu hammadde, yarı mamul madde kaynakları aracılığıyla, sudan ucuza sunduğu devlet kredileriyle, vb. yol ve yöntemlerle yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin (ve bu sınıfın en güçlü patronlarından oluşan sermaye oligarşisinin) palazlanması için elinden geleni ardına koymamıştı. Ama bu kapitalist birikim modeli de tıkandı. Küresel ölçekte ortaya çıkan kökleri eskiye dayansa da yeni olan değişiklerin baskısıyla, eski model tasfiye edildi.
 Tarıma, tarımsal sanayiye, hafif sanayiye dayanmasına ve sınırlı ölçekte olmasına, geri bir tekniğe dayanmasına, dışa bağımlı olmasına karşın, nispeten önemli bir ağır sanayi de oluşmuştu “çevre”de. Başlangıçta sermaye birikiminin zayıf olmasından dolayı, daha baştan işbirlikçi devletler, ekonomik gelişme ve sermaye birikiminde öncü bir rol üstlenmek zorunda kalmıştı. Yanı sıra, sosyalizmin varlığı (başlangıçta SSCB., sonra Sosyalist Kamp, diğer yandan ulusal kurtuluşçu devrimlerin zaferinin etkisi, dünya çapında gelişen anti emperyalist mücadele ve dalga) ve baskısı vb. nedenlerin de etkisiyle, işbirlikçi devletler ve süreç içerisinde işbirlikçi hale gelen devletler, “devletçi model”e daha fazla ağırlık vermek zorunda kalmışlardı.
 Keza bir dönem, ulusal kurtuluşçu devrimlerin zaferiyle geçici de olsa emperyalizmden göreli olarak bağımsız kalmayı beceren ulusal devletler de “modernleşmek” için devletçi sermaye birikimi yoluyla önemli bir kapitalist sanayileşme yaratmayı başarmışlardı.
Ama artık dünya hızla değişiyordu. ÇUŞ’lu tekelci kapitalizmin gereksinimlerine yanıt vermek gerekiyordu. Üstelik o süreçte, dünya çapında yükselen devrimci dalganın baskısı altında gerek “merkez”de, gerekse de “çevre”de kapitalist maliyet fiyatları ciddi bir şekilde artmıştı. Kar oranları hızla düşüyordu. İş gücü, burjuvaziler için pahalı hale gelmişti. Devletin sosyal harcamaları artmış ve emekçi sınıf ve tabakalar bundan az ya da çok yararlanıyordu. “Sosyal devlet” artık pahalıya geliyordu vb. Tüm bu nedenlerden dolayı, emperyalizmin kontrol ettiği iç kapitalist pazara dayanan “ulusal kalkınmacı”, “ithal ikameci” kapitalist sanayileşme modeli (sermaye birikim stratejisi) tasfiye edildi. Yeni sömürge ülkeler, ÇUŞ’lar için açık pazarlara dönüştürüldü. Gümrük duvarları geniş çaplı indirtildi. Ekonominin ve ticaretin “liberalizasyonu” sağlandı. Esnek kur politikasına geçildi. Özelleştirmeler başat bir uygulamaya dönüştürüldü. Kar transferlerinin önündeki engeller kaldırıldı. Dış borçların düzenli ödenmesi güvence altına alındı. Merkez bankaları özerkleştirilerek IMF’nin, DB’nın kontrolüne verildi. İş gücü ucuzlatıldı.  Kuralsızlığın kural olduğu “serbest bölgeler” alabildiğine yaygınca örgütlendi. “İhracat ekonomisi” yerleştirildi. İhracatın teşvik edilmesi adına devasa kaynaklar işbirlikçi tekelci burjuvaziye, özellikle de işbirlikçi sermaye oligarşisine aktarıldı. Sosyal haklar vb. gasp edildi.
Ucuz iş gücü kullanan, uluslararası pazar için üretim yapan ihracata dayalı kapitalist ekonomik gelişme stratejisi, 1960’lar sonrası, Güney Kore, Singapur, Tayvan, Hong Kong gibi ülkelerde uygulanmaya başlanmıştı.(Bu ülkelere emperyalist sermayenin yığılmasının bir nedeni de Çin, Kuzey Kore gibi devletlerin yanı başlarındaki varlığıydı.) Ancak bu modelin küresel ölçekte küreselleşmiş bir yeniden yapılanma programı olarak uygulanması esas olarak, 1974-75 genel ekonomik krizinden sonradır. Öncesi, sadece bir pilot uygulama olarak görülebilir.
Bugün, yeni sömürge ülkeler, sadece ucuz iş gücü deposu, ucuz hammadde kaynağı, ucuz tarım ürünleri üretebilen ve emperyalist merkezlerin kaliteli hafif sanayi malları gereksinimini karşılayan ülkeler, geri tarım ülkeleri olmaktan çıkmıştır; özellikle de kapitalizmin orta derecede gelişmiş olduğu ülkeler için bu olgu daha doğru ve çarpıcıdır. Emperyalizme bağımlı da olsa, emperyalistlerle uluslararası piyasalarda başlı başına rekabet etme gücüne sahip olmasa da, bağımlı ülkelerde ciddi bir sanayileşme düzeyi ve belli bir rekabet gücü söz konusu. Bu ülkeler, 1960’lar, 1950’ler öncesinin tarımsal ülkeleri değildir artık; ciddiye alınması gereken “sanayi-tarım” ülkeleri, “yarı sanayileşmiş” ülkeler, kapitalizmin “orta derecede” geliştiği ülkeler olarak değerlendirilmelidir.
1992 yılına gelindiğinde, “Üçüncü Dünya”nın kapitalizmin metropollerine yaptığı ihracatın % 54’nün sınai ürünlerden oluşması, 1993 yılı itibariyle dünya toplam ihracatı içinde sanayi mallarının payı % 75’i bulurken maden ürünlerinin payının, son 50 yılın en düşük seviyesine düşerek % 12 düzeyine gerilemiş olması önemli bir veri olarak görülmelidir. 1994 yılı itibari ile dünya imalat üretimin beşte dördü halen gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleştiriliyor olmasına karşın, giderek artan oranda bu sektör, çevreye kaydırılıyor. Çevrenin imalat sektöründeki payı, giderek artıyor; “aralarında yeni sanayileşen ülkelerin de yer aldığı 15 ülkenin dünya imalat üretimi içindeki payları yüzde 86 iken, Amerika, Almanya ve Japonya, bu oranın yüzde 60’ına sahiptir. Gelişmekte olan ülkelerin dünya imalat üretimindeki payları 1950’lerin başlarında yüzde 5’lerden 1995 yılında yüzde 20’ye çıkmıştır.(Dicken).” (M. Ö.)
Bugünkü uluslararası iş bölümünde, yeni sömürge ülkelerin bağımlılığı çok daha derinleşmiştir. Uluslararası sermayeye entegrasyon süreci çok daha hızlanmıştır. Gümrük duvarlarıyla korunan kapitalist ithal ikameci sanayileşme modelinden ihracata dayalı kapitalist sanayileşme modeline geçilmiştir.  Bu ülkeler, kapitalist merkezlerin, ÇUŞ’ların açık pazarı haline, yeni tipte yeni sömürgeler haline getirilmiştir. Ucuz iş gücü depoları, ucuz hammadde kaynağı, ucuz meta üretim alanları olmanın yanı sıra, emek yoğun sektörlerin merkezden çevreye kaydırıldığı, iş gücü piyasasının çok güçlü bir şekilde ucuzladığı cennetler, iş gücü piyasasının da küreselleştirildiği, ekolojik sistemi bozan sanayilerin de taşındığı vb. arenalara dönüştürülmüştür. Bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü doğal ve toplumsal zenginlikleri artık doğrudan doğruya uluslararası tekeller tarafından ele geçiriliyor. Söz konusu klasik yeni sömürge (ekonomik sömürge) ülkeler yeni tipte yeni sömürgeler, bir tür açık sömürgeler haline getiriliyor. Bu ülkelerin “ulus devlet”leri ÇUŞ’ların bir tür doğrudan uzantıları olarak yeniden örgütleniyor. Bu ülkeler bir tür açık sömürge olarak yeniden yapılandırılıyor. Görünüşteki “ulusal bağımsızlık”ları çok daha iğreti biçimler alıyor vb.
“Dünyadaki imalat faaliyetlerinin giderek daha büyük bir bölümü Güneydoğu Asya, Çin, Latin Amerika ve Doğu Avrupa tarafından üstleniliyor.” (M. C.) Yeni uluslararası iş bölümünde bu ülkelerdeki üretim, yönelim itibariyle, artık başlıca olarak ulusal pazar için değil uluslararası pazar için yapılıyor. “Kemer sıkma” politikaları aracılığıyla iç talep kısılarak, metalar dünya pazarlarına ihraç ediliyor. Yeni sömürge ülkelerde ucuz iş gücünden beslenen, ucuza ihracat ekonomisi yoluyla da ÇUŞ’lara, emperyalist metropollere kaynak transferleri yapılıyor. İhracat mutlak olarak artmasına karşın, bu ülkelerin gelirleri düşüyor. Bunun nedeni, ihraç edilen metaların kendi değerinden daha düşük ve oldukça ucuza ihraç edilmesidir. Bağımlı ülkeler ürettikleri metaları ucuza ihraç ederken emperyalist ülkelerden ithal ettikleri metaları pahalıya (tekel fiyatına) almaktadırlar. Üstelik ihracatları artığı oranda ithalata da daha fazla bağımlı hale gelmektedirler. Bu eşitsiz ticaret yolu da emperyalist soygunun verimli bir yoludur. Emperyalist devletler ve tekeller eşitsiz ticaret yoluyla da bağımlı ülkelerden merkeze kaynak transferi gerçekleştirmekte; bu ülkelerde devasa dış ticaret açıklarının oluşmasına ve büyümesine yol açmakta; bu ülkelerde sermaye birikimini zayıflatan bir rol oynamaktadırlar. Bizim gibi ülkelerde ucuza ihracat, pahalı ithalat sistemi, iç piyasada meta fiyatlarının pahalı olmasının da en önemli nedenlerinden birisini oluşturmaktadır.
“Gelişmekte olan ülkeler”in dünya ticaretindeki payı 1980’de % 30 iken 1990’da % 20’ye gerilemiştir. Sadece bu veri bile emperyalist merkezin/ülkelerin bağımlı çevreyi/ülkeleri ne yaman soyduğunun tipik bir kanıtını oluşturmaktadır. Bu ülkelerin ödedikçe çoğalan “dış borç”larını ve sonuçlarını ise hatırlatmaya bile gerek yok…
70’ler, 80’ler öncesi, kapitalist merkez, tarımsal ürünleri büyük ölçüde bağımlı kapitalist çevreden ithal etmekteydi. Ama bu tablo da giderek değişti. Uluslararası emperyalist tekeller, emperyalist devletin devasa sübvansiyonları ve biyo-teknoloji ile merkezde de tarımsal üretime yöneldiler. Bu yönelim ve üretim, teknoloji yoğun iktisadi temele dayalı, kaliteli ve verimi yüksek bir üretime dayanıyordu. Böylece bu ülkeler, tarımsal alanda da ihracatçı ülkeler konumuna geçtiler. Bugün, “dünya gıda üretiminin yüzde 82’si bu ülkelerin dev tröstlerinin ellerinde” bulunmaktadır. Yeni uluslararası iş bölümünde, bağımlı ülkelerin tarımı da uluslararası tarım tekellerinin yağmasına açılmakta; geleneksel tarımsal temelleri çökertilirken, tarım tekellerinin gereksindiği ürün çeşidine bağlı bir şekilde yeni ürünler yetiştirilmekte; bu ülkelerin tarımı doğrudan metropollerin tarımsal uzantıları olarak biçimlendirilmekte, emperyalist tarım tekelleri bu ülkelerin tarımında da gerçek iktidar merkezleri olarak öne çıkmaktadırlar.
Emperyalist ülkeler kendi tarım sektörünü, tarım tekellerini devasa ölçeklerde devlet desteğiyle semirtirken, öte yandan da bağımlı ülkelerin tarımına işbirlikçi devletlerin sunduğu sübvansiyonları kaldırmak için ağır bir baskı uygulamaktadırlar. Emperyalist ülkeler kendi pazarlarını bağımlı ülkelerin ihracatına karşı sayısız önlemlerle korurken, bu ülkelere sınırsız bir “liberalleşme”yi dayatıyorlar. WTO (Dünya Ticaret Örgütü) Başkanı’nın, “Şayet gerçek karşılıklı bir ticari liberalleşmeye gidilse, fakir ülkeler yüzlerce milyar dolar elde ederler.” açıklaması bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi WTO, dünya ticaretini emperyalist ülkeler ve ÇUŞ’lar lehine “liberalleştirme” misyonu üstlenmiş olan bir tür dünya ticaret bakanlığıdır. İşte bu açıklamayı yapan zat-ı muhterem bu işin başındaki kişidir. Emperyalist ülkelerin kendi tarım sektörlerine yılda sundukları 300 milyar dolarlık sübvansiyon, bir diğer çarpıcı veri olarak emperyalizmin çifte standardını gözler önüne sermektedir. AB’de AB fonlarının % 40’ı AB üyesi ülkelerin tarımını desteklemeye gitmektedir.
Emperyalist devletler ve tekeller, teknoloji yoğun, sermaye yoğun yatırımları merkezde ve birbirlerinin iç pazarlarında yoğunlaştırırken, emek yoğun yatırımları ise gittikçe artan oranda çevrede yoğunlaştırmaktadırlar. Bu saptamayı yaparken, bir olguya daha dikkat çekmek isteriz: ÇUŞ’lar gereksinim duyduğunda, dahası kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzeyde ÇUŞ’lar, artık çevre ülkelerine birinci sınıf ileri teknoloji kullanan fabrika ve işletmeler de inşa etmekte, AR-GE merkezlerini buralara taşımakta ya da merkezdekinin uzantısı olan birinci sınıf AR-GE merkezleri örgütlemektedir. Yanı sıra ÇUŞ’lar, yeni sömürge ülkelerde oldukça yaygın bir fason üretim gerçekleştirmekte, taşeron kullanma ağını yetkinleştirmektedirler. Tekel karları (azami kar) ve yıkıcı kapitalist rekabet, aşırı ucuz iş gücü, iş gücünün hemen hemen her türlü iş güvencesinden ve sosyal haklardan yoksun oluşu bu gelişmeyi biçimlendirmektedir.
Üretim teknolojisindeki değişim, iletişim (telekomünikasyon), bilişim (enformasyon) ve ulaşım sektörlerinde ortaya çıkan ve hızlı ve ucuz erişimi güvenceleyen teknolojik atılımlar; üretim merkezlerinden uzaklığı, coğrafik mekan uzaklıklarını anlamsız kılan bilimsel teknik sıçramalar ÇUŞ’lara olağanüstü esneklik kazandırmıştır. Dolayısıyla üretim, dolaşım ve yönetim ilişkisinin yeni tarzda yapılanmasıyla,  yönetim merkezlerinin üretim merkezlerinin olduğu yere bağlı kalması zorunluluğuna son verilebilmiş ve ileri teknoloji kullanan fabrika ve sektörlerin de bir kısmının metropollerden periferiye taşınması olanaklı ve karlı hale getirilmiştir. Üretimin parçalanması ve üretimin önemli bir bölümünün bağımlı çevreye taşınması, taşeron ağı ve fason üretimin genelleştirilmesi, iş gücünün esnekleştirilmesi ve tekel karlarının güvence altına alınması, kar transferlerinin serbestleşmesi vb. yeni birikim tarzının bileşenlerini oluşturmaktadır.
Konuyu bazı örneklerle somutlaştıralım.
Birçok küresel şirketin yönetim merkezi ve AR-GE birimleri ve üretim birimleri değişik ülkelerde faaliyet gösterebilmektedir.” (Petrol İş Yıllığı, 95-96, s. 734)
 Yine FIET Raporu’nda verilen örneğe göre, İsviçre Hava Yolları bütün bilet ve muhasebe işlerini ucuz ve yoğun emek ülkesi Hindistan’da gerçekleştirmektedir.(FIET, 1995, s. 11)”
Bangladeş’te ileri teknoloji kullanan bir küresel fabrika, Amerikan menşeli Nike firması için kar ceketi üretmekte ve tanesini 52 peniye satmaktadır; bu malın İngiltere’deki satış fiyatı ise 100 sterlindir. Kar ceketini üreten işçilerin günlük ücreti bir ceketin perakende fiyatının (fabrika çıkış fiyatının) yarısı kadardır.” (Bilim ve Gelecek, Sayı 13, “Küresel Fabrikanın Doğuşu ve Yükselişi”, Dr. Metin Özuğurlu, s. 33)
Bu konuda gerek mal, gerekse hizmet üretiminin ucuz emek gücü sunan ülkelere kaydırıldığına ilişkin çok sayıda örnek bulunduğu da bilinmektedir. Ünlü markaların fason üretim yoluyla tüm yeryüzünde bir işletmeler ağı kurdukları gerçeği kimse için bir sır değildir. Bir örnek vermek gerekirse, ABD’nin ünlü markası Nike, üretiminin % 100’ünü yabancı ülkelerde ve fason üretim yoluyla gerçekleştirmektedir; bu nedenle Nike’nin kendisinde 1994 yılında 9000 kişi istihdam edilirken, fason üretim yapan işyerlerinde 75. 000 kişi çalışmaktadır. (Somel, 1996)” (95-96 Petrol-İş Yıllığı, s. 760)
Nike, kaliteli ürün tasarımları, AR-GE çalışması, Know-hov (teknik bilgi, sofistike teknik bilgi), süper teknoloji yatırımları, pazarlama vb. üzerinde yoğunlaşarak ucuz iş gücü cennetlerinde, hem kaliteli, hem de ucuza mal ettikleri metaları, yer küremizin dört bir yanında tekel fiyatına (yani, kapitalist maliyet fiyatı ve artı değerin bileşiminden oluşan üretim fiyatından, dolayısıyla ortalama kardan çok daha yüksek bir fiyata) satmaktadır. Burada bir kez daha Nike örneğini hep birlikte anımsayalım: Bangladeş’te, bir Amerikan ÇUŞ’u olan Nike firması için üretilen kar ceketinin tanesi Nike tarafından 52 peniye satın alınmakta, İngiltere’de ise 100 sterline satılmaktadır!
Bir örnek daha verelim: Denizli’de de “durum pek farklı değildir. Firma sahibinin kendi sözleriyle Amerika’nın bizdeki Vakko ayarındaki bir mağazasına bornoz üreten bir ihracatçı firma, 13 dolara sattığı mala kendi elleriyle 65 dolarlık fiyat etiketi dikmektedir…” (M. Ö.) Yani ilgili Amerikan firması Denizli’de 13 dolara aldığı bornozu kendi iç piyasasında veya başka piyasalarda 65 dolara satarak büyük karlar elde etmektedir. 80’ler özellikle de 90’lar sonrası Türkiye’deki firmaların pek çoğunun ÇUŞ’lar için fason üretim yapan firmalar haline gelmiş olduğunu saptamak sanırız ki, bir abartma olmayacaktır. Özellikle de Türkiye’nin ihracatında başı çeken ya da başı çeken sektörlerinden birisi olan tekstil sektöründe bu oran % 80-90’lar düzeyinde gerçekleşmektedir.
Bilindiği gibi, otomotiv sektörü Türkiye’de gelişen bir sektördür. Renault, Fiat, Toyoto, Ford, Mercedes vb. gibi uluslararası tekeller, Türkiye’deki yatırımlarını gitgide arttırmaktadırlar. Ki, 28 Temmuz 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanmış olan “Karlılığın Damgasını Vurduğu 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Anketi”nde, kar vurgunu bakımından Ford Otomotiv, TÜPRAŞ’ın hemen ardından ikinci sırada bulunmaktadır. Keza Türkiye’den yapılan ihracat sıralamasında OYAK Renault ikinci, Ford Otomotiv üçüncü, Toyota dördüncü sırada yer almaktadır.
Otomobil metasının bazı parçaları Türkiye’de üretilirken, parçalarının çok önemli bölümü de değişik ülkelerde üretilmekte, Türkiye’ye getirilmekte ve burada monte edilip hem iç piyasaya sürülmekte, hem de bölgesel ve uluslararası pazarlara ihraç edilmektedir. Doğal olarak, Türkiye pazarı karlı bir pazar olarak ihmal edilmiyor ama otomotiv sektörü esasen uluslararası pazar için üretim yapıyor ya da bu stratejiye bağlı olarak sektör işletiliyor. 2004 yılında açıklanan İSO’nun ilk büyük 500 sanayi işletmesi raporunda, ilk 50 büyük sanayi işletmesi içerisinde sekizini otomotiv şirketleri (Ford Otomotiv, Oyak-Renault, Tofaş, Toyota Otomotiv Sanai, Mercedes-Benz, Hyundai Assan Otomativ, BMC Sanayi ve Tic.) oluşturmaktaydı. Ucuz maliyet, yüksek karlılık ve Orta Doğu ve Asya pazarlarına yayılma/sıçrama avantajı ve bu bölgeye yakın bir ülkede üretip ihraç etmenin sağladığı bir dizi avantaj vs. otomotiv sektöründeki söz konusu gelişmenin nedenlerini oluşturmaktadır.
Üretimin (tekstil, madencilik, taşınabilir imalat sanayi, demir-çelik, gemi yapımı vb.) kapitalizmin metropollerinden bağımlı ucuz iş gücü ülkelerine vs. taşınması, bu ülkelerin kapitalist dünya pazarı için üretim yapacak, ÇUŞ’ların gereksinimlerini karşılayacak tarzda yeniden yapılandırılması, kaçınılmaz olarak, merkezin sanayi kentlerini “sanayisizleştirmek”tedir. Böylece, “hayalet kentler” çoğalmakta ve bu kentler, yoksulların, yaşlıların, göçmenlerin yerleştiği kentler haline gelmekte; bu yolla da metropollerin kendi içlerinde “üçüncü dünyalılaşma” olgusu gelişmektedir.
“Hayalet şehirlerin sadece Red Kit kitaplarında olduğunu düşünürdüm. Oysa küreselleşme hayalet şehirler yaratıyor. Gelsenkirchen eskiden kömür ocaklarının, Duisburg demir çelik fabrikalarının yatağıydı. Bir zamanlar madenlerde 850 bin kişi çalışıyordu. Şu anda sadece 35 bin kişi çalışıyor.” “…Alman borsa endeksi DAX’ı oluşturan 30 büyük firma bu yıl tarihlerinin en yüksek karlarını yaptılar. Borsa değerleri de olağanüstü yükseldi. Bu yüksek karlarının gerisinde Almanya’daki fabrikalarını söküp Doğu Avrupa’ya ya da Çin’e, Hindistan’a taşımaları yatıyor.” “AEG, Hoesch, Grundig gibi birçok firma çoktan kayboldu. Alman harikası Brown traş makinelerinin sadece son montajı Almanya’da yapılıyor, parçalar Fas’tan Çin’e kadar çok farklı ülkelerden geliyor. Adidas ürünlerinin % 95’i Asya’dan geliyor. Liste uzun.” (Birgün, 15 Eylül 2005, “Almanya Erken Seçimde Neyin Cevabını Arıyor?”, M. S. Karakurt)
Ayrıca biz ekleyelim: Meral Tamer’in, 13 Kasım 2004 tarihli Milliyet gazetesinde kendi köşesinde açıkladığı verilere göre, Almanya’nın Siemens uluslararası tekeli, 75 milyar euroluk cirosu ve 190 ülkede çalışan 430 bin personel ve işçisiyle, 45 bin kişilik AR-GE ordusuyla (ki AR-GE ordusuna dikkat edilsin!..) dev bir ÇUŞ. Siemens için Almanya pazarı daima önem taşımıştır ve taşımaktadır. Ama Siemens için dünya pazarı çoktan esas pazar haline gelmiştir. Üretimini değişik kıtalara ve ülkelere taşıması ya da kaydırması, çalışanlarının esas gövdesini oluşturanların yurtdışında (dile kolay, 190 ülke, ki zaten dünya devletlerin sayısı 198-200 kadardır) olması da bunun kanıtıdır.
ABD’de işçi sınıfının yeniden yapılanmasını inceleyen James Petras, önemli açıklamalar yapar. Söz konusu açıklamalara göre, ABD sanayisi ABD dışına (Meksika, Orta ve Latin Amerika, Çin, vb) taşınmıştır. ABD’de kalan en büyük işverenler büyük pazarlama mağazaları (Wolmarst, Target, Lowes ve K-Mart), faast-foot zincirleri (Mc Donalds, Pizza Hut, Wendys ve Kentuckys Freid Chicken) ile süper marketlerdir. Ki Petras, bu durumu, ABD sermayesinin sanayi sermayesinden ticari sermayeye geçiş, kompradorlaşma olarak nitelemektedir.
DİSK ise şu saptamayı yapar:
“ ‘Esnek uzmanlaşma’ ülkelerin serbest ticaret ideolojisine göre sektörel olarak yeniden yapılandırılmalarını ve bu süreçte üretimin dünya ölçeğinde parçalanmasını öngörüyor. Çokuluslu şirketler, bir üretimin dünyanın çeşitli ülkelerinde sürdürülen aşamalarını, her biri bağımsız şirketlermiş gibi davranan ama aslında kendi parçaları olan şirketler aracılığıyla denetim altında tutabiliyorlar. Taşeronlaştırma da esnek uzmanlaşmada kullanılan işletme biçimlerinden biri olarak öne çıkıyor.
“ ‘Esnek uzmanlaşma’nın en tipik örneklerinden birini Benetton şirketinin dünya ölçeğindeki üretim sistemi oluşturuyor. Örneğin bir Benetton gömleğinin tasarımı İtalya’da, dikişi Singapur’da, ütüsü Malezya’da, düğmeleri ise Tayland’a yapılabiliyor. Dünyanın sayılı çokuluslu şirketlerinden biri olan Siemens patronu bu süreci şöyle ifade ediyor: ‘Eskiden okyanusta giden bir transatlantik gibiydik. Şimdi ise nehirde yüzen yüzlerce sürat teknesiyiz.’” ( 97-99 P.İ.Y., “Esnekliğin İşçi Sınıfı Üzerindeki Etkileri”, DİSK, s. 910)
PVH, merkezi New Jersey, ABD olan dünyanın en büyük gömlek üreticisidir. ABD’de üretim birimleri olan PVH’nin Honduras, Guetemala, Costa Rica ve Puerto Rico’da da üretim tesisleri bulunmaktadır. PVH ayrıca küresel düzeyde taşeron firmalarla da çalışmaktadır. Bütün bu şirketler küresel fabrikanın bölümleri olarak düşünülebilir. Küresel fabrikanın ABD bölümünde dizayn, kumaşın ölçülenip işaretlenmesi ve kesilmesi işleri yapılmaktadır. Bu parçalar, dikiş, ütü, kutulama, paketleme gibi emek yoğun işler için Honduras veya Guetamala’daki maquıladara bölgesine sevk edilmektedir. Daha sonra giysi pazarlamak için ABD’ye geri gönderilmektedir… PVH’nin Guetamala’daki 660 işçisinin % 70’i saatte 75 sent kazanan genç kadınlardır.” (ag.y, P.İ.Y., Dr. Seyhan Erdoğdu) 
Bu gerçekler, dünyayı küresel bir fabrikaya, küresel bir mali piyasaya, küresel bir pazarlama arenasına, küresel bir tekelci soygun cennetine, küresel açık bir sömürgeye çeviren ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm aşamasının çarpıcı olgularıdır.
En eski ABD başkanlarından biri olan Thomas Jefferson, “Tüccarların belli bir yurtları yoktur. Nerde olurlarsa olsunlar, toprağa karşı belli bağları yoktur. İlgi duydukları tek şey, kar kaynaklarıdır.” derken, Eisenhower, “Sermaye belki de ulusu olmayan tuhaf bir şeydir. En çok nerede yarar görürse, oraya akar.” derken, Amerikan kapitalizminin ve emperyalizminin doruklarında oturan ve ona hizmet eden kişiler olarak, kapitalizmin ve burjuvazinin aşırı kar hırsını, kar ve daha fazla kar açlığıyla hareket ettiğini çok güzel dile getirmişlerdir. Burjuvazi için ulusal sınırların sadece karlarına hizmet ettiği oranda bir anlamı vardır. Bugün azami karın kazanılacağı en önemli alan dünya pazarı ve sınırlarıdır. Dahası, bu sınırlar uzaysal “sınır”lara doğru genişlemiş ve pupa yelken açmış bulunuyor.
Kapitalist emperyalist uluslararasılaşmanın geldiği düzey öyle bir düzeydir ki, ÇUŞ’lar, üretip pazarladıkları metaları, daha karlı olduğu için, sayısız parçalara bölüp, dağıtıp, sonra bir araya getirip monte ederek dünya pazarına sürmektedirler. “Üretimin uluslararası biçim kazanması, basit olarak dünyanın mal ve hizmetlerinden (Gayri Safi Dünya Hasılası) gittikçe daha çoğunun, daha çok ülkede üretilmesi ve üretim sürecinin ulusal sınırları giderek bir tarafa itmesi demektir. Bir kol saati ya da otomobil veya bir gömlekte bile çok dağınık yerlerde üretilmiş parçalar bulunabilir.” ( Evrensel Soygun, s. 34)
 ÇUŞ’lar, nerde kaliteli ve ucuz üretilebiliyorsa üretimi orada gerçekleştiriyorlar. “Örneğin General Electric için, Ashland (Massachusets) fabrikasında saat ücreti 3,4 dolardan imalat yapmaktansa, parçaları Singapur’a yollayıp saati 30 sentten monte ettirmek daha akla yakındır. 1957 ile 1967 arasında GE denizaşırı ülkelerde 61 fabrika kurmuştur. Bu taşınmaların bazıları grev ve öteki işçi sorunlarının ortaya çıkmasından hemen sonra olmuştur; Singapur ve Hongkong’un resmi makamları bu tür dertlerden kurtarabilmektedirler konuk şirketleri.” (age., s. 53)
Oysa 1960’larla kıyaslandığında bugün nerdeyse tüm bağımlı ülkeler birer Singapur’a, Hongkong’a dönüştürülmüştür. Bir Amerikan uluslararası tekelin başkan vekilinin şu açıklaması da oldukça aydınlatıcıdır: “Türkiye’de, motoru Almanya’dan, Şasisi ABD’den ve bazı parçaları yerli piyasalardan gelen ortak bir girişim kuran şirket, merkezileşmek zorundadır. Biz de dizayn, ürün geliştirme, satın alma ve finansman bakımından merkezileşmiş sayılırız.” (age., s. 53-54)
Örneğin daha o günlerde, adı Şili’deki askeri faşist darbeye karışan, dahası CİA ile birlikte askeri darbeyi örgütleyerek Allende yönetimini deviren ve Allende’yi alçakça katleden (ki, Allende elde silah faşist darbeye karşı yiğitçe savaşarak şehit düşmüştür) ve 1980 askeri faşist darbesinden sonra da Türkiye’nin telekomünikasyon sistemini kuran ITT uluslararası tekelinin 70 ülkede 425 bin personeli bulunmaktaydı. Yani “gövde uluslararası, ama beyin New york’tadır.
                                         Devam Edecek