27 Kasım 2016 Pazar

Çeviri-Belge



Roter Oktober / Kızıl Ekim*

Beiträge eines deutsch-türkischen Marxisten

image

“Stalinizm” – Antikomünist bir Antikavram

Alman Marksist-Leninist teorisyen Prof. Hans Heinz Holz’un bu yazısı 2011 yılında Alman günlük Marksist gazetesi ‘junge Welt’te yayınlanmıştır. Bu metnin bulunduğu kitap daha sonra yayınlaştırılmıştır.

“Stalinizm” – Antikomünist bir Antikavram

Masum Göstermek Değil, Açıklamak**
Günümüzde “Stalinizm” her zamankinden çok antikomünist bir antikavramdır, özellikle, demokratik yenilenmeyi bahane ederek, tutarlı komünist bir sosyalizm anlayışına saldırmak için kullanıldığında.
Bu kavram buna oldukça müsait. Çünkü bir kişinin ismini çoğul bir ek ile ilişkilendirmek, sosyalizm inşasının bir aşamasını, komünist toplumun bir sistem biçimini (Systemgestalt), Marksizm’in özel bir teorik biçimini ya da devlet iktidarının kişisel bir tarz ile uygulanışını keyfi bir şekilde isimlendirmeyi ve böylece Ekim Devrimi ve Doğru Avrupa sosyalist toplumlarının çöküşü arasındaki dönemde komünizmin çeşitli yönelimlerini, aralarında ayrım yapmaksızın itibarsızlaştırarak bir araya getirmeyi mümkün kılıyor. “Stalinizm” kavramı, 20. parti kongresinde alınan sözde destalinizasyon kararından sonra gelişen toplumsal sürecin örgütlenmesi ve dünya komünist hareketinde daha sonra oluşan bir dizi olguyu kapsadığı için yanıltıcıdır.
Sistematik sorunların kişiselleştirilmesi ve bir “felâket figürü”ne yansıtılması, komünistler arasında, sonradan oluşan yanlış gelişmeleri daha önce meydana gelen bir nedenle ilişkilendirmeyi hedefleyen bir aklama stratejisi olarak kullanılabilinir. Bu aklama stratejisi, komünizm tarihinin tarihsel-materyalist anlayışını engeller ve sonuçta (birçok yoldaşın niyet ve beklentilerinin aksine) düşmanın propagandasına yarar.
“Stalinizm” yerine “Stalin zamanı” kavramının kullanılması, bilgilenmek açısından bir ilerleme değildir. “Stalin zamanı”, ekonomik, teknik ve eğitim açısından az gelişmiş, çok geniş bir ülkede, sosyalizmin inşasında devasa başarılarının gerçekleştirildiği bir zamandır. Bu başarılarının temel iki görünümü, (altyapının oluşturulması dâhil) sanayileşme ve kapitalist olmayan mülkiyet ilişkilerinin kurulmasıdır. Bunlar geniş yığınların yaşam koşullarında olağanüstü bir ilerlemeyi de kapsıyor. Bu başarıların, Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan beri kapitalist güçlerin, saldırgan, askeri, ekonomik ve ideolojik müdahaleleri temel alan politikalarına karşı elde edildiği gerçeği, genel tablonun bir parçasıdır ve bu başarıları daha da büyük ve önemli kılmaktadır.
Ayrıca, “Stalin zamanı” takdire değer halk eğitimi ve kültür faaliyetlerinin yapıldığı, okuma yazma bilmeyen büyük orandaki bir nüfusun okuma yazmayı öğrendiği, federatif birliğin çerçevesinde ulusal kültürlerin teşvik edildiği, burjuva anayasa teorisine göre de demokratik sayılabilecek bir anayasanın elde edildiği (bunu ifade etmekle, uygulama hakkında herhangi bir değerlendirilme yapılmasa da, [Sovyetler Birliği’nce] buradaki vurgu arzu edilen gelişme eğilimi hakkındadır) bir zamandır. Tüm dünyanın işçi sınıfının, o dönem Sovyetler Birliği’ni kendi yurdu olarak görmesi herhalde bir yanlış anlaşılmaya dayanmıyordu!
Son olarak, “Stalin zamanı” sadece komünistlerin değil, tüm Sovyet halkının faşizme karşı ve Ekim Devrimi ile Alman istilasının arasında geçen 20 yıldan fazla bir zamanda elde edilen ve başarılan sonuçları savunmak için verdiği kahramanca mücadelenin zamanıdır.
Yapılan haksızlıkları, suçları ve yanlış gelişmeleri tespit etmeden ve onların sebeplerini araştırmaya başlamadan önce, bu dönemi değerlendirirken, bütün bunları hesaba katmak gerekiyor; yoksa genel tablo çarpıtılır ve komünistlerin tarihin hangi geleneğinden geldiklerinin üzeri örtülür. Sadece bu başarıları kabul edersek, utangaç ve çıtkırıldım değil, samimi ve özeleştirisel bir şekilde, o dönemin başarılarıyla eş zamanlı gerçekleşen büyük hatalar ile yüzleşebiliriz.
Kurtuluş ve Şiddet
Sonuçlara ulaşmak isteyen kişinin, bir şeyin tehlikesiz ya da güzel göstermeye veya örtbas etmeye çalışmasından şüphelenilir. Fakat burada sorun, ders çıkarabilmek için çelişkilerden doğan sonuçları anlamaktır. Bu, sonuçları onaylamak anlamına gelmez. Tarihi süreçlerin açıklanması ve onların ahlaki açıdan değerlendirilmesinin birbirinden ayrı tutulması gerekir. Tarihi durumlarda ahlak önemli, vazgeçilmez bir unsur olsa da, ahlak öğütleri vermek tarihe tarihsel-materyalist bir bakış açısı değildir. Willi Gerns ve Robert Steigerwald’ın söylediklerine katılıyorum: “Karşıdevrimin şiddeti ve terörünün devrimci şiddet ile cevaplanması, bizim için sorun değildir. Devrimcilerin karşıdevrimin terörü önünde teslim olmaması için büyük devrimde [Ekim Devrimi – Ç.N.] bu gerekliydi.”
Tarih, iki tarafta da büyük kayıplara yol açan şiddetli sınıf savaşları örnekleri ile doludur. Bu, tabii ki korkunçtur ve insancıl bir politikanın tüm gücüyle bu tür şiddetin baş göstermesini engellemesi ya da sınırlandırması gerekmektedir. Fakat ezilenler, uysallık ve ahlaklılıklarından dolayı, gerekli olduğunda kendi kurtuluşları için şiddetli bir şekilde diş geçirmekten vazgeçerlerse, iktidardakilerin şiddetinin savunmasız kurbanları olurlar. Kurt Gossweiler, şunları yazarken haklı: “Ezilen sınıfın, ezen sınıfın boyunduruğundan kurtuluşunu, devrimci kurtuluş savaşının yapılması ve karşıdevrimci restorasyon girişimlerine karşı mücadele sırasında pek çok suçsuz kişinin ölümüne yol açmadan gerçekleştirdiği tarihte görülmüş bir şey değildir”.
Zaten “Stalinizm” suçlamasındaki esas mesele şiddetin geçici ve sınırlı uygulanışı değil, devlet aygıtlarının terörü uyguladığı zamanda hala devrimci-karşıdevrimci bir durumun olup olmaması ve terörün aşırı boyutuna nelerin yol açtığı sorusudur. Sözde Stalin zamanının eleştiricileri, [SBKP’nin] 20. parti kongresinin başlattığı ideolojik çizgisini devam ettirerek, Stalin’in, sosyalizmin bir ülkedeki zaferinden sonra sınıf savaşının keskinleştiği tezinin yanlış olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bu iddia, tüm tarihi gerçekler ve mantık ile çelişiyor.
Bir düşünün: kapitalizm için, dünyanın altıda birinde sosyalizmin inşasının başlatılmasıyla, ilk defa dışsal, devlet olarak örgütlenmiş bir düşman oluşuyor ve aynı zamanda [kapitalizmin] içinde sosyal çelişkiler büyüyor ve sınıf savaşı keskinleşiyor; [kapitalizmin içindeki] işçi hareketi ve dış düşman olan Sovyetler Birliği doğal müttefikler idi. Bu koşullar altında, Sovyetler Birliği’ni korkutmak, güç kazanmasını engellemek ve mümkün olduğunda sosyalizmin gelişimini engellemek, kapitalist devletler için en uygun strateji idi. Bunun, kapitalist devletlerin dış ve askeri politikalarının genel çizgisi olduğunu hem fiilen hem de belgelerle ispatlamak mümkündür. Sosyalizmi yıkmayı hedefleyen strateji, Sovyetler Birliği’nin komünist partisini içeriden çürütmeyi, parti içi yönelim kavgalarıyla felç etmeyi ve sosyalist olmayan ve anti-sosyalist güç ve davranış tarzlarını desteklemeyi de içeriyordu.
Ekim Devrimi, Sovyet Rusya’da (ve sonra SSCB’de) sınıfların kaldırılmasına yol açmadı. Hala, sosyolojik kriterlere göre tanımlanabilen, birçok ilişkide (mesela aile, kilise, her çeşitten topluluklarda) korunan, hayat tarzlarını, beklentilerini, değer yargılarını vs. koruyan ve çocuklarına aktaran ve böylece inşa edilen yeni oluşum ile (hakkında sık sık konuşulmayan) toplumsal ve ideolojik çelişkiye sahip toplumsal tabakalar bulunmaktaydı. Bu tabakalar, kısmen (fakat tamamen değil) kendi bilinçli, ulusal bağlılıklarıyla belirlenmiş isteklerine karşı, sosyalizmin inşasında iç çürüme belirtilerinin taşıyıcıları olma durumunda kaldılar ve bu tabakaların üyeleri bunun için alet de olabiliyorlardı.
İçeride ve dışarıda sınıf savaşı sürmekteydi ve dışsal baskılar ve müdahale tehditleri ile acil, tehlikeli bir hal aldı (aynı şekilde, bileşik kaplar gibi, Fransız Devrimi’nde, “terreur” [terör] ve [karşıdevrimci devletlerin] istilası birbirleriyle bağlantılıydı). Hem bireysel hem grup çıkarlarında bazı yakın hedefler diş geçirdikleri ve diğer yakın hedeflerinin üstesinden geldikleri için, prensip ve strateji tartışmalarının gerçek seyrinde bir dizi yalpalama ve taraf değiştirme meydana geldi. Yükselen dışsal tehlike (faşizmin güçlenmesi, Anti-Komintern Paktı, İspanya’da Franco darbesi, Japonya’nın Çin’e saldırması) de eklenince, bu iç tartışmalar genç sosyalizmin ağır bir darbe yeme, hatta çökme tehlikesini yaratıyordu.
Keskinleşmiş Sınıf Savaşı
Bu koşullar göze alınırsa, Ekim Devrimi zaferinin ardından sınıf savaşımının keskinleştiği değerlendirmesi yanlış değildir. Partideki fraksiyon tartışmalarını aşmak veya durdurmak, hatta gerekirse bertaraf etmek ve mülkiyet ve üretim ilişkilerinin değiştirilmesinin hızlanması ile toplumun [bir kısmında olan] sosyalist olmayan bilincin maddi temelini ortadan kaldırmak, bu değerlendirmeden çıkan sonuç olmalıydı. Bu programın, baskıcı şiddet olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği aşikârdır.
Sosyalist normların ihlali sorusu, ancak burada ortaya çıkıyor. Sadece yeni devletin etkin düşmanları değil, çok sayıda suçsuz kişinin, hatta birçok sadık yoldaşın da baskıların kurbanı oldukları şüphesizdir. Bu, Rusya’nın, Ekim Devrimi (ve Sovyet devletinin kuruluşu) koşulları ele alınarak kolayca açıklanabilinir. Rusya’da, batı Avrupa’da (Roma hukukundan beri) iki bin sene zarfında yavaş yavaş (ve hep büyük gerilemeler ile) gelişen hukuk devleti gelenekleri yoktu. Hatta [Rusya’da] o zamana kadar hep bir baskı düzeni olan hukuk düzeninin gereksinimi olan formalizme karşı derin şüpheler vardı. İyi örgütlenmiş ve geniş kapsamlı siyasi polise sahip olan otoriter çarlık devletinin eski alışkanlıkları devam etmekteydi. Eski devrimci kadrolarının değiştirilmesi ve tasfiye edilmesini, kendi yükselişlerinin fırsatı olarak gören oportünist ve kariyerist unsurlar, SBKP’nin hızlıca büyümesi ile partiye sızdı. Nesnel olarak dışsal ve içsel tehlikelerin varlığını, şüphe yaratarak, denetim dışı güç yapılarına mazeret göstermek ve onları ele geçirmek için kullandılar. Böyle bir ortamda, ihbarcılık yeşerir.
Bütün bunların tabii ki sosyalizmle alakası yoktur, aksine bu, özel Rus koşullarının temelinde oluşan bir toplumsal gelişmedir. Koskoca ülkede küçük tohumlardan nispeten hızlıca yetiştirilen ve yeterince eğitimli olmayan güçler [kadrolar] ile donatılmış parti örgütleri, bu gelişmeyi kontrol altında tutabilmek için henüz çok zayıflardı; gelişmeler tarafından sürüklendiler. (Ve hiçbir illüzyona kanmayalım: nerede sosyalizm az gelişmiş bir ülkenin temelinde inşa edilirse, aynı yanlış gelişmelerin oluşma tehlikesi vardır. Tam da bundan dolayı basit suçlamalar yapmak yerine sebepleri araştırmak son derece önemlidir.)
Dış tehdit ve içerideki sınıf savaşı, ekonomik-teknik azgelişmişlik, eğitim eksikliği, burjuva-demokratik düşünce tarzlarının yokluğu ve otoriter düşünce tarzlarının devam etmesi koşulları altında, sosyalizmin inşası sırasında ciddi yanlış gelişmelerin nasıl meydana geldiğini “Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği” kitabımın dördüncü bölümünde kısaca izah ettim: Leninist parti kurallarına riayet edilmemesi, parti ve devlet aygıtının bürokratlaşması, baskıcı iktidar biçimlerinin kurumsallaşması ve – özeleştiri prensibinin başarısızlığı için önemli olan – teorinin önce duraksaması ve sonrasında da çökmesi. Sosyalist itki, toplumsal yaşamın örgütlenme biçimleri düzeyinde gelişmedi. Bundan dolayı “sosyalizmin deformasyonu” kavramını kullanmak istemiyorum, çünkü deformasyona uğrayabilen gerçekleşmiş bir sosyalizm daha henüz yoktu; onun yerine, sosyalizmi kurma denemesinde ortaya çıkan iç çelişkiler ve hatalı gelişimlerden bahsediyorum. Parti yönetimi, gerçekten, bu hatalı gelişimi durdurmak için birçok hamle yapmaya çalıştı (örneğin, parti ve devlet görevlerini birbirinden ayırmak bir kaç kere denendi, fakat bunun uygulanması için yeterine vasıflı kadro olmadığı için yine de görevlerde bir çeşit şahsi birleşme ortaya çıktı). Böylece, [devlet] aygıtının toyluğu ve ağırkanlılığı, bunun yanında maddi önkoşulları bulunmayan programların gerçekleştirilmesinin nesnel imkânsızlığından dolayı [parti yönetimi] başarısızlığa uğradı.
Savaşın patlaması, ülkenin yıkımı ve müthiş insani kayıpların yaşandığı dört korkunç senenin getirdiği olağanüstü durum ve 1945’ten sonraki “tekrar baştan başlama zorunluluğu”nun yaşandığı yıllar, zaten yapısal toplumsallaşma sürecinin kesintiye uğramasına neden olmuştu. Ve Sovyet halklarının insanüstü savunma başarısı (özellikle Rus) ulusal ideolojinin seferberliği ile de gerçekleştirildi; bu, yurtsever ve komünist düşüncenin özdeşleşmesinden dolayı komünist hareketin enternasyonalizmine zarar verdi.
Benim değerlendirmeme göre Stalin, hayatının son senelerinde – özellikle, 20. parti kongresinin sonucunda kayda alınmayan ekonomi ve (dil bilimi örneğinde) teorik temeller hakkındaki geç yapıtları ile – bahsedilen hatalı gelişimleri düzeltmeyi hedeflemiştir; bunu, dikkatli bir şekilde ve savaştan dolayı zayıflatılmış ve ABD’nin saldırgan anti-sovyetik politikası ile tekrar tahrik edilen Sovyetler Birliği’ni sarsmadan yapmak istedi. Bu değerlendirmenin doğru olup olmadığını, sadece Stalinci geç dönemin (şu ana kadar sorunun açıklanmasında neredeyse tamamıyla gözden kaçan) duygular ile çarpıtılmamış bir analizi belirleyebilir. “Stalinizm” tartışmaları, böylesi duygulardan arındırılmış bir analiz için pek uygun değiller.
Teorinin Deformasyonu mu?
Gerns ve Steigerwald’ın savunduğu “Teorinin deformasyonu” tezini yanlış bulduğumun altını çizmek istiyorum. Gerns ve Steigerwald’ın tezlerini (benim de çok saygı duyduğum) komünist olmayan sosyolog Werner Hofmann’ın  değerlendirmelerine dayandırmaları, fakat bunu yaparken, Hoffmann’ın izah ettiği sebep analizine başvurmamaları, önemli bir belirtidir. Böylece çarpık – ve ikinci el – bir tablo ortaya çıkıyor.
Stalin, teorik çalışmalarıyla – özellikle SBKP Tarihi Kısa Dersi’ndeki tarihsel ve diyalektik materyalizm üzerindeki bölümler ile – bilhassa, ilk defa eğitim çalışmalarının kapsamına giren geniş yığınlara hitap ediyordu. Stalin, takdire değer didaktik bir hünerle, bilimsel meselelerde tamamen acemi olan okuyucular için de anlaşılabilen bir şekilde diyalektik bir felsefenin ve toplum teorisinin zor konularını izah edebildi. Bunu yaparken, kaba basitleştirmelerin yapılması gerektiğini, ders kitapları ile çalışan ya da onları yazan herkes bilir. Ayrıca, diyalektik hareket biçiminin, sistematik bir özet ile maddeleşmesi lazım. Marksist felsefe temellerinin Stalinci sistematikleştirilmesinin Leninci örneklere çok benzediğinden, özellikle, Lenin’in, Hegel okumasını özetlediği(1) diyalektiğin onaltı maddesinin, Stalinci ana maddeler ile tamamen örtüştüğünden, başka bir yerde(2) bahsettim. Otuzlu senelerin başında, Stalin’in yazısından önce, komünist dünya hareketinin genelinde diyalektik ve tarihsel materyalizmin derslere uygun özetlerine ihtiyaç duyulduğunda, Batı Avrupa’da önemli Marksist filozoflar (neredeyse kullanılan kelimelerin bile benzeştiği) aynı sistem taslaklarını hazırladılar – mesela Max Raphael (1934) ve Georges Politzer (1935).
Stalin’in teori için önemli olan yazılarının şu ana kadar yapılan analizi istisnasız aynı tabloyu çiziyordu: ağır, karmaşık konuları en önemli, çekirdek olgulara indirgeme ve berraklaştırma yeteneği; maddenin berrak olmadığı yerlerde ilişkileri gösterebilmek; başka görüşlere karşı kendi durduğu yeri açık bir şekilde belirtebilmek.
Stalinci (ve de Leninci) özet taslakları ve “elementaria”ların [temel unsurlar] Sovyet bilimi tarafından yapılan tartışma ve ek araştırmalar için bir temel olarak değil de, teorik çalışmalarının dogmatik sınırı olarak ele alınmaları, bu yazıların kendilerine yüklenemez; bu daha çok eğitimsel ve bilimsel sosyolojik bir sorundur (ve Werner Hoffmann meseleyi böyle ele alıyor). Bu dogmatizm ve (siyasi oportünizm ile eşzamanlı) temel meselelerdeki hareketsizlik, esasen Stalin sonrası dönemde Sovyet biliminin ağır basan özelliği oldu. “Sovyet Bilimi” dergisinin, 1948 ve 1952 arasındaki ilk yayınlarında, çok daha açık ve tartışmalara sıcak bakan bir bilim görülebilir.
Tabii ki bu teori çöküşü parti ve devlet aygıtının bürokratlaşması ile bağlantılıdır, fakat aynı zamanda kökleri, devrim öncesi Rusya’da bilim ve bilim gelenekleri temelinin çok dar olması, bu temelin devrim sonrası burjuva bilim adamlarının göç etmesi ile daha da zayıflaması ve bu eksikliğinin yeni yetişen eğitimli tabakalar ile sadece yavaş yavaş giderilebildiği gerçeğine dayanıyor. Bilimsel kültürün gelişimi için birçok nesle ihtiyaç vardı – ve Sovyetler Birliği’nin böylesi uzun bir zamanı yoktu. Bir dünya görüşünün erken dönemlerinde dogmatik çocukluk hastalıkları – Hristiyanlığın dogma tarihini düşününüz – tarihte nadir rastlanan olaylar değildir. Toplum eğer genel olarak kendini dengeleyebilirse, karakteristik oluşum özelliklerine [Formationstypik] göre gelişirse ve farklılaşırsa, uzun vadeli tarihi süreçlerle [bu çocukluk hastalıkları] genelde aşılır.
Gelişimde Kırılma
Böylesi uzun vadeli bir gelişme 20. parti kongresi ile kesintiye uğramıştır. Önceki senelerde yapılan hataların, hukuk dışı davranışların ve suçların eleştirisi, (az gelişmiş) bir ülkede sosyalizm inşasında mevcut nesnel çelişkilerin ve onların sübjektif yansımalarının tarihsel-materyalist analizi sonucu olarak aktarılmadı, aksine, son kertede tek bir kişiye, zalim Stalin’e karşı yönlendirilen ahlaki suç isnadı olarak yapıldı. Stalin’in eleştiricileri olan kendi elemanları, (eski, Tevrat’taki usullere göre) ortak sorumluluklarını bir günah keçisine yüklemek istediler. 20. parti kongresinden başlamak üzere, komünistler arasında “Stalinizm” eleştirisinin daima kendi başarısızlıklarına bir mazeret üretme özelliği de vardır; Stalin’in ölümünden 36 sene sonra, 1989’da ve sonrasında hâlâ Sovyetler Birliğin’deki bütün hatalı gelişmelerden “Stalinizm” sorumlu tutuluyorsa, bu eleştiricilere, [Stalin’in ölümünden sonra] partinin devrimci ruhunun yenilenmesi için gerçekten yeterince zaman ve imkânları olmasına rağmen bu 36 yıl içerisinde kendi yaptıkları hataların hesabını sormak daha mantıklıdır.
Artan Oportünizm
20. parti kongrenin politikasının Leninci rotadan saptığı kırılma noktalarının tespit edilmesi, daha kapsamlı bir araştırmanın konusu olmalı.(3) Her halükarda, Hruşçov ile SBKP içinde oportünist (yani revizyonist) bir çizginin hakimiyet kazandığı değerlendirmesini doğru buluyorum. Oportünizmi, kısa vadeli ekonomik menfaatler uğruna kapitalist tedarikçi ülkelere bağlı kalmayı göze alan; “sevgili barış uğruna” düşmana, sistemi tehlikeye atan tavizler vermeye hazır olan; sosyalist kampın bütünleşme sürecini tek taraflı olarak hâkim gücün özel çıkarlarına tabii kılan; bilimsel sosyalizm teorisinin yabancı teorik konseptlerin sızmasıyla yavaşça bir revizyona uğramasına eleştirisiz tahammül eden ve Marksizm’in eleştirisel potansiyelinin saf bir savunmaya [Apologetik] sefilleşerek dönüşmesine izin veren bir politika olarak tanımlıyorum. Yani kısacası, sınıf savaşı coşkusunun gevşemesini ve reformist görüşlerin ve stratejilerin yayılmasını beraberinde getiren tüm olgular.
1956’dan itibaren Sovyet politikasında oportünizmin eğilim olarak gitgide arttığı tezinin doğruluğunun, olguların araştırılması ve değerlendirilmesi ile sınanması lazım. Ona basitçe “stalinist” denilerek iftira edilemez. […]
“Stalinizm – Antistalinizm” klişesinden uzaklaşmamız lazım. Zengin ve çelişki dolu tarihimizi bunun gibi ön yargılara kanmadan araştırmamız gerekiyor. Tarihi araştırmamızın sebeplerinin de geleceği daha güzel kılmak, kalıplarını bildiğimiz hataları yapmamak ve kapitalist sömürü ve zulüm toplumunun alternatifini insanlığın kurtuluş biçimlerine dönüştürmek olduğunu unutmamalıyız.
Dipnotlar
1 LW 38, S.212–214 [Lenin eserlerinin Almancası, 38. cilt, s. 212-214]
2 Dialektik als offenes System, Paul Rugenstein Verlag, Köln 1986, S. 16-20 [Açık Sistem Olarak Diyalektik, Paul Rugenstein Yayınevi, Köln 1986, s. 16-20]
3 Hans Heinz Holz: »Niederlage und Zukunft des Sozialismus«, Neue Impluse Verlag, Essen 1992, S.102–104 [Hans Heinz Holz: “Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği”, Neue Impulse Yayınevi, Essen 1992, s. 102-104]

* Kaynak: İnternet
** Yazı dizimiz devam ederken arada bu vb. belgeler yayınlamaya devam edeceğiz. Bu yöntemin sorunları inceleyecek okura katkı yapacağını düşünüyoruz. Bu yöntemi kullanırken ölçütümüz yayınladığımız yazılarla fikir birliği içinde olma ölçütü değildir ve olmayacaktır. Biz düşüncelerimizi 2011 yılında yayınlanmış olan kitabımızda ortaya koymuştuk. Keza bloğumuzda yayınlamaya devam ettiğimiz dizide de ortaya koymaya devam edeceğiz. Ki, yazı dizimiz genelde ya da ağırlıklı olarak kitabımıza dayanmaktadır. Kitabımızın çıkmasından sonra konu bağlamında incelediğimiz materyallerin çoğu şimdilik bize bağlı olmayan nedenlerle elimizde bulunmamaktadır. Koşullar elverişli hale geldiği zaman konu bağlamında daha etkin üretimlerimiz olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder