Translate

24 Aralık 2012 Pazartesi

SOSYALİZMİN DENEYİMLERİ, BÜROKRATİZM VE “KÜLT” ÜZERİNE



SOSYALİZMİN DENEYİMLERİ, BÜROKRATİZM VE “KÜLT” ÜZERİNE
Uluslararası Komünist Hareket’in, sosyalist inşanın ve kapitalizmin restorasyonu deneyimlerinin eleştirel incelenmesi, ilkeli bir özeleştiri hareketinin örgütlenmesi; teorinin, teorik ve pratik çalışmaların zenginleştirilerek geliştirilmesi dünya komünistlerinin önündeki yaşamsal görevlerdendir. Bu sorunların zamanında ele alınmaması, çözülememesi öncü değil, artçı bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzını ifade ettiği vurgulanmalıdır. Bu durum, öncesi bir yana, Kruşçevci modern revizyonist karşı devrimin 1956 yılında politik iktidarı ele geçirmesinden bu yana geçen tarihsel kesitte, bir dizi gelişme aşamasından geçen Uluslararası Komünist Hareket’in, yapısal ve tarihsel zafiyetleriyle bağlıdır. Söz konusu tarihsel çizgi ve geleneğe bağlanan Türkiyeli komünistler de aynı zafiyetlerle şekillenmiştir. Dar pratikçi, idareimaslahatçı önderlik anlayışına ve çalışma tarzına bağlanmış Türkiye komünist hareketinin teoriye hakimiyet zayıflığı, tarihsel deneyime eleştirel hakimiyet zayıflığı, teoriyi, teorik çalışmayı ihmal zafiyeti; hareket halindeki somut tarihsel gerçekliğin analiz ve sentezindeki ağır zafiyetler; önderlik, önderleşme iddia ve misyonunun arkasında duramama söz konusu tarzın bazı görünümleridir. Kuşkusuz ki Türkiye komünist hareketinin söz konusu zaaflarının, daha geniş anlamda önderlik ve çalışma tarzındaki zaaflarının nedenini sadece Uluslararası Komünist Hareket’e yıkmak, objektif bir değerlendirme olmayacaktır. Dahası, sorumluluk, öncelikle komünist hareketin omuzlarındadır. Açık ki bu bakımdan da komünist hareketin kendi zaaflarının sorumluluğunu cesurca ve özeleştirel üstlenmesi gerekir…
Türkiye komünist hareketinin önderlik anlayışı ve çalışma tarzı bakımından kendi zaaflarına saldırarak aşma girişimleri daima yarım kalan, kendi doğrultusunda istikrarlı gelişemeyen atılımlar olarak kalmıştır. Öncesi bir yana, Birlik Devrimi atılımı kendi özgün temel ve iddiası doğrultusunda bütüncül bir gelişme hattında ilerleyemedi; dahası, giderek kendisine yabancılaşma sürecine girdi. Lenin’in, “…geleneklerde eskinin izlerinin devrimden sonra belli bir süre yeninin embriyoları karşısında ağır basacağını da biliyoruz. Yeni henüz ortaya çıkmışsa, belli bir süre eski hep daha güçlü kalır, bu hep böyledir, gerek doğada gerekse de toplumsal yaşamda.” vurgusu Birlik Devrimi gerçekliği için de geçerli ve yol gösterici bir saptamadır. Yeni, özellikle de kendi özgün temellerine oturarak istikrarlı bir gelişme çizgisinde kendisini üretecek bir gelişme aşamasına gelinceye dek, doğal ve kaçınılmaz olarak, “eskinin izleri”ne karşı çetin bir mücadele sürecinden geçecektir. İşte bu süreçte, eskiyle yeni arasında sayısız biçimlere bürünen bir çetin mücadele, gelişmenin itici gücüdür. Çünkü “Gelişme karşıtların mücadelesidir.” Yeninin zaferi, tek bir atılımdan oluşmaz, aksine, bu mücadelede yeni, kendini, yeniden ve yeniden daha üst düzeyde üreterek eski karşısındaki zaferini güvenceye almak zorundadır. Tüm bu süreçte, Lenin’in dediği gibi, “Yenin embriyonlarını özenle incelemeli, onlara en büyük itinayı göstermeli, gelişimini tüm olanaklarla teşvik etmeli ve bu zayıf embriyonları ‘beslemeliyiz’.” İşte bu özen, teşvik, “besleme”nin zayıf düştüğü koşullarda eskinin yeni üzerinde hegemonya kurması da kaçınılmazdır. Evet, tarih tekerrür etmez. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu iddiası hem diyalektiğe, hem de materyalizme aykırıdır. Ama tarih, yeni koşullarda, yeni bir biçimde yolunu düzleyerek akışına devam eder. Önemli olan sürecin dersleridir, bu derslerin pratik-politik bir donanım derinliğine dönüşerek savaşçı nitelik ve yeteneği geliştirmesi ve önderleşmenin sınıfa ait tarihsel misyon çerçevesinde pratikleşmesidir.
Burada vurgulanması gereken şey, şudur: Birlik Devrimi ile yaratılmış olan tarihsel sıçrama ve bu sıçramayla yaratılmış olan tarihsel fırsat, güç ve birikim, iç ve uluslararası alanda komünist hareketin tarihsel zafiyetlerinden köklü ve bütüncül kopuşalamadığı için yeterince değerlendirilemedi. Gerçekleşen atılım öncüyü aştı. Yeni dönemin yeni koşulları ve imkanları, stratejik bir bakış açısıyla değerlendirilemedi. Yeni dönemin teorik, politik, örgütsel-pratik görevlerine yanıt verilemeyerek geriye düşüldü. Yarı-kendiliğindenci, idareimaslahatçı tarz baskın hale geldi. Eski zihniyet, eski gelenekler, eski zaaflar, yedi canlı olduğunu kanıtladı. Birlik Devrimi ile gerçekleştirilen niteliksel atılıma karşın, eski, kendisini, yeni dönemin koşulları içerisinde, yeni bir biçimde üreterek hegemonyasını kurmayı başardı. Böylece, yeni tarihsel dönemde, ilk atılımının ardından, eski, yeninin kendini daha yüksek bir nitelik içinde, çözüm gücü ve savaş yeteneği olarak üreten atılımlarla ilerlemesine ket vurdu. Bu, aynı zamanda Birlik Devrimi’nin birlik, partileşme, politik atılımda ifadesini bulan özgün temelleri üzerinde kendini üreterek geliştiremediğinin, hızla tutuculaşarak yeni tip muhafazakarlığın tutsağı haline geldiğinin de tipik bir ifadesi oldu. Yeni tip muhafazakarlığın temel karakteristik özelliği, yenilikçi söylemin içine tutunarak gelişmeyi önlemesinde; sınıf hareketine bağlanan, teorik ve pratik çalışmanın bütünselliğine oturan, stratejinin yönettiği bir savaşım hattının gelişmesini önlemesinde, giderek temel çizgiden sapmasında ifadesini buldu. 40 yıllık bir devrimci tarihin, 30 yılı aşkın bir komünist devrimcilik tarihinin, 20 yıla yaklaşan bir birlik devrimi tarihinin ardından geldiğimiz yer, bulunduğumuz nokta, artık kızıla bürünmüş parlak laflar ve iddialarla, kimseyi tatmin etmeyecek “analiz”lerle, ajitatif söylemlerle yok sayılamaz ya da görmezden gelinemez. Artık komünistler, daha soğukkanlı bir zihniyet ve duruşla gerçeğin gözünün içine bakabilmeli, geçmişten geleceğe gerekli dersleri çıkarabilmeli, Bolşevizm’e özgü tarzda eleştiri ve özeleştiri silahını kuşanabilmelidirler. Tek çıkış yolu budur.
Bu girişle birlikte konuya geçebiliriz.
20. yüzyılın sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin aşılması gereken temel zaaflarının başında önderlik kültü gelmektedir. Sorunun bu yanı da, “SSCB’de Kapitalizmin Restorasyonu, Sosyalizmin Sorunları, Tarihi Dersler” kitabımızda kapsamlı bir tarzda incelenmiştir. Dolayısıyla burada sorun, sınırlanmış bir tarzda ele alınacaktır. Aslında bu kült, Türkiye devrimci hareketinin temel zafiyetlerinden birisini oluşturmaktadır. Sorun, genel bir sorundur. Türkiye devrimci hareketinin, önderlik kültü de içinde olmak üzere, önderlik anlayışı ve çalışma tarzının deneyimlerinin, bir bütünlük içerisinde ayrıca incelenmesi ve ideolojik mücadelenin konusu yapılması gerekmektedir…
 Önderlik kültü, önderliğin idealize edilmesi, tabulaştırılması, putlaştırılması, tapınılması teorisi ve pratiği üzerinde yükselmektedir. Kişi kültü, önder kültü, önderlik kültü, genel sekreterlik kültü, yöneticiler kültü, parti kültü, devlet kültü söz konusu kültün değişik formlarını oluşturur. Teorisi yapılsın veya yapılmasın, önderlik kültü bir sisteme dayanır. Bürokratik elit bir kadro partinin üstünde, ayrıcalıklı, dokunulmaz bir yerde durur. Uluslararası Komünist Hareket’in ve sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin de kanıtladığı gibi, bu kült Marksizm-Leninizm’e, Bolşevik önderlik teorisi ve pratiğine; çalışma tarzı ve kadro politikasına kesinkes aykırı ve tümüyle küçük burjuva bürokratik karakterdedir. Küçük burjuva oportünizminin bir tezahürüdür. Tasfiyeciliğin, bürokratik çürümenin anlatımıdır. Dolayısıyla önderlik kültüne, onun değişik biçimlerde ortaya çıkan versiyonlarına karşı mücadele, oportünizme, tasfiyeciliğe, bürokratizme, kariyerizme ve görüngülerine karşı mücadele demektir.
Önderlik kültü zihniyeti ve çalışma tarzı, kadro politikası, gelişimi önlenemediğinde, doğal ve kaçınılmaz olarak, zamanla partileri yozlaştırır, eğer parti iktidardaysa, partinin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin yıkımını, yenilgisini ve tasfiyesini getirir ve getirmiştir. Öncülleri ne olursa olsun, hangi saiklerle uç verip gelişirse gelişsin, bu kült geliştiği oranda, kendi doğasına uygun bir önderlik anlayışı ve pratiğini; yönetme ve yönetilme ilişkisini ve kadro politikasını geliştirerek kendisini üretir. Bu kült bir komünist partisinde iktidarlaştığında, politik iktidara damgasını basarak hegemonyasını kurduğunda, doğal olarak, önderlerle parti, devletle sınıf ve kitleler, yöneten yönetilen ilişkilerinde kendisini yeniden ve yeniden ama daha üst düzeyde üreterek inşa eder ve yetkinleştirir. Tabii ki burada önemli olan şey, tarihten çıkarılacak eleştirel derslere dayanarak teorik ve ideolojik bakımdan yenilenerek, ideolojik, siyasal, örgütsel bakımlardan silahlanıp, “tarihin tekerrürünü” önlemektir. Bu ise ancak sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin ve kapitalizmin yeni tarzda restorasyonunun deneyimlerinin eleştirel değerlendirilmesi bağlamında çıkarılacak derslerle, bu derslerin pratik-politik donanıma dönüştürülmesiyle başarılabilir. Bu görev henüz, iç ve uluslararası planda, derinlikli ve bütünlüklü bir şekilde yerine getirilmemiştir. Sorun, oldukça gecikilmiş de olsa, hala çözüm bekliyor. Doğru olan şey, bu adımı ikircimsiz atmaktır. Hatırlatmak bile gereksiz, idareimaslahatçılıkla yürümek daima kaybettirmiştir ve daima da kaybettirecektir. Geçmeden, sorunu incelerken, Marks’ın, “Dış görünüş ile şeylerin özü eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.” sözlerini rehber almanın gereğine özellikle dikkat çekmek isteriz.
Önderlik kültü gelişerek yerleşiklik kazandığında partide, devlette, ekonomide, toplumsal psikolojide, yöneten ve yönetilenler ilişkisinde vb. ortaya çok yıkıcı sonuçlar çıkar. Yanılmazlık ve kendine tapınma, kendini tabulaştırma, tabulaştırmayı meşrulaştırma söz konusu kültün merkezinde durur. Bu durumda önderlik kültünü temsil eden elit, eleştiri ve özeleştirinin dışındadır. Hem resmi hem de fiili ayrıcalıklarla donanır. Parti ve kadroların, sınıfın ve kitlelerin denetimine tabii değildir. Hesap vermez, hesap sorulamaz bir yüksekliğe yerleşir. Önderlik kültü üstünde yükselen liderlik ve çalışma tarzı bürokratik merkeziyetçiliğe dayanır. Benmerkezcilik, aşırı kibir, kadroların, örgütlerin, yerel örgütlerin, kitlelerin küçümsenmesi, eleştirilerin bastırılması, zaafların yanılmaz elit dışına yıkılması, hesap vermezlik, bağımsız komünist kişiliğin tasfiyesi, kadro politikasında çifte standart bu önderlik anlayışı ve çalışma tarzını bütünler. Bu sistemde “önder”ler kendi yandaşlarına dayanarak yapıyı yönetirler. Bu sistemde, kolektivizm, kolektif önderlik, kolektif parti işlerliği, parti içi demokrasi, herkesi bağlaması gereken parti yasalarına bağlılık biçimseldir. Tüm bunlar kültü bağlamaz, kült tüm bu değerleri kağıt üzerinde bırakır ve duruma göre de kağıt üstünde kalan şeyi kendi lehine fütursuzca kullanır. Kişi, yönetici, önder kültü bağımsız inisiyatifi, özerkliği boğar. Görevin gerekleri kişinin uyumu, yeteneğe göre iş ilkesi yerini, külte tabii olan, boyun eğen, külte göre biçimlenen, biçimlendirilen kadro ve örgüt tipine bırakır. Kadrolardan, örgütlerden, kitlelerden istenen tek şey yanılmaz “etkin birey”lerin, “yetkin” liderliğin, “stratejik önderlik”in, yöneticilerin kararlarına, direktiflerine eleştirisiz ve mekanik bağımlılıktır. Partiden, alt örgüt ve kadrolardan, tabandan ve kitlelerden istenen tek şey,  bağımlılık temelli ilişkilenmedir; bilimsel devrimci bağlılık değil, bağımlılıktır. Eleştiriden ve hesap sormadan uzak aktivite ve bağımlılıktır. Bu kültte ve çalışma tarzında bağımsız irade, eleştiri ve mücadele gücüne sahip kadrolar bir tehlike kaynağı olarak görülür; tehlike kaynağı ve rakip görülen kadrolar etkisizleştirilir. Gözdağı verme, yıpratma, burun sürtme, irade kırma, şaibe yayma, gözden düşürme, etkisiz eleman konumlarına sürme, küçük burjuva psikolojik savaş yöntemleriyle teslim almaya çalışma, olmadı mı tamamen tasfiye etme bir politika düzeyine yükselir. Hedef haline getirilen kadrolar provoke edilir. Boğucu atmosferin dayanılmaz cenderesine sokulan ve hileli yöntemlerle bırakıp gitmesi için özellikle zorlanan kadrolardan bu baskı ve imhaya boyun eğmeyenler ya da bu baskılara dayanamadıkları için tepkiyle çekip giden kadrolar örnek gösterilir: Bakın işte, gördünüz değil mi! İşte önderlik kültüne, pardon, “parti önderliğine”, “parti”ye, “parti tarzına” karşı çıkmanın sonu…
Eleştiri ve özeleştiri, tek yanlı bir biçimde önderlik kültünün, bu kültün yansıma biçimlerinden olan “etkin birey”lerin, “etkin yönetici”lerin aktif ya da pasif onaylanmasına ve onayın pekiştirilmesi derekesine düşürülür. Özü, eleştiri ve tartışma özgürlüğü olan iç demokrasi tasfiye edilir ve “iç demokrasi”, “yetkin” önderliğin, önderlik kültünün onaylanmasının ve meşrulaştırılmasının araçlarından birisi haline getirilir. Seçim ilkesi biçimselleşir, atama yöntemi kural haline gelir. Demokratik danışma mekanizması vb. işlevsizleştirilir. Kongre, konferans vb. gibi yaşamsal araçlar giderek işlevini yitirir, düzenli toplanmamaya, düzenli işlevli araçlar olmaktan çıkarak giderek zaman aralığı uzayacak, zamana yayılacak tarzda toplanmaya başlar. Böylece ve bir de bu yoldan bu araçlar da etkisizleştirilir. Etkin kolektif parti, devlet, ekonomi organları yerini “etkin birey”lere, dar yürütme kurullarına bırakır.  Disiplin, önderlik sopasına, önderlik kültünün onaylanmasının aracına dönüşür. Tüzük, yasa, disiplin “önder”, “önderler”, yandaşlar için değil kadrolar ve örgütler, sıradan kitleler için geçerli ve bağlayıcıdır. “Doğru”lar, önderlik kültünü onaylatmanın aracına döner. Biçimcilik, canlı içeriğinden koparılmış, kopmuş doğruların biçimsel tekrarı karakteristiktir. Kağıt üzerinde başka şeyler, hayatın içinde bambaşka şeyler yapılır. Bu bir kişilik parçalanmasıdır, “çok dinli” insan tipinin her alan ve düzeyde ortaya çıkışı ve yükselişidir. Devrimci otorite bürokratik otoriteye, demokratik merkeziyetçilik bürokratik merkeziyetçiliğe dönüşür. Kolektif önderlik bireysel önderliğe, “etkin birey”lerin, kafa dengi insanların inisiyatifine, kolektivizm “etkin birey”lerin vasat bir uzantısına dönüşür. Parti ve organlar, yukarıdan aşağı sözde etkin bireylere dayanan ve işleyen bir aygıta dönüşür. Denetim bürokratik denetime dönüşerek söz konusu kültün yerleştirilmesinin, önünün açılmasının, tasfiyeci zihniyet ve duruşun aracı haline getirilir ve gelir.
Önderlik kültünde, önderler partiye değil parti önderlere tabiidir. Önderlik kültü, teslimiyet ister. Bağımsız devrimci eleştiriden ve dirençten ölesiye korkar. Her şeyi bürokratik kontrol altında tutmaya çalışır. İktidarını içselleştirecek, sürekliliğini güvence altına alacak bir hareket tarzı izler. Süreçleri, dönemeçleri, an’ı, başarı ve başarısızlıkları buna göre değerlendirir. “Eleştiri”r, suçlar, şaibe yaratır. Sorumluluklarını örter. Günah keçileri yaratır. Hesap vermez, ama fütursuzca hesap sormaya kalkar. Özeleştiri vermez, burnundan kıl aldırmaz ama “özeleştiri”, bir diğer ifadeyle, biat ister ve dayatır. Tabii ki “özeleştiri” külte uygun olmalıdır. Kültü kutsayarak yüceltmelidir. Bu kültte ölçütler, nesnel ve denetlenebilir değildir. Komünist partileri komünist yapan, ayrımsız herkesi bağlayan ortak ölçütlere ve değerlere dayanmaz. Kültün ölçütleri çifte standarda dayanır; kanıtlara, tanıklara, belgelere, gerçeklere, ilkeli işlerliğe dayanmaz, ilkeli yapıcılığa ve yoldaşça ilişkilenmeye gereksinim duymaz. Zaten bu kaygıyı da taşımaz. Manipülasyon tipik özelliğidir. Bu zihniyette iktidar amaç, gerisi araçtır. Önemli olan kültün iktidarına boyun eğilmesidir, iktidarın sağlamlaşmasıdır. Burada söz konusu olan, küçük burjuvazinin özel mülkiyetçi bireyci dünyası ve bencilce iktidarıdır. Bu iktidar hastalığının adı, küçük burjuva kariyerizmidir. Bu kültte parti, kültün özel mülkiyeti olarak görülür, giderek bu, küstahça ilan edilir; tabii ki tüm bunlar bir süreç üzerinden, hazırlık, güç biriktirme, fırsatları lehine kullanma, manevralar yapma vb. gibi bir gelişme kesitinin üzerinde yükselir. Ve kuşkusuz ki tüm bu süreç, daima, yenilikçi lafazanlığın perdesi arkasında, devrim, sosyalizm, komünizm suretine bürünerek gelişir, geliştirilir.
Bu kültte, kadro politikası, “empati” ve “sempati”, külte göre, külte dayanan anti-patiye göre ayarlanır, biçimlenir, işler. Kafa dengi kadrolarla işi götürme tipiktir. Küçük burjuva ekipçi mantık çarpıcıdır. “Kafa dengi” görülmeyen kadrolar kolayca hedef tahtasına oturtulur ve insan harcamada da çok oburdur bu kült. Bu kült kendi “prototip”lerini yaratmaya dikkat eder, tabii ki kulağın boynuzu geçmemesi koşuluyla. Bu kültte oportünizmle, bürokratizmle, tasfiyecilikle, parti çizgisinden sapmalarla uzlaşmayan, oportünizmin ve tasfiyeciliğin bir türevi olan önderlik kültüne karşı mücadele edenlerle,  eleştirenlerle, ilkeli bağımsız devrimci kişilik sahibi kadrolarla ilişkileniş güvensizlik ve tasfiyecilik üzerinde yükselir. Bu zihniyet, yanılmazlığın ve mükemmelliğin karakteri olduğunu düşünür. O olmazsa mutlaka kötü şeyler olacaktır. İşler batacak veya batırılacaktır. O daima kurtarıcı, “en devrimci”, devrimci başarıların ve gelişmenin tek sigortasıdır! İyi, güzel, başarılı olan ne varsa, hangi dönemler varsa ona aittir, kötü, geri, başarısız ne varsa, hangi “dönem”ler varsa onlar da başkasına, başkalarına ve “taktik önderlik”lere vs. mahsustur. Yani önderlik kültü şirazesinden çıkmış bireyciliktir; ve daima narsizmin abidesi ve karargahı olarak davranır.
Önderlik kültü, önderlik kültü söz konusu olunca stratejik düşünür. Ama mücadelenin stratejik sorunları ve geleceği söz konusu olunca taktik düşünür ve davranır. Kısa erimli başarılarla önderlik kültünü güvence altına almaya çalışır. Erken baş dönmesine tutsaklık bu kültün bir unsurudur. Stratejik başarıyı yaklaştıracak taktiksel gelişme hattında savaşı yönetemez. Stratejiye bağlı çalışma ve gelişme hattı onda yoktur. Taktik başarılarla tatmin olur, olunmasını ister ve bunu dayatır. Küçük veya büyük taktik başarıları stratejik gelişme hattına, büyük geleceğe tabii kılmayı bilmez. Erken başarı peşinde koşar. Sabırlı değildir. Yüzeyselliği ve sabırsızlığı erdem olarak sunar. Çünkü tüm derinlik iddiası ve gösterisine karşın ufku dardır ve yüzeysellikle şekillenmiştir. Yenilik söylemini dilinden düşürmez ama eskiye saplanır kalır. Tarihsel gelişmeden ve deneyimden ders çıkararak bütüncül bir yenilenme hattında kavgayı büyütemez. Kendini tekrarla sonuçlanan bir statükoculuğun, idareimaslahatçılığın hem temsilcisidir hem de kurbanı. Çünkü bu zihniyetin proletaryanın Marksist-Leninist perspektifinden politik iktidar bilinci, stratejik ufku gelişmemiştir. Yenilikçi mayası zayıftır. Yenilikçi atılımlar karşısında coşar ve kendini kaybeder. Zafer sarhoşluğu içerisinde kendini kaybederek “ne oldum delisi”ne döner. Yeniyi sınırlı ölçekte bilince çıkarmıştır. Böylece eski, yeninin içinde yeni tip bir tutuculuk olarak dar pratikçi, idareimaslahatçı ilkelliğe ve önderlik kültüne dayanarak kendini inşa eder.
Marksist-Leninist teoriye, ilkelere, programa ve stratejiye bağlılıkta zayıftır. Yalpalar ama bunu da erdem olarak sunma becerisine sahiptir. Eski, ıskartaya çıkmış teorileri, tezleri “yenilik” ve “açılım” olarak pazarlamada beceri sahibidir. Fakat zaaflarını görme ve özeleştiri yeteneğinden yoksundur. Teorik-ideolojik altyapısı zayıftır. Stratejik gelişmeyi güvence altına alacak bir olgunluktan uzaktır ama kendini alem-i cihan sayar. Bu zihniyet, gemiyi karaya oturtur ama yine de o daima kurtarıcıdır, liderdir, eşsizdir, ayrıcalıklıdır. Kendi propagandasını iyi yapar ve yaptırır. Torpil geçmesini bilir. Konumunu besleyecek, güçlendirecek kadrolarla iş yapar. Onlara karşı koruyucu ve kollayıcıdır. Kariyerizm, Makyavelizm, yetki gücüne dayalı iş bitirme tipiktir onda. İktidar hırsı onu kör eder. İktidar hastalığı onu pençesine almıştır. Devrimci eleştiri ve önerilere karşı daima kuşkuyla yaklaşır, altında bir şeyler arar. Komplocu düşünür. Çünkü iktidarını bir gün kaybedeceği korkusu hep ensesindedir. Kendini sağlama alma, sorunları ve zaafları başka yerlere yıkma, liyakatsız, dalkavuk, belkemiksiz, kendisiyle uyumlu tipleri bu yüzden toplar çevresine, gerektiğinde de ucuza harcar. Bu zihniyet, bir çırpıda değil ama kadroları zamanla bozar. Güçler dengesine göre oynar. Gelişimi önünde engel olduğunu düşündüğü kadroları güç dengelerini kendi lehine düzenleyerek, herkesi bağlayan yasaları hiçe sayarak tasfiyeye yönelir. Külte endeksli pragmatiktir. Yeteneklerinden büyük hırsları vardır. İçten pazarlıklıdır. Saman altında suyu akıtır. Tabii oldun mu “empati” yeteneği insanı cezbeder. Zaten “empati”si, “zarafet”i kendisine sempati duyana, boyun eğene, sadakat gösterenedir. Etrafında sempati halesi oluşturmaya da daima kurnazca özen gösterir. Söz konusu küçük burjuva kültte partiye, davaya, kavgaya, ideallere bağlılık, “etkin birey”lere, “stratejik önderlik”e bağlılık olarak şekillendirilir. Ve bu, sistematik bir manipülasyona dayalı tarzda geliştirilir. “Fırsat”lar buna göre değerlendirilir. Vurgulamak gerekir; bürokratizm, elitizm, oportünizm, tasfiyecilik bir kene gibidir; kenenin anestezi yaparak insan bedenine sızması gibidir. İlk anda hissedilmez, kene vücuda yerleşir, beden adım adım zehirlenir, fark edildiğinde iş işten geçmiş bile olabilir. SSCB deneyinde, Arnavutluk deneyiminde tüm bunları çarpıcı bir tarzda görmekteyiz.
Önderlik kültünde tek ölçü, iktidardır. Kuşkusuz ki önderlik kültüne dayanan bir iktidar! Tabii ki küçük burjuvaziye özgü bir iktidar hırsıyla! Enver Hoca’nın vurguladığı gibi, “Sınıfın eğitimi ve ruhuyla donanmış olmayan bir kadro, eline fırsat geçtiğinde Parti’yi ve yığınları hiçe saymaya hazırdır.” Tarihi tecrübelerimizden de bunu iyi biliyoruz. Biçimsel bakımdan parti çizgisine bağlı, parti ağzıyla konuşan ama parti çizgisinin ve direktiflerinin ideolojik-siyasi içeriğini kavramaktan uzak ya da yüzeysel, pratikte bu çizgi ve direktiflerin devrimci ruhunu boşaltan bürokratik tarza ve insan tipine (“Bürokratın en tehlikelisi komünist bürokrattır.”-Stalin) karşı ısrarlı bir mücadele geliştirmek gerektiği açıktır. Yöneticilerin, önderlerin “önce komünist sonra yönetici” (Enver Hoca) olduklarını unutmaları oldukça sık görülen bir küçük burjuva bürokratik ve narsist hastalıktır. Kendilerini partiden daha fazla önemseyen “önder”ler, kendilerini yönettikleri örgütlerden daha fazla önemseyen “yönetici”ler, Marksizm-Leninizm’i özümseyememiş önderler ve yöneticilerdir. Bu tiplerin eline fırsat geçtiğinde, ki bu hiç de az görülen bir durum değildir, partiyi de, sınıfı da, kitleleri de ezip geçerler ya da ezip geçmeye çalışırlar. Bu tipler, mutlak itaat isterler, ayrıcalık isterler, kendilerini ayrıcalıklı, her şeyin sahibi ve efendisi gibi görürler. İlkeleri, herkesi bağlayan çizgi ve yasaları çiğnemeye daima hazırdırlar ve ilk fırsatta da çiğner ve bambaşka mecralara doğru akar giderler. Ama yapıp ettikleriyle verdikleri zararlar salt kendileriyle sınırlı değildir, dahası, asıl yıkımı Uluslararası Komünist Hareket, parti ve değerleri yaşar.
Bürokrasiye, külte karşı mücadelenin tek bir kampanyayla, salt idari ve teknik tedbirlerle, bürokrasiye karşı gürlemekle sınırlanamayacağı ve başarılı olunamayacağı açıktır. Bürokrasiye, küçük burjuva külte ve bürokratik yozlaşmaya karşı mücadelenin tüm bir tarihsel süreci, kapitalizmden komünizme geçiş sürecini kapsayacağı; bu mücadelenin bugün ideolojik, siyasal, örgütsel, yarın yönetici bir sınıfın her cepheyi kapsayan bir mücadelesi olacağının daima vurgulanması gerekir.
SSCB’nin deneyimlerinden biliyoruz: Bürokratikleşme, bürokratik çürüme süreci öyle bir süreçtir ki sosyalizm adına sosyalizme yabancılaşan, çok dinli, pragmatik, oportünist, entrikacı, komplocu, içten pazarlıklı, yetkilerini çıkarları için kullanan, övgü bekleyen ve övülmekten hoşlanan, ayrıcalıklı, hakları yalnızca kendisi için isteyen ve bunu kendi doğal hakkı olarak gören, hakların kendine yükümlülüklerin “sürü”ye özgü olduğunu düşünen makyavelist, egoist, narsist; ve parti, sosyalizm, devrim, feda, bürokratizme karşı mücadele vb. değerleri ağzına sakız yapmış dejenere insan tipini de yaratmıştır.
Bu aşağılık tipin sosyalizmle, yeni insan tipiyle, devrim ve sosyalizm sürecinde harikalar yaratan, bedel ödemekten kaçınmayan, büyük atılım ve zaferlerin altına imza atan, yeni insan tipini oluşturmaya başlayan Sovyet komünistleri ve emekçileriyle gerçekte hiç bir ilişkisi yoktur. Ama bu tip, çağın ve mücadelenin her aşamasında görülen bir tiptir.
Yaşam, her zaman için teoriden daha zengin ve karmaşıktır. Teori, yaşamı ancak yaklaşık olarak yansıtabilir. “Teori gri, yaşam ağacı yeşildir” sözlerini tam da burada anımsamakta ve üzerinde düşünmekte yarar vardır. Sosyalizmin tarihsel deneyimleri de bu gerçeği çok daha çarpıcı bir tarzda doğruladı. Yaşamı elbette ki ancak teori ile anlayabiliriz, ama hiçbir zaman unutulmaması gereken bir temel gerçekte, yaşamın daima teoriden daha zengin olduğudur. Yaşamı doğru okuduğumuz, deneyin eleştirisini teoriyi ve pratiği geliştirmenin aracı olarak ele aldığımız oranda güçlü olacağımızı bir an için bile unutamayız ve unutmamalıyız.
Sosyalist ülkelerin, başta da SSCB’nin kapitalizmin restorasyonu deneyimlerinde ortak bir yön de,  akıntıya karşı yüzmeyi bilen, bağımsız kişilik sahibi, Marksizm Leninizm ve sosyalizm davası uğruna her an her şeyini feda edecek çaplı devrimci önderlerin yetiştirilmesinde başarısız kalınmış olmasıdır. Tarihinin bir döneminde bu bakımdan da yüksek başarılara imza atmış devrimci proletarya, giderek bürokratik çürüme ve tasfiyecilik sürecinde bu niteliklerini de tüketmeye başlamıştır. Yeni tip burjuvazinin, modern revizyonist karşı devrimin söz konusu ülkelerde iktidarı ele geçirerek kapitalizmin restorasyonu yoluna girmesine karşın komünist partilerin önder kadrolarından bu sürecin karşısına doğru dürüst dikilerek mücadele yürüten kadroların çıkmaması çok çarpıcı bir durumdur. Bu olgu, bürokratizmin, bürokratik dejenerasyonun, önderlik kültünün ne yaman çürütme gücüne sahip bir illet olduğunu göstermektedir. Bürokratizme ve külte alışan, bürokratik yasallığın esiri ve kurbanı haline gelenlerin beklenen devrimci komünist çıkışı yapamaması, ilkeli ve uzlaşmaz bir mücadele yoluna girmemesi anlaşılırdır; anlaşılırdır ama çıkarılması gereken dersler bakımından son derece uyarıcı bir deneyimdir.
“Kruşçev ve Mikoyan planlı çalıştılar ve Stalin’in ölümünden sonra, Malenkov, Beria, Bulganin ve Voroşilovun yalnız kör değil, hırslı olduklarının da ortaya çıkması ve her birinin iktidar için mücadele etmesi sayesinde de faaliyetlerine açık saha buldular.
“Onlar ve başkaları, eski devrimciler ve dürüst komünistler artık bürokratik alışkanlıkların baş gösteren bürokratik ‘yasallığın’ tipik temsilcisi olup çıkmışlardı; bu ‘yasallığı’ Kruşçevcilerin açık komplosuna karşı kullanmak için zayıf bir girişimde bulunduklarında iş işten geçmişti.”(Enver Hoca)
Tarihin bu dersinin unutulmaması gerekir.
Bu olgu, bürokratik dejenerasyon tehlikesinin daha baştan engellenemezse, komünistler, devrimci önderler, proletarya ve kitleler bu tehlike ve yozlaşma karşısında güçlü bir donanımla silahlanmazsa ne yaman bir çürümeye yol açtığının kanıtıdır. Bu olgu, sözde bürokrasiye karşı yaman savaşçılar olarak ortaya çıkanların ne yaman ve ikiyüzlü bürokratlar olabileceğinin de kanıtıdır.
Bu olgu sosyalist inşa sürecinde, yeni insan tipinin yaratılmasının nasıl kesintiye uğrayarak, yeni insanın yetiştirmede başarısız kalınabildiğinin göz çıkarıcı kanıtıdır.
Kuşkusuz ki, modern revizyonist bürokrat burjuva karşıdevrim ve kapitalist restorasyon sürecinde sayısız komünistin, işçi ve emekçinin yüreği yanmış, bir biçimde direnmişlerdir. Ama tarihin böylesine kritik an ve dönemeçlerinde donanımsız olduklarından ve güçlü komünist devrimci önderler ortaya çıkamadığı için karşıdevrim sürecine son tahlilde boyun eğmişlerdir. Boyun eğmeyen ve direnenler ise zaten bin bir biçimde tasfiye edilmişlerdir.
Küçük burjuvazi, oportünizm ve tasfiyecilik, bencil iktidar hırsı bin yüzlüdür, bin bir biçim altında ortaya çıkma yeteneğine sahiptir. Tarih, komünistlere bir de buradan yol göstermelidir. Bu bağlamda Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin (ASHC) özgün deneyimlerinden de öğrenmek, ideolojik, siyasal, örgütsel uyanıklığı keskinleştirmek gerekir.
Arnavutluk deneyimi kitabımızda incelenmiş ve ilk temel adımı oluşturan eleştirel değerlendirmeler ve dersleri açıklanmıştır. Kuşkusuz ki bu çalışmaların derinleştirilerek geliştirilmesi, pratik-politik bir silaha çevrilmesi gerekir. Burada başlı başına girmeyeceğiz ama bu makale çerçevesinde bazı olgulara işaret etmek de kaçınılamazdır.
ASHC’de kapitalizmin restorasyonu daha özgün koşullarda ve daha özgün biçimlerde örgütlendi. Enver Hoca önderliğindeki AEP, eski sosyalist ülkelerde gerçekleşen yeni tip restorasyonun özgün deneyimlerinden yararlanarak sınıfı ve kitleleri eğitmeye önem vermeye çalıştı. Buna uygun bir dizi tedbiri de yürürlüğe koydu; ancak buna rağmen, benzer bir akıbetten, kapitalizmin restorasyonundan, kaçamadı. SSCB’de kapitalizmin restorasyonu “Stalinizme karşı mücadele” bayrağı altında geliştirildi. Oysa ASHC’de kapitalizmin restorasyonu Enver Hoca’nın yüceltilmesi bayrağına sarılarak gerçekleştirildi. Evet, ASHC’de de kale içten fethedildi. ASHC deneyinin özgün yanı, SSCB’den farklı olarak, işe Enver Hoca’nın eleştirisi ve reddiyle başlanamadı. Görünüşte E. Hoca hep yüceltildi. Aliya ve kliği, AEP’in, ASHC’nin Enver Hoca önderliği dönemini açık bir saldırıyla mahkum edecek gücü kendisinde görmedi. Bu dönekler kliği, böyle bir yöntemle işe başlamanın erken deşifre olmalarına yol açacağını ve kitlelerin desteğini kaybedeceklerinin bilincindeydi. ASHC’de kapitalizmin restorasyonuna girişilirken, işe hemen ve doğrudan E. Hoca’ya saldırarak girmeye cüret edilmemesi, aslında Enver Hoca döneminde partiye, kadrolara, sınıfa ve kitlelere verilmiş olan eğitimin etki derecesiyle, kapitalist restorasyon deneyimlerinin sınıf savaşımında az-çok bir silaha dönüştürülmüş olmasıyla bağlıydı. Bu gerçeği saptamak ve görmek gerekir. Kuşkusuz ki söz konusu eğitimin yine de göreli bir anlamı olduğunu da unutmamalıyız.
Aliya revizyonizmi, kapitalist restorasyonu, “değişen koşullar”, “dogmatizme karşı mücadele”, “tutuculuğa karşı mücadele”, “Marksizm-Leninizmi geliştirme”, “eski ve tutucu zihniyeti aşma”, “yeni koşulları dikkate alma”, “bürokrasiye, liberalizme karşı mücadeleyi geliştirme”, “sosyalist demokrasiyi geliştirme”, “kitleleri yönetime katma”, “toplumsal yaşamı demokratikleştirme”, “kapitalist restorasyonun deneylerini geliştirme ve uygulama”, “bürokratik yozlaşmaya karşı mücadele” vb. açıklamalar ve şiarlar altında örgütledi. Bu da ASHC’deki restorasyonun özgün yanlarından birisini oluşturmaktadır. Restorasyon tehlikesine ve bürokratizme, liberalizme, kapitalizmin restorasyona karşı mücadele slogan ve propagandasının ardına gizlenerek kapitalizmi restore etmek, bu deneyin ayırıcı niteliklerinden birisidir.
İşte bu deneyim bizlere,  kapitalist restorasyonun deneylerinin daha derinden çıkarılması gerektiğini, daha sistemli ve yetkin bir kuşanma gerektiğini göstermektedir. Kapitalist restorasyona, bürokratik yozlaşmaya, liberalizme, ayrıcalıklı katmanların oluşmasına, “kişi kültü”ne karşı kükreyenlerin her zaman için doğru insanlar, izm’ler, partiler, önderler olmayabileceğini, bir Troçkizm, bir Titoizm, bir Kruşçevizm, bir Aliya revizyonizmi deneyiminden de görebilmekteyiz. En büyük ihanet ve dönekliklerin, hizipçi ve kariyerist ve tasfiyeci nitelikli girişimlerin, bireyci ve oportünist unsurların en yüce ideal ve sloganların arkasına gizlenebileceklerinin, küçük insanların büyük amaçların ardına gizlenerek çamur karakterlerini örtebileceklerinin vb. bilincinde olmak gerekir. Açık ki, burada, Marksizm-Leninizm’le donanmanın, yeni derslerle kuşanmanın yaşamsal önemini görüyoruz. Bürokratizme, bürokratik merkeziyetçiliğe, bürokratik önderler kültüne, bürokratik çürümeye, bürokratik önderlik anlayışı ve çalışma tarzına, bürokratik yasallığın uysal temsilcileri haline gelmeye, vb. karşı yeni tip deneyimlerle donanıp yeniden biçimlenmek gerekir. Bu donanım, ideolojik-teorik, siyasal ve örgütsel-pratik donanım olmalıdır. Bu donanım ve yenilenme devrimci dinamizmi sürekli geliştirecek bir duruşla biçimlendirilmelidir. Kolektivizmi, kolektif önderlik ve işlerliği, kolektif aklı, proleter demokrasiyi, tabanın, alt örgütlerin, kadroların, kitlelerin enerjik eleştiri ve denetimini ve katılımını devrimci eylemin ateşi, örs ve çekici arasında yetkince geliştirilebilmelidir. İlkeli komünist yenilenme, devrimci yenilik bilinç ve ruhuyla yetkinleşme, bağımsız ideolojik ve siyasi kişiliği ve kimliği geliştirme, fırtınalı devrimci bir parti ve kadro yaşantısına sahip olma; önderlerin ve partilerin de kesiksiz eğitilmesi ve devrimci yenilenmesinin büyük önemini bilince çıkarmaya dayanmalıdır.
Sosyalizmin yeni tipte restorasyonunun deneyimleri, ister muhalefette olsun isterse iktidarda, özünde fark etmez, komünist bir partinin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalist inşa sürecinde ve günlük devrimci eyleminde bürokrasiye, bürokratik deformasyona, bürokratik yozlaşmaya, idari yöntemlerle yönetmeye, önderlik kültüne karşı demokrasiyle merkeziyetçiliğin sentezi olan demokratik merkeziyetçilik ilkesine işlevsel bağlı kalmanın yaşamsal önemini göstermektedir. Aynı deneyler, kadroların bağımsız ideolojik-politik kişiliğini geliştirmenin, parti iç yaşantısının devrimci canlılığa dayanmasının, sosyalist demokrasinin sürekli geliştirilmesinin önemini vurgulamaktadır. Örgütlerin, kitlelerin yönetime katılmasının, kitlelerin yönetilmesinde onların bağımsız devrimci eyleminin geliştirilmesinin, taban ve kitlelerden gelen eleştirilerin ve denetimin sürekli teşvik edilmesinin öneminin altını çizmektedir. Partinin, önderlerin, yöneticilerin kitlelerin öncüsü olduğu kadar öğrencisi de olması gerektiğinin bir an olsun bile unutulmaması gerekir. Örneğin, eski sosyalist ülkelerin restorasyon deneyimlerinin derslerine karşın ve çok önemli bir tarihsel deneyim, birikim ve donanımına karşın Arnavutluk’ta partinin, kadroların, kitlelerin seviyesinin abartıldığını, bürokratik alışkanlıkların tahrip edici ve biriktirici rolünün yeterince görülmediğini, kadroların ve kitlelerin partiye içten sadakatinin tek yanlı önderlere, partiye bir biçimde bürokratik bir bağımlılığa dönüşebildiğini de görebiliyoruz.
Arnavutluk deneyimi, komünistler bakımından uyarıcı daha özgün yanları olan bir deneyimdir. Arnavutluk’ta kapitalizmin restorasyonu, geride kapitalizmin restorasyonunun deneyleri olmasına rağmen gerçekleşebilmiştir. O halde sormak gerekiyor: Peki, söz konusu deneyimlere karşın,  böylesine bir ihaneti az-çok sezdikleri ve anlamaya başladıkları koşullarda Arnavutlu komünistler nasıl oldu da ihanet ve teslimiyete karşı harekete geçerek ve harekete geçtikleri koşullarda kitlelerin büyük kesimlerinin desteğini alabilecekleri halde, üstelik karşı devrimin ise güçlü bir kitle temelini kısa sürede kazanmasının olanaklı olmadığı koşullarda, neden kapitalist restorasyonu önleyemediler? Evet, bu sorunun yanıtlanması gerekir.
Açık ki Arnavutlu komünistler, Ramiz Aliya kliğinin manevra ve teslimiyetini zamanında bilince çıkaramamıştır. İşin bir yanı budur. Kanımızca daha da önemli olan şey ise, iktidar ve düzen hastalığının, evcilleşmenin, bürokratik alışkanlıkların Arnavutlu komünistleri de büyük oranda teslim almış olmasıdır. Bizce, Enver yoldaşın ve AEP’in kapitalist restorasyonun derslerine karşın ve bu dersler ışığında partiyi, kadroları ve emekçileri eğitme, sosyalist demokrasiyi geliştirme ciddi çaba ve yönelimine karşın, parti ve devlet yönetiminde, kitlelerle ilişkilerinde ciddi bir bürokratik merkeziyetçilik gelişmiş, idari yöntemler giderek öne çıkmıştır. Bürokratik yönetim tarzı, ciddi bir bürokratik deformasyon komünistleri de biçimlendirmiş, kitlelerin, başta da kadroların bağımsız inisiyatifini güçlü bir şekilde deforme etmiş, komünistler de bürokratik yasallığın uysal temsilcileri haline gelmişlerdir. Burada söz konusu olan bir SSCB’de olduğu gibi zafer sarhoşluğu da değildir, söz konusu olan bürokratik alışkanlıkların, iktidar ve düzen hastalıklarının tabandan başlayarak bağımsız kişilik ve inisiyatifi dumura uğratmış olması ve önderlere duyulan eleştirel olmayan bağımlılık, partiye eleştirel olmayan bağımlılık ve her şeyi üstten bekleme bürokratik alışkanlığıdır. Önder, parti, devlet kültü ASHC’de de oluşmuştur, AEP’ten başlayarak tüm siyasal ve toplumsal yaşamı kapsayarak bir tür ya da özgün bir felç durumu ortaya çıkarmıştır. Bilebildiğimiz kadarıyla, AEP’in iç yaşamının yeterince dinamik olmaması, AEP’in canlı iç ideolojik mücadeleler içerisinde yeni teorik açılımlar yapamaması ve kadroları bir de buradan geliştirerek yeterince donatamaması da söz konusu bürokratikleşmenin ifadeleridir. Bu konuda, eski sosyalist ülkelerde yaşanan kapitalizmin restorasyonunun tarihi kökleriyle birlikte esasen ortaya konamaması ve Stalin’in hata ve eksikliklerinin eleştirel değerlendirilmemesini ise sadece anarak geçiyoruz; ancak, bu gerçeklerin ASHC’deki restorasyon gerçeğini anlamada yaşamsal bir önemde olduğunu da ayrıca hatırlatmak gereğini duyuyoruz.
Vurgulanması gerekir: Arnavutluk deneyi, emperyalist ve sosyal-emperyalist kuşatma ve baskıya karşın ayakta kalınabileceğini, sosyalizmin inşa edilebileceğini, yıkılışın bir kader olmadığını, ama önderliğin ihanetinin önlenememesi durumunda kapitalist restorasyonun gerçekleşebileceğini gösterdi.
Olağanüstü zorluklara karşın AEP ve ASCH Enver Hoca liderliğinde başarıyla her türlü zorluk ve saldırıyı göğüsleyebildi. Burada önderliğin doğru çizgide kaldığı koşullarda benzer zorlukların ve yeni ağır dönemeçlerin de atlatılabileceğini,  Aliya dönemi deneyi ise, tersi yönde duruşun yıkılış ve tasfiyeyi kaçınılmaz kılabileceğini gösterdi. Bu olgu, kapitalizmden komünizme geçiş döneminin çetrefilli ve zorlu karakterini göstermektedir bizlere. Ve geçiş sürecinde önderliğin belirleyici karakterini vurgulamaktadır. Önderliğin bu belirleyici karakteri, Marksizm-Leninizm’e bağlı kalmanın, iç ve dış koşulların nesnel ve bilimsel tahlil edilmesinin ve somut koşullara bağlı sürece önderlik etme ve sınıf mücadelesini iç ve uluslar arası arenada ilke ve esnekliği birleştiren bir duruşla geliştirmenin önemini, her bir dönemeçte nihai hedefi asla gözden yitirmeden, nihai amacın yönlendirdiği günlük, dönemsel, taktiksel politikalar izlemenin önemini, konjonktürel gelişmelere tek yanlı kapılarak sürüklenme yerine, devrimci imkanlara dayanmanın, sürecin bağrında saklı devrimci olanakları görmenin, öz güce dayalı ve dünya proletaryası ve halklarının devrimci enternasyonal destek ve dayanışmasına güvenme ve geliştirmeye azami önem vermenin önemini, devrim ve sosyalizm aleyhine değişen güçler dengesinin geçici olacağını görmenin, taktiksel manevralar yapmanın, ilkeleri sulandırmadan dayanmanın ve direnmenin önemini göstermektedir bizlere. Burada da, ön görüde pratik materyalistlere özgü keskin duyunun, hazırlık, güç biriktirme ve manevra yapmanın, savunma dönemlerini saldırı dönemlerinin izleyebileceği olgusunun büyük önemini bir kez daha görüyoruz.
Yukarıda ifade ettiğimiz ve ifade etmediğimiz pek çok nitelik, önderlik kültünün görüngüleridir. Önderlik kültünü belirleyen şey, küçük burjuva elitizmi ve iktidar hırsıdır. Küçük burjuvazinin kendisini evrenin merkezi gören dar sınıfsal dünyasıdır. Kuşkusuz önderlik kültünün gelişme derecesi, külte dayalı zaafların düzeyini belirler. Kültün uç verip geliştiği koşullardaki etki ve yansıma düzeyi ile hızla iktidarlaşmaya gittiği ya da iktidarlaştığı, partiyi, kadroları, bir bütün olarak yapıyı bu temelde biçimlendirdiği koşullardaki etki ve yansıma düzeyi farklı olacaktır. Bu zehirli tohumun gelişip gelişmeyeceği, hangi ölçüde gelişeceği, tümüyle her partinin donanım düzeyine, ideolojik ve örgütsel uyanıklığına, iç direncine, ideolojik mücadelenin gücüne bağlıdır. Örneğin bu kült, 30’lar sürecinde SSCB’de hızla gelişmeye başlayarak zamanla hegemonyasını kurmuştur. Sonuçlarını biliyoruz… 
Lenin’in vurguladığı gibi, bürokratizm öyle bir hastalıktır ki, yavaşça ve fark edilmeden gelişir ama kendini aniden gösterir. Bunu şöyle bir örnekle de anlatabiliriz: Kaynamış su dolu tencereye atılan bir kurbağa, tehlikeyi derhal anlar ve can havliyle dışarı sıçrayarak tehlikeden kurtulmuş olur. Ancak, aynı deneyi, bir de içi soğuk su dolu olan bir tencereye kurbağayı koyarak ve tencereyi yavaş yavaş ısıtarak deneyecek olursak, göreceğiz ki, kurbağa, daha ne olduğunu anlamadan haşlanmış olacaktır. Bürokratizm ve onun bir görünümü, belki de doruk noktası önderlik kültü hastalığı işte böyle bir hastalıktır. Yani burada ana sorun, “iyi niyet” ya da “kötü niyet” sorunu, tek tek bireylerin zaafları sorunu değildir. Soruna buradan bakmak, bürokratizm olgusunu, bürokratizmi en ileri formda temsil eden “kişi”, “önder”, “etkin birey”, “etkin sekreter”, “etkin önder”, “etkin yönetici”, yanılmaz “stratejik önderlik”, parti, devlet kültünü anlayamamak, dahası çarpıtmak olur. Bu kült, somut tarihsel koşullar üzerinde yükselir ve bir sınıf temeline sahiptir. Özel mülkiyet dünyası tarafından kuşatılmış, sürekli baskı altında olan komünist partilerin kavrayış eksikliği, deneyim eksikliği, donanım eksikliği, başlı başına bir rol oynayabilir. Belli dönemeçlerde mücadelenin gereksinmelerine yanıt verememe eksikliği, yeni dönemlerde yenilenememe eksikliği çok önemli bir rol oynayabilir. Parti yaşantılarında örneğin tarihsel bakımdan çözülememiş “önderlik boşluğu” gibi bir sorunun çözümsüzlüğünün yarattığı sapmalar vb. gibi pek çok sorun söz konusu kültün gelişimini etkiler ya da tetikler vb. Kuşkusuz ki, komünist partilerdeki bürokratikleşmenin temelinde, sınıflı toplum olgusu, kafa emeği ile kol emeği arasındaki, yönetenlerle yönetilenler arasındaki nesnel bölünme bulunur…
Komünist partilerde bürokratikleşme tehlikesi, bürokratizm doğrultusunda bir “eğilim” daima vardır, çünkü bunun nesnel temelleri mevcuttur. Burada önemli olan bu gerçeği görebilmek ve bu eğilime karşı kesintisiz bir ideolojik, siyasal, örgütsel mücadele yürütebilmek ve bu donanımı sürekli ve sistemli geliştirebilmektir. Bu mücadele, tek bir atılımdan oluşan bir mücadele değildir, bu mücadelenin, somut koşulların somut analizi temelinde, her bir an’da ve dönemeçte ısrarla geliştirilmesi gerekir. Lenin’in dediği gibi, salt kararlarla, kararnamelerle, salt idari tedbirlerle, temennilerle bürokratizmi kovmak, ilga etmek, bürokratizme son vermek olanaklı değildir. Bu mücadele, bugünden komünizme dek sürecek kesintisiz bir devrim sürecinin sorunudur.
Tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, tasfiyecilik, Marksizm-Leninizm’e ve işçi sınıfına karşı mücadele demektir. Dolayısıyla tasfiyeci oportünizmin görünümleri olan bürokratizme, kişi ve önder kültüne karşı mücadele etmek her koşulda komünistlerin görevidir.
Sosyalizmin ve Uluslararası Komünist Hareketin tarihsel deneyleri ışığında birkaç temel noktayı vurgulayarak makalemizi sonluyoruz. Bu deneyimlerden, “şizofrenik” bir parçalanmayı görüyoruz; kağıt üzerinde kalan doğru sözler vb., pratikte ise bambaşka bir şeyi ya da şeyleri görüyoruz; söz ile eylemin birbirinden kopması; burada doğru sözler, laf yığınıdır, lafazanlıktır, eyleme işlemez vs.
Komünistler, bireysel çalışmayı değil, kolektif çalışmayı temel alırlar. Biçimsel bir örtüye dönüşen sözde kolektivizmi değil, işlevsel bir kolektivizmi. Etkin birey değil, kolektif etkin birey. Sözde kolektif etkin birey değil, gerçekten kolektivizm ruhuna sahip kolektif etkin birey. Bireysel önderlik değil, etkin kolektif önderlik. Sözde kolektif önderlik değil, işlevsel bir kolektif önderlik. Bürokratik merkeziyetçilik değil, demokratik merkeziyetçilik. Lafta demokratik merkeziyetçilik değil, işlevsel demokratik merkeziyetçilik. Parti çizgisine ve tüzüğüne şartsız uyan, kendini yasaların, kadroların, örgütlerin, kongrelerin, tüzüğün üstünde görmeyen, çifte standardı bir erdem haline getirmeyen, yetki gücünü keyfi bir biçimde kullanmayan, kendisini değil, kendilerini değil, partiyi ve kadroları önemseyen, eleştiri ve denetime gelen, ikna gücüne dayanarak yetki gücü kullanan, bağımsız inisiyatif ve eleştiri gücünü boğmayan, narsizme düşmeyen vb. bir önderlik ve çalışma tarzı. İhtiyaç budur. Burada da belirleyici olan, söz ile eylemin parçalanmaması ya da söz ile eylemin birliğine dayanan işlevsel bir duruştur.
 “Sosyalizmin sorunları”nı incelerken, Stalin’in parti ve kitleler, önderlik ve kitle çalışması sorunlarını işleyen harika bir makalesini okudum. Makalenin yayınlandığı tarih, 1952’dir. Oysa makalede yazılan şeylerle parti gerçeği nerdeyse zıt bir kutupta duruyordu; söz ile eylem birbirinden çoktan kopmuştu(r). 1952’de parti ve devlet zaten bürokratikleşmişti, dahası, kastlaşmış olan yeni tip küçük burjuva tabaka fiili olarak inisiyatif merkezi haline gelmiştir. Aynı yıl içerisinde, üstelik 13 yıl aradan sonra toplanan 19. Parti Kongresi de sorunların kaynaklarına inmeyi, partiye yeni bir dinamizm vb. katmayı da başaramamıştır. Bu, çok çarpıcı bir durumdur. Çarpıcılığı, bürokratik çürümenin, teori ile pratik arasında derin bir yarılmayı ortaya çıkarmasına karşın, bu durumun görülememesinde, daha da önemlisi, duruma alışılmış olunmasında, sorunun köklerinin görülmemiş olmasında, görüngülere dönük sınırlı eleştirilerle yola devam kararının verilebilmiş olmasındadır vb. Hatırlatmak bile gereksizdir: Bürokratikleşme, bürokratik çürüme vs. önce sıradan işçilerde, sıradan emekçilerde, sıradan kadrolarda, alt örgüt ve kadrolarda başlayıp gelişmiyor. Bu hastalık ve giderek çürüme, önce önderlerden, yöneticilerden başlayıp gelişiyor. Yukarıdan aşağı yayılıyor, dal budak salıp giderek toplumu pençesine alıyor; yani balık baştan kokuyor.
Vurgulamak gerekiyor: İstisna tanımaz bir şekilde, gezegenimizin her yerinde ve her ülkesinde ve her an’ında, kesinkes, Marksizm-Leninizm partiye değil, parti Marksizm-Leninizm’e tabidir. Parti önderlere değil, önderler Marksizm-Leninizm’e ve partiye tabidir. Tüm parti üyeleri ve tüm parti önderleri ve yöneticileri parti kongresine tabidir. Sadece ve sadece ve kesin olarak yalnızca bu temel üzerinde iki kongre arası dönemde de tüm parti merkez komitelerine tabidir. Tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, eğer partiler önderlere tabi hale gelirse, sosyalist yasallık bürokratik yasallığa dönüşürse, komünistler de “kişi kültü”nün uysal uzantıları haline dönüşürse, bürokratik çürümenin bataklığında boğulmak kaçınılmaz hale gelecektir. Böyle bir tükeniş çift kişilikli insan tipinin doğuşu, gelişimiyle iç içe gelişir. Orada açıklık ilkesi, kolektivizm ilkesi, sosyalist demokrasi, partili mücadele yöntemleri ve yoldaşça güven denen bir şey kalmaz. Artık geçerli olan kültün ürettiği küçük burjuva değerler sistemi içinde dar hesapçı, kliksel ve bireyci manevralardır. Ağza pelesenk olan kızıl mı kızıl laflar artık bir örtüdür, örtüleme rolü oynar. İdeolojik vb. değerler, tarihsel birikim kolayca tüketilir… Evet, altı çizilmelidir: Komünistler için tek bağlayıcı ilke Marksizm-Leninizm’e ve sınıfa bağlı kalma ilkesidir. Her an ve her dönemeçte verilmesi gereken sınav, yalnızca ve yalnızca bu temel üzerinde anlamını bulur, bulmalı ve pratikleşmelidir.
Jdanov’un 1939 yılında toplanan 18. Parti Kongresi’ne sunduğu Rapor’da Stalin’e atfen dile getirdiği ve kongre tarafından onaylanan Rapor’da parti içi demokrasinin özünün, parti üyelerinin parti önderlerinin çalışmalarına aktif katılımı olduğu düşüncesi, kesinkes Marksizm-Leninizm’e aykırı tasfiyeci oportünist, tasfiyeci bürokratik bir bakış açısı ve pratiktir. Sosyalizme yıkım getiren kültün çarpıcı bir ifadesidir. Kişi ve önder kültünün parlak bir formülasyonudur. Parti içerisinde sosyalist demokrasi, eleştiri ve tartışma özgürlüğünde, seçim ilkesinin işlevsel pratikleşmesinde, partinin kitlelerin eleştiri ve denetimine gelmesinde, parti yaşantısında önderlerin, merkezi kurumların parti örgüt ve kadrolarının eleştiri ve denetimine gelmesinde, hesap verebilmesinde ve daha da önemlisi hesap sorulabilmesinde vb. somutlaşabilir. Ve herhangi bir komünist partisinde, parti üyelerinin, parti örgütlerinin, parti yöneticilerinin, parti önderlerinin Marksizm-Leninizm’e, parti çizgisine, parti kongresine, parti tüzüğüne, tüm bunlara şartsız olarak tabi olması temelinde iç demokrasi işleyebilir ve işlemelidir.
Tekrar vurgulamak gerekir ki, sosyalist demokrasi, parti üyelerinin parti önderlerinin çalışmalarına katılımı değil, parti önderlerinin değil, ama parti merkez komiteleri vb. gibi merkezi kolektif kurumların önderlik çalışmasına bağımsız inisiyatifle, hesap sorma da dahil, eleştiri ve tartışma özgürlüğü temelinde aktif katılımını ifade edebilir, daha doğru ifade ile, parti içi demokrasisinin bir biçimi de budur. Evet, bu, parti demokrasinin önemli ama sadece biçimlerinden, yöntemlerinden birisidir. Seçim ilkesi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü, parti içi proleter demokrasinin unsurlarıdır. Parti önderleri, Marksizm-Leninizm’in, parti çizgisinin, parti tüzüğünün, partinin üstünde değildir ve asla da olamazlar. Özellikle de iktidarda olan bir parti, iç savaş, emperyalist müdahale gibi özel koşullar dışında, sosyalist demokrasi ilkesini en tam tutarlılıkla uygulamak zorundadır. Kuşkusuz ki proletarya kendi önderlerini yetiştirmek zorundadır. Önderlerin reddi anarşizmdir. Ama bu önderler daima sınıfın ideolojisine, sınıf bilinçli ruhuna bağlı kalmak, partiye tabii olmak zorundadır. Bu değerlere bağlı kalmayan önderlerin yeri, hiç tartışmasız çöp tenekesidir. Yanılmaz, vazgeçilemez, ulaşılamaz insan; başarıların yalnızca kendisine, başarısızlıkların ise daima başkasına, başka yerlere ait olduğunu düşünen ve bunun propagandasını yerine göre kaba ve yerine göre inceltilmiş bir tarzda yapan ve yaptıran zihniyet komünist değil, tipik bir küçük burjuva zihniyet ve tarzdır. Bu zihniyet ve tarz, hesap vermez ama hesap sorar. Başarısızlıkların, yenilgilerin, suçların, zaafların sorumluluğunu üstlenmez ama günah keçileri yaratarak aklanmayı bilir, iktidar koltuğunu bırakmaz; zeytinyağı gibi su üstüne çıkmasını iyi bilir; bu işlerin üstadıdır. Küçük burjuva kurnazlığı tipik özelliklerindendir. Oportünist uyanıklık bu tipin karakteridir; oportüniste has uyanıklıkla fırsatları kendi lehinde değerlendirme yeteneğine sahiptir. Bu tip, kendini her türlü yasanın, iradenin üstünde görür. Kaçacak yeri kalmadığında bile zeytinyağı gibi su üstüne çıkar; aynı oportünist uyanıklık ve irade ile fiilen yasaları deler, istediği yana çeker. Parti yasaları partiye karşı kullanamaz, bu suçtur. Ama söz konusu kült, parti yasalarına bağlı kalmamada, parti yasalarını partiye ve kadrolara karşı kullanmada ustalaşmıştır. Bu, onda özel bir yetenektir, kuşkusuz ki oportünizme has bir yetenek! Hele de nitelik zayıfsa, nitelik zayıflatılmışsa, değerlerin içi boşaltılmışsa, o bunları daha büyük bir maharetle yapar. O, kendisi amaçtır, onun için geri kalan her şey ise araçtır. Onun ilkesi, ahlakı, vicdanı da bundan ibarettir. O, küçük burjuvazidir. Ki burada, söz konusu oportünizme karşı savaşımda da Marksizm-Leninizm’e tam bir sadakatle bağlı kalma, tarihsel deneyimlerin eleştirel dersleriyle teorik ve pratik çalışmayı sistemli geliştirme, ideolojik donanımı kesintisiz yükseltme ve proleter kolektivizmin tüm parti yaşantısı ve çalışmasını belirleyip yönlendirmesi yaşamsal önemdedir…
Açık ve net bir şekilde vurguluyoruz: Parti içi demokrasinin, parti üyelerinin önderlerin çalışmalarına aktif katılımı olduğu düşüncesini, Bolşevizm’e aykırı görüyoruz. Bu, olsa olsa, Bolşevizm’in bir karikatürü olabilir, belki de o bile değil. Bu zihniyet, küçük burjuva bürokratizmidir. SBKP (B)’nin duruşunda somutlaşan Jdanov’un sözleri, teorik ve pratik olarak önderler kültünün meşrulaştırılmasını, yasallaştırılmasını, kutsanmasını ifade etmektedir.
Marksizm-Leninizm’e, partinin programına, tüzüğüne, partili mücadele yöntemlerine ilkeli bir bağlılıkla, bağımsız inisiyatif, eleştiri ve tartışma özgürlüğü birbirini bütünler. Parti çalışmasına, partinin kongre ve merkez komitesi gibi organlarının çalışmasına bireysel ve kolektif katılım organik bir birlik olan partinin, partililiğin bir gereğidir. Jdanov’un vurguladığı anlayış, kişi ve önder kültünün, etkin birey, etkin sekreter, etkin önder, etkin yönetici kültünün ifadesidir. Bu, kolektif aklın yerine, kolektivizmin yerine, kolektif ruhun yerine, kolektif önderlik yerine biçimsel bir kolektivizmin ardına saklanmış “etkin” bireyin, “etkin” bireylerin aklının, bireyciliğin, bireysel önderliğin geçirilmesidir. Bu, demokratik merkeziyetçiliğin yerine bürokratik merkeziyetçiliğin geçirilmesidir. Ki, SBKP (B) deneyiminden görülebileceği gibi, bu anlayışlar, zaaflar vb. aniden ortaya çıkmamıştır. Adım adım gelişerek zamanla egemenlik kurmuştur. Bu deneyim, biz komünistleri uyarmalıdır ve özellikle de uyarmalıdır. Marks’ın dediği gibi, savaşan bir parti her şeye karşı hazırlıklı olmalıdır. “İnsanlar hangi düzeyde ortam yaratmışlarsa, ortamda aynı düzeyde insanlar yaratır.” Bu vurgu, her komünist parti için de geçerlidir. (Ki, bu konuda da kendimize eleştirel yaklaşmak gerektiği, bu doğrultuda süreç içerisinde önemli zaafların geliştiği açık ve kesindir.)
Bu bağlamda, komünist yaşamda, parti yaşantısında, sosyalist inşada vb. daima kişi kültüne, önderlik kültüne, yanılmaz önderler ve yetkililer kültüne, etkin birey kültüne, dar klikçi ekipçilik kültüne, yanılmaz parti kültüne karşı uyanık olmak, eleştirici davranmak gerekir. Leninist eleştiri özeleştiri ekseninde bireyi, kadroları, önderleri idealize etmeden tamamen kolektivizm ruhuna sadık kolektif etkin bireyi, kolektif önderliği, kolektif aklı, kolektif çalışmayı demokratik merkeziyetçilik temelinde geliştirmek gerekir. (Zaten kolektivizmi unutan bir partide kolektif etkin birey falan da kalmaz.) Parti içi demokrasiyi, partili mücadele yöntemlerini, Bolşevik eleştiri-özeleştiri silahını yetkinleştirmek; kitlelerin sesine sürekli eleştirel destek vermek; başarı ve atılımlardan baş dönmesine tutulmamak, kibire kapılmamak, iç gözün körelmesine izin vermemek, tarih ve deneyin yaşamsal önemde olan bir dersi ve güçlü uyaranıdır biz komünistler için.
Hesap vermez, bunun ne anlama geldiğini bilmez ya da unutmuş bir bürokrat narsist yöneticilik tarzı ve yönetici tipinin ve kadro politikasının Marksizm-Leninizm’le bir ilişkisi yoktur.  Bu kültte, kültü temsil eden yöneticiler başarısız olsa bile yerinde oynamaz, oynatılamaz ve giderek böyle bir yönetici bir katman oluşur ve gelişir. Ya da kadrolar değişir ama aynı zihniyet, tarz, politika bu külte endeksli kendini üretir. Yöneticilerinin kitle ve kadrolar nezdinde ciddi bir saygınlığı kalmadığı koşullarda bile bu yöneticiler ve sözde önderler  “önder”liğini, “önder”liklerini mutlak, vazgeçilmez ve ömür boyu sayarlar. Aslında deneyimin gösterdiği gibi, bu zihniyet ve tip, komünist hareketteki küçük burjuvaziyi ifade ederler. Yeni tip burjuvaziye sıçrayan Kruşçevlerin, Brejnevlerin yaşamında aynı zamanda işte bu gerçekler yatar.
 Kişi ve önder kültü, bürokratizm, kariyerizm vb. gibi hastalıklar, komünist partilerdeki hataların, eksikliklerin, zaafların gelişip tasfiyeci bürokratik çürümeye dönüşmesinin ifadesidirler. Bu tablo, komünist hareketin ideolojik, siyasi, örgütsel-pratik olarak silahsızlandırılmasını yansıtır. Tarihten çıkan derslerin ışığında vurgulanması gerekir: Sorun ya da sorunlar, buna yol açan zihniyetle, önderlik anlayışı ve çalışma tarzı ve kadro politikası ile çözülemez. Sorunun kaynağı olan, sorunun kendisini temsil eden, bir parçası hale gelen şeyle; sorunların çözümünü ve verili durumun ilkeli ve köklü aşılmasını engelleyen zihniyet, tarz ve insan unsuru ile sorun ya da sorunlar çözülemez. Bunda direnmek, durumun teorisini yapmak, zevahiri kurtarmak, bürokratizmdir, tasfiyeciliktir, kariyerizmdir. Bu, hiçbir komünist partisini geleceğe taşıyamaz. Dünya deneyleri bunu yeterince kanıtlamıştır. Kuşkusuz ki, bu toprakların deneylerinin de derin incelenmesi gerekmektedir. Ama her halükarda mücadele dinamiktir. Mücadele yolunu açacaktır. Mücadelenin önünde engele dönüşmüş olan şeyle hesaplaşmak, derslerini çıkarmak, yeni ve daha yüksek bir donanım kazanmak şarttır. Küçük burjuva kirlilik ve çürüme komünist özün üzerine çöreklenebilir, o öz, görünmez hale gelebilir ve yaman çürümelere yol açabilir. Proletarya bu kirlilik ve çürümeden arınarak yoluna devam edebilir. Sorunun kaynağı küçük burjuvazidir; onun teorik, ideolojik, politik, örgütsel-pratik tasfiyeciliğidir. İşte, Uluslararası Komünist Hareket’in tarihinde hesap vermeyen, eleştiri ve özeleştiriyi yozlaştıran, tüm değerlerin köküne kibrit suyu döken ilke, ahlak, vicdan tanımayan, tarihi ve güncel değerler üzerinde hokkabazlık ve hovardalık yapan söz konusu küçük burjuvazidir. Koca tarihin gördüğü en yetkin parti olan SBKP (B)’yi, sosyalist sistem ve kampı bozarak çürütüp yıkan, Uluslararası Komünist Hareket’te acılarını bugün bile canlı olarak yaşadığımız yıkımları yaratan emperyalizm, faşizm vs. olmamıştır. Onların bu yıkımdaki rolü daha ziyade dolaylı olmuştur. Onlar bunu başaramamıştır, her saldırılarında yenilmiş ve geri kaçmak zorunda kalmışlardır. Söz konusu yıkımları yaratan, emperyalizmin, faşizm ve gericiliğin aktif desteğine sahip olmuş komünizm vs. kılıklı küçük burjuvazi olmuştur. Buna da yol veren zaaflar tam da komünist partilerin bağrında doğup gelişerek yeni tip burjuvaziye ve kapitalizmin restorasyonuna yol açmıştır. Demek ki, artık eski bakış açısıyla komünist partilerdeki, sosyalizmdeki küçük burjuvaziye, revizyonizm ve tasfiyeciliğe, bürokratizme karşı yeterince mücadele edilemez; açık ki yeni bir donanım, yeni tip bir gelişme ve savaşım çizgisi gerekiyor…    
Teorik-ideolojik zayıflık ve gerilik, deneyim eksikliği, tarihten yeterince öğrenememe, sınıfın tarihsel ve güncel misyonunun arkasında ilkeli bir sağlamlıkla duramama, proleter kolektivizm ilkesinin güçten düşmesi vb., tüm bunlar, komünist partilerde Marksist-Leninist bağışıklık sistemini zayıf düşürür. İşte bu durum, burjuva kuşatma altında olan komünist partilerdeki küçük burjuva potansiyeli etkinleştirir, oportünizme, revizyonizme, bürokratizme, külte uygun elverişli bir ortam yaratır. Böylece komünist partiler niteliksel bakımdan yavaş ya da hızla nitelik kaybı sürecine girer. Bu süreç ilkeli bir şekilde, teoriye ve tarihsel deneyime, komünist devrimci birikime dayanılarak önlenemediğinde ise sonuç, ölümdür. Fakat biliyoruz ki, bu bir kader değildir, devrimci proletarya daima kendi yolunu açmasını ve yürüyüşüne devam etmesini bilmiştir. Kısacası, Uluslararası Komünist Hareket’in tarihinin hem nitelikli, gelişkin deneyiminden, hem de zayıf, güçsüz, zaaflı yanlarından öğrenmesini, yeni tipte ve tarzda bir donanım geliştirmesini öğrenmek ve yetkinleşmek gerekli ve kaçınılmazdır. Burada da tarihin diyalektik materyalist, Marksist-Leninist analizi ve sentezi başköşede oturmalıdır.  


29 Kasım 2012 Perşembe

“EZİLENLERİN MARKSİZMİ”, “MEZHEPÇİ MARKSİZM” ÜZERİNE



 “EZİLENLERİN MARKSİZMİ”, “MEZHEPÇİ MARKSİZM” ÜZERİNE
“Neo-liberalizm”, emperyalist kapitalizmin yeni tip “paradigma”sıdır. “Neo-liberalizm”, yeni tip emperyalist tekeller olan uluslararası tekellerin hegemonyasını ve saldırı harekatını dile getiren “paradigma”nın adıdır. Post-modernizm ise, “neo-liberalizm”in ideolojik görünümlerinden birisidir. “Neo-liberalizm”den bağımsız, onunla içsel bir bağı olmayan bir “post-modernizm”den bahsedilemez. “Neo-liberalizm”in “sol”, “solcu” görünüm içerisinde ortaya çıkan türevlerinden birisidir. “Sol”dan neo-liberalizmin bir yeniden üretimidir. Maddi temeli, emperyalist dünya sistemidir. Sınıfsal temeli, burjuvazi ve küçük burjuvazidir. İdeolojik temeli, burjuva ideolojidir. Felsefi temeli, idealizmdir. Post-modernizm, kaskatı teorik-ideolojik gericiliktir. Tarihsel arka planı ya da kökleri geçmişe uzansa da “Küreselleşme” ve “sosyalizmin yenilgisi” koşullarında uluslararası sermayenin gereksinmelerine yanıt veren bir tarihsel, sosyolojik olgu ve akımdır. Post-modernizm için önemli olan dünya burjuvazisinin ideolojik ve siyasi hegemonyasının dünya proletaryası ve ezilen halklar nezdinde daha etkin meşrulaşması ve bu meşruiyetin daha işlevsel bir yeniden üretimidir. Onun tarihsel ve güncel misyonu burada somutlaşmaktadır.
 “Post-Marksizm” ise, post-modernizmin, iğreti de olsa, kendisini “sosyalist”, “Marksist” olarak lanse etmesinin öteki adıdır. Post-modernizmden bağımsız, ona aykırı, onunla çelişkili bir post-Marksizmden bahsedilemez. Yani, al birini vur ötekine… İnanacak olursak, post-modern zamanlarda yaşıyoruz, eh, bu durumda da post-modern zamanlara/çağa uygun bir de post-Marksizm gerekli ve kaçınılmazdır. Kuşkusuz ki bu “Marksizm” dinazorlar (!) çağının, yani Marks-Engels’in Marksizm’i, Marks-Engels-Lenin’in Marksizm-Leninizm’i olmayacaktır, olmamalıdır. Olması gereken bu sözde yeni Marksizm, onların, Uluslararası Komünist Hareket’in tarihinin, proletarya devrimlerinin, sosyalizmin inşasının ve kazanımlarının reddiyesi temelinde yükselen bir “Marksizm”, yani bir “post-Marksizm”, yani “Ezilenlerin Marksizmi” olmalıdır.
İşte,“Ezilenlerin Marksizmi” (ve “Mezhepçi Marksizm”) olarak ifade edilen ya da edilmeye çalışılan “şey”in kendisi, post-modernizme dayanan post-modernizmin ve post-Marksizmin ideolojik formlarından birisidir. Dahası, “Ezilenlerin Marksizmi”, “mezhepçi Marksizm” teorileri ve propagandası post-Marksizmin kendisidir. Bu akıntının şu ya da bu bölüğünün kendisini sözde post-modernizmden, post-Marksizmden ayırma iddiası demagojiktir, manipülatiftir, oportünizm ve tasfiyeciliğe has bir manevradan ibarettir sadece. “Ezilenlerin Marksizmi”, “Mezhepçi Marksizm” teorisi ya da teorileştirmeleri, post-modernizmin, post-Marksizmin diğer renkleri ya da türevleridir. Bu ilkesiz, belkemiksiz, her duruma uygun şekil alma yeteneği taşıyan akıntı, tüm renkliliğine, görüntüde birbirine aykırı söylemine karşın, son tahlilde, aynı felsefi, teorik, ideolojik içerikte birleşmektedir. Başlıca işlevi, Marksizm-Leninizm’i tasfiye etmek, devrimci proletaryanın tarihsel ve güncel devrimci rolünü yadsımaktır. Söz konusu tasfiyeci akımın temel karakteristiği, uluslararası sermayenin devrime, sosyalizme, Marksizm-Leninizm’e karşı yönelttiği sistematik ideolojik saldırının dolaylı ama açık mızrağı olmaktır. Unutmamak gerekir ki, papaz ve cellat sermayenin iki temel etkin silahıdır. Post’lu akım ve akıntı, emperyalist dünyanın papazıdır. Ve papaz, bin bir biçim ve kimlik içerisinde ortaya çıkan ve işlevini oynayan papazcılıktır. Tıpkı, Negricilik gibi… Bugün en kaba biçimleriyle post-modernizm, dönemin moda akımı olmaktan çıkarak inişe geçmiştir. Ama bu, yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü post’lu akımın zayıflamaya başlaması, onun daha inceltilmiş, giderek daha kızıl biçimler alarak ortaya çıkmasına, etki gücünü değişik biçimlerde üreterek uluslararası proleter devrime karşı mücadele etmesine yol açmaktadır…
Aşağıda, yayınlanmış olan iki kitabımda yer alan “post-Marksizm”, “Ezilenlerin Marksizmi”, “mezhepçi Marksizm” üzerine yapılmış olan eleştiri ve değerlendirmelerden yararlanarak hazırlamış olduğum yazıyı yayınlıyorum.
                                    
                                        I. BÖLÜM
Marksizm-Leninizm’in yerine ikame edilmeye çalışılan “Ezilenlerin Marksizmi”, proletaryanın yerine ikame edilen “ezilenler” post-Marksizmin tipik bir ideolojik saldırısıdır. Gerçekte bu, aynı tasfiyeci revizyonist teorinin ve ideolojik saldırının birbirini tamamlayan iki yönüdür ya da iki görünümüdür. Konu bağlamında bu olgu, diğer şeylerle birlikte kitapta şöyle vurgulanmıştır:
“Teslimiyet, döneklik, tükenmişlik ‘elveda devrim, sosyalizm, proletarya ve Marksizm-Leninizm’ sloganlarının eşliğinde, ‘yenilgiden ders çıkarma’ bayrağı altında da bukalemun gibi gizlenmeye çalışıldı. Sözde Marksizm, Marksizm-Leninizm, sözde sosyalizm ve devrim adına ortaya çıkmaya devam eden postmodern ve postMarksist yeni tip tasfiyeciler ve onların ideolojik yörüngesine kapılmış güçler, proletaryanın yerine ‘ezilenler’i ve Marksizm-Leninizm’in yerine ‘ezilenlerin Marksizmi’ni geçirmeye; sosyalist/komünist/devrimci birlik adına ‘Marksizm’ ve ‘sosyalizm’ tabanı üzerinde üzerinde duran sosyal reformist kuvvetlerin birliğini çıkarmaya, devrimci ve komünist hareketi asimile edebilmek için bu bataklığa çekmeye ve bayraklaştırmaya başladı. Artık eski ideolojik ayrılıkların önemsizleştiği veya aşıldığı gerici propagandası fütursuzca yapıldı. Devrime ve sosyalizme bağlı kalmaya devam edenler ise ‘dogmatik’, ‘muhafazakar’, ‘dinazor’, ‘anakronik’ ilan edildi.” (Hasan Ozan, Emperyalist Küreselleşme ve Dünya Devrimi- Değişen Ne?, s. 17, Akademi Yayın)
Kendilerini “Marksist”, “Marksist-Leninist” olarak tanımlayan çevre, grup ve partileri “Marksist”, “Marksist-Leninist” olarak kabul etmek; değişik renkleriyle bu tabloyu  “Marksizmin”, “Marksizm-Leninizmin” bir “çeşitlilik” olmasına bağlamak; bu akım, grup, parti ve çevrelerin her birini “Marksizmin” birer mezhebi ilan etmek, yeni bir durum değildir ya da 1980’ler sonrası ortaya çıkan yeni bir olgu değildir. Söz konusu durumu yeni bir durum olarak lanse etmek tarihsel gerçeğe aykırıdır. Öncelikle kendisine “Marksist” diyenleri “Marksist” kabul etmek ve bunları “Marksist” görmemenin Marksizm’e aykırı (!) olduğunu ilk ileri süren Bernstein’dir. Bilinir, Bernstein revizyonizmin babasıdır. Ki, tarihsel deneyimin çok çarpıcı bir şekilde kanıtladığı gibi, rehberi “reelpolitiker” Bernstein olanların burnu ise bataklıktan hiçbir zaman çıkmamıştır… Aşağıda aktardığımız eleştirilerden de görüleceği gibi, Kruşçev-Brejnev modern revizyonizmini vb. akımları “Marksizmin”, “Marksizm-Leninizmin”, “sosyalizmin” bir biçimi ilan etmek post-Marksizmin de Bernstein’ın yolundan ilerlediğini göstermektedir:
“Bir dizi tasfiyeci revizyonist, orta yolcu oportünist, postmarksist tarafından ‘sosyalizmin bir eğilimi’. ‘sosyalizmin bir çeşidi’, ‘Marksizm-Leninizm’in bir eğilimi’, ‘Marksizm-Leninizm’in bir çeşidi’,’Marksizm-Leninizm’in tabanında duran sosyalist bir eğilim’ olarak tanımlanan, kavranan gerici modern revizyonist ihanet akımının ve bileşenlerinin sınıf hareketi içerisinde oynadığı gerici rolün de işçi sınıfı hareketinin devrimcileşerek proleter devrimci bir eksende gelişmesini önlediğini veya bu temelde hareketin önünü kesen temel etkenlerden birisini oluşturduğunu, burada, ayrıca hatırlatmak ve vurgulamak isteriz.” (age., s. 298)
“Ezilenlerin Marksizmi” de içinde olmak üzere Post’lu akımlar Marksizm-Leninizm’i ve proletaryanın varlığını yadsıyarak komünist harekete karşı mücadele etmiştir ve etmektedir.  Proletaryanın yerine geçirilen “ezilenler” teorisi ve pratiği de bunu kanıtlamaktadır. Alıntıda vurgulandığı gibi asli görevimiz şudur:
“İçerisinde geçtiğimiz tarih kesitinde, devrim ve sosyalizmin nesnel ekonomik ve toplumsal koşulları çok keskin bir biçimde olgunlaşmış bulunuyor. Tarihin bu kesitinde, devrimci komünist önderliğin önemi daha fazla artmış ve çözümünü de keskin bir biçimde dayatmıştır. Her adımımıza, gerek ulusal, gerek bölgesel ve gerekse de uluslararası alandaki her adımımıza bu temel stratejik ve taktik sorun damgasını vurmalıdır... Ezilenlere değil ama kesin olarak İşçi sınıfı hareketine dayanan ve öteki emekçi sınıf ve tabakaların ve ezilenlerin mücadele dalgasını kucaklayan bir önderleşme hattında derinleşmeye ve yetkinleşmeye gereksinim duyulmaktadır. Sınıflar mücadelesinde çekim merkezi olan; milyonları, on milyonları kucaklayıp mevzilendiren ve seferber eden bir parti inşa edilmelidir. Uluslararası alanda da, aynı hatta, yeni tipten bir komünist enternasyonal kurup geliştirmeye de gereksinim vardır. Ha demekle bunun mümkün olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Ama açık ki, bu görevler, yalnızca ilkesel, stratejik ve programatik açıdan değil, pratik-siyasal öneminden dolayı da çözülmesi ve başarılması gereken yaşamsal görevlerdir. Niteliği, aklı, deneyi, yeteneği, cesareti, yaratıcılığı tek bir önderlik ve savaş çizgisinde daha fazla sentezleyerek tarihin ve çağımızın çağrısına yanıt vermemiz gerekiyor.” (age., s. 334-335)
Marksizm’in ortaya çıkmasından bu yana geçen tarihsel kesitte proletaryanın tarihsel devrimci komünist rolünü yadsıyan değişik renk ve tonlarıyla bir akım daima var olagelmiştir. Diyelim ki bugün proletaryanın yerine geçirilmeye çalışılan “ezilenler”, “çokluk” teorileri, daha önce de farklı tezlerle, farklı formülasyonlarla farklı biçimlerde savunulmuştur. Aşağıdaki eleştiri de bunu dillendirmektedir.
“Proletaryanın ve onun tarihsel devrimci rolünün açık ya da gizli red ve inkarı, öteden beri Marksizm-Leninizm’le her türden anti-proleter, anti- Marksist-Leninist akım arasındaki ilkesel ayrılığın ana ayıracı olagelmiştir. Devrimci proletaryanın yerine ‘yoksullar’ın, devrimci proletaryanın yerine aydınların, devrimci proletaryanın yerine ‘ezilenler’in, devrimci proletaryanın yerine ‘çalışanlar’ın geçirilmesi; duruma göre birinin ya da ötekinin geçirilmesi, geçmişten beri süregelen bir olgudur. Proletaryanın burjuvalaştığı, proletaryanın orta sınıfa dönüştüğü, proletaryanın yeni teknolojilerle gereksizleştiği vb. gibi ideolojik saldırılar, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin işçi sınıfına ve Marksizm-Leninizm’e karşı ideolojik ve siyasi saldırılarından başka bir anlamı bulunmamaktadır.
“Emperyalist küreselleşmenin son birkaç on yılda doludizgin gelişimi, başını SB’nin çektiği kapitalist/revizyonist sistem ve kampın çöküşü, dünya devriminin dibe vurması, elektronik teknolojisindeki sıçrama, hizmet sektörünün kapitalist maddi üretim sektöründen daha hızlı büyümesi, ‘ekonomilerin malileşmesi’ vbg. olgular, proletaryanın ve onun devrimci tarihsel rolünün yadsınmasına yol açan, özü bir olmakla birlikte, sayısız teori ve tezin ortalığı kaplamasına yol açtı. ‘Neoliberal’ emperyalist dünya sermayesinin ‘tarihin sonu’nu ilan etmesine paralel ‘postmodernizm’ ve ‘postMarksizm’ olarak tanımlanan akımlar da, değişik türevleriyle birlikte, “özne’nin sonu”, “kurtuluşçu ütopyaların sonu”, ‘evrensel doğruların sonu’, ‘elveda proletarya’ vb. vb. diye haykırmaya ya da bu eski çığlığı yeni dönem koşulları içerisinde yeni biçimlerde formüle ederek gürültülü bir şekilde propaganda etmeye başladılar. Boşuna dememişler “sığ sular gürültülü akar”…
“Yeni bir çağa girdiğimiz, bu yeniçağın ‘enformatik’ bir çağ, yeniçağa tekabül eden toplum biçiminin ‘enformatik toplum’ olduğu; kapitalizmin, emek ve sermayenin, artı-değer sömürüsünün aşıldığı; yeni bir üretim tarzına geçildiği ya da kendiliğinden komünist bir dünyada yaşadığımız ileri sürüldü. Bu çağın, görülemez, dokunulamaz, tanımlanamaz, hiç yerde, hiç yerötesi bir yerde, bir yerötesi hiç yerde olduğu vs. ilan edildi.” (age., s .412-413)
“Küreselleşmeci” akım, “küreselleşmeci” akımın değişik formları olan post’lu akıntı, o ara, onun bir türevi olan “Ezilenlerin Marksizmi”nin “Elveda proletarya!” iğreti tasfiyeci saldırısına karşın bilimsel devrimci gerçekler kitapta şöyle vurgulanmaktadır:
“Küresel çapta, (emeğin sermayeye) biçimsel bağımlılığın yerini gerçek bağımlılığa bırakmış olması, kapitalizmin ve proletaryanın sonunu değil, aksine, dünyamızın çok daha kapitalist, çok daha proleter haline geldiğini; yerküremizin ‘küçülmüş’ kapitalist bir kente dönüştüğünü; üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın tarihte görülmemiş ölçekte keskinleştiğini, proleter devrim yoluyla bu çelişkinin çözümünün çok daha şiddetli bir tarihsel görev haline geldiğini göstermektedir. Ki, söz konusu tarihsel devrimci görevi çözecek ne ‘halk’tır, ne ‘yoksullar’dır, ne ‘çokluk’tur, ne ‘ezilenler’dir ne de aydınlardır. Çelişkinin çözümü yalnızca enternasyonal proletaryaya ait bir tarihsel görevdir. Dünya proletaryası, dünya proleter sosyalist devrimin biricik önderidir. Dünya devrimi, enternasyonal proletaryanın önderliğinde er geç zafere erişecektir. Uluslararası sermayeyi, ‘küreselleşme’ci tasfiyecileri, postMarksistleri vb rahatsız eden, korkutan temel gerçek de budur. Söz konusu teorilerin üretilip piyasaya sürülmesinin de ana nedeni budur. ‘Elveda proletarya’ haykırışlarının nedeni budur. (age., s .441)
Sınırsız demagoji ve manipülasyon burjuvazinin, küçük burjuvazinin Marksizm-Leninizm’e karşı mücadelesinde öteden beri kullana geldiği bir mücadele tarzıdır. Yani bu yöntemi ve ilkesizliği ilk kullanan post’lu akımlar, o arada “Ezilenlerin Marksizmi” değildir. Örneğin, alıntıdan da görülebileceği;
“Marksizm-Leninizm’in içeriğini boşaltarak ya da ‘Marksçılık’ vb iddiasıyla ortaya çıkarak, Marks ve Lenin’in kimi tezlerine karşı tavır almış komünist tarihsel kişiliklerin ardına sığınarak Marks ve Lenin’i mahkûm ettirme operasyonu yürütenlerin ‘iyi niyetli’ olmadığına, ‘kötü niyetler’le davrandıklarına kuşku yok. Örneğin, ‘Genç Marks’ı, ‘Olgun Marks’ın karşısına, Engels’i Marks’ın karşısına, Lenin’i Marks-Engels’in karşısına, Stalin’i Lenin karşısına koyarak; keza, Bernstein’e, Kautsky’e, Buharin’e ve Troçki’ye dayanarak Marks-Engels-Lenin-Stalin’e saldırmak, manipülasyon yapmak da, oportünizmin, revizyonizmin, reformizmin kullandığı bir taktiktir. Son çeyrek asırda bu, vbg. yöntemler, sosyalizmin düşen prestijinin ardından çok da revaçta olan saldırı biçimleri olmuştur. Kuşkusuz ki, kapitalist emperyalizm bu saldırıyı çok bilinçli bir tarzda yönlendirmektedir. Bir de bu saldırıya, yenik solcunun, yenik ilerici aydının, yenilgi ve gericiliğin dizginsiz ideolojik, politik ve fiziki saldırısının ürünü olan tasfiyeciliğin, burjuva karşı-devrimin saflarına geçerek nemalanan Negri türü sayısız aydının gerçeklerini de eklemek gerekir.” (s. 441-442)
Söz konusu demagoji ve manipülasyon yeni değildir ama her bir tarihsel konjonktürde yeni biçimlerde üretilmektedir ve üretilmeye de devam edecektir. Aşağıda vurgulandığı gibi:
“Uluslararası tartışmalarda ‘Hilferding gibi’, Kautsky ya da Rosa ‘gibi’ emperyalizm teorisi üzerine çalışmak ve üretmek gerektiği vurguları da dikkat çekiyor. 1990’larda, 70’ler sonrası ortaya çıkan değişiklikleri anlayabilmek için böyle bir çalışmaya gerek olduğu söyleniyor…
“Pek güzel de, neden bu çalışma ‘Lenin gibi’ değil de, Hilferding, Kautsky, Rosa ‘gibi’ vb. ‘gibi’ olmalı.!? Aslında bu saptama, söylem ve propaganda faaliyeti tasfiyeci revizyonist sol liberal küçük burjuva aydınların ve akımların Marksizm-Leninizm’e, Leninist emperyalizm teorisine ve politik mücadele stratejisine karşı geliştirdikleri ideolojik saldırının bir biçimini oluşturmaktadır.
“Yapılacak şey, Hilferding’e, Kautsky’e, Rosa’ya, Buharin’e vb. geri dönmek değil, diyalektik materyalist yönteme, Marksizm-Leninizm’e bağlı olarak emperyalizm teorisini de zenginleştirmek, geliştirmektir.
“Açıkça görmekteyiz ki, 80’lerin ikinci yarısından başlayarak gelen süreçte Bernstein’ın, Hobson’un, Hilferding’in, Kautsky’in, Buharin’in, Rosa’nın, Troçki’nin vb. kapitalizm ve emperyalizm düşüncelerinin popüler hale getirilmesi rastlantısal değildir…
“Bu bağlamda ‘Doğu Marksizmi’, ‘Batı Marksizmi’ revizyonist tahrifatı üzerinde de durmak gerekmektedir. Emperyalizm (ve devrim) olgusunu ne ‘Batı Marksizmi’ ne de ‘Doğu Marksizmi’ anlayamamıştır. ‘Batı Marksizmi’, ‘Doğu Marksizmi’ biçimindeki kavramlaştırmalar ve tanımlamalar da oportünist karakterdedir. Revizyonizmin ve sol liberal aydın ve çevrelerin Marksizm-Leninizm’e karşı geliştirdikleri ideolojik saldırıların bir benzeridir. İki, üç, dört vs. türden bir Marksizm yoktur. Bu tanımlamalar, Marksizm adına Marksizm’i ve Marksizm adına Leninizm’i mahkum etme eyleminin ifadesidir. Leninizm’in çağımızın Marksizm’i; Marksizm’in emperyalizm ve proleter devrimler çağında geliştirilmiş, zenginleştirilmiş devamı olduğu bilimsel devrimci gerçeğini yadsımak için yapılmaktadır. Çağımızda bir Marksizm ve bir de ondan ayrı Leninizm yoktur. Çağımızın Marksizm’i, Marksizm-Leninizm’dir. Bu birinci noktadır.
“İkincisi, ‘Doğu’ ve ‘Batı’ ‘Marksizm’leri teorizasyonu, Marks-Engels’in Marksizm’ini, Lenin döneminin Marksizm-Leninizm’ini kendi içinde bölüp parçalama, karşı karşıya getirme, farklı Marksizmlerin, Marksizm-Leninizmlerin olabileceği gibi son derece ilkesiz bir manipülasyondan ibarettir. Marksizm’in, Marksizm-Leninizm’in farklı eğilimleri olduğu ve olabileceği; Marksizm’in ‘bir çeşitlilik olduğu’, ‘Marksizm’den ziyade ‘Marksizmler’den söz etmek’ gerektiği, zaten ‘Bu heterojen’liğin ‘Marks’ın kendi yapıtlarına kadar’ gittiği ama her halükarda hepsinin de Marksizm, Marksizm-Leninizm olduğu revizyonist propagandasına meşruiyet kazandırma sistematik çabasının yansımasıdır. ‘Marksizm iddialı’, ‘sosyalizm iddialı’ her renkten akımı, ‘Marksizm tabanı üzerinde duran’ her akımı tıpkı Bernstein gibi ‘Marksist’ olarak pazarlama, onların antiMarksist, antiMarksist-Leninist olarak mahkum edilmesini önleme politikasıdır. Ki bu çaba yeni olmamakla birlikte ‘postmodern zamanlarla’ ya da ‘çağla’ birlikte moda teorilerden biri haline geldi, getirildi. Ayrıca, Marksizm’i Batı’ya, Avrupa’ya, Leninizm’i geri köylü ülkelere özgü ideolojik formasyonlar olarak lanse etmek, daha 1910’larda, 1920’lerde ortaya çıkmış bir propagandadır. Oysa bilinir ki, gerek Marks-Engels döneminin Marksizm’i gerekse de çağımızın Marksizm-Leninizm’i proletaryanın biricik bilimsel dünya görüşüdür; proletaryanın biricik bilimsel kurtuluş hareketinin öğretisidir. Bir bilim olarak evrenseldir, enternasyonal proletaryanın enternasyonal öğretisidir. Ulusal, bölgesel, kıtasal, uluslararası ölçekte proletaryanın ve öncülerinin görevi, Marksist-Leninist öğretinin ışığında, somut şartların somut tahlili temelinde programlarını, stratejilerini, taktiklerini inşa edip geliştirmektir. İki, üç, dört vb. Marksizm-Leninizm yoktur. Marksizm- Leninizm kendi içerisinde çelişkili, sürtüşmeli, eklektik vb. bir öğreti değildir. Marksizm-Leninizm, üç bileşeniyle bütünlüklü tek bir bilimsel öğretidir.
“Bu tip kategorileştirilmiş farklı ‘Marksizmler’ propagandası, özelikle de Kruşçev modern revizyonizminin tarih sahnesine çıkıp gelişmesiyle gündemleşti. Batı’da ve Doğu’da yer alan revizyonist, reformist, oportünist akımlar tarafından da propaganda edildi. ‘III. Bunalım dönemi’ ile birlikte tarihsel koşullarda ortaya çıkan ‘köklü değişiklikler’ adı altında modern revizyonizmin ideolojik saldırısı ile ‘Sovyet Marksizmi’, ‘Avrupa Marksizmi’, ‘üçüncü dünya Marksizmi’, ‘klasik Marksizm’, ‘Yugoslav Marksizmi’, ‘Çin Marksizmi’, ‘milli Marksizm’ türü propagandalar atağa kalktı. Bu tasfiyeci-revizyonist propagandanın kökleri revizyonizmin babası Bernstein’e, II. Enternasyonal oportünizmine uzanır/dayanır. Ekim Devrimi’nin zaferiyle bir üst aşamaya yükselir. Troçkist ihanetle ve ‘4. Enternasyonel’ le derinleştirilir. Modern revizyonizmle iyice atağa geçer. Aslında bu propaganda öncelikle burjuvazi (ve küçük burjuva milliyetçiliği) tarafından ortaya sürüldü. Anti-Marksist-Leninist akımlar, aydınlar tarafından ateşlice geliştirildi.
“Emperyalizm teorisi ve tahlili söz konusu olunca da, yol gösterici tek bilimsel öğreti, Marksizm Leninizm’dir. Emperyalizm olgusu, ne ‘Batı Marksizmi’ ne de ‘Doğu Marksizmi’nin gözünden kavranamaz. Gerek ‘Batı Marksizmi’, gerekse de ‘Doğu Marksizmi’ revizyonizmin iki değişik türevidir… Hangi tarihsel kesitte, hangi biçimlerde ortaya çıkarsa çıksın revizyonizmin ideolojik ve maddi kökleri kapitalist emperyalizmde yatar. Revizyonizm, Marks’ın kapitalizm, Lenin’in emperyalizm öğretisini de ret ve tasfiye hareketi olarak ortaya çıkar ve hala da çıkmaktadır.”
 (Yeniden vurgulamayı hak ediyor:) Kendisine ‘Marksist’ diyenleri ‘Marksist’ kabul eden ve Marksizm adına ortaya çıkanları ‘antiMarksist’ olarak tanımlamaya karşı çıkan revizyonizmin babası Bernstein’dir. O, açıkça, ‘anti-marksist olan bir revizyonist tanımadığını’, kendisinin de bir ‘Marksist’ olduğunu vurgular. (Bkz. “Sosyal Demokraside Revizyonizm” makalesi.) Eh bu durumda da farklı ‘Marksizmler’in olması doğal sayılıyor. ‘Marksizm’, ‘Marksizm- Leninizm tabanı’ üzerinde olan ve duran her türlü akımı ‘Marksist’/ ‘Marksizm’ olarak kabul etmek özellikle de son çeyrek yüzyılın modasıdır ve tasfiyeci bir teori ve modadır.
“Yeni tip sol liberal akım ve fırtınanın bir taktiği de, Marksizm-Leninizm kavramını unutturmak, kullanma gereksinimi duyduklarında ise, yerine Marksizm, Marksist, Marks kavramını geçirme hilesidir. Bu, sermayenin ve sözde Marksist, sosyalist, komünist iddiasıyla ortaya çıkma gereksinimi hisseden tasfiyeciliğin, post’lu tasfiyeci revizyonistlerin Marksizm-Leninizm’e karşı ideolojik saldırısının bir biçimidir. Marksist- Leninistlerin bu bakımdan da tasfiyeci etkilere karşı uyanık ve donanımlı olması gerektiği ise açıktır. ‘Sol’ liberal esintilere ve literatüre karşı bağışıklık sisteminin geliştirilmesi gereksinimi daima hissedilmelidir.
“Emperyalizm tartışmalarında ortaya çıkan ‘klasik emperyalizm’ ve ‘yeni emperyalizm’ kavramlaştırma ve teorileştirmeleri de Marksizm- Leninizm’e, onun emperyalizm teorisine revizyonist ve tasfiyeci ideolojik saldırının bir diğer biçimidir.
“Bu ayrımla, Lenin’in emperyalizm öğretisi geçersiz sayılıyor. Buna göre, Lenin’in tahlili, 50’ler öncesi geçerliydi ama artık 50’ler sonrası, daha sonra da 1970-80’ler sonrasının gerçeklerine yanıt vermediği için eskimiştir; dolayısıyla aşılmalıdır (!) . Keza, emperyalizmi salt yayılmacı politikayla sınırlayıp tanımlayan, emperyalizm tahlillerini bu anlamda 20. yy. öncesi yayılmacılıkla 20. yy. sonrasının yayılmacılığı arasındaki farklılıkların incelenmesine endeksleyerek ‘eski emperyalizm’ ve ‘yeni emperyalizm’ ayrımı yapan teori ve analizler de hiçbir bilimsel devrimci karakter taşımamaktadır. Bu tartışmaların ve kavramlaştırmaların savunucularının bir bölümü ise daha açık sözlü davranarak, 1910’lu, 20’li yıllardaki emperyalizm tartışmalarında Lenin’e, Stalin’e, III. Enternasyonal’e değil, Hilferding’e, Buharin’e, Rosa’ya, Kautsky’e vb. hak vermektedirler… İlk kategoride yer alanlarla ikinci kategoride yer alanlar arasında ideolojik-sınıfsal- özsel bir ayrım bulunmamaktadır. Ayrılıklar biçimdedir, ayrıntılardadır, daha açık sözlü olmayla kapalı davranmadadır. Ama her halükarda Lenin’in emperyalizm öğretisini revize ederek tasfiyeci duruşta birleşmektedirler. (Fakat yine de politik tutumlarında önemli farklılıklar bulunmaktadır.)
“Emperyalizmin, yüzyılın başlarında ve 50’ler öncesi süreçte ortaya çıkmış ama olgunlaşmamış bazı olgu ve eğilimleri yüzyılın ikinci yarısında hızla gelişip özellikle de son çeyrek yüzyılda keskin bir biçimde ortaya çıktı. Bu durum 89-91 dönemeciyle tarihsel konjonktürde ortaya çıkan köklü değişikliklerle birleşerek pek çok ilerici, devrimci, komünist çevrenin, grubun, partinin, aydının yönünü iyice şaşırmasına, yoldan çıkmasına yol açmıştır. Marksizm-Leninizm ile değişik nedenlerle ilişkilenmiş ama onu bir bilim olarak kavrayamamış olanlar, yenilgi ve gericiliğin anaforunda umut ve iradesi kırılanlar, bu yeni süreçte, bu kez, burjuvazinin cephesinden, burjuvazinin cephaneliğini kullanarak proletaryaya ve Marksizm-Leninizm’e karşı ateş yağdırmaya başladılar.
“’Emperyalizm’ ve ‘yeni emperyalizm’ tezi ve tartışmalarının içerisinden geçtiğimiz tarihsel konjonktürle sıkı sıkıya bir bağı olduğu açıktır. Burada da, emperyalizmde ve emperyalist dünya sisteminde ortaya çıkan önemli ve yapısal değişmelerin zamanında bilimsel olarak tahlil edilmemesinin rolünü görmezden gelmek olanaklı değil. Komünist hareketin ve proletaryanın etrafından kurulmuş ateş çemberi, sosyalizmin ağır kan kaybı, devrim dalgasının geçici de olsa dibe vurması, uluslararası komünist hareketin derin bir tasfiye sürecine girmesi de bu sorunda negatif yönde göz çıkaran ama sol liberal ideolojik rüzgar lehine pozitif etki yaratan olgulardır…
“Bu olgular bütünü içinde, zaten 80’ler, 90’lar öncesinde güçlü bir çekim merkezi olamamış Marksist-Leninist hareket, yeni tarihsel konjonktürü de esaslı bir tarzda, hem teorik hem de pratik olarak göğüsleyemedi. Fırtına onu da ciddi bir şekilde savurdu... ‘Neoliberal’ emperyalist ideolojik saldırı dalgası ‘post-modernizm’ ve ‘post-Marksizm’le, sol liberalizmle birleşik bir dalga halinde gelişti. Teorinin geliştirilmemesi, zamanında enerjik ve saldırı üstünlüğünü elde tutan karşı bir ideolojik mücadelenin de yükseltilmesini önledi. Olduğu kadarıyla da komünist hareketin içine yuvarlandığı tecrit ortamında ciddi bir etki de yaratmadı. Bu tablo içinde, Marksizm-Leninizm’in, proletaryanın, devrimin, sosyalizmin “sonu” ilan edildi. Daha önce Stalin’den yola çıkılarak Marksizm- Leninizm’e saldıranlar, bu kez işe Lenin’le, giderek Marks’la başladılar. İşi, Marksizm’i, ‘modernizm’in bir ekolü’, ‘modernizm’den kopuşmamış (!) bir öğreti olduğuna kadar vardırdılar. Dahası, ‘modernizme karşı mücadele’ adı altında insanlığın tarihsel gelişme sürecinde birikmiş ve tarihe mal olmuş kolektif ilerici birikimine ve kazanımlarına reddiye yazdılar. Tarihin sonu, sınıfların, ideolojilerin, bilimin, bütünlüklü evrensel kurtuluşçu ütopyaların, devrimci öznenin, hatta ‘öznenin ölümü’ nesnel gerçeğin sonuyla birlikte ilan edildi. Yani, bu ideolojik saldırı, sadece bilimsel ve devrimci emperyalizm teorisinin reddiyle ve tartışılmasıyla sınırlı bir saldırı değildi…
“İşte Negricilik de, Marksizm-Leninizm’e, proletarya sosyalizminin tarihine, teori ve pratiğine, tarihte devrimci ve ilerici olan ne varsa ona karşı, tarihin tanık olduğu en kapsamlı, en derin, en yıkıcı burjuva gerici saldırı dalgasının ürünü ve bir bileşeni olarak doğdu ve doğan akımlardan biri olarak küresel sermayenin kirli mi kirli anlı-şanlı sofrasında yer aldı. Negricilik, “İmparatorluk” teorisiyle (!) uluslararası tekellerin ve emperyalist hiyerarşinin tepesinde bağdaş kurmuş Amerikan celladının ‘sol’ kılıklı ‘Truva Atı’dır… Negriye, Negriciliğe, safça ‘değerli aydın’ muamelesi yapanlar da aslında aptalca bir tutumla bu ‘Truva Atı’nın gerçek yüzünün ortaya çıkarılmamasına katkı yapmaktadırlar. Ki hatırlatmak gereksiz olmasa gerek: ‘Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür.’ (age., s.533-536)
II. BÖLÜM
Sözde “dogmatizme karşı mücadele”, “mezhepçi Marksizme karşı mücadele”, “teorik-ideolojik tutuculuğa karşı mücadele”, “20. asrın sosyalizmini aşma”, “21. yüzyılın sosyalizmini hazırlama” vb. gibi argümanlar yeni tip sol liberalizm olan Post-Marksizmin, “Ezilenlerin Marksizmi”nin, “ezilenler” teorisinin ideolojik saldırısının, revizyonizm ve tasfiyeciliğin değişik formülleridir. Aşağıdaki değerlendirme bu gerçeği sergilemektedir.
“Marksizm–Leninizm bir bilimdir, bir bilim olarak ele alınmak zorundadır. Marksizm–Leninizm’e tamamlanmış bir teori, bilim, ideoloji muamelesi yapılamaz. Yapılamayacağını da sınıflar mücadelesinin tarihsel pratiği kanıtlamıştır. Sosyalizmin geçici yenilgisinin derin tarihi dersleri de bunu göstermektedir. Bu bağıntıda şunların da altını çiziyoruz: Marksizm–Leninizm’in gerek liberal gerekse de dogmatik yorumları, onun bilimsel yöntemine ve karakterine saldırının, onu bozup gözden düşürmenin iki değişik formudur. İkisi de bizler için kabul edilemezdir. Sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin eleştirel incelenmesinde dogmatizm, yenilenmeyi, zenginleşmeyi, kendini aşmayı önlerken, liberalizm de onun içeriğinin bozulmasını, içinin boşaltılmasını, burjuvazinin, küçük burjuvazinin saflarına geçişi ifade etmektedir ya da edecektir. Her iki sapma da tehlikelidir, ama en önemli tehlike ve tehdit, teorik çalışma ve ideolojik mücadelenin hedefi olması gereken sapma, yeni tip tasfiyeci oportünizmdir. Teorik ve pratik gelişmemizi önleyen en önemli tehdit ideolojik liberalizmden gelmektedir. Dogmatizme karşı mücadele ise, ideolojik liberalleşmeye karşı mücadeleye bağlı olarak ele alınmalıdır ve bu mücadele de ihmal edilmemelidir.
“Yeni tip revizyonizmin, post–Marksizm’in etki gücünü ifade eden ve tarihsel revizyonizmden beslenen ideolojik, teorik, politik, örgütsel–pratik tasfiyeciliğin, Marksizm–Leninizm’e ve devrimci değerlere karşı mücadelesini ‘dogmatizme’, ‘teorik–ideolojik tutuculuğa’, ‘muhafazakarlığa’, ‘mezhepçi Marksizme’ karşı mücadele, ‘yaratıcı Marksizm’ sloganlarının ve propaganda– ajitasyonunun ardına gizlenerek sürdürdüğü koşullarda, ideolojik liberalleşmeye karşı mücadelenin önde olması, açık ve anlaşılır bir durumdur. Bunu reddetmek, revizyonizme, küçük burjuva bürokratik iktidar zihniyetine ve tasfiyeci oportünizme daha baştan teslim olmak demektir; sonucu ise yeni tip liberalleşmede konaklamak olacaktır. Revizyonizm ve tasfiyecilik yerel değil, genel bir olgudur. Özellikle de 50’lerden bu yana süre gelen tarihsel kesitte kapsamlı yıkımlar yaratmayı başarmış; ‘Küreselleşme’yle ve ‘Doğu Bloku’nun yıkılışıyla atağa geçmiş bir akımdır. Söz konusu ideolojik liberalizmin devrimci ve komünist saflardaki güncel türevi ise ‘post–Marksizm’dir. İç ve uluslar arası alanda komünist ve devrimci hareketi ideolojik olarak silahsızlandıran yeni tip ideolojik liberalleşme ‘muhafazakarlığa karşı mücadele’ ve ‘yaratıcı Marksizm’ sloganlarını oportünizm ve tasfiyeciliğini örtülemenin sis bombaları haline getirmiştir. Bu olgu bir kez daha gösteriyor ki oportünizm ve tasfiyecilik, nerde ve hangi koşullarda ortaya çıkarsa çıksın, tarihsel sürekliliğe ve uluslararası karaktere sahiptir. En nihayetinde, hangi biçime bürünürse bürünsün, hangi koşullarda ortaya çıkarsa çıksın, oportünizm ve tasfiyecilik, kaçınılmaz olarak doğduğu koşulların ve ortamın özgün karakteristiklerini taşısa da, gerçekte, söz konusu özgünlükler, onun küresel nitelikleri temelinde birleşerek biçimlenir. Lenin’in vurguladığı gibi, “Herkes oportünizmin tesadüfi bir şey olmadığını, tek tek insanların günahı, ihmalkarlığı, ihaneti değil, tüm bir tarihsel dönemin sosyal ürünü olduğunu biliyor” ya da bilmelidir. Hatırlatmak bile gereksiz: Eleştiri ve değerlendirmelerimiz niyetlere göre değil şeylerin, savunulan zihniyetlerin, duruşların nesnel bilimsel anlamları üzerinde yükselerek biçimlenmelidir. Ayrıca vurgulanmalıdır ki, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir; ki hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, oportünist iyi niyet cehenneme götürür. Ve yine Lenin’in vurguladığı gibi, ‘dürüst’ oportünistler, kötü oportünistlerden daha tehlikelidir. Bu, tarihin de kanıtlamış olduğu bir gerçektir.” (Hasan Ozan, SSCB’de Kapitalizmin Restorasyonu, Sosyalizmin Sorunları TARİHİ DERSLER, s.15-16, Akademi yayın)
“Biz bu kitabımızda, bir bütünlük içerisinde sosyalizmin tarihsel deneyimini incelemeye, dersler çıkarmaya, tasfiyeci revizyonist akımların ana tezlerini eleştirmeye çalıştık. Bir dizi revizyonist tasfiyeci teori, analiz ve tezin Marksist–Leninist hareket üzerindeki etkisi de sır değildir. Ancak vurgulamak gerekir ki, Marksizm–Leninizm’den sapmayla belirlenen söz konusu etkiler, ne yenidir ne de herhangi bir yenilik gücüne sahiptir. Aksine, daha öncesi bir yana, özellikle de son 60–70 yıldan bu yana süregelen tasfiyeci revizyonizmin teori ve tezlerinin, ‘dogmatizme’, ‘muhafazakarlığa’, ‘teorik–ideolojik tutuculuğa karşı mücadele’, ‘yaratıcı Marksizm’ vs. adına, herhangi bilimsel devrimci karaktere sahip olmaksızın propaganda ve ajitasyonundan ibaret görüşlerdir. Dolayısıyla kitabımızda, başlıca eleştiri ve değerlendirmelerimizi, söz konusu tasfiyeci revizyonist, sosyal liberal, sosyal reformcu düşüncelerin öteden beri sözcülüğünü yapagelen ya da söz konusu akımların düşüncelerini temsil eden ya da bir biçimde yansıtan isimler üzerinden yaptık. Taklitçileri yerine, aslını incelemek, eleştirmek daha sağlıklı bir yöntem olsa gerek.
“Tarihten ders çıkarma ve teoriyi yenileme adına Bernsteın’e, Kautsky’e, II. Enternasyonal oportünizmi’ne, Troçkizm’e, Buharinciliğe, Titoculuğa, Kruşçevciliğe, Brejnevciliğe, Avrupa Komünizmine, orta yolcu oportünizme, Maocu revizyonizme geri dönmek gerekmiyor.
“Tarihten ders çıkarmak, teori ve pratiği zenginleştirmek adına neo–liberal, post–modern, post–Marksist burjuva, küçük burjuva tasfiyeci akıntıya boyun eğmek de gerekmiyor. Tarihin cangılında yolunu kaybetmiş ve denek taşında yenik düşmüş, bilimsel ve devrimci karaktere sahip olmadığı açığa çıkmış ya da düpedüz gerici karaktere sahip olduğu ayan–beyan ortada olan teorilere, ideolojilere, pratiklere tutunarak tarihten ders çıkarılamaz.
“Uluslararası Komünist Hareket’in teorik çalışmanın, ideolojik mücadele ve donanımın hakkını vermeyen tarihi zaaflarını, keza bu zafiyetin bir yansıması olan dogmatik zaafları da sömüren, böylece ‘tarihten ders çıkarma’ adına, ‘ideolojik–teorik yenilenme’ adına, yukarıda andığımız akımlar ve teoriler çerçevesinde şekillenen açılımlar, eleştiriler, değerlendirmeler vs. ortaya çıktığı her yerde tasfiyeci bir sapma var demektir. Parlak lafların arkasına, keskin komünist söylemin bayrağı altına, çok yenilikçi görünen değerlendirmelerin ardına gizlenen ve özellikle de tarihi yeterince bilmeyen ve donanımı yetersiz kesimler ve devrimciler üzerinde etki yaratabilecek tasfiyeci söylemlere ve içeriğine karşı etkin bir mücadele geliştirmek ihmal edilemez, yaşamsal, tarihsel bir yükümlülüktür. Fakat bilinmelidir ki bu durum, iç ve uluslararası komünist hareketin günahlarının kefaretidir… Doğa boşluk tanımaz. Teori, teorik çalışma, ideolojik donanım ve ideolojik mücadele alanları da öyle! Tıpkı politik mücadelede olduğu gibi…
“Oportünizm ve tasfiyecilik hangi kılığa bürünürse bürünsün oportünizm ve tasfiyeciliktir ve ortaya çıktığı her yerde komünist militanı ve devrimciyi ideolojik olarak silahsızlandırma işlevini oynamıştır ve oynamaktadır. “Pirincin içindeki siyah taşlardan korkma beyaz olanlardan kork!” (Japon atasözü) Komünist ve devrimci militanın bu gerçeği, asla unutmaması gerekir.” (age., “Önsöz”den)
“Tasfiyeci oportünizm, yenilgi ve gericilik döneminin tipik hastalığıdır. Marksizm– Leninizm’den, devrim ve sosyalizmden, devrimci program, strateji ve taktikten vazgeçişle, döneklik ve ihanetle belirlenen; dizginsiz bir çözülüş, bir kaçış; burjuvazi ve kapitalizm önünde utanç verici bir diz çöküştür. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle açılan yenilgi ve gericilik yılları ile 1980’ler sonrası, özellikle de 1985–89–91 yıllarında yaşanan gelişmeler (Gorbaçovculuk ve revizyonist–kapitalist kampın dağılışı) sürecinde dünya devrim dalgasının ağır bir biçimde dibe vurması ve tarihte görülmemiş derinlik ve yaygınlıkta, odağında burjuvazinin durduğu gericilik ve karşıdevrim dalgasının Türkiye’deki yenilgi ve gericilik dalgasıyla birleşmiş olması, böylece tasfiyeci oportünizmin dizginlerinden kurtularak şaha kalkması, tüm bunlar, bizleri, bugün üzerine tartıştığımız sorunlarda geriye çeken, tutuk bırakan bir baskılanmaya itti.
“Bu dönem, zaten ağır tasfiyeci, pragmatik ve sekter zaaflarla malul UKH dağıldı. AEP ve ASCH kapitalizme yenik düşerek tasfiye oldu; böylece sosyalizmin son kalesi de yıkıldı. Sosyal demokrasi, açık burjuva kimliğiyle emperyalist kapitalizmle daha derinden bütünleşti. Modern revizyonizm, açık burjuva ve sosyal demokrat kimliğiyle, burjuva liberalizmine de dönüşerek ortaya çıktı. ‘Neo–liberalizm’ ve ‘post–modernizm’, tasfiyeci ihanet döneminin yükselen değerleri olarak yerkürenin üstüne aşağılık bir şekilde doludizgin boşandı. Tarihte insanlık, ezilenler, proletarya ve bilim adına ilerici olan ne varsa karşı–devrim dalgasının ve emperyalist kapitalizmin neo–liberal ve post–modernist dalgasının barbarca saldırısına uğradı. SSCB ve sosyalist ülkeler, sosyalizm ve önderi Stalin’in tarihsel gerçekliği unutturulmak istendi. Gericilik dalgasının alçakça saldırısından, çarpıtma ve kara çalmasından, demagoji ve manipülasyonundan dizginsiz sevinç duyan, ilham alan sözde ‘sol’ akımlar da aynı gerici saldırı dalgasının militanları olarak davrandılar.
“Yenilgi ve gericilik yılları, devrimci hareketi de pençesine aldı. ‘Yenilgiden öğrenmek’, ‘sosyalizm deneylerinden ders çıkarmak’, ‘yenilenmek’, ‘dogmatizme karşı mücadele’, ‘yeni tarihi koşulları bilince çıkarmak’, ‘Marksizm tabanında bulunan akım ve bireyleri birleştirmek’, ‘uluslararası ideolojik merkezler son bulduğu için bağımsız düşünmeyi öğrenmek’, ‘Stalinci dogmatizmden arınmak’, ‘dogmatik Marksizmi reddetmek, yaratıcı Marksizmi savunmak’, ‘aşılmış olan 20. asırın teorik–ideolojik–programatik çerçevesini cesurca aşmak’, ‘sosyalizmin yeni döneminin sorunlarını çözmek’, ‘Marksizm’in’, ‘Marksizm–Leninizm’in bunalımını aşmak’ vb. sloganlarla devrimci hareketin büyük bir bölüğü ( Dev–Yol, Kurtuluş, TDKP vb.) liberalleşti; teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede legalizme kapaklandı.
“Yine özellikle de bu dönem modern revizyonizm, Gorbaçovculuk, revizyonist/ kapitalist ülkelerde karşıdevrim içinde karşıdevrimi temsil eden burjuvazi ile Troçkizm ve liberal, neo–liberal burjuva akımlar tam bir elbirliğiyle emperyalizmin aktif desteğinde Stalin’e, Stalin şahsında Marksizm Leninizm’e, sosyalist inşa pratiğine azgınca saldırıya geçtiler.
“Yenilgiden öğrenme şiarı ile tasfiyeci oportünizm, ‘sosyalist demokrasi’, ‘özgürlükçü sosyalizm’, ‘sosyalist pazar ekonomisi’, ‘dogmatizme’, ‘teorik tutuculuğa’, ‘muhafazakarlığa’, ‘mezhepçi Marksizme’ karşı mücadele vb. argümanlarını yeniden ve yeniden üretti. Tasfiyecilik, yönelişini, argümanlarını, çizgisini, pratiğini Marksizm Leninizm’in, sosyalizmin ve Stalin’in red ve mahkumiyeti ekseninde teorileştirdi ve dizginsiz bir demagoji ve manipülasyona girişti.” (age., s.171-172)
Marksizm’i, Marksizm-Leninizm’i bir çeşitlilik olarak gören, birden fazla Marksizm-Leninizm olduğu ve olabileceği, Marksizmden değil Marksizmlerden bahsetmek gerektiği, Marksizmin değişik okul ve eğilimlerinin olduğu, Leninizm’in de bu okullardan/mezheplerden/eğilimlerden birisini oluşturduğu sözde teorisi salt post’lu akımlara özgü değildir. Örneğin, bu perspektif, tıpkı Yalçın Küçük gibi “post-modernizme” karşı tavır aldığını iddia eden Doğu Perinçek tarafından da kendi oportünist adabına uygun olarak savunulmaktadır:
“Perinçek’in Stalin savunuculuğu, gerçekte, anti–Stalinist tasfiyeciliğinin, Marksizm–Leninizm’i ret ve mahkum etmenin iğrenç bir kamuflajı ve aracıdır. O sözde Stalin’i savunurken, bir yandan Buharinciliği yüceltiyor, öte yandan da Troçki önünde diz çöküyor: ‘Troçki’nin esasta yanlışı temsil etmesine rağmen, işçi sınıfı içinde sayılması gereken bir sosyalist düşünce’de (age. s. 231, iPa.) olduğunu ilan ediyor. ‘Türkiye’de hem teoride hem pratikte Stalin’in esaslı ve tutarlı bir eleştirisinin daha 1980 öncesinde Aydınlıkçılar yaptılar. Aydınlıkçılık ideolojik planda Stalin’in aşılmasıdır.’ (age., s. 232) böbürlenmesiyle kendinden geçerken kendini de ele vermiş oluyor.
“Bu konuda verilebilecek ikinci örnek, “Stalin’i Anlamak” isimli kitabında yaptığı değerlendirmelerle Cemil Hekimoğlu’dur. Kitabının ‘Önsöz’ünde şunları yazıyor Hekimoğlu:
“Peşinen söylemek istiyorum: Sosyalist mücadelenin bugünkü sorunlarının çözümünde Stalin’in çok önemli bir yerinin olduğunu düşünmüyorum.”
Kruşçevleri, Brejnevleri vb. kötü komünistler olarak gören, SSCB’deki karşı devrimi Gorbaçov ve sonrasıyla sınırlı gören Hekimoğlu’nun sözde Stalin’in hakkını Stalin’e teslim etmek için yazdığı kitabında, gerçekte Stalin’i SSCB’nin bir dönemine hapsediyor, hapsettiği yerde de etrafına bir de Hekimoğluvari oportünist duvarlar örüyor.” (age., s.176)
Aslında “ezilenlerin Marksist partisi” teorisi de yeni değildir. Bu küçük burjuva halkçı oportünist teori ve pratik öteden beri Marksizm-Leninizm’e karşı savunula gelmiştir. Ama bu savunuyu aynı zamanda modern revizyonizm olgusunda da görmekteyiz. Ki, post’lu akımla modern revizyonizm arasında zaten ideolojik bir akrabalık bulunmaktadır. Post’lu akımlara tarihsel olarak alan açan, onu hazırlayan en temel akımlardan biri de, özellikle 1940’lar sonundan sonra uluslararası modern revizyonist akım olmuştur. Kitapta bu olgu şöyle dile getirilmiştir:
              “KP önderliğini reddetmek, sosyalizmi reddetmektir. Proletaryanın önderliğini red ve mahkum etmek, yeni burjuvazinin program ve taktiğinin ana taşıdır. Yeni burjuvazi kendi önderliğini ‘tüm halkın partisi’ formülasyonu ile açıkça ilan etmiştir. Mesele bundan ibarettir. Geçmeden eklemeliyiz: Komünist partisinin işçi sınıfının değil de ‘ezilenlerin partisi’ ilan etmek, Kruşçevci modern revizyonizmin ideolojik etkisini yansıtır; ‘tüm halkın partisi’ teorisinin başka bir versiyonunu ifade eder. Komünist partileri yalnızca ve yalnızca işçi sınıfının politik temsilcisidirler; işçi sınıfının partileri olan komünist partileri, halkın ve ezilenlerin de mücadelesine önderlik eder. Bu iki şey iki farklı olgudur. Biri diğerinin yerine ikame edilemez. Tıpkı ‘ezilenlerin Marksizmi’ ile ‘ezilenlerin Marksizm–Leninizmi’yle Marksizm–Leninizm’in bir ilişkisinin olmaması gibi. Tıpkı ezilenlerin ya da halkın proletaryanın yerine ikame edilmeyeceği gibi.” (age., s.178)
             “Demek ki, SSCB ve Sosyalist Kamp’ta yeni bir yoldan gerçekleşen kapitalizmin restorasyonu sorununu incelerken, işe, öncelikle iktidar sorununu inceleyerek ve çözümleyerek başlamamız gerekmektedir. Bu sorundan kaçınmak, gerçekte asıl sorundan kaçınmak ve revizyonizme boylu boyunca saplanmak demektir. 1956 sonrası, uluslararası bir akım olarak ortaya çıkan, modern revizyonizme, kapitalist restorasyona ve sosyal emperyalizme, kapitalist/ revizyonist sisteme karşı orta yolcu bir konumda mevzilenen oportünist akımın çarpıttığı ve kavramaktan uzak olduğu sorunların başında, iktidar sorunu
gelmektedir. Bu bayatlamış ve üstelik tarihsel pratik tarafından ıskartaya çıkarılmış revizyonist yaklaşım ve duruşun tüm bunlardan sonra komünist hareket saflarında ortaya çıkması ve savunulması son derece üzücü ve mutlaka mahkum edilmesi gereken antiMarksist–Leninist bir eğilimdir. Üstelik bu tasfiyeci, inkarcı oportünist eğilimin, iç ve uluslararası orta yolcu akım tarafından 1950’lerden bu yana savunulagelen revizyonist teori ve tezlerini dogmatizme’, ‘teori–ideolojik tutuculuğa’ karşı mücadele ve ‘teorik–ideolojik
yenilenme’, ‘yaratıcı Marksizm’, ‘mezhepçi Marksizme karşı mücadele’ kamuflajına bürünerek ileri sürmesi, tabloyu daha trajik, daha trajikomik bir hale getirmektedir. Komünist hareketin programının 20. Asır’a ait olduğu, ideolojik– teorik çerçevesinin aşıldığı formülasyonu ile de tasfiyeci revizyonizmin yeni bir teorik–ideolojik temel yaratmaya yönelmesi de dikkat çekiyor.
             “80’lerden, özellikle de 90’lardan sonra 100–150 yıllık revizyonist, oportünist, reformist teori ve tezlerin ‘dogmatizme, teorik–ideolojik tutuculuğa’ karşı mücadele, ‘yenilenme’, ‘21. asrın sosyalist aydınlanması’, ‘yaratıcı Marksizm’ vs. adına modaya dönüştürülerek piyasaya sürülmüş olduğu bilinen bir gerçektir. ‘Doğu Bloku’nun dağılışıyla birlikte, Titoculuk ve Kruşçev revizyonizminden sonra ortaya çıkarak uluslararası bir akıma dönüşen, bir elini revizyonizme bir elini Marksizm–Leninizm’e uzatan, proletarya ile yeni tip burjuvazi, kapitalizmle sosyalizm arasında sürekli yalpalayan orta yolcu akımın teori ve tezlerinin ‘yaratıcı Marksizm’, ‘dogmatizme, teorik–ideolojik tutuculuğa karşı mücadele’, ‘muhafazakarlığa karşı mücadele’ vs. adına yeniden gündemleştirilerek Marksizm–Leninizm’e karşı mücadele edilmesi, komünist hareketin teorik ve ideolojik olarak silahsızlandırılması, kuşkusuz ki mücadele edilmesi gereken komünist hareketteki tasfiyeci oportünist sapmanın tipik karakteristiklerinden birisidir. Ama bu, aynı zamanda komünist hareketin kendi günahlarının kefaretidir.” (age., s. 211-212)
Bir elini yeni tip revizyonizm ve tasfiyeciliğe uzatarak ya da Marksizm-Leninizm’e karşı burjuvazinin sınıf saldırısının ürünü olan post’lu akıma tutunarak ya da tarihsel orta yolcu oportünizme ve post-Marksizme, post-Marksizmin bir diğer adı olan “Ezilenlerin Marksizmi”ne tutunarak, savunarak Marksizm-Leninizm ve proleter komünist hareket asla savunulamaz. Eskinin yeni olarak pazarlanmasına göz yumulamaz. Kitapta da vurgulandığı gibi:
“Modern revizyonizmi, Marksizm–Leninizm’in bir mezhebi (‘Mezhepçi Sosyalizm’, ‘Mezhepçi Marksizm’), ‘Marksizm–Leninizm tabanı üzerinde’ duran bir akım olarak gören revizyonist akımlar, doğal olarak, 56’yı bir dönemeç, Marksizm–Leninizm tarafından ortaya konulamamış bir yoldan yeni tip burjuva diktatörlüğünün kurulduğu bir tarihsel dönüm olarak görmemekte ve modern revizyonist iktidarı, sosyalist olarak görmeye devam etmekte(y)di(r)ler. Bazı revizyonist akımlar ise, modern revizyonizmi bir sapma olarak görmelerine rağmen yine de bu iktidarı sosyalist olarak tanımlamaktan da geri durmamakta(y)dı(la)r. Keza, bir diğer kısım revizyonist akım ise, ‘üstyapı revizyonist ama altyapısı sosyalist’ olduğunu düşündükleri için SSCB’yi ve diğer eski sosyalist ülkeleri dağılıncaya dek, sosyalist olarak tanımlamaktaydılar ve tanımlamaya devam ettiler.” (age., s.212-213)
“Daima, bir eliyle modern revizyonizmi tutmuş olan bu akım, sözde sosyalist kampın dağılışıyla, tam bir şok geçirdi. Kendisini kaybetti. Teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede legalizme tekabül eden tasfiyeci bir bataklığa yuvarlandı. ‘Yenilgiden öğrenme’, ‘dogmatizme karşı mücadele’, ‘yeni teorik açılımlar yapma’, ‘yenilenme’, ‘ideolojik–teorik tutuculukla hesaplaşma’, ‘yeni tarihi koşulları bilince çıkarma’, ‘sosyalizmin yeni döneminin sorunlarına yanıt verme’, ‘21. yy. sosyalizmini’ geliştirme, ‘ideolojik olarak aşılmış eski tarihi çerçeveyi aşma’, ‘Ekim Devrimi ile açılmış ve 89/91 olayları ile kapanmış sosyalizm dönemini’ geride bırakma, ‘muhafazakarlığa karşı mücadele’, ‘mezhepçi sosyalizme karşı mücadele’, ‘eski ideolojik merkezler ortadan kalktığı için, Marksizm–Leninizm tabanı üzerinde duran akımları birleştirme’, ‘sosyalist demokrasiyi geliştirme’, ‘sosyalist piyasa ekonomisini benimseme’, ‘bireyi önemseme’, ‘eski kavramsal çerçeve açıklayıcılık gücünü’ yitirdiği için ‘yeni kavramların üretilmesi’ gerektiği, ‘bugünkü kapitalist–emperyalist sistem’in ‘bir asırdan fazla bir zaman önce Marx’ın işleyiş yasalarını inceleyerek eleştirdiği ekonomik–toplumsal sistemden olduğu kadar Lenin’in tanımladığından da oldukça büyük farklılıklar’ taşıdığı, ‘bu bakımdan bugün, kapitalist–emperyalist sistemin eleştirisinin ve sosyalizmin ortaya konuluşunun yüzyıl önceki koşulların ürünü olan kavram ve düşünce kalıpları içinde kalınarak başarılamayacağı’, ‘insanlık tarihinde yeni bir dönemin başladığı’, ‘Genellikle Marx’ın ve Lenin’in düşüncelerini olduğu gibi tekrar eden sığ bir dogmatizmin soldaki en yaygın hastalık’ olduğu, ‘Marx’ın bir eğilim olarak ortaya koyduğu birçok şey’in ‘artık geride kalmış’ sayılması gerektiği, ‘Benzer bir durumun Lenin’in tezleri için de geçerli’ olduğu, ‘Eski kavramsal çerçevenin açıklayıcılık gücünü yitir’diği ve ‘yeni bir kavramsal çerçevenin gerekliliği’ ve yeniden üretilebilmesi için, ‘Böyle bir görevin başarılması her şeyden önce tutucu ve dogmatik bir rol oynayan eski kavramsal çerçeveyle hesaplaşmaya bağlı’ olduğu, ‘SSCB’nin çöküşüyle’ ‘sosyalizmin bir tarihsel dönemi sona er’diği için, bugünkü tarihi yeni evrede ‘SSCB’nin çöküşüyle’ ‘sosyalizmin bir tarihsel dönemi sona er’diği için, bugünkü tarihi yeni evrede ‘ideolojik sorun siyasi iktidar mücadelesinin strateji ve taktik sorunlarına dair kavram ve tartışmaları da yeniden anlamlandırabilecek bir derinlik ve muhteva içinde kavramak zorunda’ bulunduğumuzu, yeni görevin ‘Sosyalizmin biten bir döneminin argümanlarıyla yetindiği sürece…önemli olan(ın) muhafazakar solculuk tarzından kopuşu başarabilmek’ olduğu, ‘Geçmişin düşünce kalıpları ve kavramlarının bugünün dünyasını açıklamaya yetmediğini kavramak, insanları sosyalizm kavgasına davet edebilmek için sosyalist ideolojinin yeniden üretilmesine olan ihtiyacı görebilmek’ olduğu, vb slogan ve açıklamalarla tasfiyeci dalganın bir eklentisi haline geldi. Orta yolcu akımın devrimci versiyonu yerini büyük bir oranda tasfiyeci versiyonuna bıraktı. Devrimci–demokratik döneminde de Marksizm–Leninizm’i, sosyalizmi, devrimci proletaryayı gözden düşürmede oldukça fazla iş yapmış, Sovyet modern revizyonizmi, kapitalist/revizyonist sistem ve kamp hakkında hayaller yaymış, devrimci proletaryayı gözden düşürerek derin tahribatlar yaratmış olan bu akım, bir de tasfiyeci bir akım düzeyine sıçrayarak benzer ağır tahribatlarına devam etti.
“Tarihin bu akım hakkındaki hükmü, orta yolculukla fazla gidilemeyeceği, kritik tarihsel dönemeçlerde bu akımın hızlı çözülerek dağılacağı ve tasfiyeci oportünist bataklığa saplanmasının kaçılmaz olduğudur.
“Lenin, ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji, ikisinin ortası yoktur, der; orta yolculuğun gerçekte sosyalist ideoloji karşısında burjuva ideolojisi olduğunu, burjuva ideolojisine kan taşıdığını ve orta yolculuğun küçük burjuva sınıf tavrı olduğunu, işçi sınıfı üzerinde burjuva etkiyi geliştirip güçlendirdiğini, insanlığın henüz üçüncü bir ideoloji de yaratmadığını vurgular. (age., s. 313)
“Orta yolculukla ilgili AEP 5. Kongresi’nin şu eleştirel ve yol gösterici değerlendirmesini aktarmanın da tam zamanıdır:
“Kongre, revizyonizmin kendisine karşı değil, gölgesine karşı mücadele edenleri, revizyonist yönetimin ihanetini görmek istemiyormuşçasına gözlerini gerçeklere kapayanları, revizyonistlerle uzlaşmaya ve birleşmeye çalışanları ve orta yolcu bir tutum takınanları ilkeli bir temel üzerinde ve şiddetle eleştirdi.
“AEP şuna işaret etti: Revizyonizme karşı mücadelede, ‘Orta yol’ olmaz. ‘Ilımlılık’, asla uzlaşmaz olan zıtların uzlaştırılması çizgisidir.
“Orta yol, Marksist–Leninist ilkelerden sapmaları da gizleyemez; çünkü revizyonizme karşı mücadele ideolojik nedenlerden değil de, sadece milli şoven bir temel üzerinde belli bir takım iktisadi ve siyasi nedenlerden yola çıkıyorsa, kısa ömürlü bir blöften ibarettir. Marksizm–Leninizmden dönenlere karşı tutumlarında bu çizgiyi sürdürenlerin kendileri de ergeç bu döneklerin durumuna düşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar…” ( AEP Tarihi C. III, s. 125–126, Bora Yay.)
“Tıpkı modern revizyonizm gibi ‘dogmatizme karşı mücadele’ paslı silahına sarılan orta yolculuk ve tasfiyecilik bu demagojinin ardına saklanmaya çalışmıştı. AEP Tarihi’nde belirtildiği gibi, ‘Dogmatizme karşı mücadele’ her dönemdeki revizyonistlerin Marksizm–Leninizme karşı kullanmış oldukları eski ve iyi bilinen bir taktikti”r. (s. 65) Burjuvazi ve yeni burjuvazi, yeni burjuvazi ve modern revizyonizmin oportünist orta yolcu izleyicileri ‘Marksizm– Leninizmin güya zaman aşımına uğradığı, çağın gerisinde kaldığı ve XX. Yüzyılın yeni şartlarında onun temel tez ve ilkelerinin ‘yeniden yorumlanması’ gerektiği fikrini her tarafa yayarak gerçekte Marksizme saldırmaya ve onun temel ilkeleri üzerinde kafa karışıklığı yaratmaya’ (AEP VII. Kongre Raporu, s. 196) çalışmışlardır ve özellikle sosyal emperyalist kampın dağılmasıyla birlikte, içeriksel olarak aynı saldırı, yeniden ve daha güçlü gündemleşmiş bulunuyor. ‘XX. Yüzyılın yeni şartları’ yerini ‘XXI. Yüzyılın şartları’ ya da ‘ideolojik çerçevesi aşılmış, XX. yy’da kalmış, XXI. yy. yeni koşullarına ya da XXI. yy’da sosyalizmin yeni döneminin sorunlarına vb. yanıt vermeyen eskiye ait ideolojik–programatik çerçeveyi aşma’ demagojisi ardına gizlenmeye çalışarak Marksizm–Leninizm’e saldırmaya devam etmektedir. Saflarımızda da bunun ideolojik iz düşümlerine 90’lı yılların sonlarından başlayarak tanık olduk. Yapılacak tek şey, özeleştirel olarak söz konusu tasfiyeci revizyonist orta yolcu sapmayı düzeltmek olmalıdır. Tarihin dersleri bu bakımdan da biz komünistleri sarsması ve kendine getirmesi gerektiğine inanıyoruz.” (age., s. 314)
Marksizm’i, Marksizm-Leninizm’i bir çeşitlilik, kendisine “Marksist”, “Marksist-Leninist”, “sosyalist” diyen akımları da öyle kabul edip, bu akımları Marksist, Marksist-Leninist birer “mezhep” kabul edince saçmalamanın sonu gelmiyor. Hep birlikte okuyalım:
 “Kapitalist restorasyonu örgütleyen yeni tip burjuvazi, iyi niyetle girdiği arayışlarının kurbanı olmamıştır. (Yalçın) Küçük ise tersini düşünüyor. Bunu ayrıca, Kruşçev’in “Stalinist olmayan bir marksist–leninist arayış” olduğu tezinden de görebiliriz. “Stalinci” olmayan bu sözde Marksist–Leninist arayış tezi, çıplak bir biçimde, sosyalizmin hainlerini ve kapitalist restorasyonun ele başılarını ve revizyonist burjuvaziyi masum, dahası, Stalinci olmayan Marksist–Leninist arayışın temsilcisi olarak sunarak, Küçük, teoriye, tarihsel deneyime ve Marksizm–Leninizm’e karşı bağışlanamaz bir suç işliyor. Ama O, bundan hiç de rahatsız görünmüyor. Dahası O, bu saptama ve açılımlarıyla yaman bir derinlik sergilediğine inanıyor.
“Kuşçevlerin ve ardıllarının arayışları, Marksist–Leninist arayışlar, Marksist–Leninist olduğu düşünülen arayışlar falan değildi. Düpedüz, sosyalizmi tasfiye etme, kapitalizmi yeniden kurma ‘arayışları’ydı. Bu tanımlama ve çözümleme, modern revizyonizmi, Marksizm–Leninizm’in eğilimlerinden biri, Marksizm–Leninizm’in tabanı üzerinde bulunan bir çeşit Marksizm–Leninizm olarak gören tezin de bir yansıması ve somutlaşma biçimlerinden birisidir. Marksizm–Leninizm örtüsüyle ortaya çıkan bir dizi izm’ler (modern revizyonizm, Troçkizm, Maoizm vb.) Marksizm–Leninizm’in ret ve mahkum edilmesinin izm’leridir. Teorimizin yukarıdaki Marksist–Leninist saptamaları, tarihsel deneyim tarafından da kanıtlanmıştır. Küçük, bir zamanlar Gorbaçov’un ateşli destekçilerinden birisiydi. Ama sonra uyandı, desteğini kesti ve karşı saldırıya geçti. Küçük’ün bu ağır yalpalamasının temelinde yatan şey, O’nun revizyonist küçük burjuva sosyalizm anlayışıydı; O’nun öteden beri içerisinde yer aldığı TİP geleneğinin sosyalizm anlayışıydı. TİP hiçbir zaman modern revizyonizme karşı ilkeli bir tavır alamamıştı. Dahası, giderek Sovyet modern revizyonizminin uzantısı haline gelmişti.” (age., s. 405-406)
           “Kruşçevleri, Brejnevleri Marksist–Leninist, modern revizyonizmi Marksizm– Leninizm’in bir biçimi gören, Marksizm–Leninizm’in tabanı üzerinde duran bir akım olarak gören bir kafanın ve vb. kafaların bu devrimci olmayan, tarihsel ve sosyolojik olgularla ilişkisiz ve son derece çarpık saptamaları yapması anlaşılırdır ve elbette ki, bu kafa, olsa olsa, yalnızca mahkum edilir. Kitabımızın “II. Bölüm”ünde ortaya koyduğumuz ve kanıtladığımız gibi, yeni burjuvazinin kapitalist restorasyon programının daha etkin ve derinlemesine yürürlüğe girdiği dönem de Küçük’ün “son Bolşevik pratisyen” ilan ettiği Brejnev liderliği dönemidir üstelik. Fazla söze gerek var mı!..” (age., s. 409-410)
İnanacak olursak, artık eski “ideolojik merkezler” kalmamıştır. Böylece “eski fikir ayrılıkları” da önemsizleşerek aşılmıştır. Dolayısıyla görev, kendisini “Marksist” olarak gören, “Marksizmin ve sosyalizmin tabanı üzerinde duran” akımları (Marksizm’in değişik mezheplerini oluşturan akımları-“Mezhepçi Marksizm”) tek çatı altında toplamaktır. Buna karşı çıkmak “dogmatizm”dir, eskiyerek aşılmış “20. asrın” sosyalizmine saplanıp kalmaktır. O halde bu durum,  “21. asrın sosyalizmi”yle bağdaşmamaktadır vs. vb. Bu sözde değerlendirmeler, eleştiriler tasfiyeci revizyonizmin son birkaç on yılının başat iddiaları oldu. Marksizm-Leninizm’e, enternasyonal proletaryaya, uluslararası proleter devrime teorik-ideolojik düşmanlıkla belirlenen bu saçma sapan iddialar ne yazık ki, sanıldığından ve görünenden daha derin ve kapsamlı bir etki gücüne sahiptir.
Küçük burjuva sosyalizmini sosyalizm olarak lanse etmek, “sosyalizm” maskesine bürünmüş küçük burjuvazinin önderliğinde gerçekleşen ve demokratik kapitalist bir ekonomik toplumsal sistem kurmakla sonuçlanan anti-emperyalist demokratik devrimleri sosyalizm olarak propaganda etmek uzak geçmişten beri savunularak gelen bir oportünizmdir. Proletarya sosyalizmiyle küçük burjuva sosyalizmi arasındaki sınır çizgilerini ortadan kaldırmak şu ünlü değişik Marksizm’ler, Marksizm-Leninizm’ler olduğu, Marksizm’in bir çeşitlilik olduğu teorisiyle, “Ezilenlerin Marksizmi”yle, “ezilenlerin sosyalizmi”yle, “Mezhepçi Marksizm”le bağlı bakış açısıdır. Buna göre, Lenin-Stalin’in SSCB’si dışında Çin, Küba, Vietnam, Kuzey Kore, Nikaragua vb. gibi ülkeler de “sosyalist” ülkelerdi(r). Bu ülkelerde de sosyalizm kuruculuğu yaşanmıştır. Bu ülkelerde girişilen sosyalizm kuruculuğu, izlenen sosyalist modeller, işçi sınıfının, Marksizm’in, Marksizm-Leninizm’in, sosyalizmin değişik denemeleridir. Değişik “devrimci Marksist eğilimler” olması, bunun iç ve uluslararası komünist hareketin tarihinin evriminin değişik aşamalarında ortaya çıkması doğal ve kaçınılmazdır vb. Aşağıda, bu oportünist tasfiyeci bakış açısı ve yönelim, kitapta, şöyle eleştirilmektedir:
“Ayrıca, SBKP’de ve SSCB’de yeni tipten modern revizyonist karşı–devrimin 1956’da politik iktidarı gasp etmesinden sonra, ÇKP’nin Uluslararası Komünist Hareket’teki rolü konusundaki tasfiyeci revizyonist görüşler de eleştirilmelidir. Eleştirilmesi gereken tasfiyeci revizyonist analizler hem iç, hem de küresel alanda devrimci ve komünist hareketi ciddi bir şekilde etkilemektedir.
“İnanacak olursak, 20. Kongreyi onaylamış olmasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan Deklarasyon’a “Marksist devrimci eğilim”in mücadelesi damgasını vurmuştur. ÇKP’nin de Uluslararası Komünist Hareket’in yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan sorunlardaki teorik ve politik tavrı “Marksist devrimci eğilime” denk düşer*. (*Neden örneğin ‘Marksist–Leninist devrimci eğilim’ değil de sadece ‘Marksist devrimci eğilim’?!!! Post–modernizm ve post–Marksizmin, Leninizm’i, Leninist kavramını unutturmak için özel bir baskı örgütlediği son çeyrek yüzyılda, kendi öz literatürümüze sıkı sıkıya bağlı kalmamak, ‘Marksizm’, ‘Marksist eğilim’, bilmem ne Marksist kurumu, Marksist teori vbg. kavramlarla yetinmek, açık ki küreselleşmeci ideolojik liberalleşmeden, tasfiyeci oportünizmden çok ciddi bir etkilenmeyi, ideolojik yıpranmayı ve gerilemeyi ifade etmektedir. Yani bu, rastlantıyla ortaya çıkan bir tavır değildir! Özelde buna dikkat çekmek gerekmektedir.) Modern revizyonizmle ÇKP arasındaki mücadele, iki çizgi, burjuva revizyonist çizgiyle Marksist–Leninist çizgi arasındaki mücadeledir.1950’lerin ikinci yarısında başlayan ayrışma ve parçalanmanın temelinde iki çizgi mücadelesi durmaktadır. ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi karşısında SBKP/ Kruşçev’in gerici modern revizyonist çizgisi durmaktadır. ‘Halkın partisi’, ‘halkın devleti’, vb. revizyonist teorilerine karşı mücadele eden ÇKP ve AEP’in tavrı teorik bakımdan Marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise devrimcidir. ÇKP ve AEP’in bu revizyonist teorilere karşı mücadeledeki tavrı, egemen revizyonist kliğin SBKP’yi işçi sınıfının çıkarlarından koparma gerici yönelim ve programını, emperyalizmle uzlaşma çizgisini reddeder vb.
“Peki, gerçek durum nedir?” (s. 530)
 “ÇKP’nin niteliği hakkında söylenenler net değildir. Kimi yerde ‘Oysa 20. Kongreyi onaylamamasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan Deklarasyona Marksist devrimci eğilimin mücadelesi damgasını vurmuştur.’ deniliyor. Kimi yerde ‘Diğer yandan daha sonraki gelişimi ne olursa olsun ÇKP’nin de uluslararası komünist hareketin yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan sorunlardaki teorik ve politik tavrı Marksist devrimci eğilime denk düşer. ÇKP’nin devrimci eğilim içerisinde yer alması tesadüfi bir durum olarak kabul edilemez.’ deniyor. Kimi yerde ‘Kuşkusuz 1950’lerin ikinci yarısında başlayan ayrışma ve parçalanmanın temelinde iki çizgi mücadelesi durmaktadır. ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi karşısında SBKP/ Kruşçev’in gerici modern revizyonist çizgisi durmaktadır. ‘Halkın partisi’, ‘halkın devleti’ revizyonist teorilerine karşı mücadele eden ÇKP ve AEP’in tavrı teorik bakımdan marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise devrimcidir.’ deniliyor. Kimi yerde, ilerlemeye devam eden Çin devrimi ‘büyük ileri atılım’ın motivasyonuyla sosyalizmi kurma denemesi yaşamaktadır.’ deniyor.
“Belli bir sorunu tartışırken bu değerlendirmeler yapılmasına karşın, saptamalar genel ifadeler biçiminde de geçebiliyor. Bu saptamalardan ÇKP’nin komünist bir parti, Çin Devrimi’nin anti–emperyalist demokratik devrimden sosyalist devrime geçerek, ‘sosyalizmi kurma denemesi’ni yaşadığı sonucu çıkıyor. ‘UKH’nın yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan teorik ve politik Marksist devrimci eğilime denk’ düştüğü vs. değerlendirmeleri kendi içinde bir iç tutarlılık ama oportünist bir tutarlılık taşıyor ve yukarıdaki eleştirel değerlendirmemizi doğruluyor. Kanımızca bu duruş ve değerlendirmeler, ilkesizdir ve ideolojik uzlaşıcılığa, tasfiyeciliğe denk düşüyor. Oportünizm burada orta yolculuk biçiminde ortaya çıkıyor ve oportünizm zehirini komünist harekete yayıyor. Bunun da rastlantı eseri olarak ortaya çıkmadığını, aksine, sosyalizm sorunlarında komünist hareket içerisinde çoktan beridir ortaya çıkarak komünist hareketi silahsızlandıran, ‘dogmatizme’, ‘teorik tutuculuğa’, ‘muhafazakarlığa’ karşı 21. asrın sosyalizmini vs. üretme, teoriyi yenileme, deneylerden öğrenme sloganlarının ardına gizlenmiş olan ve komünist hareketin programının 20. asra ait olduğu, ‘ideolojik çerçevesinin’ aşıldığı türünden açık oportünist saptama ve eleştirilerle süregelen tasfiyeci oportünist sapmanın bir tezahürüdür. Bu sapmanın belgeli ortaya çıkmış olması sanırız yeni bir durumdur ve söz konusu sapmanın harekette yarattığı tahribatın çapının değişik biçimlerde etkili olduğunu gösteren bir örnektir.
“60 Deklarasyonu, Marksist–Leninist bir belge değildir. İşin bu yanını ayrıca ele alacağımızdan şimdilik geçiyoruz. 20 Kongre ve Kruşçev modern revizyonizmi karşısında AEP ve ÇKP’nin duruşu da aynı değildir. Tasfiyeci revizyonist zihniyet bunu da kavrayamıyor ve uzlaşıcı oportünist bir değerlendirme yapıyor. Bu gerçekleri de kavramıyor ve orta yolculuk olarak yansıyan oportünist bakış ve duruş burada da göz çıkarıyor.
“ÇKP ve AEP’i asgari müştereklerde birleştiren temel olgu, devrimciliktir. Ama bu devrimcilik tek tip bir devrimcilik değildir. Çünkü AEP Marksist–Leninist devrimciliği, proletarya sosyalizmini temsil ederken, ÇKP ve Maoizm’in devrimciliği küçük burjuva devrimci–demokrasisini temsil etmekteydi. ÇKP, Marksizm–Leninizm’den güçlü bir şekilde etkilenmiş olmakla birlikte Marksist– Leninist bir parti değildi. Sovyet modern revizyonizmiyle AEP arasındaki çizgi farklılığı, yeni burjuvaziyle proletarya, kapitalizm ile komünizm arasındaki çizgi farklılığına tekabül etmekteydi. Sovyet modern revizyonizmiyle ÇKP ve Çin Devrimi arasındaki çizgi farklılığı ise devrime ihanet, devrimleri tasfiye etme çizgisiyle devrimcilikte ısrar, devrimden, devrimlerden yana tavır takınma, Çin somutunda devrimci–demokratik diktatörlükte ve anti–emperyalist demokratik halkçı devrimin kazanımlarını koruma ve devrimi derinleştirmede ısrar çizgileri arasındaki farka tekabül etmekteydi. Oysa tasfiyecilik, bu temel gerçeği yok saymakta, üstelik ‘devrimcilik’ ve ‘Marksist devrimci eğilim’, ‘ÇKP’nin devrimci eğilim içinde yer alması’, ‘ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi’ gibi nitelemelerle iki partiyi aynı kefeye koyduğu gibi, aynı zamanda bu kavramlarla oynayarak sorunu belirsizleştirmeye de hizmet eden bir tavır içerisine de kaymaktadır. Ama bu yöntem tehlikeli ve hiçde ilkeli arı–duruluğa hizmet etmeyen bir yöntemdir de. Belirsizlik, çok uçlu anlatım, ilkesel ayrılıklar arasındaki temel farklılığı örtüleme girişimi, ne zaman ve nerden gelirse gelsin oportünizmdir.” (age., s. 533-534-535)
Evet, bir bilim, bir ideoloji, proletaryanın kurtuluş harekatının teorisi olarak Marksizm-Leninizm üç bileşeni alanında da geliştirilmeli, zenginleştirilmelidir. Fakat bu çalışmayı Marksizm öncesi sosyalizm teorilerine dönerek başaramayız. Bunu, emperyalizm ve proletarya devrimler çağındaki oportünist, revizyonist, reformist akımlara dümen kırarak yapamayız. Bu büyük devrimci görevi post’lu akımlara, onun bir biçimi olan “Ezilenlerin Marksizmi”ne dayanarak da gerçekleştiremeyiz. Bu akımların ıskartaya çıkmış teori ve tezlerini, eleştirilerini, pratiklerini rehber alarak bu, başarılamaz. Bu akımların teorik ve pratik duruşlarının sunduğu ve sunabileceği hiçbir komünist şey yoktur. Hiçbir zaman unutmamalıyız ki, “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz!” Marksizm-Leninizm’in ve Uluslararası Komünist Hareket’in tarihi bu bakımdan zengin ve derin derslerle doludur.