11 Ocak 2017 Çarşamba

II. Bölüm devam ediyor...



SSCB’DE KAPİTALİZMİN RESTORASYONU VE MÜLKİYETİN KARAKTERİ…
Bilindiği gibi, yeni tip burjuvazi ve modern revizyonizm, açık burjuva kimliği ve burjuva ideolojisi ile, “biz sosyalizmi tasfiye ederek kapitalizmi ve emperyalizmi kurmak istiyoruz” diyerek ortaya çıkamazdı ve çıkmadı da. Yaptıkları her şeyi, sosyalizm ve komünizm adına yaptılar. Bir yandan eski sosyalist biçimleri korurken, öte yandan da kaçınılmaz olarak bu biçimleri de bozarak, kirleterek kapitalizme yöneldiler.
SSCB’de kapitalist restorasyonun başlangıcı, revizyonist bürokrat burjuvazinin iktidarı ele geçirdiği 1956’dır. Sonraki süreç, her bakımdan mevzilerini sağlamlaştırdığı, bir tüm olarak programını pratikleştirdiği süreç oldu.
Revizyonist burjuvazinin iktidarı ele geçirip yeni tip burjuva diktatörlüğünü kurmasından sonra ekonominin de patronu haline geldi. Kızıl maskeli beyaz karşı devrim ve iktidarın ekonomi politikası ve ekonomik politikası, kapitalizmi inşa politikasıydı. İlk adımları, ürkek ve üstü örtük bir şekilde 1953-56 arası atılan bu politikalar, modern revizyonist burjuva diktatörlüğünün kurulması ile birlikte sistematik bir tarzda yürürlüğe sokuldu ve süreç içerisinde başarı kazandı. Böylece, önce üst yapıyı ele geçiren burjuvazi, kapitalizmi inşa programıyla, kapitalist yasaları (kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarını) harekete geçirerek sosyalizmi tümden tasfiye etmenin yolunu açarak başarı kazandı. Yani söz konusu olan, sosyalizmden komünizme geçiş sürecinde ortaya çıkan ve geçici bir dönem etki sağlayan bir revizyonist sapma değildi. En nihayetinde sapma son tahlilde çizgiye dönüşmeden düzeltilebilecek bir durumdur. SSCB’de söz konusu olan 56 ile modern revizyonist bir karşı-devrimin galebe çalmasıdır. Bir sapmadan bahsedilecekse, en fazlasından Stalin’in ölümünün hemen ardından başlatılan eski çizgiden uzaklaşma yönelimidir.
Yeni tip burjuvazinin önderliğinde SSCB’de inşa edilen ekonomi, klasik kapitalist ekonomi değildi. Ama onun yasalarına dayanan bir ekonomi olarak, tekelci devlet kapitalizmi, bürokratik kolektif kapitalizmdi. Yani yeni tip bir kapitalizmdi, tarihte ilk kez (sosyalist sistemin, sosyalist ekonominin tasfiyesi üzerinde) ortaya çıkan bir kapitalizm. Revizyonist, oportünist ve Troçki ve Mandelci Troçkist akımlar, aralarındaki önemli değerlendirme farklılıklarına karşın,  SSCB’deki ve öteki eski sosyalist ülkelerdeki kolektif mülkiyet biçimlerine ve Marks’ın Kapital’ine biçimsel açıdan dayanarak, 1956 sonrası SSCB’ni ve öteki eski sosyalist kamp ülkelerini “sosyalist” ilan edegeldiler.
Marksist Leninist Komünist Harekette de ortaya çıkan tasfiyeci orta yolcu revizyonist eğilim de sosyal emperyalist sistemi “sosyalist” olarak ilan ederken ve SSCB’deki sistemin klasik kapitalist biçimler alarak dağılmasına kadar olan süreci restorasyon süreci ve bu sürecin tamamlanarak dağılması olarak ilan ederken diyor ki, SSCB’deki kapitalizm olarak ilan ettiğiniz şey, Marks’ın Kapital’indeki kapitalizme hiç de benzemiyor!
Peki, bu bir kanıt olabilir mi? Bizce olamaz. Dahası bu tavır, tipik bir mekanizmdir, şematizmdir, pozitivizmdir. Çarpıcı bir “teorik tutuculuk”, “ideolojik tutuculuk”, “muhafazakârlık” ve “dogmatizm”dir. Diyalektiği, materyalizmi, tarihi materyalizmi, Marksizm-Leninizm’i unutmak ya da zaten anlamamış olmak demektir. Marks’ın kapitalizmi tahlil ederken ortaya çıkardığı kapitalist ekonominin nesnel gelişme yasalarını temel alarak, SSCB’de 56 sonrası sürece başarıyla ve somut olarak uygulamak yerine; görüngelere, lafıza takılmak, biçimciliğe ve “teorik tutuculuğa” saplanmak demektir.
Peki, her devlet mülkiyeti, sosyalist mülkiyet olarak görülebilir mi? Bizce görülemez. Kapitalist mülkiyetin sadece tek biçimi mi var?  Bizce hayır. Konuyla ilgili, Marksizm-Leninizm’in ustalarının yaklaşımına yakından eğilmekte yarar vardır.
Marks, “Hisse senetli şirketlerin kuruluşu”nu incelerken, şöyle der:
“1-Üretimin ve girişimin ölçeğinde, bireysel sermayeler için olanaksız bulunan muazzam bir genişleme aynı zamanda, daha önce hükümet girişimleri olan kuruluşların kamu girişimi haline gelmesi.
“2- Kendisi toplumsal üretim biçimine dayanan ve üretim araçları ile emek gücünün toplumsal yoğunlaşmasını öngören sermaye, burada, özel sermayeden farklı olarak, doğrudan doğruya toplumsal sermayenin (doğrudan bir araya gelmiş bireylerin sermayeleri) biçimini alır ve bunun girişimleri, özel girişimlerden ayrı ve farklı toplumsal girişimler şekline girer. Bu, özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içerisinde ortadan kalkmasıdır.” (Kapital, C. III, s. 386)
Engels, kolektif kapitalist biçimlerin gelişimi ile ilgili şunları yazar:
“Ne olursa olsun, tröstlerle tröstsüz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir. Devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm zorunluluğu, kendini önce posta, telgraf, demir yolları gibi büyük ulaştırma örgenliklerinde gösterir.
“Eğer bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır…
“Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlette burjuva toplumun, kapitalist üretim biçimini genel dış koşullarını, işçilerden olduğu denli tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korunmak için kurduğu örgütten başka bir değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özsel olarak kapitalist bir makinedir: Kapitalistlerin devleti, soyut kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür….” (AntiDühring, s. 397-398, Sol Yay.)
Engels, kendisinden aktardığımız alıntıların birinci paragrafında “gerekir” sözcüğü üzerine bir dipnot düşer ve şunları yazar:
“Gerekir diyorum. Çünkü ancak üretim ve ulaştırma araçları gerçekten hisse senetli şirketler tarafından yönetilemeyecek kadar büyük oldukları, bunun sonucu devletleştirme ekonomik bir zorunluluk durumuna geldiği durumda, ancak bu durumda, hatta bu işi yapan bugünkü devlette olsa, devletleştirme ekonomik bir ilerleme anlamına, tüm üretici güçlere toplum tarafından el konulmasına ön gelen yeni bir aşamaya erişildiği anlamına gelir. Ama son zamanlarda Bismarck, kendini devletleştirmelere verdiğinden bu yana ortaya, hatta şurada burada bir ruh düşkünlüğü içinde yozlaşan ve her türlü devletleştirmeyi, hatta Bismarck’ınkini bile sosyalist (devletleştirme) olarak ilan eden düzmece bir sosyalizmin çıktığı görüldü. Kuşkusuz, eğer tütünün devletleştirilmesi sosyalist (devletleştirme) olsaydı, Napoleon ile Mettermich sosyalizmin kurucuları arasında sayılırdı.” (age., s.397)
Demek ki kapitalist mülkiyet biçimi tek bir mülkiyet biçimine indirgenemez, bir de çeşitli kolektif biçimler alan, anonim ortaklıklar ve devlet mülkiyeti biçimini alan, kolektif kapitalist mülkiyet biçimleri de mevcuttur. Kapitalist mülkiyetin en yüksek biçimi, tekelci devlet kapitalizmdir. Özellikle 2. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında gelişen tekelci devlet kapitalizmi belirgin bir olguydu. Türkiye’de de KİT’ler olgusunu hepimiz bilmekteyiz… Tekelci kapitalist devlet mülkiyeti kapitalist mülkiyetin en yüksek biçimidir, bir kolektif kapitalizmdir, tek tek kapitalistin ve kapitalist grupların mülkiyeti değildir; burada kapitalist mülkiyetin sahibi burjuva devlettir, burjuva devlet, burjuvazinin genel sınıfsal çıkarları doğrultusunda bu mülkiyeti yönetir, artı-değeri buna göre dağıtır. Bu mülkiyetin kolektif karakteri, onun sermaye olma niteliğini de ortadan kaldırmaz. Kapitalizmi salt özel mülkiyete, tek tek kapitalistlerin bireysel mülkiyetine ve rekabetine indirgeyerek kapitalizm doğru tahlil edilemez. Ayrıca alıntılardan da görülebileceği gibi, her devletleştirme sosyalizm değildir.
Bu kısa açıklamalardan sonra, devam edebiliriz.
Sosyalist devletleştirmenin sosyalist karakterini belirleyen şey, proletaryanın iktidarda olmasıdır. Proletarya iktidarı kaybederse ekonomik iktidarını da kaybeder. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğünün burjuva diktatörlüğüne dönüştüğü koşullarda, sosyalist toplumsal devlet mülkiyeti de kaçınılmaz olarak giderek kolektif kapitalist mülkiyete, tekelci devlet kapitalizmine dönüşecektir. Bu durumda özel kapitalist sermayenin, tek tek kapitalist ya da kapitalist grupların olmaması, özel mülkiyetin başlıca mülkiyet biçimi olmaması kolektif mülkiyetin sermaye olma niteliğini ortadan kaldırmaz ama giderek miadını doldurduğu oranda birincisine yol açar, ön koşullarını hazırlar ve çözülerek klasik kapitalist mülkiyet biçimlerine dönüşür; tıpkı revizyonist/kapitalist blokta yaşandığı gibi.
Bu bağlamda, SSCB’ye bakıp, hani nerde özel kapitalist sermaye grupları, hani nerde özel sermaye grupları arasındaki kapitalist rekabet, hani nerde kapitalist pazarda iş gücünü özgürce satan işçiler, hani nerde özel mülkiyet deyip SSCB’de ve diğer eski sosyalist ülkelerde kapitalizme dönüş sürecini ve bu ülkelerin giderek kolektif kapitalist ekonomilere dönüştüğünü ret ve inkâr etmek, ne Marksizm-Leninizm’le ne de O’nun diyalektik materyalist yöntemiyle bağdaşmaz ve insanı doğru yoldan fena halde çıkarır. Olguculuk (pozitivizm) Marksizm-Leninizm değildir ve Marks’ın vurguladığı gibi görüntüyle öz-içerik bire bir çakışsaydı bilime gerek kalmazdı. Görüngülerin analizi, görüngüleri yöneten temel gelişme yasalarına inilerek/kavranarak ancak doğru anlaşılabilir.
Modern revizyonizmin iktidara gelmesi ve programını yürürlüğe koymasını yeni burjuvazinin iktidara gelmesi ve kapitalizmi inşa etme sürecine girmesi ve klasik kapitalist biçimlere geçmeden önce (eski sosyalist biçimleri bir yandan korurken öte yandan bozarak- sözde korunmuş) sosyalist hukuki biçimler altında kapitalizmin inşa edileceğini reddetmek ile, devletin sınıfsal karakteri ile mülkiyet arasındaki bağı kopararak, mülkiyetin karakterini belirleyenin devletin sınıfsal karakteri olduğunu yadsıyan bakış açısı ve tahlil arasında kopmaz bir bağ vardır ve bu ikisi de revizyonizme tekabül etmektedir.
Küçük burjuva sosyalizmi ile sosyal demokrasi, her türlü devletleştirmeleri sosyalist olarak görür.  Bu tez, kaynağını, Bernstein’den, Kautskiyzm’den, II. Enternasyonal oportünizminden, Troçkizm’den, modern revizyonizmden alır.
Lenin, “tekelci ya da tekelci devlet kapitalizminin artık kapitalizm olmadığı, artık ’devlet sosyalizmi’ vb.” olduğunu ileri süren yaklaşımı burjuva reformizmi olarak mahkûm eder ve bunun “en yaygın yanılgı” olduğuna dikkat çeker. (Bkz. Devlet ve Devrim, s. 84)
Yine Lenin, “…Tekelci devlet kapitalizmi, sosyalizmin en eksiksiz maddi hazırlığı, onun bekleme odasıdır, çünkü tarihin merdiveninde bu basamakla, sosyalizm denen basamak arasında bir ara basamak yoktur.” (Seçme Eserler, C. 9, s.198), der. O, hemen bir üst paragrafta şunları yazar: “ …Çünkü sosyalizm, tekelci devlet kapitalizmden bir adım ileriye atmaktan başka bir şey değildir.”
Madem sosyalizm, tekelci devlet kapitalizminden bir adım ileriye adım atmaktır, yani proletaryanın sosyalist devrimle iktidarı ele geçirmesidir o halde, yeni tip burjuvazinin proleter iktidarı tasfiye ederek yeni tip burjuva diktatörlüğünü kurması demek de, sosyalizmden tekelci devlet kapitalizmine “bir adım gerileme”dir. SSCB ve Sosyalist Kamp’ın deneyimleri de bunu kanıtlıyor.
“Sosyalist devlet mülkiyeti, kapitalist devlet mülkiyetinden temelde ayrılır. Belirli işletmeler ve hatta tüm iktisat dalları burjuva devletin mülkiyetine geçse de, bunların toplumsal özü değişmez. Burjuva devlet, tekelci sermayenin çıkarlarını savunur ve bunların elinde, emekçi çoğunluğun mülk sahibi azınlık tarafından baskı altında tutulmasını sağlayan bir zor aygıtıdır. İşte tam da bundan ötürü, devlet kapitalisti işletmeler, emekçilerin burjuva sınıfının bütünü tarafından sömürülmesine dayanan girişimlerdir ve yabancı ve köleleştirici güç olarak halka düşmandırlar.
“Sosyalist toplumda iktidar işçi sınıfının elinde bulunmaktadır. İşçi sınıfı, devlet üretim araçlarına halkla ortaklaşa bir şekilde sahiptir…
“Devlet mülkiyeti, sosyalist toplumda egemen olan mülkiyet biçimidir…” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. II, s. 108-109, iba.)
Konuyla ilgili çarpıcı bir örnek olarak Polonya deneyini de verebiliriz. Ayrıca, Spiro Dede’nin, “Karşıdevrim İçinde Karşıdevrim” yapıtının her okuyucu tarafından incelenmesi gerektiğine de inanıyoruz.
1953-56 arası dönemde, SSCB’deki gelişme sürecine paralel olarak, Polonya’da da revizyonist eğilimler gelişip güçlenir. SSCB’de iktidarın yeni tip burjuvazi ve modern revizyonizm tarafından ele geçirilmesine bağlı olarak Polonya’da da burjuva revizyonist karşı-devrim iktidara gelir. 1945-53 sürecinde, Polonya’da nispeten güçlü bir sosyalist sanayi kurulur. Tarımdan farklı olarak sanayide devlet mülkü, 1956 sonrası süreçte de korunur. 56 ve sonrası ile birlikte proletarya iktidarı revizyonist burjuva iktidara, sosyalist sanayi tekelci kapitalist devlet mülkiyetine dönüşür.
Burjuva revizyonist iktidarın yıkılarak yerini klasik kapitalist yapıya bırakmasına dek, odağında proletaryanın durduğu ve burjuva revizyonist-kapitalist sistemin nimetlerinden yararlanan ve paylaşan küçük bir azınlık hariç, toplumun ezici bir çoğunluğunun (küçük burjuvazi, aydınlar vs.)  proletarya hareketi etrafında harekete geçtiği, sayısız grev ve direnişin örgütlendiği bir tarihsel kesit yaşandı Polonya’da. Uluslararası sermayenin, gerici Vatikan’ın ve Titoizm’in enerjik desteği ve yönlendirmesinde Polonya’daki direnişin önderliğini burjuva liberalleri, Katolik Kilisesi, açık burjuva unsurlar yapmaktaydı. Gelişen devasa işçi ve emekçi kitle hareketi anti-Sovyet, anti-sosyalist ve Batı kapitalizmi hayranı sloganlarla yönlendirilmesine karşın, işçi ve emekçi yığınlar kendi meşru hak ve özgürlüğü için harekete geçmişti… Örneğin emperyalizmin denetiminde olan gerici Dayanışma Sendikası, 10 milyon işçiyi örgütlemeyi başarmıştı.
Peki, on milyonları sisteme ve iktidara karşı ayağa kaldıran olgu ne idi? Biliyoruz ki, nesnel bir temel, sınıfsal çelişkiler, sömürü ve zulüm olmadan böylesine dev kitle hareketleri gelişemez. Böyle bir hareket suni olarak yaratılamayacağı gibi sadece “dış güçlerin kışkırtmasıyla” da izah edilemez. İşin içine “dış güçlerin” girebilmesi de iç çelişkilerin varlığını ve bu çelişkilerin kitleleri, büyük kitleleri harekete geçirecek denli az çok keskinleşmesini veya olgunlaşmasını gerektirir.
Bu nesnel temel ve çelişkiler Polonya sisteminin tam da bağrında yatıyordu. Bürokratik kapitalist sistem ve bürokrat burjuvazinin diktatörlüğü, yeni tip kapitalist tarzda sömürü ve Rus sosyal emperyalizmine bağımlılık tam da söz konusu nesnel temeli ve çelişkileri oluşturuyordu. Yeni tip kapitalist ve sosyal emperyalist sömürü, zulüm ve toplumsal adaletsizlik çelişkileri o denli keskinleştirmiştir ki, on milyonlar, komünist öncüden mahrum bir şekilde de olsa, hareketin önderliğinden bağımsız olarak, tümüyle meşru zeminde harekete geçmiştir, geçebilmiştir.
Peki, burada karşı karşıya gelen başlıca sınıflar kimlerdi? Açık ki, proletarya ile revizyonist (yeni tip) burjuvaziydi. Toplumun onda dokuzunu karşısına alan bu sınıf, yeni tipten kapitalist restorasyonun ürünü olan yeni tip burjuvazi idi. Bu öyle bir hareket idi ki, Polonya’nın sosyalist, Polonya’daki iktidarın da proleter olduğu demagojilerine ölümcül bir darbe indiriyordu.
Peki, Polonya’da kolektif devlet mülki olan sanayiyi bu durumda sosyalist (!) gören mantık Marksist-Leninist mantık ve değerlendirme olabilir mi? Olamayacağı açık olsa gerek. Tabii yolunu şaşırmış olanlar hariç!
1971’deki işçi ayaklanmasını anlatır ve tahlil ederken, Spiro Dede şöyle yazar:
“Ayaklanmanın ulaştığı dramatik boyutlar, işçilerin hakim rejime ne pahasına olursa olsun direnme kararlılığı, isyanın gözü pek ruhu, yüce proleter dayanışması, vb., ‘Polonya sosyalizmi’nin tamamen iflas ettiğini ve açığa çıktığını gösteriyordu. Aynı zamanda bu olaylar, eski sosyalist ülkeler arasında ilk defa Polonya proletaryasının ayaklanarak, iktidardaki rejimin işçilerin rejimi olmadığını, onun tüm kötülüklerin ana kaynağı olduğunu ve sonuç olarak da yıkılmayı hak ettiğini açıkça ilan ettiğini de gösteriyordu. Enver Hoca yoldaş, işçi sınıfının bu haklı hareketlerini hem Polonya hem de öteki revizyonist ülkeler için arz ettiği önem açısından değerlendirirken şöyle yazıyordu: ‘Polonya işçi sınıfının mücadelesi revizyonist ülkeler için yeni bir olguya işaret ediyor… Aralıkta Polonya’daki işçi sınıfı ile iktidardaki revizyonist hükümet arasında ayrılık gerçekleşti… İlk defa, bir yanda işçiler öte yanda revizyonistler, kutuplaşmış iki uzlaşmaz sınıf olarak karşı karşıya geldiler.’” (Karşıdevrim İçinde Karşıdevrim, s. 99)
Yukarıdaki çıplak tabloya karşın modern revizyonizmi ve kapitalizmin restorasyonunu kavrayamayan ve yeni tip burjuvazi ve modern revizyonizmle uzlaşan orta yolcu akım, o yıllarda da, sonrasında da klasik kapitalist biçimler alıp çökünceye dek, “Polonya sosyalist bir ülkedir” savlarını ortak payda olarak, tıpkı diğer revizyonist/kapitalist ülkeleri niteledikleri gibi, tanımlamaya, proletarya ve halkları, devrimcileri yanıltmaya bütün güçleri ile devam ettiler.
Tartışmalar bakımından yararlı olacağı için “Asyatik Üretim Tarzı” üzerinde de durmak istiyoruz.
Marks’ın feodalizm incelemelerinde öne çıkan olgu, Batı Avrupa feodalizmi olmuştur. Oysa dünyamızda Batı Avrupa feodalizminden daha yaygın feodal üretim biçimlerinden biri olarak bir Doğu feodalizmi söz konusuydu. Büyük filozof sorunun bu yanının farkında olmakla birlikte bu olguya sınırlı ama açıklıkla değinmiştir.
Batı tipi feodalizmde tipik olan, yerel derebeylikler ve toprak mülkiyetinin özel ellerde toplanmış ve parçalanmış olmasıdır. Marx ve Engels’in dediği gibi, “Bütün Avrupa ülkelerinde feodal üretimin özelliği, toprağın mümkün olduğu kadar çok sayıda alt feodaller arasında bölünmesiydi.”  (Marks-Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, s. 191) Doğu feodalizminde tipik olan ise toprağın komünal toprak mülkiyeti olarak feodal devletin elinde toplanmış, merkezileşmiş olmasıdır. Yine Marks’ın dediği gibi, “…Gerçekten toprakta özel mülkiyetin yokluğu, tüm Doğunun anahtarı! Siyasal ve dinsel tarihin özü burada.” (age., s. 142) Batı feodalizminde feodal toprak mülkiyeti ve feodal hiyerarşik düzen feodal beylerin güçlerine göre dağılmış ve şekillenmiştir. Doğu feodalizminde ise mülk devletindir, egemen feodal sınıf, bir “devletlü” sınıf olarak örgütlenmiştir; feodal sınıf piramidinin tepesinde kral/sultan bulunmaktadır; askeri ve dinsel aristokrasi, feodal sınıfı oluşturmaktadır.(Bakınız PEDK, C.I, Bölüm II ve Bölüm III.)
Burada çok özet olarak üzerinde durduğumuz Doğu tipi feodalizm, kuşkusuz ki süreç içerisinde bozulmuş, vakıf ve mültezim uygulamaları yoluyla, kapitalizmin gelişimiyle giderek çözülmüş ve toprakta özel mülkiyetin gelişimiyle, özel mülkiyete dayanan biçimler alarak çözülmüştür vb. Ama asıl amacımız, burada, “Asyatik Üretim Tarzı”nın kolektif devlet mülkiyetine dayanan karakterine ve feodal egemen sınıfın bir devletli kolektif sınıf karakteri taşımasına dikkat çekmektir. Fazla uzağa gitmeden, bu olguyu Osmanlı İmparatorluğu gerçeğinden de bilmekteyiz. Bilindiği gibi, toprakta özel mülkiyetin bulunmayışından, toprağın devlete ait olmasından yola çıkarak, Osmanlıyı sınıfsız bir toplum olarak izah eden ve savunan anlayış ve eğilimler üzerinden yürütülen tartışmalar, 60’lı yılların ünlü tartışma konularından birisini oluşturmuştu. Oysa Doğu feodalizmi ve Osmanlı İmparatorluğu, feodal bir düzen karakteri taşımakta ve özgün bir biçimde iki temel sınıfa, köylülük ve feodal sınıfa dayanmaktaydı. Köylülük özel toprak mülkiyetinden yoksun olarak, devlet tarafından feodal temeller üzerinden koyu bir feodal sömürüye tabi tutulmaktaydı…
Görüldüğü gibi, “Asyatik Üretim Tarzı”nda, toprakta özel mülkiyetin bulunmaması esas olgu olmasına ve egemen sınıf, Batı Avrupa’da olduğu şekilde doğrudan feodal beylikler biçiminde karşımıza çıkmamasına karşın, bu toplum biçimi feodal sınıflı toplum olarak tanımlanmış ve çözümlenmiştir.
Kuşkusuz ki, amacımız, feodal toplumla kapitalist toplumu, feodal toplumla kapitalizmin restorasyonu yolunda ortaya çıkan revizyonist/kapitalist toplumları birbirine eşitlemek ya da kaba bir tarihsel paralellik kurarak,  tarihsel sınırları, sosyo-ekonomik farklılıkları yok sayarak kapitalizmin restorasyonunu kanıtlamak değildir. Aksine,  her bir toplumun ve tarihsel dönemin özgünlüğünü ve kendine özgü koşullarını unutmadan, tartıştığımız sorunda perspektifimizi geliştirebilecek sonuçlar çıkarabilmektir. Aksi düşünülemez bile.
Burada dikkat çekmek istediğimiz şey, özel mülkiyetin, sınıfların, sömürünün ortaya çıkışıyla birlikte, sömürücü sınıflı toplumların mutlak olarak özel mülkiyete, hâkim sınıfların parçalanmış özel mülkiyetine, emekçi sınıf ve tabakaların özel mülk sahipleri sınıfının kolektif biçimler almayan ayrı ayrı kesimlerinin sömürüsüne vb. dayanmadığını göstermektir. Tarih de bu olguya tanıklık yapmaktadır.
SSCB ve Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkelerinde kapitalizmin restorasyonu ile birlikte tarih, yeni bir olguya tanık olmuştur. Bu yeni olgu, kendi nesnel temelleri ile somut olarak diyalektik materyalizme, Marksizm-Leninizm’in ilkelerine dayalı tahlil edilmeli, eski yetersiz bakış açısı aşılmalı, teori yenilenerek geliştirilip zenginleştirilmeli, tarihi deneyin eleştirel analizinden çıkan derslerle kadrolar, sınıf ve kitleler silahlandırılmalıdır. Böylece sosyalizmin yeni bir Ekim atılımı, 21. yüzyılın kaçınılmaz kaderi olan sosyalizmin yer küremizdeki zaferi, donanımlı ve ideolojik, programatik, stratejik olarak sağlam bir şekilde kucaklanmalıdır. Aksi tavır, komünist saflardaki orta yolcu, oportünist tasfiyeci, Troçkist ve post-Marksist, bürokratik küçük burjuva liberal sapmaların “ideolojik-teorik tutuculu”ğuna, “dogmatizm”ine, şematizmine kapılmak, yolu şaşırmak olacaktır…
SSCB’de, 1956 ile iktidarın yeni tip burjuvazinin eline geçmesinden sonra, sosyalist ekonomi, giderek yerini yeni tip kapitalist ekonomiye bırakmıştır. 56 ile iktidarın bu el değiştirmesi ile yeni tip burjuvazi, elindeki iktidar ve üstyapı tekeline dayanarak, sosyalizm ve komünizm adına, kapitalizmi, tekelci devlet kapitalizmi olarak inşa etmeyi başarmıştır. 70’lere geldiğinde, artık SSCB ekonomisi revizyonist/kapitalist bir ekonomiye, sosyal emperyalist bir ekonomiye dönüşmüştür. Bu dönüşümün programı, uygulamaları, somut verileri kitabımızda zaten ortaya konulmuştur ve bu yazı dizimizde de ortaya koyulacaktır.
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder