17 Nisan 2014 Perşembe

“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI? VII



“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI?
                                 VII
“Postkapitalizm”de Sermayenin Organik Bileşiminin Yükselmesi ve Eğilimli Düşen Kar Oranları üzerine  
Marx, “Üretim koşulları, aynı zamanda, yeniden üretimin koşularıdır. Ürettiği ürünlerin bir kısmını üretim araçlarına ya da yeni ürünlerin unsurlarına devamlı bir şekilde dönüştürmedikçe hiçbir toplum üretime devam edemez, bir başka deyişle, hiçbir toplum yeniden üretim yapamaz” der. “Üretim biçim olarak kapitaliste ait ise, yeniden üretimin biçimi de aynı olur. Kapitalist üretim biçiminde, nasıl ki emek süreci sermayenin kendisini genişletmesi yolunda bir araçtan başka bir şey değilse, yeniden üretim sürecinde de, yatırılmış değeri sermaye olarak, yani kendini genişleten değer olarak yeniden üretmenin aracından başka bir şey değildir.” (Kapital, C. I, s. 540) der.
Art-değerin sermaye olarak kullanılmasını ve yeniden sermayeye dönüştürülmesini “sermaye birikimi” olarak tanımlayan Marx, sermayeyi artı-değer üreten değer olarak da tanımlar. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim tarzı basit kapitalist üretim sürecinden farklı olarak, üretimin çapının daha yüksek bir teknik temelde, daha bir üst düzeyde yeniden üretimini ifade eder. Bu da, artı-değerin bir bölümünün sürekli bir şekilde üretimin çapının genişletilmesine aktarılmasını gerektirir.
Açık ki, artı-değer hem sermayenin, hem de sermaye birikiminin ve genişletilmiş yeniden üretimin başlıca kaynağıdır. Zaten kapitalizmin gizi de burada yatar. Bu gizemi aydınlatan da Marx’dır. Sermayenin kendini genişletmesinin sırrı, “özü bakımından karşılığı ödenmemiş emeğin maddeleşmesi” demek olan artı-değer gaspıdır. (age, s.507) Sermayenin, burjuva liberallerin, liberal oportünistlerin, Negrilerin gizlemek istediği şeyde budur.
Sermaye, iki bölümden oluşur: Değişmeyen sermaye ve değişen sermaye. Değişmeyen sermaye, üretim aletlerini, makineleri, hammaddeleri, yedek maddeleri, fabrika binalarını vs. kapsar. Makine ve donanımlar değişmeyen sermayenin sabit sermaye bölümünü oluşturur. Değişen sermaye ise ücretli emekten, işgücünden, işçiden oluşur.
Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci, doğal olarak, sermayenin değişmeyen ve değişen sermaye olarak yeniden, genişletilmiş temelde yeniden üretim sürecidir böylece. Ve söz konusu üretim sürecinde, değişmeyen sermaye, değerini, metaya, metalara bir kerede değil, parça parça aktarır ve aktardığı bu değerin dışında metaya, metalara yeni/ek bir değer eklemez. Oysa değişen sermaye, hem kendi fiyatını (ücret) yani gerekli emeğin karşılığını, hem değişmeyen sermayenin değerini, hem de artı-değeri (artı-emek) üretir ve sermayenin kendisini genişletmesini sağlar. Dolayısıyla canlı emekten, değişen sermayeden arınmış, sırf değişmeyen sermayeye dayanan, otomasyona dayanan ve üstelik artı-değer üreten bir kapitalizm, “postkapitalizm”, “enformatik toplum” kapitalist üretim tarzının nesnel karakterine, gelişme yasalarına aykırı ve olanaklı değildir. Bu savı vbg. tezleri ileri sürenler, teorileştirenler sermayenin safına geçmiş ya da zaten sermayenin temsilcisi olan zat-ı muhteremlerdir.
Kapitalizm geliştiği oranda sermayenin organik bileşimi yükselir. Bu, sermaye birikiminin, üretimin ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesinin kaçınılmaz sonucudur ve kapitalizmin nesnel bir eğilimidir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demek, değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine büyümesi demektir. Bilimin üretime girmesi ile sermayenin organik bileşimi sıçramalı yükselmiştir. “Makine kullanımındaki her gelişme ile, sermayenin, makineler, hammaddeyi vb. kapsayan değişmeyen kısmı arttığı halde, emek gücü yatırılan değişen kısmı” (age, C. I, s. 430) azalır.
Kapitalizmde değişmeyen sermaye değişen sermayeden daha hızlı büyür. Sanayi devriminden bu yana geçen kapitalizmin tarihi bu olguyu açık bir şekilde doğrulamaktadır.
Değişmeyen sermayenin değişen sermaye (canlı emek/işgücü) aleyhine büyümesi, “üretim araçları kitlesindeki artış, emeğin üretkenliğindeki artışın ifadesidir. Bu nedenle, emeğin üretkenliğindeki artış, kendisini, kendisiyle devindiren üretim ve üretim araçları kitlesine oranla, emeğin kitlesinde bir küçülme ya da nesnel etmenlere oranla emek sürecinin öznel etmenlerinde bir eksilme ile belli eder.” (age, s.593) “Sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısmına oranla giderek artması yasası, yedek işsizler ordusunu (‘artı-nüfus’) yaratır.” Çünkü “Genelde emek üretkenliği, en az işle en fazla karın elde edilmesinden ibarettir; dolayısıyla malların değeri sürekli düşer. Bu, bireysel kapitalist iradesinden bağımsız olarak bir yasa durumuna gelir…” (Kapital’e Ek…, s.104, iMa.)
Emperyalist küreselleşmenin 20. yy. ikinci yarısındaki atılımları sürecinde de sermayenin organik bileşimi yükselmeye devam etmiştir. 70’lerde ve 80’lerdeki yapısal krizini yeni teknolojik atılımlarla (otomasyon ve elektrik, mikroelektronik ve sensor tekniği) aşmaya yönelik kapitalist emperyalizmin yeniden yapılanma sürecinde, bu olguyu çok açık görebilmekteyiz. “Artı-nüfusun” daha yüksek düzeylere sıçrayarak küreselleşmesi, yapısal ve kronik karakter kazanması da söz konusu gelişmenin ifadesidir.
Sermayenin organik bileşimindeki söz konusu yükselme, “küresel sermaye”ye ve her soydan “teorisyen”lerine ve propagandistlerine, işçi sınıfının önemsizleştiği, artı-değerin değişmeyen sermayeden kaynaklandığı demagojisini “perdeleme olanağı” sunmuştur.
Bir örnek vermek gerekirse:
“Gelişmiş biçimleriyle bu yeni üretim sistemlerinin emek tasarruf kapasiteleri gerçekten de olağanüstü. Japonların en karmaşık otomatik fabrikalarının idarecileri, aynı anda üretimi üç kat arttırırken, işgücünü yaklaşık yarı yarıya azalttıklarını iddia ediyorlar. California’da yılda 1 milyar dolar değerinde bilgisayar üretme kapasitesine sahip bir işletme, elle çalışan sadece beş montaj işçisi ve sayıları yüzü geçmeyen mühendis ve diğer işçiye ihtiyaç duyuyor.” (Siber Marx…, s.140)
Bu örneklerden de çarpıcı bir tarzda görülebileceği gibi sermayenin organik bileşimi oldukça yüksektir. Burada yüksek bir teknolojik temelle karşı karşıyayız. Değişmeyen sermayenin değişen sermaye, sabit sermayenin canlı emek karşısında olağanüstü bir üstünlüğü var.
Burada, üretici güçlerin yüksek bir gelişme düzeyini, kafa emeğinin gerek sabit sermaye gerekse de canlı emekte somutlaşmış üstünlüğünü, yerini, ağırlığını; emek üretkenliğinin olağanüstü derecede yükselmiş olmasını, sınırlı bir canlı emek gücü ile koca bir üretim araçları kitlesinin nasılda harekete geçirildiğini vb. görmekteyiz. Ve her durumda da canlı emek gücünün rolünü tabii ki…
Kapitalist rekabet, karı azamileştirme, kar oranlarının düşüşüne karşı koyma kapitalisti ve ÇUŞ’ları emek üretkenliğini yükseltmeye iter. Emek üretkenliğindeki yükselme ve gelişme, sermayeyi yoğunlaştırır. Üretim teknolojisindeki gelişme ve büyüme, sermayenin yoğunlaşması, sermayenin çapının büyümesi, değişen sermayenin (ücretlere yatırılan sermayenin) azalması; on işçinin yaptığı işin bir işçiyle, yüz işçinin yaptığı işin on işçiyle yapılması, yapılır hale gelmesi sermayenin organik bileşimindeki yükselmenin, emek üretkenliğindeki gelişmenin ifadesidir. Bu emek üretkenliğindeki gelişme, gerekli emek zamanının kısalması, artı-emek zamanın uzaması ile ve işçi sayısının düşüşüyle el ele gider.
Yukarıda bir örnek olarak aktardığımız California’deki bilgisayar fabrikası örneğinde bu gerçekleri çarpıcı bir şekilde görebilmekteyiz.
Engels, Kapital C. III.’ye yaptığı bir “ek”te, şunu vurgulamaktadır:
“Emeğin artan üretkenliği yasası… sermaye için mutlak geçerli değildir. Sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla üretkenlik, genellikle canlı emekten sağlanan tasarrufla artmaz… canlı emeğin karşılığı ödenen kısmında, geçmişte harcanan emeğe kıyasla sağlanan tasarrufla yükselir. Kapitalist üretim tarzı, burada, bir başka çelişkiyle karşılaşır. Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içerisinde geliştirmektir. Burada olduğu gibi üretkenlikteki gelişmesini engellediği her zaman, tarihsel görevine ihanet eder. Böyle o, gittikçe yaşlandığını ve miadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş oluyor.”(açE., s.232)
Kapitalizmdeki emek üretkenliğinin gelişmesinin sınırları, kapitalist üretimin amacıyla, “sermayenin kendisini genişletmesi, yani artı-emeğin ele geçirilmesi”yle, “artı değer ve kar”la sınırlıdır. Dolayısıyla onun üretimi sınırsız geliştirme eğilimiyle sınırlı amacı arasındaki çelişki ve çatışma, emek üretkenliğinin gelişmesinin sınırlarını da çizer. Kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin gelişmesi önündeki başlıca engele dönüştüğü çağımızda, zaten o, söz konusu “tarihsel görevine” sürekli bir şekilde “ihanet” etmektedir ve o, artık yaşlanmıştır, miadını çoktan doldurmuştur.
Üretimi, bilimi, tekniği sınırsız bir şekilde geliştirmek, devasa atılımlar yapmak olanaklıyken kapitalizm bunu önlemektedir. 20. ve 21. asırda bilim ve teknikte gelinen yerden, ulaşılan düzeyden bunu açıkça görmekteyiz. Marx’ın dediği gibi, “Hiçbir kapitalist, kar oranını düşürdüğü sürece, yeni bir üretim yöntemini, ne denli üretken olursa olsun, artı-değer oranını ne kadar çok arttırırsa arttırsın, hiçbir zaman gönüllü olarak uygulamaya koymaz.” (Kapital, C. III, s. 233) ve hemen eklemek gerekiyor, kapitalistler, “iyileştirmelere, yeni buluşlara, üretim araçlarından daha fazla tasarrufa vb. fiyatlar ortalamanın üstünde olduğu zaman değil, altına düştüğü zaman baş” vurur (Artı Değer Teorileri, İkinci Kitap, s. 22) Bu olgu, kapitalizmin sınırlı amacıyla, kar için üretim düzeni ile sınırlı bir sistem olmasıyla bağlıdır.
Artı-değer oranı, değişen sermaye ile ölçülen artı-değerdir; artı-değerin değişen sermayeye (işgücüne yatırılan sermaye, iş gücünün değeri) oranıdır. “Artı-değer kitlesi artı-değer oranı ile işçi sayısının çarpımına eşittir.” (Marx. Kapital, C. III, s. 209) Artı-değer oranı, kapitalistin el koyduğu bedava emeği (artı-emek zamanı), sömürü derecesini gösterir. Kar oranı ise, artı-değerin toplam sermayeye (değişen ve değişmeyen sermayeye) oranıdır. Dolayısıyla artı-değer oranı kural olarak kar oranından yüksek olur. Bunlar iki farklı büyüklüktür. Kapitalisti daha da fazla ilgilendiren kar oranıdır. Artı-değer oranının yüksek olması, artı-değeri büyüten bütün imkan ve yöntemlerin azami limitine kadar zorlanması ve kullanılması, artı-değer oranını yükselttiği gibi, kar oranlarını da yükseltir. Ve kar, artı-değerin başkalaşmış biçimidir. Kar oranı kuşkusuz ki öncelikle artı-değer oranına bağlıdır ama ikisi aynı şey değildir. Karın kaynağı artı-değerdir.
Kapitalist üretim tarzı geliştiği oranda sermayenin organik bileşimi yükselir, büyür. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, kar oranlarını düşürür. Kar oranının düşme eğilimi yasası, sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin kaçınılmaz bir sonucudur. “Kar oranı, işçi daha az sömürüldüğü için değil, genellikle, yatırılan sermayeye oranla daha az emek kullanıldığı için düşmektedir.” (Marx, Kapital, C. III, s. 218)
Kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine büyümesi; değişen sermayenin “toplam harekete geçirilen sermayeye oranla nispi azalma”sı, “kapitalist üretimin bir yasasıdır.” (Marx) Bu yasa, kar oranlarının eğimli düşmesi yasasının da temelini oluşturur ve düşme, Marx’ın vurguladığı gibi, “mutlak bir biçimde değil de, artan bir düşme eğilimi” biçiminde gerçekleşir. Ve “kar oranındaki düşme … artı-değerin yatırılmış toplam sermayeye oranında bir düşmeyi ifade etmektedir.” (C. III, s. 190) “Üretkenlikteki gelişme nedeniyle kar oranında bir düşüşün, kar kitlesinde bir artışla birlikte olacağı”, kapitalizmin bir “yasa”sıdır. (age., s. 200)
Kar oranının düşmesini kar kitlesinin de düşmesi biçiminde yorumlamak gerçekte bu yasayı kavramamaktır. Kar oranı düştüğü halde kar kitlesi büyür; çünkü kar oranı (artı değerin toplam sermayeye oranı) düştüğü halde, bir yandan artı değer oranı (artı değerin değişen sermayeye oranı) yükselmeye, öte yandan işçi sınıfı tarafından yaratılan toplam artı değerin ( yani kar kitlesi) hacmi işçi sınıfının büyümesi ile böylece toplam artı değerin kaynağı olan proletaryanın sayısal artışı ve sömürülüşü ile büyümeye devam eder. Sermaye, kar kitlesini büyüterek de kar oranlarının düşüşüne karşı koymaya çalışır.
Kapitalistlerin kar oranlarını yükseltmek için aldığı tedbirler, başlangıçta kar oranını yükseltse de, giderek karşıtına dönüşerek kar oranlarının eğilimli düşmesine yol açar. Bu olgu da, kapitalizmin tarihi sınırlarını gösterir; onun içsel uzlaşmaz karşıtlarla, zıt eğilimlerle belirlenen çatışmalı karakterini de sergiler. Kapitalistler, tüm güçleriyle kar oranlarının düşmesine karşı koyarlar. İşçi sınıfının sömürü derecesini yükselterek, işgücünü ucuzlatarak, emek üretkenliğini yükselterek, işgününü uzatarak; sınıfın mutlak ve göreli yoksullaşmasını geliştirerek; değişmeyen sermayenin değerinin düşmesiyle (ucuzlaması); eşitsiz dış ticaret yoluyla; işgücünün ucuz olduğu pazarlara yönelerek vb. bunu yaparlar. Ancak tüm bunlar son tahlilde kar oranlarının düşmesini (mutlak olarak) önleyemez ve bu yasanın eğilimli bir karakter kazanmasını sağlar.
Kar oranlarının düşmesi, bir yandan proletarya ile burjuvazi, öte yandan kapitalistler arası savaşımı keskinleştirir. Emperyalizmle halklar, tekeller ve emperyalist devletler arası çelişkileri yoğunlaştırır…
Kar oranlarının eğilimli düşmesi yasasını salt serbest rekabetçi döneme özgü sayan, emperyalizmle, ÇUŞ’lar dönemiyle bu yasanın, “artığın yükselme eğilimi yasası” ile yer değiştirdiğini (“Bu yüzden, azalan kar kanunu yerine artan fazla kanunu” koyduklarını belirtir Paul Baran ve Paul Sweezy. Bkz Tekelci Kapitalizm, s. 89, Doğan Yayınları), rekabetin yerini tekeller arası anlaşmaya, işbirliğine, terk ettiğini, “karlılık listesinin hep yukarıya doğru çıktığı”nı, “dev şirketlerin fiyat ve maliyet siyasetlerine bağlı olarak, fazlanın kuvvetli ve sistemli bir artma eğilimi olduğu”nu, rekabetin yerini tekel fiyatına bıraktığını, “tekelci kapitalizmde, azalan maliyetin durmadan artan kar oranlarıyla sonuçlan”dığını, Marx’ın  “fazla değer” kavramının ve teorik arka planının “tekelci kapitalizmde…doğru olmadığını” düşündüklerini (tırnak içindeki alıntılar Sweezy ve Baran’ın  “Tekelci Kapitalizm” eserinden alındı), sorunun, aşırı birikimle onu emme sorunu olduğunu (bkz. J.B. Foster, Emperyalizmin Yeniden Keşfi, s.190;  H. Magdoff, Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm, s.160) ileri süren Paul Sweezy, Paul Baran, Harry Magdoff, Monthly Review çevresi, kuşkusuz ki revizyonist bir iddiayı dillendirmektedir. Dahası Baran ve Sweezy, Lenin’i ve izleyicilerini emperyalizm tahlil ve teorisini yetersiz ilan etmekte, “bu sorunu Marx’çı iktisat kuramının temellerine kadar” götüremediğini iddia etmekte, “Bu durumu düzeltmenin, bunu da açık seçik ve radikal bir biçimde yapmanın sırası geldiğine”  inandıklarını vurgulamaktadırlar “Tekelci Kapitalizm” isimli yapıtlarında. (age., s. 6-7)
Kuşkusuz ki tekeller, tekelci piyasa, tekeller arası ittifaklar yoluyla, kar oranlarının düşüşüne karşı koymaya çalışmaktadırlar. Ama azami kar yarışı, doğası gereği, ittifak temelli sürekliliğe, “inter” ya da “ultra emperyalizm”e değil, rekabet temelli yıkıcı savaşlarla, rekabet ve mücadeleyle belirlenen gerçeğe dayanır. Tekelci kapitalizm rekabetin son bulması değil, rekabetin tekeller arası rekabet olarak ve tekelleşmemiş kapitalistlerle tekeller arası rekabet biçimini de bürünerek sürmesinde ifadesini bulmaktadır. Emperyalizm kapitalizmin tüm çelişkilerini, daha keskin bir şekilde, yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen üzerinde, yeniden üreterek şekillendirmiştir. Dahası, tekel karı (azami kar yasası), emperyalist kapitalizmin temel itici gücü olarak, tekeller ve devletler arası savaşı daha da keskinleştirir ve keskinleştirmiştir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, kapitalizmin bu mutlak yasası, emperyalizmle birlikte özellikle keskinleşmiştir. Bu olgu, uluslararası tekellerin hegemonya ve rekabet mücadelesi ile belirlenen günümüzün emperyalizminin de, çok daha keskin geçerli bir gelişme yasasıdır. Söz konusu tasfiyeci revizyonist teori ya da tez, Lenin’in, tekellerin, tekelci kapitalizmin “dört bellibaşlı tipi”ni, “ya da tekelci kapitalizmin dört bellibaşlı belirtisi”ni incelerken dile getirdiği, “Çelişkilerin keskinleşmesi, uluslararası mali sermayenin kesin zaferiyle açılmış olan tarihsel geçiş döneminin en büyük itici gücüdür.” tezinin ve genel olarak da emperyalizm teorisinin reddidir.
Aşırı sermaye birikimi ile onun “emilmesi” sorunu, kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin nesnel karakterinin, çelişkili eğilimlerinin bir yansımasıdır. Söz konusu ve benzer çevrelerin ve aydınların bu çelişki ve sorunu, kar oranlarının eğilimli düşmesi yasasının ret ve inkarı için kullanmakla, Marx’ın, “Bu yasa, her yönüyle modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerinin kavranması için hayati nitelikteki yasadır. Tarihi perspektiften en önemli yasadır.” (Grundrısse, s.682) dediği şeyden pek bir şey anlamadıklarını çarpıcı bir şekilde ele vermektedir. Söz konusu çevrelerin bu savunuları, Hobsoncu “inter emperyalizm”, Kautskyci “ultra emperyalizm” tezinin, Hilferding’in, Buharin’in “örgütlü kapitalizm” tezinin, emperyalizm çağında ve giderek ÇUŞ’lu süreçte, bir yeniden üretimini ya da türevini ifade etmektedir. Kautskyciliğin “sol” kanadının bu tezi, 1950’ler sonrası, ÇUŞ’lar süreci ile yaşanan tarihsel kesitin gerçekleriyle de zaten çelişki içerisinde bulunmaktadır. Tekeller dünyasının belirleyici yasalarından, ana eğilim ve gerçeklerinden yola çıkmak yerine, ikincil ve geçici biçim ve eğilimlerini yasa katına çıkarmayı da ifade etmektedir.
                                                                                               DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder