30 Ekim 2019 Çarşamba

PROLETARYA ve POSTMARKSİZM*
III
''Altı çizilerek okunmalıdır: Marks’ın, Lenin’in dört dörtlük yadsınması ve tasfiyesinden, tipik bir kokuşmuş burjuva liberalizmden başka bir şey olmayan post-Marksizme göre, sosyalist bir hareket, ekonomik, sınıfsal ve politik temellerinden ve tablodan bağımsız ya da özerk olarak ideolojik-siyasi olarak kendini oluşturabilir ve oluşturmalıdır; sosyalist hareketin ilkesel ve pratik-politik olarak sınıfla bağlı olması, sınıfı temsil etme iddiası gereksizdir, zorunlu değildir. İdeolojik ve siyasal çıkarlar söylem yoluyla kurulmalı ve kurgulanmalıdır. Onların maddi ve sınıfsal temellere oturması gerekmez; pratik-politik olarak örneğin işçi sınıfına dayanması gerekmez ve gerekmemelidir. Proleter sınıfın maddi çıkarlarını ifade eden, ona dayanan bir önderlik ve hegemonya perspektifi, çokluk üzerinde iktidarcı, totaliter, indirgemeci perspektiftir. Sosyalist hareket ezilenler/çokluk/çoğul değişken özneler içerisinde çalışmalı, tekil kimlikler üzerinden, anı yaşayarak siyaset yapmalıdır. Politik çalışma nerde güç olunabilecekse oraya yöneltilmelidir. Sınıf siyaseti bitmiştir; 20. asrın hegemonik paradigmasına dayanan ve onu ifade eden sınıf mücadelesine proletaryanın önderlik/öncülük etmesi perspektifi artık bitmiştir. Proletaryanın mücadelede, devrimlerde hegemonyasını kurması gerektiği şeklindeki eski Marksist teorinin sınıfa biçtiği ayrıcalıklı yer de kalmamıştır; işçi sınıfı da diğer ezilen toplumsal kategorilerden birisidir en fazlasından; aralarındaki ilişki eşitlik ve özgürlük ilişkisi olmalı; sosyalistler, bu temelde, 'çokluk'a dönük çalışmalıdırlar. Ezilenler arasında hegemonik ve hiyerarşik paradigma dogmatizmdir, muhafazakarlıktır, anomalidir, anakroniktir. 'Eşdeğer farklılıklar' arasına hiyerarşiyi koymayalım. Söylem yoluyla üretilmiş totaliter, otoriter bakış açılarından kopalım. Ezilenler içinde ya da çokluk içinde modernist iktidar ilişkileri (önderlik, hegemonya vb.) kurmayalım. 20. yüzyılın sosyalizm deneyleri de proletaryanın ve ideolojisinin iflas ettiği, infilak ettiği bir yüz yıldır. Sınıf hiçbir zaman iddia edildiği gibi devrimci bir tarihsel rol falan da oynamamıştır; sınıfa neden güveniyorsunuz ki! Sizin sınıf dediğiniz artık 'çokluk'tur. 'Çokluk'a dönük çalışın ama bu da zaten sosyalist çalışmadır. Sınıf ve sınıf siyaseti artık ölmüştür, anlayın artık bunu canım! Üstelik bu perspektif, Marks-Engels’in Komünist Manifestosu’ndan daha radikal, daha militan bir Komünist Manifesto’dur; bu, çağımızın Manifestosu’dur. Bırakın şu dinozorluğu; muhafazakar olmayın, doktriner direnişinizden vazgeçin artık; direnmeyin yeni çağın Komünist Manifesto’suna karşı. Sizleri anlamak mümkün değil doğrusu!!! Modernizmin dünyasından, o dünyanın bir kolu, bir biçimi olan 'sınıfçı Marksizm'den, 'dogmatik Marksizm'den, 'mezhepçi Marksizm'den, Marksizm-Leninizm’den, 'Stalinizm'den kopalım artık. Lütfen proletaryaya önderlik rolü biçerek, sınıf hareketine dayanan bir sosyalist çalışma inşa ederek 'çokluk'u, 'çokluk'un işçiler dışındaki diğer 'ezilen' kesim ve kategorilerini ötekileştirmeyelim; önemli olan söylemdir pratik değil, söylem eylemi de belirler, her şey söylemdir, dildir, dilin de kemiği yoktur, anlayın lütfen vs. vs. İşte böyle!''
''Demek ki, maddi bir güç olarak, dünyayı değiştirecek tek sınıf olarak işçi sınıfını temel alarak, pratik tutarlılıkla sınıf hareketine bağlanmak yerine, söylemle, 'çokluk'a, yani 'ezilenler'e dönük söylem düzeyinde sosyalist politika yapmak; sınıf hareketine dayanan bir 'söylem', propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve eylem yerine, sosyalizm adına çokluğa ('ezilenler'e) dönük genel politika yapmak Marksizm-Leninizm değil, post-modernizm, post-Marksizmdir. Demek ki maddi olarak sınıf hareketine dayanan, sınıfın önderlik misyonu temelinde emekçilerle, ezilenlerle ilişkilenmenin reddi tipik bir oportünizm ve inkarcılıktır. Demek ki bu, sınıf siyasetinin tasfiyesi, sınıfa dayanarak ezilenler dünyasına önderlik etme siyasetinin tasfiyesi; sınıfın, herhangi bir devrimci özne olarak ele alınması; sınıfın, diğer sınıf ve tabakalar karşısında özel, temel, ayrıcalıklı tarihsel misyonunun ve güncel pratik duruşunun yadsınmasından başka bir şey değildir.
''Demek ki, teori ile pratiğin birliğine (söz ile eylemin birliği!) dayanmayan, işçi sınıfına dayanmayan, ısrarla, istikrarlı bir tarzda komünist işçi hareketi yaratmaya yönelmeyen ve dayanmayan, biz zaten komünistiz, komünist hareketin çalışması zaten işçi çalışmasıdır özlü tez, halkçı oportünizmin ideolojik öncülük (ki bunun bilinen en önemli ve başta savunucusu Mahir Çayan’dır) teorisinin, stratejisinin, taktiğinin, daha güncel olarak, tasfiyeci post-modernizmin damgasını taşımaktadır.''
Oysa ''Komünist hareket, yalnızca teorik, programatik ve stratejik söylemiyle değil, aynı zamanda bunlarla tutarlı olarak pratik-politik gelişme hattındaki duruşu ve yönelimiyle de (söz ile eylemin birliği!) küçük burjuva demokrasisinin öteki eğilimleriyle kendi arasındaki sınır çizgilerini ortaya koymak; işçi sınıfına dayanan bir politik güç kimliği ile bu ayrımı netleştirmek, dost ve düşman önünde sınıfı temsil eden ve sınıf hareketine dayanarak halkların ve ezilenlerin mücadelesine öncülük yapan bir politik güç olduğunu kanıtlamak zorundadır. İşte devrimci ve komünist tarihimiz boyunca çözmediğimiz, çözemediğimiz ana sorun buradadır ya da sorunun kendisi budur! Ki burada da, yalnız teorik değil, pratik tutarlılıktan da uzaksan, bu durumda, ezilenlerin başına, proletaryayı eklemek de ('proletarya ve ezilenler'!) anlamlı bir duruş değildir.'' (Hasan Ozan, Kesintisiz Devrim ve İktidar Sorunu, Sınırsız Kitap ve Yayıncılık, 2014)
Lenin, Bolşevizm, ''özsel olarak, daima, tutarlı bir proleter sınıf savaşımının koşullarına ve gereklerine yan çizen küçük burjuva devrimciliğine karşı uzun yıllar süren bir savaşım içinde büyümüş, oluşmuş ve gelişmiştir'' der. Bu, her komünist partisinin tarihsel ve politik arenada karşılaştığı ve çözmek zorunda olduğu bir sorun ve görevidir. Böyle bir savaşım olmadan da herhangi bir komünist partisinin gelişip olgunlaşması vb. bir yana, kendini koruması bile olanaklı değildir.

IV
Marksizm Leninizm'i, ''işçicilik''ten, ''sınıf indirgemecilikten'', ''işçici sosyalizm''den, ''ezilenlere karşı ilgisizlik''ten kurtarmaktan bahsedenler tipik postMarksistlerdir. Hangi renk ve ton altında ortaya çıkarsa çıksın postMarksistler ısrarla, ''Marksizmi sınıfçı Marksizm''den, ''işçici Marksizm''den, ''dogmatik Marksizm''den, ''dar Marksizm''den, ''mezhepçi Marksizm''den, ''Ortodoks Marksizm''den, ''heterodoks ya da heretik Marksizm''den, ''pozitifist Marksizm''den, ''determenist, modernist Marksizm''den,'' arındırmaktan, ''pozitivist falcılıktan'' kurtarmak gerektiği propagandası yapmaktadırlar. "Marksizmi, Marksizmin Bolşevik versiyonu" nundan, yani Marksizmi-Leninizm'den arındırarak, ''Stalinizm''den kurtararak, ''yaratıcı Marksizm''e dayanarak Marksizmi yenilemek gerektiğini vurguluyorlar. ''21. yüzyılın sosyalizmi'' maskesi giyerek, ''Devrimci Marksizm''i geliştirmekten, ''Marksizm çelişkili bir öğretidir, onu çelişkilerinden arındırmak lazım'' propagandasıyla Marksizm-Leninizm'e karşı dizginsiz bir ideolojik saldırı gerçekleştiriyorlar. ''Doğu Marksizmi'', ''Batı Marksizmi'', ''Ezilenlerin Marksizmi'', ''Milli Marksizm'' vs. üzerine kalem oynatıyorlar. Marksizm-Leninizm'e ait olmayan, Uluslararası Komünist Hareket'in tarihsel gerçeğiyle ilişkisi olmayan sayısız ''fikir'' vb. öyleymiş gibi lanse ediliyor ve sonra saldırıya geçiliyor... Açık ki, her renk ve tondan tasfiyeciler, kaba ya da ince biçimlerde, ilk anda ya da son tahlilde Marksizm-Leninizm karşıtlığında birleşmektedirler. Bu güruh, uluslararası sermayenin ideolojik saldırı karargahından beslenmektedir...
Bu güruh, Marksizm-Leninizm'e dönük saldırılarını binbir formülasyonun, sloganının arkasına sığınarak gerçekleştirmektedir. ''Marksizmi'' yenileme, yeniden yorumlama, geliştirme adına ortaya çıkarak onu açık ya da kapalı bir tarzda red ve inkar etmektedir. Burjuva ve küçük burjuva sosyalizm anlayışı kutsanmaktadır. Emperyalist dünya sistemine yedeklenen ve onlar tarafından desteklenen bu süprüntüye karşı uzlaşmaz ve yaratıcı bir ideolojik mücadele yürütmek Marksist Leninist Komünistlerin görevidir. Fakat bu rüzgarlardan etkilenip, ''yaratıcı Marksizm'' adına öyle ya da böyle teorileştirmelerle uğraşmak, doğal ve kaçınılmaz olarak, komünistlerin sistematik ideolojik mücadele görevlerini yerine getirmesini de önler ve önlemektedir. Teoriyi ihmal ederek, bilmem kaçıncı derece ''önem'' vererek komünistler ideolojik mücadele görevlerini de zaten yerine getiremezler.
Lenin'i, emperyalizm ve proleter devrimler çağının Marksizmi olan Leninizm'i, Ekim Devrimi'ni ve sosyalist inşanın tarihsel başarı ve kazanımlarını unutturmak, revize etmek değişik renk ve tonlarda ortaya çıkan burjuva ve küçük burjuva ideolojik akıntının temel noktasıdır. Ve onlar, Mark-Engels'de, Marksizm'de asıl şey olan şeyi, proletarya diktatörlüğünü yadsıyarak görünüşte Marksizm'e sahip çıkar görünüp Marksizm-Leninizm'e saldırmaktadırlar. Aynı demagoji ve manipülasyonu ''Stalinizme karşı mücadele'' kılıfı altında da gerçekleştirmektedirler. Teorinin geliştirilememesi, proleteryanın tarihsel mücadelesinin deneyimlerinin eleştirel dersleriyle silahlanamamak, dünya komünistlerinin alabildiğine dağınık ve zayıf oluşu her bakımdan söz konusu burjuva cepheden gelen ideolojik ve siyasal saldırıların etkili olmasında özel bir yere ve role sahiptir...
Oportünizm hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, içeriği, kendiliğinden hareket önünde secdeye geliştir. Bu nesnel olgu, revizyonizmin, oportünizmin sağ ve ''sol'' biçimlerininin Marksizm-Leninizm karşısında birleştiği temeldir. Bu tarihsel, uluslararası ve güncel olgu, burjuva dünyası tarafından kuşatılmış ve her saniye baskı ve saldırı altında tutulan enternasyonal proletaryanın komünist öncülüğünün tasfiyesini, yerine burjuvaziye ve küçük burjuvaziye yedeklenmiş bir sınıf inşa etme amacıyla bağlıdır.
Oportünizm ve tasfiyeciliğin her biçimine karşı mücadeleden bahsederken Lenin’in şu sözlerini de bir an olsun bile akıldan çıkarmamalıyız:
Oportünizmle savaştan sözederken, bugünkü oportünizmin her alanda gösterdiği karakteristik bir özelliğini, yani bulanıklığını, şekilsizliğini kaypaklığını hiç akıldan çıkarmamalıyız. Oportünist kişi, yapısı gereği, her zaman açık ve kararlı bir tutum takınmaktan kaçınacaktır; her zaman orta yolu arayacaktır; her zaman birbirine karşıt görüşler arasında bir yılan gibi kıvır-kıvır gidip gelecek, her ikisiyle ‘görüş birliği’ içinde olmaya ve fikir ayrılıklarını küçük değişikliklere, kuşkulara, masum ve dindarca öğütlere, vb. indirgemeye çalışacaktır.” (Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 253)
*Yazının devamıdır.





29 Ekim 2019 Salı

''SOÇİ MUTABAKATI''...
IV
TC ve Saray cuntası, Soçi anlaşmasında vurgulanan ''Adana Mutabakatı''na******* bir kez daha evet demek zorunda kaldı. Bu evet, cuntanın, meşru olmadığını sürekli vurguladığı Suriye rejimine doğru atmak zorunda kaldığı ya da kalacağı adımların ifadesidir. Saray cuntasının Suriye rejimiyle ilişkileri hala dolaylı olarak sürmektedir. Bu ilişkilerinin giderek yerini, Erdoğan cuntasının isteksizliğine karşın, adım adım doğrudan görüşmelere bırakması kaçınılmaz gözüküyor. Bu gelişme, Suriye'yi kan ve ateşe boğan sömürgeci faşist diktatörlüğün Esad rejimini yıkma stratejisinin başarısızlığının yüzüne bir tokat olarak inmesi demektir. Çünkü doğrudan görüşmelerin başlaması demek TC'nin Suriye rejimini yeniden tanıması anlamına gelmektedir.
TC'nin ve katillerin başı Erdoğan'ın evet demek zorunda kaldığı ''Adana Mutabakatı''nda TC'nin ''milli güvenliğinin teröristler'' tarafından tehdit edilmesi durumunda Suriye'nin en fazla 5 km derinliğine (ki bu konuda bile hala net bir açıklama yok) operasyon yapabileceği sınırlaması getirilmiştir. Rejimin (ve bağlaşıklarının) konumlarını sağlamlaştırdıktan sonra, artık tehdit-mehdit yok, hadi kendi sınırlarına dön diyeceği açıktır.
Soçi'de Esad-Putin görüşmeleri sürerken Esad İdlib'i ziyaret etti. Ziyaret esnasında Türk burjuva devleti hakkında sert açıklamalar yaptı. Bu ziyaretin ve açıklamaların Rusya'nın onayıyla gerçekleştirildiği açıktır. Bu açıklamalar Rusya-İran-Esad'ın TC'ye verdiği mesajlardı. Soçi'de yapılan görüşmelerde Erdoğan cuntasının İdlib ve ''Suriye Milli Ordusu'' olarak lanse ettiği başı bozuk cinayet şebekeleri bağlamında verdiği sözlerin ve tavizlerin ne olduğu ise hala bilinmiyor. Bir koyup (sabırla beklemesini bilerek) üç almasını bilen Rusya'nın dinci faşist diktaya neler dayattığını, hangi tavizleri kopardığını ancak daha sonraki süreçte öğrenebileceğiz.
''Suriye'nin Kuvayı Milliye''si (Suriye Milli Ordusu) ilan edilen ve mevcudu 110 bin kişi olduğu söylenen cihatçı çete koalisyonun sömürgeci faşist diktatörlük ve Erdoğan cuntası tarafından kullanılmaktadır. Bu çetelerin Rusya-rejim tarafından ise mutlaka dağıtılması, ezilmesi gereken piyonlar olarak görüldüğünü hepimiz biliyoruz. Kuşkusuz Saray cuntası bu çete sürülerini sonuna dek kullanmaktan vazgeçmek istemeyecek, gönüllü olarak da dağıtmayacaktır. Ancak Rusya'nın bu işin peşini bırakmayacağını biliyoruz. Kaldı ki, bu çetelerin varlığının daha sonraki süreçte başlarına iş açabileceği korkusundan dolayı AB de, şimdilik göz yumsa da, gelecek açısından tavırsız kalmayacaktır.
Dünya çapında, gerek ''ÖSO'' gerekse de İdlib'te yer alan çetelerin en büyük destekçisinin Türk devleti ve Erdoğan cuntası olduğu bugün daha net açığa çıkmış bulunuyor. Son olarak IŞİD/İD halifesi Ebu-Bekir El Bağdadi'nin Erdoğan cuntasının ve ordusunun doğrudan işgali altında olan ve Türkiye sınırlarına yakın bir yerde saklanırken öldürülmesi de******** bu bağıntıyı dünyanın gözü önüne daha çarpıcı bir şekilde serdi.
V
Vurgulamak gerekir ki Esad rejimi Arap burjuvazisinin diktatörlüğüdür. İdeolojisi de Arap gerici milliyetçiliğidir. Esad rejimi, en güçsüz olduğu dönemde bile haklarını tanıyarak Kürtlerle bir birleşik cephe kurmaya yanaşmadı. Rejimin eli yeteri kadar güçlendikten sonra da Kürtlere dostça davranmayacağı açık ve kesindir. Verilmek zorunda kalınacak tavizler bile ilk fırsatta yeniden gaspedilmek istenecektir. Yani her durumda da Kürtler ve halklar kazanımlarını korumak ve büyütmek için militanca mücadele etmek zorundadırlar. Rejimin yanı sıra ne Rusya'nın ne de İran'ın Suriye'yi demokratikleştirmek gibi bir projesi yoktur. Bu tip liberal burjuva beklentiler sadece daha ağır kayıplara yol açacaktır. Hem Suriye'de hem de Kürdistan'ın diğer parçalarında Kürt ulusal demokratik devrimini halklarla birleşik yürütmek; Ortadoğu'da, uluslararası alanda en geniş cephesel birlikleri kurup geliştirerek haklı savaşı yükseltmek tek seçenektir. Demokratik, halkçı, devrimci bir çözüm sadece ve sadece sömürgeci ve gerici haksız savaşlara karşı haklı savaşları yükseltmek ve zaferle taçlandırmakla kazanılabilir.
Rejim ve egemen Arap burjuvazisi için özel önem taşıyan bir olgu da petrol yataklarının Suriye Kürdistanı (Rojava), DSG etki alanı içerisinde olmasıdır. Dünya ekonomisi bakımdan önem taşımayan ama Suriye'nin kapitalist ekonomisi için yaşamsal önemde olan petrol kaynaklarının rejim tarafından Kürtlerin denetimine bırakılmak istenmeyeceği vurgulanmalıdır. Bu olgu rejimin Kürt kazanımlarının gaspına dayanan saldırganlığının özel bir vesilesi olacaktır.
Esad rejimi, SDG'nin geri çekilmesine ve ağır bir darbe almasına yol açan ABD-TC, Rusya-TC arasında imzalanan iki anlaşmanın avantajlarını gelecek planları bakımından özel olarak değerlendirecektir.
YPG, SDG Türk ordusunun işgaliyle, ağır bir mevzi kaybına uğramakla birlikte, Rojava devriminin yenildiği saptaması erken ve yanlış bir değerlendirmedir. Süreç, düz bir şekilde değil, inişler ve çıkışlarla, ileri hamlelerle, geri çekilmelerle dolu karmaşık bir süreçtir ve karmaşık bir süreç biçiminde de gelişecektir. Süreç özgün biçimler alarak sürmekte ve DSG yeni manevralarla kendine alan açmaya çalışmakta ya da açacaktır. SDG kaybedilen mevzileri kazanma mücadelesini sürdürecektir.
Suriye'de Kürt sorunun nasıl çözülebileceği henüz netleşmiş değildir; aksine ucu açık çok yönlü bir sorun durumunda. Nihai sonucun nasıl şekilleneceğine dair kesin çıkarımlar şimdilik olanaklı değildir. Ama ne Suriye'de ne de küresel alanda YPG-YPJ-SDG, Suriye Kürtleri görmezden gelinerek Suriye sorunun çözümü olanaklı değildir. Dört parça Kürdistan'a yayılmış Kürt direniş gücü, elde ettiği mevziler, uluslararası alanda kazandığı dayanışma dikkate alındığında bu olguyu görmek olanaklıdır. Ortadoğu'da Kürt sorunu ve direnişi, sadece Kürt sorunu ve direnişi olmaktan çıkarak dünya halklarının sorununa dönüşmüştür. Kürt direnişinde kadın direnişi gerçeği de küresel çapta özel bir etki gücü yaratmıştır. Hareketin demokratik seküler politik karakterinin özel bir sempati, destek, dayanışma konusu olduğunun da altı çizilmelidir.
Ortadoğu'da fay hatları bir kez kırılmıştır. Kürtler tarih sahnesine direnişleriyle çıkmıştır. Sykes-Picot Anlaşması zamanını çoktan doldurulup aşılmıştır. Artık geriye dönüş yok. Ortadoğu'nun yeniden paylaşımı kavgası keskinleşerek sürecektir. Üstelik sorun dar anlamıyla Ortadoğu'nun paylaşımıyla da sınırlı değildir. Mesele çok kutuplu dünya gerçeğinin giderek keskinleşmesiyle, küresel alanda daha da derinleşip genişleyip sertleşen emperyalist hegemonya ve rekabet mücadeleleriyle bağlıdır. Güncel olarak Ortadoğu'nun öne çıkmış olması söz konusu mücadelenin bir gereği ve gereksinimidir.
Yukarıdaki tabloyla bağlı ele aldığımızda, Ortadoğu'da Kürt sorununun basit bir çözümü olmadığı, aksine, son derece karmaşık ve zor bir sorun olarak dünyanın gündemine girdiğini vurgulamak lazım. Bu bağıntıda, Rojava devrimi somutunda Kürt sorununun daha özel biçimlerde uluslararasılaşmasında IŞİD'in, radikal cihatçı katiller ordusunun yenilgiye uğratılması, ''Halifeliğin Başkent''i ilan edilen Rakka'nın kurtarılması, kadın direnişçi kimliğin güçlü bir destek ve dayanışma kazanması, Ezidi soykırımına müdahale edilmesinin yarattığı haklı itibar ve destek son derece temel bir yerde durmaktadır. Ancak, aynı destek ve dayanışmanın bir İran, bir Türkiye cephesi Kürtleri ve mücadeleleri söz konusu olunca daha farklı olduğunu görmek ve tek yanlı abartılı değerlendirmelere sürüklenmemek gerekir.
Rojava Devrimi'nin zaferi ve kazanımları, sonuç ne olursa olsun, Ortadoğu'da Kürt dinamiğinin daha çarpıcı açığa çıkarak dünyanın gündemine güçlü bir şekilde girmesinde özel bir rol oynamıştır. Ortadoğu'da Kürt mücadelesinin önünün daha güçlü bir şekilde açılmasını sağlamıştır. Böylece, başta Kuzey Kürdistan olmak üzere, bölgesel çapta mücadele eden Kürt ulusal hareketinin küresel alanda kendini kabul ettirme, güçlü bir destek ve dayanışma kazanma kudreti de artmıştır. Rojava devrimi gerçeğinin özgülünde de Kürt sorununun sadece bir parçadaki çözümle sınırlı bir sorun olmadığı ve olmayacağı görülmüştür.
Kürt ulusu, Türk-Arap-Fars gericiliği tarafından kuşatılmıştır. Kürtlerin bu tarihsel ve güncel gerçeği Ortadoğu halklarıyla birleşik mücadele yolunda ısrarını koşullamaktadır. Dahası Kürt sorununun devrimci nitelikte nihai çözümü, bölgesel devrimin zaferinden geçmektedir. Evet, Kürt ulusal devrimi doğal olarak eşitsiz gelişmektedir ve gelişecektir. Bölge devrimi için de aynı olgu geçerlidir ancak, buna rağmen bölgesel düzeyde ve uluslararası düzeyde en geniş demokratik, halkçı, devrimci enternasyonal cephesel birlikler çizgisinde yürümekten başka bir yol yoktur. Barzanileşmemek için de çözüm yolu buradan geçmektedir.
VI
Rus ve TC mutabakatı, Rus emperyalizminin Suriye'deki en önemli aktör olduğunu bir kez daha gösterdi. Önümüzdeki süreçte Rusya'nın bu pozisyonunun güçleneceği de açıktır.
Rus-Çin-İran bloğu Suriye'nin siyasi birliğinin korunmasından yanadır. ABD-TC-İsrail ise Suriye'nin toprak ve siyasi birliğinin parçalanmasından yana. Birinci durum birinci bloğun Suriye'de (ve Ortadoğu'da) kesin hegemonyasını gerçekleştirme stratejisi ve devletsel çıkarlarıyla, ikinci durum ise söz konusu bloğun Rusya'nın (ve bağlaşıklarının) Suriye'de (ve Ortadoğu'da, Doğu Ak Deniz'deki) etkinliğini geriletme, etkisizleştirme çıkarları ve rekabetiyle bağlıdır. Bu bağıntıda TC için önem taşıyan özgün yan ise, bu parçalanmanın Kürtlere herhangi bir kazanım sağlamadan gerçekleşmesidir.
Bu bağlamda sürmekte olan hegemonya ve rekabet mücadelesinde başarıyla ilerleyen güç Rusya-İran ittifakıdır. Bu aşamadan sonra ABD bloğunun Suriye rejimini Batı emperyalizmine bağımlı hale getirerek dizayn etme stratejisinin başarılı olma şansı kalmamıştır. Rusya Suriye'deki çıkarlarını ve hegemonyasını yeni manevralar ve yönelimlerle pekiştirecektir. Ancak ABD liderliğindeki bloğ emperyalist ve gerici çıkarları için özelde Suriye'yi karıştırmaya, pazarlık kozları yaratmaya vb. devam edecektir. NATO'nun, Alman emperyalizminin önerisiyle, oybirliğiyle aldığı ''Suriye'de Güvenli Bölge Kurma'' kararı da bunun en son örneğidir.
VII
Erdoğan cuntası, başta iliklerine dek çürümüş tetikçi medya gücü olmak üzere elinde tuttuğu tüm imkanlara dayanarak son işgal harekatını büyük komutanın, halifenin, peygamberin, dünya liderinin başarısı olarak pazarlamaktadır iç kamuoyuna. Erdoğan, hem Trump'u hem de Putin'i hizaya sokan ve istediklerini alan yüce ve güçlü şahsiyet vs. olarak lanse edilmektedir.
Erdoğan dinci faşist cuntası, söz konusu psikolojik savaşla, içerde devlet terörünü, her türlü muhalefeti ezme politikasını meşrulaştırmaya, olası seçimleri kazanmayı garantilemeye çalışmaktadır. Bu demagoji ve saldırganlığın da miadını doldurmaya doğru gittiğini söyleyebiliriz. Cuntanın işgal ve imha siyasetinin içerde arzuladığı desteği sağlamaktan uzak olduğu görülüyor.
Coğrafyamızın halkları cuntanın iç kamuoyundan saklama çabasına karşın yine de bazı gerçekleri daha fazla görmeye başlamıştır. Özellikle şövenizmin etkisi altında olan kitleler, söz gelimi, dünya halkları nezdinde Kürtlerin davasının gittikçe büyüyen bir destek ve dayanışma kazandığını görmektedir.
TC'nin kimyasal silah kullanmak, sivilleri katletmek, yüzbinleri göçe mecbur bırakmak, savaş kurallarını ihlal etmek gibi uluslararası suçları daha fazla gündemleşmektedir. İçerdeki dezenformasyona ve devlet terörüne karşın, bu gelişmeler, iç kamuoyunda giderek daha geniş kesimler tarafından öğrenilmektedir. Bu durum içerde cuntanın temellerinin zayıflamasına ve kitlelerin devrimci tepkisinin büyümesine yol açmaktadır. Türkiye halkları devrimci-demokratik ve sosyalist propaganda ve ajitasyona daha açık hale gelmektedir. Ortadoğu'da, Suriye'de fetih harekatları ve fetih demagojisi ekonomik, siyasi krizin, toplumsal yozlaşmanın ağır ve yıkıcı cenderisinde etki gücünü giderek daha fazla kaybedecektir. Yani ''Mızrak çuvala sığmıyor.''
Dinci faşist Hitler taslağı Erdoğan'ın, BM 74. Genel Kurulu'nda "IŞİD tehdidinden en çok zarar gören ülkeyiz" demagojisi eşliğinde, 30 kilometre derinliğinde, 480 kilometre uzunluğundaki haritayı havaya kaldırarak işgal planını resmen deklare etmesi Türk sermaye devletinin planıydı. O ve dikta bu planından vazgeçmiş değildir; ama giderek Suriye'de dilediğince at koşturamayacağı da açığa çıkmıştır. Osmanlı topraklarını ''yaşam alanı'' olarak ilan etmiş olan dinsel faşist diktatörlüğün (ve IŞİD/ISIS/DEAŞ/İD zihniyetli) elebaşının Ortadoğu'da giriştiği maceraların biraz ileride dönüp kendisini daha çıplak vuracağına hep birlikte şahit olacağız.


*******Madde 4: “Her iki taraf Adana Anlaşması’nın önemini teyit eder. Rusya Federasyonu mevcut koşullarda Adana Anlaşması’nın uygulanmasını kolaylaştıracaktır.”
******** Bkz QSD Genel Komutanlığı'nın yaptığı açıklamaya; ANF, HESEKÊ , Pazar, 27 Eki 2019, 18:05





27 Ekim 2019 Pazar

''SOÇİ MUTABAKATI''...
TC ile Rusya arasında, 22 Ekim 2019 tarihinde Soçi'de yapılan görüşme bir mutabakatla (anlaşma) sonlandı. Mutakabat 10 maddeden oluşuyor. Bu mutabakatla (DSG'nin de onayladığı ABD-TC mutabakatıyla sağlanan) ateşkes, 29 Ekim'e kadar uzatılmış oldu. Nitekim TC de askeri harekatın son bulduğunu açıkladı. (Buna karşın işgal bölgesinde Türk ordusu ve çetelerin saldırıları değişik biçimlerde sürmektedir.)
I
''Soçi Mutabakatı''nın asıl kazananı Rusya olmuştur. Rusya bir inisiyatif merkezi olarak daha fazla öne çıkmış, Suriye rejiminin etki alanı daha fazla büyümüş, Erdoğan cuntası Rusya'ya daha bağımlı hale gelmiştir. Kürtlerin haklarınının gözetildiği ve gözetileceği açıklaması ile Putin Kürt sorununda daha fazla muhattaplaşacaktır. Bu anlaşmadan Suriye rejimi de kazançlı çıkmıştır. TC ise isteklerinin ancak bir kısmını elde etmiştir. En büyük darbeyi ise Kürtler ve özerk bölge almıştır. DSG anlaşmanın bazı maddelerine karşı olduğunu* dünya kamuoyuna açıklamış bulunuyor. Kandil'in tepkisi ise daha sert olmuştur.** Anlaşmada TC'nin öteden beri ısrarla istediği ''güvenli bölge'' talebi karşılık bulamamıştır.
II
Gerek ABD gerekse Rusya ile yapılan anlaşmalar*** devrimci Rojava gerçeğini tasfiye etmede birleşmektedir. Bu gerçeğin çıplak bir şekilde vurgulanması gerekir. Herbir taraf Kürtlere teslimiyet dayatma ve kendilerine yedekleme peşindedir. Türk ordusunun işgal ettiği bölgelerin TC'nin ABD ve Rusya'yla yaptığı anlaşmalarla onanması bu olguyu göstermektedir. Rekabet halinde olan kuvvetler Türk sermaye devletini, Kürtleri terbiye etmede bir sopa olarak kullanmaktadırlar. Denetimli olsa da Türk egemen sınıflarının Suriye'de önünün açılması bu tabloyla bağlı.
III
TC askeri harekatı, SDG'nin sert direniş kalesine çarptığı ve Rusya bloğunun baskısı nedeniyle durmak zorunda kaldı. Ancak ABD'den sonra Rusya da ''Soçi Mutabakatı''yla şimdilik sömürgeci faşist diktatörlüğün işgalini onaylamış oldu. Bu gelişme Rojava devrimi, özerk bölge ve DSG için ciddi bir kayıptır. TC işgalle Fırat'ın doğusu ve batısı arasında kalan DSG'nin etki alanının içerisine bir kama gibi saplandı ve iki ucu birbirinden yalıttı. Bu tablonun Rojava devrimini, Kuzey-Doğu Suriye'deki direniş cephesini zayıf düşürdüğü, yeni ve ağır sorunlara yol açtığı ve açacağı, rejim karşısında da YPG'nin başını çektiği DSG'nin elini zayıflattığı söylenmelidir. Bu durumun sahadaki politik ve askeri güçler dengesiyle bağlı olduğu açıktır.
Soçi anlaşmasıyla TC, bazı kazanımlarına karşın, İdlib'den sonra Fırat'ın Doğusu'nda da Rusya'ya bağımlı hale geldi. Erdoğan cuntası, İdlib'ten sonra, Fırat'ın doğusunda da dilediği gibi at koşturamayacak. Rusya'ya ve bağlaşıklarına rağmen at oynatamayacak. Anlaşmanın Fırat'ın Doğusu'nda Rusya'ya ve Suriye rejimine inisiyatif alanı açtığı, etki sahasını genişlettiği açıktır.
SDG'nin bundan sonra Rusya ve rejimle ilişkileri kaçınılmaz olarak daha fazla gelişecektir. Rusya TC'den farklı olarak SDG'yi terörist görmemektedir. Anlaşmada geçen teröre karşı mücadeleden tarafların farklı şeyleri anladıkları kesindir.**** En azından bugün için tablo bu.
''Soçi Mutabakatı'', Erdoğan cuntasının ''sonuna kadar gideceğiz'', tek bir Kürt/terörist sağ bırakmayacağız, oralar benim babamın çitliği, 3 milyon cihatçıyı TOKİ aracılığıyla saraylar yapıp yerleştireceğiz, kuklalarla oraları yöneteceğiz, 12 askeri gözlem noktası kuracağız vs. dediği hedeflerinin tutmadığı ve tutmayacağını açığa çıkarmıştır.
''Mülteci sorunu''nun sorumlusu emperyalizm, bölge devletleri, İslamcı cihatçı çeteler ve özelde de Türk sermaye devletidir. Katil Erdoğan rejimi bu sorunu bir silah olarak kullanmaya devam etmektedir. Mültecileri özellikle AB'ye karşı etkili bir şantaj aracı olarak kullanmaya devam etse de Suriye'nin içine isteği gibi oynayamayacaktır. Erdoğan diktatörlüğünün büyük bir şatafatla ilan edegeldiği “güvenli bölgeye 3 milyon mülteciyi iskan edeceğiz'' açıklaması ve hedefi boşa çıkarak anlaşmada ''gönüllü olarak döneceklerin yerleştirilmesi''ne dönüşmüştür.
Anlaşmaya göre, TC'nin işgal ettiği bölgenin doğusunda kalan bölgede YPG güçleri sınırın 30 kilometre güneyine çekilecek. Menbic ve Tel Rıfat’dan YPG güçleri çıkarılacak. Bu bölgeler Rusya ve Suriye ordusuna terk edilecek.***** Türkiye ve Rusya mutabakatın uygulanmasını denetlemek üzere ''müşterek denetim merkezi'' kurulacak. Bu merkezin ağırlığının Rusya'da olacağı, Rusya'nın TC'yi sıkı kontrol altında tutmasını sağlayacağı açıktır.
Anlaşmada yer alan Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün korunması vurgusu****** aynı zamanda TC'nin Suriye'de kalıcı olamayacağı anlamına gelmektedir. TC de bunun farkında ve görünüşte onaylamaktadır. Kaldı ki bu tutum yeni değil, devam etmekte olan (ama Kürtlerin içerisinde olmadığı) iki ayrı platformda, Cenevre ve Astana platformlarında, öteden beri vurgulanagelen ilkesel tutumdur.
Anlaşmayla, Suriye ordusunun, YPG'nin onayıyla, TC işgal bölgesi dışında kalan TC-Suriye resmi sınırlarına yerleşmesi Esad rejimi bakımından bir kazanç oldu. Kuşkusuz bu durum, Suriye devletini ve Esad rejimini tanımayan TC bakımından bir geri adım, bir kayıptır. Eğer kamuoyuna yansıyan YPG/SDG’nin Suriye ordusuna ''Beşinci Kolordu'' olarak entegre edilmesi gibi veya benzeri bir plan varsa ve pratikleşecekse, bu durumun TC planlarına daha ağır bir darbe indireceği açıktır. Ki bu vb. çözümlerin olması olasılık dahilindedir.
DEVAM EDECEK


* ''Rusya ve Türkiye arasındaki anlaşmayla ilgili Rusya’ya cevaplarını, toplantıdan üç saat önce ilettiklerini söyleyen QSD Genel Komutanı Ebdî, resmi cevaptan önce de Rusya Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı ile görüşmesinde de kabul edip edemeyecekleri hususları paylaştığını belirtti. Rusya’nın çabalarını önemsediklerini dile getiren Ebdî, ”Ancak Türk devleti ve Rusya arasında yapılan anlaşma maddelerinin bazıları halkımızın çıkarına değildir. Kaygılarımızı dile getirdik. Bu maddeler üzerine tartışılması gerektiğini söyledik. Değiştirilmesini talep edeceğimiz, kabul edip etmeyeceğimiz şeyleri kendileriyle tartışacağız. Rusya ile görüşmelerimiz devam ediyor. Yapılan anlaşmayı tümden reddetmiyoruz. Kabul etmeyeceğimiz bazı maddeler var. Bazı değişiklerin yapılması gerekir. İnanıyorum ki birlikte bir sonuca ulaşacağız.'' (Özgür Politika, 26/10/2019 )
** KCK’nin açıklaması şöyle:
Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye halkları üzerinde oyunlar ve komplo devam etmektedir. İlk önce ABD, şimdi de Rusya halkların iradesini dikkate almadan işgalci ve soykırımcı Türk devletiyle kabul edilemeyecek anlaşmalar yapmışlardır. Ahlaksız, vicdansız, insan ve toplum haklarını çiğneyen bir siyaset dayatılmaktadır. Türk devletinin Kürt düşmanlığından yararlanan ABD, Rusya yada başka devletler Kürtleri kendi çıkarlarına kurban etmektedirler. Kürtleri soykırıma uğratmak isteyen Türk devletini Kürtlerin yaşam alanlarına sokmak açıkça bu anlama gelmektedir.
Kürtler ve Kuzey-Doğu Suriye halkları Ortadoğu’da en demokratik, barışçıl ve istikrarlı bir siyasal ve toplumsal sistem kurmuşlardır. Buna rağmen saldırıya uğramaları nasıl bir düşmanlıkla karşı karşıya olduklarını gözler önüne sermektedir. Bu da Türk devletinin Kürt düşmanlığından kaynaklanmaktadır. Türk devletinin bu Kürt düşmanlığına onay verilmesi dünya tarihinin en büyük ve en çirkin siyasi ahlaksızlığıdır. Bu siyasi ahlaksızlığı yapanlar Kürt soykırımına ortaklık etmektedirler. ABD, Rusya ve Kürt soykırımına ortak olan tüm siyasi güçler insanlık ve tarih tarafından soykırımcı olarak yargılanacaklardır.'' ( ANF, Cuma, 25 Eki 2019)
*** Harekatın ardından TC, ABD ile 13 maddelik ve 120 saatlik ateşkes anlaşmasının süresi dolmadan, Rusya ile 10 maddelik ve 150 saatlik ikinci bir anlaşma yaptı.
**** Madde 7: “Her iki taraf terörist unsurların sızmalarının önlenmesinin temini için gerekli tedbirleri alacaktır.”
*****Madde 5: “23 Ekim 2019, öğlen saat 12.00’den itibaren, Rus askeri polisi ve Suriye sınır muhafızları, Barış Pınarı Harekât alanının dışında kalan Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafına, YPG unsurları ve silahlarının Türkiye-Suriye sınırından itibaren 30 km’nin dışına çıkarılmasını temin etmek üzere girecektir. Bu işlem 150 saat içinde tamamlanacaktır. Aynı saat itibarıyla, mevcut Barış Pınarı Harekat alanı sınırlarının batısı ve doğusunda 10 km derinlikte Kamışlı şehri hariç Türk-Rus ortak devriyeleri başlayacaktır.”
****** Madde 1: “Her iki taraf Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün muhafazasına ve Türkiye’nin milli güvenliğinin korunmasına olan bağlılıklarını teyit ederler.”



23 Ekim 2019 Çarşamba

ABD, TC, ''ATEŞKES'' VE ROJAVA...
                           I
TC'nin Kuzey ve Doğu Suriye'ye (Rojava) dönük yeni işgal harekatı 9 Ekim'de başladı. 17 Ekim'de ABD devreye girdi. YPG'nin dolaylı olarak içerisinde yer aldığı ABD-TC görüşmesi 5 günlük ateşkes kararıyla bitti. Buna karşın Türk burjuva devletinin Rojava'ya dönük saldırıları devam etti. ''Ne ateşkesi, bölücü terör örgütüyle ateşkes kabul edilemez, ateşkes ancak devletler arası savaşta olur'', ''askeri harekatımız hedefine varıncaya kadar kararlılıkla sürecektir'' diye gürlemesinin üzerinden bir-iki gün geçtikten sonra ateşkesin ilan edilmesi, Erdoğan cuntasını zor durumda bırakan bir gelişme oldu.
Kimyasal silahlar kullanan sömürgeci faşist diktatörlük ateşkes ilanıyla, dolaylı da olsa YPG ve Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu'nu muhatap almak zorunda kaldı. Bu, Erdoğan cuntasının mecbur kaldığı için ''bölücü teröre'' vermek zorunda kaldığı bir tavizdi.
Ateşkes ilanıyla sahada mücadele eden güçler, bu gelişmeyi güçlerini düzenleme, yeni manevralarla üstünlük yakalama, yeni pazarlıklar yapmanın fırsatı olarak değerlendirmeye başladı. Kısa ve geçici olan ateşkesin salt Erdoğan cuntasının bir kazanımı, sadece QSD ve YPG'nin kaybı olarak yorumlanması mekanik bir yorumdur. Bu gelişmenin iki taraf bakımından sunduğu avantajlar ve dezavantajlar vardır. Ancak ateşkes anlaşmasının en önemli sonucu ABD'nin Türk devletinin işgalini ateşkes üzerinden onaylaması oldu. YPG'nin çizilen sınırlar içerisinde geri çekilmek zorunda kalması ise Özerk bölge ve askeri güçleri için çok ciddi bir mevzi kaybıdır.
                                  II
Ateşkes ilanı bir sonuçtur ve geçicidir. Çünkü Saray cuntası Rojava devrimini boğma, dahası Suriye'nin belli bir bölgesini işgal etme, buralarda demografik yapıyı değiştirerek kukla bir yönetim kurma stratejisinden vazgeçmiş değil ve vazgeçmeyecektir de. Yani bu hamur daha çok su kaldırır.
Suriye'de ve Rojava'da sürmekte olan savaşın kısa sürede sonlanacağını düşünmek saflık olacaktır. Suriye arenasında hegemonya ve rekabet mücadelesi karmaşık biçimlerde sürecektir. Suriye savaşı, küresel arenaya uzanan ve Ortadoğu'nun paylaşımı, yeniden şekillendirilmesi gibi bir derinliğe ve kapsama sahiptir ve bu bağlamda Suriye sadece Suriye değildir ve olmayacaktır...
Ateşkes ilanı bir dizi faktörle; iç, bölgesel ve uluslararası arenada süregiden mücadelelerle, güç dengeleriyle bağlıdır. Sömürgeci faşist diktatörlük, kadir-i mutlak bir güç değildir tıpkı emperyalist devletler gibi. Onu da sınırlayan, kabaran iştahına gem vuran gerçekler vardır.
Öncelikle dinsel faşist diktatörlük, erken bir zafer peşindeydi. Devasa gücüne, silah teknolojisine ve (her hangi bir meşruiyeti olmayan) ''Suriye Milli Ordusu'' ilan ettiği dinci katiller sürüsüne dayanarak ilk evrede hedeflediği bölgeyi kolayca ele geçireceğini düşündü. Fakat böyle olmadı. Sert bir direniş kalesiyle ve direniş gücüyle yüz yüze kaldı. Rojava halkları nezdinde güçlü, cansiperane bir direnişle karşılaşarak ciddi kayıplar verdi.
TC'nin işgal harekatı ve vahşiyane saldırısı uluslararası alanda sert ve yaygın tepkilerle karşılandı. Diktatörlüğün işgali gayrimeşru ilan edildi. Rojava devriminin kazanımları ve işgale karşı kahramanca yürütülen mücadele sayesinde YPG güçlü bir enternasyonal destek ve dayanışma buldu. Haklı ve meşru direniş, bütün kıtalarda yapılan protestolarla desteklendi. Kürt sorunu ve Rojava devrimi daha fbüyük uluslararası bir soruna dönüşerek keskin bir biçimde gündemleşti. Saray cuntası ve diktatörlük bölgesel ve küresel alanda tam bir tecritle karşılaştı. Arap halkları nezdinde de daha fazla teşhir oldu. İsrail özentisi politikaları darbe yedi. TC'nin işlediği uluslarararası suçlar, İslamcı terör çeteleriyle bağları daha çarpıcı açığa çıktı. Rusya'ya bağımlılık ilişkisi gelişti. Stratejik müttefikleri ile arası bozuldu.
Belli başlı emperyalist devletler (ABD, AB) kendi kamuoylarının tepki ve baskısıyla karşı karşıya kalarak tutarsız da olsa işgal karşıtı açıklamalar yapmak, bazı tedbirler almak zorunda kaldılar.
Bu bağıntıda AB'nin ABD ile rekabet içerisinde olmasının ihtiyaçlarını da söz konusu açıklamalara yedirdiğini gözden kaçırmamalıyız. İslamcı çetelerin yeniden dirilmesi tehdidi, Avrupa'ya göç tehdidinin büyümesi gibi faktörlerin özel baskısı da kaydedilmelidir.
ABD ise, bu süreçte, hem nalına hem de mıhına vuran istikrarsız, tutarsız politikalarıyla, Erdoğan cuntasına sunduğu destekle halklar ve Kürtler nedinde daha fazla teşhir oldu. Trump'un tutarsız, istikrarsız politikası yüzünden ABD'de süren ve keskinleşen iç iktidar kavgasında Trump yönetimi daha fazla köşeye sıkıştı.
ABD, AB ve NATO'nun ikiyüzlü politikalarının bugün dünden daha fazla teşhir olduğunu, halklar nezdinde daha büyük bir tepkiyle karşılandığını rahatlıkla saptayabiliriz.
                             III
Türk sermaye devleti ve başı cuntanın Suriye stratejisinin hedefi, Şam'da Emevi Cami'nde namaz kılmaktı. Böylece hem ABD-NATO, Batı emperyalizminin koruması altında cihatçı çetelerle birlikte Suriye işgal edilmiş hem de Kürtlerin herhangi bir kazanım elde etmesi engellenmiş olacaktı. Ancak bu emperyal strateji Rusya'nın, İran'ın özel müdahalesiyle ve Kürtlerin direnişiyle boşa çıktı. Bu bağlamda TC politikası çöktü. Hem Suriye rejimi ayakta kaldı ve toparlanarak karşı saldırıya geçti hem de direniş sayesinde Kürtler, diğer halkların birlikte esaslı kazanımlar elde etti. Bu kazanımlardan biri de başta DAİŞ/IŞİD olmak üzere cihadist katiler ordusunun can bedeli bir mücadeleyle yenilgiye uğratılması sayesinde, Kürt sorununun dünyanın gündemine girerek uluslararası desteğin büyümesi oldu.
TC'nin politikasının başarısızlığa uğramasından sonra Saray cuntası, bir yandan cihadist çetelerin dağılmasını önlemeye, diğer yandan özellikle Rojava devrimini tasfiye etmek için her türlü baskı ve saldırıyı yoğunlaştırmaya, öte yandan da Batılı emperyalist güçlerin desteği ile Suriye'de pazarlık gücü kazanmaya ve elini güçlendirmeye çalıştı. Suriye rejiminin yıkılması için Arap gericiliğinin desteğini de korumaya önem verdi. Ancak gelinen yerde Suriye rejimini yıkmaya girişen gerici Arap devletlerinin de desteğini kaybederek bir bütün olarak tecrit çemberi içerisinde yuvarlandı.
BOP'un ve ''BOP Eşbaşkanlığı''nın çöküşünün ardından Suriye stratejisinin yenilgisi de Saray cuntasının gerçekleridir. Faşist diktatörlük, ''Komşularla sıfır sorun'' politikasından tüm komşularıyla sorunlu bir noktaya geldi. ''Model ülke rolü''nün yerlerinde yeller esiyor.
Tüm bunlara karşın TC Azez, Cereblus, Afrin alanlarını işgal ederek mevzi tuttu. Son olarak Tel Ebyad (Gire Spî) ve Ras’ul Ayn’ı (Serekaniye) işgal etmeye girişerek mevzilerini genişletti. Bu durum Erdoğan cuntasının pazarlık gücünü arttırdı. Bu gerçeklerin de belirtilmesi gerekir.
                                      IV
TC'nin işgal ettiği bölgelerden kolay kolay çekilmeyeceğini vurgulamak gerekir. Bu bağlamda sonucu belirleyecek olan, Suriye üzerinde hegemonya ve rekabet mücadelesi yürüten güçlerin durumu, Suriye rejiminin direngenliği, Kürtlerin savaşçılığı, halkların desteği ve böylece ortaya çıkacak güçler dengesidir.
Türkiye'nin Batısında gelişebilecek ve Kuzey Kürdistan'daki halk hareketiyle birleşebilecek büyük kitle mücadeleleri bu bağlamda çok önemli bir yere sahip olacaktır. Sömürgeci Türk burjuva devletinin içerisine yuvarlandığı ekonomik ve siyasi kriz, Ortadoğu'daki saldırganlığının giderek daha fazla ortaya çıkması, rüşvet ve yolsuzluk bataklığına gitgide daha fazla batması Batıda devrimci bir halk hareketinin gelişmesi ve Doğuyla birleşmesi için koşulları epeyce elverişli hale getirmiş bulunuyor. Bu bağıntıda en büyük dezavantajı Batıda devrimci bir halk hareketinin geliştirilememesi, devrimci-demokratik ve komünist hareketin oldukça dağınık ve zayıf olmasıdır.
TC ve dinci faşist elebaşı işgal ve soykırım harekatını sözde ''terörden arındırılmış güvenli bölge kurma'' vb. demagojisi ile meşrulaştırmaya çalıştı. Bir konuşmasında işgal harekatını açık bir şekilde ''fetih harekatı'' olarak da ilan etti. Camilerde ''Fetih Süresi'' okutulduğunu da biliyoruz. Ancak geride kalan süreçte sömürgeci diktatörlüğün söz konusu demagoji ve manipülasyonunun da daha kapsamlı açığa çıkarak teşhir olduğunu görüyoruz.
ABD ve TC arasında kotarılan, YPG'nin de dolaylı olarak yer aldığı, Rusya'nın da bilgi sahibi olduğu ve son tahlilde onaylamak zorunda kaldığı ateşkes süreci, gerçekte Rojava devrimi ve YPG aleyhine olmuştur. YPG işgale karşı yiğitçe direnmesine karşın, gerçek budur. Sahadaki güçler dengesi Rojava yönetimini YPG'yi yakın dönemde terörist ilan eden Suriye rejimine doğru itmiştir. Bu gelişme karşısında YPG ve QSD'nin Rusya aracılığıyla Şam rejimine yakınlaşması, zorunlu bir manevra olarak değerlendirilebilse de Rojava devriminin ve rejiminin elini zayıflatmıştır. Oyun içinde oyun geliştiren emperyalist Rusya bu sonucu bekliyordu zaten.
                            V
Rojava rejimi ve YPG-DSG olağanüstü eşitsiz koşullarda kahramanca mücadele etmektedir. Ancak YPG ve bağlaşıkları bir yandan Kürtleri kendi amaçlarına yedeklemek, öte yandan da Rojava devrimini boğmak üzerinde manevralar yapan geniş bir emperyalist ve gerici devletler gerçeğiyle karşı karşıya. Bu tablo karşısında Rojava'da savaşan kuvvetlerin devrimin kazanımlarının tasfiye olmaması, bütünü kurtarmak için parçayı feda etme taktiğini izlemesi son tahlilde anlaşılırdır. Dışardan ahkam kesmek, keskin lafazanlık yapmak vb. gerçekçi değildir. Kaldı ki eleştirilerimiz ne olursa olsun, Kürt ulusal devrimi ile politik olarak birlikte olmak, politik ve askeri bakımdan omuz omuza savaşmak tek devrimci tutumdur. Öncülük vs. adına bundan kaçınanlar, Türk milliyetçiliği ve sosyal şövenizmle zehirlenmiş olanlardır. Bu politika ve duruştan çıksa çıksa öncülük vb. adına artçılık, Türk burjuvazisine yedeklenmek çıkar ve çıkmaktadır.
Öyle ya da böyle Kürt ulusal devriminin direnişi ve mevzilerini koruma ve her fırsatta büyütme kavgası sürecektir. Ne Ortadoğu ne de Suriye eski Suriye ve Ortadoğu değildir ve olmayacaktır. Kürtler de öyle. Kürtler bir kez tarih sahnesine çıkarak küresel arenada görünür hale gelmişlerdir. Kürtler lehine uluslararası destek ve dayanışma güçlü bir şekilde gündemleşmiştir. Politik, askeri, diplomatik alanlarda çok deneyim kazanılmıştır. Ağır bedeller pahasına direnmekten de vazgeçmeyeceklerdir. Artık Kürt halkı yalnız değildir. İnkar ve görmezden gelme politikaları iflas etmiştir.
Emperyalist ve burjuva gerici devletlerden bir çözüm beklenmeyeceği açıktır. Onların tek çıkarı kendi sınıfsal çıkarlarıdır. Tarihin tanık olduğu gibi onlar asla halkların dostu değildir ve olmayacaklar da.
Emperyalistler ve gerici bölge devletleri Suriye'den ellerini çekmeden, işgalci güçler Suriye'den defedilip gönderilmeden, en asgari düzeyde bile demokratik, halkçı, eşitlikçi, halkların kardeşleşmesini ifade eden bir politik çözüm gerçekleşmeden Suriye arenasında daha çok kan akacak. Çözüm Suriye'de, Ortadoğu'da, uluslararası alanda halkların yürüteceği mücadeleye bağlıdır.










20 Ekim 2019 Pazar

TC., ROJAVA, İŞGAL HAREKATI

V
Halkların emperyalizme, gericiliğe, sömürgeciliğe karşı başta silahlı direnme olmak üzere her türlü direniş ve ayaklanmaları meşrudur. Bu hak, proletarya ve halkların, sömürge ulusların doğal hakkıdır. Emperyalizm ve sömürgeciliğe darbeler indiren mücadeleler daima desteklenmelidir.
Ortadoğu'da emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesine yedeklenmek istenen yurtsever hareketin ''Üçüncü çizgi'' olarak ifade edilen duruşu politik olarak ulusal devrimci-demokratik karaktere sahiptir. Emperyalist, Türk, Arap ve Fars gericilikleri tarafından kuşatılmış Kürtler, Ortadoğu'nun kaygan ve mayınlı topraklarında savaşmaktadırlar. Kürt yurtsever hareketi, emperyalistler ve bölge gerici devletleri arasındaki parçalanmalardan yararlanarak ve manevralar yaparak kazanımlarını korumaya çalışmaktadır. Bölge halklarının ve dünya devriminin henüz bir atılıma geçmemiş olması da çok önemli bir dezavantaj olarak kaydedilmelidir ayrıca. Enternasyonal destek ve dayanışma giderek gelişmekle birlikte yine de yetersizdir.
Bu koşullarda Kürtlerin işi oldukça zor. Sırtında yumurta kefesi taşımayanların, Türk milliyetçiliğinin, şövenizmin ve sosyal şövenizmin kulvarında mevzi tutanların yüksekten atıp tutmalarına karşın, Kürt ulusal devrimi, bölgesel ve küresel çapta demokratik devrimci etkiler yaratmaktadır. Pek çok enternasyonal savaşçının Rojava'ya giderek savaşmasından da bu gerçeği görmekteyiz.
Kürt ulusal devrimi, kendi özgün koşulları içerisinde manevralar yapmadan, gericiliğin iç çelişkilerine oynamadan, güç dengelerindeki kayma ve oynamaları hesaba katmadan geçtik ilerlemeyi ayakta bile kalamaz. Bu bağlamda belirleyici olan şey, yurtsever hareketin, tüm zorluklara rağmen, bağımsız politik kimliğini koruyup korumadığıdır. Meseleye buradan baktığımızda, yurtsever hareketin bağımsız kimliğini koruduğunu görmekteyiz. Kürt ulusal devrimi, taktiksel düzeyde politik ve özellikle de askeri anlaşmalara karşın, devrimci bir merkez olarak kalmaya devam etmektedir. Kürt direnişi, Rojava devrimi gerçeği, emperyalizmi, bölge gericiliğini, Türk sermayesinin ve devletinin yanı sıra, cihadist çetelerin de küresel çapta teşhirinde ve tecridinde belirleyici bir rol oynamış ve oynamaya da devam etmektedir. Kürt davasının dünya kamuoyuna mal olması, Kürt ulusal birlik isteminin daha da büyüyerek kendini keskin bir şekilde dayatması çok önemli gelişmelerdir. Bu birliğe karşı koyan Barzani vb. gibilerin işbirlikçi çizgilerinin artan oranda teşhir olması, yurtsever politik mücadelenin ve cephenin kitle tabanının derinleşerek genişlemesi son derece değerli kazanımlardır. Bu kazanımlar, işbirlikçi Kürt gericiliğinin sayesinde değil, aksine, yurtsever Kürt ulusal devriminin emperyalizme ve gericiliğe karşı ağır bedeller ödeyerek yürüttüğü büyük mücadelelerin ve direnişin ürünüdür. Bunun da demokratik ve devrimci demokratik bir kazanım olduğunun vurgulanması ve karartılmasına izin verilmemesi gerektiği de açıktır.
IV
Bu gerçeğin/gerçeklerin görülmemesi, Kürt devriminin Ortadoğu devrimine ve Türkiye devrimine sunduğu devrimci olanakların ve potansiyel olanakların red ve inkarına yol açar. Nitekim bu gerçeği, sosyalizm, komünizm, devrim adına hareket ettiğini iddia eden bir kısım ilerici ve devrimci-demokratik çevrenin sosyal şöven, egemen ulusun küçük burjuva milliyetçiğinin ifadesi olan teorilerinde, politikalarında, propagandalarında, ''ideolojik mücadele''lerinden görmekteyiz. Hele de yurtsever hareketin emperyalistler arasındaki iç çelişki ve çatışmalardan yararlanmasından, özellikle askeri alanda taktik ittifaklar yapma manevralarından yola çıkılarak ''Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi'' görülmesi ve gösterilmesi, eğer cehaletten değilse, bilinçli bir düşmanlık politikasının ifadesidir.
Gerek Kuzey Kürdistan'da gerekse de Rojava'da Kürt devrimini boğma saldırısı ve işgal hareketleri ABD'nin, AB'nin, NATO'nun modern silah teknolojisi ve desteği, teşvikiyle, onayıyla gerçekleştiriliyor. Rusya'nın desteği, teşviki, göz yumması vb. ile gerçekleşiyor. Arap, Türk, Fars gericiliklerinin onayı vb. ile gerçekleşiyor. Tüm bunları devrimcilik ve sosyalistlik adına görmezden gelenler, istesinler ya da istemesinler, hepsi gericiliğe yedeklenmekte, nesnel olarak onlara hizmet etmekte ve halkların birleşik mücadelesine darbeler indirmektedirler.
Görev bu gerçekleri kavrayarak proletarya ve halkların birleşik cephesini inşa ederek geliştirmektir. Bir Ortadoğu halklar birleşik cephesini geliştirmektir. Kürt ulusal devrimini Batıya taşıyarak Kürt ve Türk halklarının birlik ve dayanışmasını, ortak düşmana karşı başkaldırısını örgütlemektir. Sokakları tutuşturarak işgale, savaşa, emperyalist ve emperyal müdahalelere karşı mücadele dalgasını yükselmektir.
Kürt ulusal özgürlük talebi ve mücadelesini sahiplenmeden, birlikte omuz omuza savaşmadan geçtik sosyalizmi, politik özgürlük savaşımı bile geliştirilemez. Yapılması gereken şey, dışarda durarak, baştan aşağı çarpıtılmış tarzda Kürtlerin ne kadar milliyetçi ve Amerikancı olduğu çığırtkanlığı yapmak değil, sürece devrimci savaş gücü olarak katılmaktır. Bu bağlamda komünist hareketin (Marksist Leninist Komünistler) ortaya koyduğu irade ve geliştirmeye çalıştığı savaşım son derece değerli ve öğreticidir.


17 Ekim 2019 Perşembe

TC., ROJAVA, İŞGAL HAREKATI

AKP-MHP-Ergenekon ittifakına dayanan sömürgeci faşist diktatörlük, dizginsiz bir dinsel faşist demagojinin eşliğinde Rojava Devrimi'ni boğmak için ''Fırat'ın Doğusu''na girdi. Diktatörlük paralı katiller ordusu cihadist çeteleri ön hatlara sürerek kendi asker kayıplarını azaltmaya çalışmaktadır. YPG-YPJ öncülüğündeki Demokratik Suriye Güçleri (QSD) ise sömürgeci ordunun işgal harekatına karşı kahramanca direnmektedir. Komünistler bütün savaş mevzilerinde YPG-SDG güçleriyle birlikte hareket etmekte, gerek Şehit Serkan Taburu ve Şehit Alişer Deniz Tugay’ı ile gerekse de diğer alanlarda doğrudan savaş cephelerinde yer almaktadırlar; Serekani de ise daha etkin bir savaş gücü olarak en önde savaşmaktadırlar.* Komünistler, Serekani şehitliğinde yatan Baran Serhat'ın (Bayram Namaz) ve şehitlerin erdemleriyle donanmış olarak savaş bayrağını yüksekte tutmaktadırlar.
I
Diktatörlük, işgal yoluyla bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemektedir.
Diktatörlük, iğrenç bir psikolojik savaşın eşliğinde içerde azgın faşist terör, dışarda emperyal ve işgalci politikalarla Kürtlerin kazanımlarını yok etmek istiyor.
Türk egemen sınıfları ve faşist diktatörlük, içerisine yuvarlandıkları ekonomik ve siyasi krizden çıkabilmek, krizin faturasını halklara ödetmek için Afrin'den sonra Kürdistan'daki işgali genişletmeye yöneliyor.
İşgal harekatıyla, içerde işçi sınıfının ve halklarımızın dikkati dışa ve ''dışa'' çekilerek, birikmiş toplumsal ve politik tepkinin yönü saptırılmaya çalışıyor. Dinci, ırkçı, militarist, şoven, asimlasyoncu demagoji misliyle yoğunlaştırılarak kitlelerin sömürüye, zulme, toplumsal adeletsizliğe karşı gelişen öfkesi bastırılmak, gerici ve faşist amaçlara yedeklenmek isteniyor. Halkların karşı karşıya getirilmesi için, böl ve yönet politikasına başvuruluyor. Biliyoruz ki, faşizm ve sermaye, Kürt-Türk, Laik-antilaik, Alevi-Sünni ekseninde halkları bölme, birbirine düşmanlaştırma politikasını öteden beri kullanmaktadır. Dinci faşist Erdoğan cuntası, Suriye'ye emperyalist ve gerici müdahalenin başlamasından bu yana ise bu politikayı daha etkin pratikleştirdi...
Amerikan emperyalizmi, İsrail siyonizmi, sömürgeci faşist diktatörlük ve bağlaşıkları söz konusu çeteleri Rus-Çin-İran bloğuna karşı Suriye'de, Ortadoğu'da, Asya'da vb. bir vuruş gücü olarak kullanmak için korumaya önem vermektedirler. Dolayısıyla Saray cuntası, IŞİD'in vb cihadist çetelerin ezilmemesi, yeniden dirilmesi ve işlevselleşmesi için Suriye'nin Kuzey ve Doğu'sunu işgal etmeye yöneldi.
Saray cuntası, Suriye Kürdistanı'nda sözde kazanılmış zaferlerle top çevirmek için de söz konusu işgal harekatını gerçekleştirmektedir. Erdoğan cuntası, özellikle 31 Mart yerel seçimlerinde daha çarpıcı açığa çıkan AKP'nin güç kaybını, moral bozukluğunu ve partideki bölünmeleri önlemek; Gül-Babacan ve Davutoğlu öncülüğünde kurulmak istenen partilerin önünü kesmek, etki gücünü kırmak için işgal hareketini kullanmaktadır. Erken ya da zamanında yapılacak genel seçimlerde ve ''Cumhurbaşkanı'' seçimlerini kaybetmemek ve hesap sorulmasını önlemek için de bu manevrayı kullanmaktadır. İşgal girişimi ile her muhalif sesin boğulmak istendiği açıktır.
Erdoğan açıkça ifade etti, ''İnşallah Millet ittifakını dağıtacağız.'' Nitekim Erdoğan işgal manevrasıyla rakip gördüğü söz konusu bloğu etkisizleştirmek, parçalamak için elinden geleni arkasına koymamaktadır.
Buna karşın CHP başta olmak üzere burjuva muhalefet partilerinin ''milli çıkarlar'', ''memleket güvenliği'', ''terörle mücadele'' vs. vb. adına Saray cuntası ve bağlaşıkları etrafında kenetlenmesi ise kimseyi şaşırtmadı...
Yukarıda anlattığımız odağında Kürt kazanımlarını yok etmek olan tablo, iç ve dış politikanın nasıl kaynaştığını göstermektedir. Diktatörlüğün ve başı Erdoğan'ın elinde içerde terör, dışarıda yayılmacılık ve işgal dışında bir silahı kalmamıştır. Her cephede açık saldırı çizgisiyle ayakta kalmaya çalışmaktadır.
İç politikayla dış politikanın bu kadar açık ve kaba, saldırganca iç içe geçmesi, diktatörlüğün gücünün değil, zayıflığının ifadesidir. Bu olgu, sınıfın ve kitlelerin öz deneyleriyle az-çok gerçekleri görmesine, demokratik ve komünist propaganda ve ajitasyona daha açık hale gelmesine hizmet etmektedir...
Kısacası, dikta ve Saray cuntası, bir taşla birçok kuş avlamak istemektedir. Fakat ava gidenin avlandığı da tarihte çok görülmüştür.

II
''3K'' olarak ifade edilen politika Türk egemen sınıflarının ve devletin kırmızı çizgilerini belirlemektedir. Daha öncesi bir yana, Komünizm-Alevi-Kürt düşmanlığını ifade eden ''3K'' politikası Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana, devlet politikası olarak uygulana gelmiştir. Kürt ulusuna düşmanlık ve Kürt ulusal devrimini ezmek, ''Fırat'ın Doğusu''nu işgal etmek bu politikanın eseridir. Tıpkı Batı Kürdistan'da soykırım temelinde demografik yapıyı değiştirme, nüfus yerleştirme ekseninde kukla bir yönetim kurma hedefinde olduğu gibi. SDG-YPG liderliğindeki direniş harekatının tasfiyesi gerçekleşmeden bu amacına ulaşamayacağını bilen Türk gericiliğinin cihatçı çeteleri kurtarma, bir araç olarak kullanma ve bu yetmediği için de doğrudan işgale başvurması aynı politikanın yansıması ve somutlaşmasıdır.
Kürt ulusu büyük bir tarihsel haksızlığa uğramış, ülkesi dört parçaya bölünmüş bir ulustur. Ve 4 parçaya bölünmüş Kürt ülkesinin en büyük parçası sömürgeci Türk burjuvazisinin hakimiyeti altındadır. Gerek ''Misak-i Milli sınırları'' içerisinde gerekse de Ortadoğu'da Kürt kazanımlarının en büyük tehlikeyi kendileri için yaratacağını bilmekte ve bu korku, en büyük korkuları olarak onları bir gölge gibi daima takip etmektedir. Bu olgu, Türk sermaye devletinin tarihsel ve güncel özel Kürt düşmanlığı politikasının temelidir.
Bu tarihsel haksızlık Kürtlerin bölgesel alanda haklı mücadelesine, ulusal direnişine, ulusal ayaklanmalarına yol açmıştır ve yol açmaktadır. Bağımsız Birleşik Kürdistan hakkı Kürt ulusunun doğal hakkıdır. Bu hakka ve tümüyle meşru olan ulusal demokratik direnişe karşı çıkmak tutarlı bir burjuva demokrat olmakla bile bağdaşmaz. Kürt halkının hangi parçada olursa olsun, ulusların ve dillerin eşitliği, kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi meşru bir mücadeledir ve desteklenmelidir. Bu hak, Kürtlerin tartışılamaz ve dokunulamaz demokratik hakkıdır. Bu hakkı nasıl kullanacağına ancak Kürtler karar verebilir. Burjuva liberallerinin, küçük burjuva demokratların ve Arap, Fars ve Türk milliyetçiliğiyle, şovenizm ve sosyal şovenizmle belirlenen gerici karakterlerine ve politikalarına karşı savaşmaksızın da bu hak tutarlıca savunulamaz.
İşgal harekatının, sömürgeci faşist diktatörlüğü, bölgesel ve uluslararası arenada teşhir ve tecrit ettiğini vurgulamak gerekir. Keza, Türk sermaye devletinin işgal ve etnik temizlik yönelimi zaten uluslararasılaşmış Kürt sorununu daha da uluslararasılaştırdığını ve bu eğilimi daha da keskinleştireceğinin de altını çizmek gerekir.
İşbirlikçi Türk sermayesinin ve sömürgeci devletin Erdoğan liderliğindeki kirli, haksız, sömürgeci savaşı ve işgal harekatının Kürt ulusal bilincini geliştirip ulusal birlik talep ve eğilimini güçlü bir şekilde ivmelediğine de ayrıca dikkat çekmek isteriz. Bu olguyu Kürdistan'ın dört parçasında işgal harekatına karşı sokaklara çıkılmasından ve küresel alanda gittikçe kitleselleşer büyüyen protesto eylemlerinden de görmekteyiz. (Türkiye ve Kuzey Kürdistan'daki işgal karşıtı protestoların kitleselliğinin zayıf kalması, en direnişçi kesimlerle sınırlı olması dikkat çekicidir.)
İşgal harekatına karşı direniş küresel çapta giderek etkisi artan yaygın ve kitleselliği de gitgide büyüyen protestolarla gelişmeye devam etmektedir. Küresel arenada ayağa kalkmaya başlayan enternasyonal desteğin ve sahiplenmenin giderek büyüyeceğini, çeşitleneceğini, kitle tabanının genişleyeceğini rahatlıkla ifade edebiliriz.
Kürt sorunu, yaşamsal öneme sahip Ortadoğu çapında zaten bölgesel uluslararası karaktere sahipti. Kürt sorunu, bölgede fay hatlarının harekete geçmesiyle gittikçe daha fazla uluslararasılaşmıştı. Kürt sorununun, Rojava Devrimi şahsında yaygın küresel destek ve dayanışma bulması rastlantısal değildir; aksine miadını doldurmuş Sykes-Picot Anlaşmasının çöküşüyle, çözümü geç gündemleşmiş olan bir ulusal sorun olarak tarihsel haksızlığa karşı mücadelenin gelişmesi ve mevziler kazanmasıyla bağlıdır.
Tarihsel bir haksızlığın boyunduruğunda jeopolitik önemi açık olan Ortadoğu gibi bir bölgede sömürge boyunduruğuna mahkum edilmiş 45-50 milyonluk bir ulusun baş kaldırmayacağını düşünmek zaten aptalca olur...

III
Tüm emperyalist devletlerin kanlı elleri Ortadoğu'dadır. Suriye, küçük bir Ortadoğu'dur. Tüm emperyalistlerin ve bölgesel burjuva devletlerin kanlı elleri Suriye'nin içindedir. Ortak çıkarlar ve özgün çıkarlarla iç içe geçen Ortadoğu ve Suriye arenasında kaotik bir hegemonya ve rekabet mücadelesi yaşanmaktadır. Bu olgu, bölgede de artan oranda istikrarsızlıklara ve alt-üst oluşlara yol açmaktadır. Tüm bu rekabet sürecinde karmaşık ortamı ve çelişkileri kendi lehine değerlendirmeye bakan Türk burjuva devleti, ''Güvenli bölge'' adı altında Suriye-Türk sınır hattını işgal etmek ve kendi piyonlarına da dayanarak söz konusu bölgeyi, TC'nin sömürge toprakları haline getirmek istemektedir. Zaten eski Osmanlı sınırları içerisinde kalan toprakları kendi toprakları olarak gören Türk burjuva devleti ve neo-Osmanlıcı, Türkçü, İttihatçı, İslamcı Erdoğan iktidarı, ''başka ülkelerin topraklarında gözümüz yok'' derken, gerçekte Suriye'de dahil ilgili ülkelerin topraklarının zaten kendi toprakları olarak gördüklerini meşreplerine uygun anlatmış oluyorlar. Dinsel faşist demagojinin ve manevraların sınır tanımadığını biliyoruz. Tıpkı işgalci sömürgeleştirme harekatının ''Zeytin Dalı Harekatı'', ''Barış Kalkanı Harekatı'', ''Barış Pınarı Hareketi'' gibi gösterilmesinde olduğu gibi. Tıpkı ''ÖSO''cu paralı çetelerin ''Milli Suriye Ordusu'', tecavüzcü, kadın köle pazarları kuran, yağmacı, kitlesel katliamlar yapan IŞİD'li cihadist çetelerin ''zalim Esad rejimine karşı savaşan özgürlük savaşçıları'' ve cihadist hareketlerin ''masum gençlik hareketleri'' olarak desteklenmesinde olduüu gibi. Kıbrıs işgalinin ''Kıbrıs Barış Harekatı'', hapishane katliamlarının ''Hayata Dönüş Operasyonu'', Kürt ulusal direniş hareketinin ''bölücü terör'' gibi gösterilmesinde olduğu gibi.

IV
Sömürgeci Türk sermaye devletinin Rojava'yı işgal harekatı Afrin'in işgali örneğinde olduğu gibi, öncelikle de ABD ve Rusya'nın göz yummasıyla gerçekleşmektedir. Bu iki rakip emperyalist devletin BM GK'inde basit bir kınama kararının alınmasını bile önleme tavrından da bu gerçeği görmekteyiz. Diğer emperyalist devletlerin ve bölgesel gerici devletlerin demagojik açıklamalarından da bu gerçeği görmekteyiz. Hepsi Kürt düşmanlığında birleşmektedir. Emperyalizm, Arap, Fars, Türk gericiliği özellikle de devrimci-demokratik Kürt kazanımlarından rahatsızlar. Hepsi kendi rekabet ve özgün çıkarlarından yola çıkarak, son tahlilde, Kürt kazanımlarının tasfiyesinde birleşmektedir. Rojava devriminin dünyaya, özellikle de Ortadoğu halklarına demokratik, devrimci, birleştirici, halkların kardeşliğine dayanan kalıcı bir örnek, bir ilham kaynağı olmasını istememektedirler. Bundan dolayı Suriye Demokratik Güçleri'ne, Suriye'nin kuzeyini yöneten Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu'na karşı düşmanlıkta birleşmektedirler. Her bir taraf, Kürtleri Türk sopasını kullanarak terbiye etme ve yedekleme hesabıyla davranmaktadır. Burjuva devletler ve hakim sınıflar için önemli olan tek şey, kendi ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarıdır ve kuşkusuz hiçbir burjuva devlet asla Kürt halkının dostu değildir ve olmayacaktır da.
*Şoreş: Rojava devrimini sahiplenmek hayati önemdedir , QAMIŞLO (Welat Deniz), 11 Ekim 2019 Cuma, ETHA
Devam edecek

5 Ekim 2019 Cumartesi

PROLETARYA ve POSTMARKSİZM
''Komünist parti, proletaryanın ve bütün emekçi kitlelerin öncüsünü toplayıp birleştirebilecek, eğitebilecek ve örgütleyebilecek tek partidir. ... yani siyasal olarak proletaryayı yönetebilecek ve onun aracılığıyla bütün emekçi kitlelere klavuzluk edebilecek tek partidir.'' (Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s. 402-403, Sol Yayınları)
                                                  I
Komünist partiler hangi sınıfı temsil eder? Proletaryayı. Komünist partilerin teori ve pratiğinin merkezinde hangi sınıf durur? Proletarya. Proletaryayı ve amaçlarını temel almayan bir komünist partisi düşünülebilir mi? Pratik çalışmalarının merkezine proletaryayı koymayan herhangi bir komünist partisi, sınıfa, tarihe karşı öncülük misyonunu yerine getirebilir mi? Komünist partilerin proletarya ile ilişkilenişi öncünün ideolojik önderliği ile mi sınırlıdır? Komünist partinin, Marksizm-Leninizm ile proletarya hareketinin birliği olduğu düşüncesi, eğer pratik çalışmaların merkezinde proletarya durmuyorsa, lafta ne söylenirse söylensin, gerçekte bu tanımlama yaşam bulabilir mi? Proletaryanın diğer emekçi sınıf ve tabakalarla, ezilen toplumsal kesimlerle ilişkilenişi, kesintisiz devrimde proletaryanın önderlik ve hegemonya strateji ve taktiklerinin gereklerine uygun olması gerekmez mi? Proletarya hareketini temel almayan herhangi bir komünist partinin, bu durumda, başka sınıf ve tabakaları temel aldığı ya da buna yöneldiği anlamına gelmez mi?!
Belirleyici ve açıklayıcı olan sözler mi pratik-politik duruş mu? Ezilenleri temel almak, nerde rüzgar esiyorsa oraya yönelmek Marksizm-Leninizm'le, Uluslararası Komünist Hareket'in tarihsel deneyimleriyle açık ve kesin bir çelişki içerisinde değil mi? Bugün dünyamızın, tarihte görülmemiş ölçüde proletarya ve burjuvazi olarak daha derin ve kapsamlı bölündüğü (dünya çapında 4 milyara yakın bir proletarya var!) açık değil mi? Aynı olgunun Türkiye ve Kürdistan için de (16 milyonu aşan bir proletarya!) keskin bir şekilde geçerli olduğu yadsınabilir mi? Böyle bir tarihsel ve güncel tablo içerisinde proletarya hareketini temel almanın daha berrak ve asla ihmal edilemez bir görev olduğu açık değil mi? Proletaryayı değil de ''ezilenleri'' temel almak bir komünist partisininin teorik olarak savunacağı, pratik olarak uygulayacağı bir yönelim olabilir mi? Herhangi bir komünist partisinin, yalnız teorik olarak değil, aynı zamanda işçi sınıfı hareketine bağlanarak, burjuva liberalizmiyle, küçük burjuva devrimci-demokrasisi ile arasına pratik-politik sınır çektiğini kanıtlaması gerekmiyor mu? Komünistler propaganda, ajitasyon, örgütlenme, eylem alanında proletaryaya herhangi bir ezilen sınıf gibi bakabilir ve ilişkilenebilir mi? Halkçı devrimciliğin ve postMarksistlerin bu vb. sorulara vereceği yanıtların açık ya da örtülü geçerli kabul edilmesi onaylanabilir mi? Devrimci-demokrasinin, burjuva liberal postMarksizmin bu sorulara teorik ve pratik olarak verdiği ve verecekleri yanıtların kendi nesnel varlık koşullarıyla bağlı olacağı ve olduğu açık değil mi?..
                                                      II
Komünist partilerin varlık hakkı herhangi bir sömürülen, ezilen sınıf ve tabakanın değil, yalnızca proletaryanın sınıf çıkarlarının temsiliyetinde somutlaşır. Komünist partiler bu tarihsel ve toplumsal gerçeğin ışığında öteki sınıf ve tabakalarla ilişkilenir ve devrimci-demokratik mücadeleye de bu bakış açısıyla önderlik ederler; tıpkı Ekim Devrimi'nde ve sosyalist inşa sürecinde olduğu gibi!
Ekim Devrimi ve Orta Avrupa'da gerçekleşen devrimlerin öz deneylerinin de kanıtladığı gibi, tüm ezilen sınıf ve tabakaları, ezilen toplumsal kesimleri, sömürge ve bağımlı ulus ve ulusal toplulukları da kurtaran proletarya ve öncüsü komünist partiler olmuştur. Dünyada gericiliğin atağa kalktığı ve tasfiyeci dalganın kabardığı vb. dönemlerde Marks-Engels'in, Marksizm'in, Marksizm-Leninizm'in, III. Enternasyonalin ''ezilenleri görmediği''ni ileri sürmek tasfiyeci oportünist dalganın ideolojik saldırısıyla bağlıdır. Teoriyi, tarihi, komünist işçi hareketinin uluslararası deneyimlerini öğrenmeden ya da biliniyorsa bilinçli bir tahrifatla sözde eleştirmek ya cehaletin ya da oportünizmin ürünüdür.
Hatırlatmak gerekiyor; Birlik Devrimi, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin, ''Elveda proletarya!'' ''Elveda Marksizm-Leninizm!'', ''Elveda devrim!'' vb. ideolojik ve siyasal saldırılarının doruğa çıktığı koşullarda gerçekleştirildi. Dolayısıyla, Birlik Devrimi, her renkten burjuva ve küçük burjuva akıma karşı ilkeli yanıt ve pratik-siyasal bir meydan okumaydı. Birlik Devrimi ve partileşme atılımı, teori ve pratiğinin; strateji ve taktiğinin, örgütlenmesinin merkezine proletaryayı koyduğunu güçlü bir tarzda ilan etmişti. Nitekim bu duruşumuz bir dönem devam etti ama giderek hem teorik hem de pratik olarak esaslı bir şekilde geriledi; özellikle de pratikte proletaryaya sıradan ezilen bir sınıf olarak bakılmaya başlandı. Kişi imzasıyla yazılan tasfiyeci oportünist, postMarksist ''Sınıfçı Tekçilik mi, Toplumsal Devrimci Rezerv Çoğulluğu mu?'' (Atılım, ETHA, 6 Eylül) yazısı aynı zamanda bu yönelim ve duruşa ışık tutan bir yazı olmanın ötesinde başka bir değer taşımamaktadır.
Komünist partisi sınıfın partisidir. Komünist politika sınıf politikasıdır. Proletarya, kendi dışındaki sömürülen ve ezilenlerin mücadelesiyle sayısız biçimlerde ilişkilenir ve bu mücadelelere önderlik eder. Ezilenlerin mücadelesi sadece ilerici demokratik, demokratik-devrimci karaktere sahip mücadelelerdir. Proletarya demokratik görevleri ihmal etmek bir yana, sosyalist görevlerine bağlı olarak bu mücadelelere önderlik eder. Demokratik görevler proletarya ve komünist partisinin sosyalist-komünist amaç ve görevleri karşısında, geçici ve ikincil derecede önem taşıyan görevler ve mücadelelerdir. Bu ilkesel temel ve pratik-politik duruş, komünist partileri, proletarya sosyalizmini küçük burjuva demokrasinin devrimci-demokratik mücadelesinden ayıran temeldir. Bu temelin ezilencilik adına bulanıklaştırılması, giderek önemsizleştirilmesi, giderek silinmesi önce küçük burjuva demokrasisine verilen ideolojik tavizi, ardından zamanla o mevzilere gitmeyi koşullar...
İşçi sınıfının kendi sınıf dili, ilkeleri, kavram ve kategorileri, kavramlaştırmaları vardır. Oportünist, revizyonist, postMarksist eğilimler, kavramlarla daima oynamışlardır, eğip bükmüşlerdir. Marksist Leninist komünist kavramların içeriğini sürekli bozarak yeniden şekillendirmişlerdir. Bu olgu o dünyanın nesnel karakteridir. Oportünizmin, revizyonizmin, postMarksizmin nesnel sınıfsal temelini küçük burjuva sınıfı oluşturur ve uluslararası burjuvaziden de beslenir...
''Devrimci romantizm'', ''öncü feda birliği'' ''Ezilenler'', ''Ezilenlerin Marksizmi'', ''Ezilenlerin Marksist Partisi'', ''21. asrın sosyalizmi'' vb. nitelemeler ve içerikler (ister teori katına yükselsin isterse yükselmesin, ister açık isterse kamufle edilmiş bir tarzda olsun) kullanılmamalı ve teorik temelleriyle birlikte pratik olarak da mahkum edilmelidir.
Komünistler burjuva ve küçük burjuva ideolojisine, literatürüne ideolojik taviz vermezler. Kavramları ilke bozmaya tekabül edecek tarzda kullanmazlar. PostMarksizmin sınıf ideolojisini, sınıfın partisini reddetmesi, sınıf politikasını, ilkeli sınıf politikasını reddetmesi, işçi sınıfı ile Marksizm-Leninizm ve komünist hareketin ilişkisinin teorik alanla sınırlı, politik pratiğine yön vermeyen bir ilişki olarak lanse etmesi; önemli olanın güç ve iktidar olmak olduğu teorileri, pratikleri kesinlikle red ve mahkum edilmeli ve bu görev, etkin bir ideolojik mücadele ve ideolojik arınma ile beraber yürütülmelidir. Bu teori ve politikalar aynı zamanda ''nihai hedef hiçbir şeydir, hareket her şeydir'' diyen Bernsteinciliğin damgasını taşır.
Revizyonizmin üstadı Bernstein şunları yazar;
'' 'Bu bakımdan, hareketin benim her şeyim olduğu ve genellikle “sosyalizmin nihai amacı' denilen şeyin aslında hiçbir şey15 olmadığı cümlesini yazdım ve bugün yine aynı cümleyi yazıyorum. 'Genellikle' kelimesi önerinin sadece 'şarta bağlı' olarak anlaşılması gerektiğini göstermediyse bile sosyalist ilkelerin nihai uygulamasına ilişkin ilgisizliğini ifade edemediği ve sadece son düzenlemelerin şekline ilişkin dikkatsizliği ifade ettiği açıktı. Hiçbir zaman genel ilkelerin ötesinde geleceğe çok ilgim olmadı, geleceğin resmini sonuna kadar okuyamadım. Benim düşüncelerim ve çabalarım günümüzün ve en yakın geleceğin görevleriyle ilgili oldu ve ben kendimi sadece uygun eylem için şimdi bana verdikleri tavrın ötesindeki perspektiflerle meşgul ediyorum.'' (Evrimsel Sosyalizm, Batıya Yön Veren Metinler, dusuncetarihi.kapadokya.edu.tr › makale › evrimsel-sosyalizm )
Açık ki komünistler nerde hareket orada bereket, anı yaşa, esen rüzgara göre davran, önemli olan güç olmaktır vbg., perspektiflerle, yönelimlerle, duruşlarla uzlaşmaz ve davranmazlar. Marks'ın dediği gibi, ''İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler.'' (Komünist Manifesto) ve proletaryanın nihai amacı tüm gelişme aşamalarında komünist partileri yönetir.
Teori ve Politika dergisinde dile getirilen ilkesizliğin, pragmatizmin, postMarksizmin ifadesi olan şu değerlendirme, hiçbir biçimde örnek alınamaz;
''Politika, ne bir sınıf politikasıdır, ne de ilke politikası. Marksist bir politik örgütün izleyeceği politikanın tek sağlaması, örgüt olarak, güç ve kudret edinmek, ve iktidar olmaktır.''
Oysa komünist politika Bilimsel Komünizmin ilkelerine dayanan ilkeli politikadır. İlkeler politikanın yerine ikame edilemez ama tek ilkeli politika ilkelere dayanan politikadır. Önemli olan ne olursa olsun güç ve iktidar olmak değil, önemli ve belirleyici olan işçi sınıfı hareketine, onun önderliğine ve hegemonyasına dayanarak güç ve iktidar olmaktır. Marksizm Leninizm'in emri budur. Nerde hareket orada bereket politikası komünist partileri ilkesizliğe, zaman içinde nihai hedefini de yadsımasına, küçük burjuva pragmatizmine mahkum eder.
Marksizm-Leninizm'e, Uluslararası Komünist Hareket'e (UKH) ait olmayan görüşleri ''sınıfçı Marksizm'' vs. adı altında ona atfedip sonra karşısına geçip salvo atışları yapmak, olsa olsa anti-Marksist-Leninistlerin işidir. UKH'nın ve kendi tarihimizin komünist eleştirisini yapmakla, o tarihi ve pratiği revize ederek sunmak; ve yenilenme, yeni açılım adına bambaşka sulara yelken açmak farklı şeylerdir. Sorunların nedenleri üzerine düşünmek ve gelecek için dersler çıkarmak yerine, gerçekleri tahrif etmeye ve tepkileri değiştirmeye odaklanmış bir algı yönetimi komünistlerin ilkesel ve yöntemsel duruşuna da karşıdır.
Dünya komünistleri, daima, Engels'in çarpıcı tarzda vurguladığı şu yoldan yürümüştür;
''… gerçekten proletarya partisi olan her parti, her zaman ilk koşul olarak sınıf politikasını, proletaryanın bağımsız tek parti halinde örgütlenmesini ve savaşımın birinci hedefi olarak da proletarya diktatörlüğünü koymuştur.''
''Biz sınıfların kaldırılmasını istiyoruz. Buna ulaşmanın aracı nedir? Proletaryanın siyasal egemenliği... Ancak yapılması gereken siyaset, işçi siyasetidir....''
Ve bu bağlamda da belirleyici olan, ''Önemli olan siyasetin nasıl yapıldığı ve hangi siyasetin yapıldığıdır.'' (Marx-Engels, Düşünceler ve Aforizmalar, s. 111, 61)
Komünist hareketi de ciddi bir şekilde etkileyen postMarksist ve küçük burjuva ideolojik etkileri ifade eden teorilere, tezlere, eğilimlere, kavramlara karşı sistematik bir ideolojik mücadele yürütmek ve proletarya devrimciliğinin pratik-politik duruşunu geliştirmek her komünist partisinin görevi olduğuna inanıyoruz. Bu bağlamda Birlik Devrimi'nin Kongre Belgeleri'nde ortaya konulan sınıf, parti, sınıf hareketi, program, strateji, taktik, örgütsel gücün teksifi çizgisine bağlı kalmamak ya da ondan uzaklaşmak kabul edilemez. Komünist parti olma iddiası ve duruşu devrimci-demokratik ve postMarksist ideolojilerle de hesaplaşmayı gerektirir. Komünistler, biz zaten işçi sınıfını temsil ediyoruz, siyasetimiz de işçi sınıfı siyasetidir, dolayısıyla her faaliyetimiz zaten sınıfı temsil eder, kadrolarımıza bakın ''çoğu'' işçi kökenlidir vb. gibi ana sorunun tartışılmasını karartan ilkesiz ve tasfiyeci yorumlardan, teorileştirmelerden özenle kopmalıdır. Burada asıl sorun, komünist partinin, komünist hareket ile proletarya hareketinin birliği olduğu tespitine bağlı kalarak, sınıf hareketine dayanan komünist işçi hareketi olarak ereklere doğru yürünüp yürünmediğidir. Peki ama gerçeğimiz bu mu? Kuşkusuz değil, politik faaliyetlerin yansıdığı komünist basını takip eden her insan bu gerçeği görebilir ya da görmektedir.
Devam edecek