19 Haziran 2014 Perşembe

EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER III



EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER
                                           III
Ortadoğu’da fay hatları çoktan harekete geçmişti. Bu fay hatlarından birisi ve en önemlisi Kürt fay hattıydı. Özetle, Irak’ta Federe bir Kürt devleti zaten kurulmuştu. Rojava Devrimi ile Suriye’de Kürtler, farklı etnik, ulusal, dinsel, mezhepsel yapıları demokratik bir şekilde kapsayan “demokratik özerklik” statüsünde devletleşmiş durumda. Ki Rojava gerçeği bugün için Esat rejimi, IŞİD ve diğer radikal İslami terörist çeteler ve arkasındaki bölgesel ve küresel güçler karşısında rüştünü ispat etmeyi başarmıştır. IŞİD’in, Rojava’da bölgesel ve küresel gericiliğin tüm desteğine karşın başarısızlığa uğrayarak yenilmesi Kürt yurtsever hareketinin bölgesel ve uluslar arası prestijini arttırarak hareket alanını genişlettiği ya da yeni devrimci imkânlar sunduğu ve sunacağı açıktır. T.C. sınırları içerisinde kalan Kuzey Kürdistan’da Kürt halkı ve öncüsü ulusal demokratik hareket birkaç on yıllık mücadelesiyle siyasi ve askeri bakımdan yaman bir direnme ve savaş pratiğiyle kendini meşrulaştırmayı başarmış ve uluslar arası meşruiyetini de kazanma yolunda ilerlemektedir. Kürtlerin Rojava başarısı ve Ortadoğu’da hemen yanı başımızda sürmekte olan tarihsel, yapısal, politik ve toplumsal kriz ve kaos süreci ve Ortadoğu’da sınırların yeniden biçimlendirilmesi gerçekleri T.C. devleti ve Erdoğan Hükümeti’ni köşeye sıkıştırmış durumda. Bu durum Amerikancı faşist diktatörlüğün ve başı Erdoğan’ın “barış sürecini” sürece yayarak, zaman kazanarak PKK’yi ve Kürt ulusal mücadelesini çürütme, bölme, kitlesel temelini daraltma, etkisizleştirip tasfiye etme, o arada seçim süreçlerini (Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim) rahat bir ortamda atlatma politikasının da hareket alanını oldukça daraltmakta, açmazlarını büyütmektedir. İran’da ise Kürt hareketi direnmeye devam etmektedir.
Bu tablo içerisinde, IŞİD’in son atağıyla, başta Rojava olmak üzere Kürt Sorunu ve Kürt kartı daha fazla bölgeselleşerek, uluslararasılaşarak kendini gündemleştirmiş bulunuyor. Bu, aynı zamanda PKK’nin yoğunlaşan, genişleyen etki gücünün de ifadesidir ya da PKK bakımından büyüyen, daha fazla bir etki gücü yaratan, bu bakımdan devrimci imkânların genişlediği bir süreçtir. Tamda böyle bir süreçte yurtsever hareketin (PKK, KCK, PYD, YPG), bölgesel gericilikten, emperyalizmden, T.C. devlet ve Hükümeti’nden, IŞİD’ten gelen tehlike ve tehditlere karşı daha baştan Kürdistan’daki kazanımları savunmaya, korumaya hazır olduğunu açıklaması, demokratik ulusal birlik çağrısı yapması ise önemli ve değerlidir.
Küresel ve bölgesel hegemonya ve rekabet mücadelesinin bütün keskinliği ile kendini dayattığı Ortadoğu’da, sınırların yeniden çizilmeye çalışıldığı, güç dengelerinin yerinden oynayarak yeniden şekillenme sürecine girdiği,  emperyalist yeniden yapılandırma projelerinin tutmadığı ya da istikrarlı uygulama alanı bulamadığı konjonktürde Kürtler, etki gücünü ve alanını giderek arttırmaktadırlar. Bu tablo içerisinde Irak’ta “bir istikrar adası” durumunda olan Güney Kürdistan’ın etki gücü ve alanı da genişlemektedir. Kerkük’ün ve “tartışmalı diğer bölgeler”in büyük bir oranda denebilecek şekilde peşmerge kontrolüne geçmesi bu bakımdan en önemli ve anlamlı gelişmedir diyebiliriz. Bu durum Kürtler için güç ve mevzilerin büyümesi demektir. Elbette ki bu, karşı çıkılacak bir durum değil, dahası, Kürdistan’ın tarihi sınırlarının emperyalizm ve yerli bölge gericiliği tarafından çiğnenmesi; Türk, Fars, Arap burjuvazisi lehine düzenlenmesi tarihi bir haksızlıktır ve Kürt Ulusu’nun dört parçada da tüm ulusal demokratik haklarının tanınması ve birleşik Kürdistan mücadelesi haklı ve meşru bir mücadeledir. Fakat sözünü ettiğimiz durumun, Barzani önderliğindeki Güney Kürdistan burjuva devletinin Kerkük vb. gibi alanlarda fiili olarak etki alanının genişlemesi söz gelimi PKK önderliğindeki mücadele ve etki alanları için doğrudan lehte bir gelişme olmadığı, esasen Güneyde Kürt burjuvazisi için bir kazanım olduğu gerçeği de bilince çıkarılmalı ve vurgulanmalıdır. Bölgedeki Sünni ittifakının, AKP-Barzani bağlaşmasının ilerici, demokratik, yurtsever, devrimci Kürt kazanımlarının tasfiyesine yöneleceği de açıklıkla görülmelidir. Rojava gerçeğine karşı Barzani kliğinin (KDP) IŞİD ile kurduğu kirli ittifakı unutmamak lazım. Kaldı ki Barzani’nin IŞİD ile kurduğu ittifak salt Rojava’ya karşı da sınırlı değildir, aksine Maliki rejiminin yıkılması operasyonunu da içermekte ya da kapsamaktadır. Burada vurgulamak istediğimiz şey, bir an bile unutulmaması gereken şey Kürt burjuvazisinin çıkarları ile Kürt halkının çıkarlarının birebir örtüşmediği ve örtüşmeyeceğidir. Her bir durumda bu olgunun da devrimci ve komünist siyasal analize konu olması; böylece Kürt işçi ve emekçilerinin de siyasal bakımdan uyarılması ve aydınlatılması gerekir… Bu bağlamda T.C. ile Barzani arasında kurulmuş olan stratejik ortaklığın aynı zamanda Kuzey Kürdistan’daki ulusal demokratik mücadeleyi, Batı Kürdistan’daki devrimci-demokratik kazanımı (Rojava Devrimi’ni ve Demokratik Özerk Kürdistan’ı) tasfiye etmeyi amaçladığı özellikle vurgulanmalıdır.
Dünle kıyaslandığında bugün Ortadoğu’da atılacak her adımda bölgeye müdahil olan, bölgede egemenlik savaşımı veren tüm yerel ve küresel devlet ve kuvvetler Kürtleri daha etkin bir şekilde hesaba katmak zorundadırlar. Bugün Kürtler dünle kıyaslanmayacak denli etkin bir güç odağı olarak Ortadoğu’da öne çıkmaktadır ve çıkacaklardır. Ortadoğu demek aynı zamanda Kürt demektir. Ortadoğu Sorunu demek aynı zamanda Kürt Sorunu demektir. Ancak hemen eklemek gerekir: Ortadoğu salt Kürt demek değildir. Ortadoğu sadece Kürdistan demek değildir. Ortadoğu’daki son gelişmeleri değerlendirirken de sorunu salt Kürt sorunu bağlamında ele almak da yanlıştır. Ortadoğu demek emperyalizm, emperyalist müdahale demektir. Ortadoğu demek yerli işbirlikçi egemen sınıflar ve gerici rejimler demektir. Ortadoğu Sorunu demek aynı zamanda bir Kürt, Türk, Fars, Arap sorunu demektir. Bunları küçümsemek, tarihsel ve güncel perspektiften okumaları unutmak, her birinin bütünsel bir tablo içerisindeki etkileşimini vb. görmemek ya da es geçmek, siyasi analiz ve yönelimlerin dışında tutmak, halkların siyasi duyarlılığını köreltmek doğru değildir. Ortadoğu demek “küresel güçler”in hegemonya ve rekabet mücadeleleri demektir. Ortadoğu demek sayısız zenginliği ve çeşitliliği içerisinde kadim halkların, kültürlerin, inançların, çelişki ve çatışmaların yurdu demektir. Ortadoğu demek dün dost olanların bugün düşman, bugün dost olanların yarın düşman olduğu, kimin elinin kimin cebinde olduğunun pek belli olmadığı bir fay hattı demektir. Dolayısıyla sorun ve gelişmeleri salt Kürt Sorunu çerçevesinde ele alan ve tahlil eden ya da çubuğu aşırı bükerek ele alan bakış açıları ve analizler tek yanlıdır ve Kürtlerin de siyasi uyanıklığını zayıflatan bir işleve sahiptir. Bu gerçeğin de vurgulanması gerekir. Kürtlerin Ortadoğu’da güç ve etkisi artıyor ama o oranda da etrafındaki tehlike ve tehditler de büyüyor; yeni baskı, kuşatma, tuzak, bölme, çürütme strateji ve taktikleri de hazırlanıp arenaya sürülüyor. Kanımızca bu tip analizler bir yandan ilkel Kürt milliyetçiliğini savunan bazı çevrelerden, öte yandan da yurtsever harekete yaltaklanarak siyasi rant ve şöhret peşinde koşan bazı çevrelerden gelmektedir.
Devam edecek olursak; çizegeldiğimiz tablo içerisinde Kürtlerin ulusal birlik çalışması da giderek daha yaşamsal bir önem ve konum kazanmaktadır. Buna karşın Kürtlerin parçalı durumu, derin sınıfsal çıkar farklılıklarıyla parçalanmış olması ve iç rekabet gibi sorunlar göz çıkarmaktadır. Bu bağlamda Güney Kürdistan burjuvazisinin özellikle de Barzani liderliğindeki kanadın duruşu son derece negatiftir. Barzani ve KDP’si kayıtsız-şartsız liderliğini tüm Kürtlere dayatmaktadır. Bu gerçeklerin yanı sıra Avrasya ve Ortadoğu’da hegemonya ve rekabet mücadelesi veren sayısız kuvvetin varlığı ve Kürt ulusal birliğinin kurulmasını önleme politikaları ve pratikleri negatif diğer faktörler olarak altı çizilmelidir. Evet, Kürtlerin günü geliyor ama ortak bir ulusal irade oluşturmanın pek o kadar kolay bir iş olmadığı, Kürtlerin pek çok tehditle kuşatılmış ve karşı karşıya oldukları gerçeğini de görmek ve vurgulamak gerekmektedir. Bu bakımdan gelişen, büyüyen olanakları realize etmeye ve mevzileri sağlamlaştırmaya özen gösterirken zafer sarhoşluğu rüzgârına kapılarak politik körleşmeye uğramamak gerektiği de açık olmalıdır. Dostluk gösterileri ardına gizlenen pohpohlamalara karşı da zorunlu ve gerekli olan siyasal uyanıklık bir an olsun bile gözden yitirilmemelidir. Biz PKK’nin iyi ya da kötü niyetli dostlarından farklı olarak daha gerçekçi, nesnel davranacağına da inanmaktayız.
Kürt gerçeğinin daha çarpıcı biçimler alarak ortaya çıkması ve kazanımlarının başta üç parçada olmak üzere büyümesi, uluslararası ve bölgesel kuvvetleri başlı başına etkilemesi, PKK’nin siyasi ve askeri kazanımlarının büyümesi sömürgeci T.C. devleti üzerinde de başlı başına bir baskı gücü olarak kendini dayatmasına yol açmakta ve açmazlarını büyüterek keskinleştirmektedir. Bu olgu ya da olgular da, Türkiye’de birleşik bir demokratik halk hareketinin geliştirilmesinin lehinedir. Bir birleşik cephe hareketinin inşa edilerek geliştirilmesi Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu devriminin ve halklarının acil gereksinimidir. Bu bağıntıda anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist bir birleşik cephe hareketi olarak HDK/HDP’nin politik maddi bir güç olarak yeni bir tarzda daha etkin ve hızla organize edilmesi büyük politik önemi olan bir sorundur. Ortaya çıkan ve büyüyen ilerici ve devrimci imkânlara dayanmak ve bunları geliştirmek gerekir. Birleşik mücadele olanağını proletarya, halklar, ezilenler nezdinde büyük bir maddi-politik güce çevirmek yaşamsal önemde olan görevlerden birisidir. Politik özgürlük, devrim ve sosyalizm adına ortaya çıkan parti ve çevrelerin halkların kardeşliğini örüp büyütecek bir araç olarak, devrim mücadelesine hizmet edecek anti-faşist, anti-emperyalist bir araç olarak ortak mücadeleye/HDP’ye sırtını dönmesi olsa olsa politik körlük olacaktır. Bu, aynı zamanda zorlu bir görevden de kaçmak olacaktır.
Gelinen aşamada HDP bir seçim partisi olmaktan çıkacaktır. HDP’nin “parti formu”nda yeniden inşası, birleşik harekâtı daha yüksek bir düzeye sıçratma ve geliştirme gereksinimleriyle bağlı bir politik yeniden yapılanma olarak görmek gerekir. Biçim olarak parti formunda HDP’nin yeniden inşası, kelimenin gerçek anlamıyla bir birleşik cephe olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamalıdır. O, bir birleşik cephe olarak işlevleşmelidir; ki öyle de olmak zorundadır. Aksi tarzda HDP düşünülen misyonunu da oynayamaz ve bu durum negatif bambaşka sorunlara yol açar.
HDK/HDP’nin bir birleşik cephe harekâtı olarak yeniden yapılanması, giderek işlevli bir siyasal ve toplumsal bir güce dönüşmesi öncelikle şovenizme, sosyal şovenizme, egemen ulus milliyetçiliğine karşı başarılı bir mücadelenin verilmesine bağlıdır. Bu bakımdan Türkiye’de HDK ve HDP’nin muhatapları olan ve olabilecek kuvvetlerin hala geniş bir kesiminin etkin bir şekilde sosyal şovenizmin etkisi altında olması, keza dar grupçu politika tarzı aleyhte faktörler olarak kaydedilmelidir. Birleşik cephe hareketinin başarısı için bu iki barikatın aşılması yaşamsal önemdedir. Emekçi sol, devrimci-demokratik ve proleter sosyalist politika adına ortaya çıkan parti, grup ve çevreler şahsında Türk küçük burjuva milliyetçiliğine, sosyal şovenizme karşı ilkeli, birleştirici, ikna temelli başarılı bir mücadele yürütülmeden HDK ve HDP’nin bir birleşik cephe hareketi ve harekâtı olarak başarı kazanma şansı olmayacaktır.
Ancak HDK ve HDP’nin başarılı bir deneyim, siyasal ve toplumsal bakımdan halklar nezdinde güçlü bir çekim merkezi haline gelmesi bir de yeniden yapılanmakta olan HDP’nin BDP’lileşmemesine bağlıdır. Eğer HDK ikinci bir ya da yeni bir tür BDP olacaksa bu durumda mücadelenin böyle bir araca gereksinimi yoktur ve olmamalıdır da. Zaten HDP bu amaçla kurulmamaktadır. Türkiye’de ilerici demokratik ve devrimci hareketin politik, örgütsel, kitlesel zayıflığı buna karşın yurtsever hareketin devasa bir gücü oluşturması nesnel bir olgudur. Bu eşitsizlik, keza Kürt ulusal hareketinin özgün bazı temel ve acil gereksinmeleri HDP’nin BDP’lileşmesine yol açabilir. Bu, HDP’yi bekleyen ciddi bir tehlikedir. Burada sorun niyetler sorunu değil nesnel gerçeklerdir ve bunun olası sonuçlarıdır. Bilinir, politika, politik mücadele niyetler üzerinden değil, olgular üzerinden yapılır ve yapılmalıdır. Dolayısıyla sorun olumlu niyet beyanları ya da kaygılar sorunu değil gerçek durumu bütün boyutlarıyla kavramak ve buna göre konumlanarak sorunları çözerek ilerleyebilmek sorunudur. Bu bağlamda ısrarlı ve geliştirici bir duruşla HDP’nin, gerçekten HDP’lileşmesinde ısrar etmek gerekir. Her bir anda, vurgulanan ortak mücadelenin gereksinmelerine bağlı hareket edilmesi ve bunun pratik-politik duruş tarafından güvenceye alınması yaşamsal önemdedir. HDK/HDP deneyimi yeni bir deneyimdir ve oldukça önemlidir. Elbette ki HDP, kendi öz deneyimleri içerisinde olgunlaşacaktır. Sorunlar çıkacak ama çözerek yürünecektir ve yürünmelidir. Ki bu başarıldığı oranda, bugün için kaygılarla sürecin dışında duran çeşitli politik çevreler de sürece katılacaktır. Görülen o ki, bazı siyasi ve toplumsal çevreler ancak HDP’nin BDP’lileşmeyeceğini, aksine HDP’nin bir cephesel harekât olarak HDP’lileşmesiyle sürece katılacaktır ya da bu sürece çekilebilecektirler.
Yazının doğrudan konusu olmadığı için sadece belirterek geçelim: Komünist hareket bağımsız politik varlık hakkını, ideolojik ve siyasal bağımsızlığını özenle korumakla, ayrı ve özgün politik çalışmasını birleşik cephe hareketinin gerekleriyle ustaca birleştirerek ele almakla ve geliştirmekle yükümlüdür. Bu çerçeveyle bağdaşmayan her türlü yönelim ve duruş ise tasfiyecilik anlamına gelecektir.
Devam edelim.
“Büyük Ortadoğu”da ortaya çıkan devrimci durum, patlak veren devrimci halk ayaklanmalarının yönünün nasıl saptırıldığını biliyoruz. Burada temel sorun devrimci önderlik sorununun çözülmemiş olması ve kısa erimde de çözülemeyeceği gerçeğidir. Bu tablo bir yandan devrimci önderlik sorununun çözülmesi için yoğunlaşmanın, öte yandan da aynı süreçte devrimci imkânlar, devrimci patlamalar, devrimci demokratik halk hareketleri aleyhine olan tehlike ve tehditlere karşı uyanıklığı büyütmenin, etkin bir mücadele gücü ortaya koymanın ivedi önemini vurgulamaktadır. Bu olgu, bölgesel enternasyonalist bağların da hızla kurularak büyütülmesi gerçeğinin altını çizmektedir. Bölgesel devrim perspektifinden de devrimci-demokratik bir Ortadoğu ve Ortadoğu federasyonu çizgisinde savaşımı geliştirmenin güncel önemini, mücadeleyi bu hedeflere taşıyacak birleşik cephe hareketlerinin örülmesinin yaşamsal rolünü ortaya koymaktadır. Asla unutulmaması gereken temel olgu, demokratik bir Ortadoğu, demokratik bir Ortadoğu federasyonu için temel politik ön koşulun bölgede emperyalizm ve işbirlikçilerinin devrimlerle tasfiye edilmesi gereğidir. Emperyalizmin denetiminde bir “demokratik” Ortadoğu ya da Ortadoğu’nun “demokratikleştirilmesi”nin sonuçlarını ise, Afganistan’da Filistin’de, Lübnan’da, , Mısır’da, Libya’da, Irak’da, Suriye’de vb. deneylerden görmekteyiz. Demokratik bir Ortadoğu için Rojava devrimi deneyi önemlidir ve konjonktürde de en ileri örnek olarak öne çıkmaktadır. Bu mevziyi korumak, büyütmek dünya devriminin, Ortadoğu devriminin, Türkiye devriminin, Kürdistan devriminin ortak çıkarıdır. Geleceği henüz netleşmemiş olan Rojava Devrimi özenle korunmalı ve geliştirilmelidir. Rojava Devrimi tarihin ve politik mücadelenin yaratıcı gücüdür. Pratik her zaman önde gider. Yaşamın derinliği, genişliği, zenginliği, yaratıcılığı daima teoriden yüksek ve ileridedir. “Yaşam ağacı yeşil teori ise gridir” sözü boşuna söylenmemiştir. Dolayısıyla teoriyi asla ihmal etmeden tarihten, tarihsel pratikten öğrenmek, teoriyi de zenginleştirerek yürümesini, geleceği okumasını bilmek gerekiyor. Doktriner yaklaşımlar, dogmatik reçeteler tarihe ve politik mücadeleye yanıt veremez ve vermemiştir de hiçbir zaman.
Halklar için gerekli olan şey, Ortadoğu’nun gereksinimi olan şey emperyalizmin ve gericiliğin şu veya bu kategorisine yedeklenmek, gerici hegemonya ve rekabet mücadelelerin uzantısı haline gelmek; milliyetçi, dinsel, mezhepsel boğazlaşmalar, vb. değil, ulusların, dillerin, inançların, kültürlerin demokratik bir hak eşitliği içerisinde kardeşçe yaşadığı bir Ortadoğu’dur. Ortadoğu’da emperyalist hegemonyanın yıkılması, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin işbirlikçi yerli gericiliklerle birlikte tasfiyesidir. Bölgesel devrimin bölgesel devrimci-demokratik programının asgari ölçüleri işte bunlardır.

18 Haziran 2014 Çarşamba

EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER II



EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER
                                           II
Arınç, “IŞİD hedefimiz değil”, “IŞİD’in şu anki gayretlerinden, oradaki çatışmalarından Türkiye’nin bir hedef haline gelmediği açık ve ortadadır”, IŞİD’i yakından tanıyoruz, amaçlarının ne olduğunu da iyi biliyoruz diyor. Bir başka AKP Hükümet yetkilisi, IŞİD’in elinde tutuklu bulunanların “tutuklu değil misafir olduğunu” açıklıyor. Erdoğan, “Bu işi tereyağından kıl çeker gibi” çözeceklerini söylüyor vs. Gerçekte bu açıklamalar, IŞİD ile Hükümet arasındaki illegal ve yasadışı derin ve kirli bağlantının bir başka formda itirafı anlamına gelmektedir. Amerikancı faşist diktatörlüğün ve başı Erdoğan ve avenesinin Ortadoğu’daki politikasının en temel öğelerinden birisi Kürt Sorunu’dur. IŞİD, El Nusra, Asrar Aş Şam vb. gibi radikal İslamcı terörist çeteler, Esat rejimini yıkmak, Suriye’de bir Kürt devletinin doğuşunu ya da küçük de olsa Kürtlerin bazı ulusal demokratik haklar ve mevziler kazanmasını önlemek amacıyla öteden beri korunup silahlandırılmış ve T.C.’de güvenli kamplarda yaşamaları sağlanmıştı; ki bu tablo yakın süreçte hala değişmemişti. Gelinen yerde “Büyük devlet “olan, eski Osmanlı sınırlarını, Ortadoğu’yu kendi arka bahçesi ilan eden T.C. Devleti, Rojava devletiyle sınırdaş durumda. Yani en büyük korkularından birisi daha gerçekleşmiş bulunmaktadır. Ortadoğu’da da İran’la, Irak’la, Suriye ile ilişkileri baştan sona ağır yaralanmış, dinamitlenmiş durumda. T.C.’ye ve hükümetine en yakın bağlaşıklıkları olarak kala kala IŞİD vb. gibi radikal İslamcı çeteler kalmıştır. Eh artık hakkını teslim etmek gerekiyor Erdoğan Hükümeti’nin ve “parlak” Dışişleri Bakanı’nın; “Komşularla sıfır sorun” politikasının büyük başarısıdır bu(!).
“Allahın izniyle 24 saat içerisinde Emevi Camii’nde namaz kılacağız” diyerek Suriye’de oluk oluk kan akıtan, kan akmasına, dev yıkımların gerçekleştirilmesine, Suriye’nin gaddarca yağmalanmasına yol açan İşbirlikçi AKP Hükümeti ve başı olan zat, “ılımlı Sünni İslam”ın temsilcisi. İç, bölgesel, uluslar arası bağlantıları ve bağlaşıklarıyla birlikte T.C.’de yükselen İslami sermayenin temsilcisidir hala Erdoğan ve AKP’si. Aleviliğin ezilenlerden yana tarihine; duruşuna, direnişçi, zulme baş kaldıran karakterine karşı özel bir ideolojik kin ve nefret duyan Erdoğan ve AKP’si iç politikada aleni Alevi düşmanlığı yapmakta, açık-seçik mezhepçi politikalar izlemektedir. Aleviliğin içini boşaltma, bozma, Aleviliği Sünnileştirme operasyonu Erdoğan ve Hükümeti’nin, Fetullah Gülen vb. gibi Sünni İslamcı hareketin faşist diktatörlüğün desteğinde yürüttükleri operasyonun çeşitli bileşenleridir. AKP Hükümeti de Türk Kürt, laik anti-laik, Alevi Sünni çelişkileri üzerinde provokatif bir şekilde dinci faşist politika yapmakta Alevi Sünni düşmanlığını da kışkırtmaktadır. İşbirlikçi AKP Hükümeti, “bölgesel liderlik” iddiası ve politikasının gerekleriyle uyumlu olarak siyasal İslamcı çevrelerle de geniş ve karmaşık ilişkiler ağına sahip olduğu gibi başta Amerika olmak üzere Batı emperyalizmine bağlı Sünni İslama dayanan bir Ortadoğu politikasının da gönüllü yürütücüsü konumundadır. Bu bağlamda Esat rejimini yıkmak ve özellikle de Rojava Devrimi’ni boğmak amacıyla radikal İslami terörist çetelerle sayısız biçimler alan “proaktif” ilişki içerisinde bulunmaktaydı ve bulunmaktadır. IŞİD de söz konusu politika ve ilişkiler sistematiğinin önemli sacayaklarından birisiydi. Ayrıca AKP önderliğindeki “ılımlı” dinsel faşist rejimin Maliki rejimiyle sorunlu olduğunu, Maliki rejiminin yıkılması ve yerine Sünni mezhepçi bir rejimin kurulması çalışması yürüttüğünü, T.C.’de barındırılan Tarık Haşimi’nin de bu amaçla el altında tutulduğunu biliyoruz. Bu tablo içerisinde Amerikancı faşist diktatörlüğün, işbirlikçi AKP Hükümeti’nin “Sünni Aşiretler Komitesi”yle, Baas artıklarıyla, IŞİD’le sıkı bağlarının olduğu açıktır. Dolayısıyla, koçbaşı IŞİD etrafında Irak’ta gelişen ataktan T.C.’nin ve Hükümetinin de haberdar olduğu, dahası bu harekâtı esasen desteklediği kesindir. Demagojik ve manipülatif çığırtkanlıklarla bu gerçekler gözden gizlenmek isteniyor.
T.C. Musul Başkonsolosluğu’nun boşaltılmaması, IŞİD vb. çevrelerle AKP Hükümeti arasındaki derin, kirli, kanlı bağlaşmanın dolaylı itirafı olduğu gibi, belli güvenceler de alınmış olabileceğini göstermektedir. Musul’da bulunan T.C. Başkonsolosluğu’nun IŞİD tarafından basılması, personelinin tutuklanıp sorgulandığının açıklanması, yanıltıcı olmamalıdır. Bu operasyon, AKP Hükümeti’nin IŞİD vb. gibi radikal İslami terörist çetelerle sözde bir bağının olmadığı, bu iddianın Erdoğan Hükümetine karşı “paralel yapı”nın, “gezicilerin”, “uluslar arası şer güçlerin” kurmuş olduğu “kumpas”ın, “darbeciler”in propagandası olduğu demagoji ve manipülasyonuna meşruiyet kazandırma operasyonudur. Böylece T.C ve Erdoğan Hükümeti’nin Irak’ta da rejim yıkma operasyonu içerisinde olduğu da gözden kaçırılmak istenmektedir. IŞİD’in Musul Başkonsolosluk baskını, rehine tutma, fidye pazarlığı gibi manevralar esas olarak manipülatiftir. Erdoğan-AKP Hükümeti, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” taktiğiyle hareket etmiştir ya da bu amaçla olaya göz yummuştur. Böyle olsa da T.C. Musul Başkonsolosluğu’nun basılması, personelinin rehin alınması vb. T.C.’nin ve Erdoğan Hükümeti’nin “Büyük ülkeyiz” demagojisine darbe indirmiş, uluslar arası itibarını da sarsmıştır. Bu sonuç, belki de AKP Hükümeti’nin IŞİD çetesiyle yaptığı gizli anlaşmaların çerçevesini aşmış da olabilir ama bu sonuç, bölgede, faşist dikta ve başı Hükümetin oynadığı “büyük oyun”da ödenen politik bir bedel ya da faturalardan biri olarak anlaşılmalıdır. Burada en fazlasından şu eklenebilir: IŞİD’le Hükümetin anlaşmasına karşın, IŞİD, konsolosluk baskını ile Türk burjuva devletine ve AKP Hükümeti’ne bir gözdağı mesajı vermiş, yeni bir pazarlık kozu edinmek için fazlasıyla ileri gitmiş olabilir.
Başbakan ve hükümeti, Musul Başkonsolosluğuna personeli ve silahlarıyla IŞİD’e teslim olmasını emretmiştir. Böylece “vatan toprağı” kabul edilen bir yer için tek kurşun dahi sıkılmamıştır. Türk Bayrağı IŞİD çetesi eliyle indirilerek yerlere atılmıştır. Ama Başbakan Erdoğan’dan çıt çıkmamıştır. Bu durum aynı zamanda şövenist Erdoğan Hükümeti’nin “bayrak sevgisi”nin sahteliğini de ortaya koymuştur. Oysa Musul’da henüz bunlar gerçekleşmeden bir-iki gün önce, yani daha dün, Diyarbakır’da 16 yaşında bir gencin şaibeli olan Türk bayrağını indirmesini fırsat bilen Erdoğan, sınırsız bir ikiyüzlülükle “Vatan, Millet, Sakarya” hamasetini yapmaktaydı. “Bu bayrak hiçbir yerde ve hiçbir zaman asla inmez ve inmeyecek” vs. diyerek şirazesinden çıkmış bir tarzda, Tokat’taki ırkçı faşist linçi örnek göstererek, ülke çapında linç kampanyası çağrısını yapmıştı. Eee, etme bulma dünyası… Yalancının mumu yadsıya kadar yanar.
Beslenen karganın şu veya bu zamanda dönüp besleyenin gözünü oyması ise, tarihsel tecrübelerle sabittir. Hele de söz konusu olan Ortadoğu gibi “stratejik oyun” alanlarında… Erdoğan ve partisi ve hükümeti, Türkiye’de 12 Eylülcü faşist politik rejimi dinselleştirme operasyonu yürütmektedir. Kürt ulusal demokratik mücadelesine karşı devletçi Kürt İslamını geliştirmeye; yurtsever Kürt hareketine, demokratik Alevi hareketine, bir bütün olarak demokratik halk hareketine karşı dini fütursuzca kullanmaktadır. Dini, Sünni İslamı politik iktidar tekelini sağlamlaştırmanın açık ve keskin bir aracı olarak kullanmaktadır. Bu gerçekler, yükselen ve mevzilerini sağlamlaştıran dinci sermayenin ve bugün için onun baş temsilciliğini yapan ve teröre, kana, rüşvet ve yolsuzluğa batmış Erdoğan ve partisinin ve hükümetinin politikasının bazı çizgileridir.
Vurgulamak gerekir: Erdoğan ve hükümetinin, faşist diktatörlüğün bölgede ve uluslar arası arenada radikal İslami hareketlerle ilişkisi, bir yandan radikal İslamcı hareketleri Amerikan stratejisi ekseninde kullanmakla bağlıdır. Diğer yandan AKP’nin kendine biçtiği misyonda somutlaşan ve Amerikancı strateji ile iç içe geçen stratejinin gerekleri ve gereksinmeleriyle bağlıdır. Böylece bu hareketleri kullanma, ehlileştirme, dönüştürme operasyonu ile bağlıdır. Hegemonyacı ve yayılmacı dış politikası ağır yaralar alan, kan kaybeden ve çöküş sürecine giren Erdoğan Hükümeti’nin içerde aynı zamanda mezhepçi dinci karakteristikler taşıyan saldırgan politikası ile dış politikadaki dinci-mezhepçi yayılmacı saldırgan politikası arasında da dolaysız bir bağ vardır. Bunu gözden yitirmemekte yarar vardır. Ve burada, dış politikanın iç politika tarafından tayin edildiği gerçeğini ise hatırlatmak bile gereksizdir.
Diktanın ve başı Erdoğan’ın radikal İslami çetelerle bağının dönüp Türkiye’yi vurmaya başladığını, bunun bir başlangıç olduğu, gelecekte daha etkin ve yaygın vurmaya başlayacağını ise hep birlikte göreceğiz. Erdoğan’ın başında bulunduğu faşist politik rejim, IŞİD’i (vb.) kullandığı gibi, tersinden de IŞİD T.C.’yi ve hükümetini kullanmaktadır. IŞİD vb. gibi radikal dinci çetelerle ilişkisi faşist diktatörlüğe ve başı AKP’ye ABD, AB, NATO karşısında bir pazarlık kozu olarak da görünmektedir. IŞİD de sırası gelince T.C.’nin ve hükümetinin kendisini ABD vb. gibi emperyalist güçlere satacağını çok iyi bilmektedir. Tüm bu gerici burjuva devlet ve çetelerin sınırsız bir Makyavelizmi temsil ettiğini herhalde hatırlatmaya bile gerek yok. Ancak her halükarda, Erdoğan Hükümeti’nin radikal İslami çetelerle ilişkisinin bir faturası da olacaktır. (Özal’ın, kriz ve fırsatlar bağıntısında emperyal heveskâr “Bir koyup üç alma” politika ve çığırtkanlığı ve faturası hala unutulmuş değil bu topraklarda.) Bu faturalardan birisi de, bire bir örtüşmese de, Türkiye’nin bir tür “Pakistanlılaşması” olacaktır.
Geçmeden eklemek ya da vurgulamak yararlı olacaktır; Türk İslam sentezcisi, neo-liberal, neo-Osmanlıcı AKP Hükümeti’nin bölgesel ve küresel arenada radikal İslami hareketle kurduğu ilişki Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisinin bölgesel yayılmacı stratejisi ile de bağlıdır. Türkiye’de kapitalizmin gelişme düzeyi, sermaye birikiminin ulaştığı düzey, yayılmacı politikanın içerisinde gerçekleştiği dünya ve özellikle bölge koşulları bunu gerekli kılmaktadır. Bölgenin en önemli ekonomik, siyasi, askeri güçlerinden biri olması, T.C.’nin ve Erdoğan Hükümetinin bu güce ve uluslar arası ilişkiler sistematiği içinde tuttuğu önemli yere dayanarak yayılması anlaşılırdır. Askeri-sınaî kompleksin güçlendirilmesi, ordunun profesyonelleştirilmesi, açık denizlere çıkış ve deniz filosunun güçlendirilmesi vb. yönelimi rastlantısal değildir yani. SIPRI’nın verilerine göre T.C., 2013 yılında dünyada askeri harcamalarını en fazla yükselten 10 ülke içerisinde yer almaktadır. Türkiye sözde Kürtlerle başlattığı “barış ve diyalog süreci”nde, son bir yıl içerisinde, 20 milyar dolara yakın askeri harcama yapmıştır. MİT’in operasyonal bir güç olarak yeniden yapılandırılması, yetkilerinin alabildiğine genişletilmesi, öteki şeyler bir yana, özellikle de Türk egemen sınıflarının dış politikada yayılmacı politikası ile bağlıdır. Bu durum, işbirlikçi faşist diktatörlüğün, profesyonel din tüccarı dinci faşist AKP Hükümeti’nin dış politikadaki yayılmacı, hegemonyacı, maceracı saldırgan politikasını da açıklamaktadır. Uluslar arası ve bölgesel bağlaşıklarıyla birlikte Afganistan’da işgal kuvvetlerine katılan, açık denizlerde, Somali’de operasyonlara çıkan, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de ve Irak’ta rejim yıkma ve rejim kurmada, Kürt devrimlerini boğmada oldukça iştahlı ve saldırgan davranan Türk egemen sınıflarının Ortadoğu’ya müdahalesi yukarıdaki gerçeklerle bağlıdır aynı zamanda. Suriye ve Irak’taki gelişmeleri, IŞİD’in son çıkışını bahane olarak kullanacak olan Erdoğan Hükümeti’nin “uluslar arası terörizme karşı mücadele”, “bölge barışını koruma”, “Türkmenleri koruma”, “enerji güvenliğini sağlama”, “sınır güvenliğimizi ve ülke bütünlüğünü koruma” vb. gibi demagojik ve manipülatif kampanyalarla başta Kürt ulusal mücadelesini ezmek, Rojava Devrimi’ni tasfiye etmek olmak üzere Ortadoğu’da yeni maceralara girişmeyeceğini düşünmek siyasi saflık olacaktır. İçerdeki kontrollü yüksek gerilim ve kutuplaştırma politikasının bu gerçeklerle bağı da gözden kaçırılmamalıdır. İşçi sınıfına ve halklara bu gerçekleri taşımak önem taşımaktadır.
ABD Afganistan’da olduğu gibi Irak’ta da başarısız; istediği istikrarı yaratamadı. Mısır örneğinde olduğu gibi “ılımlı İslam” politikası da çöktü. Suriye’de de başarısız olan Amerikan emperyalizmi Maliki rejiminden de memnun değildi. IŞİD’in günde 200 bin varillik petrol üretimi yapan Musul’u vb. petrol bölgelerini ve enerji geçiş yollarını ele geçirerek Bağdat’a yürümesi karşısında Maliki rejimini yeniden yapılandırarak IŞİD karşısında destekleme operasyonuna girişeceği anlaşılıyor. ABD, çıkarları gereği Saddam’sız Baas iktidarının yeniden kuruluşuna da IŞİD denetiminde şeriatçı mezhepçi bir iktidarın kurulmasına da karşıdır. İktidardan dışlanmış durumda olan Sünni burjuvazi ile en azından bir kesimi ile anlaşarak iktidar ortaklığını sağlayarak Baas ve IŞİD tehdidini önlemeye çalışacak görünüyor. ABD bir kara harekâtını ise düşünmemektedir.
IŞİD olgusu da emperyalizmin Ortadoğu’ya, Irak ve Suriye’ye müdahalesinin ürünüdür. Daha uzak geçmişe gitmeden kendimizi sınırlayarak ifade etmek gerekirse, El Kaide, IŞİD türü akımlar Amerikan emperyalizminin ve önderliğindeki kapitalist-emperyalist bloğun “Soğuk Savaş Stratejisi”nin, bu stratejinin bir bileşeni olan “Yeşil Kuşak Stratejisi”nin ve harekâtının ürünüdür. 1956’lardan başlayarak SSCB’de ve sosyalist kampta sosyalizmin tasfiyesi sürecinde ortaya çıkan, özellikle de 70’ler sonrası Rus sosyal emperyalizminin İslam dünyası halklarıyla kurduğu ikiyüzlü sosyal emperyalist politikanın, daha özelde 1979 yılında Afganistan’ı işgal etmesinin yarattığı elverişli zeminde radikal İslamın yükselmesinin ürünüdür. Özellikle kapitalist/revizyonist bloğun çöküşü ile, dünya devrim dalgasının geri çekişi ile, neoliberal emperyalist ekonomik ve sosyal yıkımın İslami dünya halklarında da yarattığı derin ve kapsamlı yıkım ile İslam, hızla politikleşmeye, radikal İslami çizgi ise güçlenmeye başladı. El Kaide, IŞİD vb. gibi akımların yükselişi işte bu gerçeklerle bağlıdır… Batı emperyalizmine bağımlı kapitalistleşme sürecinin, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin, “ulusal kalkınmacı paradigmanın başarısızlığı”nın yarattığı umutsuzluk ve devrimci öfke birikimi, devrimci önderlik boşluğunun çarpıcı biçimlerde görüldüğü İslami dünyada, Müslüman halklar nezdinde politik İslamın, özelde radikal İslami güçlerin itibar kazanmasına, güç ve etkinlik alanı yaratmasına yol açmıştır. Politik İslamın, radikal politik İslamın Müslüman halklar nezdinde toplumsal ve siyasal bir karşılığı olduğu açıktır… Yukarıda kısa bir özetlemeyle vurguladığımız gerçekler, ayrı bir incelemenin konusu olacak bu sorunun, El Kaide, IŞİD vb. gibi radikal İslami örgüt ve çevrelerin basit bir kalem darbesiyle anlaşılamayacağına işaret etmektedir.
Bölgesel önemli bir aktör olarak İran, Ortadoğu’da Şii hattının yıkılmasına, Amerikancı, NATO’cu bir Sünni İslamla kuşatılmasına karşı etkin bir direniş sergilemektedir. Bunu Suriye rejimine ve Lübnan Hizbullahı’na verdiği ekonomik, siyasi ve askeri destekten de görüyoruz. İran, Irak’ta Şii iktidarının yıkılmasına, IŞİD’in iktidarı ele geçirmesine kesinkes karşıdır. IŞİD tehdidi karşısında ABD ve İran yakınlaşması dikkat çekiyor. İran, Irak söz konusu olduğunda da bölgedeki en önemli güçlerden birisidir. IŞİD’in Esat rejimi karşısında başarısız olması, Rojava Devrimi karşısında yenilmesi, ana dikkatini Irak’a yöneltmesi, ortaçağcıl yöntemlerle ırkçı, mezhepçi katliamcılığının artan oranda teşhir olması, şimdilik, farklı saiklerden dolayı olsa da, IŞİD karşıtı bir geniş cephenin oluşmasına yol açmış bulunuyor. Bu durum, hem Esat rejiminin işini kolaylaştırmakta hem de Rojava Devrimi’nin lehine bir gelişmeyi ifade etmektedir. Suriye, Irak, İran, ABD’nin “uluslar arası terörizme karşı savaş” argümanına da sarılarak IŞİD’e karşı mücadele çağrısı yapmaktadır. IŞİD’in uluslar arası arenada şeriatçı terörist bir örgüt olarak teşhir olması, giderek bölgede zaman içerisinde zayıflaması olasılığı T.C. ve Erdoğan’ın ve hükümetinin de daha fazla teşhir olmasına, AKP’nin Ortadoğu’da dökülen kan deryasının baş sorumlularından biri olduğunun iyice açığa çıkmasına hizmet edecektir. Kuşkusuz T.C. devleti ve başı Erdoğan, bu yeni durumda IŞİD’i satma, ABD-İran-Esat’la yakınlaşma üzerinden Rojava Devrimi’ni boğmaya yönelebilir. Çünkü IŞİD’in atağı ve ilerlemesi bölgesel güç dengelerinde derin sarsıntılara yol açtığı gibi Ortadoğu’nun kaypak zemininde ve karmaşık ortamında yeni bağlaşmaların oluşmasına da yol açmaktadır, açacaktır; Amerikancı faşist Türk diktatörlüğünün “kolektif aklı” bunu bilecek kadar da deneyimlidir.
DEVAM EDECEK

16 Haziran 2014 Pazartesi

EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER



EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER
IŞİD, Musul’u ele geçirerek Bağdat’a doğru ilerliyor. Rojava Devrimi karşısında başarılı olamayan ve tutunamayan IŞİD’in bu atağı, Ortadoğu’da dengeleri derinden ve kapsamlı sarsmaya devam edecek. Büyük bir uygarlık geçmişine sahip, tek tanrılı üç büyük dinin doğum yeri Ortadoğu, gerek tarihten gelen gerekse de çağımızın çelişki ve çatışmaları üzerinde; derin ve kapsamlı sınıfsal, ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel çelişki ve çatışmalarla parçalanmış durumda. 20. yüzyıl başlarında “Sınırları cetvelle çizilmiş”  Ortadoğu’nun statükosu çöküş sürecinde. Şeriatçı bir egemenliği hedefleyen IŞİD’in, “Ortadoğu haritasının sınırlarını siliyoruz.” açıklaması rastlantısal değildir. Gelişmekte olan çok kutuplu dünya gerçeğinin çatışmaları ve etki gücü “Genişletilmiş Ortadoğu”ya, Suriye ve Irak’a bütün gücüyle abanmış durumda. IŞİD’in atağı aynı zamanda bu gerçeklerle ve müdahalelerle bağlı. Genelde bölgesel çapta, özelde Suriye ve Irak’taki çelişkili, çatışmalı, kaygan, kaypak zemin ve süreç, her iki ülkede de üçer devletin ortaya çıkması olasılığını güçlendiriyor ya da süreç buna gebe; ki fiili olarak bu olgunun bir biçimde zaten gerçekleşmekte olduğundan da bahsedebiliriz. Eğer sonuçta, öteden beri özellikle de ABD’de neofaşist “Neocon muhafazakar çevreler” tarafından seslendirilen böyle bir yapılanma ortaya çıkarsa bunun hangi biçimleri alacağını ise bugünden kestirmek oldukça zor. Bu bakımdan da süreç çok seçenekli, çok açık uçlu durumda. Suriye ve Irak’taki gelişmelerin salt Suriye ve Irak’la sınırlı olmadığını, kalmadığını ve kalmayacağını, her iki ülkenin de küçük birer Ortadoğu olduğuna ise sadece dikkat çekerek geçiyoruz. Gerçek şu ki, 20. yüzyılın başlarında kurulmuş olan Ortadoğu’daki statüko temellerine dek sarsılmış ve çözülmektedir. Gerek emperyalist dünyada gelişmekte olan yeni güç dengeleri ve bölgenin jeopolitik önemi üzerinden gelişen hegemonya ve rekabet mücadelesi gerekse de bölge halklarının gittikçe büyümekte olan mücadele ve başkaldırıları söz konusu çözülme ve yeniden biçimlenmeyi dayatmaktadır.
Irak ve Suriye’de Sünni İslamın etkili olduğu yay/bölge, IŞİD’in etki alanı. IŞİD’in son atağı ile etki ve işgal alanı nerdeyse İran sınırından Suriye içlerinden Ak Deniz’e dek uzamaktadır. IŞİD, Kuzey Suriye ile Güney Irak’ı fiilen birleştirmiştir. Kara bayrak altında savaşan IŞİD’in, radikal İslami gerici/faşist paramiliter bir terör çetesi olduğundan kuşku yok. Arap milliyetçiliğine ve Sünni İslama, Sünni İslamın Selefi yorumuna dayanan, mezhepçi bir katiller ordusu da diyebiliriz. IŞİD’in İslam enternasyonalizmine de dayanan yapısı, onun eklektik karakteristik özelliklerinden birisidir. IŞİD’in askeri harekâtı ve yayılması sürdükçe, iktidar alanı genişleyip güçlendikçe, Şii Sünni mezhep savaşı ve boğazlaşması tehdidi giderek güçlenecek ve kanlı bir gerici savaşa dönüşecektir. Ki IŞİD, açık ve kesin bir şekilde Irak ve Suriye halklarına gerici bir iç savaşı dayatmaktadır, dayata da gelmiştir. Irak’ta gerici Maliki rejiminin mezhepçi baskı ve saldırı politikası bu bakımdan IŞİD çetesine olağanüstü bir imkân sunmuştur ve sunmaktadır. Burjuva karakterine karşın Orta çağcıl vahşetle savaşan IŞİD’in dinci ve mezhepçi gerici iç savaş politikasının boşa düştüğü, yenilgiye uğradığı tek yer ise Rojava olmuştur. Ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel ayrımları ve ön yargıları demokratik halkçı devrimci bir tarzda ele alarak çözen Kürt hareketi küresel ve bölgesel emperyalist, gerici, faşist güçlerin, o arada El-Nusra’nın, IŞİD’in vb. dinci-mezhepçi terörist çetelerin din ve mezhep savaşları tuzağına düşmemiş, dahası bu tezgâhı etkisizleştirerek “Demokratik özerklik” temelinde kendini inşa edebilmiştir. Bu başarı ve kazanım, Ortadoğu halkları adına büyük bir kazanım ve devrimci bir gelişmedir. Kanlı ve bir baştan bir başa kirli tuzaklarla döşenmiş Ortadoğu cangılında Rojava halkı, tüm dünyaya bir insanlık dersi de vermiştir ve vermektedir böylece. Rojava pratiği demokratik bir Ortadoğu için yürünmesi ve geliştirilmesi gereken yolu da göstermektedir henüz yolun başında olsa da.
Kelle koparan, ciğer ve yürek söküp dünyanın gözleri önünde çiğ çiğ yeme seansları düzenleyen IŞİD’in, sırf kendi savundukları “İslam” anlayışında olmadıkları için binlerce insanı katletmesi, bunu da İslamın yüce adaleti ve şefkati olarak dünyaya pazarlaması çarpıcı bir durumdur.  Küresel ve bölgesel karanlık ve karmaşık ilişkiler ağı, bu profesyonel katiller ordusunun aynı zamanda küresel ve bölgesel devletlerin taşeronu olarak da konumlandığını göstermektedir. İçerisinde sayısız istihbarat örgütünün cirit attığı IŞİD, özelde “Genişletilmiş Ortadoğu”da kıran kırana sürmekte olan emperyalist ve bölgesel güçlerin emperyal hegemonya ve rekabet mücadelesinin de kendine özgü bir uzantısı ve aracıdır da. Özelde Rojava Devrimi’ni boğmada Arap, Fars, Türk gericiliğinin, Esad rejiminin ve KDP’nin tam desteğini alan IŞİD’in, özellikle de Suudi Arabistan, Katar, T.C. ve AKP Hükümeti tarafından finanse edildiği, silahlandırıldığı, askeri eğitimle, her türden lojistik destekle donatıldığı ve kullanıldığı yeterince açığa çıkmış durumda. Bu siyasi-askeri terörist katliamcı çetenin homojen İslami şeriatçı görüntüsü yanıltıcı olmamalıdır. IŞİD’in bir “çatı örgütü” olduğu, içerisinde değişik devletlerle ve istihbarat örgütleriyle bağlı eğilimlerin olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Saddam rejiminin yıkılmasıyla ayrıcalıklı konumunu kaybeden ve baskı altına giren, Maliki rejiminin mezhepçi politikasının hışmına uğrayan Sünni Araplar, Sünni IŞİD’in Irak’ta etkili olmasını açıklayan temel bir faktördür. Saddam artıkları, Baasçılar, Sünni aşiretlerin ağırlıklı bölümü IŞİD bağlaşması içerisinde ya da etrafında yer almaktadırlar; dahası Baasçılar IŞİD içerisinde veya IŞİD’le bağlaşma içerisinde yönetici işlevleriyle, yönetim deneyimleriyle çok önemli bir gücü de oluşturmaktadırlar. IŞİD’in hızla Musul’u alabilmesini, Bağdat’a doğru ilerlemeye başlamasını Maliki rejiminin çürümüş olmasının yanı sıra öncelikle bu olgu açıklar. IŞİD’in atağı, zaten mezhepçi politikalarla parçalanmış Irak ve Ortadoğu’yu daha tehlikeli mezhepçi boğazlaşmalara doğru itecektir. “Genişletilmiş Ortadoğu”da mezhepsel bölünmeleri, Şii Sünni çelişki ve çatışmasını teşvik etmek, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin öteden beri kullana geldiği ve kullanmakta olduğu bir taktiktir. Ortadoğu’da da sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen temelinde bir siyasal ve toplumsal bölünmenin ve mücadelenin yerine, etnik, ulusal, dinsel, mezhepsel bölünmeleri geçirme, böl, parçala, yönet politikası, emperyalist, Siyonist, gerici burjuva politikalar bakımından istenir ve işlevli bir silah olmuştur daima…
Suriye-İran-Lübnan hattında yerleşmiş olan Şia bağlaşmasının ve iktidar alanının yıkımı ve tasfiye edilmesi, Rojava Devrimi’nin boğazlanması; bölgenin, kontrol edilebilir çerçevede Sünni mezhebi eksenli olarak Batı emperyalizmine bağlanarak uluslar arası tekellere açılması, ABD, AB, İsrail ve bölgedeki işbirlikçileri Suudi Arabistan, T.C., Katar, Körfez ülkeleri vb. gibi müttefikleri için istenen ve kazanılmaya çalışılan bir hedef ve politikadır. Burada, bu politikanın Güney Kürdistan’da özellikle Barzani tarafından da desteklendiğini görmek gerekir. Rojava’nın tasfiyesi, Maliki rejiminin yıkılması, T.C. ile sağlam bir bağlaşma, özellikle de Kürt devlet yönetiminde etkili olan Barzani kliği için istenen bir şeydir; ki Barzani kliği eylemiyle de bu gerçeği kanıtlamıştır. Demokratik bir Ortadoğu ve Mezopotamya yerine, mezhepçi boğazlaşmalarla parçalanmış, at izinin it izine, it izinin at izine karıştığı bir Ortadoğu ve Mezopotamya’dan ise bölge halklarının, bölge halklarından olan Kürt ve Türk halklarının hiçbir çıkarı olmadığı ve olmayacağı ise açıktır. Ortadoğu’daki temel sorunların ana nedeni, emperyalizmdir, Ortadoğu’ya emperyalist müdahaledir; emperyalizmin, Siyonizmin ve işbirlikçi gerici ve faşist rejimlerin çıkarları, müdahaleleri, egemenlik savaşıdır. Ortadoğu’nun cetvelle çizilmiş sınırlarından da, Ortadoğu’nun yüreğine saplanmış zehirli bir hançer olan İsrail devletinden de, Filistin sorunundan da, dört parçaya parçalanmış Kürt ülkesinin gerçeğinden de, Afganistan’ın, Irak’ın, Libya’nın Suriye’nin yaşadığı bildiğimiz tablodan da bu olguyu ya da olguları görmek tümüyle mümkündür.
Bölgenin emperyalist küreselleşmenin gereksinmelerine açılması, bölgenin enerji kaynaklarının ve zenginliğinin güvenceli bir tarzda denetlenebilmesi ve kullanılabilmesi uluslar arası tekellerin egemenliğiyle belirlenen emperyalist dünya sisteminin ortak çıkarıdır. Dolayısıyla başta devrimci tehditler olmak üzere bu çıkarları tehdit edecek her türden gelişmeye karşı geçici de olsa emperyalizmin asgari müştereklerde birleşmesi ve tavır alması anlaşılırdır. Söz gelimi, hiçbir ilerici, devrimci özellik taşımamakla birlikte denetlenebilir çerçevede tutulamayan ya da geliştikçe, iktidar alanı genişledikçe denetlenmesinin olanaklı olmayabileceği (keza Baas’ın Saddamsız Baas olarak iktidara gelişi tehlikesi) olasılığı gibi gerçekleriyle bağlı olarak, IŞİD’in gelişmesi, Bağdat’ı düşürmesi, petrol bölgelerinin ve geçiş yollarının IŞİD’ci şeriatçı bir diktatörlüğün denetimine girmesi riskli görülüyor olmalı ki, El Kaide’yi hatırlayalım, ABD, Rusya, Çin, AB, İran merkezi Irak yönetimi lehine çeşitli açıklamalar yapmakta, değişen düzeylerde girişimlerde, yakınlaşmalarda bulunabilmektedirler. Kuşkusuz ki bu “konsensüs” veya emperyalist dünya sisteminin kolektif çıkarlarını tehdit edecek gelişmelere karşı şu veya bu düzeyde ortaya çıkabilecek ortaklıklar, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesine son vermek bir yana, içermekte ve içererek gelişmektedir ve istikrarlı bir birlik olarak da sürmesi zaten olanaklı değildir. Doğası gereği her bir emperyalist gücün, emperyalist bloğun, bölgesel liderlik mücadelesi veren gerici burjuva devletin ya da devletlerin kendi özgün ekonomik, siyasi, askeri çıkarları olacak ve bu çıkarların mücadelesi de sürecektir… Bugün bir Amerikan emperyalizmi ile Rus emperyalizminin ya da Çin sosyal emperyalizminin çıkarlarının ya da bölgesel liderlik mücadelesi veren, yayılmacı politikalar izleyen Türkiye ve İran gibi burjuva devletlerin çıkarlarının birebir çakıştığını söyleyemeyiz…

DEVAM EDECEK