18 Eylül 2014 Perşembe

“YARATICI KAOS”, OBAMA PLANI VE IŞİD…



“YARATICI KAOS”, OBAMA PLANI VE IŞİD…
“Yaratıcı kaos” stratejisi ve taktikleri doğrultusunda Amerikan emperyalizmi tarafından Ortadoğu arenasına sürülen IŞİD’in kontrolden çıkması üzerine Amerikan emperyalizmi yeni bir girişim başlattı. Ortaya çıkan yeni politik dengeler üzerinden IŞİD’in tasfiye ve “tasfiye” edilmesi operasyonuyla, at izinin it izine, it izinin at izine karıştığı mayınlı bir tarla olan Ortadoğu’da gelişmeler yeni bir aşamaya yükseldi denebilir. Ortadoğu cangılında her aktör ortaya çıkan yeni dengeler ve olası gelişmeler üzerinden kendi özgül çıkar ve hesaplarıyla birlikte yeni saflaşmada yerini almakta ya da yerini belirlemektedir. Amerikan emperyalizmi önderliğinde saflaşan, toplaşan cephe, tüm iç çelişki ve çatışmalarına ve yöntem farklılıklarına karşın, petrol ve dolar bataklığında faturasını halkların ödediği ve halklara ödetildiği yeni manevralarla kendine çeki düzen vermeye yönelmiş durumda. Bu kanlı bataklıkta halklar adına parıldayan tek şey ise, Rojava Devrimi ve başta yurtsever Kürt hareketi olmak üzere direnen, savaşan siyasi ve askeri kuvvetlerin başkaldırısıdır.
 OBAMA PLANI, “ÇEKİRDEK KOALİSYON” VE IŞİD
Obama, tamda 11 Eylül 2001 tarihinde El Kaide tarafından İkiz Kuleler’e ve Pentagon’a düzenlenen “terör” saldırısının yıl dönümünde, IŞİD’e karşı mücadele stratejisini (“Obama Planı”) açıkladı… Açıklanan plan üzerine iç ve uluslararası burjuva medyada psikolojik operasyonların eşliğinde sayısız yorum yer almaya başladı. ABD, başlıca sorumlusu olduğu, uluslararası bağlaşıklarıyla ve bölgesel işbirlikçileriyle birlikte örgütlediği, besleyip büyüttüğü, silahlandırıp ortaya sürdüğü IŞİD’i (yeni adıyla İD), kontrol dışına çıktığı, ABD ve Batı çıkarlarını tehdit ettiği gerekçeleriyle hedef tahtasına oturtmaya başladı. Bugün ABD tarafından “küresel terörist tehdit” olarak lanse edilen IŞİD, Amerikan emperyalizminin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarıyla ve hedefleriyle bağlı olarak Ortadoğu arenasına sürülen bir güçtü. Bu bağlamda özellikle de Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün tarafından da özel olarak desteklendi. İpleri Amerikan emperyalizminin elinde olan ve ana çekirdeğini paralı askerlerin oluşturduğu bu dinci katiller, tecavüzcüler, yağmacılar çetesi, daha dün “özgürlük savaşçıları” olarak lanse edilirken, bugün “tehlikeli teröristler” olarak hedef tahtasına çekilir oldular. Taliban ve El Kaide örneklerinde de böyle olmuştu… Böylece Amerikan emperyalizmi sınırsız bir iki yüzlülükle suret-i haktan gözükerek IŞİD tehdidini önleyecek büyük kurtarıcı gibi ortaya çıkmaya başladı. Aslında Amerikan emperyalizmi “Obama Planı”yla düşük maliyete mal ederek bölgede hegemonyasını yeniden yapılandırmayı hedefliyor. Altını çizmekte yarar var: “Obama Planı”, ABD’nin “önleyici savaş”, “terörizmle mücadele”, “yaratıcı kaos”, “özgürleştirme”, “medeniyetler çatışması” neofaşist stratejisin somut bir ifadesidir.
“Hedefimiz çok açık: Kapsayıcı ve sürdürülebilir bir terörle mücadele stratejisiyle IŞİD’in gücünü azaltacağız ve tamamen yok edeceğiz...” diyen, “IŞİD gibi bir kanseri yok etmenin zaman alacağını” açıklayan Obama, uzun süreli bir savaşa işaret ediyor. El Kaide, IŞİD türü radikal oluşumları Rusya, Çin, Hindistan gibi rakip ve olası rakip ülkelerde yeşertmek, ihraç etmek, kullanmak da ABD stratejisinin “Avrasya politikası” içerisinde birer araç olarak yer almaktadır. Mesela, eylül ayı başlarında El Kaide lideri Eymen Zevahiri, Hindistan El Kaidesi’nin kurulduğunu, bu kuruluşun, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Mynmar’daki mücahitlerin tek çatı altında toparlanmasıyla oluşturulduğunu, “suni sınırları” kaldıracaklarını açıklamıştı. Hatırlanırsa, IŞİD de Ortadoğu’daki sınırları kaldıracaklarını ve kaldırdıklarını ilan etmişti…  
Ortadoğu’da devrimci önderlik sorunu çözülemediği sürece ABD vb. devletler IŞİD türü organizasyonları bahane ederek bölgeye daima müdahale etmeye devam edecektirler. Zaten Amerikan emperyalizmi ve bağlaşıkları için sorun halkların güvenliği değil, kendi emperyalist ve gerici çıkarlarıdır…  Obama’nın, “Hem Suriye hem de Irak’ta bu teröristlere karşı harekete geçmekte tereddüt etmeyeceğim… Benim başkanlığımın ana ilkesi şu: Eğer Amerika’yı tehdit ediyorsanız, sığınacak bir güvenli yer bulamayacaksınız”, “Eğer kontrol altına alınmazlarsa ABD’ye tehdit oluşturabilir. Sistematik hava saldırıları düzenleyip Irak hükümeti ve oradaki ortaklarımızla birlikte çalışacağız. Irak’taki askerleri eğiteceğiz. Bu teröristleri nerede olursa olsun avlamaya devam edeceğiz. IŞİD’i Ortadoğu’dan def edeceğiz”  açıklamasından da bu olguyu çarpıcı bir şekilde görmekteyiz. Gerilemekte olmasına karşın ABD, hala dünyanın bir numaralı süper devleti konumundadır. “ABD çıkarları” demek, gezegenimizin dört bir yanı demektir. Dünyamızın yer altı ve yerüstü zenginliklerine hükmetmek, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinde patronluğunu sürdürmek için kıran kırana savaş vb. demektir… Dolayısıyla ABD politikası, IŞİD’i, IŞİD’leri yok etmek değil, hedef ve amaçları doğrultusunda kullanmak, kontrolden çıktıkları zaman da sınırlarına çekilmesi ve denetim altına alınması için harekete geçilmesinden ibarettir.  
 “Bu sadece bizim savaşımız değil. Amerikan gücü kesin bir farklılık yaratabilir ama Iraklıların kendisi için yapması gereken bir şeyi biz onlar için yapamayız veya bölgelerinin güvenli kılınmasında Arap ortakların yerini de alamayız”, “Hem Suriye hem de Irak’ta bu teröristlere karşı harekete geçmekte tereddüt etmeyeceğim” diyen Obama, gerçekte küresel terörün lideridir. IŞİD gibi kanlı çetelerin ipleri de ABD’nin elindedir. Bugün IŞİD’e karşı kükreyen ve harekete geçen ABD, IŞİD tehdidini kullanarak, IŞİD’e ve bölgeye yeni bir ayar çekmeye çalışmaktadır. IŞİD’in arkasında Esat rejiminin olduğu sahte propagandasıyla da Suriye devletinin hedef tahtasında olmaya devam edeceği açıkça görülüyor.
“Obama Planı” şu unsurlardan oluşmaktadır:
“1) Irak hükümeti ile birlikte sistemli bir şekilde teröristlere karşı hava saldırısı düzenleyeceğiz…
2) Karada teröristlere karşı savaşan askere desteğimizi artıracağız… Irak ve Kürt askerlerinin hem eğitim hem de istihbarat konularında desteğe ihtiyaçları var. Biz de bunlara destek vereceğiz. 500 kadar askeri danışmanı daha Irak’a göndereceğiz. Daha önce de söylediğim gibi, bu Amerikan askerlerinin çatışmalara katılma görevi olmayacak… Ayrıca Sünni toplumunun kendilerini IŞİD’ten korumaları için destekte bulunacağız. Suriyeli muhaliflere malzeme ve eğitim desteklerini artırmak Kongre’ye çağrıda bulunuyorum.
3) IŞİD’i kapsamlı ve sürdürülebilir terörle mücadele stratejisi ile azaltıp imha edeceğiz. Ortaklarımızla birlikte çalışarak ishtibaratımızı ve savunmamızı artıracağız. İki hafta sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yapılacak toplantıda uluslararası toplumun bu konuda seferber olmasını isteyeceğim.
4) Bu terör örgütü tarafından yerinden edilmiş masum sivillere insani yardım sağlamaya devam edeceğiz… Müslümanların yanı sıra, Hıristiyanlar ve diğer dini azınlıklara destek vermeye devam edeceğiz. Bu toplulukların kendi yurtlarından sürgün edilmesine izin vermeyeceğiz.”
Görüldüğü gibi, ABD bir kara harekâtı içerisinde yer almayacak. (Ama yarın ne olacağı da belli olmaz. ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey’in “Gerekirse Obama’ya kara harekâtı önerebilirim” demesinden de bu, görülebilir.) Anlaşılan, ABD, şimdilik, hava harekâtıyla, askeri ve istihbarat desteğiyle, IŞİD’in bölgesel ve uluslararası bazı desteklerini “kesme”yle, mali imkânlarını kısıtlamakla vs. yetinerek, kara gücü olarak Irak ordusuna, Şii milislere, Kürt peşmergelerine, “ÖSO”ya dayanacak. YPG ve HPG’den de yararlanmaya çalışacaktır. Irak merkezi iktidarına göreli ortak etme yoluyla Arap Sünni aşiretleri tarafsızlaştırmaya, kazanmaya vb. çalışacak. Suriye rejimi ile ittifak kurmadan IŞİD’le “mücadele edecek” vs.
Açık ki Obama açıkladığı strateji ile IŞİD tehlikesini kullanarak bölgeye müdahalesini meşrulaştırmaya, alanını genişletmeye, işbirlikçi rejimlere balans ayarı çekmeye, müttefiki Batılı devletleri kendi liderliği altında daha güçlü birleştirmeye çalışmaktadır. Ancak vurgulamakta yarar vardır: Bugün IŞİD’e karşı mücadele IŞİD türü yeni oluşumları da üretmeye devam edecektir. Hem bölgenin tarihsel arka planı, hem ekonomik, toplumsal ve siyasal gerçekleri ve hem de Amerikan emperyalizminin izlediği politikaların gerekleri benzer oluşumları amipvari üretmeye de devam edecektir. Söz gelimi Esat’a karşı mücadele ettiği söylenen “ılımlı” kesimlerin yarın IŞİD vari bir şeye dönüşmeyeceğinin bir garantisi yok, dahası, esasen IŞİD’e dönüşecek karakteristikler ve potansiyel taşımaktadır ezici bir kesimi. Vurgulamakta yarar var: ABD ve batılı müttefikleri IŞİD’i kontrol edilebilir sınırlara çekmeye çalışarak Esat rejimini yıkmaya yöneltmek istiyorlar, yoksa kökünü kazımaya değil. Keza gerek bu politikanın gerekse de IŞİD, “ılımlı İslami” vb. çetelerin karakterleri ve çıkarları gereği Rojava Devrimi’ni tasfiye etmeye hep birlikte yöneleceklerdir. Kaldı ki hali hazırda IŞİD’in Rojava’ya karşı kirli ve kanlı saldırıları sürmektedir… ABD’nin IŞİD’in kökünü kazıyacağını, böylece Rojava Devrimi’nin ABD’nin katkılarıyla ayakta kalacağını düşünenlerin büyük bir yanılgı, faturası ağır bir yanılgı içerisinde bulundukları kesindir. Sözde IŞİD’in kökünün kazınacağının ilan edildiği koşullarda IŞİD’in Rojava’ya karşı kapsamlı askeri saldırılar başlatmasından da bu gerçek görülebilir. Suriye içerisinde “Uçuşa yasak bölge”, “Tampon bölge” kurma hedef ve hazırlıklarından da bu görülebilir. Liberal beklentiler, analizler, çağrılar vs. sadece düşmana yarar, o kadar…
Amerikan emperyalizminin yeniden yapılandırma planı, (“Avrasya stratejisi” ile iç içe geçmiş olan) “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (GOP) ile bağlıdır. Bir diğer ifadeyle, ABD’nin “plan”ı, salt IŞİD’i kontrol altına almakla, denetlenebilir hale getirmekle sınırlı bir plan değildir. Bölgenin başta Amerikan tekelleri olmak üzere bütün boyutlarıyla uluslararası tekellere açılması; rakip devlet ve kuvvetlerin etkisizleştirilerek tasfiye edilmesi ya da denetim altına alınması; bölge halklarının mücadelesinin önlenmesi, yolundan saptırılması, ezilmesi; İsrail devletinin güvenliğinin sağlanması GOP’un içeriğini ve hedeflerini belirlemektedir.  İç çelişki ve çatışmalarına karşın ABD’nin Batılı emperyalist bağlaşıklarıyla,  İsrail siyonizmiyle, işbirlikçi Arap rejimleriyle birlikte “Obama Planı”yla atacağı adımlar, bu çerçevede üzerinde yükselmektedir ve yükselecektir. ABD’nin “uluslar arası koalisyona önderlik” misyonu da burada somutlaşmaktadır. Türkiye’nin altına imza atmadığı ama 10 ülke (Irak, Ürdün, Mısır, Lübnan, Kuveyt, Suudi Arabistan, Umman, Katar, Bahreyn, BAE) tarafından imzalanan açıklama da, her bir ülkenin kendi çıkar ve hesapları olmakla birlikte, ABD stratejisinin gerekleriyle biçimlenmiştir. ABD’nin zorunlu kaldığı için İran’la göreli yakınlaşması, Mısır’ın aktifleşmesi bu gelişmelerle bağlı. Bölgesel liderlik rolü artan İran’ın yanı sıra, özellikle de Arap İslam dünyasında Mısır’ın tarihsel ve jeopolitik önemi daima işbirlikçi Türk burjuva devletinden daha güçlü olmuştur. Önümüzdeki süreçte Mısır’ın ve İran’ın siyasi rolünün artacağı görülüyor. “Cihan devleti” olma yolunda yürüdüğünü söyleyen işbirlikçi devlet ve AKP Hükümeti ise, geride kalan süreçte ağır bir darbe aldı, “bölgesel liderlik” ve “model ülke” olma misyonundan geriye düşmeye başladı. ABD’nin, “Ilımlı İslam”a dayalı olarak Büyük Ortadoğu’yu inşa planı başarısızlığa uğrayarak çöktü. Bu model,  İhvan çizgisine, “Türkiye modeli”ne, böylece Sünni İslamcı çizgiye oturmuş bir bölge öngörüyordu. ABD bu gerçeği de hesaba katarak GOP’u yenileyerek devam ettirmektedir.
ABD, gelinen aşamada, “Obama Planı”yla bölgede yeni bir inisiyatif alıyor. Kendi stratejisiyle, çıkarlarıyla bağdaşmayan yönelimler içerisinde olan işbirlikçi devletlere yeni bir yön veriyor. Hep birlikte görüyoruz: ABD, dinsel ve mezhepsel savaş yürüten taşeron IŞİD aracılığıyla Irak ve Kürt Federe Devleti’ne “balans ayarı” çekti. Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler de aynı tezgâhtan geçirildi. Ayar, IŞİD’in arka bahçesi, cephe gerisi, baş destekçilerinden birisi olan TC’ye ve AKP Hükümeti’ne de çekildi. Türkiye’ye çekilen “balans ayarı” hala sürmektedir. Bu ayar, Türk burjuva devletinin ve hükümetinin uluslararası ölçekte teşhiri ile birlikte gerçekleşiyor. Kerry’in Türkiye’yi ziyaret ettiği gün ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Ricciardone’nin Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin terörist IŞİD’in, El Nusra’nın arkasında olduğu açıklamaları da söz konusu operasyonun bir yansımasıydı. Kerry’in Türkiye ziyareti dönüşü, IŞİD’in kaçak petrolünün Türkiye (ve Lübnan) üzerinden piyasalara aktığı açıklamasında da vb. bunu görebiliriz.
 Eklemek gereksiz olmayacak: Cidde Bildirisi’ni imzalayan ülkelerin her birinin de kendi hesapları, çelişkileri var. IŞİD’e karşı Amerikan müdahalesinin zaten bölgede güçlü olan anti-Amerikancı, anti-Batıcı, anti-Siyonist tepkileri büyüteceğini, bunun kendi rejimleri bakımından ciddi ek tehlikeler yaratacağını da görmektedirler. Ne de olsa Arap İslam dünyasının Haçlı Seferleri bağıntısında bellekleri hala canlı. Haçlı Seferleri’lerinin modern ve postmodern Haçlı Seferleri ile devam ettiğini de bilecek kadar deneyimli… Aslında “IŞİD tehdidine karşı” oluşturulan koalisyon, IŞİD gerekçesiyle ileri sürülen “Obama Planı”nın Suriye’deki rejimin yıkılması, İran’ın ve “Şii hilali”nin etkisizleştirilerek parçalanması, Rojava Devrimi’nin boğulması operasyonuna dönüştürülmesini istemektedirler. Türkiye de içinde olmak üzere bölge ülkelerinin istek ve yönelimi budur. Böyle olmakla birlikte koalisyon kurmuş olan müttefiklerin birbirlerine karşı zerre kadar güvenleri yok, dahası, birbirlerinin kuyusunu kazmada da epeyce maharetlidirler.
Öte yandan IŞİD barbarlığı Batı dünyasında neofaşist “İslamafobi” geliştirme, “Medeniyetler çatışması” operasyonu bakımından son derece işlevli bir silah olarak kullanılmaktadır.
Amerikan emperyalizminin ve önderliğindeki emperyalist-kapitalist kampın rakibi durumunda olan Rusya-Çin-İran-Suriye ittifakının dışta tutulduğu bir “strateji” ve planın başarı şansı ya da başarısı tartışılabilir. Ama zaten söz konusu strateji ve plan, aynı zamanda bu cepheyi/kuvvetleri geriletme, etkisizleştirme operasyonunu da ifade ediyor. Obama’nın açıkladığı plan ve stratejinin Somali’de, Afganistan’da, Yemen’de “başarıyla” uygulandığı vurgusu ise, gerçeklerle bağdaşmamaktadır. ABD, söz konusu üç ülkede de esasen başarısız olmuştur. İşte El Kaide ve Taliban örneği… Kesin olan şey şudur: İki kamp arasındaki hegemonya ve rekabet mücadelesi önümüzdeki dönemde de bölgede keskinleşerek sürecektir. “Irak’ta siyasal istikrar” için ABD ve İran yakınlaşması ve inisiyatifi tarafların ortak çıkarlarla ilgiliydi. ABD koalisyonun Suriye’de de aynı duruşu göstereceğini şimdilik beklememek lazım. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in alaycı açıklamaları, ABD stratejisini ve kurulan koalisyonu “absürt ve içi boş” olarak nitelendirmesi, “koalisyonun IŞİD’le mücadeleden daha farklı hedefler peşinde olduğu” görüşünü dile getirmesinden de bunu görebiliriz. Yeni Şafak yazarı Nedret Ersanel, “Zaten IŞİD'e yönelik cephenin/planın bir amacı da İran'ın boyunu kısaltmaktır, önce yazdık” derken bu gerçeği dile getirmiş oluyor. Suriye’nin Dışişleri Bakan yardımcısı Faysal Mekdad’in “Daha önce teörizme destek vermiş olan Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar gibi ülkelerle işbirliği yaparak terörizme karşı mücadele edemezsiniz” açıklaması bir gerçeği dile getirmektedir. Suriye’nin yanı sıra Rusya’nın bir anlaşma yapılmadan ABD tarafından “Suriye’deki IŞİD hedefleri”ni vurmasının kabul edilmeyeceğinin açık ve kesin bir dille vurgulanmasının tesadüfî olmadığı gibi…
Radikal İslami çevreleri hegemonya mücadelesinde enerjik bir silah olarak kullanmak ABD politikasıdır. IŞİD türü yapılar “Yaratıcı kaos” politikasının gereksinmeleri doğrultusunda kullanılmaktadır. IŞİD vb. yapılar, Suriye’deki rejimi yıkma, İran’ın, Rusya’nın bölgedeki etkisini geriletme, etkisizleştirme, İran’ı kuşatma, parçalama, teslim alma, Lübnan Hizbullah’ını tasfiye etme vb. gibi hedef ve amaçlarla kullanılan çetelerdir. Hatırlatmak bile gereksizdir ki, Ortadoğu gibi hassas, güç dengelerinin kaygan olduğu bir bölgede, örneğin “ABD ve müttefikleri bugün için Şam yönetiminin dışlandığını söylüyor ama yarın?.. Washington'un oyun planına uygun görünmese de, IŞİD'e karşı Esad'ın oyuna alınması ihtimali Ankara'da maddelendirildi!” (Nedret Ersanel); eh ne de olsa ABD kadir-i mutlak bir güç değildir…
 OBAMA PLANI, TÜRKİYE VE IŞİD
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Barack Obama’nın IŞİD planını açıklamasından sonra, bölgedeki işbirlikçi müttefikleriyle Cidde’de bir araya geldi. Arkasında aynı zamanda NATO’nun Cardiff Zirvesi’nde alınan “Çekirdek Koalisyon” kurma kararı duran toplantıya Türkiye de katıldı. Ancak diğer on Arap ülkesinin aksine Türkiye toplantı sonrası açıklanan bildiriyi imzalamadı. Türkiye’nin özellikle IŞİD’in elinde “rehin” tutulan konsolosluk görevlisi 49 T.C. vatandaşının “can güvenliği”ni gerekçe göstererek bildiriyi imzalamaması sahtekârlıktan ibarettir. Gerçekte “Rehine olayı” Türkiye’nin IŞİD’le karşılıklı anlaşmasının ya da danışıklı dövüşün bir sonucudur. “Ilımlı” dinci faşist diktatörlük ve dinci faşist iktidar partisi böylece masumu, mazlumu, mağduru oynamakta, Ortadoğu’da, Suriye’de dökülen kanın baş sorumlularından birisi olduğunu unutturmaya, rehineler meselesini manevra ve pazarlık gücü olarak kullanmaya çalışmaktadır. Ama bu tutum,”bir koyup üç alma” (Özal’ı hatırlayalım) peşinde koşan diktatörlüğün ve başı Erdoğan-Davutoğlu AKP’sinin IŞİD’in arkasında duran en militan güç olduğunu da doğrulamakta ve böylece daha etkin teşhir olmasına da yol açmaktadır. Bununla birlikte Türkiye’nin söz konusu koalisyonun içerisinde yer aldığı vurgulanmalıdır. Evet, Türkiye kayıtlarıyla birlikte söz konusu koalisyonun içinde fiilen bulunmaktadır. Koalisyonun bölgesel sacayaklarının ve kapsamının Sünni devletlerle sınırlı olduğunu ise hatırlatmaya gerek yok sanırız.
Gelinen aşamada ortaya çıkan güçler dengesi ve yönelimler içerisinde Türkiye’nin kaçabileceği bir delik kalmamış, manevra alanı da oldukça daralmıştır denebilir. Amerikancı diktatörlük, dinci faşist hükümet ve elebaşıları IŞİD’e karşı, gönülsüz de olsa, bazı tedbirler almak zorunda kalacaklardır. Kuşkusuz ki bunu yaparken kendi kirli hesapları temelinde yeni manevralardan da geri durmayacaklardır. Yeni dönemin koşullarını Rojava Devrimi’nin boğulması, Esat rejiminin yıkılması doğrultusunda kullanacaklardır; Obama operasyonunu kendi hedefleri için destek gücüne çevirmeye çalışacaktırlar. Ancak, bölgesel liderlik iddiası ve model ülke politikası ağır darbe alan, bölgesel ve uluslararası alanda ciddi bir şekilde teşhir olan, ABD ve Suudi Arabistan, Mısır, Irak, Suriye, Katar vb. ülkelerle ilişkileri darbeler yiyen, bölgesel bir aktör olarak İran’ın başarılı hamleleri karşısında geriye düşen, “değerli yalnızlık” politikasına batan T.C.’nin ve elebaşlarının şimdilik “pro-aktif politika”dan  “temkinli ilerleme” politikasına geçişi de kaçınılmazdır.
Açık ki Amerikancı devlet ve hükümet, “stratejik derinlik” politikasının altında kaldı. Komşu halklar ve bölge ülkeleri Türk egemen sınıflarının ve AKP’nin yayılmacı, hegemonyacı, maceracı politikasına karşı daha büyük bir öfke duymakta ve daha temkinli yaklaşmaktadırlar ve yaklaşacaklardır da. Küresel çapta IŞİD ve T.C.’nin adının yan yana anılıyor olması hem bir gerçeği dile getirmekte, hem de IŞİD’e karşı geniş bir koalisyonun oluşmaya başladığı günümüz koşullarında “dilsiz şeytan”ı oynayan Türk devleti ve hükümeti üzerinde artan ve artmaya devam edecek olan baskıya işaret etmektedir. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da oluk oluk akan kanın başlıca sorumlularından olan Davutoğlu şimdi başbakan. Net bir biçimde ortaya çıkmış olduğu gibi AKP ve hükümeti Kirli İşler Bakanlığı olarak çalışmaktadır ve IŞİD’in arkasındaki en önemli devlet hala Türk devleti olmaya devam etmektedir. Yandaş medya da bu gerçekleri demagoji ve manipülasyonla örtüleme işlevini yerine getirmektedir.
AKP ve devlet, “Obama Planı” karşısında temkinli, mesafeli dururken öte yandan da ortaya çıkan yeni durumu en az zararla atlatmaya çalışmakta, süreçten nasıl kazançlı çıkarım hesabını yapmaktadır. ABD, Türkiye’nin ABD çıkarlarıyla bağdaşmayan yönelimlerine ayar çekmektedir. AKP ve diktatörlük bunun da farkında. ABD’nin, bölgede “cihan devleti” politikaları izleyen, Suriye’deki rejimi yıkmak için kraldan çok kralcı davranan, ABD’yi rahatsız eden ataklarda bulunan işbirlikçilerine, “höd otur yerine, haddini bil, cihan devleti sen değilsin benim!” demesi anlaşılırdır. Türk egemen sınıfları, “Obama Planı”nın aynı zamanda Esat rejiminin ayakta kalmasına, Kürtlerin daha güçlü mevziler kazanmasına, Şii hattının güçlenmesine, Türkiye’nin iç istikrarsızlığının büyümesine hizmet edebileceği korkusuyla davranmaktadırlar. Eh, onlar bu korkularında da haksız sayılmazlar.   
IŞİD’in sadece hava harekâtlarıyla yenilmesi olanaklı değildir. Bunun için etkin bir kara harekâtı da gerekiyor, gerekli. Bugün hala IŞİD’e aktif desteğini sürdürmede direnen Amerikancı AKP ve diktatörlük, yarın gelişmeler karşısında manevra yaparak kaçınılmaz hale gelebilecek bir kara harekâtında yer alabilir. Olası bir kara harekâtında yer alma faşist diktatörlüğe ve hükümetine bölgede etkin olma vb. gibi olanaklar sunabilecektir. “Türkmen kardeşlerimiz” söylemini de bu amaçla kullanmaktadırlar. Türk burjuva devleti ve hükümeti hem iç hem de dış politikada mezhepçi politika izlemektedir. Hükümetin demagojik ve manipülatif amaçlı kullandığı “Türkmen kardeşlerimiz”  söylemine karşın, izlediği mezhepçi politikasıyla bağlı olarak, gerçekte, Türkmenler içerisinde ağırlıklı kesimi oluşturan Şii Türkmenlere karşı düşmanca bir politika izlemektedir. Türkmen kartı, el altında tutulan ve gerektiğinde kullanılan bir kart olmanın ötesinde Türkmenlerin T.C. nezdinde bir değeri de bulunmamaktadır. Kaldı ki IŞİD terörü ve katliamları karşısında Türkmenleri koruyan tek güç de Rojava, YPG oldu ve olmaya da devam etmektedir.
Bugün Irak ve Suriye’de fiilen üçer devlet oluşmuş durumda. Ortaya çıkmış yıkım ve savaş koşulları, güç dengeleri ve dinamikler, bir daha eski statükoya geriye dönüşe olanak vermeyecektir. Bu devletler, ister “bağımsız” devletler olarak isterse Irak ve Suriye devletleri çatısı altında federatif devletler biçiminde olsun, bir biçimde var olacaklardır; artık geçmişe dönülemez. Türkiye bu noktada Esat rejiminin yıkılmasında, Rojava Devrimi’nin boğulmasında ısrar etmeye devam edecektir. Ayrıca Türkiye, “Obama Planı”ın, IŞİD’in kontrol altına alınması sürecinin Ortadoğu’da Şii hattının güçlenmesine, İran’ın etki gücünün büyümesine dolaylı olarak hizmet etmesi olasılığına karşı her an tetikte olmaya devam edecektir. İşbirlikçi Türk sermayesi, sermaye devleti ve hükümeti ağır darbe alan bölgesel liderlik rolünü yeni manevralarla, yeni girişim ve ataklarla restore etmeye çalışacaktır. PKK’nin Ortadoğu’da büyüyen güç ve etkinliği; Rojava Devrimi, HPG ve YPG’nin Irak ve Suriye’de IŞİD karşısındaki başarıları, buna karşılık Barzani peşmergelerinin askeri zayıflığının utanç verici bir şekilde açığa çıkması diktatörlük ve hükümetini oldukça rahatsız etmektedir. Bu durumun “Çözüm süreci”nde PKK’nin ve Kürt halkının elini güçlendirdiğini görmekte olan diktatörlüğün pek çok taktiği devreye sokacağı açıktır.
T.C., emperyalizmin köprüsü, ileri karakolu, jandarması, sıçrama tahtası, Truva Atı’dır. Onun bu konumunda bir değişiklik yok. Küresel hegemonya ve rekabet mücadelesinde ABD ittifakında yer almaya, ABD’nin ve NATO’nun savaş arabasına bağlı kalmaya devam etmektedir. Keza bölgesel gericiliğin önde gelen güçlerinden olduğu gibi, İsrail siyonizminin stratejik dostu konumunda. Bu durum ve konum, ona, bölgesel ve uluslararası alanda önemli güçlerin desteğini sağlamaktadır ve Türk egemen sınıfları bu durumun farkında. Bu pozisyonlarını etkin bir şekilde kullanmaya devam edecekleri de açıktır. ABD ve T.C. arasındaki çelişki ve gerilimleri aşırı abartarak, manipüle ederek Kürt Sorunu’nda ve “çözüm süreci”nde subjektif ve tasfiyeci beklentiler, hayaller yaymak son derece tehlikeli bir durumdur.
Keza Türk sermayesinin bölgesel yayılmacı stratejisinin onun sermaye birikimi düzeyiyle bağlı olduğu da bir an olsun unutulmamalıdır. T.C.nin ABD ile ilişkilerinin öyle basit bir efendi uşak ilişkisi olmadığı görülmelidir. T.C., ekonomik, siyasi, askeri gücü ile bölgenin önde gelen ülkelerinden biri durumunda. Örneğin, İsveç merkezli savunma araştırmaları kuruluşu SIPRI’nin verilerine göre, Türkiye, 2013’te, askerî harcamalarını en çok artıran 10 ülkeden biri.
Yukarıda işaret ettiğimiz iki nokta ve gerek Müslüman gerekse de Türk kimliği Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Orta Asya ve Kafkaslar’da ona önemli bir konum ve manevra alanı sağlamaktadır. Bu durum, diktatörlüğün ve hükümetin, şimdilik “Obama Planı” çerçevesinde ABD’nin istek ve beklentilerine karşı mesafeli durma, pazarlık yapma vs. peşinde koşma olanağı sunmaktadır ama en nihayetinde bunun da bir sınırı vardır…
AKP, Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşamı hızla dinselleştirme operasyonuna devam etmektedir. “Yeni Türkiye”, “Yeni nesil” vurgusu, “Dindar ve kindar” ve fetihçi gençlik yetiştirme operasyonunun ve mezhepçi politikasının eşliğinde iç içe gidiyor. Bunun sonuçlarından birisi de Türkiye’den giden, gönderilen binlerce (sayılarının 8-10 bin arası olduğu ve 100’e yakının öldüğü) “radikal İslam”cı gencin IŞİD saflarına katılmasında ortaya çıkmaktadır. IŞİD isimli barbarlar çetesine en büyük katılımın olduğu yerlerin başında Konya’nın gelmesi de tesadüfi değil, ki Konya, aynı zamanda bugün başbakanlık görevini üstlenmiş ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bir cihan devleti yapana kadar bıkmadan, usanmadan çalışacağız...” diyen Davutoğlu’nun hem memleketi, hem de milletvekili seçildiği ildir. Evet, Türkiye, “İslami terörist” çeteler tarafından istikrarsızlaştırılma operasyonunun da hedefi haline gelecektir. “Radikal İslam”cı grupları kullanma politikasının sonuçlarından birisi de bu olacaktır. IŞİD “lideri”nin Erdoğanı biatte davet etmesi, hilafetin eski merkezi İstanbul’un alınacağı açıklamaları, ABD’nin, Türkiye’nin “radikal İslamcı terörün hedef ülkelerinden” birisini oluşturduğu açıklaması rastgele yapılmış açıklamalar değildir; bunların askeri ve siyasi sonuçlarını hep birlikte daha açık olarak ileride görüceğiz. Kaldı ki zaman içinde Kürt Sorunu’nun göreli bir burjuva çözümü gerçekleştiğinde sınıfsal-toplumsal mücadelenin giderek öne çıkacağını, bunu önleme ve yolundan saptırmanın bir aracı olarak da siyasal İslamcı akımların, dinci terörün kullanılacağı açıktır… Hatırlatmak gereksizdir ki IŞİD yalnızca Irak’da ve Suriye’de değil, aynı zamanda Türkiye’nin içinde; zihniyetiyle, duruşuyla, kadro gücüyle… Birkaç gündür Kobani’ye başlamış olan IŞİD saldırısı için T.C. ve hükümeti tarafından tırlarla, trenlerle taşınarak IŞİD’e vb. çetelere teslim edilen mühimmat ve ağır silahlar da bunun kanıtı zaten. Müslümanların kellelerini kesen, ciğerlerini kameralar karşısında çiğ çiğ yiyip “sosyal medya”ya servis eden, cami ve türbeleri havaya uçuran, binlerce kadının ırzına geçen, kadın köle pazarları kuran yağmacı katiller sürüsünü ve dostlarını, bağlaşıklarını uzakta aramaya gerek yok ki,  “Hırsız evin içinde.” Dahası, ayinesi IŞİD olanlar memleketi yönetiyor, daha fazla söze gerek var mı?!!
Henüz tam olarak ortaya çıkmış olmamakla birlikte T.C. ile bitişik Suriye sınır içlerinde (Suriye Kürdistanı) kurulmak istenen “Tampon bölge” hazırlıkları, Türkiye, Suriye, Ortadoğu halklarını, Rojava Devrimi’ni hedeflemektedir. Anlaşılıyor ki uçuşa yasak “Tampon bölge” kurma operasyonu “Obama Planı” ile bağlı. “İnsani yardım”, “Terörizmle mücadele”, “Göç dalgası”, “terörist sızmalarını önleme” vb. gerekçeler sahte gerekçelerdir. Tampon bölge demek, doğrudan askeri işgal demektir. Ve “Tampon bölge”nin kurulacağı topraklar da Rojava’dır, onun bir bölümüdür. Asıl hedef Rojava Devrimi’dir. Ortadoğu halklarıdır. Esat rejimini yıkmadır. IŞİD’e karşı mücadele demagoji ve manipülasyonu ile bu gerçekler gizlenmek; Ortadoğu’ya, Kürdistan’a müdahale meşrulaştırılmak isteniyor. T.C. kanlı Ortadoğu savaşının içindedir, savaşın aktif suç ortaklarındandır. Sokakların gücüyle de bu girişime karşı mücadele etmek gerekmektedir. “Obama Planı” ile Rojava Devrimi etrafındaki çember de sıkılaştırılacak ve saldırılar artacaktır. T.C.’nin son dönemde Suriye sınırında yoğunlaşan güç yığma harekâtı, anlaşılıyor ki hem IŞİD’e somut destek sunmakla hem de “Tampon bölge” politikalarıyla bağlıdır. Henüz kamuoyu nezdinde sorun aydınlanmamış olmakla birlikte, kurulacağı söylenen “Tampon bölge” Suriye, İran, Rusya, Çin ittifakı tarafından tepkiyle karşılanacağı açıktır.
 KÜRTLER, ROJAVA VE IŞİD
Geride kalan süreçte, yurtsever Kürt hareketi Rojava Devrimi ve Şengal somutunda yüksek başarılar kazandı. Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin IŞİD’le suç ortaklığı açığa çıktı. Barzani liderliğindeki Bölgesel Yönetim’in Şengal ve Mahmur somutunda IŞİD’in saldırıları karşısında kaçışı, başarısızlığı ve çürümesinin açığa çıkması, çarpıcı bir diğer olguydu. IŞİD’in Şengal ve Mahmur saldırılarından sonra Barzani yönetiminin sıkışması sonucu YPG ve HPG’nin Güneydeki askeri varlığına izin vermek zorunda kalması ve yurtsever hareketin IŞİD’e karşı başarılı mücadelesi yaşamsal önemdeki diğer gelişmelerdir. Bu durum, PKK önderliğindeki Kürt halkının elini güçlendirdi. Uluslararası kamuoyunda prestijini ve meşruiyetini geliştirdi. Kürtler içerisinde de ulusal birlik umudunu tutuşturdu…
Eski statükonun (Sykes-Picot çöküyor) tasfiye edilme sürecinin yaşandığı Ortadoğu’da Kürtler yükselen bir dinamik durumunda… Açık ki, bölgesel çapta Kürt dinamiği içinde de öne çıkan PKK ve PKK çizgisinde savaşan Kürt hareketidir. Bu gelişmelerin hem Türkiye’de “Çözüm süreci” bakımından, hem de bölgesel ölçekte Kürt Sorunu’nun çözümü bakımından çok yönlü etkiler yarattığı, yaratacağı açıktır. PKK’nin eli her bakımdan güçlenmiştir. Öz gücüne güveni daha da yükselmiştir. Öz gücüne dayanarak savaşma irade ve yeteneği daha da gelişmiştir. İmkânları, manevra olanakları artmıştır. Giderek bölgesel ölçekte politika yapacak, etkileyecek bir politik ve askeri güç konumuna doğru yükselmeye başlamıştır. Dolayısıyla “uluslar arası güçler” bunu dikkate almak, hesaba katmak zorunda kalmıştır ve kalacaktır. Bu durum diktatörlüğü ve hükümeti giderek artan oranda köşeye sıkıştırdığı gibi, PKK ile yapılan ya da yapılacak olası pazarlıklarda marjını yüksek tutmasını önlemekte ve manevra alanını da daraltmaktadır. Bu tablonun dikta ve hükümetinin PKK’yi oyalama, zaman kazanma, çürütme, içeriden parçalama, etkisizleştirerek tasfiye etme politikasının alanını da daraltmaktadır. PKK çizgisinde savaşan güçler, emperyalizme değil, öz gücüne dayanarak ve güvenerek savaşmaktadır. Bu tablo Türkiye ve Ortadoğu halklarının ve ezilenlerinin de lehinedir. Bunu görmemek, küçümsemek, horlamak, olsa olsa, Kemalizm’in etki gücüyle, Türk burjuva milliyetçiliğinin, sosyal şovenizmin ürünü olan körleşmeyle bağlıdır.
IŞİD’e karşı düzenlenen ve IŞİD’i kontrol altına almaya kilitlenmiş operasyonun salt IŞİD’le sınırlı kalacağını düşünmek politik saflık ve körlük olacaktır. Amerikan emperyalizmi ve bölgedeki bağlaşma, IŞİD’e karşı mücadele adı altında bir yandan Esat rejimini yıkmaya diğer yandan Rojava Devrimi’ni boğmaya yönelecektir. Rojava Devrimi öz gücüne dayanarak, halkların enternasyonalist desteği ve savaş gücüyle ayakta durabilir yalnızca. Amerikan emperyalizminin ya da herhangi bir emperyalist ve gerici bölge devletinin bölgeye, Suriye’ye demokrasi, barış, adalet, güvenlik vs. getirmediği ve getiremeyeceği de açık ve kesindir. Onların, PKK, HPG, Şengal Direniş Birlikleri’ni, PYD ve YPG’yi, YPJ’yi, Rojava devrimci-demokratik iktidarını, hedef ve amaçlarına alet etmek istedikleri, böylece yolundan saptırmak istedikleri vb. açıktır. Kuşkusuz ki bu bağlamda da siyasi uyanıklığın elden bırakılmaması gerektiği de açıktır. Bununla birlikte Ortadoğu’da IŞİD’e karşı savaşan tek gerçek güç yurtsever harekettir. Yurtsever hareketin hakkı namusluca teslim edilmelidir. Ve o, bu savaşta da başarıyla çıkmıştır ya da sınavını başarıyla taçlandırmıştır.
Yurtsever hareketin tüm ısrarına karşın hala ulusal kongrenin toplanamamış olması, sahada peşmergeyle birlikte IŞİD’e karşı mücadele yürütülmesine karşın (ki bu, fiili olarak ulusal birliğin kurulmasında önemli bir gelişmeyi de simgelemektedir) ortak bir ulusal komutanlığın kurulamamış olması, emperyalist güçlerin Barzani merkezli peşmerge güçlerini silahlandırarak öne çıkarması rastlantısal değildir. Açık ki Kürt burjuvazisi ayak diremektedir. Emperyalizm, Arap ve Fars, Türk gericiliği, işbirlikçi Kürt burjuvazisi PKK’nin ve çizgisinin güçlenmesini istememektedir. Kürtler üzerinde Barzani merkezli bir hegemonya ve rekabet mücadelesi yürütülmekte, Kürtler Barzani liderliğine boyun eğdirilmek, mahkûm edilmek istenmektedir. Kuzey Kürdistan’da kurulan TKDP de bu politika ve oyunun bir parçasıdır.
Kürt hareketinin IŞİD’e verilen desteğin kesilmesi, insani yardımların yapılması, Güney ve Kuzeyde sınır kapılarının açılması, terör listesinden çıkarılması, Şengal’e özerklik verilmesi vb. gibi talepleri meşru ve haklı taleplerdir. Kürt hareketi bugüne dek emperyalizmin ve bölgesel gericiliğin Esat rejimine karşı kendilerinin uzantısı olarak savaşması istek ve baskısına karşı koyduğu gibi, öte yandan da Esat rejimine, diğer yandan IŞİD vb. çetelere, bir yandan Barzani’nin ve Türk burjuva devletinin baskı ve saldırılarına karşı devrimci-demokratik bir çizgide durarak savaşı büyüttüğü açıktır. Son derece karmaşık ve kaygan, son derece riskli Ortadoğu zemininde bugüne dek savaşı büyüterek, etki alanını vb. geliştirerek gelmesi yurtsever hareketin başarısıdır.
Yurtsever hareketin bölgesel ve uluslararası güçler dengesini hesaba katması, kazandığı mevzileri ayakta tutarak geliştirmek için taktiksel manevralar yapması, bazı ittifaklar kurmasında yanlış olan bir şey yoktur. Bu bağıntıda, yakın dönemde ÖSO ile IŞİD’e karşı mücadele bağlamıyla sınırlı eylem birliği yapması anlaşılırdır. Antiemperyalizm adına, burjuvaziyle uzlaşmazlık adına, vb. bu tür taktiksel manevralara ve adımlara karşı çıkmak ve eleştirmek ilkel ve geri bir yaklaşımdır. Salt ilkesel duruşlarla politika yapılmaz. Politika ilkeli olmak zorunda ama somut gerçekliğe de dayanmak zorundadır. Dört bir yandan çevrilmiş ve oldukça ağır saldırılar altında tasfiye edilmek istenen Rojava Devrimi’nin ayakta kalmak ve gelişmek için manevralar yapmak, siyasi, askeri, diplomatik ataklarda bulunmak, zaman kazanmak, hazırlık ve güç biriktirmeyi ihmal etmemek zorunluluğu ve sorumluluğu vardır. Değişik burjuva çevrelerle görüşmek, taktik manevralar ve ittifaklar kurmak, uluslararası desteğini büyütmek, örneğin mademki IŞİD terörist bir güçtür, küresel bir tehdittir, tasfiye edeceğiz diyorsunuz o halde modern silahları IŞİD’e karşı savaşan tek gerçek güç olan YPG’ye, HPG’ye verin, vermelisiniz demesinde yanlış olan bir şey yoktur. Söz konusu gerici ve emperyalist güçlerin hiç olmazsa bu aşamada yurtsever Kürt güçlerine silah vermeyeceği açıktır. (T.C.’nin ve AKP’nin de kaygılarından birisi budur.) Ki bu, sözde “IŞİD terörüne” karşı bir araya geldiğini söyleyen ama öte yandan da Rojava Devrimi’ni boğmaya çalışan gerici güçleri teşhir edecektir vb. Kaldı ki ilkesel bakımdan yanlış olmayacak, ama nesnel olarak çıkarların geçici bir anda çakıştığı öyle durumlar olabilir ki, bağımlılık yaratan, öz gücünden vazgeçmeyi getiren hiçbir yükümlülük altına girmeden bu silahları almanın da yanlış olan bir tarafı bulunmamaktadır. Burada önemli ve belirleyici olan tek şey şudur: Yurtsever hareketin emperyalist ve gerici dayatmalara karşı durmasıdır. Kendi öz gücüne dayanan bağımsız politik varlığını yitirmemesidir. Emperyalizme ve işbirlikçilerine bel bağlamamasıdır. Eğer söz konusu olan riskler ise, riskler her zaman olacaktır, bu savaştır, politik riskler almadan hangi savaş yürütülebilir ki!
Ayrıca vurgulamak gerekir: Dün PYD’ye, YPG’ye, Rojava’ya karşı savaşan ÖSO’nun bugün için IŞİD’e karşı birlikte davranma gereği duyması Rojava Devrimi’nin IŞİD karşısında da başarılı direnişi sayesindedir. Onlar, Rojava Devrimi’ne duydukları aşklarından dolayı değil, bugün için çıkarları bunu gerektirdiği için PYD-YPG’ye doğru bir adım atma gereksinimi duymuşlardır. Yarın aynı çıkarlar Rojava Devrimi’nin kafasını kesmeyi gerektirdiğinde dün olduğu gibi bunu yapmaya çalışacaklardır. ÖSO dost değil, düşmandır. PYD’nin, YPG’nin yaptığı şey, düşman kamptaki çelişkilerden yararlanmaktır. Kürt yurtsever hareketi de bunun bilincinde. Kuşkusuz ki bu bilinç, başka koşullarda yurtsever hareketin yönünü kaybetmeyeceğinin garantisi de değildir; bu bakımdan hiçbir siyasi yapı da efsunlanmış değildir. Sırtında yumurta küfesi taşımayan, taşımaya da yanaşmayan çevrelerin tepeden kibir dolu bakışlarla sözde uzlaşmazlık, antiemperyalizm adına yurtsever hareketi emperyalizmin işbirlikçisi, IŞİD’e karşı emperyalizmin icazetiyle savaşan bir güç, Alevi düşmanı, Kürt devrimini satmaya hazır bir güç vs. ilan etmesi tek kelimeyle ukalalıktır, küstahlıktır, daha da önemlisi Türk burjuva milliyetçiliğidir, sosyal şovenizmdir. Hele de Ortadoğu gibi bir alanda Rojava Devrimi, bizim devrimimizdir, halkaların devrimidir, işçi sınıfının, ezilenlerin, emekçi solun militanca sahiplenmesi gereken bir devrimdir. Dogmatik ölçülerle, mükemmeliyetçi ve inkarcı yaklaşımlarla, yaşamın diyalektiğiyle bağdaşmayan steril ortamlarda devrim arayanların ise ne devrim yapması ne de devrimi anlaması olanaklı değildir. Zaten Türkiye devrimci hareketi içerisinde doktriner ve sosyal şoven zihniyetten dolayı Kuzey Kürdistan’daki devrimi anlamayan devrimcilik Rojava Devrimi’ni de anlamaktan uzaktır… Türkiye ve Kürdistan devrimi, ne salt bir Ortadoğu, ne salt bir Avrupa, ne salt bir Asya devrimidir, aksine o, tüm bu karakteristikleri bağrında taşıyan bir Avrasya devrimi karakterine sahiptir. Bu gerçekleri ve son derece derin bir enternasyonalist karaktere sahip devrimimizi anlayamayan devrimciliğin ise milliyetçiliğin, sosyal şovenizmin, Kemalizmin, berbat bir oportünizm ve tasfiyeciliğin girdabında boğulması kaçınılmazdır.
Evet, gerek Ortadoğu’da gerekse de Türkiye’de yurtsever hareketi, (devrimci-demokratik ve komünist hareketi de) tasfiyeciliğe götürebilecek önemli tehlike ve tehditler vardır. Ama çözümün, tehlikelerin bertaraf edilmesinin de yol ve yöntemleri açıktır…
ORTADOĞU’DA ÇÖZÜM YOLU…
Ortadoğu’da emperyalizmden, NATO’dan, IŞİD’den, şeriatçı akımlardan, “Ilımlı İslam”dan, Arap, Fars, Türk (ve Kürt) burjuva milliyetçiliğinden demokratik bir çözüm beklenemez. Çözüm, Rusya-Çin cephesinden de, Avrasyacılıktan da beklenemez. Emperyalizm ve gerici bölge devletleri halkların baş düşmanıdır. Bu, tarihsel tecrübeyle de sabittir. Ortadoğu’da halkların lehine olacak tek çözüm, devrimci-demokratik karaktere sahip anti-emperyalizm ve politik özgürlükçü programa dayanan çözümdür; ki bu da asgari devrimci çözümü ifade eder sadece...
Bugün için böyle bir çözümün ortaya çıkmış hali ve öncü gücü Rojava Devrimi’dir. Konjoktürde ortaya çıkmış en ileri mevziiyi oluşturan Rojava Devrimi, gerek tek tek ülkelerde, gerekse de Ortadoğu-Mezopotamya çapında bölgesel bir çözümün de devrimci-demokratik yolunu göstermektedir. Taktik politikaların söz konusu program ve stratejiyle şekillenerek geliştirilmesi de zorunlu bir görev ve sorumluluktur. İşçi sınıfının, halkların, ezilenlerin Rojava Devrimi etrafında kenetlenmesi ve savaşması tarihsel ve politik bir görevdir. Gün enternasyonalizmi yükseltme günüdür. Marksist Leninist Komünistlerin Rojava ve Şengal’deki duruş ve yönelimi değerlidir. Türkiye devrimci hareketine egemen olan sosyal şovenizmin de pratik bir eleştiridir. HDK/HDP’nin ve öteki emekçi sol çevrelerin birleşik bir mücadele hattında Rojava Devrimi’ni sahiplenmesi yönelimi olumlu ama henüz yetersizdir. Bu yükümlülüklerin omuzlanması ve militan bir hattan yerine getirilmesi gerekmektedir. Emperyalizme ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele boş laflardan, boş ajitasyondan, gerçek dışı ve sosyal şoven eleştirilerden değil,  aynı zamanda Rojava devrimi’ni kucaklamaktan geçmektedir.
Bitirmeden eklemek gerekmektedir: Bugün bütün bileşenleriyle Türkiye devrimci hareketi zayıf bir pozisyondadır. Gezi Haziran Halk Ayaklanması gibi önemli süreçlere ve HDP’nin ciddi oy artışına vb. karşın tablo böyledir. Devrimci hareketin kendisini hızla yenilemeye gereksinimi vardır. Nedenlerine girmeyeceğiz (ki bu nedenleri 3 bölümlük yazı dizimiz olan “Sosyalist Sol” Üzerine Eleştirel Notlar, başlıklı yazımızda incelemiştik) ama bugün için henüz Türkiye ve Kürdistan devrimine öncülük-önderlik edebilecek hazırlığa sahip herhangi bir güç bulunmamaktadır. Böyle bir gücü ortaya çıkarmak ise çok yakıcı bir devrimci görevdir. Gerçeği olduğu gibi kavramak ise devrimci ve komünist değişimin ilk koşuludur… Görev ve sorumluluk, gerçek bir devrimci yenilenme sürecine bağlı olarak ayağa kalkmak ve gerçekten de Türkiye ve Kürdistan devriminin öncülüğüne hazır hale gelmek ve bu görevleri üstlenebilmektir.



8 Eylül 2014 Pazartesi

SIK SORULAN SORULAR*



SIK SORULAN SORULAR (2014 -2)
9- Komünist partilerin temel örgütlenme ilkesi nedir? Demokratik merkeziyetçilikle bürokratik merkeziyetçilik arasındaki temel ayrımlar nelerdir?
Komünist partilerin temel örgütlenme ilkesi, demokratik merkeziyetçilik ilkesidir. Bu temel ilke, demokrasi ile merkeziyetçiliğin sentezinden oluşur. Demokrasi ilkesi ile merkeziyetçilik ilkesi karşı karşıya konulamaz. Mekanik, bürokratik, elitist bir tarzda yorumlanamaz ve uygulanamaz. Bütün komünist partilerde parti örgütleri demokratik merkeziyetçilik ilkesi üzerinde inşa edilir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, demokrasi ilkesi ile merkeziyetçilik ilkesinin aritmetik bir toplamından değil, iki ilkenin organik bütünselliğinden oluşan bir iç bütünlüğü ifade eder.
Demokrasi ilkesi, seçim ilkesinden, eleştiri ve tartışma özgürlüğünden, açıklık ilkesinden, azınlığın çoğunluğa dönüşmesi hakkından oluşur. Gizli oy, açık sayım yöntemi de demokrasi ilkesinin yansıma biçimlerinden birisidir. Merkeziyetçilik ilkesi ise, bireyin örgüte, azınlığın çoğunluğa, alt örgütlerin üst örgütlere, tüm örgütün kongreye, iki kongre arası dönemde de MK’ya tabi olmasında ifadesini bulur. Merkezileşemeyen, merkezi olarak yönetilemeyen bir komünist partisinin sınıf düşmanı karşısında başarılı olması düşünülemez bile. Yukarıdan aşağı atama yoluyla örgütün inşası, kooptasyon merkeziyetçilik ilkesinin bileşenleri, gerekleri, yöntemleri içerisinde yer alır. Özellikle merkeziyetçi tarzda örgütlenmiş bir partide demokratik danışma yönteminin ve mekanizmalarının kullanılması da özel bir değer taşır. Bu yöntemin ve kuralın küçümsenmesi, kâğıt üstünde kalması, yok sayılması da demokratik merkeziyetçiliğin çiğnenmesinin bir biçimini oluşturur.
Demokratik merkeziyetçiliği temel almakla birlikte, komünist partilerin demokratik tarzda mı merkeziyetçi tarzda mı örgütleneceği sorunu ise, somut siyasal koşullarla bağlıdır. Bu iki sorunun birbirine karıştırılmaması lazım. Bir komünist partisi hangi tarzda örgütlenirse örgütlensin, demokratik merkeziyetçilik ilkesi temelinde kurulur, biçimlenir… Sözgelimi, politik özgürlüğün olmadığı, illegal ve yasadışı temelde örgütlenmenin kaçınılmaz olduğu ülkelerde komünist partiler ya da gruplar merkeziyetçi tarzda örgütlenmek zorundadır. Merkeziyetçi tarzda örgütlenme koşullarında partiler yukarıdan aşağı doğru inşa edilir. Burada demokrasi ilkesi sınırlanmıştır. Ancak demokrasi ilkesinin sınırlanmış olması parti içi demokrasinin yadsınmasının ya da alabildiğine sınırlanmasının, işlevsiz bir aktiviteye indirgenmesinin, kâğıt üstünde kalan, biçimselleşmiş bir çerçeveye hapsedilmesinin aracı olamaz ve olmamalıdır. Aksine, en geniş demokrasi, seçim ilkesi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü ve tüzüksel araçları olanaklı olduğu ölçüde geniş tutulmak, işlevsel olmak zorundadır. Merkeziyetçi tarzda örgütlenme koşullarında da seçim ilkesi kongre süreçleriyle, işlerliğiyle sınırlanmamalı, aksine, koşullara bağlı olarak, örgütün yukarıdan aşağı atama yoluyla oluşturulması ile seçim ilkesi temelinde seçilmişlerin bileşimine dayanan organlar senteziyle birleşmelidir, birleştirilmelidir. Bu, bir yöntem olarak, elitizme, bürokratikleşmeye karşı mücadele bakımından önemsenmelidir ayrıca. Kuşkusuz ki bu iki yöntemin hangi çerçevede birleşebileceği, sınırlarının genişleyip daralabileceği de siyasal koşullara göre değişir. Demokratik tarzda örgütlenen bir parti de ise zaten tüm parti aygıtı demokratik seçimler yoluyla oluşur ve inşa edilir. Seçimle gelinir seçimle gidilir. Burada atama yöntemi istisnai ya da sınırlı durumlarda kullanılır. İç savaş, emperyalist müdahale gibi özel koşulların dışında demokrasi ilkesi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü dokunulmaz bir haktır.
Fiili politik özgürlük ortamında merkeziyetçi tarzda örgütlenme önemsizleşmeye başlayarak yerini demokratik tarzda örgütlenmeye bırakır ya da bırakabilir… Devrimci-demokratik ve sosyalist diktatörlük koşullarında ise komünist partiler demokratik tarzda örgütlenir.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, proletaryanın damgasını taşır.
Bürokratik merkeziyetçilik “ilkesi” ise, demokrasisiz merkeziyetçilik demektir. Bürokratik merkeziyetçilik, komünist partilerin bürokratik otoriteye dayalı olarak yönetilmesinde açığa çıkar. Bürokratik merkeziyetçilik ilkesine dayanan yönetim ve çalışma tarzında, ister teorize edilsin isterse edilmesin,  demokrasi ilkesi şu veya bu biçimde yadsınır ya da fiiliyatta içi boşaltılır; demokrasi esasen kâğıt üzerinde kalır. Komünist partilerde bürokratik merkeziyetçilik ilkesi, demokratik merkeziyetçilik ilkesinin, mekanik, bürokratik, elitist, tasfiyeci bir zihniyet ve duruşla, uygulamalarla bozulmasıyla ve geçersizleştirilmesiyle ortaya çıkar.
Bürokratik merkeziyetçilik ilkesi, küçük burjuvazinin damgasını taşır.
Bürokratik merkeziyetçilik ilkesi Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesinin yadsınması ya da tasfiyesi üzerinde yükselir. Bu, çoğu zaman fiili olarak ortaya çıkar ya da fiili tasfiyecilik biçiminde ortaya çıkarak gelişir ve zamanla egemenliğini kurar.
Bir yönetim tarzı olarak bürokratik merkeziyetçilik ilkesinin şu ya da bu biçimlerde ortaya çıkışı, gelişmesi, bir sapmaya dönüşmesi, giderek süreçleri belirleyen temel olguya dönüşmesi, küçük burjuva elitizminin, kişi, lider, önderler kültünün gelişmesiyle iç içe gider. Bu süreç ve olgu, ayrıcalıklı tabakaların doğmasıyla, gelişmesiyle, giderek iktidar gücüne dönüşmesiyle bağlıdır. Parti kültü, devlet kültü, yanılmaz yetkililer kültü, söz konusu kültün, yani kutsamanın, idealize etmenin, eleştiri ve denetim dışı tutmanın, dokunulmazlık kazanmanın, dolayısıyla demokratik merkeziyetçiliğin tasfiyesinin değişik görüngüleridir. Bürokratik merkeziyetçilikle iç içe olan ve gelişen bu kült, ister açıkça isterse oportünizm ve tasfiyeciliğe has manevralarla ortaya çıksın, ikna gücüne değil, bürokratik yetki gücüne dayanarak yönetmede somutlaşır. Bürokratik bir elitin ya da kastın iktidarlaşması, keyfi ve sekter yönetimi, bürokratik merkeziyetçiliğin daha ileri biçimini oluşturur. Bürokratik merkeziyetçilikte, demokrasi ilkesi, proleter demokrasinin özü olan eleştiri ve tartışma özgürlüğü lafta kalır. Parti,  “yanılmaz” bir elitin yetki gücüne dayanılarak, yukarıdan aşağı belirlenir ve yapılanır. Burada parti, ikna temelli değil, bürokratik yetki kullanma temelli yönetilir. Bürokrat elitin otoritesi parti otoritesinin yerini alır. Böylece “etkin” bürokrat elitin, ekiplerin iradesi “parti iradesi”ne dönüşür,  parti iradesi kabul edilir. Yönetilenler biat temelinde yönetenlerin boyunduruğuna girer. Bağımsız inisiyatif, yerel örgütlerin özerkliği, kolektif yaratıcı enerji boğulur. Adaletsizlik adalet haline gelir, getirilir. Özne olmaktan çıkmış, dar bir elitin hegemonyasında merkeziyetçilikle şekillenmiş, hantallaşmış, mekanik, bürokratik bir aygıt çıkar ortaya.  Parti, komünizm mücadelesinin aracı olmaktan çıkarak bürokratik elitin iktidar aracı haline dönüşür. (Oysa bilinir ki, amaçlar araçların değil, araçlar amacın hizmetindedir ve hizmetinde de olmak zorundadır. Bütün araçlar da amaca uygun olmak ve uygun kullanılmak zorundadır.)
Bu bağıntıda da sorun, öncelikle ve belirleyici olarak ahlaki değil, ilkesel, ideolojik, örgütsel karaktere sahiptir; sorunun ya da sorunların ahlaki, vicdani, moral değerler boyutunu da belirleyip biçimlendiren bu bakış açısı olmalıdır. Dolayısıyla sorun ya da sorunlar,  öncelikle ve belirleyici olarak, nesnel ve denetlenebilir veriler ışığında, ilkesel, teorik/ideolojik düzeyde incelenmek, eleştirilmek ve çözülmek zorundadır. Ahlaki, vicdani, moral değerler bağıntısında yapılacak eleştiriler de bu ilkesel ve ideolojik perspektife bağlı olarak ele alınmak zorundadır. Çünkü bu ikincileri de belirleyip biçimlendiren birincilerdir. Sorunlar daima ideolojik, siyasal, örgütsel temelde ve düzeyde ele alınarak çözümlenmeli ve çözülmelidir. Dikkatlerin duygulara, ahlaki, vicdani, moral değerlere yönlendirilmesi, ajitasyonla bastırılması ya da manipüle edilmesi ise son derece tehlikeli bir tasfiyeci çürüme yol ve yöntemidir. Kuşkusuz ki böyle bir zihniyet ve duruşla sorunlar bilince çıkarılamaz; geçmişten geleceğe ders çıkarılarak yürünemez. Dahası böyle bir yöntem ve bakış açısı, oportünizmdir, oportünizme götürür. Sorun ya da sorunlara bütünsel bir tutarlılık içerisinde bakılmalıdır. Tek yanlı, parçayla sınırlı, görüngülere takılan, niyet okumaya dayanan, yüzeysellikle hastalıklı, duygulara seslenen, hamasete dayanan vb. yöntemler diyalektik materyalist yönteme, ilkeli eleştiri ve özeleştiri anlayışına, Marksist-Leninist ideolojik mücadele perspektifine de aykırı düşer ve sadece yıkıcı ve çürütücü sonuçlara yol açar.
Bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan ya da dayanır hale gelmeye başlayan komünist partilerde, seçim ilkesi, parti içi demokrasi, kongre süreçleri, açıklık ilkesi ve kolektivizm ilkesi vb. adım adım sönümlenir, biçimselleşir. Bürokratik ruhsuzluk ve biat, çifte standart ve iç güvensizlikler iç dinamizmi, öz değerleri tüketir. Parti kendi temel değerlerine yabancılaşmaya başlar, yönetici elitin iktidarı, gerçek iktidar haline gelir. Biat, temel bir değere dönüşür. Bürokratik merkeziyetçilikle şekillenen yapılarda, “etkin birey”ler, “etkin” ekipçi zihniyetler, “etkin ekip”çiler, küçük burjuva elitizmini temsil eden “etkin” elitler, “etkin” mevki düşkünleri, “etkin” kafa dengi çevreler ya da özel iktidar çıkarlarıyla birbirine bağlanmış kesimler, “etkin” kariyerist klikler adım adım yönetmeye başlar hale gelir ya da yönetir. Zübüklük geçer akçeye dönüşür. Küçük burjuva kariyerizmiyle belirlenen parti içi iktidar kavgaları kışkırtılır, “önde” ve “önder olma” yarışı başlar. İktidarı ele geçirme ve kontrol etme amaç haline gelir ve bunlara bölünme kışkırtıcılığı, hizipçi girişimler, hizipçilik eşlik eder ya da eder hale gelir, getirilir. Parti sınıfın önderi/genelkurmayı, komünistlerin savaş örgütü olarak değil, komünist partilerde ilkesizlik ve suç olan, “etkin” bireylerin, “etkin” ekipçilerin ve ekiplerin vb. çiftliği olarak görülür ve yapılandırılmaya çalışılır. Hesap verilmesi gerekirken, hesap sorulmaya kalkışılır. Elitler dokunulmaz, yerinden oynatılmaz hale gelir. Bürokratik uysallık, parti ve kadrolara dayatılır. Elitin lehine manipülasyona dayalı güvensizlikler alenen ya da gizli, dolaylı kışkırtılır. İktidar hastası bürokratik elitin iktidarı önünde engel görülen, dahası, engel hale gelebileceği düşünülen örgütlere, kadrolara karşı bin bir biçimde yıpratma savaşı yürütülür, tedbirler alınır vs. Korku salma, burun sürtme, sekterizm, adaletsizlik birer yönetme aracı olarak kullanılır. Kızıl laflara bürünmüş demagoji ve manipülasyon çarpıcıdır. Kolektif emekle ve bedelle yaratılan kazanımlar bireycilik ilkesi temelinde bireyselleştirilir, “etkin birey”lere ve “etkin” ekipçilere mal edilir. Egoizm şaha kalkar. Egoizm şaha kaldırılır. Bu, bir tarza dönüştürülür. Pek çok kadro bir de bu yolda ve bu yoldan oportünizm ve tasfiyeciliğe batarak, batırılarak bozulur, çürütülür, tüketilir. Parti içi iktidarı ele geçirmenin ve iktidarı giderek sağlamlaştırmanın önünde engel görülen devrimci komünist zihniyet ve kadroların tasfiyesi, tasfiyeci saldırısı tipik hale gelir. Tarihsel birikimler bir de bu yoldan tüketilir ya da tasfiye edilir.
Tekrar tekrar vurgulamakta yarar var, yarar var, çünkü ilke ve yöntem bakımından ahlaki, vicdani, moral değerlere seslenmeye ve bireyselleştirmelere dayanan analizlerle ve propaganda ve ajitasyonla bu vb. sorunlar ne ilkeli bir şekilde bilince çıkarılabilir ne de çözülebilir. Sorun ya da sorunlar öncelikle ve belirleyici olarak ideolojik ve siyasi perspektiften eleştirel incelenerek bilince çıkarılabilir ve çözülebilir yalnızca. Tarihsel ve güncel gerçeğin diyalektik materyalist bütünsel eleştirisi yapılmadan meseleler anlaşılamaz ve çözülemez. Görüngülerden derine, görünenden arka plana, gerçek nedenlere inmek diyalektik materyalist yöntemdir. Olgularla yetinmek, görüngülere takılmak ampirist, pozitivist bir yöntem ve bakış açısıdır. Görüngülerin arkasında ya da temelinde yatan genel ve temel nedenlerin açığa çıkarılması, her gerçek sorunun çözüm yöntemidir. Dolayısıyla ahlaki, hümanist vb. eleştiri ve hamaset, çözüm değil bataklık yoludur. Ahlaki ve hümanist vaazlarla çözüm, çözüm değil, “çözüm”dür. Ajitasyonla, ahlakçı seslenmelerle teorinin, politikanın temel sorunları çözülemez, oportünizmle mücadele edilemez. Aksine bu vb. yöntemler komünist partilerde gerçek sorunları, gerçek zorlukları gizlemeye, manipülasyonla durumu kurtarmaya, oportünizm ve tasfiyeciliğe hizmet eder.
Devam edecek olursak:
Bürokratik merkeziyetçilik ilkesinde ve pratiğinde bürokratizm ve küçük burjuva elitizmi, kariyerizm iç içedir ya da birbirini bütünler. Kariyerizm, tarihsel ve yapısal zaaflardan, bürokratizmden, egoizmden ve elitizmden beslenir, gücünü alır, gelişir, zamanla yerleşir. Bağımsız komünist kişilik (gerek kolektif gerekse de kadrolar nezdinde) giderek yerini bağımlı kişiliğe; bürokratik uysallığa bırakır. Proleter disiplin, bürokratik disipline, ıslah etmek amacıyla sopa gücüne, giderek tasfiye aracına dönüşür. Kolektivizm ilkesi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü, kolektif akıl, kolektif işlerlik, kolektif önderlik, açıklık ilkesi süreç içerisinde (bin bir biçimde) tasfiye edilir. Küçük burjuva ideolojik ve örgütsel kirlilik her yanı sarmaya başlar. Kâhya ve yandaş yaratma, yandaş devşirme, yandaşa dayanma, yandaşı öne çıkarma, bağımlı kişilikler oluşturma “ilkesi”nden, “ilkeler”inden hareketle yönetme, bürokratik merkeziyetçiliğin “erdem”leridir. Önü alınamadığında, demokratik merkeziyetçiliğin yerini bürokratik merkeziyetçiliğe bıraktığı süreç, komünist partilerin de tasfiyeci bir çürümeye uğradığı, öz değerlerine yabancılaşarak proleter devrimci kişiliğini kaybettiği bir süreç olmuştur daima.
Vurgulanması gereken şey, neden sonuç ilişkisinde, nedenler tedavi edilmeden sonuçların önlenemeyeceği gerçeğidir. Zamanla sonuçlar da nedenlere dönüşür… Bu bakımdan SSCB’nin ve Sosyalist Kamp’ın tarihsel deneyimleri derin, zengin ve kapsamlı dersler sunmaktadır dünya komünistlerine. Ayrıca bu konuda Türkiye devrimci hareketinin tarihsel ve yapısal zaafları; tarzı, geleneği, kültürü de belirleyici olarak olumsuz dersler yığını sunmaktadır. Bu deneyimlerden eleştirel öğrenmek lazım…
10- Kolektif liderlik nedir? Küçük burjuva elitizmiyle arasındaki temel ayrımlar nelerdir?
Bireycilik ilkesi, burjuvazi ve küçük burjuvazinin kolektivizm ilkesi ise, proletaryanın ilkesidir. Kolektivizm ilkesi, gücünü proletaryadan alır. Tüm bir özel mülkiyet dünyasıyla uzlaşmaz karşıtlık içerisinde olan, özel mülkiyeti ve sınıfları ortadan kaldırma amacıyla savaşan proletaryanın ideolojisi ve dünyayı değiştirme eylemi kolektiftir. “Kolektif işçi” olarak proletaryanın örgütünün de kolektivizme dayanması doğal ve kaçınılmazdır. Dolayısıyla komünist partilerin öncülük, önderlik, önderleşme ilkesinin, örgütsel yapısının bireycilik ilkesine değil de kolektivizm ilkesine ve kolektif liderliğe ve kolektif akıl ve işlerliğe dayanması ve biçimlenmesi doğal ve kaçınılmazdır.
Kâğıt üzerinde kalan, işlevsel olmayan, biçimselleşmiş, bireycilik ilkesinin bir görünümü olan küçük burjuva elitizmine dayanan bir önderlik anlayışı, çalışma tarzı ve kadro politikası proleter komünist kolektif önderlik/parti perspektifinin yadsınmasını ifade eder. Küçük burjuva elitizmine dayanan önderlik anlayışı, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, bireycilik ilkesine dayanır; gelişip güçlendiği oranda elitist tabakalaşmaya, bu da giderek kastlaşmaya yol açar ve böylece kolektif liderlik yerini, görünüşte kolektif gerçekte ise “etkin” bireylerin ve “etkin” ekip(çi)lerin iktidarcı, hegemonyacı, rekabetçi, yıkıcı vb. tasfiyeci “önde”rliğine bırakır. Ki bu durumda ilkeler, kurallar, normlar, ahlak, vicdan, adalet, moral değerler güme gider, lafazanlık düzeyinde kalır, tasfiyeciliğin oportünist örtüsüne dönüşür ya da bu amaçla kullanılır. Böylece gerek kolektif yapı, gerekse de bireyde parçalanmış kişilik, söz ile eylemin kopması, çok dinli karakter, çifte standart geçer akçe haline gelir. Bu, nesnelerin doğası gereğidir. Sınıflar savaşımında devrimci proletarya için orta yol yoktur. Bir elini proletaryaya diğer elini küçük burjuvaziye uzatmak devrimci proletaryanın sınıf tavrı değildir ve böyle bir zihniyet ve duruş, oportünizmin bir biçimidir. Oportünizmle, bireycilik ilkesiyle uzlaşmak oportünizme götürür.
11- Komünist partilerde partili mücadelenin sınırları nasıl çizilir? Partili mücadele yöntemleri nelerdir? Bürokratik merkeziyetçiliğe, kişi ve önder kültüne dayanan yapılanmadan farkları nelerdir?
Tüzük, örgütsel anayasadır. Komünist partilerin tüzükleri, onların amaç ve ilkeleriyle, Marksist-Leninist örgüt teorisiyle belirlenir ve biçimlenir. Komünist partilerde partili mücadelenin sınırlarını ve yöntemlerini tüzük çizer. Partili mücadele yöntemleri tüzüğe dayanır, dolayısıyla tüzüksel yöntemlerdir. Parti tüzüğü, ayrımsız ve ayrıcalıksız olarak tüm partiyi, tüm kadroları, tüm örgütleri bağlar. Tüzük, komünist partilerin örgütsel anayasasıdır. Tüzük, bütünün demokratik iradesi olan kongre tarafından kararlaştırılmış temel belgelerden birisidir. Bütün parti kadrolarının ve örgütlerinin görevleri ve hakları, tüzüğün güvencesi altındadır. Komünist partilerde, önderler, yöneticiler için ayrı, üyeler, alt örgütler için ayrı tüzükler olmaz. Parti tüzüğü özellikle ve öncelikle de önderleri, yöneticileri bağlar. Tüm partiyi bağlayan partili mücadelenin araç ve yöntemleri de tüzükte yer alır ya da tüzükle belirlenir.
Oportünist partileri geçiyoruz, komünist partilerde tüzük, yönetici organların, kuşkusuz ki başta da önderlik organlarının işine geldiği gibi eğilip bükülemez; ki bu aristokratik anarşizm, aydın oportünizmi ve tasfiyecilik olur. Aydın bireyciliği, aristokratik anarşizm, partiyi, parti disiplinini, partili eşitliği, parti tüzüğünü kendisini ezen bir fabrika gibi görür. Aristokratik zihniyete sahip kadro ve tabakalar nezdinde aydın anarşizmi, teoride ve pratikte, en çarpıcı biçimde, parti resmiyetini, tüzüğünü (korumakla, uygulamada örnek olmakla, çifte standarda düşmemekle yükümlü oldukları halde, bu yükümlülüklerine bağlı kalmama) keyfince ihlal etme, iktidar gücünü paşa gönlünce kullanma biçiminde ortaya çıkar. Aristokratik anarşizm, tamda burada, önderler, yöneticiler, yönetici organlar somutunda kendisini partinin üstünde görmede, herkesi eşit bağlayan kuralların ve işlerliğin fütursuzca çiğnenmesinde, seçkinler (!) için ayrı sıradan üyeler ve örgütler için ayrı disiplin uygulanmasında vb. açığa çıkar…
. Komünist partilerde program, strateji, tüzük değişikliklerini yapmaya yetkili tek kurum, parti kongreleridir. MK’ların program, strateji, tüzük değişikliği yapma yetkileri ve hakları bulunmaz. Parti resmiyeti ise, yalnızca resmi yollardan, meşru ve yasal yollardan yürünerek değiştirilebilir. Onun sınırları, yol ve yöntemleri de komünist partilerde tüzükle belirlenmiştir. Ve burada resmiyet ile meşruiyet etle tırnak gibi iç içedir.
Kongre, komünist partilerin en üst iradesidir. Kongreler, seçim ilkesi temelinde toplanır. MK’ları da yine seçim ilkesi temelinde yalnızca kongreler seçer. Atamayla değil, en geniş eleştiri ve tartışma özgürlüğüne bağlı olarak seçim ilkesi temelinde bütün parti örgütlerinden seçilerek gelmiş delegelerden oluştuğundan, kongreler, bütünün demokratik ve en üst iradesini temsil eder(ler). Kongreler, tüm parti örgütlerinin kolektif fikir oluşturma sürecinde belirlenmiş gündemler çerçevesinde, eleştiri ve tartışma özgürlüğü temelinde, özgürce tartışmalarla gündemlerin olgunlaştırılmasıyla toplanır. Özelde de kongrelere gidiş sürecinde, bir bütün olarak kongre süreçlerinde eleştiri ve tartışma özgürlüğü, en geniş demokrasi dokunulmaz bir hak olarak uygulanır. Özelde kongre süreçlerinde demokrasinin ihlali, çiğnenmesi, etkisizleştirilmesi, çifte standarda başvurulması, tasfiyesi ağır bir suç oluşturur ve mutlaka hesap sorulmasını gerektirir. Çünkü kadroların ve fikirlerin kendisini tüm parti nezdinde özgürce ifade ettiği, kadroların seslerini tüm partiye duyurabildiği, parti iradesinin şekillenmesi sürecini etkiyebildikleri en önemli an, yaşamsal süreç ya da platform kongre sürecidir.
Komünist partilerde tüm parti örgütlerinin ve kadrolarının hakları tüzükle (anayasayla) güvence altına alınmıştır. Küçük burjuva elitizmin, aristokratik anarşizmin, bürokratik merkeziyetçiliğin aksine MK’lar da iki kongre arası dönemde kayıtsız-şartsız tüzüğe uymakla, tüzüğü uygulamakla yükümlüdürler. Bir diğer vurguyla, tüzük önderlere değil, önderler tüzüğe bağlı ve tabidirler. Önderlerin, MK’ların, yöneticilerin iradesi ve yetki gücü asla kongrelerin, tüzüğün, partinin, Marksizm-Leninizm’in üstünde yer alamaz, dahası, bu, suçtur ve yasaktır. Komünist partilerde parti önderlere değil, önderler, (önderlik organları, yönetici kesim) partiye tabidirler. Parti içi iktidarların partiye tabi olması, partinin emrinde olması, önderlik görev ve sorumluluklarını bu ilkesel tutuma göre yerine getirmesi komünist partilerin sarsılmaz ilkelerinden birisidir. Aksi durumda, küçük burjuva elitist kesimlerin ortaya çıkması, partileri kendi çiftliklerine dönüştürmesi, devrim ve komünizm davasına ağır zararlar vermesi vb. önlenemez…
Partili mücadele yöntemleri, iç demokrasiye, eleştiri ve tartışma özgürlüğüne, açıklık ilkesine, eleştiri ve özeleştiri ilkesine, yoldaşça güvene, ikna gücüne, daha yüksek düzeyde ilkeli irade birliği sağlama hedefine dayanır. Düşünce özgürlüğü, farklı düşüncelerin özgürce tartışılması, azınlığın çoğunluğa dönüşme hakkı ve olanağı, bireyin partiyi, alt örgütlerin üst örgütleri, azınlığın çoğunluğu, kadro ve örgütlerin iki kongre arası dönemde partiyi yönetmekle görevli MK’ları, kongre kararları da dâhil özgürce eleştirme hakkı tüzüğün güvencesi altındadır ve bunlar, partili mücadelenin sınırlarını ve yöntemlerini ifade eder. Komünist herhangi bir partide tüzük ve maddeleri partiye karşı kullanılamaz; doğması olası ayrıcalıklı kesimlerin keyfiyetine terk edilemez ve onların iktidar aracına dönüştürülemez.
Bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan ya da demokratik merkeziyetçiliğin tasfiyesi ile bürokratik merkeziyetçiliğe dayanır hale gelmeye başlayan ya da gelen bir partide ise, tüzük, çifte standardın kurbanıdır. Tüzük liderler için, elitist ekipler, yandaşlar vs. için değil, sıradan üyeler ve alt örgütler için bağlayıcı ve geçerlidir ya da geçerli sayılır. Böylece tüzük bürokratik bir sopa gücüne, “biçimlendirme”, ıslah etme, biati dayatmanın aracı haline gelir ya da oportünizme has yol ve yöntemlerle getirilir. Kendine liberalizmi, başkasına sekterizmi dayatma temel kıstas haline gelir. Tüzük de buna göre çarpıtılarak yorumlanır ya da açık açık çiğnenir. Böylece Marksist-Leninist adalet ilkesi de tasfiye edilir. Yoldaşça güven dinamitlenir. Bürokratların, elitistlerin, iktidarı amaç haline getirmiş ayrıcalıklı tabakaların zeytin yağı gibi suyun üstüne çıkma oportünist nitelik ve yeteneğinden dolayı da hesap verilmez ama fütursuzca hesap sorulmaya çalışır. Eh, ne de olsa oportünizmde sınır yoktur, her koşulda durumun teorisi de yapılır, gerçekler de fütursuzca saptırılır.
Bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan bir partide partili(!) mücadele yöntemleri ise, eleştiri ve tartışma özgürlüğünün adım adım tasfiyesine; farklı fikirlerin varlığına ve eleştirilere karşı tahammülsüzlüğe, sekterizme dayanır. Eleştirileri bastırma, etkisiz eleman haline getirme, git demeden git operasyonu, görev vermeme, dedikoduyla yıpratma, gözdağı ya da düpedüz hiçbir hukuki kaygı taşınmadan tasfiyeye vb. dayanır. Parti yasalarıyla ya da resmiyet ve meşruiyetiyle bağlanmamış ya da bunların fiilen tasfiyesiyle yönetme bürokrat-elit-tasfiyeci iktidarın meziyetleri olur.  Bürokratik merkeziyetçilikte, kendilerini iktidarın doğal sahipleri ve varisleri gibi görenler, “önderler”, ekipçiler ve ekipçikler, ayrıcalıklı yandaşlar, kâhyalar vb. el birliğiyle çalışır. Öz değerlerden yabancılaşmaya, sapmalara, keyfi yönetime, parti resmiyetinin anti-tüzüksel yol ve yöntemlerle tasfiyesine, tüzüksel hakların kullandırılmamasına, gerçeklerin gizlenmesine vb. karşı eleştiri yapan örgütlere ve kadrolara karşı misilleme, tecrit politikası, küçük burjuva psikolojik savaş yöntemleri büyük bir rahatlık içerisinde kullanılır. Herkesi eşit bir şekilde bağlaması gereken tüzük, tüzüksel hakların kullanılmasının çifte standarda kurban edilmesi, duruma göre davranılarak işlevsizleştirilmesi, engellenmesi; tüzüksel hakların açık ya da fiili olarak “etkin” bireylere, yanılmaz bürokratik iktidara ya da kliklere göre şekillenmesi, biat ön koşuluna bağlı olarak sözde kullandırılması aynı tablonun bazı görüngüleridir…
Vurgulanmasında özellikle yarar vardır: Dünyanın en yetkin komünist partisi bile olsa, en gelişkin Marksist-Leninist tüzüğüne dayansa bile, önlenemediği zaman, bürokratik merkeziyetçilik ve kişi kültü, ayrıcalıklı tabaka ve kastlar geliştiği, giderek yerleşik hale geldiği koşullarda bürokratizme, elitizme, kariyerizme, sekterizme, çifte standarda, tasfiyeciliğe dayanarak yönetmek, kaçınılmaz hale gelir. Hiçbir komünist partisi bürokratikleşme tehlikesinin ve tehdidinin dışında değildir ve olamaz. Burada asıl sorun, yöneten ve yönetilen ayrımının maddi-sınıfsal temelleri var oldukça bu tehlike ve tehdidin dışında hiçbir partinin kalamadığını, kalamayacağını bilince çıkarmak, böylece bu tehlike ve tehdide karşı kolektif olarak savaşmasını öğrenmek ve bu mücadeleyi sürekli hale getirebilmektir…
Partili mücadelenin sınırlarını çizen, partili mücadele yöntemlerini ve üyelerin haklarını belirleyen ve güvence altına alan tüzüğün uygulanmaması, tüzüksel hakların kullandırılmaması koşullarında, verilen mücadelelere karşın bu anti-parti duruş ağırlaşarak devam ederse ya da partili yasallık içerisinde bir çözüm imkanı böylece tükenmişse, tüzüksel haklarını kullanamayan kadrolar, azınlık ya da çoğunluk vb., bu durumda meşru mücadele yolundan yürümekle yükümlü hale gelirler. Çünkü bu durumda ya da koşullarda komünist partilerde parti yasallığı işlevsizleştirilmiştir, meşruiyetle yasallık birliği yıkılmış ve tasfiye edilmiştir. İlkeli tutum, resmi yollardan yürüyerek sorunları çözmek, hesap sormak ve benzeridir. Ancak parti yasallığı çerçevesinde yürünerek görüşlerin, eleştiri ve değerlendirmelerin mücadelesinin verilmesi önleniyorsa, yürütülen ısrarlı ve sabırlı mücadelelere karşın durumda bir değişiklik olmuyorsa; gerçekler partiden gizleniyorsa, komünistler partiden tasfiye ediliyorsa, bu koşullarda gerçekleri partiye duyurmak, partinin, kadroların, örgütlerin duruma müdahalesini sağlamak, gerçek durumun anlaşılması ve çözümü için mücadele yürütülmesi doğal ve kaçınılmaz bir partili görevdir. Bu yöntem, genel bir yöntem değil, söz konusu koşullarda ortaya çıkacak zorunlu bir yol ve yöntemdir. Ki böyle bir durumu, yani yasallığın tasfiyesi, tüzüksel hakların kullandırılmaması bir partiye, kadrolara, azınlığa ya da çoğunluğa dayatılıyorsa, bunu yapan zihniyet ve iradeler açıkça partilerde bölünmeyi kışkırtıyor demektir ya da bu duruş ve yönelimin, bundan başka bir anlamı da olmaz. Eğer herhangi bir komünist partisinde böyle bir durum ortaya çıkarsa, bunun ana sorumlusu, tüzüğe şartsız bağlı kalmakla ve herkesten önce bu görevi yerine getirmekle yükümlü olduğu halde tüzüğü uygulamayan, çiğneyen, tasfiyeci zorbalığa başvuran “yetkili” ve yetkili kurumlardır. Bu durumda öncelikle ve başlıca olarak sorgulanması, hesap sorulması gereken bu tablonun baş sorumlularıdır. Bunu yapmayan, yapamayan bir parti, parti olma ciddiyetini kaybeder, giderek de oportünizme batar.
Bu bağlamda da vurgulanması gerekir ki, nedenler değiştirilmeden sonuçlar değiştirilemez. Gerçek nedenleri ortaya çıkarmak yerine, sorumluluğu sonuçlara fatura etmek, dikkatleri sonuçlar üzerinde yoğunlaştırmak, sorunu tüzüksel, meşru-yasal sınırlarda çözmenin mücadelesini veren kadrolara, örgütlere kesmek, berbat bir oportünizm olur. Mesele açıktır: İlkin hastalığa, hastalıklara bilimsel açıdan doğru teşhis koyulacak, hastalıkların nedenleri saptanacak, hastalıkların nedenlerini ortadan kaldıracak sistematik tedavi yöntemleri vb. uygulanacak. Ancak böylece hastalıklar bütünlüklü ve derinlikli anlaşılmış ve tedavi edilmiş olacaktır. Sadece hastalığa teşhis koymakla yetinmek, gerçek nedenlere inmemek ve nedenleri ortadan kaldırmadan sadece hastalığı geçici olarak hafifletmek ya da geçici olarak denetim altına almak bir çözüm değil, sorunları biriktiren çözümsüzlük yöntemidir. Çünkü nedenler saptanamadığında ve nedenlere dönük tedavi uygulanmadığında zamanla sorunlar daha da ağırlaşır, hastalık kangrenleşir. Ki bu çok tehlikeli bir durumdur. Komünist partilerin ilkeli kolektif aklı böyle bir duruş ve yönelime izin veremez, vermemelidir. Komünistler, komünist partiler, en küçük sorunlar da içerisinde olmak üzere hangi düzey ve biçimlerde ortaya çıkarsa çıksın, sorunların, sınıf mücadelesinin genel yasalarıyla bağını kurarak, ideolojik, siyasal düzeyde incelemek, bilince çıkarmak ve çözmekle yükümlüdürler. Bu temel yönteme, bakış açısına, eleştirel yaklaşıma dayanmayan perspektif ve yönelimler Marksizm-Leninizm’e, diyalektik materyalizme aykırı düşer.
Partili sınırları yadsımak, partili mücadele yöntemlerini yok saymak, partiyi bir tartışma örgütü görmek, parti resmiyetine bağlı kalarak ve resmi yollardan yürüyerek mücadele etmenin reddi, örgütsel anarşizmdir. Ancak resmi-tüzüksel yollar gayrimeşru bir tarzda bürokratik sopa gücüyle, tasfiyeci yöntemlerle önleniyorsa ve bu durum partiden gizleniyorsa; hele de parti çizgisine dayanan, bu çizgiden sapmayla, öz değerlerden uzaklaşmayla belirlenen oportünist, bürokratik ve tasfiyeci sapmalar, yönelimler eleştiriliyorsa, yasal hakların kullandırılmamasına dayanarak söz konusu eleştiri ve değerlendirmeler, çözüm önerilerinin partiye ulaşması engelleniyorsa; bastırma, gizleme, sayısız biçim alan yıpratma yönelimiyle, tecrit politikası ile “ödüllendiriliyor”sa, bu durum ve koşullarda, ilkeli tavır, partinin ortak çıkarlarını ve geleceğini riske etmeden, gerçekleri komünist kamuoyuna duyurmaktır. Burada, ilkesizlik, tasfiyecilik, suç, bilerek ya da bilmeyerek tüzüğü uygulamayan, dahası böylece partinin meşru ve resmi iradesini, bütünün kalıba dökülmüş iradesini şartsız korumakla ve pratikleştirmekle yükümlü olduğu halde bu iradeyi fütursuzca çiğneyen kurum ve “irade”lerin zaafını, zaaflarını oluşturur. Tüm partiyi bağlayan tüzüğün onu öncelikle uygulamakla görevli partili kurum ya da kurumlar tarafından uygulanmaması, çiğnenmesi bürokratik-elitist örgütsel anarşizmin ta kendisidir. Komünist partilerde parti adaletinin tasfiyesi ya da yıkılması, olsa olsa sonuçtur. Kuşkusuz ki bu sonuç zamanla bir nedene de dönüşebilir, böylece giderek bir tarza da dönüşebilir vb. Ancak parti adaletinin çözülmesi, yıkılması, tasfiyesi gibi bir tablo, başlıca olarak ideolojik ve örgütsel tasfiyeciliğin sonucu olabilir. Böyle bir durumda açığa çıkarılması gereken şey, ideolojik tasfiyecilik başta olmak üzere, ideolojik ve örgütsel tasfiyeciliğin gerçek tablosudur. Bu perspektife dayanmayan, bu temelde yükselmeyen bir adaletsizlik eleştirisi, eleştiri değil, tasfiyeciliğe, oportünist orta yolculuğa, ilkesiz uzlaşmalara hizmet edecek bir “eleştiri” olacaktır. Bürokratikleşmenin, bürokratik sapmanın, bürokratik-aristokratik örgütsel anarşizmin, “yanılmaz” elitizmin uysal savaşçıları haline gelmek ise komünizmle, komünist partiyle, komünist kişilikle bağdaşmaz. Bu konuda SBKP’nin tarihsel deneyimleri özellikle komünistleri sarsmalı ve silahlandırmalıdır. Dünya komünistlerinin ideolojik ve örgütsel yenilenmede, teorik ve pratik olarak yeni bir donanım kazanmada Sosyalist Kamp’taki kapitalizmin yeni tipte restorasyonunun dersleriyle silahlanarak amaçları doğrultusunda yürümelerinin yaşamsal önemde olduğu açık ve kesindir.        
Bir komünist partisi, dışa dönük faaliyetinde, partinin resmi program-strateji-taktik çizgisine, iç yaşantısında ise iç resmiyetine/tüzüğe şartsız bağlı kalarak çalışmakla yükümlüdür.  Bu perspektife öncelikle uymakla, şartsız uyarak uygulatmakla yükümlü olan komünist partilerin önderlik organlarıdır. Bu, parti disiplinin bir gereğidir de. Çünkü resmiyet, yalnızca resmi yollardan yürünerek değiştirilebilir. Resmiyet, ister partinin resmi düşünceleriyle uyuşsun isterse de uyuşmasın, ancak ve yalnızca tüzüksel hakların kullanılmasıyla, tüzüğün güvencesi altında olan eleştiri ve tartışma özgürlüğünün kullanılmasıyla, yoldaşça tartışılarak tüzüksel çerçevede değiştirilebilir. Ki her bakımdan olduğu gibi bu bakımdan da keyfiyet ve oldu-bittiler kabul edilemez. Fikir ayrılıklarının zamanında tartışılamamasının ve temel parti gündemlerinin yarım yamalak tartışılmasının bir tarza dönüştürülmesi, böylece gerçek sorunların ve gündemlerin adeta oldu-bittilere kurban edilmesinde de komünistçe olan hiçbir şey yoktur. Program ve strateji, tüzük söz konusu olunca ise, bu kapsamdaki değişiklikler yalnızca parti kongrelerinde gerçekleştirilebilir. Buradaki ölçü, düşünce özgürlüğü, özgürce tartışma, sesini tüm partiye duyurmanın resmi aracı ya da araçları olan kürsülerden, özgürce tartışabilmektir; ki bu noktada kadroların hangi eleştirileri yaptıkları, hangi düşünceleri savunduklarının bir önemi de olamaz. Herkesin hakları, eleştiri ve tartışma özgürlüğü anayasal güvence altındadır. Anayasal hakların kullanılamaz hale getirilmesi, çifte standarda dayanan adaletsizlik, güven ilişkilerinin yıkılması, bölünme ve hizipleşme kışkırtıcılığı, hizipçilik, bu vb. gibi uygulamalarda ısrarın gösterilmesi, anayasanın çiğnenmesi ise anayasal bir suçtur, ilkesizliktir ve yine tüzüksel çerçevede cezalandırılmayı gerektirir. Suç, cezasız kalamaz. Tüzük, proleter disiplin partiye, parti çizgisine, tüzüğe karşı kullanılamaz. Bu, parti ilkesi ve terbiyesi ile de bağdaşmaz. Hesap sorma ve hesap verme, bir parti ilkesidir. Oportünist uzlaşmalarla, orta yolcu zihniyet ve duruşlarla ise ne hesap sorulabilir ne de hesap verilebilir; aksine bu yol, oportünizme teslim olmayı koşullar, son tahlilde de oportünizme varır.
Komünist partilerde hesap verme, bilinçli bir hesap sorma eksenine oturmak zorundadır ve hesap sorma ve verme, ayrımsız, ayrıcalıksız parti kültürü ve terbiyesi olmalıdır. Bu hesap sorma ve hesap verme görevi tüm partilileri, tüm parti örgütlerini kapsamalı, salt şu veya bu kategorideki kadroların görevi, sorumluluğu olarak anlaşılmamalıdır. Hele de önderlerin, önderlik organlarının, yöneticilerin hesap vermekten uzak durması, kendilerini sadece hesap soran pozisyonda görmesi, kelimenin tam anlamıyla berbat bir oportünizm ve bürokratizmdir. Ki böyle bir yaklaşım küçük burjuva elitizmini, ayrıcalıklı kategorilerin ortaya çıkmasını, egoist bürokratik çürümeyi ifade eder. Hiçbir komünist partisi de eleştirinin dışında olamaz, tutulamaz. Hiçbir önderlik oranı, yönetici katman, önder, yönetici eleştirinin dışında ya da üstünde tutulamaz, kalamaz. Eleştiri ve tartışma özgürlüğü komünist partilerde dokunulamaz bir haktır. Yöneticilerden sıradan parti kadrolarına kadar, sempatizanından kitlelere kadar herkesin hakkıdır. Ve yaşanan tarihsel tecrübelerden sonra komünist partilerde özellikle ve öncelikle önderlerin, yönetici katmanların ve örgütlerin tabandan eleştirisi, denetlenmesi, hesap sorulması tarzının, geleneğinin, kültürünün geliştirilmesinin yaşamsal önemde olduğu daha çarpıcı açığa çıkmış bulunmaktadır. Marksizm-Leninizm’de kutsal olan hiçbir şey yoktur. O, bilimsel, eleştirici ve proleter devrimci bir dünya görüşüdür. Kült inşası üzerinde idealist kutsallıklar yaratmak, geliştirmek, yerleştirmek vs. Marksizm-Leninizm’e, komünist partilerin niteliğine mutlak olarak ters düşer.
12- Komünist bir partide kadro görevlendirilmesinde temel ölçü nedir?
Komünist bir partinin kadro politikasında görevlendirmede temel ölçü, “yeteneğe göre iş ilkesi”dir ya da “görevin gereği kişinin uyumu”dur. Burada nitelik ve yetenek temel ölçüttür.
Bürokratik merkeziyetçi önderlik anlayışı, çalışma tarzı ve kadro politikasında ise, ölçü ya da öncelikli ölçü bürokratik uysallıktır, bağımlı kişiliktir, biattir, yandaşlıktır. Demokratik merkeziyetçilik temel ilkesinin yerini bürokratik merkeziyetçiliğe bırakması süreci aynı zamanda komünist bir partinin her bakımdan olduğu gibi kadro politikası ve kadro görevlendirmesinde de kendi öz değerlerine yabancılaştığı, niteliğini yitirmeye, bürokratik biçimciliğin her şeyi esir almaya başladığı bir süreçtir. Bu süreç, aynı zamanda bu sürece karşı direnen ve mücadele eden komünistlerin sayısız yol ve yöntemle tasfiye edildiği, partilerin öz değerlerinin etkisizleştirildiği bir süreçtir. Teori tarafından aydınlatılmış, tarihsel deneyim tarafından doğrulanmış olduğu gibi, bu vb. süreçler durdurulamadığında, ideolojik ve örgütsel bakımdan ilkeli bir tarzda tedavi edilmediğinde sonuç, proleter devrimci kimliğin/partilerin ölümü ile noktalanmaktadır.
 13- Komünist bir partide proleter disiplinin anlamı nedir? Proleter disiplinin ideolojik içeriği nedir?
Bireyin örgüte, azınlığın çoğunluğa, alt örgütlerin üst örgütlere, tüm örgütün kongreye, iki kongre arası dönemde de MK’ya tabi olması disiplin ilkesinin gereğidir. Proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımını yönetecek bir genelkurmayın çelik bir disiplinden yoksun olması düşünülemez bile. Komünist partiler, birer tartışma kulübü değil,  irade ve eylem birliği temelinde yükselen savaş örgütleridir. Dolayısıyla komünist partilerin disiplinin çelik bir disipline dayanması doğal ve kaçınılmazdır. Disiplinin reddi ise, anarşizmdir. Herhangi bir komünist partisinde parti disiplinine öncelikle uymak zorunda olan, bu bakımdan da örnek olmakla ve uyarak uygulatmakla yükümlü olan organ, önderlik organ(lar)ıdır. 
Proleter disiplinin içeriğini ise işçi sınıfının, Marksizm-Leninizm’in, proletarya devriminin çıkarlarının her şeyin üstünde tutulması oluşturur. Söz gelimi, Marksizm-Leninizm’in reddi, proletaryanın temel alınmasının reddi, tüzüğün çifte standarda kurban edilmesi, bürokratik merkeziyetçiliğin temel alınması, çifte standardın geçerli akçe haline gelmesi/getirilmesi, parti resmiyetinin çiğnenmesi vb. vb. gibi yönelimler proleter disiplinle, onun ideolojik içeriğiyle bağdaşmaz; dahası, proleter disiplin ilkesinin ve ideolojik içeriğinin ret ve tasfiyesidir, ki bu da ideolojik tasfiyeciliğin ve örgütsel anarşizmin bir biçimidir.
Komünist partilerde disiplin, demokratik merkeziyetçiliğe dayanır, ondan beslenerek gelişir. Komünist partilerin birliği, zoraki bir birlik değil, bilinçli ve gönüllü bir birliktir. Herkesi bağlayan parti hukuku da bu bilinçli ve gönüllü birliğin yasal/resmi ifadesidir. Dolayısıyla komünist disiplin zoraki bir birliğe ve zora dayanmaz, tersine, bilinçli ve gönüllü birliğe dayanır. O halde proleter disiplin, bilinçli ve gönüllü bir disiplindir, bilinçli ve gönüllü itaate dayanır. Ve komünist partilerdeki disiplin cezaları, durumu kurtarma, burun sürtme, intikam amaçlı değil, eğitim amaçlı uygulanır. Dolayısıyla bürokratik ve mekanik disiplin, proleter disiplinle bağdaşmaz, dahası onun bozulmasını ifade eder. İşte komünist partilerin disiplinin çelikten bir disiplin olması, bu disiplinin, bilinçli ve gönüllü olmasından ileri gelir. Herhangi bir komünist partisinde, önderler için ayrı, sıradan kadrolar, örgütler için ayrı bir disiplin olmaz ve uygulanma, uygulanamaz. Uygulanması demek, tüzüğün çiğnenmesi, tüzüğün tasfiye edilmesi, parti disiplinin yerine kişi ve önderler kültüne dayanan önderlerin, ayrıcalıklı, aristokratik, bürokratik tabakaların boyunduruğunun geçirilmesi demektir. Böyle bir tablonun tek anlamı, proletaryanın sınıf değerlerinin tasfiyesi, komünist ideolojik ve örgütsel değerlerinin çiğnenmesidir. Bu, aynı zamanda parti otoritesinin yerine, ayrıcalıklı katmanların, kastların otoritesinin geçmesini ifade eder. Bu durum ise, gerçekte komünist partilerin kendilerine yabancılaşarak niteliklerini kaybetmesine ve tasfiyesine yol açar.
Tek program, tek tüzük, tek disiplin, tek yönetim olmaksızın proletaryanın genelkurmayı önderlik görevlerini gerçekleştiremez. “Parti, pratik çalışmasında, saflarındaki birliği korumak istiyorsa, hem önderlere hem de sıradan üyelere, bütün parti üyelerine eşit olarak uygulanan ortak bir proleter disiplin kurmalıdır. Böylece parti içerisinde, disipline bağlı olmayan ‘seçkin azınlık’ ve disipline bağlı olan ‘çoğunluk’ diye bir bölünme olmamalıdır. Bu önşarta uyulmazsa partinin bütünlüğü ve parti saflarının birliği sağlanamaz.” (Stalin, iSa.) Görevler ve disiplin söz konusu olduğu zaman, “bir parti üyesine düşen görevlerin sadece sıradan üyeler tarafından değil, ‘tepedekiler’ tarafından da yerine getirilmesini istemeyi öğrenmek” (Lenin, açL) parti üyelerinin, parti örgütlerinin ideolojik ve örgütsel sorumluluğudur. “İstemeyi öğrenmek”, evet, bu, yaşamsal önemde bir donanım ve mücadele iradesidir. Ama böyle bir donanım ve irade gücü bağımlı kişilikleri değil, öz güvene ve bağımsız kişilik yapısına sahip, mücadeleci bir karakteri ve duruşu gerektirir, buna dayanır. Bir komünist partisinde ve üyelerinde olması gereken niteliklerden biri de budur işte.  
Yüksek ve sürekli geliştirilen ideolojik ve örgütsel donanım, bilinçli proleter demir disiplinin de güvencesidir. Komünist partiler, ideolojik ve örgütsel birlik üzerinde yükselen, örgütlerin aritmetik değil, organik bileşiminden oluşan, parti resmiyeti ve hukukuyla sınırları çizilmiş disiplinli birliklerdir. Birliğinden ve çelik disiplininden güç almayan bir komünist partisinin bırakalım proletaryaya önderlik etmesini, ayakta kalması bile olanaklı değildir. Bu bağlamda program ve tüzükle çizilmiş sınırlar içerisinde fikir mücadelesi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü ise, parti disiplinini zayıflatmak bir yana, onu geliştirip güçlendirir; daha bilinçli pratikleşmesini sağlar. Çünkü “ancak bilinçli bir disiplin, gerçekten demir disiplin olabilir.” Karar alma süreçlerinden önce özgürce tartışma, kararlar alındıktan sonra ise çelik bir disiplinle uygulama komünist partilerin olmazsa olmazıdır. Komünist disiplin, partili sınırlar içerisindeki eleştiri ve tartışma özgürlüğü ile çelişmez. Bu özgürlük partili sınırlar içerisinde dokunulmazdır. Disiplin adına partili sınırlarla, tüzükle bağdaşmayan, onu bozan, içini boşaltan, lafta bırakan anlayış ve uygulamalarla parti içi demokrasi işlevsiz kılınamaz. İç demokrasinin sınırları tüzükle çizilir ve tüzükle, tüzüksel yöntemlerle geliştirilir. Parti tüzük ve disipliniyle çelişmemek, gruplaşmalara, hizipleşmelere yol açmamak koşuluyla, eleştiri ve tartışma özgürlüğü, kimsenin kendisini herhangi bir baskı altında hissetmeden özgürce kullandığı bir haktır ve dokunulmaz bir hak olmak zorundadır. Komünist partilerde parti içi ideolojik mücadele, sınıf mücadelesinin bir alanıdır, doğaldır, kaçınılmazdır. Komünist disiplin anlayışı bu olguyu önsel olarak kabul eder, içerir. “Tartışma özgürlüğü eylem birliği”, parti ilkesi ekseninde bir bütünlük oluşturur. Önemli olan şey, ideolojik mücadelenin partiyi bölmemesi, partinin eylem birliğini bozmaması, partiyi daha ileri taşımasıdır.  
Sınıflı bir çağda ve toplumda yaşıyoruz. Sınıf mücadelesi, sınıflı toplumun temel gerçeğidir. Komünist partilerin sınıflar mücadelesinin üstünde ya da dışında olmadığı da açıktır. Bilakis komünist partiler, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin en keskin aracıdır; işçi sınıfının genelkurmayları olarak proletaryanın amaçları doğrultusunda savaşan, savaşımı yöneten kuvvettir. Dolayısıyla sınıf mücadelesi bilakis parti içerisinde de sürer; komünist partilerde süren mücadeleler de sınıf mücadelesidir, onun bir görünümüdür. Burada önemli olan şey, komünist partilerin bu mücadeleleri ilkeli, mücadeleci, yapıcı, irade ve eylem birliğini güçlendirici, niteliği geliştirici bir teorik ve pratik perspektif ve duruşla ele alması ve sorunları zamanında çözerek amaçları doğrultusunda kesiksiz yürüyebilmesidir.

* “Sık Sorulan Sorular”ın devamıdır.