31 Mart 2017 Cuma

II. BÖLÜM... İşsizlik Olgusunun Ortaya Çıkışı, İş Gücü Dalgalanmasının Boyutları



İşsizlik Olgusunun Ortaya Çıkışı, İş Gücü Dalgalanmasının Boyutları
İşletme bağımsızlığının geliştirilmesi, maliyetlerin düşürülmesi, verimliliğin yükseltilmesi, ekonomi ve işletmelerin azami kar yasasına bağlı olarak işlemesi, “işin, üretimin rasyonalizasyonu” politikası ile üretim tekniğindeki yenilenme sonucu, işsizlik olgusu ortaya çıkar ve yaygınlaşır. Sosyalizmde, üretim tekniğinin ilerleyişi, işsizlik üretmek yerine emek verimliliğini yükselterek, hem emekçilerin yaşam standardını yükseltmenin ve hem de çalışma süresinin düşürülmesinin, yeni sektörler geliştirmenin, kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırmanın bir aracı olduğunu yalnız teorik olarak değil, sosyalist inşanın tarihsel deneyiminden de biliyoruz. Ama devir değişmişti artık; inşa edilen kapitalizmdi ve kapitalizmin yasaları nesnel doğasına uygun işliyor ve yolu düzlüyordu.
“ ‘İşletmeler, iş verimliliklerini azami yükseltmek için mücadele etmek zorundadırlar.’(Liberman) ”
“ ‘Kara sosyalist bakış, bir işletmenin, üretim maliyetlerini düşürerek, daha yüksek verimlilik için çalışmak zorunda olduğu şeklindedir.’ ”
“ ‘İşin verimliliğinin artışını yansıtan artmış üretim ve azalmış üretim maliyetleri, ulusal ekonominin yararınadır ve karları yükseltir.’ ”
“ ‘Kolektifler, işin verimliliğini yükseltecek… üretim maliyetlerini düşürecek, verimliliğin seviyesini yükseltecek ve daha yüksek toplam karlar elde edecek durumdadır.’ ” (Aktaran age., s. 153)
Bunlar, yeni dönem politikasını yansıtan bazı değerlendirmelerdir sadece.
Teknolojik yenilenme eğiliminin artışı ile ücretlerin 1965’de % 18 olan maliyet payı 1971’de % 15.5’e düşer. Ama bundan işçi sınıfı değil yeni burjuvazi yararlanır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesine bağlı olarak “artı iş gücü” doğar. “Yeni İktisadi Politika”ya bağlı olarak “planlanmış işsizlik” teşvik edilir. İşe, pilot bölgelerden başlanır ve uygulama giderek genelleştirilir. 1967 yılında cumhuriyetler seviyesinde iş gücünün kullanımı için acenteler kurulur.
SB’de, yeni kapitalist inşa programının bir gereği ve tamamlayanı olarak, işletme bağımsızlığının geliştirilmesi, oto finansman sistemine geçilmesi, karın azamileştirebilmesi için fabrika müdürlerine tanınan geniş çaplı yetkilerin içinde, işçiyi işten çıkarma yetkisi de verilmiştir. İşletme bağımsızlığı politikasına bağlı olarak, işletme müdürüne ve yönetimine iş gücü mevcudunu belirleme hakkı da tanınmıştır. Oysa işçiyi işten çıkarmak sosyalizm döneminde ağır suçtu ve eğer işçi ağır bir suç işlemişse işçinin işten atılmasına İşletme Sendika Komitesi karar verirdi. Oysa yeni dönemle birlikte, işsizlik kırbacı işçi sınıfının sırtında şaklamaya başlamıştı. Bu kırbaç, dağılışa dek sosyalizm adına, komünizm adına işçilerin sırtında bir an olsun bile eksik olmayacaktı. SB’de işsizlik olgusu kendisini salt açık işsizlik olarak göstermemekte, gizli işsizlik biçiminde de yansıtmaktaydı.
“ ‘Artık bundan sonra işletmelere, kaç kişi çalıştıracakları konusunda direktif verilmiyordu. Kapsamlı bir masraf hesaplaması…bazı işletmelerdeki fazlalık iş gücünün kendiliğinden açığa çıkaracaktır.’(Gatovski) ” 
“ ‘Müdür, personeli ise işe alır ve işten atar.’(Tüzük) ”
“ ‘İşletme yöneticileri, işe alma ve işten atma hakkına sahiptir.’(Kamenitzer) ” (Aktaran age., s. 70)
“…1981-85’te 10 ile 12 milyon genç iş arıyordu. 1986-90 arasında artık sadece 5 milyon genç iş aramaktadır. Dolayısıyla geriye sadece verimliliği yükseltmek kalır. Sermayelerin, yatırımların ve makinelerin… Oysa verimleri devamlı düşer. İşçilerin de. Çünkü her zamankinden daha fazla hevessizdirler.” (Jean Marie Chauvıer, Sovyetler Birliği: Ekonomik ve Siyasi Gelişmeler -1917/1988-, s. 191)
Konuyla ilgili A. Carlo’nun bazı değerlendirmelerini de aşağıya aktarıyoruz.
“Bununla birlikte reformlar (1965 reformları-bn.) önemli ve köklü değişikliği ifade ederler. İşletme yöneticilerine, özellikle işletmede çalışanların tümünün sayısını belirlemek, çalışma temposunu saptamak ve ücretlerin işletme içi bölüşümü ile kademelendirilmesi gibi dikkat çekici yeni iktidar yetkileri verildi. Böylece bir emek piyasası eğilimi içerisine girildi. İşletme yöneticisi yeni atamaların tür ve sayısı konusunda serbestçe tasarrufta bulunursa ve emeğin işletme içi örgütlenmesini bizzat belirlerse, o zaman eğilim olarak ancak işe istekli olan ‘en verimli’ denen işçilerin bir işyeri bulmaları mümkün olur ve böylece işsizlik probleminin doğmasından kaçınılamaz. Gerçi ücretler çoğunlukla hala merkezi planın talimatı altındadır; fakat tek tek her işletme yöneticisi, kendi işletmesine ait üretim hedefine daha çabuk ulaşmayı deneyebilir. İşten çıkarmalar yoluyla ücretlerden tasarruf edebilir, aynı zamanda çalışma temposunu hızlandırabilir ve farklı primler ve ücret kademelendirmesi sistemiyle verim üzerindeki baskıyı yükseltebilir…” (age, s. 160-161)
Yazar, “18”inci dipnotunda, A. Levi’nin  “1967’de işyeri yaratma komiteleri kurulduğunu”  bildirdiğini, Tula ili Şenekino Kimya Fabrikasındaki 870 işçinin işten atılmasının “arızi” olduğu açıklamasına atıfta bulunduktan sonra, biraz ilerde şunları yazar:
“…Bu bütünüyle dikkat çekici bir saptamadır: Eskiden SSCB’de yalnız geçici olarak işsiz kalınırdı (eski işyerindeki işi sona eren işçinin, genel işgücü yetersizliği şartlarında mutlaka daha iyi bir yer bulacağından emin olarak yeni bir iş ararken geçirdiği süreden oluşur). Böyle bir işsizlik türü, işgücüne olan ihtiyacı ifade eder. Oysa bugün işçi, işten çıkarıldıktan sonra tekrar yeni bir iş edinme konusunda daha şimdiden ‘zorluklarla’ karşılaşıyor. İşsizlik yapısal bir karakter kazanma eğilimindedir ve bu durum, çekirdek halinde şimdiden oluşan ve işyeri yetersizliği tipik olan kapitalist piyasa ekonomisine işaret eder.” (s.160-161)
Kapitalizmin yeniden inşasına bağlı olarak proletaryanın yeniden ücretli köle sınıfı durumuna getirilmiş olması olgusu, işçilerin çalışmaya karşı isteksizliğini de üretmiştir. Konuyla ilgili Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde, Brejnev dönemi değerlendirilirken, şunlar yazılıyor:
“Üretim sürecinde karşılaşılan bir diğer sorunu da çalışma disiplininin ihlali oluşturuyordu. Erkek işçiler arasında daha da yaygın olan çalışma disiplini ihlallerinden başlıcaları arasında özürsüz olarak işyerinde bulunmama, işe gecikme, işyerini zamanından önce terk etme, işyerindeki talimatlara uymama ve alkol alma alışkanlığı ve işi aksatma sayılabilirdi. İşçi sınıfının şekilsizleşmiş ve parçalanmış olarak grev hakkını kullanamaması işbaşında grev biçimini doğurdu. Aldatma kültürü olarak da adlandırılabilecek olan, yavaş ve ihmalkâr bir tarzda çalışma, hayali planlama verileriyle çalışma ve nihayet prim alabilmek amacıyla merkez tarafından belirlenen normları sahteleriyle değiştirme gibi, yönetici ve işçilerin merkezi mercilere karşı birbirini kollayarak gerçekleştirdikleri uygulamalar da yine üretim sürecinde ortaya çıkan sorunların başında geliyorlardı. İş başında grev uygulamasıyla bilinçli olarak gerçekleştirilen üretkenliğin düşürülmesi ya da durdurulması aynı zamanda toplumsal sorunlara müdahale edebilecek araçlardan yoksun olan doğrudan üreticilerin bu ihtilaflara vermeye çalıştıkları bir yanıt oldu.” (C. 5, s. 1677 ve 1680)
Sınıfın üretime ve üretkenliğe karşı bu ilgisizliği ve direnme biçimi, Kruşçev, Brejnev’den başlayarak Gorbaçov’a kadar uzanan tarih kesitinde, bütün parti raporlarında, kongre kararlarında sürekli önemli bir yer bulur ve sözde çözümlerle de bu sorun aşılamaz. Çünkü zaten inşa edilen kapitalizmin tabanı üzerinde yaşam bulan bir sorun olduğu için onulmaz bir hastalık olarak kalmaya devam eder. Ama sosyalizm döneminde insanlar mutluydu, çalışmaya ve emek üretkenliğini yükseltmeye karşı yeni bir ilgi ve sevgi, bilinçlenme doğmuş ve gelişiyordu. Tarihte ilk kez, çalışma bir kahramanlık olarak SSCB’de yüceltiliyor, işçiler ve emekçiler tarafından bir onur kabul ediliyordu. Ama kapitalist restorasyonla bu tablo, tam tersine döndü…
Sorunla ilgili, Willi Dickhut’tan bazı somut verileri aktarmak yararlı olacaktır.
“ ‘Sçokino Deneyi’, yeni burjuvazinin saflarında özellikle büyük bir dikkat ve hayranlık sağladı. Bu deney, 1967’de Sçokino Kimya Kombinası’nda başlamış ve şimdiye değin yüzlerce işletmeye yayılmıştır. Mesele son derece basittir. Sovyet yasaları, devletçe kurulmuş ücret fonlarının, işten çıkarma durumunda otomatik olarak uygun oranda azaltılacağını öngörürken, Sçokino Deneyine göre işleyen işletmelere, ücret fonlarını işten çıkarmadan sonra da değişmemiş olarak koruyabilme ve bu fazladan parayı, maddi teşvik için kullanma izni verilmektedir.
“Bu yeni zenginleşme kaynağına göz diken işletme yönetimleri, ücretleri kendilerine alıkoymak için işçileri, çok kısa zaman içinde kitleler halinde işten çıkarmaya başladılar. Geri kalan işçiler bu durumda, verimlerini buna uygun olarak yükseltmek için, birçok halde yeni meslek öğrenmek veya diğer bir şekilde kendilerini ilaveten kalifiye etmek zorunda kaldılar… Kapitalist işletme yöneticileri işten atma tehdidi veya teşvik fonundan verilecek ücret zammı vaadi yoluyla işçileri daha büyük verime ‘teşvik etme’yi öylesine kurnazca kavradılar ki, söz konusu işletmelerde üretim, işten çıkarmalara rağmen güçlü bir şekilde yükseldi.
“Sözü, kendi kapitalist sömürü deneyi hakkında, ‘Sçokino Kimya-Kombinası Yöneticisi P. Şarov’a verelim. P. Şarov, 30 Kasım 1968 tarihli ‘Pravda’da şöyle yazıyordu:
“ ‘Kombina’da, üretimin plana uygun bir şekilde % 70 yükselmesiyle, Beş Yıllık Plan sonuna değin yaklaşık olarak 800 işçi, 230 mühendis ve teknisyenin işten çıkarılabileceği anlaşılmıştır. Bu, ücret ve aylıklardan yaklaşık olarak bir milyon Rublelik bir yıllık-tasarruf demektir Ancak, deneyin koşulları neticesi olarak fonlar, Beş Yıllık Plan’ın sonuna değin aynen kalacağı için, işletmede çalışanların tümü, hatırı sayılır bir kazanca sahip olacaklardır.’” (age., s. 54-55)
Tabii işletmeye kalan ve sözde tüm işçi ve çalışanların cebine girdiği demagojisi yapılan “hatırı sayılır” gelir esas olarak işletme yöneticilerin cebine girmektedir. “…16 Aralık 1969 tarihli ‘Günümüzde Sovyetler Birliği’ne göre hüküm verecek olursak…1 Ocak 1969’a değin Sçokino’da üretim, 1966 yılına oranla % 73.3 ve aynı zamanda emek verimliliği % 87 artmıştır. Ücretler ve aylıklar ise, aynı zaman aralığında, ortalama olarak yalnızca % 24.5 yükselmiştir. Bu arada, bir yıldan biraz fazla bir sürede 800 arkadaş işten çıkarılmıştır. Demek ki işçiler için ‘teşvik’, artan kızıştırma ve iş gücünün yıpratılması ile uyumlu değildir.” (age., s. 55) Şarov, aynı makalesinde, “…’işten çıkarılmış’ her işçi, başka bir işletmeye alınamıyordu” açıklamasını da yapar. Örneğin, “Sibirya’da yarım milyon nüfuslu bir endüstri şehri olan Novokuznesk’te (20.11.69 tarihli ‘Komsomolskaya Pravda’ya göre), yetişkin halkın % 5’i sürekli olarak bir iş yeri aramaktadır.” (age., s. 57)
Çarpıcı kapitalist bir uygulama olan “Soçkino deneyi” SBKP’nin XXIV. Parti Kongresi’nde Brejnev tarafından özel olarak vurgulanır. Hep birlikte okuyalım:
“Kongre delegeleri, Merkez Komitesinin Eylül 1965’teki ‘Endüstriyel Üretimdeki Ekonomik Hareketin Artması, Planlamanın ve Endüstriyel İdarenin Gelişmesi Üzerine’ adlı Genel Kurul Toplantısında alınan kararlar doğrultusunda bazı tedbirler alındığını biliyorlar. Geçmiş yılların deneyleri, ekonomi reformun uygulamaya başlarken, Partinin koşulları iyi değerlendirdiğini ve ulusal ekonominin yöneticiliğini geliştirmede doğru hareket ettiğini bildirmemizi olanaklı kılıyor. Buna rağmen, daha halledilecek birçok sorunlarımız var.
Kar zarar temeli üzerinde yapılacak çalışma ilkelerinin sürekli uygulanması, endüstriyel girişimlerde, kolektif  ve devlet çiftliklerinde ve yüksek ekonomik düzeylerde ivedilikle yerine getirilmesi gereken bir görevdir….
“Üretimin etkinliğinin büyük ölçüde bağlı olduğu ekonomik faaliyetin başlıca hedefi, emeğin bedelini ödeme sisteminin geliştirilmesidir. Bilinçli ve yüksek ölçüde üretici çalışmalar, desteklenmeli ve mükâfatlandırılmalıdırlar. Shcekino Kimya İşletmelerindeki deneylerin de gösterdiği gibi, üretimin gelişmesine en fazla katkıda bulunan, ticarette birleşmeler oluşturan, ve sosyal refah karşısında kendine hâkim ve tutumlu bir tavır koyan işçilere ve işçi kolektiflerine ödül verebilmeleri için, girişimlere daha geniş olanaklar sağlanması uygun olacaktır. Maddi teşvik unsurlarında artma, çalışmaya teşvik edici manevi unsurlar da ilerleme ile el ele yürütülmelidir.” (SBKP 24. ve 25. Kongre Raporları İle Parti Programı, Belgeler 1, s. 90-91-92, iba.)
Kar ve zarara göre çalışan bir ekonomi, Liberman reforumlarına göre çalışan bir ekonomi, Sçokino Kimya Fabrikası deneyine göre çalışan ve yönetilen bir ekonomi, başında yeni çarların yer aldığı kapitalist-revizyonist bir ekonomi olduğu açık değil mi? Şimdi bu işin başında olan yeni burjuvazi ve en yetkili temsilcileri içeriksel olarak bunu ifade ettikleri halde, hala, bugün bile, kalkıp kapitalist/revizyonist dönemi sosyalist göstermeye, sosyalizmin tasfiyesi ve kapitalizme geçişin dağılışla birlikte tamamlandığını ileri sürülmeye çalışılması son derece garip bir durum oluşturmuyor mu? Bizce doğru olan söz konusu düşünceler değil yeni çarların, onların parti ve devlet aygıtının itirafları, açıklamaları, belgeleri ve eylemleridir. En sağlam kaynak revizyonist burjuvazinin teori ve pratiğidir; eyleminin içeriğidir. Tüm bunların Marksizm-Leninizm’in ışığında çözümlenmesidir. Kraldan çok kralcı davranmak, tasfiyeciliğin, orta yolculuğun, Troçkizm’in, postMarksizmin teorisini yapmak komünistlerin işi değildir ve olmamalı da!
Kar için üretim yapan kapitalist/revizyonist işletmeler öyle bir noktaya kadar sermaye birikimi elde ederler ki, bu firmaların çoğu “ ‘…Gosbank’a, hükümet tarafından tespit edilmiş faiz fiyatı üzerinden borç verme yetkisine sahiptiler.’ ” (Aktaran W.B.Bland, age., s. 176) Yani firmalar devlet bankasına faizle borç verecek kadar güçlenmiştir. Bu firmalar, dev tekelci birlikler düzeyinde örgütlenmiştir. Burada söz konusu olan olgu, Lenin’in emperyalizm tahlilindeki “sermaye fazlalığı” nın ortaya çıkışıdır. Ve burjuvazi ile proletarya arasındaki uçurum öylesine büyümüştür ki, Bland yoldaşa göre, Sovyet sanayisinin önder güçleri sıradan işçiye göre 100 (yüz) misli daha yüksek aldıkları primleri ceplerine indirmekteydiler. Suyun başını tutanların egemen sınıf olmalarından kaynaklanan sayısız ayrıcalığı da bu tabloya ayrıca eklemeli ve hesaba katmalıyız.
SSCB’de kapitalizmin yeni tipte restorasyonuna bağlı olarak işçi sınıfı, yeniden modern ücretli köle sınıfı durumuna getirilmiştir. İş gücü bir metadır artık. SB proletaryası, iş gücünden başka bir şeye sahip olmayan ve iş gücünü bürokratik kolektif kapitalist sınıfa ve devlete satan, ürettiği artı değerine el koyulan bir sınıf konumundadır. Artı değerin başlıca el koyucusu olan sınıf, yeni burjuvazidir (bürokrat, teknokrat burjuvazi). Artık kapitalist-sosyal emperyalist SB’de temel çelişki, üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin kolektif kapitalist karakteri arasındaki çelişkidir (emek sermaye çelişkisi). Bu sistemde Batı kapitalizminde olduğu gibi, özgür bir işçi piyasası bulunmamaktadır. İşçi, iş gücünü istediği işverene satamamaktadır. İş gücü piyasası devlet tekeli altındadır ve doğası gereği, devlet, iş gücünün başlıca alıcısı durumundadır. Ama kapitalizmin inşası olgusu iş gücü piyasasının esnekleştirilmesini de getirmekteydi. Bu doğrultuda ilk önemli adım, işçinin işletmesiyle olan zorunlu bağının kaldırılmasıyla 1956’da atıldı. İkinci önemli ve temel adım, iş güvencesine son verilmesiyle “Liberman reformları” ile 1965 yılında atıldı. Böylece aşırı bir iş gücü dalgalanmasına yollar döşendi. Arz talep çerçevesinde ücretler dalgalanmaya başladı.
“ ‘Koşullar, yeni işletmelerin eski işletmelerden personel, ama özellikle kalifiye olanları ayartmalarına sebebiyet vermiştir. Böyle bir pratik oldukça yaygındır.’(Antosenkov) ”
“ ‘…1967 yılında 5.5 milyon insan bir şehirden diğerine taşınmıştır; 3.1 milyon köylerden şehirlere ve 1.5 milyon da şehirlerden köylere taşınmıştır. Bunun ötesinde bir milyon, bir köyden diğerine taşınmıştır.’(Prevedentsev)  ” (Aktaran age., s. 78)
“Sanayi üretimindeki sürekli düşüşü, 50, 60, 70’lerin sorunları olan dalgalanma hareketleri, çalışma disiplini ihlalleri, işbaşında grev, alkolizm gibi eğilimler de geniş ölçüde etkiledi. 1950’lerde işyeri seçiminin eskisine göre liberalleşmesiyle gündeme gelen işyeri değiştirmenin oluşturduğu dalgalanma, sektörden sektöre ve bölgeden bölgeye önemli farklılıklar gösteriyordu. Dalgalanma hareketleri, 1960’lara gelindiğinde tüm Sovyet sanayisinde yüzde 19’u buluyor ve bu düzeyi 1972’ye kadar koruyordu. Çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin hoşnutsuzluk ve işçilerin karşılaştığı zorluklar karşısında bireysel çözüm arayışı içerisine girmeleri, dalgalanma hareketlerinin temel nedenleri arasındaydı.” (S. ve T. M. A., C. 5, s. 1677)
Bu dalgalanma, bir yandan işsizlik nedeniyledir, diğer yandan ise daha iyi bir iş bulma, yaşam standardını yükseltmeye çalışma umudu nedeniyledir. İnşa edilen kapitalizm, kendine has tüm toplumsal kötülükleri de yaratmış, toplumsal bir yaraya dönüştürmüştür.
Komünizmi inşa programı demagojisi altında uygulanan yeni kapitalist program ile birlikte sosyalizm tasfiye edilmiş, kapitalist sistem yeniden kurulmuştur. 61 Programı’nda “Yüksek ve nispeten düşük ücretler arasındaki eşitsizlik düzenli olarak azaltılmalıdır” (SBKP 24. ve 25. Kongre Raporları İle Parti Programı, Belgeler 1, s. 348) ilanı işçilerin sokaklara atılmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı belgede, “d) Ücretli Parti görevlerini sürekli azaltmak, Komünistleri daha yaygın bir biçimde gönüllü ücretsiz işçiler olarak alma”(s. 394) demagojisi altında, sıradan işçi ile bir parti bürokratı arasındaki ücret eşitsizliği (öteki ayrıcalıklar bir yana) onlarca kez daha büyütülerek sistematize edilmiştir.
DEVAM EDECEK

30 Mart 2017 Perşembe

II. BÖLÜM... Esnek Fiyat Politikasına geçiş



Esnek Fiyat Politikasına geçiş
“İktisat reformu”ndan sonra, yani kapitalizmin inşası programına bağlı olarak, “esnek fiyat” politikası yürürlüğe girer. Yeni burjuvazi ve sözcüleri bu uygulamayı şöyle dile getirirler:
“ ‘Sosyalist bir ekonomide değer yasasının etkide bulunuşunun Stalin’in desteğiyle ilkesel olarak inkâr edildiği tabii ki bilinmektedir.’(Gatovski) ”
“ ‘O zamanlar fiyatlara yaklaşım tarzı keyfiydi; fiyat, nesnel temelinden, değerinden yapay olarak ayrıldı.’(Gatovski)” (Aktaran W.B.Bland, age., s. 86)
“ ‘Fiyatlar, ürünün üretimi için toplumsal zorunlu iş harcamasını yansıtmalıdır.’(Leontiev)”
“ ‘Fiyatlar, en yüksek ölçüde toplumsal zorunlu iş harcamasına tekabül eder hale gelmelidir.’(Garbuzov) ” (Aktaran age., s. 87)
“ ‘Denge fiyatı ilkesi…fiyatların arz ve talep arasındaki gerekli uyumluluğunu garanti eden bir seviyede tespitini koşul yapmaktadır…Pazar ekonomisinin bileşeni olarak denge fiyatı, toplumsal üretim sürecini düzenlemek için önemli ve etkili bir araç olmaktadır…Denge fiyat ilkesi…arz ve talep yasasının somut bir ifadesidir.’(Levin) ” (Aktaran age., s. 88)
“ ‘Fiyat oluşumları sistemi, üretim fiyatlarına dayanmalıdır.’(agy.)” (Aktaran age., s. 89)
“ ‘Fiyat oluşumu esnek olmak zorundadır.’(Kazitski) ”
“Karın uyandırıcı rolü, daha esnek fiyatları koşullamaktadır.’(Kozyançenko)”
“Fiyatların esnek bir planlaması…büyük anlam taşıyacaktır…Arz ve talep yasasının dikkate alınmaması, ekonomi üzerinde zararlı etkide bulunacaktır.’(Gatovski) ”
“ ‘Sosyalist bir ekonomide planlı fiyat saptamasında pazar koşullarındaki değişimler hesaba katılmak zorundadır. Örneğin perakende fiyatları pazar koşullarındaki değişimleri yansıtamıyorlarsa, planlı ekonomi politikasının aracı olamazlar.’(Kornnik) ” (Aktaran age., s. 90)
“ ‘Fiyat şekillendirmesinde esnekliği yükseltmek için son zamanlarda da tedbirler alınmıştır… İşletmeler, bu yöntemlere uygun olarak, ürünlerin fiyatlarını kendi başlarına değiştiriyorlar…’(Buniç) ” (Aktaran age., s. 91)
“ ‘Son birkaç yılda başlayan kısmi fiyat değişiklikleri yapma pratiğinin sonucu olarak, yüksek iktisat organları, artık, doğru planlar yapamıyorlar.’(Usatov)” (Aktaran age., s. 92)
Kurulan  “Fiyatlar İçin Devlet Komitesi” değer yasasına bağlı olarak fiyatları düzenler. Arz ve talep yasasının fiyatları belirlerken daima göz önünde bulundurulmasını kararlaştırır.
“Meta fiyatlarını mümkün olduğu kadar kendi değerleriyle veya üretim fiyatıyla uyumluluk içine getirme” adına fiyat artışları yapılır. 1 Temmuz 1967’de yürürlüğe sokulan sanayi ürünlerinin toptancı fiyatlarının değer yasası ile uyumlu belirlenmesi daha da sistemli hale getirilir. Bu yasayla, bütün sanayide toptancı fiyatları oldukça yükseltilir (bütün sanayi çapında ortalama % 8, ağır sanayide ise % 15, kömürde % 78 oranında). Her fiyat yükselişinde sıradan işçi ve emekçiler, “Stalin zamanında böyle miydi: O zaman fiyatlar düşerdi” diyerek sosyalizme olan bağlılık ve özlemlerini dile getirirler.
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi bir yana atılır ve ücret merdiveni basamakları arasındaki farklılık hızla büyütülerek oldukça karmaşık bir ücretlendirme politikası izlenir; ücret politikası arasındaki farklılaşmanın büyütülmesi yoluyla da işçi sınıfı bölünmeye, bölünme büyütülmeye çalışılır.
“ ‘En son iktisat reformu…sanayi yöneticilerine, ücretleri her bir işletmenin, her bir münferit bölümün veya başka bir üretim biriminin özel koşullarına göre farklı düzenleme yetkisi veriyor.’(Tabalov)” (Aktaran age., s. 108)
“ ‘Ücretli iş tarifesi, bölgelere ve iş cinslerine (erkek işi, kadın işi vb.) ayrıştırılırsa, kullanılan iş günün yapısının planlı bir tarzda etki altına alınması olanaklı olur.’ ” (Aktaran age.)
Liberman, İtalya’da verdiği bir seri konferansta, SSCB’de ücret eşitsizliği sorunuyla ilgili bir soruya verdiği yanıtta, bu farklılaşmanın (en düşük ücretle en yüksek ücret arasındaki farkın) 1/ 10 olduğunu itiraf eder. Carlo, Sovyet bakanların “şimdiden bir kol işçisinin nominal olarak aşağı yukarı 100 katını kazan”dığını ileri sürer.
Sosyalizmde fiyatlar, değer yasası ve arz talep tarafından belirlenmez. Sosyalizmde üretim, emekçilerin gereksinmeleri için yapılır. Sosyalist ekonomi, planlı bir ekonomidir, buna bağlı olarak ürünler plan tarafından hem miktar olarak ve hem de değer olarak belirlenir ve fiyatlar önceden planlanmış olur ve sabit fiyatlar üzerinden alım ve satımlar örgütlenir.
. Yani “esnek fiyat” politikasına sosyalizmde yer yoktur. Sosyalizmde fiyatlar, değerinden aşağı bir sapmayla belirlenir. Kitlelerin satın alma gücünü yükseltmenin bir aracı olarak kullanılır. Zaten parasız sosyal hizmetlerin etki alanının genişlemesine bağlı olarak, para ve fiyat politikası da giderek etkisini yitirir ve süreç içinde ortadan kalkar. Toplum için ürün miktarı arttığı oranda, maliyet fiyatları düşürüldüğü oranda, emek üretkenliği yükseldiği, metaların üretimi için gerekli olan toplumsal emek oranı azaltıldığı oranda ürün fiyatları düşer; bu da fiyatların giderek sistemli düşürülmesini güvence altına alır. Böylece, bu da, kitlelerin satın alma gücünün sistemli yükselmesini getirir. Sosyalist toplumda metalar, kullanım değerleri için üretilirler. Sosyalist meta üretimi, pazar için yapılan üretim değildir. Aksine, kitlelerin gereksinmelerinin azami doyurulması için yapılan üretimdir. Değişim değeri kullanım değerinin hizmetindedir.
Kapitalist toplumda, kapitalist, kullanım değeriyle sadece metaların dolaşım hızını yükselterek değişim üzerinden kendisine dönecek artı değerle, artı değerin şekil değiştirmiş biçimi olan karla bağlı olarak ilgilidir. Kapitalist üretimin amacı kardır. Kar getirmeyen üretimle kapitalist ilgilenmez; kitlelerin gereksinimi kapitalist için sadece karlı olan sektörlerde dikkate alınır ve kar oranlarını yükseltmenin aracı olarak istismar edilir. Kapitalist, tüketimle yalnızca kar getirdiği oranda ilgilenir. Kapitalist toplumda fiyatlar, değer yasası tarafından belirlenir. Değişmeyen sermaye+değişen sermaye+artı-değer= metanın değerini oluşturur. Değişmeyen sermaye+değişen sermaye= kapitalist maliyet fiyatını oluşturur. Kapitalist toplumda, basit meta üretiminden farklı olarak metalar değerlerine göre değil, kapitalist üretim fiyatına göre belirlenir. Kapitalist maliyet fiyatı+ortalama kar= kapitalist üretim fiyatını oluşturur. Arz ve talep yasasına, pazardaki dalgalanmalara bağlı olarak metalar kimi zaman üretim fiyatının altına düşse de çoğu zaman üretim fiyatının üstüne çıkar. Emperyalist kapitalizm (tekelci kapitalizm) döneminde ise, metalar üretim fiyatına göre değil tekel fiyatına, kapitalist üretim fiyatından daha yüksek olan azami kar yasasının yönlendirip belirlediği tekel fiyatına göre belirlenir ve kural olarak metanın değerini aşar. Fiyat artışları kapitalist toplumda tipik bir görünümdür. Kapitalist piyasa ekonomisinde iş gücü ise, kural olarak, değerinden aşağı sapar ve satışa sunulur.
Sosyalist sistemde, üretim maliyeti, amortisman payı+kendisi için emekten oluşur. Sosyalist üretim fiyatı, üretim maliyetine ek olarak+toplum için emekten oluşur. Ama sosyalist toplumda üretim fiyatı sürekli aşağı çekilir ve böylece fiyatlar düşer, ürün ucuzlar.  Sosyalist sistemde fiyatların düzenleyicisi değer yasası değildir; değer yasası, meta dolaşım alanını ve üretimi, ürün fiyatlarının oluşumunu etkilediğinden fiyat saptanmasında dikkate alınır. Değer yasası sosyalist toplumda üretimin düzenleyicisi olmadığı için, fiyatların ana düzenleyicisi değildir; ancak, meta dolaşımında, metaların alım satımında, sıkı sıkıya sınırlanmış bir çerçevede, belli sınırlar içinde düzenleyici bir rol oynayabilmektedir. Sosyalizmde değer yasasının etkisi, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve planlı ekonomi aracılığıyla sınırlandırılmış olduğu gibi, fiyatların önceden planla belirlenmesi de bu sınırlamayı güçlendirir. Arz ve talebe göre üretim yapılmaz ve fiyatlar saptanmaz. Tek tek işletmeler, tek tek iş kolları kendi iradeleriyle fiyatları dilediğince, serbestçe belirleyemez. Sosyalist toplumda fiyatlar, metanın değerinin planlı olarak önceden belirlenmiş parasal ifadesidir. Temel üretim araçları meta olmadığı için, devlet sektörünce üretilen ürünlerin fiyatı biçimsel bir kategori olarak değer üzerinden hesaplanır ve bir hesap işi olarak fiyatlar parasal olarak dile getirilir.
Değer yasası devlet fiyatlarının düzenleyicisi değildir. Devletle kooperatifsel sektör arasındaki meta dolaşımında da fiyatlar serbest değildir. Ama değer yasasının sınırlanmış olmasına karşın, toplumsal devletçi sektörle grup mülkiyetine tekabül eden sosyalist sektör arasındaki alış verişte (ki bu mallar esas olarak kişisel tüketim mallarıdır) bu alan üzerinde ciddi bir rol oynar. Ama değer yasasının bu rolü, fiyatların serbestçe oluşmasıyla, arz ve talebe göre oluşması yoluyla gerçekleşmez; devlet, önceden plan aracılığıyla belirlediği fiyatlarla, keza koyduğu zorunlu teslimat yasasına bağlı olarak ortaya çıkan bir etken olma rolünün ötesine geçemez.
Değer yasasının düzenleyici olarak ortaya çıktığı ve kendisini en güçlü bir şekilde gösterdiği pazar, kolektif iktisadi pazardır. Bu pazarda (“örgütsüz pazar”) fiyatlar arz ve talep yasasına göre oluşmakta ve pazar dalgalanması ortaya çıkmaktadır. Bu pazar, son tahlilde serbest pazardır. Sosyalist devlet bu pazarı doğrudan denetimi ve tekeli altına almaz. Ancak devlet, dolaylı olarak, tüm ekonomi içerisindeki belirleyici ağırlığıyla, planlı ekonomiyle, fiyat düzenlemeleri ile vb. bu pazarı dizginler. Kolhoz pazarına sürülen metalar birinci olarak, kolhozda mevcut bulunan emekçi köylülüğün bireysel yan işletmesinde üretilen metalarla, ikinci olarak, kolhozların zorunlu teslimat dışında kalan ve pazara sürmeye gerek duyacağı metaları kapsar ve bu metalar sadece tüketim nesneleriyle sınırlıdır. Yani bu pazarda herhangi bir biçimde temel üretim araçları satılamaz, alınamaz.
“Yeni İktisadi Politika”nın yürürlüğe girmesiyle, doğal olarak ve bu politikanın bir gereği olarak, sosyalizmin tasfiyesi sürecinde “esnek fiyat” politikası yürürlüğe sokulmuştur. Kar için üretimin amaç ilan edilişi, tüm temel üretim araçlarının meta görülmesi, değer yasasının sözde sosyalizmin genel bir yasası ilan edilişi, planlı sosyalist ekonominin tasfiye edilişi vb. yeniden yapılandırma programının bir tamamlayanı olarak, kapitalist işlerliğe dayanan “esnek fiyat” politikasını pratikleştirmiş; fiyat artışı, enflasyon vb. baş göstermiş, bu yolla da kitlelere yoksullaşma dayatılmıştır. Yukarıda aktardığımız alıntılarda dile gelen veya dile getirilen teori ve pratiğin sosyalizmin teori ve pratiğine tümden aykırı olduğu; sosyalizmin tasfiye edilerek kapitalizmin kurulmuş olduğunu açıkça göstermektedir.
Polit Büro üyesi olan ve Gorbaçov tarafından 1991 Eylülünde partiden atılan Nina Aleksandrovna Andreyeva’nın şu açıklamaları da gerçeği görmek açısından önemlidir:
“Stalin dönemi ekonomisinin temel ilkesi, malların fiyatını düşürmek (bütün işletmelerin ana planı) ve iş gücünü, enerjiyi, hammadde kullanımında üretim kalitesini arttırmak iken, Kruşçev ve Brejnev döneminde bu, parasal karın ön plana çıkartıldığı ekonomik efektif üretim ana amaç edinildi. Böylece fiyatların ana amaç edinildiği ve üretimin düşürülerek, fiyatların yükseltildiği tamamen akıl dışı bir yöntem amaç edinilmiş olundu. Kısaca söylenecek olunursa, karın ve işletmelerin diğer özel çıkarları, ulusal ekonominin gelişmesinin frenlenmesine, sermaye yatırımlarının geriye çekilmesine ve Ruble'nin değerinin yavaş yavaş düşmesine öncülük edildi. Daha önceden planlanmış fiyat düşürümleri iptal edilerek kullanım giderleri yükseltildi ve ucuz tüketim malları piyasadan çekildi. Bilimsel ve teknik ilerleme engellendi ve işgücünün üretimselliği düşürüldü. Bu oportünist ekonomi politika, küçük ve büyük üreticiler arasında büyük bir uçurumun doğması sonucunu yarattı. Farklılık %30 'dan daha fazla olarak baş gösterdi ve günümüzde bu oran % 159' ları geçmiş bunuyor.Temelleri özel işletme ekonomisine dayalı bu kirli ekonomi gelişti. Yeni Soyet burjuvazisinin kapital birikimi gözle görülür hale dönüştü. Zenginleşen bu yeni burjuvazi, çeperini tahrip etti. Bu kirli ekonominin mimarlarıyla, parti ve devlet organlarında yer alan rüşvetçi bürokrasi arasında derin bir çatışma başladı. Bu durum sınıflar dengesi yerine, sosyal eşitsizliğe ve toplumun zenginler ve fakirler olarak bölünmesine neden oldu. Bu koşullar altında, işçi sınıfı içinde çalışmaya ilişkin ahlaki değerler yok oldu, ve aynı zamanda bütün devlet mülkiyetinde olumsuz gelişmeler baş gösterdi. Çalışma disiplininin ahlakı ile halkın ortak mülkiyetinin kötüye kullanımı gelişti. Sovyet devleti proletarya diktatörlüğünden; bütün halkın devletine dönüştü. Bu devlet bürokrasisi rüşveti ve ahlaksal yozlaşmayı yaygınlaştırdı. 80' ler de devlet bünyesi, Stalin sürecine oranla, üç kez katlamalı olarak yorgun ve külüstür hale dönüştü. Devlet işletmelerindeki efektivite düştü. Devlet kendini, çalışan halktan soyutlarcasına ayırdı. Bundan dolayı Sovyet devletinin sosyal temel ilkeleri parçalandı. Sovyet devleti, işçi sınıfının desteğini kaybetti. Tedrici olarak toplumu felce uğratan kriminaliteye karşı mücadele zayıfladı. Sözde; bütün halkın devleti; aracılığı ile sözde genişletilmiş eşitlik ve arı demokrasi ideali ile halkın genel kontrolü sağlandı. Bu burjuva kavrayış, ürünle suistimal, ezenle ezilen arasında eşitliğe ilişkin olanaksız inanışı ilkeselleştirdi. Gorbaçov, Yakovleu, Servardnaya gurubu iktidara gelir gelmez kapitalizmi legal gelişim düzeyine çıkartan bir sağ oportünizm başladı.” (Sosyalizm Nasıl Tasfiye Edildi, Nina Aleksandrovna Andreyeva Anlatıyor, E. Ekşi)
Nina’nın kapitalizmin restorasyonu süreci ile ilgili eleştirel yaklaşılması gereken görüşleri bir yana, aslında yukarıdaki açıklaması da SSCB’nin, dağılışından önce, Kruşçev-Brejnev döneminde ve sonrasında bürokratik bir tekelci kapitalizmin egemen olduğu bir ülke haline gelmiş olduğuna da tanıklık yapmaktadır.
DEVAM EDECEK



28 Mart 2017 Salı

II. BÖLÜM... Bozulan Gelir Dağılımı ve Yeni Sınıfsal Bölünmenin Görünümü



Bozulan Gelir Dağılımı ve Yeni Sınıfsal Bölünmenin Görünümü
Kar için üretimin temel ekonomik yasa olarak yeni ekonomiye damgasını basmasının nesnel ve mantıki sonucu olarak, gelir dağılımı bozulmaya, ulusal gelir yeni burjuvazinin lehine dağıtılmaya, ortaya çıkan yeni burjuvazinin tüketim alışkanlıklarına bağlı lüks tüketim nesneleri üretilmeye ve kitleler içerisinde lüks tüketim alışkanlık ve eğilimleri kışkırtılarak geliştirilmeye başlandı. Bu tabloyu yansıtan şu açıklama ve değerlendirmeler de bizlere veriler sunmaktadır.
“ ‘Nüfusun çeşitli halk grupları arasındaki eşitsiz gelir paylaşımı, aşağı gelir basamakları gruplarının temel gereksinimlerini tam olarak giderememelerine neden olurken, daha yüksek basamakların daha az önemli gereksinimlerini giderme olanağı sağlamalarına neden olmuştur.’ (Rumyantsev)”
“Kısa bir zaman öncesine kadar - iki ana grup için yaşam standardı planlanmıştı; işçiler, ücretliler (memurlar) ve kolhozcu köylüler. Bugün ise, çeşitli gelir seviyesi olan nüfus gruplarının yaşam standardının yükseltilmesinin hesaba katılması zorunlu olmuştur. (Krilov ve Çistiyakov)”
“Sanayi işletmeleri, görece az kar getiren ve özellikle tamamen karsız maddeler için yüksek bir tüketici talebiyle karşı karşıya olmalarına rağmen- üretimini sınırlamaya çalışıyorlar. (Levin)” (W.B. Bland, Sovyetler Birliğinde Kapitalizmin Restorasyonu, s. 44)
“ ‘Sovyet ekonomisinin gelişmesi üzerine eğilim analizleri, gelir farklılaşmasının özünün tedrici bir değişime uğradığına işaret ediyorlar. Görece yüksek gelire sahip olan grupların payı, kaçınılmaz olarak artıyor. Aynı zamanda, oldukça düşük bir tasarruf kotası için tipik olan ailelerin payının azaldığı tespit ediliyor.’ (Ivensen)” (age., s. 45)
Yukarıdaki açıklama ve değerlendirmeler, revizyonist burjuvazinin iktidarıyla birlikte inşa edilen kapitalizmin tabanı üzerinde, gelir dağılımının hızla bozulduğunu gösteriyor. Stalin döneminden farklı olarak, bir burjuva sınıfın egemenliği koşullarında, gelir dağılımı yeniden biçimlendiriliyor, merkezi ve yerel burjuvazinin hızla ve açık palazlanmasına bağlı olarak, üst gelir gruplarının gereksinmeleri için üretim de hızla gelişiyor. Sosyalizm döneminde iki ana güç olan işçi sınıfı ve kolhozcu köylülüğün gereksinimlerine göre şekillendirilen yaşam standardı, bu kez yeni dönemde üçüncü bir grubun, “üst gelir grubu”nun yaşam standardı da dikkate alınarak yeniden düzenlenmek zorunda kalınıyor. Ve yeni burjuvaziyi oluşturan bu sınıfın gereksinmeleri gittikçe daha belirleyici bir yer tutmaya başlıyor. Kar için üretim yapan işletmelerin arz ve talebe göre çalışması, kar getirmeyen ya da düşük kar getiren ama geniş kitlelerin gereksinmelerine yanıt vermekten kaçınma eğilimi, inşa edilen kapitalizmin açık bir ürünüdür. Zenginleşme, köşe dönme bilinç ve pratiği inşa edilen kapitalizmin değer yargıları ve insan tipi olarak körüklenir. Belçikalı gazeteci konuyla ilgili şu çarpıcı değerlendirmeye kitabında yer verir:
“Günlük yaşamın özelleştirilmesi, tüketime çağrı, utanma duygusuna kapılmadan para kazanmanın özendirilmesi; bütün bunlar SSCB’de Tüketici İnsan’ın ortaya çıkışını gösterir. Gittikçe daha iyi tanınan Batı yaşamından örneklerle dışardan körüklenen bir iç gelişme…” (J.M. Chauvıer, SB: E ve S G, s. 46)
Kapitalizmin restorasyonuna bağlı olarak revizyonist burjuva tüketici tipi de ortaya çıkmıştır. Lüks tüketim ve lüks tüketim hırsı alabildiğine kışkırtılmıştır. Kapitalizme özgü tüketim açlığı yaratılmıştır. Batı hayranlığı körüklenmiştir. Emperyalist sermayeye kapıların açılmasına koşut, sermaye ihracı beraberinde kaçınılmaz olarak Batılı yaşam tarzını, kültürünü, tüketim çılgınlığını da ihraç ederek, yeni burjuvaziyle kol kola, kendi değerlerini SB’ye ve eski sosyalist kamp ülkelerine taşımıştır.
Fiedel Castro’nun şu değerlendirmesi aydınlatıcıdır:
“Birçok fırsatta emperyalistler, sosyalist ülkeler ve Doğu Avrupa ile ilgili politikalarının ne olduğunu açıkladılar. Ve kongrede, basında her zaman liberal eğilimlerin destekleneceğini, ekonomik yardımlar sağlanacağını ve orada sosyalizme bir muhalefet yaratmak için tüm olanakların kullanacağını açıkladılar. Emperyalistler yalnız Çekoslovakya’da değil, Doğu Avrupa’nın bütün ülkelerinde, hatta Sovyetler Birliği’nde, bir kampanya yürütmektedirler. Her türlü yolla kamuoyunun dikkatini gelişmiş sanayi toplumlarındaki hayat tarzına, gelişmiş burjuva toplumundaki tüketim olanaklarına çekmeye çalışmaktadırlar. Bütün bunları radyo aracılığıyla, kültürel değişim adını verdikleri nesne aracılığıyla yürütmekteler ve açıkça, kitleler arasında bütün bunlara, tüketim zevklerine bir hayranlık, bir arzu uyandırmaya çalışmaktadırlar. Bunları yaparken bu duyguların kitlelerin devrimci duyguları ve fedakârlık duyguları ile ters orantılı bir artış göstereceğinin çok iyi bilincindedirler.” (Çekoslovakya Sorunu, s. 15)
Castro bu eğilimin Sosyalist Kamp ülkelerinde geliştiğini ve geliştirildiğini düşünüyor ve eleştiriyor. Aslında O, tüm bunların gelişmesinin Kruşçev-Brejnev çizgisinin ürünü olduğunun da bilincindedir. Sorunun salt emperyalist propaganda ve çabalardan kaynaklanmadığını görmektedir.
“Bugün, açık ve samimi konuşmak gerek. Bu ideallerin ve enternasyonalist duyguların dünyanın sorunlarına karşı ilginin ve uyanıklığın Avrupa’nın belirli sosyalist ülkelerinde yok olduğunu ya da çok zayıf olduğunu ileri sürebiliriz. Hepsine demiyoruz ama, Avrupa’daki sosyalist ülkelerin birden fazlasında. Küba bursuyla giden öğrencilerimiz de dâhil olmak üzere bu ülkelere gidenler, çok kere tamamen küskün ve gördüklerine canı sıkılmış olarak dönmekte ve bize ‘orada gençlik devrimci ideallerle ve enternasyonalizm ilkeleriyle yetiştirilmiyor ve Batı Avrupa ülkelerinde hüküm süren idealler ve eğilimlerin büyük etkisi altında’ diyorlar. Çok yerde başlıca sohbet konuları para ve buna benzer güdüler, maddi dürtülerin her çeşidi, maddi kazanç ve maaşlar olduğunu söylüyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki bu gibi yerlerde sosyalist bilinç ve enternasyonalist bilinç yerleşmemiş. Bazıları şaşkınlık içinde bize oralarda gönüllü işi olmadığını, gönüllü işin karşılığının ödendiğini ve bunun olağan bir davranış olduğunu ve oralarda gerçek gönüllü işin anti-marksist bir akım kabul edildiğini söylediler.(Revizyonist burjuvazinin, maddi teşvikin üretimi geliştirmenin zorunlu ön şartı olduğu, Leninci(!) bir ilke olduğu, eşitliğin sosyalizme derinden düşman (!) olduğu vb saptamalarını hatırlayalım-bn.)…” (age., s. 23-24)
Castro, burada yarı diplomatik bir dil kullanıyor; aslında bu kafanın ve uygulamaların öncüsünün SB olduğunu çok iyi biliyor. Ama eleştiri yöntemini yarı dolaylı kullanarak SB’yi de eleştiriyor. Örneğin O şöyle diyor:
“Bu gerçekleri öğrenmeliyiz ve romantik ya da gerçeklerle uyuşmayan idealist durumlara düşmek istemiyorsak bu isteğin diğer isteklere öncelik tanıması gerektiğini belirtmeliyiz,
“Çekoslovakya’daki bütün burjuva liberal reformlara karşıyız. Fakat, aynı zamanda Çekoslovakya’da bundan önce yer alan ve sosyalist kampın diğer ülkelerinde yer almakta olan liberal reformlara da karşıyız.” (age., s. 33)
Kapitalizmin inşasıyla birlikte ortaya çıkan yeni sınıfsallaşmayı ve gelir dağılımındaki aşırı bozulmayı görebilmek için Belçikalı gazetecinin kitabında yer verdiği şu veriler de çok önemli bir ipucunu oluşturmaktadır:
“…Üçüncü soru: Tasarruf kimin işine gelir? Letonya’daki mevduatların % 3’ünün toplam mevduatların % 50’sine eşit olduğunu görüyoruz. Bir rantiyenin yıllık kazancı 500 rubleyken Sovyet ortalaması 25 rubledir.” (age., s. 82)
Konuyla ilgili daha çarpıcı bir diğer örneği de G. Altınoğlu’ndan  aktarıyoruz:
“…Örneğin, daha önce yayınlanmayan bazı istatistiklerin Gorbaçov döneminde yayınlanması sonucunda SB’de ‘mevduatların yarısının herbiri ortalama 20 bin rublelik olmak üzere hesapların % 3’üne ait olduğu görüldü.’…” (Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Nereden Nereye?, s. 48)
Bu veriler, proletarya burjuva karşıtlığını, servet sefalet farklılaşmasını açıkça sergilediği gibi, bunun kapitalizm olduğunun da bir diğer çarpıcı verisini bizlere sunmaktadır.
Kar için üretim, karın azamileştirmesi politikası, kaçınılmaz olarak, işletme bağımsızlığının geliştirilmesini, oto finansmanın yerleştirilmesini, maliyetlerin düşürülmesini, işten atmanın gündemleştirilmesini, fiyatların esnekleştirilmesini, ücret tarifelerinin yeni duruma göre şekillendirilmesini vb. politikaların da gündeme getirilişini koşullar, yeniden ve yeniden üretir. Böyle bir program ve uygulamadan çıksa çıksa kapitalizm ve kapitalizmin insan tipi, kültürel ve ahlaki yaşam tarzı, apolitisizm, toplumsal ve kültürel çürüme ve yıkım çıkar ve nitekim SB ve Doğu Avrupa ülkeleri de bu kaderi, bu çirkefi yaşadı… Bu konuda bir de Y. Küçüke baş vuralım:
“Svetlana (Stalin’in kızı-bn.), 1967 yılında yazdığı mektubunda, artık Sovyetler Birliği’nde (tarihe dikkatinizi çekmek isteriz: 1967; yani 70’leri ve bir de sonrasını düşününüz!-bn)  iyi-kötü Stalin ile ilgilenmeyen bir kuşağın ortaya çıktığına işaret ediyor. Bu kuşağın ilgi alanının başka olduğuna değiniyor; ‘onlar, parlak renkler, gökte saçılan ateş oyunları, gürültü, heyecan istiyorlar.’ Bu kadar da değil; ‘ onlar, Avrupa’nın geri kalan bölümünün yıllardır tadına vardıkları yaşam biçiminin, eninde-sonunda Rusya’ya gelmesini istiyorlar.’ Bu kadar da değil; ‘onlar dışarıda olan her şeyi, giyim, saç stili, düşünce, sanat, felsefedeki son akımlar, bunların hepsini hırsla benimsiyorlar ve bizim kendi başarılarımızı, bizim Rus geleneğimizi duygusuz bir biçimde atıveriyorlar.’ Svetlana’nın 1967 yılındaki bu mektubunu, o zamanlar kaç kişi fark ediyor ve Svetlana, ‘kim onları suçlayabilir?’ diye soruyor…” (Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü, s. 588-589)
Yeniden vurgulayalım: Stalin döneminde SSCB işçi ve emekçilerini sömüren bir zenginler sınıfı yoktu. Ama 1956 modern revizyonist karşı devrimiyle açılan, içerisine girilen yeni tarihsel süreçte yeni bir zengin sınıf (yeni tip burjuvazi) süreç içerisinde oluştu ve piramidin tepesine oturdu. Şubat 1990 tarihinde SBKP Polit Büro üyesi olan (ve Gorbaçov tarafından 1991 Eylülünde partiden atılan) Nina Andreyeva’nın Le Figaro gazetesinin sorduğu soruya verdiği şu yanıtı bir kez daha hatırlatmak isteriz:
Le Figaro: Çok particiliğe geçiş aynı şekilde sosyalizme bir ihanet midir?
N. Andreyeva: Bu bir burjuva düşüncedir. Şaşırmamak gerekir. Zira burjuvazi SB’de yeniden bir sınıfa dönüştü. Ülkemizde 150 bin milyoner var, hatta bazıları mülti-milyoner. VLe Figaroe her sınıf gibi burjuvazi de politikasını yasallaştırmanın yolunu arıyor. Bu şu anda çok particiliğin yürürlüğe konması ile yapılmaya çalışılıyor.” (iba.)
Okuyucunun dikkatini bu değerlendirmeye tekrar tekrar çekmek isteriz. SSCB ve SBKP henüz dağılmamıştır ama Gorbaçov reformlarıyla bu sürece girilmiştir. 1956 dönemeciyle içerisine girilen sosyalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin restorasyonu ile 150 bin milyoner ve mülti-milyoner yaratılmıştır. Doğaldır ki bu sınıf, tekelci devlet kapitalizminden klasik kapitalist biçimlere geçişi dayatmış, nitekim bilindiği gibi hedeflerine de ulaşmıştır.
Tarihi deneyimden çıkan şey şudur ki, sosyalizmden komünizme geçişte bir an bile olsun Marksist-Leninist ideolojik ve kültürel devrim gevşetilmemelidir. Proletaryanın devrimci ideolojik hegemonyası sürekli derinleştirilip pekiştirilmelidir. Burjuva ve burjuva revizyonist ideolojik, siyasal, kültürel, iktisadi değerlere, eğilimlere vs. karşı sistemli ama ısrarla sürekli saldırı hattında ilerlenmelidir. Bu görevin ihmali, bu saldırının gevşetilmesi kaçınılmaz bir biçimde hangi kılıkta ortaya çıkarsa çıksın burjuva değerler sisteminin ve etkisinin ortaya çıkarak kitleleri etkilemesi kaçınılmazdır. Dahası aynı tarihsel deneyimler gösteriyor ki, bu görevin ihmali, savsaklanması, ikincil plana atılması, saldırı mevzilerinin terk edilmesi, hatta savunma pozisyonunda kalış adeta “kelebek etkisi” yaratıyor. Özel mülkiyetçi ideoloji ve kültürün hızla yayılmasını ve geri kesimleri hızla girdabına çekmesine yol açabiliyor. Buna, asla ama asla fırsat tanınmamalıdır. Dikkat edin, görkemli bir sosyalist geçmişe sahip ve inanılmaz başarılara imza atmış SSCB proletaryası, gençliği, emekçileri 56 yılından sonra, daha 1967’lerde, yani bir on sene içinde müthiş bir gerilemeye uğrayabiliyor, yeni burjuva ve Batı yaşam tarzına yenik düşebiliyor. Daha fazla uzatmaya gerek var mı?
DEVAM EDECEK

27 Mart 2017 Pazartesi

II. BÖLÜM... Yeni Maddi Teşvik Politikası



Yeni Maddi Teşvik Politikası
Kapitalizmin yeniden inşa programına bağlı olarak, maddi teşvik politikası da buna uygun temel bir değişime uğrar. Karın itici güç olmasına bağlı olarak maddi teşvikler ve çeşitleri de radikal bir değişim geçirerek yeni duruma uyarlanır. 20.  Parti Kongresi belgesini okuyacak her okuyucu bunu rahatlıkla görebilir. 1961’de kabul edilen sözde 20 yılda komünizme geçiş programı olan 61 programında da “Parti, Lenin’in komünist inşa maddi müşşevik ilkesine dayanmalıdır ilkesine göre hareket etmektedir.” (s. 348) denilerek yeni revizyonist bakış açısı ilan edilir.
 Soruna daha yakından bakalım.
“ ‘Artık yeni ‘reforme edilmiş’ sisteme dönüşmüş işletmelerin ekonomik bağımsızlığı genişletildi…onlara, ücret fonunda tasarruf yapmak için önemli haklar tanındı.’(Kosigin)”
“ ‘Ücret fonunun kapsamı, işletmenin tarafından da tespit ediliyor.’ ” (Aktaran age., s. 70)
“ ‘Bir işletmenin verimliliği ne kadar yüksek olursa, kar payı da o kadar büyük olur… Kar ne kadar yüksek olursa, prim fonları da o kadar kapsamlı olur.’”
“ ‘Burada temel sorun, primlerin bütün türlerinin kardan kaynaklanmasıdır.’(Liberman)”
“ ‘Yeni koşullar altında karın uyandırıcı rolü oldukça büyümektedir….Maddi teşvik ve üretimin gelişmesi için fonlar, karlardan oluşmaktadır. Bu fonlar, şimdiye kadar olan işletme fonlarından oldukça büyük olmalıdır… İşletme tarafından elde edilen kar, ne kadar yüksek olursa, maddi teşvik ve üretimin gelişmesi için fonlara yapılacak aktarmalar da o kadar yüksek olur.’(Garbuzov) ” (Aktaran age., s. 94-95)
“ ‘İşletmelerin çoğunluğunda özel primlerin çok çeşitli bir örgüsü mevcuttur. Bunların primleri, maddi teşvik fonunkinden daha da yüksektir.’(Levtrinski ve Mantsurov) ” (Aktaran age., s.105)
“ ‘Şimdi Sovyet işletmelerinde maddi teşvikler fonunun üç tipi var…’” (Aktaran age., s. 144)
“ ‘Üretimi geliştirme fonu üç kaynaktan besleniyordu: Karın kısımlarından, sabit yatırımların tam yenilenmesi için belirlenmiş olan amortisman bileşenlerinden ve fazla teçhizatın satışından elde edilen gelirden.’(Sukarevski” (Aktaran age., s.145)
Stalin yoldaş döneminde maddi teşvik politikalarına ilgili bölümde yönelttiğimiz eleştirilere karşın, o dönem maddi teşvik ve prim ödemeleri, merkezi plan eksenine ve çerçevesine oturuyordu. Konuyla ilgili, Antonıo Carlo şunları saptar:
“Marice Dobb gerçi, Stalin yönetimi altında uygulanan eski maddi teşvik sistemiyle 1965 reformlarından sonraki prim sistemi arasında hiçbir fark teşhis edilmediği görüşünü savunmuştur; fakat burada kuşkusuz yanılıyor. Stalin döneminde maddi teşvikler, hala tüm topluma yönelik merkezi bir planın gerçekleştirilmesi üst kavramı içindeydi. Oysa 1965’ten bu yana prim sistemi doğrudan doğruya tek tek işletmelerin üretimdeki başarılarına bağlandı.” (Sovyetler Birliğinin Sosyo-Ekonomik Karakteri, s.161)
“Tek tek işletmelerin başarısı” denen şey, karın azamileştirilmesinde kazanılan başarıdır. Bilindiği gibi, SSCB’de yeniden kapitalizmin inşası sürecinde, kar, hem yerel hem de merkezi devletin ana gelir kaynağı haline geldi. İşletme karlarının % 60’şı merkeze giderken %40’ı işletmelere kalmaktaydı. Ayrıca, plan hedefi üzerinden kar elde edildiğinde ise, bu karın % 40’ı merkezi devlete aktarılırken, % 60’ı da işletmeye kalmaktaydı. İşletmeler, maddi teşvik, prim ödemeleri gibi teşvikleri, karlardan oluşturulan fonlardan karşılıyorlardı. İşletme ne kadar kar elde ederse işletme fonları da o kadar çok büyüyordu; böylece işletmelere dayanan yeni burjuva kesimler o denli semiriyordu. Tabii karı azamileştirmek için çalışan işletme yöneticileri işçilerin canını çıkarmada tereddüt etmiyorlardı. Ayrıca, işletme karı, fonlar, satışa çıkarılan fazla (!) üretim araçları gibi kaynakları soyup soğana çevirmede, yer altı ekonomisini örgütlemede, karlılığın yüksek olduğu, talebin yöneldiği metaları üretmede vb. bin bir hile yolu da, eşyanın tabiatı gereği, gürül gürül kendi yatağında akıp gidiyordu. Maddi teşvikleri üretimi artırmanın, verimliliği yükseltmenin ön koşulu gören ve bu yöntemi her şeyin önüne geçiren bir ekonomi kapitalist ekonominin her gün tanık olduğumuz görünümlerinden birisidir; yani burada da “sosyalizmden komünizme geçişi hızlandıran” sosyalist tedbirlerin izi bile bulunmamaktadır. Kar, kar, kar, her şey kar için ekonomisinden başka bir şey de beklenemez zaten.
Çeşitli biçimler alan maddi teşviklerden aslan payını kuşkusuz ki, işletme yöneticileri alıyordu.
“ ‘Reforme edilmiş sisteme göre faaliyet sürdürmüş olan sanayi işletmelerinde maddi teşvik için fonlardan -alınan- miktarların paylaşımı üzerine istatistikler, 1966 yılında yönetim personelinin, bu fonlardan primlerin % 49.3’nü aldıklarını, işçilerin ise yüzde 50.7’sini aldıklarını göstermektedir.’(N.Y. Drovişinsky)”

1970 yılında sanayide çalışanlar şöyle sınıflandırılıyor:
Yönetim Personeli:  % 4
İşçiler:                     % 96 
(Aktaran age., s. 104)
Tablo açık; sanayide çalışan % 4’lük kesim maddi teşviklerin % 50’sinin üstüne yatarken % 96’sını oluşturan işçiler ise diğer yarısını ancak alabiliyor. Burada çok açık bir şekilde iki temel sınıfı, bir yanda yeni burjuvaziyi, öte yanda yeni tip ücretli köle olarak proletaryayı görüyoruz. Maddi teşviklerin dağılımından bile işçi sınıfının ne denli yoğun bir sömürüye tabi tutulduğunu görüyoruz.
Carlo, 1965 reformlarının işçiler içinde  “verim primleri beklentisiyle” nedeniyle “başlangıçta bir ümit uyandırdığını” ama bu umudun uygulamalardan sonra kırılmaya başladığını, prim fonlarının dağıtımının işletme müdürleri ve çoktan gözden düşmüş sendika önderlerinin kontrolünde olduğu için kendi çıkarlarına kullandıklarını saptar ve dipnotta şu bilgileri aktarır:
“45 BKZ. A. Levi, II potere…, s. 536. Yazar, Sovyet istatistiklerinin yardımıyla, verim primleri olarak öngörülen miktarın % 48’nin tümüyle işletme yöneticilerine dağıtılırken, ancak % 15’nin gerçekten işçilere gittiğine dikkat çekiyor. Yıllarca önce reformların ücret basamakları arasındaki farkı arttıracağı kehanetinde bulunanların uyarıları tamamen haklıydı…” (age., s. 178)
Bu değerlendirmeler yukarıda ifade ettiğimiz sosyolojik gerçeği bir kez daha doğruluyor. Fazla söze gerek yok.
Sosyalist toplumda, emek üretkenliğini arttırmanın temel teşvik edici aracı maddi teşvik değil, işçi ve emekçilerin gelişen ve sistemli geliştirilmesi gereken sosyalist bilinç ve ahlakı olmalıdır. Sömürüden, zulümden, toplumsal adaletsizlikten kurtulmuş işçi ve emekçi kitleler, sosyalist toplumu kendi toplumu olarak kavradığı oranda, kitlelerin seviyesi partinin seviyesine doğru yükseltildiği oranda, doğal olarak, emekçiler herhangi bir bireysel maddi teşvike gereksinim duymaksızın emek üretkenliğini yükselteceklerdir. Başlangıçta şu veya bu ölçekte, sosyalist plana tamamen bağlı bir temel ve çerçevede, şöyle ya da böyle maddi teşvik politikası gerekli olabilir. Ki, genelde de geri ülkelerde bu bakımdan bir geçiş önlemi olarak maddi teşvikler bir yöntem olarak kullanılacaktır. Ama bu araç, asla idealize edilmemeli, geçiciliği ve nedenleri berrak bir tarzda anlatılmalı ve sosyalist inşa sürecinin ilerlemesine bağlı olarak adım adım etki alanı sınırlanmalı ve giderek ortadan kaldırılmalıdır. Tarihsel deneyim ve dersleri, maddi teşvik sorunun çözümünün yolunu böyle koymaktadır. Maddi teşvik, sosyalizmin bir ilkesi değildir. Maddi teşvik, temelde üretici güçlerin yetersiz gelişmiş olması ekseninde ortaya çıkan ve eski toplumun yeni dönemde süren etkisinin bir yansıması; çalışmaya karşı sosyalist/komünist bilinç ve ahlakın yeterince gelişmemiş olmasının gündemleştirdiği veya gündemleştirebildiği bir kalıntısıdır. Bu bağlamda, maddi teşvik, sınırlı bir dönem kullanılabilecek geçici bir araçtır ve bu geçici tedbirde sosyalist olan hiçbir şey yoktur. Bu tedbirin kullanılması ileriliğin değil geriliğin bir ürünü olduğu bir an için bile unutulmamalıdır.
Yeni burjuvazinin iktidarı ele geçirip yürürlüğe koyduğu yeni kapitalist ekonomik program, bir bütündür; buna bağlı olarak, maddi teşvik kutsanmış, emek üretkenliğini ve ekonomik üretim artışını geliştirmenin başta gelen en önemli aracı haline getirilmiştir. İşçi sınıfı bir de bu yoldan içeriden rekabete sokularak parçalanmıştır. Bu yöntem de burjuva bireyci ideoloji ve kültürün geliştirilmesinin günlük ve sistemli bir aracı haline dönüştürülmüştür. Maddi teşvik politikası aracılığıyla da, bir yandan işletme yöneticilerine dayanan revizyonist burjuvazi, diğer yandan işçi sınıfı içerisinde yeni burjuvazinin ajanı olan ayrıcalıklı ve güçlü bir yeni tip işçi aristokrasisi ve bürokrasisi geliştirilmiştir.
DEVAM EDECEK

26 Mart 2017 Pazar

İKİNCİ BÖLÜM DEVAM EDİYOR- İşletme Sermayesinin Merkezi Devlete Ödenmesi: Sosyalist İşletmelerin Özelleştirilmesinin Bir Biçimi



İşletme Sermayesinin Merkezi Devlete Ödenmesi: Sosyalist İşletmelerin Özelleştirilmesinin Bir Biçimi
Eylül 1965 tarihinde SBKP MK, işletmelerin kullandıkları sermayenin bedelini ödemeleri gerektiğini ilkesel olarak karar altına alır. Sadece ödenecek tutar ve ödeme biçimi alınacak yeni kararlara bırakılır. Aslında bu uygulamayla, kâğıt üstünde, sermayesi işletmeler tarafından ödenen işletmelerin hukuki olarak sosyalist devlet işletmesi olduğu iddia edilse de, gerçekte bir tür özelleştirme ve mülk devrini ifade etmekteydi. Bu uygulamayla, işletmeler fiili ve yarı-resmi olarak, işletme, müdür ve çevresine devredilmiş oluyordu.
“ ‘Toplum tarafından herhangi bir üretim birimine tahsis edilen sabit varlıkların bedava kullanımına bırakılması durumuna son vermenin zorunlu olduğu zamanı artık gelmiştir.’(Nemçinov) ” (Aktaran W.B.Bland, age., s. 49), diye bas bas bağırır yeni burjuvazi. Nitekim yeni politika ve uygulama bu temelde yükselmiştir.
Oysa sosyalizmdeki uygulama şöyleydi:
“Devlet sektöründe üretilen üretim araçları-makineler, tezgâhlar, metaller, kömür, petrol vs.- devlet işletmelerine dağıtılır. Halk iktisadi planlarında, her işletmeye üretim programına denk düşen maddi fonlar verilmektedir. Bu fonlar, aralarında vardıkları anlaşma temelinde, üretici işletmeler tarafından tüketici işletmelere teslim edilmektedir. Sosyalist devlet, üretim araçlarının bir işletmeye devri sırasında, bu üretim araçları üzerindeki tüm mülkiyet hakkını korur. Sosyalist devletten üretim aracı elde eden işletmelerin müdürleri, kesinlikle bunların sahibi olmazlar; tam tersine onlar, devletin temsilcileridirler ve bu üretim araçlarını devlet planına göre kullanmakla yükümlüdürler….”( PEDK, C. II, s.166-167)
“…devlet işletmeleri-üretim tesisleri fonlarıyla (üretim aygıtları, binalar, donanımlar vs.) birlikte işletmeler, fabrikalar, maden ocakları, santraller- ne satılabilir ne de satın alınabilir, yalnızca devlet örgütlerinden birinin özel tasarrufuyla bir diğerine verilebilir; çünkü bunlar meta, alım-satım nesnesi değildirler.” (age., s. 166)
İşletmelere devlet tarafından bedava olarak dağıtılan üretim araçları, üretim araçlarının meta olmamasıyla bağlıydı. İşletmeler dolaysız devlet mülkiydi. Bu mülkiyet ve ürünleri tüm halkın mülkiyetiydi. Üretim araçları ve devlet işletmeleri meta olmadıkları için, üretim araçları pazarı kurarak alım satımın konusu değildi. İşletmelerin öz sermayesini ödeyerek işletmelere sahip olmak mümkün değildi. Oysa yeni burjuvazi, tam tersini uyguladı ve ülke çapında tüm bunları yasallaştırdı.
“ ‘Bir işletmenin iktisadi değerliliği için ölçü olarak karın kullanılması, üretim varlıkları için ödenme yapılması sorunun doğru çözümünü koşullar…
“ ‘Üretken varlıklar için ödenme yapılması gerektiği ilkesinin uygulamaya konması, bu varlıkların daha iyi kullanımı için güçlü bir teşvik olacaktır.’ (Leontiev) ” (Aktaran age., s. 50)
Birinci alıntıda, her işletmenin değeri karlılığıyla belirleniyor ve devlete ödenerek satın alınacak işletmenin değeri de buna göre belirleniyor. İkinci alıntıda, devlete geri ödemenin her işletmenin üretken sermayesinin daha karlı kullanmalarını teşvik edeceği açıklanıyor.
“İşletmelerin karından devlet bütçesi için, kendilerine tahsis edilen sabit ve dolaşan üretim varlıkların değerine orantılı olarak kesintilerin yapılması zorunludur, bu kesintiler, üretken sermaye için ödemeler olarak görülmelidir.
“Bu ödemeler, işletmelerin şimdi, devlet bütçesine ödedikleri meblağı aşan ek vergiler olarak görülmemelidir. Bilakis, düşüncemiz, yapılan ödemelerin önemli bir bölümünün yeni bir kanaldan iletilmesinden ibarettir. Gelecekte üretken varlıklar için ödemeler, devlet için en önemli gelir kaynağı olacak, muamele vergisi de dâhil diğer ödemelerin önemi buna uygun olarak azalacaktır. ‘(Kosigin)” (Aktaran age., s. 50)
İşletme sermayesinin ödenmesi ve işletmelere “bağımsız işletme” statüsünün verilmesi, kendi planını yapma, işten çıkarma vb. yetkilerin ve hakların verilmesiyle ve bu yönelimin sürekli geliştirilip sistematize edilmesiyle, yeni kapitalist sistemin işletme temsilcilerine dayanan bir bölüğü oluştu ve gelişti. Başta müdürler olmak üzere işletme yöneticileri işletmenin fiili sahibi oldu.
“İşletmenin kendi üretimine ve ekonomik faaliyetlerine ilişkin hakları, kendi müdürü tarafından uygulanır.(Tüzük)
“ ‘Sanayi yöneticileri, devlet tarafından kendilerine emanet edilen üretim sektörleri için tam sorumluluk taşırlar. Bu sorumluluk, tek kişilik yönetimin üretimdeki rolü, şimdi bilhassa önemli hale gelmektedir.’(Kosigin) ” (Aktaran age., s. 66)
Müdürün asli işlevi kar için üretimi garantilemek ve en yüksek karlılığa ulaşmaktır. İşletme bağımsızlığı bu amaca tabidir. ABD iktisat gazetesi “Harvard Busines Reviev”in bir yazarı bu olguyu şöyle değerlendirir:
“Bir çok Sovyet işletme yöneticileri, Birleşik Devletler’deki her şirket hiyeyarşisine dâhil olabilirler ve orada olağanüstü başarılı olurlar.’ (Goldman) ” (Aktaran age., s. 66-67)
Kapitalizmin inşasına bağlı olarak kapitalist yasalar işlemeye başlar. Kapitalist yönetici tipi de bu restorasyonun ürünüdür. Öyle ki, yukarıdaki alıntıdan da görülebileceği gibi, yeni burjuvazinin bir bölüğünü oluşturan Sovyet menajerleri ABD’nin hayranlığını kazanır. Yeni burjuvazi kapitalist dünyanın deneyimlerinden her bakımdan yararlanır. Bu, kapitalist işletme yöneticileri yetiştirme gereksinimi bakımından da geçerlidir. ABD’nin ünlü Harvard Üniversitesi, tekellerin gereksinimi için kadroların yetiştirildiği en önemli üniversitelerden birisidir. SB’de yeni burjuvazi bu modeli örnek alır ve 1971 yılında Moskova’da “İktisat ve Teknoloji İçin Devlet Komitesi”ne bağlı “Yöneticilik ve Ulusal Ekonomi Enstitüsi”ni ilk iktisat okulu olarak açar. Aynı gazeteci şöyle yazar:
“ ‘Ruslar, tekrardan komünist olmayan dünyaya döndüler, ticaret okullarından oluşan bir ağ oluşturuyorlar.’ ” (Aktaran age., s. 67)
Bu alıntıları okurken, Kosigin’in, kar, yalnızca yerel işletmelerin değil, aynı zamanda devlet merkezi bütçesinin de ana kaynağıdır açıklamasını hatırlayalım. Bu açıklamaları okurken, aynı zamanda sosyalizm döneminde merkezi devlet bütçesinin ana kaynağı olan “muamele vergisi”nin nasıl giderek adım adım büyük oranda tasfiye edilerek yerine, karlardan beslenen yeni bir yapıya geçildiğini de hatırlayalım. Üretim araçlarının meta olduğu ve azami karın üretimin-ekonominin temel itici gücü olduğunu hatırlayalım. Değer yasasının üretimin düzenleyicisi olduğunu unutmayalım. Merkezi sosyalist planlamanın nasıl tasfiye edildiğini anımsayalım. İşletmelerin özerkliğini/bağımsızlığını geliştirmenin yeni ekonomi politikanın temel taşlarından birisi olduğu gerçeği dikkate alındığında,  bu durumda, işletme sermayelerinin devlete geri ödenmesi politikası ile “işletme bağımsızlığı”, “işletmelerin oto finansmanı”, “işletmelerin karlı hale getirilmesi”, “zararla çalışan ekonomi anlayışına son verilmesi” politikası arasında temel bir bağ olduğunu, aynı resmin bir parçası olduğunu görebilmeliyiz. Dolayısıyla, işletme sermayesinin devlete geri ödenmesinin toplam tabloyu tamamlayan temel önemdeki belirleyici adımlardan birisini oluşturduğunu kolayca kavrayabiliriz. Açık ki, bu adım da kapitalist karakterde olan bir program ve eylemin ifadesi ve yansıma biçimlerinden birisidir.
İşletme özerkliğinin geliştirilmesi adına, işletmeler, “…kendi operasyonel kontrolü altında bulunan mülk üzerinde tasarruf hakkını uygular. İşletme, o yerelde saptanan kira miktarı karşılığında binaları ve tesisleri, üretimi, meta depolarını ve kendisine verilen başka tesisleri başka işletmelere ve örgütlere kiralayabilir… Kullanılmayan tesisler… işletme tarafından diğer işletmelere veya kuruluşlara satılabilir…Sabit varlıkları temsil eden maddi değerlerin satımı ile elde edilen meblağlar, işletmenin tasarrufundadır.’ (Sosyalist üretim işletmeleri tüzüğünden) ” (Aktaran age., s. 63)
Bu haklara sahip olan işletme ve yöneticileri, açık ki, üretim sermayesinin ödenmesiyle bağlı olarak, mülkün de sahibidir ve adeta dilediğince mülkü ve ürünleri üzerinde yetki sahibidir. Hukuki bakımdan, yani biçimsel bakımdan, bu işletmelerin “sosyalist devlet mülkü “ sayılması bu fiili ve resmi gerçeği değiştirmiyor. Açık ki işletmeler pazar için üretim yapıyor, pazardan üretim araçları alıyor ya da satıyor, işletme mülkiyetindeki tesisleri, aletleri vs. kiraya verebiliyor vb. Bu uygulamalara sosyalizmde yer yoktur. Bakın sosyalizm dönemindeki uygulama ve perspektif nasıldı:
“ Meta üretimi, sosyalist toplumda, kapitalizmde olduğu gibi sınırsız ve kapsamlı bir yaygınlığa sahip değildir.  Meta üretimi ve meta dolaşımı alanı, öncelikle kişisel gereksinim eşyaları ile sınırlıdır. Sosyalist toplumda iş gücü meta değildir. Toprak ve toprak zenginlikleri devletin mülkiyetidir. Ve alım-satımın ya da kiraya verilmenin nesnesi olamazlar. Devlet işletmeleri-üretim tesisleri fonlarıyla (üretim aygıtları, binalar, donanımlar vs.) birlikte işletmeler, fabrikalar, maden ocakları, santraller- ne satılabilir ne de satın alınabilir, yalnızca devlet örgütlerinden birinin özel tasarrufuyla bir diğerine verilebilir; çünkü bunlar meta, alım-satım nesnesi değildirler. ” (PEDK C. II, s.166)
Ama kapitalizmin inşası sürecine bağlı olarak bu uygulama ve perspektifler tasfiye edilir. “Üretim sermayesi”nin ödenmesi ile fiili olarak işletmeler, işletme yöneticilerine devredilir; kuşkusuz, merkezi siyasi bürokrasi işletme yöneticileri üzerindeki inisiyatifi elde tutmaya özen göstermeye de devam eder.
1965 yılında, merkezi devlete işletmeler tarafından yapılan yıllık ödemeler ortalama olarak, işletmeler tarafından kullanılan “üretim sermayesi”nin değerinin % 15’ini buluyordu. Bu oran, 1971 yılına gelindiğinde işletme karlarının ortalama olarak, % 17’sini buluyordu.
DEVAM EDECEK

17 Mart 2017 Cuma

II. BÖLÜM... Üretim Araçları Pazarının Kuruluşu



Üretim Araçları Pazarının Kuruluşu
“Yeni İktisadi Politika” (“ekonomi reformu”) ile birlikte adım adım, adına “sosyalist pazar” denen üretim araçlarının alınıp satıldığı kapitalist pazar örgütlenir ve genelleştirilir. Sözde sosyalist pazar şöyle tanımlanır: “Üretim araçları için sosyalist Pazar …ekonomik ilişkilerin doğrudan arz ve talep ilişkileri biçiminde var olduğu ve bunların üretim araçlarının alım ve satımı işlemiyle gerçekleştirildiği bir alandır.’(Budaragin) ”
Üretim araçlarının alım ve satımı adım adım toptancı kuruluşlara devredilir. “Daha 1971’de üretim araçlarının ticareti, toplam ticaret cirosunun yaklaşık üçte ikisini oluşturmaktaydı.(Budagarin) Ve 1974’te üretim araçları ticaretinin yüzde 70’şi ‘doğrudan temin edici ve alıcı arasında gerçekleşen geniş kapsamlı yürütülen toptancılık’ (Drogişinski)” üzerinden hallediliyordu. (Aktaran W.B.Bland, age., s. 64)
“Direktörlerin ‘inisyatif’ine mümkün olduğunca büyük bir hareket sahası garantilemek için, 1966 tarihli ‘Devlet Manifaktür İşletmeleri İçin Hükümler’de işletmelere, ‘fazladan’ makine, nakil aracı, hammadde vs.’yi kendi başlarına satma hakkı bahşedildi. Yani işletmeler, devletin kendilerine verdiği üretim araçlarını, kolayca paraya çevirebilmektedirler. Daha yıllar önce, Gorki’de ve Swerdlovsk’ta, devlet mülkiyetini satın almak veya satmak üzere, tüm Sovyetler Birliği’nde işletme temsilcilerinin bir araya geldikleri üretim araçları pazarları kurulmuştu. Bu koşullarda üretim araçları sık sık, onları ‘yer altı fabrikaları’nı kurmada kullanan özel kişilerin eline düşüyordu.” (W. Dickhut, SBKR İkinci Kitap, s. 53)
Bu uygulamalar, sosyalizm döneminin uygulamaları değildi. Sosyalizm döneminde, üretim araçları alınıp satılmazdı. Temel üretim araçları devlet tarafından bedava dağıtılırdı. Ya da devlet, bir işletmeden öbür işletmeye devrederdi.
Marx, açıklıkla bunu vurgular:
 “Üretim, eğer, kapitalist olacağına, toplumsallaştırılmış olsaydı, kesim I’in bu ürünleri, düzenli olarak, bu kesimin değişik kollarına yeniden-üretim amaçları için üretim araçları olarak tekrar dağıtılır, bir kısım, ürün biçiminde çıktığı üretim alanında doğrudan kaldığı halde, bir başkası, öteki üretim yerlerine geçer ve böylece, bu kesimdeki çeşitli üretim yerleri arasında sürekli bir gidiş-geliş hareketine yol açardı.” (Kapital, C.II, s. 379)
Nitekim Marx’ın bu perspektifi Stalin döneminin uygulamasına yol göstermiştir. Ama yeni burjuvazi, restorasyon süreci ile, sosyalist öğreti ve pratikle, sosyalist ekonomiyle ve politik-ekonomi ile köklü bir kopuş ve tasfiye sürecine girdi ve sosyalist ekonominin yerine yeni tip kapitalist ekonomiyi geçirmeyi başardı. SSCB çapında kurulan üretim araçları pazarı da bu tablonun ana öğelerinden birisiydi.
DEVAM EDECEK

12 Mart 2017 Pazar

CIA ve Kültürel Soğuk Savaş - James Petras



Stalin Arşivi

“Marksizm herşeye kadirdir, çünkü hakikattir.” V.İ.Lenin

CIA ve Kültürel Soğuk Savaş - James Petras

James Petras 
“Demokratik Sol” ile CIA arasındaki işbirliğine Fransa’daki grev kırıcılığı, Stalinistlerin (George Orwell ve Sidney Hook tarafından) ihbar edilmeleri ve solcu sanatçıların kabul görmesini engellemek için iftira kampanyaları düzenlemek de dâhildi
3 Kasım 2001

Frances Stonor Saunders’in “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş” kitabı hakkında James Petras’ın tanıtım yazısı.

Bu kitap bize CIA’in, kurmuş olduğu paravan gruplar sayesinde ve Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı gibi kendisine yakın hayırsever kuruluşlar aracılığıyla çok sayıda kültürel örgüte sayısız yoldan nasıl nüfuz ettiğinin ayrıntılı bir dökümünü sunuyor. Yazar, Frances Stonor Saunders, CIA’in kültür kongreleri topladığını, sergiler açtığını, konserler düzenlediğini n’içini ve nasılıyla enikonu ele almış. CIA bu gibi faaliyetlerinin yanı sıra, Washington çizgisine bağlı ünlü yazarların kitaplarını yayınladı ve çevirdi, soyut sanattan toplumsal içeriği olmayan “eylem-karşıtı” sanata kadar hiçbirinden sponsorluğunu esirgemedi; tüm yeryüzünde Marksizmi, komünizmi ve devrimci politikaları eleştiren ve ABD’nin yıkıcı emperyalist politikalarını savunan ya da bu politikaları görmezden gelen yayınları sübvanse etti. CIA, Batı’da, aydının bağımsızlığı fikrini en dokunaklı biçimde dile getirenleri bu politikalarının hizmetine koştu ve bazı entelektüellere doğrudan CIA bütçesinden maaş bağlayarak onları vesayeti altına aldı. Pek çoğu CIA’in “projeleri”ne bilinçli olarak dahil olurken, CIA’in yörüngesinde dolanıp duran diğer bir kesim aydın 1960’ların sonlarına doğru CIA’deki sponsorları açıkça ortaya çıktıktan ve Vieatnam savaşından sonra, ibre sola kaymaya başlayınca CIA bağlantısından haberleri olmadığını iddia ettiler.

Aralarında Partisan Review, Kenyon Review, New Leader, Encounter ve bunun gibi birçoklarının bulunduğu ABD ve Avrupa menşeli antikomünist yayınlar bu fonlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlandılar. CIA’in fon sağladığı ya da kariyerlerinde yükselmelerini sağladığı aydınlar arasında Irving Kristol, Melvin Lasky, Isaiah Berlin, Stephen Spender, Sidney Hook, Daniel Bell, Dwight MacDonald, Robert Lowell, Hannah Arendt, Mary McCarthy’nin de içinde olduğu ABD ve Avrupa’dan çok sayıda isim yer alıyordu. CIA, Avrupa’da özellikle “Demokrat Sol” ve aralarında Ignacio Silone, Stephen Spender, Arthur Koestler, Raymond Aron, Anthony Crosland, Michael Josselson ve George Orwell’in bulunduğu eski solcularla ilgileniyor ve onları destekliyordu.

CIA; Sidney Hook ve Melvin Lasky’nin önayak olmasıyla Kültürel Özgürlük Kongresi’ne kaynak sağlayan bir aygıt, her türden “anti-Stalinist” solcu ve sağcıyı bir araya getiren bir çeşit kültürel NATO işlevi görmekteydi. Bunlar Batı’nın kültürel ve siyasal değerlerini savunmakta, “Stalinist totalitaryanizme” saldırmakta ve ABD ırkçılığı ve emperyalizminin dolayında dans etmekte tamamen özgür bırakılmışlardı. CIA destekli gazetelerde ABD toplumuna yönelik ucundan kıyısından ayrıntıya ilişkin eleştiriler getiren yazılar ancak istisnai olarak yer bulabilirdi.

CIA’in kaynak sağladığı bu aydınlar koleksiyonuna ilişkin özellikle tuhaf olan yalnızca bunların aşırı politik taraflılıkları değildi, bunlar kendilerini aynı zamanda, Stalinist aygıtın çürümüş “uşak” ruhlu “ucuz kiralık yazarları” karşısında, tarafsız araştırmacılar, putları yıkan hümanistler, özgür ruhlu aydınlar ya da sanat için sanat yapan sanatçılar olarak gösteriyorlardı.

CIA bağlantılarından habersiz oldukları iddialarına inanmak ise imkansız. Onca zaman, ABD’nin güneyindeki sayısız linç vakasına ilişkin herhangi bir eleştirinin gazetelerde yer almayışına nasıl razı oldular? ABD’nin Guatemala, İran, Yunanistan ve Kore’de milyonlarca kişinin ölümüne yol açan emperyalist müdahalesine ilişkin eleştirilere düzenledikleri kültür kongrelerinde nasıl yer vermeyebildiler? Yazı yazdıkları gazetelerin yaşadıkları yüzyılda işlenen her bir emperyalist suçun savunusuna yer verdiğini nasıl görmezden gelebildiler? Bunların hepsi birer kiralık askerdi: Bazıları Hook ve Lasky gibi rahat konuşan, ağzı laf yapan, sert, nezaketten uzak ve iyi polemikçiler; diğerleri Stephen Spender gibi kibarlık budalası makaleciler ya da George Orwell gibi kendini beğenmiş muhbirlerdi. Saunders WASP (White Anglo-Saxon Protestant - Beyaz Anglo-Sakson Protestan’lar Amerikan toplumunun geleneksel sosyal elitlerine verilen ad -ç.n.) Ivy League seçkinlerini, CIA’in ipleri elinde tuttuğu bir kukla topluluğu, sol muhalefete hırlayıp duran, eski solcu Yahudiler olarak betimlemektedir. Nihayet 1960’ların sonlarında gerçek açığa çıktığında ve New York, Paris ve Londra “aydınları” kullanılmış oldukları için öfkelenir gibi yaptıklarında, CIA de misilleme yaptı. CIA’in Uluslararası Örgütler Şube yöneticisi Tom Braden, maaşlarının ve bahşişlerinin kimler tarafından ödendiğini hepsinin de bilmek zorunda olduğunu ortaya koyarak sır perdesini kaldırdı.

Braden’a göre CIA, yine CIA’den Cord Meyer’in, Hook, Kristol ve Lasky’nin anti-Stalinist entelektüel çalışmalarından söz ederken kullandığı deyimle “edebi gevezeliklerini” finanse etti. Kendinden menkul “Demokratik Sol” yayınlardan (Encounter, New Leader, Partisan Review gibi) en saygın ve ünlü olanlarına gelince, Braden, onlara ayrılan paranın CIA’den geldiğini ve “Encounter dergisinin editörünün bir ajan olduğunu” yazdı. Braden 1953 yılında “her alanda faaliyet gösteren uluslararası örgütlere müdahale ettik ya da bunları etkiledik” diyordu.

Saunders’ın kitabı CIA’ye bağlı casus aydınların ABD’nin emperyalist çıkarlarını kültürel alanlarda ne şekillerde savunduklarına ilişkin birçok soru işaretini ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca CIA aydınlarınca savunulan ideolojik ve sanatsal tavırların uzun vadede doğuracağı sonuçlar hakkında önemli bir tartışma da başlatmaktadır.

Saunders, Hook, Kristol ve Lasky tarafından ileri sürülen iddiaları çürütmektedir; bu iddialar CIA ve onun hayırsever vakıflarının hiçbir karşılık beklemeden yardımda bulunduğu şeklindedir. Yazar “CIA’in sübvanse ettiği birey ve kurumlardan bir propaganda savaşının … parçası gibi davranmalarını beklediğini” kanıtlamaktadır. CIA’e göre en etkili propaganda “bireyin CIA görüşlerini kendi görüşleri sanarak hareket etmesidir.” CIA, zaman zaman sosyal reformlar konusunda gevezelik yapsınlar diye bu gibilerin “Demokratik Sol” varlıklarına izin verirken, asıl ilgilendiği Batılı Marksistlere, Sovyet yazar ve sanatçılara karşı “anti-Stalinist” polemikler yürüten ve edebiyat tartışmalarına girişen aydınlardı; onlara bol miktarda para veriyor, bazılarını açık açık ödüllendiriyordu. Braden bu durumu, komünizme karşı savaşta CIA ile Avrupa “Demokratik Solu” arasındaki “ittifak” olarak niteliyordu. “Demokratik Sol” ile CIA arasındaki işbirliğine Fransa’daki grev kırıcılığı, Stalinistlerin (George Orwell ve Sidney Hook tarafından) ihbar edilmeleri ve solcu sanatçıların kabul görmesini engellemek için iftira kampanyaları düzenlemek de dahildi (Pablo Neruda’ya 1964 yılında Nobel Ödülü verilmesini önlemeleri örneğinde görüldüğü gibi).

ABD hükümetinin Kültürel Soğuk Savaş’la en çok ilgilenen organı olarak CIA, İkinci Dünya Savaşının hemen ardından özellikle Avrupa üzerinde yoğunlaştı. İki kapitalist savaş sonrası ortaya çıkan yıkım, bunalım ve savaş sonrası işgal deneyimine sahip Avrupalı aydınların ve sendikacıların büyük bir çoğunluğu kapitalizme karşıydılar ve Amerika’nın hegemonik taleplerini özellikle eleştiriyorlardı. Komünizmin çekici hale gelmesine ve (özellikle Fransa ve İtalya gibi ülkelerde) Avrupalı komünist partilerin büyümesine karşı koymak için CIA iki aşamalı bir program geliştirdi. Bir yandan Saunders’ın ortaya koyduğu gibi, belirli Avrupalı yazarlar, açıkça “antikomünist bir programın” parçası olarak bir kenara ayrıldı. CIA kültür komiserliğinin “uygun metinler” için aradığı vasıflar “Sovyet dış politikasına ve bir hükümet biçimi olarak komünizme yönelik nesnel olduğunu düşündüğümüz (evet, aynen böyle deniyor), ikna edici ve zamanlıca yapılmış her türden eleştiri” şeklinde tanımlanıyordu. CIA, Silone, Koestler ve Gide gibi hayalkırıklığına uğramış eski komünistlerin yapıtlarını yayınlamaya özellikle meraklıydı. CIA, antikomünist yazarları Paris, Berlin ve (Como Gölü’ne nazır) Bellagio Oteli’nde bolca para saçarak düzenlediği konferanslarla teşvik etti; buralarda aynı zamanda Isaiah Berlin, Daniel Bell ve Czeslow Milosz gibi kendi değerlerini (CIA’den patronları tarafından belirlenmiş antikomünist ve Washington yanlısı patronları parametreler çerçevesinde Batı özgürlüğünün ve aydın bağımsızlığının erdemlerini) vaaz eden pek nesnel sosyal bilimci ve filozoflar vardı. Bu saygın entelektüellerden hiçbiri Çin-Hindi ve Cezayir’deki kitlesel kıyımlara ABD’nin destek vermiş olabileceğinden, ilerici ABD’li aydınların cadı avına maruz bırakıldıklarından ya da (Ku Klux Klan gibi) paramiliter bir gücün ABD’nin güneyinde linç eylemleri gerçekleştirdiğinden kuşkulanmadı ya da bunları sorgulamaya kalkışmadı. İflasın eşiğine gelmiş yazınsal çalışmaları için bulmaya can attıkları fonlara kavuşan Sidney Hook, Melvin Lasky ve Partisan Review çevresine göre bu tür kaba işler ancak “Komünistlerin ellerine yakışırdı.” Bu sözümona saygın anti-komünist edebiyat ve siyaset dergilerinin pek çoğu bunların binlercesinin basılmasını ve ücretsiz dağıtılmasını sağlayan CIA desteği olmasaydı varlığını sürdüremeyeceklerdi.

CIA’in kültürel alanda uygulamaya koyduğu ikinci yöntem ise daha sinsiceydi. Bu kez açıkça Avrupa’daki anti-emperyalist duruşu hizaya getirmek ve ABD kültür ve yönetim biçimini yüceltmek amacı taşıyan senfonileri, resim sergilerini, dans gösterilerini, tiyatro topluluklarını ve ünlü caz ve opera sanatçılarını teşvik ediyordu. Bu politikanın ardında yatan niyet askeri-iktisadi imparatorluğunu destekleyecek kültürel hegemonyayı elde edebilmek için ABD kültürünü sergilemekti. CIA, Avrupalılar’ın Washington’un ırkçı politikalarına duyduğu nefreti köreltmek için siyah sanatçılarını —özellikle de (Marion Anderson gibi) şarkıcıları, yazarları ve (Louis Armstrong gibi) müzisyenleri— Avrupa’ya göndermeye oldukça meraklıydı. Siyah aydınlar, yazar Richard Wright örneğinde olduğu gibi, ABD’nin sanatsal senaryosunda rol almak istemeyecek ve bunu açıkça eleştirme yolunu seçmeye yeltenecek olduklarında derhal listeden çıkarılırlardı.

CIA’in, sözümona politik olmayan bu sanatsal etkinliklerin içeriği üzerindeki siyasal denetiminin derecesi Lasky, Kristol, vb. Encounter editörlerinin Dwight MacDonald tarafından yazılmış bir makaleye gösterdikleri tepkiyle açıkça kanıtlandı. Başıboş, anarşist bir aydın olan MacDonald, CIA destekli Kültürel Özgürlük Kongresi ve Encounter ile epeydir işbirliği halindeydi. Encounter için 1958 yılında yazdığı “Amerika Amerika” başlıklı makalesinde, Amerikan kitle kültürüne, kaba maddiyatçılığına ve medeniyet yoksunluğuna duyduğu tiksintiyi dile getiriyordu. Bu makale, CIA’in ve Encounter’in Komünizm ile mücadelelerinde başlıca propaganda malzemesi olan Amerikan değerler silsilesine bir saldırıydı. MacDonald’ın “çürümüş Amerikan iktidarına” saldırısı, CIA ve onun Encounter’daki entelektüel ajanlarına “orda dur bakalım!” dedirtecek cinstendi. Braden, entelektüellere verdiği tavsiyelerde, “CIA’den fon alan kurumların ABD’nin her politikasını desteklemelerine gerek olmadığını” ancak – özellikle ABD dış politikası söz konusu olduğunda – aşılmaması gereken kırmızı bir çizgi olması gerektiğini söylüyordu. MacDonald, Encounter’ın eski editörü olmasına karşın yazdığı makale kabul görmedi. Nicola Chiaromonte gibi Soğuk Savaş yazarlarının Encounter’ın ikinci sayısında dile getirdiği “hiçbir aydın kendini aşağılamadan yalanları açığa vurmaktan kaçamaz ve ‘faydalı yalanları’ doğru diye adlandıramaz” türünden dindar sözleri, sorun Batı’nın “faydalı yalanları” olunca Encounter ve bu dergiye yazan seçkin yazarlar için geçerli olmuyordu.

Saunders’ın kitabında yer alan en önemli ve etkileyici tartışmalardan biri de CIA’in ve onun Modern Sanat Müzesi’ndeki (MSM) müttefiklerinin Soyut Ekspresyonist (SE) resim ve ressamları desteklemek için, toplumsal içeriği olmayan sanata adeta ilaç gibi gelen çok miktarda para akıtmış olmasıdır. SE’ye destek vermede CIA, Kongre’nin sağ kanadıyla anlaşmazlığa düşmüştü. CIA’nin SE’de bulduğu şey bir “anti-Komünist ideoloji, özgürlükçü ideoloji, serbest girişimcilikti. Non-figüratiflik ve politik konularda suskunluk tam da toplumcu gerçekçiliğin anti-tezleriydi”. SE’yi ulusal iradenin gerçek bir ifadesi olarak gördüler. CIA, sağ kanattan gelen eleştirileri bertaraf etmek için özel sektöre (başka deyişle MSM’ye ve SE’yi “serbest girişimci resim” olarak tanımlayan MSM’nin kurucu ortaklarından Nelson Rockefeller’a) yöneldi. MSM’deki birçok yönetici CIA ile uzun bir geçmişe sahipti ve SE’yi, kültürel Soğuk Savaş’ta bir silah gibi kullanacak ellere teslim etmeye dünden razıydılar. Ağırlıklı olarak SE’nin Avrupa’da açılan tüm sergilerine kaynak sağladılar; sanat eleştirmenleri seferber edildi ve bu sanatı cömertçe öven makalelerle sanat dergileri de kıvamına getirildi. MSM ve CIA destekli Fairfield Vakfı kartelince sağlanan kaynaklar, sırası gelince Avrupa’daki estetik anlayışına yön verebilecek en saygın Avrupa galerilerine sunuldu.
SE, “özgür sanat” ideolojisi olarak (George Kennan), Avrupa’nın örgütlü ve politik sanatçılarına saldırmak amacıyla kullanıldı. (CIA sözcüsü) Kültürel Özgürlük Kongresi politik sanat söz konusu olduğunda temsili ya da gerçekçi sanattansa soyut sanattan yana tavır koydu. Saunders, SE’nin siyasal rolüne şu şekilde açıklık getiriyor: “Amerikan resim sanatının kültürel Soğuk Savaşta oynadığı sıra dışı başrollerden biri, bu sanatın serbest girişimin bir parçası olmaya başlaması değil, apolitiklik iddiası taşıyarak son derece politik olunabildiğini kanıtlayan bir hareket olmasıdır”. CIA apolitik sanat ve sanatçılarla özgürlük söylemi temelinde birleşti. Bu da Avrupalı solcu sanatçıları tarafsızlaştırmaya yönelmek demekti. Buradaki ironi elbette apolitik duruşun yalnızca sol kanat için geçerli olmasıdır.

Bununla birlikte CIA ve onun kültür örgütleri savaş sonrası sanat anlayışına esaslı olarak şekil verdiler. Pekçok saygın yazar, şair, sanatçı ve müzisyen politikayla ilgilenmediklerini ve sanatın sanat için olduğuna inandıklarını ilan ettiler. Politik uğraşlardan uzak biri olarak bağımsız sanatçı ya da aydın dogması itibar görmüş ve günümüze kadar gelmiştir.

Saunders, CIA’le Batılı sanatçı ve aydınlar arasındaki bağları zengin ayrıntılarla ortaya koyarken CIA’in aldatmacalarına ve muhalif fikirler üzerinde denetim kurmasına duyulan gereksinimin yapısal nedenlerini açıklamadan bırakıyor. Yazar tartışmayı daha çok siyasal rekabet ve Sovyet komünizmi ile çatışma bağlamında sürdürüyor. Kitapta, CIA’in yürüttüğü kültürel Soğuk Savaşın sınıf savaşımı, üçüncü dünya devrimleri ve ABD’nin emperyalist iktisadi hakimiyetine yönelik bağımsız Marksist mücadele bağlamında ortaya konmasına yönelik ciddi bir çaba yok. Bu da Saunders’ın CIA’in bazı girişimlerini, bazı ajanlarını övmesine yol açıyor. Saunders, CIA’in yürüttüğü kültürel savaşın emperyalist sistemin bir parçası olduğunu görmektense yalanlarını eleştirmeyi yeğliyor. ABD ve NATO’nun Doğu Avrupa ve eski SSCB’de kazandığı kültürel zafere bakarsak kültürel savaşın bir savunma eylemi olduğu fikrinin yanlışlığı hemen ortaya çıkacaktır.

Kültürel Soğuk Savaşın kökenleri doğrudan sınıf mücadelesine dayanıyordu. Daha başlangıçta, CIA ve AFL-CIO içerisindeki ajanları (eski komünistlerden) Irving Brown ve Jay Lovestone sosyal-demokrat birlikler kurarak devrimci sendikaları dağıtmak ve grevleri kırmak amacıyla milyonlarca dolar para harcadılar. Kültürel Özgürlük Kongresi ve ona bağlı budala aydınları destekleyen aynı CIA ajanları, 1948 yılındaki liman işçileri grevini kıran Marseilles haydutlarını da kiralamışlardı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, (faşistlerle ilişkileri açığa çıkan ve kapitalist sistemin oradaki zayıflığın yüzünden), Batı Avrupa’nın eski sağcılarının itibarlarını yitirmeleriyle CIA, NATO karşıtı sendikaları ve aydınları çökertmek için ideolojik savaşım yürütecek bir Demokratik sol bulmak (ya da icat etmek) gerektiğini fark etti. Kongrenin sağ kanadından gelen itirazları atlatabilmek için de CIA içerisinde özel bir birim oluşturuldu. Demokratik Sol temel olarak, radikal sol ile mücadele etmek ve ABD’nin Avrupa’daki hegemonyasına ideolojik bir cila sürmek amacıyla kullanıldı. ABD’nin stratejik politikalarını ve çıkarlarını belirlemek hiçbir zaman demokratik sol ideologların haddine düşmemişti. Onların yapması gereken sorgulamamak ve talep etmemek ama imparatorluğu “Batılı demokratik değerler” olarak göstermekti. Bir tek, Amerika’da ve Avrupa’da Vietnam Savaşı’na karşı kitle muhalefeti açığa çıktıktan sonra ve yüzlerindeki CIA maskesi düştükten sonra CIA güdümlü ve destekli pek çok aydın herkesten geri kalmamak için ABD dış politikasını eleştirmeye başladılar. Mesela kariyerinin önemlice bir bölümünü CIA çalışanı olarak geçirmiş Stephen Spender, Partisan Review editörlerinin yaptığı gibi, ABD’nin Vietnam politikasını eleştirmeye başladı. Hepsi de masum olduklarını iddia ediyorlardı ama söz konusu dergilerle bunca flört ettikten ve bu kadar içli dışlı olduktan sonra onlara kimse pek inanmadı.

CIA’in Amerika, Avrupa ve herhangi bir yerdeki kültürel yaşamı kuşatması uzun vadede önemli sonuçlar doğurdu. Pekçok entelektüel, CIA’in istediği ideolojik çizgi dahilinde faaliyet göstersin diye prestij, ün ve araştırma fonlarıyla ödüllendirildi. CIA destekli konferans ve yayınlar sayesinde felsefe, siyasal etik, sosyoloji ve sanat alanında ün yapan isimler yeni kuşakları, CIA tarafından belirlenmiş politik parametreler çerçevesinde desteklemeye teşvik eden kural ve ölçütleri oluşturmayı sürdürdüler. “Doğruluk” ve “erdem” artık ne başarı ne de yetenekle tersine —Washington çizgisindeki— politikalarla tanımlanıyor ve gelecek saygın akademik kuruluşlarda, vakıflarda ve müzelerde zincire vuruluyor.

ABD ve Avrupa Demokratik Solu’nun anti-Stalinist yaygaraları, demokratik değerlere ve özgürlüğe olan inançlarını ilan etmeleri Batı’nın utanç verici suçlarını başarıyla gizlemeye yarayan bir örtü işlevi gördü. NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesinde, Demokrat Sol aydınlar bir kez daha Batı’nın ve onbinlerce Sırp’ın kanlı kıyımından ve sayısız masum vatandaşın katledilmesinden sorumlu UÇK’nın (Kosova Kurtuluş Ordusu) yanında yer aldılar. Nasıl ki anti-Stalinizm, Soğuk Savaş yıllarında Demokratik Sol’un afyonu olduysa, insan haklarını korumak adına yapılan müdahaleler de günümüzde aynı uyuşturucu etkiyi yapıyor ve çağımızın Demokrat Solcularının aklını aynı şekilde çeliyor.

CIA’in yürüttüğü kültür kampanyaları günümüzün apolitik aydın, akademisyen ve sanatçı prototipini yarattı; bunlar kendilerini halk mücadelelerinden koparıyorlar, işçi sınıfından uzaklaştıkları ve saygın vakıflara yaklaştıkları ölçüde de değerleri artıyor. CIA’in sunduğu rol modeli bir ideolojik bekçidir; sınıf mücadelesi, sınıfsal sömürü ve ABD emperyalizmi gibi “nesnel” değil “ideolojik” olan, ya da öyle olduğu söylenen kategorileri kullanarak eleştirel yazan aydınları dışlamak bunun temelidir.

CIA’in Kültürel Özgürlük Kongresi topluluğunun verdiği asıl kalıcı zarar, bazı aydınların ABD’nin emperyalist politikalarını kendilerine özgü biçimde savunmaları biçiminde değil, etkili kültürel ve siyasal medya organları yoluyla ABD emperyalizminin tartışılmasını dahi dışlayan fikirleri yeni kuşak aydınlara benimsetmeyi başarmaları biçiminde ortaya çıkmıştır. Sorun günümüz aydın ve sanatçılarının şu veya bu konuda ilerici bir tavır alıp alamamalarında değildir. Sorun, yazarlar ve sanatçılar arasında, müzik, resim ya da yazın alanında verdikleri eserlerin yüksek sanatsal düzeyde sayılabilmesi için anti-emperyalist toplumsal ve siyasal öğeleri barındırmaması gerektiğine dair yaygın bir kanının ortaya çıkmış olmasıdır. CIA’in kalıcı siyasal zaferi, sola siyasal açıdan bağlanmanın ciddi bir sanatsal ve akademik başarıyla bağdaşmadığına aydınları inandırabilmiş olmasıdır. Günümüzde operalarda, tiyatrolarda, sanat galerilerinde ve akademik toplantılarda CIA’in Soğuk Savaş değerleri yaygın olarak görülmektedir: kim kral çıplak demeye cesaret eder ki?
Stalin Arşivi çeviri birimi Kasım 2006visit