24 Ağustos 2013 Cumartesi

“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR II. BÖLÜM



“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR
                         II. BÖLÜM
Dinamik bir dünya-ülke-bölge gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu durum, parça ve bütün bağlamında gelişmelerin dinamik, sistematik, derin ve kapsamlı incelenmesini, yüksek teorik ve pratik donanım gerektirmektedir. Teorik zenginleşme, teorik hâkimiyet, somut koşulların somut tahlili, programın geliştirilmesi, programın yönlendirdiği strateji, stratejinin yönlendirdiği taktik gelişme çizgisi, taktiksel esneklik; politik amaçlarla bağlı, taktiksel esnekliğe yanıt veren, dinamik ve kendini yeniden ve yeniden konumlandıran bir örgütsel maddi güç olmadan öncülük, önderlik görevleri yerine getirilemez. Dar pratikçi, idareimaslahatçı önderlik-öncülük tarzında direnerek böyle bir yenilenmeyi ve pratik atılımı başarmak ise zaten olanaklı değildir. Buradan meseleye baktığımızda devrimci hareketin her bakımdan, evet her bakımdan, sürecin gerisinde kaldığı açıktır. Devrimci ve komünist hareket sürecin gerisinde kaldığı için bir seçenek haline gelememektedir. Gezi-Taksim halk hareketinin deneyimi de bu gerçeği açıklıkla gün ışığına çıkarmıştır. Ancak buradan hareketle güç haline gelmek için tasfiyeciliğe, reformizme, pragmatizme vb. yönelmek asla çözüm değildir. Evet, güç olmadan politika yapılmaz, güç olabilmek için ise politika yapmak gerekir.  Fakat her durumda ilkesiz politikadan, devrimci ve komünist amaçları yadsıyan, revize eden, tasfiyeci ilkesiz politikadan, bir diğer deyişle, “reelpolitiker” oportünizmden uzak durmak gerekir. Bu vb. yönelimlerin, teori ve pratiklerin bir çözüm yolu olmadığını ve olmayacağını iç ve küresel deneyimlerden biliyoruz. Önemli ve belirleyici olan devrimciliğin ve komünist devrimciliğin korunarak hareketin kendisini aşması ve yenilemesidir; böylece, bu temeller üzerinde, sınıf mücadelesi ile “öncülük”, “önderlik” iddiası arasındaki uçurumun aşılabilmesi ya da çelişkinin devrimci bir tarzda çözülmesidir… Çelişkinin devrimci çözümünde de “organik birey”in rolü ne olursa olsun, belirleyici olan organik/kolektif akıldır, kolektif akıl olmalıdır. Hangi kılıf altında ortaya çıkarsa çıksın, örgüt-birey bağıntısında, pasif kitleler aktif kurtarıcı bireyler teori ve pratikleri küçük burjuva elitizminin, aydın bireyciliğinin, örgütsel oportünizmin ifadesidir sadece. “Özneleşmek”, donanıma dayanan, böylece sorunlara bütüncül bakan organik etkin bireyler haline gelmek ise kolektivizm ilkesine, iç demokrasi ilkesine, aleniyet ilkesine dayanan dinamik ve üretken bir işlerliği ve niteliksel bir gelişme çizgisini gerektirir; ki bunlarsız bir demokratik merkeziyetçilikten de söz edilemez.
Teorinin zenginleştirilmesinde, program ve stratejinin, ideolojik donanımın, taktiklerin geliştirilmesinde, önderlik ve çalışma tarzının yenilenmesinde ölçü, gelip geçici başarılarda aranmamalıdır. Aksine, yalpalamalara vb. karşın, devrimci yenilenmenin istikrarlı bir yönelimde somutlaşıp somutlaşmadığına bakılmalıdır. Bu yönelimin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin gereksinmeleri bağlamında, hareketi, önderlik-öncülük misyonuna taşıyıp taşımadığına bakılmalıdır. Soruna buradan baktığımızda kâğıt üstünde kalan şeylerin bir değeri olamaz. Pratikleşmemiş sözler, bir ölçü oluşturmaz. Ve burada, kuşkusuz ki, mükemmel ölçüler de anlamsızdır. Sınıf mücadelesinde kusursuzluk aramak, idealize edilmiş ölçülerle “analiz” yapmak açık bir saçmalıktır. Her bakımdan yenilenme kesintisiz bir iştir; olmuş-bitmiş, tamamlanmış, son yetkinliğine ulaşmış, değiştirilemez, dokunulamaz bir şey olamaz. Burada sorulacak soru şudur: Sınıf mücadelesi cangılında ya da okulunda duruşun ve yönelimin ne? Sınıf mücadelesinin gereksinmelerine yanıt veriyor musun vermiyor musun?   
Bazı olgulara dikkat çekmek gerekmektedir.
Yeni tipten bir işçi hareketiyle, halk hareketiyle, çeşitlenmiş bir toplumsal muhalefet ve mücadeleyle (ekolojik hareket, LGBT hareketi, feminist hareket, ulusal topluluklar hareketi, eşit yurttaşlık hareketi, kültürel hareketler vb.) karşı karşıyayız. Dünya çapındaki derin alt üst oluşlarla yeniden şekillenen sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bir yapılanma gerçeği karşımızda duruyor. Yeni tip sınıfsal ve toplumsal hareketlerin maddi temeli de işte bu sosyo-ekonomik yeniden yapılanma olgusunda yatmaktadır. Bu değişim ve dönüşümü bilince çıkarmadan, teori ve programı, strateji ve taktikleri; önderlik ve çalışma tarzını buna göre geliştirmeden devrimci hareketin kendini aşarak ilerlemesi olanaklı değil. Bütün mesele bu gerçeğin bilince çıkarılması, teoride ve pratikte sorunun içselleştirilmesi, gerekli donanımın kazanılmasına bağlı olarak yeni tip hareketlerin kapsanması ve geliştirilmesidir.
Geçiyoruz dünyayı Türkiye’de de kırsal mücadeleyi temel alan akımların da, kır ve kentin birliğine dayanan ama kırı mücadelenin temel alanı olarak gören akımların da, klasik-geleneksel kent küçük burjuvazisini temel alan akımların da maddi toplumsal temeli yitip gitmiştir. Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesi olmaktan çıkmıştır. Köylülüğü, geleneksel kent küçük burjuvazisini temel alan ya da bu toplumsal kategorilerin nesnel sınıfsal çıkarlarını temsil eden, bu geleneksel tabakaların gelişen kapitalizm tarafından mülksüzleştirilmesine, proletaryanın saflarına atılmasına karşı doğan siyasal tepkinin ifadesi ya da somutlaşması olan ideolojik-siyasal-örgütsel çizgiye dayanan parti ve çevrelerin eskimiş olduğu da açıktır. Türkiye’yi 60-70-80-90’larda olduğu gibi hala bir küçük burjuvalar ülkesi olarak görenler, dinamik maddi toplumsal gerçeği, bu gerçekle bağlı olan sınıflar arası temel ilişkilerde yaşanan son derece önemli değişiklikleri de anlayamamıştır. Böylece teorileri, programları, strateji ve taktikleri iyice ıskartaya çıkmıştır. Bu tablo, tüm devrimci kararlılığına ve iddiasına karşın, söz konusu çizgilere oturmuş devrimci hareketin neden siyasal ve toplumsal mücadelelerin öncüsü haline gelemediklerinin ve gelemeyeceklerinin temel verilerindendir. Toplumsal yaşam da sürekli hareket, değişme ve gelişme içerisindedir. Gerisinden kalan politik kuvvetlerin sınıf mücadelesinin önünde bir engele dönüşmesi kaçınılmazdır. Yukarıda üzerinde dura geldiğimiz önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla, bu değişimleri içselleştirip, yenilenip, sıçrama vb. yapmak ise olanaklı değildir.
Türkiye, kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkeler kategorisindedir. Türkiye’de kapitalizmin atılım yaptığı tarihsel dönemeçleri 30’lar, 50’ler ve 80’ler oluşturur. 80’lerden bu yana yalnız dünyada değil, Türkiye ve Kürdistan’da da kapitalizm hızlı bir tempoda gelişmektedir. Türkiye ve Kürdistan’da egemen üretim tarzı, kapitalizmdir. Gerek Kuzey Kürdistan’da, gerekse de Türkiye’de kentler belirleyici merkezlere dönüşmüştür. Böylece siyasal ve toplumsal mücadelenin kalbi kentlerde atmaktadır.  Modern kent hareketi bütün çeşitliliği içerisinde öne çıkmıştır, çıkmaya devam edecektir. Kır kenti izlemektedir ve artan oranda izleyecektir. Başta metropoller olmak üzere kentler, bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin en ileri biçimlerine bağlanmış modern sınıfsal ve toplumsal mücadele biçimlerine öte yandan da hızla çözülen, mülksüzleşme süreci yaşayan sınıf ve tabakaların geleneksel, tepkisel mücadele biçimlerine; bu mücadele biçimlerinin karmaşık biçimlerde iç içe geçerek geliştiği arenalara dönüşmüştür, dönüşecektir. Sınıfsal ve ezilen toplumsal kimliklerin (ulusal, etnik, cinsel, inançsal, kültürel vb.) mücadeleleri arasındaki etkileşim ve iletişim daha da güçlenmiştir ve güçlenecektir. Eşit yurttaşlık hareketi, tüketici hakları hareketi, ekolojik hareket, demokratik kadın hareketi, LGBT hareketi, küresel haklar hareketi vb gibi hareketler gelişip güçlenecektir. Kürt ulusal sorununun kısmi burjuva demokratik çözümü koşullarında, Kürdistan’da da sınıfsal mücadele dinamiği keskinleşerek gelişip öne çıkacaktır. Batı’dan farklı olarak hala bir Kürt ulusal sorununun var olacağı, bölgesel (Ortadoğu) çapta Kürt sorununun varlığı dinamiği ile iç içe geçmiş bir tarzda kendini dayatmaya devam edeceği gerçeğiyle birlikte “Doğu”da da kentsel mücadele belirleyici dinamik olarak keskinleşecektir. Tüm bunlar, kentsel odaklı zengin bir mücadelenin bileşkesi olacak mücadeleleri ateşleyerek, emperyalizme, işbirlikçi kapitalist sisteme, kapitalizme ve gericiliğe karşı mücadeleleri ivmeleyecektir. Kentler, hem demokratik hem de sosyalist devrimde proletaryanın sosyalist bağlaşığı olan yarı-proletaryanın, kent yoksullarının artan oranda yığıldığı mekânlar haline gelmiştir ve gelmektedir. Kitlesel işsizler hareketi, yoksullar hareketi de değişik biçimlerde gelişecektir. Emperyalist küreselleşmenin ivmelenmesiyle işsizlik ve yoksulluk da küreselleşmiş, kronikleşmiş, yapısal karakter kazanmıştır. Bu, Türkiye’nin de gerçeğidir. Eski ve yeni biçimleriyle küçük burjuva siyasal akımların kent yoksullarının radikalizmine dayanarak güç haline gelme yönelimine girecekleri de görülmelidir. Sorunun bir boyutu da kent yoksullarının hareketinin kimin kazanacağı sorunudur… Kent yoksulları (kent yarı-proletaryası) gerek antiemperyalist demokratik devrimde, gerekse de sosyalist devrimde devrimci proletaryanın sosyalist bağlaşığı olduğunu ise hatırlatmaya bile gerek yoktur.
Komünist bir partinin işçi sınıfını temsil etmesi, proletarya hareketine bağlanması, onun nesnel doğası, sınıf karakteri, sosyalist ve komünist amaçlarıyla bağlı bir sorundur; burada, niyetler, dilekler, keyfiyetler değil, sınıf mücadelesinin nesnel gerçeği, kapitalist üretim tarzı ve sınıf antagonizması üzerinde yükselen ve (yol gösteren) gerçekleri belirleyicidir. Marx’ın dediği gibi “Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, varolan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir.” Buna göre, eğer kağıt üzerinde kalan bir şey varsa, teori ile pratik birbirinden kopuksa, bu oportünizm demektir. Keza teori revize edilmişse bu revizyonizm demektir. O halde, dünyanın neresinde olursa olsun, komünist hareketin kendi ideolojik, ilkesel konumlarından kaymaksızın kendini yenilemesi gerektiği açıktır ve açık olmalıdır.
Türkiye’de proletarya, bugün, yalnızca niteliği itibariyle değil, aynı zamanda niceliksel gücüyle de çok daha çarpıcı tarzda geleceği tayin edecek sınıf olarak öne çıkmıştır. Geçtik komünist hareketi proletaryayı görmeyen, lafta gören herhangi bir devrimci yapının bile geleceği yoktur. Devrimde proletaryanın önderliğini “ideolojik önderlik”le sınırlayan, kırı-köylülüğü-kent küçük burjuvazisini-yoksulları-halkı-ezilenleri temel alan, proletaryaya, bu vb. sınıf ve tabakaların, niceliksel olarak güçlü ama nitelik olarak zayıf ve söz konusu kesimlere yedeklenmiş bir güç olarak bakmanın ifadesi olan devrimci-demokratik yaklaşımların “sosyalizm” adına yaptıkları temel şey, proletaryayı ideolojik, siyasi, örgütsel olarak silahsızlandırmaktır. Devrim yapmak, devrime önderlik etmek iddiasıyla yola çıkan devrimci-demokrat akımların, proletaryayı temsil etmemekle birlikte, onun daha da büyümüş olan gücünden de yararlanmak için, işçi sınıfına daha fazla yönelecekleri de açıktır. Proletaryanın yerine yoksulları, halkı, kent küçük burjuvazisini, ezilenleri, çokluğu vb. geçiren, yönü belirsiz bir şekilde çalışanların, teori ve pratiklerini buna göre biçimlendirenlerin; sistematik bir tarzda proletarya hareketini temel alarak çalışmak yerine konjoktürel olarak öne çıkan hareketli toplumsal kesimlere yönelen ve istikrarsız, yönsüz ilerlemeye çalışan herhangi bir komünist partinin, herhangi bir komünist grubun ise geleceği olamaz. Zaten bu topraklarda işçi sınıfını temel alma, komünist hareketin işçi sınıfı hareketiyle birleşmesi temel tarihsel ve güncel görevi ilkeli, istikrarlı, bütünsel bir perspektiften hiçbir zaman pratikleştirilememiştir. Bu olgu, proletarya sosyalizmi üzerindeki devrimci-demokrasinin ya da halkçı devrimciliğin ideolojik-siyasi bakımdan derin etkisini ifade etmektedir. Marksizm-Leninizm’i, proletaryayı temsil etme, proletarya hareketini temel alma, komünist işçi hareketi yaratma iddiasının lafazanlığa dönüşmesi, tasfiyeci bir çürümeye dönüşerek tipik bir oportünizme, ideolojik liberalleşmeye dönüşmesi bu toprakların çok temel bir olgusudur. Bu iddiasının arkasında, o da kısmi dönemsel yönelimlerin dışında, duramamış komünist hareketin gerçeği, komünist işçi hareketinin geliştirilememesinin ana nedenidir. Böylece işçi sınıf hareketi alanı revizyonizmin, reformizmin, oportünizmin, sosyal demokrasinin, sarı sendikal çizgilerin hegemonya ve rekabet alanı olagelmiştir. Bu tablo, Marksizm-Leninizm, sosyalizm, komünizm adına içler acısı bir tablodur. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla yeniden yapılanan sınıf ilişkileri, bu temelle bağlı yeni tipten bir işçi sınıfı hareketinin uç vererek geliştiği dünyamız ve Türkiye gerçeğinde, bu gerçekleri de anlamaktan ve yanıtlamaktan uzak bir komünist öncü, eskimiştir, eskide kalmıştır; demokratik ve sosyalist görevleri omuzlamaktan ve öncülük yapmaktan zaten uzaklaşmıştır demektir. 40 yıllık tarihsel pratiğin kanıtladığı gibi kendi kendisine dahi önderlik yapamayan bir “önderlik”, “öncülük” zihniyetinin, teori ve pratiğinin herhangi bir geleceği de yoktur. Bilimsel Sosyalizm ve modern komünist hareket asla bu değildir. Kuşkusuz ki komünistler ve modern proletarya hareketi yolunu açacaktır. Bu, eşyanın doğası gereğidir.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye devriminin özgün ve birleşik karakteri çarpıcı bir tarzda açığa çıkmıştır. Gerek bu olgu, gerekse de Kürt ve Türk devriminin bölgesel ve uluslararası perspektiflerini anlayamayan, bölgesel devrim perspektifini içermeyen ve sosyal şovenizmin etki gücünü de ifade eden bir geriliğe dayanan devrimci hareketin kendini yenilemesi olanaklı değildir. Devrimci hareket bu bakımdan da eskiyi, eskimiş olanı temsil etmektedir. Kürt sorununun kısmi burjuva demokratik çözümü koşullarında Kuzey Kürdistan’da sınıfsal mücadele öne çıkacaktır ama bu, ulusal sorunun köklü çözülmemiş olması ve Kürt sorununun Ortadoğu çapında çözümünü dayatan dinamiği üzerinde yükselen ve yükselecek olan bir mücadeleyle iç içe geçerek şekillenecektir. Bu bağlamda ulusal ve toplumsal mücadele dinamiğini birbirine bağlayarak ele almayı başaramayan, Kürt sorunu gibi Türkiye ve Ortadoğu çapında bir sorunun gereksinmelerine yanıt veremeyen, sosyal şovenizmin etkisini açıkça yansıtan parti modelleriyle de şekillenen yapıların eskimiş olduğu ve yeni sürece de yanıt olamayacağı açıktır. Zaten bugüne kadar da yanıt olamamıştır. Doğan boşluk, ezilen ulus milliyetçiliğinin başlangıçta devrimci-demokratik, süreklilik bağıntısında yaşanan dönüşümle birlikte ise radikal reformcu çizgisi tarafından doldurulmuştur. Ulusal ve toplumsal mücadeleyi birbirine bağlayan, toplumsal kurtuluş amacına bağlanmış tarzda ulusal mücadeleyi ele alan, bölgesel devrim perspektif ve programının yol gösterdiği tek sınıf ilkesi ama iki parti stratejisi ve modeliyle yeniden yapılanmak gerekmektedir. Bu strateji ve model özü itibari ile legal sosyalist partisel harekete de yön vermek zorundadır. Bugüne kadar bu kavrayış, donanım bilince çıkarılamadığı, reddedildiği için yol gösterememiştir. Burada sorun, güç yetersizliği gibi ikincil, üçüncül bir sorunla değil, Marksizm-Leninizm’in, Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu somut tarihsel gerçekliğinin yeterince kavranamamış olmasıyla ve bu gerilik üzerinde, nesnel olarak, sosyal şovenizmin etki gücüyle bağlıdır.
 Kemalist burjuva laikçilikle ve “irtica” karşıtlığıyla köklü ve bütüncül hesaplaşamama olgusu, dinin, İslam’ın, tarihsel ve güncel bakımdan Mezopotamya-Ortadoğu-Türkiye-Kürdistan gerçekliğinde tuttuğu yerin, oynadığı rolün bilince çıkarılamamasıyla, emperyalist küreselleşmenin bu bağlamda yarattığı değişimlerin de kavranamamasıyla bağlı şekillenmiş bir devrimci hareket gerçeği var karşımızda. Bu gerçekler, devrimci ve komünist hareketin Kemalist laikçiliğin ve politik İslam’ın etki alanı içerisinde olan geniş emekçi kesimlere yabancılaşmış olması gerçeğinde ortaya çıkmaktadır. Devrimci hareketin bu bakımdan temel gerçeği geniş kitleleri çekecek özgün politikaların ve pratiğin geliştirilememesinde somutlaşmaktadır. Bu zaaflar, 70’li yılların devrimci yükseliş koşullarında devrimci hareketimizin lehine ortaya çıkan göreli ama oldukça önem taşıyan bazı kazanımlara karşın, devrimci hareketin tarihsel ve yapısal gerçeklerindendir. Bu tabloya, bu topraklarda yaşayan 40’a yakın ulusal topluluğunun varlığını, onların tarihsel ve güncel gerçekliğinin yeterince anlaşılmamış olmasını, onları kazanma kudreti taşıyan özgün politikaların geliştirilmemiş olması gerçeklerini de eklemeliyiz.
Bundan dolayıdır ki sermaye ve diktatörlük, laikçi ve dinci burjuva partiler dünden bugüne bu alanlarda keyfince at oynata gelmişlerdir. Doğada olduğu gibi politika alanı da boşluk tanımıyor, devrimci ve komünist hareketin dolduramadığı boşluk bir biçimde doluyor. Örneğin “Kemalist paradigma”nın iflas ettiği yeri siyasal İslam dolduruyor; geniş işçi ve emekçi kesimleri yedekleyip sisteme entegre edebiliyor ya da ediyor… Kendisini yenileyemeyen devrimci hareket gerçeği işte bir de bu alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Açık ki bu alanda da laik ve antilaik, Alevi-Sünni çelişkilerine özgün bir tarzda müdahale edecek bir yenilenmeye gereksinim var. Yenilenme bu alanları da kapsayarak gelişmek zorundadır. Tarihsel ve güncel izdüşümleri içerisinde, sosyo-ekonomik yapıdaki derin değişme ve gelişmelerle bağlı olarak, Alevilik, 80’ler öncesinden farklı olarak, (kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak) kent gerçeğine dayanarak, yeni tipten bir demokratik Alevi hareketi olarak şekillenip gelişiyor. Kapitalizm, Kemalizm, Alevilik, politik İslam bağıntısı, bütün çelişki ve çatışmaları içerisinde, daha özgün biçimler kazanıyor ve yeniden yapılanıyor. Tarihteki ilerici, devrimci rolüyle Kızılbaş Alevilik, yoksul köylülüğün, ezilenlerin hareketi olarak Alevilik, sınıfsal temelde hızla bir saflaşma sürecini de yaşıyor. Alevi burjuvazisi, Aleviliği Sünnileştirme, devlet Aleviliği geliştirme, Şiileştirme, içini boşaltma operasyonlarında sermayeyle, devletle, egemen sınıfla işbirliği içerisinde başı çekiyor.  Bu süreçlerin ve dönemeçlerin doğru okunmaması ya da yüzeysel okunması devrimci hareketin ileri değil ama geri bir yanını yansıtıyor. Yukarıda işaret ederek geldiğimiz tablo da devrimci hareketin neden zayıf kaldığının, muhatabı olduğu, kazanması gereken geniş emekçi kitleleri kazanamadığını açıklayan bazı temel somut gerçekleri vurgulamaktadır. Ama zaten devrimci hareketin tarihsel ve güncel gerçeğine damgasını basmaya devam eden bir çalışma tarzı ve önderlik anlayışı ile bu sorunlar köklü bir tarzda çözülemez, yanıtlanamaz.
Teorinin küçümsenmesi, teorik çalışmanın bilmem kaçıncı plana sürülmesi, dinamik somut tarihsel gerçekliğin derin ve kapsamlı kavranamaması ve böylece diyalektik materyalist analizinin geliştirilememesi, dinamik sürecin sistemli bir tarzda incelenmemesi, teorik-ideolojik donanım yetersizliği; pratiğin önünün teori ile aydınlatılamaması; yüzeysel ve geliştirilemeyen, çoğu zaman da hayattan kopuk temel siyasal çizgi ya da bir program ve strateji; günlük çalışmayla program, taktik ile strateji arasındaki bağın zayıflığı ya da kopması; taktiksel esneklik yoksunluğu; kolaycılık, kolay ve erken zaferler peşinde koşma; ilke ve esnekliği birleştiren bir ittifaklar politikası ve birleşik mücadele yerine dar grupçu rekabet ve hegemonya mücadelesi; tarihsel dönemeçlere hazırlıksız yakalanma; doğan tarihsel fırsatları değerlendirememe; daha ziyade yenilgilerle belirlenen bir tarih; anı, günü, dönemi kurtarma pragmatizmine tutsaklık; grup için politika tarzı, grupsal tatmine endeksli ufuksuzluk, geniş kitlelerden kopukluk, geniş kitlelere değil kendine önderlik; bürokratik merkeziyetçilikle şekillenmiş, elitizm üreten, tek tipleşmiş, biat kültürünü dayatan ve önderlik kültüyle şekillenmiş, kazandığından çok ve bolca kadro harcayan, kadroların bağımsız devrimci kişilik kazanmasını önleyen, “aykırı” görülenin kolayca tasfiye edildiği dar bürokratik örgütsel yapılar; içsel sorunların bastırılması ve iç demokrasiden uzaklık; düşük verim-başarı-çözümle belirlenen, aşırı enerji tüketen, bir-iki yıllık başarılı çıkışlarla sonlanan ve kendine dönen, bir tür kendini tekrar eden ve tüketen zihniyet ve duruş; devrimci istikrara, yüksek teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel donanım ve yeteneğe sahip, kendini sürekli yenileyebilen, tarihin dersleriyle silahlanan, bu temelde otoritesini ikna gücünden, mücadelenin ağır ve kapsamlı sorunlarını çözmekten alan önderlikler yaratamamak, dar pratikçi idare-i maslahatçı önderlik anlayışı ve çalışma tarzının bazı temel karakteristikleridir. Bu tarz, devrimci hareketin tarihsel ve yapısal zaafı, alışkanlığı, geleneğidir. Büyük ve kitlesel mücadeleler deneyiminden geçmemiş, pratikten öğrenmeyi, kendi dar pratiğini ve dar pratikçiliğini teorileştirme olarak anlayan bir önderlik ve çalışma tarzının ufuksuzluğu da gayet anlaşılırdır. Bu tarzın aktif uygulanmasıyla pasif uygulanması arasında önemli farklılıklar olmakla birlikte, özünde, aynı tarzdır. Böyle bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla, geçici olmaya mahkum dönemsel başarılar ve kazanımların ötesinde, devrim ve sosyalizm kavgasında başarılı olmak, güçlü ve gelişen bir çekim merkezi, saygı uyandıran bir politik seçenek haline gelmek, sınıfı ve emekçileri kazanmak, kuşkusuz ki olanaklı değildir. 40 yılın tarihsel tecrübesi de bunun kanıtıdır.
Bu tarz, geniş kitlelere zaten umut ve güven vermiyor, geçiyoruz bunu, kısa ve geçici dönemler hariç, kendi kadrolarına, sempatizan kitlesine dahi güven ve umut vermiyor. Ajitasyonla, ödenmiş bedellere ve şehitlere sistematik yapılan vurgularla sorunlar ne yazık ki çözülmüyor. Teorinin, politikanın, örgütlenmenin, pratiğin sorunları ajitasyon ve hamasetle çözülmez ve çözülmüyor. Bu yöntemi ve tarzı kullanan ya da buna alışmış “önde”rlerle, yöneticilerle, kadrolarla sorunlar çözülemez. Bu bir tarihtir, gerisinde 40 yıllık bir tarihsel şekillenme yatmaktadır. Köklü bir kopuş gerekiyor. Ki üstelik bu 40 yıllık tarih öyle bir tarihtir ki, derin altüst oluşlarla şekillenmiştir; buna rağmen devrimci hareket kendisini yenileyememiştir; işte size, 71 devrimci doğuşu ve 12 Mart yenilgisi; 74-80 devrimci yükselişi, 1980 12 Eylül yenilgisi ve yeni bir tasfiyeci dalga; PKK’nin 84 gerilla çıkışıyla başlayan 90’lara doğru serhildanlarla birleşerek ulusal devrime dönüşen pratiği; revizyonist-kapitalist sistem ve kampın 89/91 sürecinde çözülerek dağılışı, ASHC’nin düşüşü, “uluslararası ideolojik merkezler”in tarihe gömülmesi, dünya devrim dalgasının dibe vurması, devasa bir tasfiyeci dalgayla devrimden ve sosyalizmden geniş çaplı bir kaçış; diyelim ki 70’lerin ikinci yarısından başlayarak uluslararası tekellerin damgasını taşıyan emperyalist küreselleşmenin devasa atılımı, emperyalist dünya sisteminin teknik temelinin değişmesi, alt ve üst yapılarının yeniden yapılanması; Çin’in dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmeye yönelmesi; kapitalizmin hızlı bir tempoda derinlemesine ve genişlemesine gelişmesiyle birlikte sınıflar arası temel ilişkiler alanın yeniden şekillenmesi vb. vb.
Tüm bu tarihsel sürecin dinamik, çarpıcı, sarsıcı, karmaşık, son derece sorunlu ve kapsamlı değişiklik ve dönemeçlerine devrimci hareket, hazırlıksız yakalanmıştır. Bu süreçlerin devrimci ve komünist yenilenme bakımından sunduğu derin ve kapsamlı deneyimleri bilince çıkarılamamış, dersleri, bir donanıma çevrilememiştir. Devrimci hareket, çağın ve sınıf mücadelesinin gereksinmelerine yanıt verememiştir. Dahası, bu gereksinmelere yanıt vermek bir yana, altında ezilmiştir. Açık ki eleştirdiğimiz tarzla bunu başarmak olanaklı değildir. Ama bu denli zorlu ve karmaşık süreçlerin, dönemeçlerin varlığına ve deneyimlerine karşın, bu denli sarsıcı bir sürece karşın, devrimci ve komünist hareket, önderlik ve çalışma tarzı bakımından da kendisini sarsıcı bir tarzda sorgulayarak aşamamıştır. Kuşkusuz ki bu tablo, sadece Türkiye’yle ilgili bir tablo değildir, uluslararası gerçekliği kapsayan bir tablodur ve uluslararası devrimci-demokrasi ve komünist hareket de, değişen düzeylerde, bu resmin bir parçasıdır… Dünya tarihinde bu denli derin alt üst oluşların yaşanmasına karşın, devrimci ve komünist hareketin, yenilenme bakımından, kesin ve köklü bir sıçrayışla kendini aşamaması olgusu, ne denli kökleri derine giden taşlaşmış bir zihniyet ve yapıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi bakımından çarpıcıdır. İç ve uluslararası alanda devrimci hareketin güçsüzlüğü, dağınıklığı, sürecin peşinde sürüklenmesi çarpıcı bir gerçektir. Bunu, öncelikle yapısal bir kriz olarak tanımlamak gerekir.
Bu gerçek devrimci hareketin nesnel gerçeğidir. Burada şu veya bu partinin, grubun, çevrenin öznel olarak kendisine yakıştırdığı tanımlamaların fazlaca bir anlamı da yoktur. Yapısal kriz tarihsel bir üründür; tarihsel bir arka plana dayanmaktadır. Kökleri geçmişe uzanmakla birlikte 1950’lerden bu yana gelen ve somut tarihsel koşullardaki derin ve köklü değişikliklerle (“küreselleşme”, sosyalizmin tasfiyesi, revizyonist/kapitalist kampın dağılışı vb.) bağlıdır. Çağımızın (emperyalizm ve proletarya devrimler çağı) gerçekliği temelinde, nesnel koşullardaki çok önemli değişmelerin, doğal ve kaçınılmaz olarak, öncülük ve önderlik iddiası bakımından anlaşılmaması ve yanıtlanamaması devrimci harekette krize yol açar, kriz giderek yapısallaşır, kendini üretmeye devam eder… Bu kriz, devrimci hareketin değişik eğilimlerinde, değişik biçimlerde açığa çıkmasına ve eşitsiz gelişmesine karşın, genel bir özelliktir. Krizden çıkış süreci, yapısal bir değişimle ancak başarılabilir. Bu bakımdan teori ile pratiğin birliğine dayanan bir devrimci yenilenme şarttır. Devrimci hareketimizin bu olguyu bilince çıkardığını düşünmüyoruz.
Devrimci hareketin, 90’lı yılların ikinci yarısından bu yana süregelen tablosu ise, yapısal kriz temelinde ya da yapısal krizle bağ içerisinde, genel bir gerileme, güçsüzleşme, kan kaybı, durumu kurtarma, idare etme ama bunu da başaramama, niteliksel ve niceliksel zayıflama biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu kesitte, yapısal ve güncel sorunları çözmekten uzak, kısa ve geçici dönemsel çıkışların varlığı ise, nesnel olarak, gerçek durumun anlaşılmasının ve yanıtlanmasının önünde birer sis perdesine dönüşmüştür. Bu bakımdan da devrimci hareketin gelişim tablosu eşitsizdir ama temel gerçeği benzerdir ya da diyelim, son tahlilde çakışmaktadır. Daha öncesine gitmeden baktığımızda, 1996’dan bu yana, 1990’ların ikinci yarısından ya da 2000’lerin ikinci yarısından bu yana gelen kesitte, devrimci hareketin değişik öğelerinin karşılaştırılması yapıldığı takdirde bunu çıplak bir tarzda görmek tümüyle ve bütünüyle olanaklıdır. Tarihsel ve yapısal zaaflar, güncel mücadelelerin gereklerinin ve gereksinmelerinin yanıtlanmaması, uzun yıllardır devrimci hareketin varlık hakkını açıkça tehdit etmekte, onu niteliksel ve niceliksel bakımdan güçlü ve çok yanlı aşındırmaya devam etmektedir. Bu durum, devrimci hareketteki tasfiyeci oportünist, legalist, postMarksist eğilimler için de bereketli bir toprak sunmaktadır. Kendi tarihsel ve güncel gerçeğine, geçici ve kısmi düzeltmelerin ve çıkışların ve tatmin olmanın merceğinden değil de, ilkeli, köklü bir devrimci müdahaleyle yenilenmenin, stratejik düşünüp davranmanın perspektif ve iradesinin gözünden baktığımız takdirde (ama bakılamamasının sonucudur ki), devrimci harekette, onun bir kesiminde, daha bağnazlaşma biçiminde bir eğilim, bir diğer kesiminde ise, ideolojik ve örgütsel liberalleşme, açık tasfiyecilik eğilimi gelişmektedir. Fakat her iki yöneliş de, sorunları çözmek bir yana, sorunlardan kaçmanın iki değişik formunu oluşturmakta, tasfiyeci çürüme ve devrimci değerlere karşı keskin bir yabancılaşma geliştirmektedir. Bu vb. yönelim ve duruşlardan devrimci yenilenme ve sıçrama, öncülük ve önderlik adına bir şey çıkmaz, çıkmayacağı da açıktır; aslında bu bir kaçıştır ya da apaçık ezilme ve yenilgidir. Evet, ama yenilgiyi neden kabul edelim ki! Çözümün ise çok zorlu mücadele ve bedelleri gerektirdiği de açıktır. Yani, ya bir yol bulunacak ya da yeni bir yol açılacaktır. Stratejik zaferin kazanılması için taktik yenilgiler göze alınabilmelidir. Mesele bundan ibarettir.
Kuşkusuz ki devrimci hareketimizde sorgulama ve arayışlar daima olmuştur, olagelmiştir. Peki, ama bu arayışlar gerçekte devrimci yenilenme bakımından ne anlama gelmekteydi?
12 Eylül yenilgisiyle ve özellikle 89/91 çözülüşüyle, tarihten, deneyimden, yenilgilerden ders çıkarma adına başlatılan sorgulama süreci geniş çaplı devrimden yüz çevirişle, tasfiyecilikle noktalanmıştır. Ki bu süreçte, 74-80 devrimci yükselişi kesitinde, kitlesellikleriyle öne çıkan güçleri oluşturan Dev Yol, Kurtuluş, TDKP gibi (ve başkaları) örgütler, yenilenme adına devrimcilikten reformizme (ÖDP’lileşme, EMEP’lileşme) geçiş yapmıştır. Geri kalanlar ise, aralarında önemli, bazı bakımlardan çok önemli farklılıklarına karşın, göreli bir yenilenme yönelimiyle birlikte, özünde, kendi geleneksel çizgi ve tarzlarına daha sıkıca sarılarak yola devam etmişlerdir. Bu bağıntıda, komünist hareketin özellikle 12 Eylül öncesinden gelen Maoizm’in etkilerinden arınma yönelim ve duruşu, parçalı komünist hareket gerçeğini, inişli-çıkışlı da olsa, anlama çabası ve sonuçları elbette ki vurgulanmalıdır… Bunlar devrimcilikte direnmekle birincilerden ayrılmaktadırlar ve kuşkusuz ki bu, son derece değerlidir ama, birinciler yenilenme adına tasfiyecilikte, ikinciler ise sektarizm ve dogmatizmde ısrarda karar kılmışlardır. Burada eleştirdiğimiz tarzın her iki yönelişle de aşılmadığını ve zaten aşılamayacağı da açıktır.
Peki, yenilenme adına bu topraklarda yaşanan devrimci ve komünist çıkışlar ve sonuçları olmadı mı? Elbette ki oldu!
Bu bağlamda başlayan sorgulama sürecinde yenilenme adına iki önemli deneyim de ortaya çıkmıştır. Birincisi PKK’de, ikincisi MLKP/K’nın doğuşunda somutlaşmıştır. Her bir gelenek kendi özgün konumundan yeni bir çıkışı, deneyimi ifade etmekteydi. Başlı başına girmeyeceğiz ama bu deneyimlerin özet olarak genel özelliklerine dikkat çekeceğiz.
PKK, Kürt ulusal mücadelesinin tarihinde esaslı bir özgün bir çıkıştır. Kürdistan’ın ulusal gerçeğini kavrayarak, geleneksel Kürt hareketinden kopuşla kendini yenileyerek ulusal mücadelenin önderliğini yakalamıştır. Kürt ulusal demokratik mücadelesi bağlamında kendisini modern küçük burjuva devrimci-demokrat bir parti olarak inşa etmeyi başarmıştır. Yalnızca Türkiye’de değil, bölgesel düzeyde devrimci bir dinamiktir. Uluslararası ölçekte etkiler yaratan bir dinamiktir. 93’te başlayan reformist yönelimi ve İmralı çizgisiyle ulusal devrimci-demokratik çizgisinden kopuşması bu değerlendirmemizi değiştirmemektedir. “Demokratik modernite” ve “Demokratik cumhuriyet” reformist çizgisine karşın, nesnel olarak, hala devrimci bir rol oynamaya devam etmektedir. Kuşkusuz ki PKK deneyimi, kendi özgün platformunda son derece değerli bir deneyim olmakla birlikte, iç, bölgesel, uluslararası perspektifleriyle birlikte Türkiye devriminin zaferinin çizgisi, önderliği, tarzı olmaktan çok uzaktır veya bu nitelik ve yetenekten yoksundur. Tüm iddiasına karşın, en nihayetinde, son tahlilde, Kürt ulusal mücadelesinin tarihsel ve güncel gerçeği ve çıkarlarıyla bağlı ve sınırlı bir harekettir…
MLKP’ye gelince, bu deneyim, Türkiye komünist hareketinin tarihinde, Mustafa Suphi’lerin Birlik Devrimi deneyiminden sonra ikinci bir Birlik Devrimi’ni ifade etmektedir. Ama bu partinin doğuş koşulları, Suphi’lerin Birlik Devrimi’nin gerçekleştiği koşullardan çok farklı ve kıyaslanamaz ölçekte daha zor koşullar altında gerçekleşmiştir.
Suphi’lerin Birlik Devrimi ve TKP’si, Büyük Ekim Devriminin zaferi koşullarında, III. Enternasyonal’in varlığı koşullarında, komünistler bakımından dev bir çekim merkezinin ve son derece yüksek bir otoritenin olduğu koşullarda gerçekleşmiştir. Dünya çapında devrimler fırtınasının estiği, Türkiye’de emperyalist işgale karşı “ulusal kurtuluş savaşı”nının başlayıp geliştiği koşullarda söz konusu birlik ve partileşme atılımı gerçekleşmiştir. Üstelik birliği gerçekleştiren başlıca üç komünist grup, köklü bir geçmişleri olmayan, henüz yeni kurulmuş ve daha ziyade bir veya bir-iki şehirle ve çevresiyle sınırlı, dar grupçu gelenekle şekillenmemiş komünist gruplardan oluşmaktaydı. Kısacası, son derece elverişli iç ve dış koşullarda ortaya çıkan bir birlik ve partileşme atılımıydı, Suphilerin partileşmesi.
MLKP’nin doğuşu ise, daha farklı ve özel koşullar altında gerçekleşmiştir. Dünya çapında bir yenilgi ve gericilik döneminden geçilmektedir. 89/91 sürecinde revizyonist/kapitalist sistem ve kampın çöküşüyle sosyalizmin prestiji dibe vurmuştur. Marksizm-Leninizm’den, proletaryadan geniş çaplı bir yüz çeviriş dalgası, devrim ve sosyalizm davasından hızlı bir kaçış ve çözülüş dönemin tipik bir özelliğidir. Komünistler nezdinde Birlik Devrimi için de teşvik unsuru olacak bir uluslararası otorite de bulunmamaktaydı. Türkiye’de 12 Eylül yenilgisinden geçilmiştir. Genel demokratik halk hareketi de bir atılım içerisinde falan değildir. Üstelik Birlik Devrimi’ni gerçekleştiren gruplar, uzun bir tarihsel geçmişe sahiptirler; geride dar grupçu tarz ve geleneğin ağır baskısı ve etkileri durmaktadır. Türkiye devrimci ve komünist hareketi, bölünmelerle, parçalanmalarla belirlenen bir tarihe dayanmaktadır vb. Dolayısıyla söz konusu Birlik Devrimi, zorlukları bakımından, Suphi’lerin TKP’sinin doğuş koşullarıyla ve doğuşuyla kıyaslanamaz bile…
MLKP’nin Birlik Devrimi atılımı üzerinde doğuşu ve partileşmesi deneyimi, ciddi hata ve eksikliklerine ve zaaflarına karşın, Türkiye devrimci hareketinin gelişkin mirasını da eleştirel içererek, içermeye çalışarak ortaya çıkan bir atılım olmuştur. Bu bakımdan da bir ilktir. 12 Eylül yenilgisinden çıkarılan derslerin de bir ifadesidir. Devrimci hareketin dar grupçu tarihine, parçalanmalar geleneğine ve birden fazla komünist grup ve çevreye bölünmüş komünist hareketin kendi grupçu ve sekter gerçeğine karşı ilkeli bir mücadele pratiğinin ürünü olarak doğmuştur. İlk birlik denemesinin başarısızlığına karşın, komünistler, sürecin eleştirel derslerini çıkararak Birlik Devrimi’ni gerçekleştirmeyi başarmışlardır*. Marksizm-Leninizm’e, komünizme, Leninist parti teorisine reddiye yazıldığı bir tarih kesitinde, Marksizm-Leninizm’e, komünizme, parti fikrine ideolojik sadakatini, ilkesel bağlılığını ad seçiminde de göstererek kapitalizme, burjuvaziye, gericiliğe, tasfiyeci dalgaya karşı meydan okuyarak sınıflar mücadelesi arenasına çıkmıştır. Proletarya hareketini temel alma, komünist işçi hareketi yaratma, Kürdistan devrim yangının Batı’ya taşıma, proletaryanın önderliğinde devrimin ve sosyalizmin zaferini gerçekleştirme sözü vermiştir. Bu bir tarihsel dönemeçtir, eski tarzdan ve bu tarza bağlı önderlik, öncülük anlayışından esasen kopuşun ve aşılması iradesinin de bir ifadesidir. Artık bu topraklarda devrimin, mücadelenin tarihi yazılırken bu deneyim ve atılım da daima yazılmak zorunda kalınacaktır ve nitekim yazılmaktadır da.
MLKP, ilk ortaya çıkışının ardından güçlü bir politik atılımla, bir başka komünist yapıyla da birleşerek, kısaltılmış adında yer alan “K” (Kuruluş) ekini de kaldırarak partileşmiştir. Dost da düşman da bu partiyi daima ciddiye almıştır… Ancak ne var ki, bu parti, tüm iddiasına karşın, ilk temel atılımın ardından tarihin ve sınıfın çağrısına yanıt olamamıştır. Önderlik anlayışı ve çalışma tarzını, ilk temel yenilikçi atılımının ardından, bütüncül yenilemeye, yetkinleştirmeye devam edememiştir. Başlangıçta ilan ettiği ideolojik ve siyasi doğrultusunda tutarlılıkla duramamış, açık bir yön kaybı yaşamıştır. İnişli ve çıkışlı istikrarsız bir rotada ilerlemeye çalışmış, giderek tıkanmış, niteliksel ve niceliksel bakımdan ağır bir gerileme, durağanlık, aşınma vb. sürecine girmiştir. MLKP’nin 20 yıla yakın tarihsel deneyimine, ya da söze göre değil de tarihsel pratiğin denek taşına vurarak baktığımızda, kabaca görülen gerçeği budur. Kuşkusuz ki komünistler, bu tarihsel deneyimden, eleştirel bir tarzda, ilkeli ve köklü bir eleştiri ve özeleştiri hareketiyle öğrenmek, ilkeli bir tarzda yenilenmek ve kendini aşma yükümlülüğüyle karşı karşıyadırlar.
İnsanlar kendi tarihlerini, kendileri yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan koşullar içinde yaparlar.” (Marx) Proletaryayı temsil eden ve ona dayanmaya çalışan, onun önderliğinde devrim ve sosyalizm amaçlarını yaşama geçirmeye çalışan bir öncünün de gerçekleridir bu aynı zamanda. Evet, bu sözlerde ifadesini bulan gerçekler devrimci hareketimizin tarihi için de olduğu gibi geçerlidir. Evet, bu gerçeği, dünden bugüne gelen Birlik Devrimi’nin somut tarihsel gerçeğinden de görebiliyoruz. “Yeni bir dili öğrenmekte olan kişi başlangıçta, onu hep kendi anadiline çevirir. Ancak, ne zaman yeni dili, eskiyi anımsamadan, ana dilini unutarak konuşmaya başlar, o zaman o dilin ruhunu özümser, içinde yolunu bulabilir ve kendini özgürce ifade etmeye başlayabilir.” (Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaıre’i) Bu gerçeği, Birlik Devrimi’nin kendi öz temelleri doğrultusunda yeni sıçramalar yaparak ileri gidememesinde de çarpıcı bir tarzda görmekteyiz… Birlik Devrimi “eski ruhları” aşarak doğdu. Ne yazık ki, ilk atılımlarının ardından “yeni dili”, yeninin içine tutunmuş olarak ortaya çıkan eski dil ve değerler sisteminin, yeni dönemde gelişen zaaflarla birlikte, baskın hale gelerek “hegemonya”sını kurmasıyla birlikte unutuldu; eski dönemin “ana dili”, yeni dönemde, yeni bir biçimde, yeni zaaflarla birlikte, tasfiyecilikten başka bir şey olmayan “yenilikçilik” oportünizmine bürünerek süreci yolundan saptırdı; ağır mı ağır yıkımları üretti… Fakat komünistler yolunu açacaktır, tarihsel deneyim ve birikimler bunun önde gelen güvencesidir ve güvencesi olmak zorundadır. Lenin’in, yeninin ortaya çıkmasından sonra “geleneklerde eskinin izlerinin devrimden sonra belli bir süre yeninin embriyoları karşısında ağır basacağını da biliyoruz. Yeni henüz ortaya çıkmışsa, belli bir süre eski hep daha güçlü kalır, bu hep böyledir, gerek doğada gerekse de toplumsal yaşamda.” vurgusunu unutmayacağız ama tek şartla: Ezberleyerek değil, üzerine düşünerek, içeriğini kavramak koşuluyla!!!
Dünyanın neresinde olursa olsun Lenin’in şu sözleri, komünistlere ve partilere yol gösterecektir:
“Bir siyasal partinin, kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.” (“Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı)
“Parti tarihi bundan başka bize başarılardan başı dönen, kendini büyük gören, çalışmalarındaki kusurları görmezden gelmeye başlayan ve hatalarını kabullenmekten ve onları zamanında içtenlikle ve dürüstçe düzeltmekten korkan bir partinin, işçi sınıfına önderlik rolünü oynayamayacağını öğretiyor.”
“Bir parti hatalarını gizlerse, sancılı meseleleri örtbas ederse her şey yolundaymış gibi davranarak eksikliklerin üstünü örterse, eleştiri ve özeleştiriye tahammül göstermezse, kendini beğenmişliğe ve gurura kapılırsa ve ilk başarılarıyla yetirirse, mahvolur.”  (Stalin, Eserler C.15)
Lenin, “ ‘bugüne kadar bütün devrimci partiler, gurura kapıldıkları güçlerinin nerede yattığını göremedikleri ve zaaflarını ortaya koymaktan korktukları için mahvoldular. Ama biz yıkılmayacağız, çünkü biz zaaflarımızı ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları altetmesini öğreneceğiz.” (age., s. 409-410, iLa.)
Bu perspektif kaybedildiği içindir ki, gerek içerde gerekse de uluslararası alanda komünist hareket kaybetmiş, ağır yenilgilerle tasfiye olmuş ya da güçsüz ve dağınık bir mevziilere yuvarlanmıştır. Kuşkusuz ki Dünya Komünist Hareketi, er ya da geç, bu dağınıklığına da son verecektir, bedeli ağır olsa da.    
Artık tarih, hiçbir yüzeyselliği, oportünizmi, engeli kabul etmemektedir. Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin tarihsel dersleri de bu bakımdan biz devrimci ve komünistleri ayrıca sarsmalıdır. Gerisi devrimci hareketin maharetine kalmıştır.
Devimcilikte direnmeye devam eden devrimci hareketi bekleyen ciddi tehlike ve tehditler var önümüzde.
Önümüzdeki süreçte, devrimcilik reformizm ekseninde bölünmeler, devrimci harekette değişik türden bölünmeler, parçalanmalar süreci yaşanacaktır ya da yaşanacak gibi gözüküyor. Somut tarihsel gerçekteki derin ve kapsamlı değişme ve gelişmeler, bu değişme ve gelişmelerin anlaşılmamış ve yanıtlanmamış olması, “eski kafa”yla yeni süreçlere yanıt verme direnci, büyük bir mücadele dalgasının geliyor, gelişiyor ve gelişecek oluşu vb. gibi gerçekler ışığında, böyle bir süreci beklemek son derece doğaldır. Ortada yapısal bir kriz gerçeği var. Tarihin akışına karşı direnerek yürümek olanaklı değildir. Yani, “Görünen köy, kılavuz istemez!” meselesi.
Bu topraklarda da, devrimci amaçları için savaşan, devrim ve sosyalizmin zaferi için vuruşan devrimci örgütler, yüzlerce, binlerce devrimci savaşçı daima vardı ve var olacaktır. Kimse kimsenin karakaşı için devrimcilik yapmıyor ve yapmayacak. 40 yılı aşkın bir tarihin ardından bu, daha keskin bir gerçektir. Devrimciler, er ya da geç, tarihsel deneyimlerinden bir gelecek perspektifiyle elbette ki gerekli dersleri çıkaracak ve güçlü bir devrimci donanıma çevirerek şu veya bu yoldan tarihsel yürüyüşlerine devam edeceklerdir. Tarihsel tecrübe, hareketin gelişmesi önünde bir engele, bir keneye dönüşmüş zihniyetlerden, alışkanlıklardan, oportünist öğelerden vb. arınarak yürümeyi, keskin bir tarzda dayatmaktadır. Bu süreçlerin, ağır bedellerle yürüdüğü ve yürüyeceği ise açıktır. Ama bedelsiz bir kavga, devrimci yenilenme, devrimci zaferler ne olmuştur ne de olacaktır. 40 yıllık tarihsel deneyimin ve uluslararası deneyimlerin eleştirel incelenmesi ve özümsenmesi, hareket halindeki iç, bölgesel, uluslararası somut tarihsel gerçekliğin incelenerek donanım kazanılması, devrimci ve komünist yenilenme bakımından yaşamsal önemdedir. Yenilgiler, olumsuz deneyimler, öğrenmesini bildikten sonra, devrimci yenilenmenin de aracıdır. Zaten önemli olan da bunu başarabilmektir. Devrimci hareketimizin negatif durumu, tersinden, yenilenme, sıçrama ve sıçramalar için bir dayanak noktası olmalıdır, aksi taktirde, bu durumun,  güç yitirmenin, vasatlığın, sağlıksız parçalanmaların, tasfiyeciliğe batmanın bir aracına dönüşmesi de tümüyle olanaklıdır.
Diktatörlüğün devrimci hareketi legalizmin, parlamentarizmin batağında çürütme politikası daima özenle hesaba katılmalıdır. Legal hak ve özgürlükler öncelikle mücadeleyle kazanılmış hak ve özgürlüklerdir. Bu ön vurguyla birlikte, burjuvazi asırların mücadele deneyimlerine dayalı olarak, gelişkin bir sınıf bilinciyle bilmektedir ki legalite, hareketi denetim altına alma, sisteme entegre etme işlevini de görmektedir. Burjuvazi taviz vererek geri adım atarken içeri çekerek asimile etme politikasını izler ve izleye gelmiştir. Bunu küresel deneyimlerden bildiğimiz gibi Türkiye ve Kürdistan’ın deneylerinden de biliyoruz. İllegal ve yasadışı temelleri ve silahlı devrim perspektifini yadsıyarak reformist çizgide kendini inşa etmiş hareketlere açılan alan rastlantısal değildir… Keza henüz bu temellerden ve yapılanmalardan kopmamış akımları sistematik devlet terörüyle “kontrol edilebilir sınırlar” içerisinde tutmak, terörü ihmal etmeden tasfiyeciliğe yöneltmek diktatörlüğün stratejisidir. Sermaye ve diktatörlük, PKK deneyiminden, devrimci hareketin kontrol edilebilir sınırlarda tutulamaması durumunda nasıl bir baş belasıyla karşılaşabileceğini yakıcı bir tarzda yaşamıştır… Üstelik Türkiye ve Kürdistan halklarının, çeşitli milliyetlerden proletaryanın birleşik bir mücadele dalgası ve devrimci başkaldırısının, Kuzey Kürdistan’da patlak veren ve etki gücünü bölgesel ve uluslararası alanda gösteren Kürt ulusal devriminden daha derin, daha kapsamlı, daha sarsıcı bir etki yaratacağı ise açıktır. Bir diğer deyişle, emperyalizm ve işbirlikçi kapitalist sistem ve gericilik, böyle bir devrimci gelişmenin yaratacağı altüst oluşun bilinç ve deneyimleriyle silahlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye devrimci hareketini kontrol edilebilir sınırlar içerisinde tutmada keskin bir sınıf bilinciyle davranmaktadır. Tasfiyeciliğe yöneltme yöntemi de, sınıf düşmanının devrimci hareketi denetlenebilir sınırlar içerisinde tutma politikasının temel bileşenlerinden birisidir. Bu, yani devrimci hareketi tasfiyeciliğe çekme, yöneltme politikası son derece ciddiye alınması gereken bir olgudur. Başarısızlıklar, yenilgiler üzerinde yükselen ve tarihsel ve yapısal zaaflarının kurbanı olan, kendini yenileme niteliği zayıf bir devrimci hareket gerçeği, bu bakımdan da anlamlıdır. Anlamlıdır çünkü diktatörlük, ısrarlı devrimciliğine karşın, kontrol edilebilir sınırları aşamayan ya da aşmamış, somut tarihsel gerçeğin gerisinde kalmış, yenilgilerle yıpranmış bir devrimci hareketi, daha kolayca tasfiyeciliğe çekebileceğini özenle hesaba katmaktadır.
Eğer diktatörlük Kürt ulusal demokratik hareketini silahsızlandırarak sistemin içine çekmeyi başarırsa, “Türkiye solu”nda da geniş çaplı tasfiyeci bir dalganın kabarabileceği hesaba katılmalıdır. Bu memlekette de, devrimci harekette, işin teorisini şimdiden yapmaya hazır küçük burjuva elitlerin, oportünist kadroların varlığından hiçbir kuşkumuz yoktur. Her bir tarihsel dönemeçte, devrimci amaç ve hedeflerden kopmadan, yeniden ve yeniden yapılanıp konumlanmakla, yenilenme adına tasfiyeciliğe, reformculuğa gitmek iki farklı şeydir. Vurgumuz, ikincisine, tasfiyeciliğe dönüktür. Burjuvazi bir yandan devlet terörüyle, diğer yandan legaliteye alan açarak özellikle belli tarihsel ve politik dönemeçlerde, devrimciliğin ehlileştirilerek tasfiyesi operasyonunda ustalaşmıştır. Örneğin Latin ve Orta Amerika’nın tarihsel tecrübeleri… Radikal politik İslam’ın, radikal sol akımların, devrimci ve komünist akımların sisteme entegre edilmesi tarihi tecrübesinden de bunu biliyoruz.  Her halükarda sınıf mücadelesinin, devrim ve sosyalizm davasına, ideallere, kavgaya bağlı devrimciliğin, hem bu topraklarda hem de dünya çapında, kapitalizmin, emperyalizm ve gericiliğin iradesinden daha güçlü olduğuna ve daima kendisini üreterek yoluna devam edeceğinden ise kuşkumuz yoktur.

* O dönem birlik ve partileşme çalışmasına ısrarla çağrılan TDKP ve TİKB, ilkesiz, sekter, tasfiyeci bir tutum sergilemiştir. Sonuç: TDKP kendini tasfiye ederek EMEP’leşmiştir. TİKB’e giderek erimiş, bir dergi çevresine dönüşmüş, üstelik birkaç kez parçalanarak etkisizleşmiştir.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR



“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR
                        I. BÖLÜM
“Ne kadar nahoş olsa da, olguları açıkça görmek, adlı adınca çağırmak, işçilere doğruyu söylemek zorundayız.” (Lenin)
 “Sosyalist sol” kavramı, ilerici demokratik, devrimci-demokratik, komünist devrimci solu kapsayacak tarzda kullanılmaktadır esasen. Bu kullanım tarzı, ağırlıklı olarak, ilerici politik duruşa sahip reformist sol çevrelere aittir. Kuşkusuz ki bu kavram, çeşitli burjuva liberal çevreler tarafından daha geniş anlamda kullanılmaktadır. Bu çevreler kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan her kesim ve eğilimi (örneğin İşçi Partisi, Sosyalist Enternasyonal vb. gibi gerici akımlar da dahil) “sosyalist” olarak lanse etmekte, “sosyalist sol” kavramı altında bir araya getirmektedirler. Vurgulamakta yarar görmekteyiz: Tıpkı genel bir “sol” kavramı gibi genel bir “sosyalist sol” kavramı da, bilimsel bakımdan yanlıştır. Çünkü böyle bir kavramlaştırma, sınıfsal, ideolojik, siyasal farklılıkların üstünü örtmekte, demagoji ve manipülasyona, proletarya ve emekçi kitlelerin silahsızlandırılmasına hizmet etmektedir. Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi farklı sınıf ve tabakaların ideolojik ve politik hareketlerine tekabül etmektedir. Dolayısıyla Bilimsel Sosyalizm (proletarya sosyalizmi) ile ilişkisi olmayan, dahası onun ret ve inkârından, revizyon ve tasfiyesinden başka bir şey olmayan, somut gerçekliği yok sayan ya da onu perdeleyen bir “sosyalist sol” kavram ve tanımlaması teorik ve ilkesel olarak yanlıştır.
Bu makalemizin merkezine, Türkiye devrimci hareketinin önderlik anlayışı ve çalışma tarzını oturmaktayız. Dolayısıyla, “sosyalist” olma iddiasıyla ortaya çıkan ilerici demokratik reformist hareketin değerlendirilmesi, makalemizin konusu olmayacaktır. Türkiye devrimci hareketi de, herhangi bir biçimde homojen bir hareketi değil, aksine, başlıca iki bileşeni kapsayan bir hareketi dile getirmektedir. “Türkiye devrimci hareketi” kavramı, değişik eğilimleriyle devrimci-demokrasiyi ve komünist hareketi içermektedir. Yani bu bağıntıda da genel, homojen bir devrimci hareketten bahsedilemez; aksine temel sınıfsal kimlikleri ve siyasi rolleriyle birlikte anlamlı olan bir “devrimci hareket”ten bahsedilmelidir ve bahsedilecektir. Bu temel sınıfsal ayrımlar ve bu temel üzerinde yükselen ideolojik ve siyasal ayrımlar ve bunun ifadesi olan bir analiz ve sentez olmaksızın, bu ayrımları ve sınır çizgilerini yok sayan ya da belirsizleştiren herhangi bir teori ve pratik, kuşku yok ki, oportünizmdir.  Hatırlatmaya bile gerek yok ki, oportünizm, belkemiksizdir… Sözgelimi, “uluslararası ideolojik merkezler”in dağıldığı, “20. asrın ideolojik ayrılıkları”nın geride kaldığı, ilerici, devrimci-demokratik ve komünist hareket arasındaki ideolojik ayrılıkların da önemsizleşerek aşıldığı, böylece “sosyalistlerin birliği”ni sağlayarak partileşmek gerektiği gibisinden teori ve politikalar ya da “21. asrın sosyalizmi” adına benzer teori ve pratiklerin inşa edilmeye çalışılması, herkese mavi boncuk dağıtma, beklentiler yaratma bu bakımdan hatırlatılabilecek tasfiyeci yönelişlerdir. Özellikle revizyonist/kapitalist kampın dağılışından sonra bu vb. oportünist, tasfiyeci revizyonist, postMarksist yönelişlerin boy atıp etkilerini bugünlere dek yayması rastlantısal değildi, değildir yani. Bu tip yaklaşımların “21. yüzyılın sosyalizmi”ne doğru ileri bir adımı oluşturması bir yana, dahası, geriye, halkçılığa, post-Marksizme doğru tasfiyeci bir geri gidişi, tasfiyeci oportünizmi ifade ettiği ise kesindir. Bu makalemizde devrimci parti ve grupların teori, program, strateji, taktik bakımlardan aralarındaki çizgisel farklılıkları başlı başına incelemeyeceğiz; işin bu boyutunun ayrıca ele alınması gerekmektedir ve bu boyut, birkaç makaleyi aşacak bir kapsamlı çalışmayı gerektirmektedir. Böyle olmakla birlikte, iki bölüm halinde yayınlayacağımız makalemizin gelişimi seyrinde, sorunun bu bağıntısında önem taşıyan bazı temel noktalara da, belli sınırlar içerisinde, gireceğiz.
Bu ön açıklamalarımızdan sonra, devam edelim.
Devrimci hareketimizin gerçek durumu nedir? 40 yıllık tarihsel deneyimizin zembereğinden geçerek gelmiş devrimci hareketimiz devrimci iddiaları ve amaçları bakımından işin neresinde durmaktadır? Proletarya ve halklar devrimci hareketimizi bir umut, bir çekim merkezi olarak görüyor mu? Örneğin Gezi-Taksim Ayaklanması deneyimi neyi göstermektedir? Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin deneyimi devrimci hareketimizin pratik köklü bir eleştirisi değil mi? 20. asrı geride bıraktık. 21. asra girdik ve 13. yılındayız. Peki, 20. asrın tarihsel deneyimlerinin eleştirel analiziyle silahlanarak çağın çözümünü dayatan büyük, ağır, kapsamlı sorunlarını çözmeye hazırlık mıyız ya da ne kadar hazırlıklıyız? Bu soruya, “Evet, hazırlıklıyız!” yanıtını veren herhangi bir devrimci parti, grup, çevre var mı? Varsa, bu çevreler nerede yaşıyor acaba?
Sorular çoğaltılabilir:
Bilim ve teknikte, emperyalist dünya sisteminde, sosyalizmin tarihinde ortaya çıkan değişmeler ve gelişmeler, ne kadar bilince çıkarılabildi ve somut bir donanıma çevrilebildi acaba? Felsefenin, politik ekonominin, sosyalizm ve sınıf mücadelesi teorisinin, bir bütün olarak teorinin geliştirilmesinin ışığında pratik devrimci çalışmalar, bütün çalışmaların can damarı olan politik mücadele ne kadar geliştirilebildi? Böylesine kapsamlı bir teorik zenginleşme yaşanabildi mi? Böylece teori, pratik çalışmaların önünü açabildi mi? Devrimci pratik çalışmalar, siyasal mücadele böylesine bir pratik donanıma, savaşım yeteneğine dönüşebildi mi ya da dayanabildi mi?
12 Eylül yenilgisinin etkisi; yenilginin dersleri derinlikli ve bütünlüklü çıkarılarak, politik bir silaha çevrilebildi mi?
Emperyalist küreselleşme süreci zamanında analiz edilebildi mi? Kavranabildi mi? Buna uygun bir derinleşme ve donanım, savaşım yeteneği kazanılabildi mi?  
Revizyonist/kapitalist kampın çöküşü, bu gelişmenin etkileri, yenilenme bağlamında dersleri (2013 yılı da dahil!) zamanında anlaşılabildi mi? Sosyalizmin tarihsel dersleri bilince çıkarılarak işlevsel bir silaha çevrilebildi mi?
Kürt ulusal mücadelesinin Türkiye ve Ortadoğu çapında, özelde Türk işçi ve emekçileri üzerindeki etkileri, buna karşı mücadele görevleri esaslı bilince çıkarılabildi mi? Kürt sorununun, Türkiye (Türkiye ve Kuzey Kürdistan) devriminin bölgesel ve uluslararası perspektifleri kavranabildi mi? Kuzey Kürdistan’daki devrim yangını Batıya taşınabildi mi?
Türkiye’nin dinamik somut tarihsel gerçeği ne kadar okunabildi? Programatik, stratejik ve taktik derinleşmeyle, propaganda, ajitasyon, örgütlenme çalışmalarıyla ne kadar bütünleştirilebildi?
Kemalizm’den, Kemalist laikçilikten, Kemalist irtica politikasından ideolojik olarak ne kadar kopulabildi? İslamiyet ve Alevilik gerçeği tarihsel ve güncel bakımdan ne kadar doğru okunarak özgül politikalar geliştirilebildi?
Türkiye devrimci hareketi devrimci yaşantısı sürecinde proletarya ve halklar nezdinde ne kadar bir çekim merkezi haline gelebildi acaba ya da neden bir çekim merkezi haline gelemedi? Devrimci hareketimizin baş düşmanı emperyalizm, kapitalizm, faşizm ve gericilik mi yoksa kendisi mi? Nesnelerin doğası gereği, emperyalizm, faşizm, gericilik kendi işini yapıyor ve yapacak, peki ya devrimci hareketimiz, bizler, kendi tarihsel ve politik işlevlerimizin hakkını verebiliyoruz muyuz??? Bu kadar bedellere karşın, neden devrimci yenilenme başarılamıyor? Bu vb. sorunları doğayla, Tanrıyla, şu veya bu kurtarıcının varlığı ya da yokluğuyla, şu veya bu “uluslararası ideolojik merkez”le, “kısmi hata ve zaaflar”ın varlığıyla, “taktik yetersizlik”le vb. izah edebilir miyiz?
Sorular elbette ki çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır ama şimdilik gerekmiyor…
Kuşkusuz ki devrimci hareketi değerlendirirken her şeye reddiye yazan, onun tarihsel birikimini hiçe sayan, gelişkin ve güçlü yanlarını görmezden gelen inkarcı ve tasfiyeci yaklaşımlarla da, mükemmeliyetçi yaklaşımlarla da araya sınır çizgisi çekmek gerekir. Hatırlatmaya gerek yok ki, mükemmeliyetçilik de ters yüz edilmiş inkârcılıktır. Soruna sosyal şovenizmin, ulusalcılığın, reformizmin, liberalizmin, sivil toplumculuğun, post modernizmin ve postMarksizmin, Troçkizm ve anarşizmin bakış açısından da bakamayız. Eskiyi idealize etmek, eskiyi yeni bir biçimde yaşamak da bir çıkış ve çözüm olamaz. Dogmatizmin gözünden de meseleyi ele alamayız.
Kuşkusuz ki yenilgiler sorunu önemlidir ama tek başına yenilgilerle de devrimci hareketimizin niteliksel zayıflığını izah edemeyiz. Çünkü yenilgiler, öğrenmesini bilenler için, yenmeyi öğrenmenin de bir okuludur. Tek başına 89/91 çözülüşü ile de sorun izah edilemez. Stalin ve III. Enternasyonal düşmanlığı yaparak, Leninist kesintisiz devrim teorisine düşman kesilip Troçkist sosyalist devrim savunuculuğu yaparak da sorunların çözülemeyeceğini bu renkli cenahın hem tarihsel, hem de güncel evriminden, güçsüzlüğünden, etkisizliğinden, yaşadığı kargaşadan, bir seçenek haline gelememesinden görebilmekteyiz. O halde sorunu tarihsel bütünlüğü, somut tarihsel gelişmesi içerisinde incelemek ve tarihsel pratiğin denek taşında sınayarak değerlendirmek zorundayız.
Dünya çapında bir yükseliş süreci yaşanıyor. Bütün kıtalar hareketli. Dünya işçi sınıfı, halklar, ezilenler artan oranda mücadele sahnesinde yerlerini alarak seslerini yükseltmektedirler. 80’lerin ortalarında açığa çıkmaya başlayan, 90’larla iyice belirginleşen küresel çaptaki yenilgi ve gericilik yılları 2000’lerle birlikte, özellikle de 2000’lerin ikinci yarısıyla birlikte aşılmaya başlandı. Dünya proleter devriminin nesnel ekonomik ve toplumsal koşulları daha bir olgunlaşarak gelişmektedir. Emperyalist dünya sisteminin içsel çelişkileri daha da keskinleşmiştir. “Neoliberal kapitalizm” derin bir yara almıştır vs. Öncesini unutmamak koşuluyla, 2000’lerden bu yana, irili, ufaklı sayısız grevden, direnişten, mücadeleden, 1 Mayısların kazanılmasından, çevreci hareketten vb. görülebileceği gibi, işçi sınıfı ve emekçiler, ezilenler direnmeye devam ediyor. Çevreci direniş umulmadık sahalarda kitlesel olarak ortaya çıkıyor. Son olarak bildiğimiz Gezi-Taksim-Haziran halk ayaklanması… Ve tüm bu süreçlerde farklı biçimler alarak süren Kürt ulusal demokratik hareketinin direniş ve kavgası… Bu koşullarda, bir kısım dezavantaja karşın, güçlü bir devrimci hareketin gelişmesi için koşullar pek çok bakımdan daha elverişli. Fakat 40 yılı aşkın bir tarihin ardından, devrimci hareketimiz, uzun yıllardır dibe vurmuş ve hala, tarihsel ve yapısal zaafları içerisinde kıvranıp durmaktadır. O halde, bu durumda, devrimci hareketin zayıf kalması, kendisini yenileyerek bir çekim merkezi haline gelememesinin nedenini ya da nedenlerini, başlıca olarak, “nesnel koşullar”la izah edemeyiz. Bu durumda, sorunu, başlıca olarak, öznel alana bakarak, bilinç, örgütlülük, önderlik alanından hareketle değerlendirerek çözümlemek zorundayız. Bu da teori, program, strateji, taktik, örgüt, çalışma tarzı, önderlik konumundan sorunların eleştirel incelenmesini gerektirmektedir. Sorunu nesnel koşullarla, dış faktörlerle izah etmek, irade/önderlik/öncülük alanını es geçmek ya da küçümsemek ya da buna ikincil derecede önem vererek meseleyi bilince çıkarmak olanaklı değildir.
Evet, yiğit, dövüşken, bedel ödeme kararlılığı olan, 40 yıldır (40 yılı aşkındır!) eğrisiyle doğrusuyla az ya da çok sürekliliğini koruyan, korumaya çalışan bir devrimci hareketimiz var. Her türlü kuşatma, saldırı, ezme ve tasfiye baskısı altında ayakta kalan, düştüğünde yeniden ayağa kalkarak direnen, (her biri kendi sınıfsal mevzisinde) devrim ve sosyalizme inancını koruyan, korumaya ve yaymaya devam eden dirençli bir devrimci hareketimiz var.  Bu, saygıya değer ve devrimcilik üreten bir gerçektir. Eğer bu nitelikler olmasaydı kuşkusuz ki bu topraklarda devrimci bir hareketten değil, olsa olsa, liberal, reformist bir soldan, tasfiyeci bir cesetten bahsedebilecektik. Değişik bileşenleriyle devrimci hareketimiz devrimcilikte direndiği ve savaştığı için, daima, “burjuva sol”un ve küçük burjuva bataklığın ısrarlı saldırısına, demagoji ve manipülasyonuna maruz kala gelmiştir. Ama konumuz bu kesimler değil. Bu gerici kesimlerin devrimci harekete, devrimci ve sosyalist değerlere sistematik saldırıları daima vardı ve var olmaya devam edecektir. Bu olgu, gerçek durumun bilince çıkarılmasının, geçmişten gelecek için temel dersler çıkarılmasının ve devrimci yenilenmenin önüne bir kalkan olarak sürülmemelidir. Sürülmesi ise, gerçek bir güçsüzlüğü, geriliği, sorumluluktan kaçmayı, dar kafalı tutuculuğu vb. ifade eder sadece.
Sorunu, kendi tarihsel gerçekliği ve somut hareketi içerisinde ele almak, tarihsel pratiğin denek taşında sınamak ise, bilimsel ve politik bir erdemdir. Sorunları eğip bükerek, oportünist manevralar yaparak ele alamayız; gerçek her ne ise, bir gelecek perspektifiyle ele alınmak zorundadır. Marksizm-Leninizm’in yöntemi, hem diyalektik hem de materyalisttir; dolayısıyla nesnel toplumsal maddi gerçeğin diyalektik materyalist değerlendirilmesini gerektirir. Demek ki öznel idealist ve kaba materyalist yöntemlerle araya kalın bir sınır çizgisi çekilmesi gerekir. Marksizm-Leninizm’in yöntemi, doğada olduğu gibi, toplumsal gerçekliğin incelenmesinde de istenilir, arzu edilir olandan değil, somut tarihsel durumdan, hareket halindeki nesnel gerçekten; somut ekonomik ve toplumsal durumdan yola çıkar. Sosyalizmi ütopik sosyalizm olmaktan çıkarıp bir bilim yapan; sosyalizmi Bilimsel Sosyalizm haline getirerek “modernizm”den kopuşmasını sağlayan da bu temel gerçektir. (Lenin’in vurguladığı gibi bir doktrinin bilimselliğinin tek ölçütü “o doktrinin toplumsal ve ekonomik gelişmenin gerçek sürecine uygun” olmasıdır; işte bu ölçüt, tasfiyeciliğin olduğu gibi dogmatizmin de panzehiridir.)  Bu bilimsel yöntem, devrimci hareketin değerlendirilmesinde de bizlere yol gösterir ve göstermek zorundadır.
O halde, devrimci hareketin önderlik anlayışının ve çalışma tarzının temel karakteristik özellikleri ya da tablosu nedir? 40 yıllık tarihsel deneyim neyi göstermektedir? Tarihin yanıtı güncel gerçeğe de ışık tutar. Eğer bu yanıt olumluysa, kuşkusuz ki aynı duruş ve zihniyeti temel alarak ve geliştirerek amaçlar doğrultusunda yürünmelidir. Peki, yanıt olumsuzsa? O zaman kepi masanın üzerine koyarak eleştirel düşünmek, tartışmak ve zaaflı tabloyu aşmak gerekiyor demektir. Yanıtın olumsuz olması durumunda şu soru ikircimsiz sorulmalıdır: Bu tarz, gelenek, zihniyet, kültür aşılmadan geleceğin fethi olanaklı mı? Bizim soruya yanıtımız, açıklıkla olumsuzdur. “Açıktır ki, deney ve derslerin hazinesini eleştirici olmayan övgüler değil, yalnızca sorunun özüne inen ve akıllıca yapılmış eleştiriler ortaya çıkartabilir.” (Rosa Luxeburg) Tarihten çıkan derslerin ışığında vurgulanması gerekir: Sorun ya da sorunlar, buna yol açan zihniyetle, önderlik anlayışı ve çalışma tarzı ve kadro politikası ile çözülemez. Sorunun kaynağı olan, sorunun kendisini temsil eden, bir parçası hale gelen şeyle; sorunların çözümünü ve verili durumun ilkeli ve köklü aşılmasını engelleyen zihniyet, tarz ve insan unsuru ile sorun ya da sorunlar çözülemez. Bunda direnmek, durumun teorisini yapmak, zevahiri kurtarmak, tarihsel ve yapısal zaafların tutsağı olarak yaşamaya devam etmek demektir. “Dışsal bir hareketi, gerçek bir içsel harekete indirgemek bilimin görevleri arasında”dır der Marks. Sorunu değerlendirirken, görüngüleri sıralamakla yetinmek, olgulara işaret etmek, hata ve zaafların tablosunu çizmek de yetmez, sorunun ya da sorunların kaynağına inmek, pratikte anlamını bulacak çözüm çizgisinde yürümek gerekir, bu da açık ve kesin bir gerekliliktir.
Tarihsel süreçler içerisinde boy veren olgular (dâhice önsezileri geçiyoruz) az ya da çok olgunlaşmadan “an”da bilince çıkarılamaz. Bunlar, hareketin gelişimi sürecinde, özellikle de belli dönemeçlerde açığa çıkar, çözümünü dayatır, yanıtlanmayı ister. Bu durumda hareketli nesnel gerçeğin anlaşılması ve gereksinmelerinin yanıtlanması gerekir. Yanıtlanamıyorsa, ne kadar süslü laflar edilirse edilsin ya da “derin analiz”ler yapılırsa yapılsın, sorun bilince çıkarılamamış, çözüm gücü olan bir irade ortaya koyulamamış demektir. Bu bağlamda ayrımların, hem teoride hem de pratikte (sözgelimi öncü savaş ya da kırdan kente halk savaşı ya da işçi sınıfı hareketine dayanarak önderlik yapma ya da teorini pratiğin önünü sistemli aydınlatması gerektiği iddiası vb.) anlamını bulması gerekir. Pratikleşmeyen ya da (ciddi hata, eksiklik ve zaaflar olsa da) karşılığını pratikte bulmayan, ayrım çizgilerini pratik olarak ortaya koyamayan ve bu ayrımlarını, diyelim ki yalpalamalara, zaman zaman sapışlara karşın, süreklilik bağıntısında, genel bir istikrarlı yönelişte ifadelendiremeyen bir “kavrayış”, teori ile pratiğin, söz ile eylemin kopukluğunun yansımasıdır. Sözün arkasında duramayan eylem, eylemin arkasında duramayan söz! Bu, açık ki oportünizmdir. Böyle bir karikatür, kabul edilemez, kabul edilmemelidir.
Hareketli gerçeğin öznel (bilinç ve örgütlenme, önderlik-öncülük) alanda yanıtlanması gereği öncü nezdinde, öncüler nezdinde az ya da çok “anlaşılmış”sa, bu durumda, üzerinde çokça laf edilmesine karşın, öncü duruş konumlarından çözüm için istikrarlı harekete geçilemiyorsa; öncü değil, artçı duruş sergilenmeye devam ediliyorsa, sorun, gerçekte, bilince çıkarılamamış demektir; ki bu durumda dibe vurma, bürokratik çürüme, tasfiye ve tasfiyecilik kaçınılmazdır. Bu çürüme ve tasfiye, dar bir sekt olarak kendini tüketme biçiminde de olabilir, birkaç devrimci gruba ya da grupçuğa bölünme biçiminde de olabilir. Bir dizi parçalanmalarla devrimci ve komünist konumlardan vazgeçerek tasfiyecilik biçiminde de ortaya çıkabilir vb. Bu gerçeği devrimci hareketimizin dünden bugüne uzanarak gelen tarihsel gerçeğinden net bir şekilde bilmekteyiz.
“Etkin toplumsal güçler, kendilerini bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, tıpkı doğal güçler gibi, körü körüne, zorla, yıkıcılıkla işler. Ama onları bir kez anladığımız, işleyişlerini, yönlerini, etkilerini bir kez kavradığımız zaman, onları öz isteğimize gittikçe daha çok bağımlı kılmak ve onların aracılığıyla öz amaçlarımıza varmak, yalnız bizim kendimize bağlıdır.” (Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm) İşte burada teori ile pratiğin birliğinde ifadesini bulan “irade” denen şey çıkar karşımıza. Bir atasözünde denildiği gibi, “Tek kanatla kuş uçmaz!” Sınıfsal ve toplumsal gelişmenin nesnel yasaları kavrandığı ve buna uygun önderlik, öncülük, politika yapıldığı oranda sorunlar çözülür, yol açılır, amaçlara doğru sağlıklı bir tarzda yürünür. O halde sorunu, sınıf mücadelesi ve iktidar savaşımının gerekleri açısından eleştirel incelemek, aydınlatmak gerekir. Peki, bu durumda, devrimci hareketin devrim ve iktidar bilinç ve pratiği tarihin ve somut gerçekliğin neresinde durmakta ya da bulunmaktadır? Önderlik kendi dar grubuna önderlik yapmak mıdır? Öncülük, grupların kendi dar kitlesine öncülük yapması mıdır? Politika yapmak dar grup için politika yapmak demek midir? Önderlik, öncülük, politika yapmak demek dar grupçu rekabet midir? Hegemonya, grupsal rekabetin kısır döngüsü müdür? Gündem belirlemek kendi dar grubunun iradesini dayatmak mıdır? Sınıflar mücadelesinde politik güç dengeleri üzerinde az ya da çok anlamlı bir politik etki yapmadan, etkileme gücü kazanmadan, böylesine bir politik kuvvet haline gelmeden, az ya da çok anlamlı bir politik hareketten bahsedilebilir mi acaba? Evet, dar grubun başarı ve kazanımlarında da somutlaşacak gelişme gerekir ama ölçü ve tatmin, dar grubun başarı ve kazanımları mı, yoksa proletarya ve halkların başarı ve kazanımları mı olmalı? Hamasete ya da kâğıt üzerinde kalan şeylere göre değil de pratik duruma göre, devrimci hareketin eylemsel olarak bulunduğu yere, geldiği noktaya göre baktığımızda, gerçek durum nedir? Vizyon, politik ve örgütsel, psikolojik tatmin hangi ölçülere ve alışkanlıklara göre şekillenmiş durumda? Kitleselleşemeyen, proletarya ve halkların ileri katmanlarıyla ve kitle hareketiyle birleşemeyen, grupların kendi dar kitlesiyle sınırlı, hatta çoğu zaman bu kitleyi bile büyük bir oranda örgütlemeyi başaramayan devrimci parti ve örgütlerin yapısı açık bir dar bürokratik örgütlenmelerden ibaret değil midir?
Peki, sorunlara buralardan baktığımızda devrimci hareketimizin gerçekleri nelerdir?
Şu veya bu biçimde ortaya çıkan öncüller, olgular, süreçler, tarihsel gelişmenin ürünüdür; o halde tarih-teori-pratik bütünselliğinde ele alınması ve yanıtlanması gerekir. Tarihin ve güncelin diyalektik birliği, teori ve pratikte, işlevsel çözüm gücünde somutlaşarak yolu açması gerekir. Evet, asıl olan dünyayı değiştirmektir ama dünyayı doğru yorumlamadan onu değiştiremezsiniz. Burada da, kendiliğindenliğe ya da kendiliğinden gelmeliğe boyun eğerek, kendiliğindenci tarza saplanarak sorunları çözemezsiniz. Hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, kendiliğindenliğe boyun eğen, sürecin gerisinde kalmaya saplanan bir öncülük iddiası, önderlik ve çalışma tarzı anlayışı ya da teori ve pratiği dar pratikçiliğin, ilkelliğin, amatörlüğün, idareimaslahatçılığın yansıması, ifadesi ya da somutlaşmasıdır sadece. Önderlik, öncülük, önderleşme, çalışma tarzı vs. üzerine kâğıt üzerinde kalmış, yaşamda karşılığını bulmamış parlak laflar burada anlamsızdır ya da lafazanlıktan ibarettir sadece. Değişik eğilimleriyle devrimci hareketimizin ortak diyebileceğimiz bir karakteristik özelliği de, kendi dar pratiğini, devrimci kendiliğindenciliğini, “bazı hata ve eksiklikleri olsa da, devrim ve sosyalizmi zafere götüren” ya da “götürecek” bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzı olarak teorize etmesidir. Oysa kendi dar pratiğinizi, kendi dar pratiğinizin en ileri düzeyini teorileştirerek de tarihin çağrısına yanıt veremez, teori ve politikanın temel sorunlarını çözemez, asgari ve azami politik amaçlarınıza ulaşamazsınız. En ileri formunda ortaya çıkan dar pratikçi tarz da kendiliğindencidir, idareimaslahatçıdır, ilkel ve amatör tarzdır. Bu, devrimci kendiliğindenciliğin eleştirel aşılması falan değildir; aksine, farklı bir formda, dar pratikçiliğin kendisini üretmesinden ibarettir. Bu ise devrimci kendiliğindencilikten bir kopuş değil, bu temel üzerinde, göreli olarak daha ileri bir politik ve örgütsel aktivizmdir, o kadar! Bunu idealize ederek, eleştiri ve tartışmanın dışında tutarak, dokunulmazlık zırhı/kültü yaratıp kutsayarak tarihsel devrimci görevlerinizi yerine getiremezsiniz. Ki bu yöntem ve bakış açısı diyalektik materyalist yöntemle de zaten bağdaşmaz.
Diyalektik, doğanın olduğu kadar toplumsal gelişmenin de genel yasalarının bilimidir. Nasıl ki doğa, düşsel ilişkiler içerisinde değil de ancak öz ilişkileri içerisinde kavranabilirse, toplumsal hareket de düşsel, arzu edilebilir, istenen ilişkiler içerisinde değil, kendi öz ilişkileri, toplumsal maddi hareketi içerisinde ancak anlaşılabilir, tanımlanabilir. Doğa da, toplumsal hareket de keyfiliği, öznelliği, masa başı kalem darbelerini kabul etmez ve kaldırmaz. Bu, kuşkusuz ki, politik hareketleri, devrimci ve komünist politik hareketleri değerlendirirken de olduğu gibi geçerlidir. Kendi dar pratiğini idealize eden zihniyet ve tarz, eninde sonunda kendi dar pratiğinin kölesi haline gelerek çürür ve çürütür. Artçılığa mahkum eder. Kör bir önyargı, tutuculuk olarak parti ve grupları, önderleri, yöneticileri, kadroları tüketir. Kendini beğenmişliğin, kendine tapınmanın iğrenç kuyularında tüm değerleri kirletir, öğütür, tüketir, bitirir. Bu demektir ki  “Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır.” Bu durumda öncülük-önderlik adına, tarihsel hareketin gerçekliği ve dinamizmiyle çatışarak, tarihin çağrısına yanıt olmak bir yana, onunla boğuşarak, vuruşarak, devrimci yenilenmenin düşmanı kesilerek devrimci amaçlarını terk etmeye başlar. Gelişmeyi, değişmeyi, tarihten ve dinamik sınıf mücadelesi okulundan dersler çıkararak yürümeyi temsil eden dinamikleri baskı altına alarak tasfiyeye yönelir. Devrimci enerji ve birikimler, olanaklar ve gelişme fırsatları hovarda harcanır. Sorunlar birikir; zamanında çözülmeyen, bastırılan, geçiştirilen sorunlar giderek birikir, derin ve kapsamlı yıpranmalar yaratır, üretir, geliştirir; zamanı gelince, bu sorunlar, krizler biçiminde patlak vererek yıkım sürecini ivmeler; krizler yönetilemeyince, kriz yönetmeye başlar, sorunlar daha da derinleşir vb. Bu, şeylerin nesnel doğası gereğidir. Burada söz konusu olan şey, sınıf ilişkilerinin nesnel mantığıdır, sınıf mücadelesinin gelişme yasalarıdır, mücadelenin gereksinmelerin yanıtlanıp yanıtlanmamasının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yalnızca uluslararası deneyimlerden değil, aynı zamanda farklı nitelikte siyasal hareketlerden oluşan Türkiye devrimci hareketinin deneylerinden de bunu görmekteyiz.
Devrim ve sosyalizmin çözüm bekleyen sorunları ve ulaşılmak istenen amaçlarla, bunlara yanıt veremeyen devrimci kendiliğindenci önderlik ve çalışma tarzı arasındaki çelişkinin çözümü, devrimci ve komünist politik kuvvetlerin bilinçli ve örgütlü müdahalesini gerektirir. Bu müdahale, pratikte çözüm gücü olacak tarzda, az ya da çok, ama istikrarlı bir yönelimde somutlaşmalıdır. Bu bağlamda somutlaşmayan ve esasen genel doğruların kâğıt üzerinde kalmasının ötesinde pratikte anlamını bulmayan bir irade” ile sorunlar çözülemez. Doğru perspektifler yaşam bulur ve bulmalıdır.  Belirleyici olan doğru söz değil, eylemdir; doğruların yaşamda karşılığını bulmasıdır; yaşamı, mücadeleyi, gereksinmelerini yakalayıp, yansıtıp, çözüm gücü olan bir perspektif olarak işlevsel rolünü oynamasıdır. Belirleyici olan, bu iradenin, yanıt bekleyen ve çözüm isteyen sorunları derinliğine kavrayıp kavrayamadığıdır ya da bu iradenin sorunların çözümü olacak denli bir donanım ve savaşım yeteneğine dayanıyor olup olmadığıdır. Burada belirleyici olan kâğıt üzerinde yazılmış şeyler, parlak analizler vs. değil, pratikte, sınıf mücadelesi içerisinde yolun açılıp açılmamasıdır. Böylece kavrayışın düzeyi ve derinliği eylemde ortaya çıkar ya da eyleminle kavrayışının, donanımının, yeteneğinin (irade gücünün) ölçüsünü verirsin. Demek ki kavrayış bir yerde eylem başka bir yerde olamaz, “kavrayışımız iyi ama pratiğimiz geri” vs. türünden genellemeler, akademist, sübjektif, aydınca bir yön kaybını ya da zihniyeti, tipik bir küçük burjuva tutuculuğunu yansıtır sadece. Yani, “Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusunda” olduğu gibi, bu sorunu da, sınıf mücadelesinin hareketli gerçeğinde, pratikte karşılığının olup olmamasından ya da karşılığını bulup bulmamasından hareketle anlayabiliriz yalnızca. Bu sorun, “ancak devrimci pratik biçiminde kavranırsa ussal olarak anlaşılabilir.” (Marx) Kavrayışının, donanımının ölçüsünü başka bir yerde değil, eyleminde; pratik çalışmanın sonuçlarında bulacaksın. Kavrayış ya da donanım denen şey, söz değildir, kağıt üzerinde yazılmış şeylerden ibaret değildir, ya da bu, önemli olmakla birlikte, belirleyici olan pratik çalışmanın sonuçlarıdır. Kuşku yok ki, sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesi öncüleri, bulundukları geri kavrayışın ötesine alıp götürebilir, çünkü hayat teori üzerinde değil, pratik üzerinde gider ve pratik daima önde gelir. Bu durumda sınıf mücadelesinin pratiği öncüleri değişime zorlar, bunu anlayan ve yanıtlayan kendini yenileyerek yürür gider, anlayamayan ya da anlamış gibi davranan ise altında kalır ezilir gider.
Engels’in, İngiliz bilinmezciliğini eleştirirken ifade ettiği aşağıdaki analizi üzerinde derinlemesine durmak gereksiz olmasa gerek:
“Ama şunu ekler: duyularımızın, bize, kendileriyle algıladığımız nesnelerin doğru tasarımlarını verdiğini nereden biliyoruz? Ve bize, nesneleri ve onların niteliklerini sözkonusu ederken, gerçekte kendileri üzerine kesin hiçbir şey bilemeyeceği bu nesneleri ve nitelikleri değil, yalnızca onların kendi duyularında yarattığı izlenimleri kastettiğini bildirir. Bu durumda, düşünmenin bu türlüsünü yalnız kanıtlamayla altetmek kuşkusuz güç görünüyor. Ama kanıtlamadan önce eylem vardı, im Anfang war die Tat.[31*] Ve insan eylemi, [sözkonusu –ç.] güçlüğü, insan becerikliliği onu uydurmadan çok önce yenmişti. Çöreğin [varlığının –ç.] kanıtı, yenmesindedir. Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre, kendi yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu ya da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış olması ve çabamızın boşa gitmesi gerekir. Ama amacımıza varmayı başarırsak, o nesne ile onun bizdeki ideasının uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz için kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun nitelikleri üzerine olan algılarımızın, kendi dışımızdaki gerçeklikle uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır. Ve bir başarısızlığa uğradığımız zaman, başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz; kendisine dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzeysel, ya da başka algıların sonuçları ile onların elvermediği bir tarzda birleştirilmiş olduğunu –kusurlu usavurma dediğimiz şey budur– anlarız. Duyularımızı gerektiği gibi eğitmeye ve kullanmaya, ve eylemimizi gerektiği gibi edinilmiş ve kullanılmış algıların belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne kadar dikkat edersek, eylemimizin sonucunun, algılarımız ile algılanan şeylerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı gösterdiğini o kadar iyi anlayacağız. Şimdiye kadar, bilimsel olarak denetlenmiş duyu-algılarımızın, zihnimizde doğaları gereği, dış alem bakımından gerçeklikle çatışmalı idealar yarattığı, ya da dış alemle onun bizdeki duyu-algıları arasında bir iç bağdaşmazlık bulunduğu sonucuna varmamıza yolaçan tek bir örnek yoktur. [sayfa 38]” (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)
           21. asırdayız. Bir büyük mücadeleler, ayaklanmalar, devrimler dalgası geliyor ve gelecek; verileri daha bugünden belli… Kestirmeden söylüyoruz: Devrimci hareketimizin 40 yıllık tarihsel mücadele deneyimi, eski tarzla-gelenekle-kültürle, zihniyetle,  “öncü”lerle, “önder”lerle gelmekte olan bu dalgayı kucaklamanın olanaklı olmadığını açıklıkla kanıtlamaktadır. Zaten bu “çizgi” başarısızlığını defalarca ortaya koymuştur; yani, “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!” Çözümü ve iradeyi buralarda aramak boşa zaman, güç, olanak, kadro, enerji kaybı olacaktır. “Öyle horozlar var ki, erken öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” Ama hayat böyle değildir. “Bir zamanlar insanlar, dünyanın güneş etrafında dönmediğine emirle inandırılmak isteniyordu. İyi ama bununla Galile yalanlanmış mıydı?” (Marx) Kuşkusuz ki hayır!..  “…sempatilerimizle antipatilerimizden ne denli sıyrılabiliyorsak, olayları ve sonuçlarını o derece daha iyi değerlendirebiliriz.” (Engels) Sorunun kaynağı olan, sorunun parçası olan, sorunun ifadesi olan zihniyetlerle, teori ve pratiklerle yol açılamaz. Bu, kesindir! Einstein’ın dediği gibi: “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” “Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez.” Burada öncelikle bir zihniyet değişimine, pratikte anlamını ve karşılığını bulacak bir devrimci değişime gerek olduğu açıktır. Devrimci hareketin gerçek durumundan yola çıktığımızda, kısa vadede böyle bir değişimi gerçekleştirmesini beklemek, bize, pek olası gözükmüyor. Ancak, zorlu ve karmaşık biçimlerde de olsa, devrimci hareketin, orta, özellikle de uzun vadede, kendisini yenilemek zorunda kalacağı açıktır.
Olguları sıralamak, bir tablo çizmek gerekli ama yetmez. Somutun soyutlanması, soyuttan somuta gelinmesi gerekir… “Evrimci bilimsel yöntemin son sözü olan materyalist diyalektik, konunun yalıtık, tek yönlü, çarpıtılmış ve saptırılmış değerlendirmesini yasaklar.” (Lenin) Parçanın bütünle ilişkisi, bütünün resmi, onu yöneten dinamiklerin bilince çıkarılması ile mutlaka birleşmesi gerekir. Sübjektif idealizme ve mekanik materyalizme ya da eklektik tarzda ikisinin söz de sentezine dayanan yöntemlerle, bakış açısı ve analizlerle bu, başarılamaz. Görüntü ile gerçek, görüntü ile öz bire bir çakışmaz, görüntünün tablosu, nesnel yasaların bilince çıkarılmasıyla birlikte, hareket yasalarına dayanan analiz gücü ile geleceğin okunmasıyla birleşmesi gerekir… Peki, ama devrimci hareketimiz, tarihselleşmiş tarzıyla, önderlik zihniyetiyle, öncülük alışkanlıklarıyla buna uygun davranabilmekte midir? Böylece devrim ve sosyalizm kavgasının tarihsel ve güncel devrimci görevlerini yanıtlayabilmekte midir? Devrimci hareketimizin teorik düşünme, felsefi-teorik yeteneği ve niteliği neden bu kadar düşük? Bunları vb. zafiyetleri rastlantılarla, istisnai eksikliklerle vb. izah edebilir miyiz?
Devrimci hareketimizin önderlik-öncülük-tarz gerçeğine biraz daha yakından bakalım.
Teoriyi, teorik çalışmayı ihmal eden, teori ve pratiği birleştiremeyen, somut tarihsel gerçeği yeterince anlayamayan bir şekillenme. Stratejinin yönlendiremediği, anı yaşayarak durumu kurtarmayla sınırlı, tarihsel fırsatları yakalama ve değerlendirme karakterinden mahrum bir yapılanma. Tipik bir pragmatizm. Grup için politika tarzını amaçlaştırmış, aracın amaçlar için gerekli olduğunu bilince çıkaramamış, aracı idealize ederek amaçlaştırmış, böylece küçük grubunu ve gruba önderliğini (mevkiini/iktidarını) koruma ve yetkinleştirmenin güç kaynağı yapmış, dar grupçu, idare-i maslahatçı bir öncülük ve önderlik anlayışı. Açık ki bu tarz iktidarsızdır; tarihsel politik görevleri çözme güç ve yeteneğinden, enerjisinden yoksundur. Devrimci hareketin göreli geliştiği, belli politik başarılar kazandığı birkaç yıllık kesitler daima olagelmiştir. İşte bu kesitlerde sağlanan gelişme ve kazanımlar kolayca idealize edilebilmekte, bir tapınma sürecine dönüştürülebilmekte, bir de bu sağlıksız külte dayanarak tarihsel ve yapısal zaaflarla hesaplaşma ve devrimci yenilenmeyi sağlamanın önüne bir tür fanatizm engeli dikilebilmektedir. Birkaç yıllık süreleri içererek gerçekleşebilen atılımların merkezinde ise, istisnaları ya da bu bağlamda sınırlı kazanımları dışta tutacak olursak, proletarya ve halklar değil, esas olarak parti ve grupların dar kazanımları durmaktadır. Bunlar, devrimci hareketin devrim ve politik iktidar iddiası, program ve stratejilerinde öne sürülen devrimci hedef ve amaçlar bakımından, önemli olmakla birlikte, sadece sınırlı başarı ve kazanımları ifade etmektedir. Buradaki iddia ve irade, devrim ve sosyalizmin temel ve güncel gereksinmelerini karşılamaktan ve yanıtlamaktan uzak bulunmaktadır. Sorunun aşırı abartılarak hamasete dayalı ajitatif sunulması da, tersinden okuyacak olursak, devrimci hareketimizin nitelik zayıflığının, tarihsel ve yapısal zafiyetlerin bir dışa vurumundan ibarettir. “Kaderin elinden kurtulamazsınız, başka bir deyişle, kendi eylemlerinin kaçınılmaz sonuçlarından kurtulamazsınız.” (Engels) Yukarıdaki tablo, direngen bir devrimcilik sergileyen devrimci hareketin kendini ortaya koyuş tarzıdır, eylemlerinin sonuçlarıdır.
Söz ile eylem arasındaki büyük açı farkı, söz ile eylemin birliğinin birbirinden kopması; söz ile eylemin, aktif ve gelişme dönemlerinde, dar pratiğin teorileştirilmesi olarak, göreli bir birlik kurması, gerileme, durağanlık, çürüme, tasfiyecilik dönemlerinde bu bağıntının da kopmaya başlayarak dejenerasyon üretmesi ya da devrimci lafazanlık, bunlar söz konusu şekillenmenin gerçekleridir. Bunlar sınırlı dönemler olsa da, gelişme dönemlerinde ya da şu veya bu ölçekte grupsal başarılar kazanıldığı dönemlerde, kendini kaybetme, zafer sarhoşluğu, dünyaya kuyunun dibinden bakan kurbağa misali gerçeğin, aklın, önderliğin, hayatın tek ölçütü olarak kendini görme ve lanse etme, işte filozof taşı burada, dokunun ve kazanın kibiri çarpıcı bir durumdur. Bu tabloda gruplar, öncülük adına geniş işçi ve emekçilere değil, kendi dolaysız kitlelerine ve az ya da çok etkileyebildikleri kesimlere öncülük yapmaktadırlar. Gruba önderlik edenlerin “önderlik”leri ise kendi grubuna önderlikle sınırlıdır ama böylece, sözünü ettiğimiz külte (kutsama-tapınma, eleştiri ve tartışmanın, denetimin dışında tutma, mevkiini sağlamlaştırma-dokunulmazlık kazanma) dayanarak önderliklerini (kariyerlerini/iktidarlarını) süreklilikleştirmeyi güvence altına almayı hedeflemektedirler. Bu bağıntıdaki önderlikler “otorite”lerini, teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel-pratik bakımdan devrim ve sosyalizm mücadelesinin temel ve güncel sorunlarını çözmekten, büyük tarihsel ve politik mücadelelere önderlik etmekten almıyorlar; aksine, bir biçimde öne çıkan kadrolar, zamanla, “önder” olmaya, kendilerini öyle tanımlanmaya alışıyorlar. Bu süreç “önderler”in kendi “önde”rliklerini dayatmasıyla derinleşiyor ve bu, bir tarza dönüşüyor ya da dönüştürülüyor; bu süreç ve yapılanma, yönetme ve yönetilme ilişkisinin, kadro politikasının, denetim ve görevlendirmelerin vb. buna göre düzenlenip biçimlendirilmesiyle iç içe gelişiyor ve geliştiriliyor. Bürokratik bir elitizm doğup kökleşiyor. Bu kült, yukarıdan aşağı tarzlaşıyor; kadro ve örgütler buna göre şekillendiriliyor ya da şekilleniyor. Bu tarza ve önderlik anlayışına ve pratiğine karşı duran kadrolar ise bin bir biçimde tasfiye ediliyor; tek tipleşme fiili bir dayatmaya ve giderek bir yasa katına çıkarılıyor vs. Kâğıt üzerinde yazılan kolektivizm, kolektif önderlik, iç demokrasi vs. vs. üzerine parlak laf yığınını bir yana bıraktığımızda, değişik düzeylerde de olsa, devrimci hareketin gerçek tablosu budur.
Gelecek vaddetmeyen ve geleceği güvence altına alma nitelik ve yeteneğinden yoksun, anlık ya da kısa erimli başarılarla kendinden geçmenin devrimi, sosyalizmi kazanmanın bir yolu olmadığı haddinden fazla açığa çıkmıştır. Başarı, kazanım ve gelişmeyi sınıf mücadelesinin, devrim ve sosyalizm kavgasının genel çıkarları ölçeği, mücadelenin stratejik ve taktik gereksinmelerinin ne kadar yanıtlanıp yanıtlanmadığı ölçeği yerine, grupsal dünyanın kendi için politika tarzını meşrulaştırmanın ölçeğinde, diğer grup ve partilerin bulundukları konumlarla kıyaslamalarla ölçülmesi; tersinden gerileme vb. dönemlerinde ise, “işte tablo bu, yalnız bizimle ilgili bir durum yok” vs. vb. mealinden ajitatif kıyaslama ve manipülasyon, aynı tarzın tezahürleridir. Durumun teorisini yapmak ve bununla tatmin bulmak veya durumu kurtarmaya yönelmek oportünizmdir. Ama bu tür bir oportünizm de devrimci hareketin güncele de yön veren tarihsel tarzının içsel bir temel karakteristik özelliğidir. 71 devrimci hareketinin, 71 çıkışının, tüm zaaflarına karşın, iradi duruşu, teori ile pratiğin birliğine dayanan çıkışındaki kararlılığını ise şimdilik sadece hatırlatıp geçiyoruz.
Buradaki “başarı” şuradadır: Birkaç yıllık çıkış, ardından diktatörlüğün darbeleriyle bir geriye düşüş, uzun yıllara yayılan yeniden toparlanma çabaları; gerileme, durağanlık, ağır kriz süreçleri, krizin tasfiyeci yıkımları… Bu bir kısır döngüdür.  Bu kadar deneyime karşın, bu deneyimden köklü bir tarzda öğrenilemiyor. Böylece ilkeli, derin ve kapsamlı bir yenilenme başarılamıyor. Güçlü bir tarzda sarsıcı olması gereken deneyimden eleştirel kapsamlı dersler çıkarılmak yerine, ısrarla, bilinen idareimaslahatçı, dar pratikçi tarz korunuyor, hatta daha da kemikleşerek şu veya bu biçimde kendisini korumaya ve üretmeye devam edebiliyor. Bu kemikleşmenin sırtına oturmuş “önder”lerin, “önderlik”lerin hegemonyasını koruması veya yeni önderlikler adına benzer süreçlerin, kendini, kendi özgün koşulları içerisinde üretmeye devam etmesi çarpıcı bir durum olarak karşımıza çıkabiliyor. Kuşkusuz ki bu bakımdan her bir grubun kendisine özgü yanları, tarihin belli kesitlerinde farklı deneyimleri vb. bulunmaktadır. Ama ortaklaşan ve genel bir görünüm olarak ortaya çıkan bir tablodur söz konusu olan. Türkiye devrimci hareketinin tarihinin yalnız kadro değil, aynı zamanda bir önderler, önderlikler çöplüğü olması da rastlantısal değildir yani… Her şeye koşuşturan, hiçbir şeye yetişemeyen, yarım yamalak, yüzeysel, verimsiz, genelde başarısız bir çalışma tarzı ve önderlik, yarım doktorun candan, yarım imamın dinden çıkarması misali kadro, enerji, güç ve imkân tüketmesi, yaptığından çok yıkması, anlaşılırdır. Bu kadar başarısızlığa ve kısır döngüye karşın aynı tarzda ısrar, devrimci hareketimizin tarihsel geleneğinin oldukça istikrarlı, tutucu karakteristiklerindendir. Tasfiye edilen ya da bırakıp gitmeleri için zorlanan ya da bırakan kadroların ardından “o zaten şöyleydi, falanın zaten şu zaafları vardı” vb. vb. gibisinden sözde “açıklama” ve “analiz”ler kartopu gibi büyüyerek yuvarlanmakta, “son duyanın ilk görenden daha çok şey bildiği” garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu son derece kolaycı ve manipülatif  “analiz”ler eleştirdiğimiz önderlik anlayışı ve çalışma tarzının bir sonucudur. Oysa birey ve örgüt bağıntısında çubuk, kolektiflerin zayıflıkları, zaafları, yetersizlikleri yönüne kırılarak eleştiri ve özeleştiri silahı kullanılmalı, neden bu kadar çok sayıda kadro harcanıyor, kaybediliyor diye sorulmalı, gerçek nedenler açığa çıkarılmalı, meselenin derslerine dayanan yeni bir donanım kazanılmalıdır.
Birinci yöntem, ucuz, kolaycı, tutucu, parti ve grupların zaaflarını gizleyen bir yöntemdir, oysa ikincisi, nitelikli donanım geliştirici bir yöntemdir. Birinci yöntem, “diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik açıdan yanlıştır.” Evet, “ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratır” Evet, “bireyin gerçek zihinsel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır.” (Marx) Bunlar üzerinde de düşünmek ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu soruna da sorumluluğunu üstlenmekten kaçan dar kafalılığın, devrimci kendiliğindenciliğin, grup ve önder ve ekip kültünün kafasından ve yüreğinden değil, gerçek ilişkilerin, çalışma tarzının, kadro politikasının gözünden bakmak gerekir. Gerek herhangi bir devrimci parti ve grup, gerekse de herhangi bir devrimci kadro, gelişimini tamamlamış, nihai sonucuna varmış bir yapı ve birey olamaz; sınıf mücadelesi durmaksızın yeni biçimler almakta, yeni sorunlar yaratmakta, yeni zorluklar üretmekte, mücadelenin zamanında önünün açılmasını, böylece kesintisiz bir yenilenmeyi gerektirmektedir. Donanıma, donanımın kesintisiz yenilenmesine, geliştirilmesine, böylece “birey”lerin de geliştirilmesine, eğitilmesine dayanan bir tarza ve kadro politikasına gereksinim olduğu açık ve kesindir. Eğiticilerin de daima eğitilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.
Şu veya bu biçimde yaşamını kaybeden her devrimcinin ardından samimiyetle üzülürüz, devrim sözü veririz; anıları ve erdemleri üzerinde konuşur, tartışır, öğrenmeye çalışırız… Peki, ama yaşarken ya da yaşamakta ve savaşmakta olan insanlara ne kadar değer verebiliyoruz acaba? Kuşkusuz ki burada söz konusu olan devrim ve sosyalizm kaçkınları, bilinçli yıkıcılar, bilinçli döküntüler değildir. Fakat devrim ve sosyalizm kavgasının her türlü zorluğunu göğüslemiş, zorlu sınavlardan geçmiş, hatası, eksiği, zaafıyla, güçlü yanlarıyla birlikte yaşamını ideallerine, davasına, kavgasına adamış, az ya da çok katkılar yapmış devrimcilerin, yitip gitmesinin ya da bitirilmesinin acısına ve deneyimlerine gelince, burada, genelde (hadi yumuşatalım, çoğunlukla) itici, acı verici, garip bir duyarsızlıkla, keyfiyetle biçimlenmiş bir tabloyla, gelenek ve tarzla karşı karşıyayız. Hem yeni bir dünyadan, yeni insan tipinden bahsetmek hem de ucuza ve kolayca kadro ve insan öğütmek, gerçek bir çelişkidir ve kuşkusuz ki bu, devrimci hareketin gerçek bir çelişkisidir. Bin bir zorlukla kazanılan, eğitilen, gelişen ve geliştirilen devrimcilerin çoğaltılması yerine, ondan çok tüketilmesi devrimci hareketin gerçek yaralarından, kan kaybının önemli nedenlerinden birisidir. İlkesel, ahlaki, vicdani, moral değerler açısından bu durumu kabullenmek, kanıksamak, doğal karşılamak devrimcilerin, devrimci parti ve grupların alışkanlığı, harcı vs. olmamalıdır. Evet, bu mücadele sınıf mücadelesidir; gelen olur, giden olur ve olacaktır. En iyi dönemlerde bile bu, olacaktır. Ama üzerinde durduğumuz nokta bu nokta değildir… Burada söz konusu olan şey, dar kafalı bir zihniyettir, dar grup kültüdür, dar pratikçi tarzın insan öğüten karakteridir, dar pratikçi grup ve önderlik kültüdür, bunlarla iç içe geçmiş, kaynaşmış bürokratik elitisizmdir; bunlarla şekillenmiş kadro politikasıdır; “kadrolar en değerli hazinemizdir” lafazanlığıdır, vicdansızca insan öğütülmesidir, devrimci insanların kaderi karşısındaki ilkelliktir, duyarsızlıktır, buna alışılmış olmasıdır…  Evet, devrimci hareketimiz çok sayıda yiğit devrimci, dava insanı da daima yetiştirmiştir; var olan başarısız tarzıyla bile bunu başarmıştır ama bu olgu, eleştirel ele alınması, incelenmesi, derslerinin bilince çıkarılması gereken zaaflı bir gerçeğin üzerinde atlanmasını asla haklı çıkarmaz ve çıkarmamalıdır. Aslında burada karşımıza çıkan şey, öncelikle ideolojik bir yıkımdır, devrimci olmaktan fersah fersah uzak küçük burjuva karakterde insani ve örgütsel kirlenmedir, kendi kendini vurmadır. Sınıf düşmanın sınırsız bir kin ve zevkle yapmak istediği ama başaramadığı ve başaramayacağı şeyi, üstelik en korkuncu da kendi ellerimizle, yani kendi tarihsel ve yapısal zaaflarımızla, buradan da kaynaklanan yeni yeni yıkıcı faktörlerin etkisiyle yapmamızdır.
Mücadelenin hareketli gerçeği temelinde sorunlara çözüm gücü olamayan siyasal hareketler, sözgelimi devrimci hareketimizin önderlik anlayışı ve çalışma tarzı, başarısızlığıyla, verimsizliğiyle, donanımsızlığıyla, kısır döngüsüyle, idareimaslahatçılığıyla, grup ve önderlik kültüyle, bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan yapısıyla vs. vs. kadroları sistematik bir tarzda teorik ve pratik olarak eğitip geliştirememektedir. Kadroların bağımsız devrimci kişiliğe sahip, eleştiri gücü olan, fikirlerinin ve eleştirilerinin arkasında durabilen, bağımlı değil ama bilimsel devrimci bağlılıkta ifadesini bulan kişilikler olarak gelişmesi sağlanamamaktadır. “Birey”lerin (kadroların) iç demokrasi ve kolektivizm temelinde enerjik katılımcılığı güvence altına alınamamakta, daha ziyade biçimsel,  isteneni onaylamakla şekillenmiş bir katılımcılıkla sınırlı, pratikte koşturan ve itaatkâr ve sorunlara bütünsel bakarak sorgulama niteliği kazanamamış bir kadro tipi yaratılmaktadır. Kısaca diyelim, her siyasal mücadele anlayışı, önderlik ve çalışma tarzı kendine uygun bir örgüt ve kadro tipi biçimlendirmektedir, böylece dar pratikçi, idareimaslahatçı, grubun idealize edilmesine dayanan çalışma tarzı da kendi insan tipini yaratmaktadır. Bu da ideolojik, siyasi, örgütsel bakımdan donanımlı ve donanımı sürekli gelişen bir kadro tipini değil, önemli zaaflarla, zayıflıklarla, geriliklerle şekillenmiş bir kadro tipi üretmektedir. Kolektiflerin niteliksel bakımdan zaaflı ve yüzeysel, geliştirici olmayan ortamı, işleyişi ve işlevi giderek kadro tüketen, kazandığından ya da yetiştirdiğinden çok, kolayca harcayan bir makineye dönüşmesine yol açmaktadır vb. Bu konu üzerinde de ilkeli, köklü, eleştirel bir değerlendirme, özeleştirel bir yenilenme, dersleriyle donanma sorunu devrimci hareketin önünde durmaktadır.
Devam edelim.
Tarihsel ve siyasal amaçları bakımından bu kadar başarısız bir tarihe rağmen öncülük, önderlik üzerine bu kadar iddialı, “dağlar kadar” laf edilmiş bir ülkeye, kendisini yenileyememiş bir devrimci harekete, kendilerini fütursuzca öncü, önder ilan etmiş, hayatı “önderlik” mücadelesiyle geçmiş ikinci bir ülkeye sanırız çok zor rastlanır. Bu karakteristik de, burada, grubun idealizasyonunun, küçük burjuva bürokratik kastlaşmanın geliştirilmesinin, küçük iktidarlar kurmanın, küçük ekiplerin “önderlik” adına iktidarlarını korumanın, kendi küçük ama iddiası büyük egoist hırsları perdelemenin ve ona süreklilik kazandırmanın, bu süreklilik kazandırma politikasının önünde engel olarak görülen her türlü fikir, eleştiri, özeleştiri hareketinin ve kadroların tasfiyesinin bir aracı, bir manevrası halinde yozlaşmasının yansıması ve aracıdır. Örneğin şu TİKB’deki son bölünme sürecinin deneyimlerini incelemek bu bakımdan da ilginç ve çarpıcı veriler sunacaktır okuyucuya.
Bol miktarda kadro harcama, yetiştirdiğinden çok harcama, az ya da çok yetiştirilebilen ve yönetici olarak öne çıkan kadroların ise oportünizm ve tasfiyeciliğin, bürokratizm, sektarizm ve kariyerizmin bataklığında çürütülerek harcanması, bu tarzın yansıması ve sonuçlarıdır. Direnişsiz bir yenilgi olan, ağır bir moral bozukluğuyla, ideolojik değerlerin ve örgütsel yapıların tasfiyesiyle ve “önderler”, “önderlik” organları eliyle geliştirilen tasfiyeci oportünizmle, mültecileşmeyle belirlenen son derece ağır 12 Eylül yenilgi sürecinin sorumluluğunu taşıyanların, hem Türkiye’de hem yurtdışında örgütleri tasfiyeciliğin batağına batıran “önderler”in, mücadeleyi terk-i diyar eyleyenlerin dışında kalanların çok önemli bir kesiminin de tasfiyeciliğin, dar grupçuluğun, elitist kültün içerisinde çürüdükleri açıktır. 74-80 devrimci yükselişi döneminde devrimci örgütlere önderlik eden 68 kuşağı, genel olarak, şu veya bu biçimde devrimci hareketten çekilmiştir. 78 kuşağı, 80’lerden sonra giderek öne çıkmıştır. Devrimci örgütlerde öne çıkan kuşak bu kuşaktır. Oynadıkları devrimci role karşın, bu kuşak da, genel olarak, geçmişin tarzından kopuşmayı, aşmayı başaramamıştır. Yeni kuşaklar ise hem yavaş yetişiyor, hem de çok istikrarsız. Bu kuşakların yetişmesini, hızlı ve istikrarlı gelişmesini ise öncelikle gelenekselleşmiş, tarihselleşmiş tarz ve kült frenliyor vb. En nihayetinde “hiçbir şeyin gökten düşmediğini biliyoruz.” Önderlik ve “yönetim sanatı doğuştan değil, deneyimle edinilen bir sanat”tır…
80 yenilgisinden sonra yeniden toparlanma yöneliminden bu yana gelen tarihsel süreçte devrimci hareketimiz, o da kısmi ve geçici süreçlerdeki “kitleselleşme” örnekleri dışında, ama bu dönemleri de dahil, dar kadro hareketleri olmanın ötesine geçmeyi, diktatörlüğün kontrol edilebilir sınırlar içerisinde tutma politika ve saldırısını aşmayı başaramamıştır. Bu tablonun dışına çıkmayı başaran tek örnek, PKK’dir.
Devrimci akılın, cesaretin, deneyimin, yeteneğin, tarihten ders çıkarak yürüme ve sıçrama nitelik ve yeteneğinin tek bir potada birleşmesi şarttır. İkincisi hariç, diğer noktalarda genellikle ya da çoğunlukla başarısızlıkla belirlenen bir tarih var geride. Devrimci cesaret, bedel ödeme kararlılığı, devrimcilikte ısrar devrimci hareketimizin devrimci özellikleridir. Ama yetmiyor ve yetmemiştir devrimin zaferi için, yetmez de zaten… Kuşkusuz ki dünya ve Türkiye geçekliği daima devrimciliği üretmeye devam edecektir. Eskimiş, yeni dönemi yanıtlamaktan uzak bir zihniyet ve eylem hattının aşılarak geride kalması, devrimciliğin değil, vaktini çoktan doldurmuş olan bir önderlik anlayışının, çalışma tarzının aşılması; yerini, devrimci hareketin tarihsel birikimine dayanan, ama eleştirel aşılması temelinde, tarihin derslerine dayanan yenilenmiş bir devrimci hareket gerçeğine bırakması demektir sadece. Kuşku yok ki, böyle bir doğum, yenilenme ve yapılanma yalnızca sistem için değil, aynı zamanda devrimci hareketin tarihsel ve yapısal zaaflarına dayanan zihniyetler, “önder” ve “önderlikler” için de çok daha büyümüş bir gerçek tehdit demektir…
Türkiye devrimci hareketinin, özgürlük ve sosyalizm adına bir kavga yürütmesine karşın demokrasi kültürü ve geleneği de zayıftır. Bu, öncelikle örgütlerin iç yaşantısı için geçerlidir. Kendilerini amaçlaştıran grupsal dünyalar, kendini amaçlaştırıp örgütleri araçlaştıran “önderlikler” gerçeği, eleştire geldiğimiz geleneğin, tarzın sonuçlarıdır.  Dar grupçu rekabet ve hegemonya mücadelesi tipik bir politik sektarizm kaynağıdır veya tersinden, (dağılmakta olan, küçük mülkine sıkı sıkıya sarılan tutucu küçük mülk sahipleri sınıfı gibi bir sosyolojik tabana dayanan) politik sektarizm dar grupçuluğun kaynağıdır. Kendini amaçlaştıran dar grupçu örgüt kültü, iç yaşantılarında önderlik kültü ile kaynaşarak, kolektivizmi, iç demokrasiyi, iç demokrasinin özü olan eleştiri ve tartışma özgürlüğünü son derece kısıtlamakta, daha ziyade de, demokrasi adına zevahiri kurtarma olarak biçimlenmektedir. Böylece bu yapılar, kolektif akla dayanan canlı, üretken, dinamik, geliştirici bir iç yaşantıdan da yoksundurlar. Bunun tarihsel olarak dayandığı temel bir gerçek var: Türkiye örneğin bir Fransa gibi burjuva demokratik devrim deneyiminden geçmedi. Çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryası ve halkları demokrasi okulunda okumadı. Feodal askeri despotik İslami bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu gibi uzun bir tarihsel geçmişten gelmektedir…
Evet, Türkiye halkları bir demokratik devrim deneyinden geçmedi. Sınırlı, esas olarak tepeden bir devrim girişimi olan ve yarım bile olmayan Jön Türk Devrimi’nin, yarım ve sınırlı bir burjuva devrim olan Kemalist Devrim’in ise, proletarya ve halkların demokratik aydınlanması bakımından rolü (o da esasen egemen ulusun halkı için demeliyiz!) çok sınırlı olmuştur. Demokrasi bilinç ve kültüründen ziyade, esasen burjuva milliyetçiliğinin, şovenizmin, siyasal özgürlüğe düşmanlığın, antikomünizmin manivelası haline getirilerek “sol”da ve geniş kitlelerde derin bir ideolojik, politik, ahlaki kirlenmeye, kirliliğin geliştirilmesine hizmet etmiştir. Sınırlı, cılız bir antiemperyalist mücadelenin (1918-23) dışında sömürgeciliğe karşı kapsamlı bir mücadele deneyiminden de geçilmedi bu topraklarda. Üstelik bu mücadele, Kemalist kuruculuğun, tek parti diktatörlüğünün ve Kemalizm’in hegemonyasının, başta Kürt Ulusu olmak üzere ulusal topluluklar üzerinde sömürgeci ulusal zulüm politikasının payandası haline çevrilmiştir. T.C. tarihinde, halklar kapsamlı bir iç savaş deneyiminden de geçmedi. 60’lı, 70’li yıllar mücadele, devrim, politik özgürlük, iç savaş deneyimi bakımından önemli olmakla, derin tarihsel izler bırakmakla birlikte yine de sınırlı bir deneyimdi. Ancak tüm zaaflarına karşın antiemperyalizm ve politik özgürlük bakımından en gelişkin mücadele ve bilinç sıçraması 60’lar, ama özellikle de 74-80 arası döneme tekabül eder. Kemalizm’in, Türk burjuva milliyetçiliğinin, sosyal şovenizmin, biçimsel bir laisizm ve biçimsel bir “irtica” karşıtlığının da sol adına uzun bir tarihi süreç boyunca etkili olması, aynı zamanda yukarıdaki tabloyla bağlıydı, bağlıdır.
T.C. tarihinde Kürt ulusal ayaklanmaları “bölücülük” ve “irtica” adına kanlı soykırımlarla ezildi. Bu durum ilk defa PKK önderliğinde gelişen ulusal demokratik hareketin mücadelesiyle aşıldı. Burjuva demokratik, ulusal demokratik aydınlanma bakımından Kürt ulusal hareketinin PKK önderliğindeki çıkışı önemli bir tarihsel deneyim olarak tarihe kaydını düşmüştür. Ama bu deneyim, Kürt halkının aksine, Türk halkı bakımından demokrasi ve özgürlük bilincinin, kültürünün, geleneğinin gelişmesine değil, sistemin, sermaye ve devletin başlıca sorumlusu olduğu kapsamlı ve derin bir milliyetçi, şoven, militarist, ırkçı kirlenmeye yol açtı. Türkiye devrimci hareketinin zayıf olduğu veya kaldığı koşullarda, devrimci hareketin devrim yangınını Batıya taşıyamama zaafı, dahası egemen durumda olan sosyal şovenizm olgusu koşullarında bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Ama Kürt ulusal demokratik mücadelesinin ve demokratik kazanımlarının Türk halkı nezdinde anlaşılması durumunda, örneğin öncülleri Gezi’de boy verip gelişen halkların kardeşliğini ve dayanışmasını ifade eden ruhtan da görülebileceği gibi, demokrasi ve özgürlük bakımından bilinç sıçramasını derinleştirip geliştirecek önemli bir faktöre dönüşecektir süreç içerisinde.
Yukarıda özetle dikkat çektiğimiz tarihsel gerçeklerin devrimci hareketimizin demokrasi kültürünün yetersiz ve geri olmasıyla doğrudan bağının olduğu açıktır. Buna, uluslararası komünist ve devrimci-demokratik hareketin demokrasi adına örgütsel işlerliklerinin (vb.) genelde zayıf, geri, zaaflı tarihsel gelenek ve kültürünü de eklediğimizde, sanırız tablo daha da netleşmektedir.
Bu topraklarda komünist hareket daima tarihsel olarak zayıf bir politik maddi güç olarak kaldı. Komünist hareketin kitleselliği az ya da çok yakaladığı dönem 74-80 yükselişi süreciydi. (Ki bu tarihsel kesit, Türkiye topraklarında devrimci dalganın en güçlü, en yaygın geliştiği dönemdir.) Türkiye komünist hareketinin doğuşunun dönemeci, 1979’dur. Ki bu doğum, hareketin tarihten devraldığı halkçılığın derin etkisi ile hastalıklıydı; ideolojik ve örgütsel bakımdan arınma, sağlamlaşma sürecini yaşayamadan da kendisini 12 Eylül yenilgisinde, ardı sıra gelen tasfiyeci savruluşta buldu…
Mustafa Suphi’lerin TKP’si gibi geride kalmış bir deneyimin kendini tarihsel süreklilik içerisinde üretememiş ve geleceğe ciddi bir deneyim ve birikim aktaramamış olması bir olgudur. Keza, Şefik Hüsnü’lerin TKP’sinin sosyal reformcu tarihsel pratiği, 50’ler sonrası ise modern revizyonizmin ideolojik ve örgütsel uzantısı olarak oynadığı uğursuz rol vurgulanmalıdır. 60’lı yılların Kemalizm’le, reformizmle, parlamentarizmle ve darbecilikle şekillenmiş burjuva sosyalizmi, 70’li yılların küçük burjuva sosyalizm geleneği ve 70’li yıllarda devrimci hareketin, kendiliğinden devrimci yükselişin kabaran dalgasına dayanan devrimci halkçı atılımı. İşçi sınıfı hareketinin tarih boyunca reformizme, ekonomizme, revizyonizme, “sosyal demokrasi”ye, sarı sendika ağalarına terk edilmiş olması gerçekleriyle birlikte düşünüldüğünde komünist hareketin bu topraklarda neden daima cılız, güçlü bir çekim merkezi haline gelemeyerek zayıf bir politik kuvvet olarak kaldığını da bir ölçüde anlayabiliriz.
12 Mart yenilgisi, 12 Eylül yenilgisi; devrimci çizgiden kopuş ve kaçışla belirlenen tasfiyeci atılımlar (80’ler, 90’lar, 2000’ler); dünden bugüne uzanarak gelen sayısız parçalanmalar ve çok parçalı tarihsel ve yapısal zaaflar; emperyalist küreselleşmenin küresel çapta ve Türkiye’de yarattığı derin ve kapsamlı değişiklikler, bu değişikliklerin okunamaması; Türkiye ve Kürdistan devriminin bölgesel ve uluslararası perspektiflerinin bilince çıkarılamaması; sosyalizmin prestijinin dibe vurması, derslerinin çıkarılmaması vb. vs. yukarıdaki tabloyla birlikte ele alınmalıdır. Bu gerçeklerin Türkiye devrimci hareketinin tablosu üzerindeki etkisi birlikte okunmalıdır. Bu tablo, güçlü, dinamik, kendini yenilemesini bilen, tarihin ve teorinin dersleriyle donanarak savaşımın çekim merkezi, öncüsü ve önderi haline gelebilen bir devrimci hareketi değil, tarihsel zaaflarının tutsağı olmuş, güçsüz ve bir gelecek vaddetmeyen bir harekete işaret etmektedir.
Bu topraklarda komünist hareket hiçbir zaman proletarya ve halklar için bir çekim merkezi haline gelemedi. Bu topraklarda, 74-80 kesiti hariç, devrimci-demokrasi hiçbir zaman halklar için bir çekim merkezi haline gelemedi. Devrimci yükselişin en güçlü olduğu tarihsel kesit olan 74-80 sürecinde bu şansı az-çok yakalamayı başaran devrimci hareketimiz ise, 12 Eylül duvarına çarparak, direnişsiz bir yenilgi örneği vererek, tarihe kaydını düştü. Bu topraklarda, o da Kuzey Kürdistan’da bir ulusal demokratik halk hareketi; gerilla mücadelesinin serhildanlarla birleşmesiyle ulusal devrime sıçrayan bir hareketi yaratmayı başaran PKK oldu. Ama bu hareket, ulusal devrimin sınırlı doğası gereği, halkları birleştirme nitelik ve yeteneğinden yoksundu…
DEVAM EDECEK