12)Sosyalist Demokrasi ve Bürokrasi
Proletarya
diktatörlüğü sistemi, sosyalist demokrasi
sistemidir. Burjuvazinin ve burjuva diktatörlüğünün aksine, proletarya,
kendi diktatörlüğünün ve sosyalist demokrasisinin sınıfsal karakterini açıkça
ilan eder. Buna göre proleter devlet, proletarya ve emekçi sınıf ve tabakalar
için en geniş demokrasi, burjuvazi, devrilmiş gericilik ve yeni tip burjuvazi
için diktatörlüktür. Ki, yukarıda inceleye ve eleştire geldiğimiz tablodan da
görülebileceği gibi, proletarya
diktatörlüğü, tarihin yeni derslerine dayanarak, aynı zamanda, yeni
tip bürokrasiye, yeni tip bürokratik yozlaşmaya, yeni tip bürokrat burjuvaziye
karşı da bir diktatörlük olarak tanımlanmak ve olmak zorundadır. Böylece
sosyalist devlet tanım ve teorisi de,
zenginleştirilmelidir.
Burjuva
demokrasisi, biçimsel bir demokrasidir. İlkede, tüm yurttaşları yasa önünde
eşit haklara sahip ilan eden burjuva demokrasisi, gerçekte, burjuvazi için
demokrasi, işçi ve emekçiler için ise diktatörlüktür. Ekonomik bakımdan bir avuç
kapitalist tarafından sömürülen geniş yığınlar, maddi ve kültürel konumlarından
dolayı da yasanın tanıdığı hakları doğru dürüst kullanamazlar.
Oysa
sosyalist demokrasi, sosyalist özgürlüklerin ve hakların kullanılmasının maddi temelini de hazırlayıp olgunlaştırarak,
emekçilerin eline vererek hak ve özgürlüklerin işlevsel kullanılmasını sağlar.
Egemen sınıf
olarak örgütlenmiş; ekonomik, politik ve kültürel iktidar tekelini elinde tutan
işçi sınıfı, sosyalist demokrasinin de temel güvencesidir.
Sosyalist demokrasi,
proletarya ve milyonların nesne olmaktan çıkarak tarihin ve yeni
sosyalist kurucu sürecin bilinçli öznesi,
bilinçli tarih yapıcısı haline gelmesini gerektirir. Bu
olmaksızın/gerçekleşmeksizin kelimenin gerçek anlamında işlevsel bir sosyalist
demokrasiden de bahsedilemez. Açıktır ki proletarya ve emekçi kitleler, sürecin bilinçli öznesi oldukları oranda tarihsel
politik misyonunu oynayabilirler. Bu
bağlamda partinin devletin yerine, parti ve devletin kitlelerin yerine
geçmemesi; sosyalist demokrasinin sosyo-ekonomik gelişme temelinde sınıfın ve
geniş kitlelerin özneleşmesi; kafa emeği ile kol emeği, yöneten yönetilen
ayrımına son verecek çizgide inşa sürecini kesintisiz bir devrim çizgisinde geliştirmesi
baş sorundur. Sosyalizmin deneyimleri de bunu gösteriyor.
Proletarya
diktatörlüğün siyasi temeli ve başlıca biçimi olan sovyetik tipten devlet
biçim(ler)i (komün, sovyet, konsey vb.), her türden ekonomik, politik, sosyal
ve kültürel kitle örgütleri (sendikalar, kooperatifler, gençlik ve kadın
örgütleri, kültürel ve bilimsel dernekler vb.), sosyalist demokrasinin aktif
bileşeni, aracı, kaldıracı ve işlevsel dinamiğidir. İç savaş, emperyalist
müdahale dönemleri gibi kesitler hariç, hemen hemen tüm örgüt biçimlerinin seçim ilkesine göre demokratik bir tarzda
işlemesi, seçimle gelme, istendiği an yine geri alma işlevi sosyalist
demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Ekonomik
inşaya, politikaya katılma, kültürel devrimin öznesi olma gibi fonksiyonlar bir
bütündür ve sosyalist demokrasi tam da burada, tarihin gerçek yapıcılarının ve
asıl kahramanın kitleler olduğu bilinciyle, kitlelerin devrimci iradesine,
yaratıcılığına, girişkenliğine ve her
bakımdan yönetmeyi öğrenmesine dayanan bir perspektif ve pratiğini ifade eder.
Üretici
güçlerin, buna bağlı olarak kültürün, tüm emekçiler arasında yöneten ve
yönetilen ayrımını ortadan kaldıracak kadar gelişmesiyle kafa ve kol emeği
arasındaki eşitsizlik de yok olacaktır. Ancak nesnel ve öznel
koşulların bu denli yüksek bir gelişme aşamasına (komünizme) geçişe elverecek düzeye
gelmesine dek, yöneten ve yönetilen, kafa emeği ile kol emeği arasındaki
ayrımlar azalarak da olsa sürecektir.
İşte
sosyalist inşa, sosyalist demokrasi ve kültür devriminin özünü de bu amaca ulaşma oluşturur. Kapitalizmden komünizme geçiş
süreci zorunluluklar âleminden
özgürlükler âlemine geçmeyi
ifade eder. Ve bu geçişin özünü de sıradan kitlelerin, milyonların yönetmeyi öğrenmesi, özel bir yönetim
aygıtının vb. örgüt biçimlerinin gereksizleşmesi,
bu ayrımın artık tarihin, iktisadi ve toplumsal yaşamın gelişmesinin engeli
haline gelmesini hazırlamak ve aşmak oluşturur.
Bu geçiş
sürecinin önderi komünist partisi ve
işçi sınıfıdır. Komünist partisi, proletarya diktatörlülüğünün temel yönetici çekirdeğidir. Komünist
partisi, devlet ve kitle örgütlerinde her bakımdan örgütlenmiş olan milyonlara
dayanarak sosyalist diktatörlüğü gerçekleştirir, sosyalist demokrasi böylece
yaşam bulur. Burada komünist partisinin
kendini devletin yerine koymaması önemlidir. Çünkü devlet, bir sınıfın, iktidardaki sınıfın diktatörlük aracıdır. Parti ise, proletarya diktatörlülüğünü yöneten sınıfın öncü öğelerinin
örgütlendiği en yüksek örgüt biçimidir.
SSCB’de yeni
tip bürokratik çürüme sürecinde parti ve devletin giderek küçük bir kastın
hegemonyasına dayanır hale geldiğini; yeni tip küçük burjuva tabakanın
kastlaşarak 56 ile yeni tip burjuvazi haline geldiğini bildiğimize göre, bu
sürecin derslerinin sosyalist demokrasi, devlet-parti, kitleler-devlet-parti
ilişki ve işlerliği bağlamında daha derin incelenmesine gerek olduğu da açıktır.
Sovyet
proletaryası ve halkları, demokratik ve sosyalist devrimlerden ve sosyalist
inşa süreçlerinden, sınıf mücadelesinin ulusal ve uluslararası bir dizi
deneyinden geçmişti. Barışçıl ve askeri, iktisadi ve kültürel vb. sayısız
mücadele ve örgüt biçimiyle tanışıktı. Devrim süreçlerinden doğan Sovyetler
proletarya diktatörlüğünün başlıca politik biçimi ve temeli haline gelmişti.
Kentte ve kırda on milyonlar görkemli bir şekilde, tarihin ve sınıflar
mücadelesinin tanık olduğu en yüksek, zengin, yaygın, nitelikli örgütlerde
örgütlenmişti. SSCB’deki her mücadele denilebilir ki, örgütlüydü, hızla
örgütlenerek kitlesel biçimlerde yürütülüyordu. 5 yıllık planlar, 1.ve 2.
anayasalar ülkenin dört bir yanında, üretim birimleri temelinde, kitlesel
biçimlerde tartışılıyordu. Parti ve devletten kitlelere, kitlelerden kitlelere,
kitlelerden devlet ve partiye doğru müthiş bir etkileşim ve iletişim vardı. Her
türlü seçimler ve seçim kampanyaları tüm ülkeyi kapsıyor ve dalgalandırıyordu.
20’li, hatta 30’lu yıllarda tablo buydu. Canlı bir kitlesel yaşam ve
seferberlik vardı. Kentte ve kırda kitlelerin seferberliğiyle eski yaşam
yıkılıyor, yeni yaşam kuruluyordu. Sıradan kitleler gitgide yönetmeyi
öğreniyor, yüksek bir teknik ve kültürle donanmaya başlıyor, halktan gelme yeni
bir yönetici aydın tabaka yetişiyordu.
1935 yılında
Sovyetlerin 7. Kongresi, SSCB Anayasası’nın değiştirilmesine karar verir.
Sosyalist demokrasi uygulamasının canlı bir örneğini oluşturan yeni anayasanın
oluşturulması sürecini SSCB’deki gelişmelerin canlı tanığı Jack T. Murphy’ten
hep birlikte dinleyelim:
“Stalin,
kolektif çalışmada büyük bir önder olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bir Anayasa
tasarısı hazırlamakla görevlendirilen geniş bir komisyona başkanlık etti. Bu
komisyonda Molotov, Jdanov, Kaganoviç ve daha birçokları gibi ülkenin önde
gelen en yetenekli önderleri bulunuyordu. Tasarının hazırlanması
tamamlandığında tarihin en büyük tartışması başladı. Sovyetler Birliği’ni
oluşturan bütün milliyetlerin dillerinde yayınlanan tasarı, 60 milyon nüsha
dağıtıldı. Tasarının tamamı, toplam tirajları 37 milyon olan 10 bin gazetede
yayınlandı. Bütün radyo istasyonlarında okundu ve 36 milyon insanın katıldığı
527 bin mitingde tartışıldı. Önerilen değişikliklerin sayısı 134 bindi.
Anayasa, fabrika ve imalathanelerde, kooperatif derneklerinde ve klüplerde,
çiftliklerde, atölyelerde ve madenlerde tartışıldı ve incelendi. Komisyon,
gerek tek tek bireylerden, gerek örgütlerden gelen bütün değişiklik önerilerini
inceledi. Tasarının son biçimi, 5 Aralık 1936’da Sovyetlerin olağanüstü bir
kongresine sunuldu.” (Stalin, s. 230, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 3. Baskı)
Ancak ne var
ki, bürokratik deformasyondan bürokratik yozlaşmaya/kastlaşmaya uzanan süreç,
canlı sosyalist demokrasi sürecini de önce yüzeyselleştirmeye, politik ve
toplumsal yaşam durağanlaşmaya (durgun su bile çürür!), sosyalist demokrasi
biçimselleşmeye başladı. Kitlelerin öz bağımsız inisiyatif ve girişimciliği
giderek yerini apolitisizme, pasifizme bırakmaya başladı. Oluşan parti, devlet,
yetkililer kültü, devlet ve partiye duyulan büyük güvenle birleştiği için,
giderek her şey devletten,
partiden, önderlerinden beklenmeye başlandı. Parti ve devletin çağrılarına
hep olumlu yanıt verildi, kitleler hep harekete geçti. Ama gelişen kitlesel
yeni tip pasifizim, yeni tipten bürokratikleşme, devlet ve partinin devasa
bürokratik kurumlara dayanarak doğan boşluğu artan oranda doldurması,
bürokratik biçimciliği ve dejenerasyonu daha güçlü üretti. Kitleler özne olmaktan adım adım çıkmaya başladı.
SBKP’nin
gelişimini çeşitli bakımlardan incelediğimiz bölümlerde ortaya çıkan tabloyu
hatırlatmakta yarar var: SBKP(B)
özellikle 40’lar sonrası bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan bir parti
haline gelmişti. Parti kongreleri, önce geç, giderek daha geç toplanmaya
başlanmıştı. Demokratik merkeziyetçilik, iç demokrasi, kolektif liderlik,
seçimle gelme ve gitme, kolektif akıl gibi ilke ve kurallar çiğnenmeye, partide
aydın tabakanın ağırlığı artarak egemenlik kurmaya doğru hızla gelişmişti.
Atama, idari yöntemlere dayalı yönetim tarzı, yanılmaz önderler, yanılmaz
“stratejik önderlik”, yanılmaz yetkililer, yanılmaz etkin bireyler kültü
partiyi de yönetir duruma gelmişti. Biçimcilik, cansızlık her şeye damgasını
vurmaya, kırtasiyecilik her şeyi boğmaya başlamıştı. Parti, zafer sarhoşluğu ve
kibir hastalığının pençesinde, durumdan ve kazanımlarından hoşnut çok dinli (çok kişilikli) insanların partisi haline geliyordu. Parti ve
önderleri süreç içerisinde hem kendi
kadrolarının, alt örgütlerinin hem de kitlelerin
denetiminin dışına çıkmıştı. Kitleler ve kadrolar yerine düşünülüyor ve
karar veriliyordu. Kongrelerin işlevini giderek artan oranda MK’lar, MK’ların
işlevini de polit bürolar, politik büronun işlevini de artan oranda daha dar
elit bir kesim üstlenir duruma gelmişti. Parti değil “etkin bireyler”, kolektif
akıl, kolektivizm ve proleter demokrasi değil, “etkin birey”lerin, “etkin
sekreter”lerin aklı, “yanılmaz lider”lerin, yanılmaz “stratejik önder”liğin
aklı ve bürokratik yönetim gücü, yukarıdan aşağı “etkin bireyler”e dayanan
bürokratik merkeziyetçilik sürece damgasını basmaya başlamıştı ya da başlar
hale gelmişti. Komünistler, yönetici kurumlar “önce komünist sonra yönetici” olduklarını unutmaya başlamıştı.
Özellikle de 2. Dünya Savaşı’nın ardından ağır kayıplardan dolayı partinin
niteliği de düşmüş ve cebinde parti kartı taşıyanlar hızla evet hızla çoğalmış,
parti aşırı şişmişti. Ama parti üyeliği kartı başlı başına bir ayrıcalık,
üstünlük, rahat yaşam ve psikolojik tatmin aracı haline gelmişti. Keza aynı şey
devlet yetkilileri için de
geçerliydi.
Parti,
tutuculaşmıştı. Parti, çürüyordu. Partide sosyalist demokrasi unutulmuş
gibiydi. Parti, devrimci ruhunu kaybediyordu. Bağımsız devrimci komünist
karakter, bağımsız eleştiri gücü, önder ve yönetici katmanın özeleştiri gücü ve
denetlenebilmesi yitip gidiyordu. Yöneticiler, etkin bireyler, etkin ekipçiler,
etkin klanlar ayrıcalıklı hale gelmişti. Kariyerizm, çifte standart, yandaşa
göre kadro politikası, eleştirinin boğulması, iç demokrasinin bastırılması,
ilke, vicdan, ahlak, adalet yoksunluğunun, tebaalaşmanın vb. gelişmesi partiyi
çürütüyordu. İç ideolojik mücadele ve dinamizm tükenmeye başlamıştı. İç
demokrasi ve dinamizm bürokratizm, idare-i maslahatçılık, etkin bireylerden
oluşan yöneticiler kastı ve önderleri eliyle bürokratik baskı ve zorbalık
yoluyla boğuluyordu. Gitgide derinleşen ve kapsamlılaşan yeni tip bürokratizm
ve tasfiyecilik partiyi, başta da yöneticilerini ve önde gelenlerini esir
almaya başlamıştı. Doğal olarak bu süreç, bürokratikleşme süreci, kendi kadro
ve yönetici tipini de yaratıp biçimlendiriyordu. Çok kimlikli, çok dinli,
kişilik parçalanmışlığıyla karakterize kadro tipi, yönetici tipi, şeflik kültü
bir ejderhaya dönüşmüştü. Bürokratik çürüme süreciyle birlikte
Marksist-Leninist değerler, hovardaca, vicdansızca, zalimce harcanıyordu.
Balık baştan
kokar. İktidar ve düzen hastalığı, evcilleşen sistem en başta partiyi tutsak
almıştı. Kokuşma, çürüme partiden başlamıştı. Bu öyle bir çürümeydi ki şanlı
SBKP, aşağılık yeni tip burjuva karşı-devrimin iğrenç bir aleti haline geldi,
getirildi.
Asıl
tehlikeli olan da başta önderler ve yönetici katman olmak üzere partinin
tutuculaşması, bürokratlaşması, aristokratik bir yaşam tarzına kayması,
devrimci ruhunu yitirmesiydi. Çünkü tüm bir devrimci sürecin, kesintisiz devrim
sürecinin önderi/beyni Komünist Parti’dir. Proleter devletin temel yönetici
çekirdeği Komünist Parti’dir. Devlet tutuculaşabilir ama tüm savaşımın
genelkurmayı, tüm mücadele ve örgüt biçimlerini, her türlü savaşımı
birleştiren, yöneten partinin tutuculaşması en büyük tehlike, baş tehlikedir.
SSCB’de bu yaşandı. Dahası…
Şimdi burada
durup şu soruyu soralım: Partide tüm bunlar olurken genel siyasal yaşamda,
parti ve kitleler ilişkisinde, inşa sürecinin her bir alanında tablo daha mı
farklıydı?
Elbette ki hayır!
Bürokrasi mikrobu adım adım tüm siyasal, toplumsal, iktisadi yaşamı sarıyordu,
sarmıştı. Toplumsal psikoloji, yeni tip
bürokratik zehirlenmenin havasıyla
şekilleniyordu, giderek şekillenmişti.
Örneğin
sovyetik işlerlik giderek biçimsel
bir işlerliğe dönüşmüş, kitlelerin canlı devrimci denetimi giderek ruhunu
yitirmişti. Sovyetler toplantıları yerini artan oranda Sovyet yürütmelerine
bırakmıştı. Parti örgütleri giderek artan oranda Sovyetlerin yerine geçmeye
başlamıştı. Yakovlev’in, yeni anayasayla bağlı olarak gündemleşen yeni seçim
yasası üzerine MK plenumuna rapor sunarken yaptığı şu konuşma, durumu
anlayabilmek bakımından ciddi bir veridir:
“Sovyetlerde
ve özellikle de Sovyetlerin yürütme organlarındaki parti hücreleri, çoğu zaman
Sovyetlerin işlerini yapan organlar haline gelmiş, onların yerine geçmişlerdir;
böylece Sovyetlerin, önceden hazırlanmış bir takım kararları kaşelemekten başka
bir işi kalmıyor… Buradan şu sonuca varıyoruz: Partinin olağan
kongrelerinde, VKP (B) tüzüğü içinde yer
alan, Sovyetlerde ve onlara bağlı yürütme organlarında parti grup ve hücreleri
kurulması hakkındaki maddeyi kaldırmayı önermek gerekir. Bu, gerek iktisadi ve
kültürel ve siyasi konuları, gerekse de yetkililerin atanması konusunu
Sovyetlerin ve ona bağlı organların bizzat kendilerinin görüşerek doğrudan
karar bağlamaları için, ayrıca Sovyetlerin parti gruplarındaki komünistlerin
karşısına, parti disiplinine göre oy kullanma yükümlülüğünün çıkarılmasını
önlemek için zorunludur. Çünkü seçilmiş parti organları olmayan bu parti
grupları üzerinden Sovyetlerde şu veya bu karar oylanamaz.” ( Aktaran Yuriy
Jukov, Öteki Stalin, s. 399)
Konu
bağlamında Plenumda söz alan Molotov ise şöyle der:
“Bazı
yoldaşlar düşünüyorlar ki, hani bizde bu Sovyet kurumları ikinci dereceden örgütlerdir;
Sovyetlerde çalışanlar da ikinci sınıf kadrolardır. Oysa amaç Sovyetleri,
Sovyet organlarını, Sovyetlerde çalışanları daha yüksek seviyeye çıkarmaktır.”
(age., s. 400)
Parti ve
devletteki bürokratikleşmeye, bürokratik tabakaya karşı Stalin önderliğinde,
“Stalin Anayasası” sürecinde ve yeni seçim yasasının hazırlığı sürecinde
kapsamlı ve etkili bir mücadele verilir. Bu mücadele sürecinde parti ve devlet
yaşantısının kilit yerlerinde yer alan geniş yönetici katmanın (merkezi ve
yerel) güçlü bir muhalefetiyle karşılaşır. Bu sürecin öyküsünü, belgelere
dayanarak süreci ortaya koyan Jukov’un “Öteki Stalin” kitabından
inceleyebiliriz. Ama biz kitaptan okumaya devam edelim:
“… Jdanov’un
Şubat-Mart plenumunda parti organlarına yönelttiği eleştiriler gibi, önce, genelde
Sovyet organları için yasalara uygun seçimler yapılmadığını, çoğunlukla
kooptasyon, doğrudan atama yoluyla vekil seçildiğini dile getirdi. Onun verdiği
örneğe göre, Çelyabinsk Vilayeti yürütme organlarının ele aldığı bütün
sorunların üçte ikisinden fazlası ‘görüş alınma’ yoluyla karar verilerek
çözülmekteydi; aynı tür uygulamanın oranı Orconikidze Bölgesi kurumlarında yüze
90, Sverdlovsk Vilayeti kurumlarında yüzde 70’ten fazla, Azak- Karadeniz
Bölgesi kurumlarında ise yüzde 80’di. Yakovlev bu keyfiliğin vahim boyutlara
ulaştığını belirtiyordu:
“‘Gerçek olan
şu ki, Batı vilayeti yürütme organlarında, 1936’dan beri 20 bin kararın sadece
500 kadarı prezidyum toplantısında görüşülmüştür; diğerleri ise ya ‘görüş
alınarak’ ya da başkan ve sekreterin imzasıyla kabul edilmiştir.’” (age.,
s.397-98)
Devam edecek
olursak, örneğin;
“Emeğin
sosyalist kooperasyonu, üretimin ve idari aygıtının bütün kademelerinde tek
yönetim ilkesinin sıkı ve kararlı bir şekilde uygulanmasını talep etmektedir. Tek yönetimden, kitlelerin kendilerini üretim sürecini yöneten tek bir kişinin
iradesine tabi olmasına dayanan, devletsel, sosyalist işletmelerin yönetimi
anlaşılmaktadır. Bu, kitlelerin üretim süreci içindeki geniş yaratıcı inisiyatifiyle
birleşmektedir.” (Politik Ekonomi
Ders Kitabı, C. II, s. 156, ika.)
Bu yöntem,
belki de üretim süreçlerine etkin müdahale ve yönetim bakımından, başta, kısa bir dönem, bir geçiş önlemi olarak ya da iç savaş,
emperyalist müdahale gibi koşullarda benimsenebilecek bir yöntemdir. Ancak bu
uygulamanın sosyalizm adına
genelleştirilmiş, gelenekselleştirilmiş
bir uygulama haline getirilmiş olması, kanımızca, bir ibret örneğidir.
Doğal olan ve
olması gereken demokratik merkeziyetçiliğe dayanan, tabanın, kitlelerin
bağımsız yaratıcı etkin kolektif katılımına dayanan, kitlesel sosyalist
demokrasiyi ifade eden, işletmelerdeki kitleler tarafından seçilen ve istendiği
an geri alınabilen bir kolektif “tek
yönetim ilkesi” olmalıydı, olmalıdır. Bu, parti için de, devlet
için de, ekonominin yönetimi için de, kitle örgütleri için de geçerlidir ve
geçerli olmalıdır. Özel koşullar, geçiş tedbirleri kesitleri vb. hariç tek kişi
yönetimi kabul edilemezdir. Kolektivizm ilkesi ve işlerliğinin sosyalist
yaşamın her zerresine içselleşmesi her zaman ve her yerde proletaryayı
yönetmesi gerekir.
Bu işin bir
yanı, ama bu vb. sistematik yöntemlerin bürokratlaşma ve yozlaşma süreçlerinde
nasıl da bürokratik dejenerasyonun ve karşı devrimin aracı haline gelebildiğine
de en başta tanıklık yapan yine SSCB’deki restorasyon sürecinin deneyimi
olmuştur. Sosyalizmin, sosyalist demokrasi rejiminin “tek kişi yönetim”yle bir
bağı, ilişkisi olamaz. Üstelik “tek kişi yönetimi” bir ilke düzeyine de çıkarılamaz. İlke, kolektif çalışma ve yönetim
ilkesidir. “Tek kişi yönetimi”, “etkin birey”, “etkin stratejik önder”, “etkin
stratejik önderlik”, “etkin sekreter” vb. teori ve tezlerin, bu gibi teori ve
tezlere dayanan bir önderlik ve çalışma tarzının, kadro politikasının
Marksizm-Leninizm’le de hiçbir ilişkisi yoktur. Tekrar vurgulamak gerekirse:
Kolektivizm ilkesi ve işlerliği sosyalist yaşamın her zerresine içselleşmeli ve
her zaman ve her yerde proletaryayı yönetmesi gerekir. Bundan vazgeçmek
Marksizm-Leninizm’den, sosyalizm ve komünizmden vazgeçmek demektir ya da
varacağı yer işte burasıdır.
SSCB’deki
bürokratlaşma süreci ile birlikte yönetilen ve yöneten ayrımı yeni ve özgün biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. Peki, yöneten yönetilen
ayrımının hala sürdüğü SSCB’de kişi, önder, parti, devlet kültü (tapınma,
putlaştırma, tanrısallaştırma, dokunulmaz kılma, eleştiri ve denetimin dışında
tutma) yeni tip bürokratikleşme ne anlama gelir?
Tek anlama
gelir: Yöneten ve yönetilen
ayrımının yeni bir biçimde yeniden
üretilerek, derinleşerek sürmesi. Her şeyi üstten, yetkililerden, liderden, partiden, devletten bekleme.
Kitle katılımcılığının biçimselleşmesi. Kitlelerin, kadroların sosyalist kurucu
özne olmaktan çıkmaya başlaması ve giderek çıkması. Bağımsız kişilik ve
inisiyatifin, kolektif kişilik ve inisiyatifin, özerkliğin, demokrasinin,
devrimci ilkeli eleştiri ve özeleştirinin, kolektif önderlik ve çalışmanın can
çekişerek ölmesi. Kadroların, örgütlerin, kitlelerin pasif bekleyişe mahkûm
edilmesi. Bağımsız yaratıcı inisiyatifin tükenmesi. Eleştiri ve denetimin
bitmesi. Eleştiri ve denetimin, “eleştirinin devrimci şiddeti”nin tek yanlı
yukarıdan alt örgüt ve kadrolara dayatılması, bunun bir tarza dönüşmesi.
İdeolojik değerlerin, tarihsel birikimin ve kadroların zengin bir babanın
müflis oğlu gibi küçük burjuva bürokrata has ruhsuzlukla harcanması.
Vurdumduymazlık. Vicdansızlık ve ahlaksızlığın meşrulaşması. İçi başka, dışı
başka çok dinli insan tipinin doğması. “Gözümü kapar, vazifemi yaparım.
Direktif gelmeden yan gelip yatarım” anlayışının kök salması. İnsanların
sorumluluk almaktan ve bağımsız iş yapmaktan korkar hale gelmesi. Sosyalist
demokrasinin gerçek içeriğinin iğdiş edilmesi. İşlevsizleştirilen demokrasi
adına işleyişlerin törensel bir gösteriye dönüşmesi. Parti çizgisi ve tüzüğünün
giderek kâğıt üstünde kalması. Özü
sözü ayrı önderler, yöneticiler ve aygıtlar. Ayrıcalıklı ve yanılmaz (!)
önderlere, kasta liberalizm; alt örgütlere, kadrolara, Marksizm-Leninizm’e
ilkeli ve devrimci tarzda bağlı kadrolara sektarizm ve tasfiyeci baskı ve
etkisizleştirilme-tasfiye (“eleştirinin devrimci şiddeti”) operasyonları.
“Etkin birey”lere, “etkin sekreter”lere, yetki gücüne dayanarak iş yapan “etkin
yönetici”lere, kolektif işleyişin tasfiyesinin ifadesi olan dar yürütme
güçlerine, vb dayanan, sözde “etkin birey”lerin, “stratejik önder”lerin
bağımsız kişilik sahibi, bağımsız Bolşevik eleştiri ve mücadele gücünden yoksun
kadroları devşirmesine, yetiştirmesine, biat kültüne dayanan oportünist ve tasfiyeci
bir kadro politikası. “Adanmış devrimci(lik)” gösterisinin ardına gizlenmiş,
kendini amaçlaştırmış iktidar düşkünlüğü. Bireyci hesap ve tutkularla yanıp
tutuşan, yükselmeyi amaçlaştırmış, başarıyı, güç merkezine ya da merkezlerine
yaltaklanarak-uyum sağlayarak yakalamaya çalışan, yılan gibi sinsi, fırsatçı,
fırsatları lehine kullanan, her olanağı kullanarak, adanmış militanlık oyunuyla
her türlü üç kâğıdı çevirerek kendisi için fırsatlar yaratmaya yatkın, kolektif
emeğin, başarı ve kazanımların üstüne yatmayı iyi bilen, güç
odaklarına/otoriteye biat ve bağımlılığı ideolojik ve örgütsel ilke ve
değerlerin üstünde sayan, sorgulamayan; sorgulayan bağımsız zihniyet ve
karakterden rahatsız olan, ama güç dengelerini iyi okuyan, tornistan yeteneği
yüksek, her ortama uyum sağlayan, partinin ve sosyalizmin genel çıkarlarıyla
değil, kişisel kariyer elde etmekle ilgilenen, gördüğü zaafların, çifte
standardın, adaletsizliklerin üzerine gitmeyen insan tipi ve “parti tarzı”
işlerlik. “Muhalif” ve “tehlike” görülen kadroların, örgütlerin sayısız biçim
alan tasfiyesi, itibarsızlaştırılması, değersizleştirilmesi. İlkesiz,
dalkavukçu, bireyci hırsların esiri, entrikacı zihniyet ve tipin yükselen değer
olarak yüceltilmesi. Stalin’in sertçe eleştirdiği “şahsi klanların kurulması”. Bürokratik
merkeziyetçiliğin amansız hükümranlığı…
Elbette ki bu
tablo genişletilebilir ama gerekmiyor.
Sosyalist
kuruculuk ve komünizme yürüyüş partinin
ve sınıfın önderliğinde sıradan
insanların, milyonların fırtınalı, militan kitle hareketine, milyonların
deneylerine dayanan devrimci eylem sürecidir. Kitleler adına bu işlev devlet tarafından üstlenilirse, bu işlev devletten beklenirse iş
çığırından çıkar hele bir de bu
zaaflı tablo devlet kültü ile
birleşirse, her şeye kadir devlet, parti, önderler idealizmiyle birleşirse, yönetenler tanrılaşırlar, kendini tanrı gibi
görmeye başlayan kişi ve aygıtlar da dinden, imandan çıkarlar…
Yöneten
yönetilen ayrımının sürdüğü koşullarda özellikle de başlangıç aşamalarında her
zaman için devlet ile kitlelerin çıkarları bire bir, yüzde yüz çakışmaz,
çakışmayabilir. Yöneten yönetilen ayrımının azaldığı, giderek silinmeye
başladığı, sıradan kitlelerin yönetmeyi öğrendiği, yönetme işinin
sıradanlaşarak tüm toplumu kavradığı oranda bu çelişki(ler) önemsizleşerek
sönümlenecektir. Bunu da unutmamalıyız.
Bu bağlamda,
tarihi deneyimden çıkan bir ders olarak, sosyalist toplumda proletarya ve kitlelerin yeni tipten burjuva unsurlara, bürokratik deformasyon ve
dejenerasyona karşı üretimden ve
hizmetten gelen gücü de dâhil olmak üzere sokak gösterileri, direnme ve başkaldırmaya dek uzanan hakları anayasal haklar olarak özel
olarak tarif edilmeli ve yasal olarak tanınmalıdır. “Düşmanın kullanma
tehlikesi”, “toplumsal anarşi”, “disiplin” vbg. gerekçelerle bu hakların
tanınmasına karşı çıkmak, nesnel olarak, gerçekte düşmana yarar ve komünizmin
ruhuna da aykırıdır.
Sosyalist
yasallığın bürokratik dejenerasyona dönüşüp çürüdüğü koşullarda ya da böyle bir
sürece doğru evrildiği koşullarda ya da bu gibi zaaf ve suçların ortaya çıktığı
ve yasal yoldan düzeltilemediği koşullarda sınıfın, kitlelerin direnme meşruiyeti ve yasal hakları vardır, olmalıdır ve bu haklar geliştirilmelidir de.
Kuşkusuz ki önemli olan doğru ve sağlıklı bir çizgide yürümek, meselenin ya da
meselelerin bu noktalara dek gelmesinin önlenmesidir. Ama açık ve kesindir ki,
sosyalizmden komünizme geçiş süreci çapraşık
bir süreçtir. Bugünden şu veya bu dersleri çıkarmakta yetmeyecektir; bürokratik
zaaflar, yıpranmalar, dejenerasyon vbg. sıkıntılar şöyle ya da böyle ortaya
çıkacaktır. Bu gerçeği görmek gerekir. İlk sosyalizm kuruculuğunun tarihsel
deneyimleri bu bakımdan da proletarya ve komünistleri yeterince uyarmaktadır.
Partilerde,
devletlerde, sosyalist inşa süreçlerinde, sosyalist
yasallığın bürokratik yasallığa dönüştüğü ya da dönüşmeye doğru gittiği ya da benzer uygulamaların gelişmeye başladığı
koşullarda komünistlerin, sınıfın ve kitlelerin meşru zeminde mücadele hakkı vardır ve olmalıdır. Grev, direniş,
başkaldırı hakları da dâhil sayısız mücadele biçimleriyle direnmek ve mücadele
etmek bir haktır ve bu, anayasalarda da güvence altına alınmalıdır. Aksi
taktirde, sosyalist anayasanın, parti
tüzüğünün arkasına gizlenen, kendilerine liberalizmi, başkalarına
Marksizm-Leninizm’i ve sektarizmi ve terörizmi uygulayan parti, devlet,
ekonomi, kültür vb. kurumların ya da bu kurumlarda suyunun başını tutan
yönetici bürokratların özellikle de yeni
tip bürokratların, tasfiyeci
kariyerist kliklerin, bürokrat kastların keyfiyeti önlenemez. Ya da
önleyecek önlemler dizisi, ideolojik ve siyasi, örgütsel barikatlar vs. ortaya
çıkarılamaz. Açık ve kesindir: Bürokratik
yasallığa saplanıp kalmak, ölümdür ya da bu, öldürür.
Komünist
karakterini yitirmiş ya da yitirmeye başlamış, işlevsizleşmiş ya da işlevini
tüketmeye doğru giden yasalara, komünistlerin ve sınıfın mücadele imkânlarını
elinden alan, elini kolunu bağlayan, susma ve tasfiye dışında başka bir yol
bırakmayan yasallığa biçimsel bağımlılık da komünistçe
olan hiçbir şey yoktur. Komünist
partilerde ortaya çıkan ve iktidarı ele geçiren ya da geçirmeye başlayan
revizyonizmin, oportünizmin, tasfiyeciliğin, kariyerizmin parti ve devlet
yasalarına sığınarak, o yasallığa bağlı kalmadığı, fiilen tasfiye ettiği halde,
kendini yasaların üstünde dokunulmaz ve ayrıcalıklı bir yere yerleştirdiği
halde, çifte standardı bir çalışma ve yaşam tarzına çevirdiği halde, parti ve
devlet illegalitesi ve çıkarları adına, parti ve devlet yasallığı adına
kolektivizmi, iç demokrasiyi, bağımsız kişilik ve eleştiri gücünü, sosyalist
yasallığı yok ederek fiilen içeriğini boşalttığı halde; yasaları komünistlere,
sınıfa, kitlelere karşı aşağılık bir baskı, imha, tasfiye ve dejenere etme
silahına çevirdiği halde, bu koşullarda hala “yasalara”, “tüzüğe” vs. bağlılık
adına davranmak ölümü kabul etmekten, tasfiyeciliğe ve revizyonizme, yeni tip
bürokratik ihanete teslim olmaktan başka bir anlamı yoktur. SSCB’deki
bürokratikleşme süreci ve sürecin bir karşı devrime dönüşmesi sürecinin
deneyleri bu bakımdan da açıktır.
Kendisi parti
yasallığına bağlı kalmadığı, fütursuzca çiğnediği halde komünistlerden yasalara
bürokratik bağımlılık isteyen,
dayatan; iktidarı ve gelişmesi için tehlike gördüğü her şeyi düşman görüp
baskı, kuşatma, tasfiye stratejisi ve taktiğine dayanarak imhaya yönelen,
böylece sınıf düşmanının yapamadığını ve asla başaramayacağı tahribatı yapan;
üstelik davaya, kavgaya, ideallere bağlılık adı altında bin kez daha yıkıcı bir
tarzda başaran komünist partilerdeki iç ihanet süreçlerine karşı dünya
komünistleri sosyalizmin tarihsel
deneyimlerinden gerekli dersleri çıkarmak ve yeni ve nitelikli bir donanım
kazanmak zorundadırlar. Partili mücadele yöntemlerinin önlendiği, sosyalist
yasallığa bağlı mücadele yöntemlerinin işlevini tükettiği ya da tüketmeye
başladığı koşullarda sınıf ve öncüleri yeni duruma uygun mücadele mevzilerine,
biçimlerine geçerek mücadeleyi geliştirmek zorundadır. Aksi taktirde gerek
partilerde, gerekse de sosyalist toplumlarda bürokratik yasallığın ardına
ustaca gizlenerek yıkımı, çürümeyi ve ölümü komünistlere ve sınıfa, kitlelere
dayatan, kendisini tanrı ve hep öğretmen yerine koyan, dışındaki herkesi hep cahil
ya da ilkokul öğrencisi yerine koyan tasfiyecilerin, Kruşçevlerin vb.
gibilerin, kastların, yönelimlerin, sapmaların, çizgilerin sınırsız olan
yıkımları engellenemez. Komünistler için,
sınıf için tek bağlı kalınacak şey, Marksizm-Leninizm’dir, işçi sınıfının genel
ve evrensel çıkarlarıdır. Komünistsen, partiysen, yöneticiysen, öndersen,
sosyalist devletsen, bu durumda Marksizm-Leninizm sana değil, sen
Marksizm-Leninizm’e bağlı kalmak ve uygulamak zorundasın. Yoksa çürürsün,
çürütürsün, ölürsün, öldürürsün; asla devrimci komünist falan kalamaz ve
olamazsın…
Burada, geçmeden, bir kez daha vurgulayarak
hatırlatmak isteriz: Enver Hoca, Molotovların Kruşçevlere karşı harekete
geçtiğinde iş işten geçtiğini, zaten Molotovların da “Bolşevizmin cesedi”,
“bürokratik yasallığın” uysal temsilcileri haline gelerek ona battığını
söylemişti. Gerçek yaşam farklı bir şeydir. SSCB’nin de deneyimi bunu çok daha
zengin bir tarzda kanıtlamıştır. Bu sorun(lar) üzerinde kolektif aklın ışığında
büyük bir dikkat ve özenle eleştirel düşünmek ve mutlaka yeni dersler çıkarmak
gerekmektedir.
SSCB ve
Sosyalist Kamp’ın tarihsel deneyimi yukarıda vurguladığımız gereksinimi
göstermektedir. Partinin ve devletin; yönetici katmanın olası hatalarına,
zaaflarına, suçlarına karşı sınırları iyi çizilmiş yapıcı direnme ve
mücadele hakkı (özelde de yeni tip bürokrasiye karşı) yasa katına çıkarılarak hukukileştirilmelidir. Asıl sorunun yasal
ve anayasal hakların tanınıp tanınmaması olmadığını, asıl sorunun doğru bir
siyasal çizgi, devrimci eylem, kesiksiz ideolojik-kültürel devrim ve başarıyla
komünizme yürüyüş ve kitlelerin bu amaca bağlı yetiştirilmesi ve seferber
edilmesi vb. olduğunu biliyoruz. Ama buna rağmen bu hakların tanınması ve
kullanılmasının güvenceye alınması tarihten çıkarılması gereken bir
derstir.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder