26 Aralık 2020 Cumartesi

''KDP PKK GERİLİMİ'' Mİ? II

 

''KDP PKK GERİLİMİ'' Mİ? II


''KDP PKK GERİLİMİ'' Mİ?

II


Her ulusal kurtuluşçu devrim, ulusu, ulusal hainler ve ulusal direnişçi güçler olarak parçalar. Bu olgunun temelinde, son tahlilde, sınıfsal gerçekler durur... KDP ilerici ulusal geçmişinden çoktan kopmuş, işbirlikçi, sömürücü bir sınıfın temsilcisine dönüşmüştür. Çıkarları emperyalizm ve bölgesel gericilikle değişen türden ittifaklarla davranmaktadır. Bu konuda hayaller yaymak sermayeye, Kürt burjuvazisine hizmet eder ve etmektedir. Kürdistan'daki ulusal kurtuluşçu devrimci-demokratik ve ilerici demokratik mücadelelere karşı durmak, kendi çizgisine yedeklemek, yedeklemeyince boğmak, tasfiye etmek KDP ve bağlaşıklarının sınıfsal doğası gereğidir. Geçmiş bir yana, KDP rejiminin Rojava Devrimi'ni ve PKK'yi tasfiye politikası ve saldırganlığı bu olgunun kanıtıdır. KDP'nin bu politikadan geri adım atması öncelikle ve özellikle Kürt ulusal devriminin gücüne ve baskısına, Kürt halkının mücadelesine, Güney Kürdistan'da Kürt emekçilerinin mücadelesine, baş kaldırı gücüne bağlıdır. Rojava devriminin Güney Kürdistan halkının çoğunluğu tarafından sempatiyle karşılanması önemlidir ve KDP'nin odağında olduğu politik rejimin itibarının gerek Şengal'in bırakılıp kaçışı gerekse de Rojava devriminin etkisi nedeniyle yıpranması yurtsever ulusal demokratik Kürt mücadelesi ve devriminin yararınadır.


Kürt ulusal birliğini Kürdistan çapında kurmak mücadelesi meşru, haklı bir mücadeledir; bu talep ve mücadelenin yükseltilmesi güncel politik bir görevdir. Fakat, Kürt ulusal birliği, Kürt ulusal hainlerini kapsayan birlik değildir. Ulusal birlik, Kürt halkının merkezinde bulunduğu Kürt ulusunun, ulusal demokratik haklarını savunan ve bu hakların mücadelesini veren politik ve sosyal çevrelerin birliği olabilir. Emperyalizm ve bölge gericiliğiyle birlikte davranan, Kürt ulusal haklarının mücadelesini veren politik kuvvetleri tasfiye etmeye çalışan Kürt burjuvazisinin işbirlikçi kesimleri, Kürt ulusunun bir bileşeni olmakla birlikte, Kürt halkının ulusal demokratik ve devrimci kesimlerinin ulusal birlik mücadelesinin kapsamı içerisinde yer alamaz. Ulusal hainler+ulusal direnişçi güçlerin birliği Kürt ulusal birliğinin hedefi ve muhattabı olamaz. Bu birliğin kapsamını ve hedefini iki kesimi de kapsayan bir ittifak olarak görmek Kürt ulusal devriminin politikası olamaz. Aksine bu ayrımı derinleştirmek, genişletmek, ulusal hainleri oluşturan politik ve askeri güçleri tecrit etmek, iç çelişkilerini geliştirmek yurtsever güçlerin, ulusal kurtuluşçu Kürt hareketi ve devriminin görevidir.


Taktik manevralar gereklidir, bu manevraya bağlanmış ''ulusal birlik'' çağrıları taktik esnekliğin bir gereğidir. Tıpkı Türkiye'de faşist diktatörlükle proletarya ve halklar arasındaki çelişkiyi derinleştirmeyi, faşizmi teşhir etmeyi kolaylaştıran, hedefleyen ''barış'' talebi gibi. Bu bağlamda ulusal hainlerle, ulus ve halk arasındaki parçalanmayı derinleştirme ve böylece daha geniş kitleleri kazanma manevrası dışında, ulusal hainlerle, ulusal birlik politikası izlenemez. Ne KDP, ne ENKS ne de Kuzey Kürdistan'daki ulusal demokratik mücadeleye karşı mücadele eden KDP uzantısı parti ve çevreler Kürt ulusal birliğinin bileşenleri değildir ve olamaz da. Tarihsel ve güncel deneyimin gösterdiği gibi bu kuvvetler, emperyalizm ve bölge gericiliğiyle ya da onların değişik kesimleriyle Kürt ulusal birliğine ve direnişine karşı değişik biçimler alan baskı, saldırı, parçalama, tecrit etme politikası izlemektedir. Bu bağlamda, iç çelişkilerle parçalanmış, birbirleriyle rakip devletlerin iç mücadelelerine ve hesaplarına karşın, son tahlilde bölge gericiliğin de desteği KDP ile birliktedir.


Kürdistan'da ulusal devrimci-demokratik ulusal birliğin, değişik biçimler altında inşası zorunludur. Bununla birlikte, ulusal birlik taktiği ve manevrası, Kürtlük iddiası altında ortaya çıkarak Kürt ulusal devrimine sürekli ihanet eden sınıflar üzerinde baskı kurarak geri adım attırmak, Kürt halkının tabandan gelen baskısını geliştirmek, ulusal ihanetin yüzünü sergilemek, gerici saldırganlığını etkisizleştirmek için gerekli bir taktiktir ama bu, bir strateji, programatik çözüm kertesine yükseltilemez.


Yurtsever ulusal demokratik hareket, bu bakımdan eklektik bir politikaya sahiptir. Bir yandan PKK, PYD yürüttüğü mücadeleyle, tarihsel deneyimle, Rojava devriminin deneyimleriyle ulusal ihanetin gerçeğini görmekte ve karşı koymaktadır. Dört bir yandan kuşatılmışlık ve ezilme tehdidi altında esnek manevralar yaparak kazanımlarını, direniş mevzilerini korumaya çalışmaktadır. Ancak, ''demokratik modernite'', Kürt sorununun bölgesel çözümü için öngördüğü ''demokratik konfederalizm'' çözüm önerisi O'nu, ulusal birlik adına KDP-ENKS vb. gibi güçlerle kalıcı, stratejik ulusal birliği inşa etme, ulusal birleşik cephe kurma politikasına koşullayıp şekillendirmektedir. Bu ikilik, bir olgudur ve politik güçler dengesine bağlı olarak yurtsever hareketin konu bağlamında değişik söylemlerinin ortaya çıkmasını belirlemektedir. Kürt ulusal devrimi, burjuva demokratik karaktere sahiptir, yani o bir proleter devrim değil, dahası, Ortadoğu gibi son derece karmaşık çelişkiler yumağı girdabında bağımsız birleşik devrimci bir Kürdistan kurmak gibi bir program ve stratejiye de dayanmamaktadır. Bu çizgi, 90'ların ortalarından itiaren terkedilmeye başlanmıştı; ''İmralı çizgisi'' ile terkedilmişti. Bu olgu, Kürt burjuvazisine ulusal devrim karşısında değişik manevralar yapma, ulusal devrimci pratiği tasfiye etme politikasına elverişli zemin hazırlamıştır ve hazırlamaktadır. Emperyalist güçler ve bölgesel gerici devletler de bunun bilincinde.


Bu tablo, aynı zamanda PKK ve Rojava devriminin kendi iç çelişkisi ve sorunlarının bir kaynağıdır.


Kahramanca yürütülen mücadeleye ve küresel ölçekte yarattığı devrimci etkiye karşın, dünya proletaryası ve halklarının mücadelesinin devrimci bir atılım dönemine girememiş olması, başta Türk halkı olmak üzere, Arap, Fars halklarından yeterli destek ve dayanışmayı görememesi sözkonusu zaafiyetin ulusal devrim ve liderliği üzerinde negatif bir rol oynamasına yol açmaktadır. Kimi zaman Kürt ulusal hareketi içerisinde Kürt burjuvazisinin sesi olan eğilimlerin güçlenmesi, olanaklı olsa, devrimin kazanımlarını ve mevzilerini ucuza satarak sınıfsal çıkarları temelinde ulusal mücadeleyi sonlandırma isteği rastlantısal değildir. Kürt ulusal devriminin dayandığı ana kuvvetin Kürt işçileri, yoksulları, emekçileri olması, ödenen ağır bedelleri bu sınıf ve tabakaların taşıması gerçeği, şimdilik Kürt ulusal hareketi içerisinde Kürt burjuvazisinin ve Kürt küçük burjuvazisinin üst tabakalarının politikasının gelişerek hegemonya kurmasını önlemektedir.


Ortadoğu'da fay hatları kırılmıştır. ''Skype Picot Antlaşması'' işlevsizleşmiştir. Ortadoğu öyle kolayca durulmayacaktır. Çünkü dünya çapında emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi keskinleşerek gelişmektedir ve gelişecektir. ''BOP'' bu rekabetin merkezi durumunda. Bölgesel devletler veya bu iddiayı taşıyan gerici devletler (TC., İran, İsrail, Mısır vb.) kendi özgün çıkarları ekseninde yayılmacı politikalar izlemekte, manevralar yapmakta, parsadan pay kapmaya çalışmaktadırlar. Kürt ulusal mücadelesi tam da at izinin it izine karıştığı böyle bir tablo içerisinde yön bulmaya, kendini geliştirmeye, mevzilerini korumaya ve büyütmeye çalışmaktadır. Açık ki, yurtsever çizgide somutlaşan mücadele çok büyük risklerle karşı karşıya. Tüm bu süreçlerde KDP çizgisi daima devrimci Kürt direnişinin tasfiyesine dayanacaktır. Bu konuda hayallere yer yoktur ve olmamalıdır.


Kürt halkı öncelikle de bölge haklarının desteğini kazanmadan, halkların birleşik cephesi geliştirilemeden onu kuşatan açmazlardan kurtulamayacaktır. Kürt ulusal mücadelesinin tecrit edilerek boğulması tehditinin (ezme, ehlileştirme, işbirlikçileştirme) önlenmesini, etrafında örülen çemberin kırılmasını kendi devrimci görevi olarak görmeyen devrimcilik, küçük burjuva milliyetçilikle, sosyal şovenizmle şekillenmiş, lekelenmiş, devrimci niteliğin yıpranmasını yansıtan bir devrimciliktir.


Kürt ulusal devriminin devrimimiz olarak kavranması, birleşik bir devrim olarak geliştirilmesi devrimci çizgisinde durmayan ve duramayan devrimci siyasi parti ve çevrelerin, devrimcilik adına söyleyeceği fazla bir şey de olamaz. Somut tarihsel bir olanağı, devrim ve sosyalizmin lehine değerlendirebilmek perspektif ve pratiğinden yoksun olanların, öncülük iddiası da boş bir iddiadır. Ve Ortadoğu'da Kürt ulusal sorununun devrimci çözümü sözkonusu olduğunda Türkiye işçi sınıfının ve halkının Kürt halkıyla omuz omuza olması, öncelikle ve özellikle yaşamsal önemdedir. Türk burjuvazisi ve sömürgeci faşist diktatörlük bu gerçeği pek çok ''sol'' akımdan daha iyi kavramakta ve politikasını da buna göre şekillendirmektedir. Burjuvaziden öğrenmek de politik eğitimin önemli bir sacayağıdır. Lenin'in dediği gibi, insan politikada çoğu kez düşmanından öğrenir. Suruç ve Ankara katliamları boşuna yapılmadı... ''Bir kurşunun fiyatının kaç para olduğunu biliyor musunuz!'' lafı boşuna edilmedi ve edilmiyor...


Türkiye ve Kürdistan devriminin temel tarihsel ve güncel sorunu politik özgürlüklerin kazanılmasıdır. İşte bu mücadelede Kürt ulusunun ulusal özgürlük kavgası, politik özgürlüğü devrimle kazanma mücadelesi sorunun yoğunlaştığı noktayı oluşturmaktadır. Bu olgunun ilerici demokratik, devrimci-demokratik ve komünist harekete, Türkiye proletaryası ve halkına yüklediği yakıcı görevler vardır. Bu görevi üstlenmede, halkların birleşik mücadelesini geliştirmede militanca öne çıkma sorumluluğunu kavrayamayanların ırkçılığa, şövenizme, milliyetçiliğe, dinci gericiliğe, faşist diktatörlüğe karşı tutarlı demokratizm çizgisinde bile mücadele edemeyecekleri vurgulanmalıdır.


Bir dönemden beri, dinci faşist ele başının (Erdoğan) ve devletin Kürt sorununda yeni bir ''açılım'' yapacağı, yeni bir ''barış süreci'' başlatacağı propagandası yapılmaktadır. Bu propagandanın kaynağı, sömürgeci faşist rejim ve Kürt burjuvazidir.


Duvar gazetesinin T. Bakırhan'la yaptığı röportajdan bir hafta önce Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya’yla yaptığı söyleşide dille getirilen “yeni çözüm süreci” tartışmaları, karşılığı olmayan manipülatif bir propagandadan ibarettir. Aslında, bu sahte ve karşılığı olmayan propaganda patlama aşamasına gelmiş Kürt halkını beklentiler yaratarak yönlendirme manevrasıdır. İç ve bölgesel, uluslararası güçler dengesindeki gelişmeler, iç ve dış politikada dinci faşist terör rejiminin duruş ve yönelimi sözkonusu liberal gerici beklentiler uyandırma operasyonunun demagojik karakterini göstermektedir. Bu sahte beklentileri teşhir etmek, halkların birleşik cephesini güçlendirerek kitlesel sokak hareketlerini geliştirmek en yakıcı görevdir. Ki, bugünkü koşullarda sözkonusu demagoji ve manipülasyonun Kürt halkı nezdinde itibar bulacağını da sanmıyoruz. Sömürgeci faşist diktatörlük ve başı dinci faşist cunta ekonomik ve siyasi krizin artan baskısıyla karşı karşıya. Politik rejimin kitlesel temeli aşınıyor. Dış politikada tecrit olma sürecinde. Bunlardan yola çıkarak faşizm ve sermayeden ''demokratik reformlar'', ''Kürt sorununun barışçıl çözümü''nü bekleyen gerici liberal ve devlet terörüne boyun eğmiş ilerici aydın çevrelerin bu gerçek dışı beklentilere kapılması ise anlaşılırdır.


Kürt ulusal mücadelesinin her kaybı, Türkiye işçi sınıfının ve halkların, bölge halklarının kaybı olacaktır. Her kayıp, proletarya ve halklara daha fazla terör, hak kayıpları vb. olarak geri dönecektir. Politik özgürlüklerin kazanılması mücadelesinde, devrim ve sosyalizm kavgasının geliştirilmesinde kavranacak halka Kürt sorunudur. Kürt ulusunun köleleştirilmesi Türk işçilerinin ve halkının da boynundaki halkadır. Kürtler ulusal özgürlüğünü kazanmadan Türk işçi ve emekçileri de özgürlüğünü kazanamayacaktır. Türk halkının desteklemediği bir Kürt ulusal mücadelesi her zaman zayıf kalacak ve ezilme tehlikesi taşıyacaktır. Türk halkı ve işçi sınıfı Kürt halkıyla birleşik bir mücadeleye atılmadan, tutarlı bir ekmek kavgası bile veremeyecektir. Halkların birliği ve birleşik devrim çizgisi çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının ve halklarının en yakıcı sorunudur.


Bağımsız birleşik Kürdistan hakkı Kürt ulusunun meşru ve haklı bir istemedir. Ulusların ve dillerin eşitliği, başta ayrı devlet kurma hakkı olmak üzere, silahlı direnme ve ulusal ayaklanma hakkı savunulmadan, geçtik sosyalizmi, tutarlı devrimci-demokratik bir mücadele bile verilemez. Bu mücadele ilkeli ve günlük propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve eylem çalışmasında somutlaşmadıktan sonra kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Kürt sorununu ve Rojava devrimini Türk işçi ve emekçilerini ilgilendirmeyen, salt Kürtleri ilgilendiren bir sorun olarak görmek de tipik bir sosyal şövenizmdir. Faşizm ve sermayeye, bölgesel gericiliğe karşı demokratik ve sosyalist devletler federasyonu hedefiyle halkların ve ulusların kardeşliğini yükseltmek devrimci-demokratik ve komünist hareketlerin elindeki bayrak olmalıdır.


Bir ulusu ezen başka bir ulus özgür olamaz. Türk işçi sınıfının ve emekçilerin sıradan ekmek kavgası bile ''bölücü teröre'' karşı mücadele'' adına ağır ekonomik ve siyasal saldırılarla ezilmeye çalışmaktadır. Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesinin karşısına Türk milliyetçisi ve sosyal şöven bir mesafe koyarak ''politik mücadele'', ''devrim ve sosyalizm'' mücadelesi verdiklerini iddia edenler, objektif olarak Türk burjuvazisine, işbirlikçi faşist diktatörlüğe hizmet eder yalnızca.


Sömürgeci faşist diktatörlüğün kirli, haksız, sömürgeci savaşına ve terörüne karşı savaşmayan, ''silahlara, savaşa karşıyız, silahlar bırakılsın'' liberal gerici ajitasyonuyla yetinen veya ''ortak düşman Amerikan emperyalizmidir'' söyleminin arkasına gizlenerek ''vatanı böldürmek'' istemeyen sosyal şöven ve Türk küçük burjuvazisinin milliyetçilik bayrağını taşıyan reformist ve keskin devrimci solculuk yapan bir bölüm demokrat parti ve çevrenin Türk halkına da kötülük yaptıklarının altı çizilmelidir. 80 sonlarından bu yana geçen tarihsel ve politik sürecin deneyimlerini de gösterdiği gibi, Kürt mücadelesinden uzak durarak ''kitleselleşme'' hayali kuranlar sınıfta kalmıştır ve sınıfta kalmaya da devam edeceklerdir. Türk işçi sınıfının ve halkının, gitgide yoğunlaşan katmerli gericilik ve faşist terör rejimi altında her açıdan inlemesinin bir nedeni de, dahası başta gelen nedeni de Türk egemen sınıflarının Kürdistan'daki sömürgeci boyunduruğu ve Ortadoğu'da Kürt mücadelesini boğma, ezme saldırısıdır. Türk halkı ve işçi sınıfı bu gerçekleri görmediği müddetçe daha ağır sömürülmeye, ezilmeye mahkum olacaktır. Türk ve Kürt halklarının mücadelesinin birleşmesi dinsel faşist diktatörlük ve Türk sermayesi için en büyük korkudur, bundan dolayıdır ki Türk halkına da göz açtırılmamaktadır.


DEVAM EDECEK

Hasan OZAN İLTEMUR



22 Aralık 2020 Salı

''KDP PKK GERİLİMİ'' Mİ?

 

''KDP PKK GERİLİMİ'' Mİ?


''KDP ve PKK arasında gerilim'' olarak propaganda edilen ''gerilim'', aslında çok aktörlü bir mücadelenin yansımasıdır. İşin içinde bölgesel ve uluslararası aktörler var. Mücadelenin kapsamı geniş ve karmaşık. Bu gerilim, bölgede ve dünyada içerisinden geçilen somut tarihsel gerçeklerle bağlı. ''Gerilim'' olarak lanse edilen şey, sınıfsal ve ulusal çıkarların, hegemonya ve rekabet mücadelelerinin, devrim ve karşı-devrimci güçlerin karmaşık çıkarlar denkleminde ortaya çıkan bir gelişmeyi temsil etmektedir.


Sözü edilen ''gerilim''de, dinci faşist Türk diktatörlüğünün Kürt ulusal devrimini tecrit etme, zayıf düşürme, parçalama, gelecekte daha kapsamlı saldırı ve işgal harekatına elverişli koşulları hazırlama stratejisi durmaktadır. Şengal gerçeği, Kandil operasyonları, Haftanin bölgesinde* sürmekte olan çatışmalar, Rojava işgalleri bu olgunun en çarpıcı ifadeleridir. Yakın dönemde Türkiye'de kurulan KDP** Türk ırkçı milliyetçiliğinin temsilcisi (ama HDP kadar oy bile alamayan) MHP'nin ''HDP kapatılsın'' çağrısı ve kampanyası vs. bu politikanın yansımasıdır. Evet, KDP ve PKK arasından somutlaşan bir ''gerilim'' var ve bu ''gerilim'' büyümektedir de. Gerilimin temelinde ulusal ihanet güçleri ile demokratik ulusal Kürt devrimi ve halkı arasındaki çelişki ve çatışma yatmaktadır. Barzani kliği etrafında kurulmuş kirli birlik Ortadoğu'da Kürt ulusal direnişçi çizgi ve pratiğe karşı kurulmuş bir birliktir. Ve bu birlik özellikle de Türk sömürgeci faşist diktatörlüğünün koruması, kışkırtması, liderliği etrafında kurulmuş ve gittikçe saldırganlaşan bir gerici birliktir. Yeni de değildir ve her bir aşamada güçler dengesine bağlı olarak yeni biçimler alarak devam etmektedir ve edecektir de.


Türk faşist diktatörlüğünün sömürgeci stratejinin bir yanı Kürt ulusal devrimini ezme, diğer yanını bölgesel yayılmacılık ve etki alanlarını genişletme oluşturmaktadır. Dinci faşist cuntanın bu saldırgan stratejisini ''Teröre karşı mücadele'' politikası kamuflajı ile Kürdistan'a, Suriye'ye, Libya'ya, Afganistan'a, Karadağ üzerinden Azeri-Ermeni çatışmasına müdahil olması gibi olgulardan görmekteyiz. ''Mavi Vatan'', ''Ümmetin birliği'', ''Adriyatik'ten Çin Denizi'ne'', ''Türk dünyasının birliği'' vs. sloganlarında ifadesini bulan yayılmacı, fetihçi, pan-Türkist, pan-İslamist, ''neo-Osmanlıcı''lık olarak seslendirilen politikalar Türk sermayesinin ve devletinin saldırgan yayılmacı politikasına ışık tutmaktadır. İçerde azgın dinci faşist terör, dış politikada ilhak, işgal, sömürgeci yayılma birbirini tamamlamaktadır. Kürtlerin boğazı sıkılınca, tüm Türkiye nefessiz kalıyor” diyen Tuncay Bakırhan haklı.


Ortadoğu, emperyalist hegemonya ve rekabetin merkezi durumunda. Ekonomik ve jeo-politik önemi yüksek bir bölgede yer alan, bölgesel ve uluslararası karaktere sahip Kürt sorunu, Rojava Devrimi'nin zaferiyle daha yakıcı bir soruna dönüştü. Emperyalist dünya, Rojava Devrimi'ni boğmada, devrimci-demokratik içeriğini tasfiye etmede birleşmektedir. Bu politikayı temsil eden burjuva devletler, bir yandan Kürt ulusal hareketini ekonomik, siyasi, askeri çıkarları doğrultusunda yedekleyerek kullanmaya çalışmakta, diğer yandan da özellikle Ortadoğu halklarına örnek ve ilham kaynağı olacak demokratik devrimci bir ateşi söndürmeyi hedeflemektedir. Gerek ABD gerekse de Rusya'nın politikalarından bu gerçekleri açıkça görmekteyiz. KDP bu bağlamda özellikle ABD ve T.C. ile birlikte hareket etmektedir.


KDP ve temsil ettiği burjuva gericilik, Rojava Devrimi'nin KDP'lileştirilerek araçlaştırılması, Kandil-Rojava birlik ve dayanışmasının engellenmesi, PKK'nin Güney Kürdistan'daki mevzilerinden sökülüp atılması politkasını izlemektedir. KDP, bu bağlamı, emperyalizm ve bölge gericiliğiyle, başta Türk sermayesi ve devletiyle olan ilişkisinde pazarlık kozu olarak kullanmaya da çalışmaktadır. İliklerine dek çürümüş, asalaklaşmış KDP rejimi bu bağlamda Türk burjuva devletiyle sıkı bir ittifak halinde davranmakta, sömürgeci faşist diktatörlükle birlikte Kandil etrafındaki kuşatmayı daraltmakta, Rojava Devrimi'nin boğulmasında birlikte davranmaktadır.


Kürt sorunu, tekil bir ülkede tekil çerçevede çözülebilecek bir sorun değil. Ortadoğu gibi bir bölgede, dört ülkeyi dolaysız olarak etkileyen bir sorun. Bu olgunun temelinde Kürdistan'ın dört ülke tarafından parçalanmış, paylaşılmış olması tarihsel gerçeği yatmaktadır. Çözümü geç gündeme gelmiş ulusal bir sorun olarak çözüm talebi daha keskin gündemleşmiş, uluslararasılaşmış bir sorundur. Bu olgu, Kürt halkının, ulusal demokratik mücadelenin karmaşık ve zorlu koşullarına işaret etmektedir.


Bu parçalanmışlık ve paylaşım, iç çelişki ve çatışmalarına karşın Arap, Fars, Türk gericiliğinin ve egemen sınıflarının Kürt ulusal hareketine karşı birlikte davranma politikasının temelini oluşturmaktadır. Hele de ulusal devrimci bir gelişme sözkonusu olunca, bu ülkelerin ve bölgesel gericiliğin ''birleşik cephe''si daha çarpıcı bir tarzda ortaya çıkmaktadır. Bu olgu, öte yandan da bu ülkelerin birbirleriyle rekabetinde Kürt sorununu karşılıklı kullanma gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır. Hatırlatmak yerinde olacaktır, Kürdistan'ın en büyük ve en gelişkin parçası Türk egemen sınıflarının sömürgesi durumundadır. Bu olgu, Türk burjuva devletinin sınır tanımaz Kürt düşmanlığının başını çekmesini de açıklamaktadır.


Bu tablo içerisinde T.C. ve KDP'nin temsil ettiği bağlaşık güçlerin PKK'nin tasfiye edilmesinden ve Rojava Devrimi'nin boğulmasından veya ''KDP''lileştirilmesi politikasından vazgeçmeyeceklerinin göstermektedir. KDP'nin ve gerici dostlarının sınıfsal ve politik çıkarları PKK ile, Kürt halkıyla, Rojava Devrimi ile birlikte değil, karşısında olmayı gerektirmektedir. Bu bağlamda Barzani'den, KDP'den Kürt düşmanlığı yapmaması, Kürt kanı dökmemesi beklentisi ve beklentinin büyütülmesi politikası burjuva liberal gerici bir politikadır. Bu konuda hayaller yayılması Kürt direnişini zayıflatır, burjuvaziye yeni manevra alanı açar, ulusal hareket içerisinde Kürt burjuvazisini güçlendirir...


DEVAM EDECEK


Hasan OZAN İLTEMUR


* ''Türkiye Milli Savunma Bakanlığı 17 Haziran’da Kürdistan Bölgesi toprakları içerisindeki Haftanin'de PKK’ye yönelik “Pençe Kaplan” adıyla operasyon başlattığını duyurmuştu.

Operasyon kapsamında sınırdan 30 kilometre kadar içeri gelen TSK unsurlarının 24 tepede üstlendiği belirtiliyor.

Operasyonlar sürerken 1 Temmuz’da Irak Sınır Muhafızları Zaho sınırındaki Kela Şabanike, Siyae Bena ve Kela Dêrê tepelerine konuşlandı.'' (19.12. 2020, rudaw.net)


** ''Bir yandan partimizi kapatmaya çalışırken, bir yandan da kendileri için kullanışlı olabilecek yapılar inşa etmek istiyorlar. Aslında bu yeni yapı veya partilerle yeni bir Kürt sağı inşa edildiğini söylemek doğru değil. AKP ve diğer ortağı Kürt coğrafyasında tamamen tabela partisi haline gelmiş olduğu için, başka isimler altında faaliyet yürütebilecekleri şubeler açmak istiyorlar. Birkaç gün önce açılan Kürdistan Demokrat Partisi’nin başında, kayyım politikasının Kürt halkının yararına olduğunu savunan, söyleyen bir şahıs var. Bu zihniyetin neresi HDP’ye alternatif olacak? Halk bunların yüzüne bile bakmaz.'' (Tuncay Bakırhan, Duvar gazetesi ile yapılan röportaj)



14 Aralık 2020 Pazartesi

EMPERYALİZMİN NESNEL GELİŞME YASALARI YOK MU? VI. BÖLÜM

 

EMPERYALİZMİN NESNEL GELİŞME YASALARI YOK MU? VI. BÖLÜM




VI. BÖLÜM


Yazar şunları yazmış;


''... Öyle bir an gelir ki birkaç dünya tekeli dünya piyasasına hâkim hale gelir, artık ne fethedilecek yeni pazarlar vardır ne de yeterince mülksüzleştirilecek küçük kapitalist kalmıştır. Böyle bir anda sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için ya da bir başka deyişle artı kar elde etmek için teknolojik devrimlerle göreli artıdeğeri artırmanın yerini giderek artan oranda mutlak artıdeğer elde etmek yani işçiyi daha çok ve daha yoğun çalıştırmak alır...''


Yazarın, 'Öyle bir an gelir ki birkaç dünya tekeli dünya piyasasına hâkim hale gelir'' sözleri ilginçtir; ilginçliği Hobson'un ''inter emperyalizm'', Kautsky'in ''ultra emperyalizm'', Buharin'in ''örgütlü kapitalizm'', Monthly Review çevresinin Paul Baran ve Paul Sweeyz tarafından teorisi yapılan ''ultra emperyalizm'' teorisinin sol versiyonunu hatırlatmasıdır.


Yazarımız, ''varoluşsal kriz'' döneminde yaşadığımız için zaten nesnel yasalarını yitirmiş ve birkaç darbeyle yıkılması kaçınılmaz olan bir kapitalizm savunusu ile bir de kalkıp bunları hayal etmesi ayrıca dikkate değer bir çelişkidir.


Gelelim yazarın mutlak ve göreli artı-değer sorunu üzerine söylediklerine.


''Emperyalist küreselleşme'', ''varoluşsal kriz'' döneminde, yani daha bugünden kapitalizm artı-değer üretemediğine göre, gerekse de gelecek için söylüyor göründüğü göreli ve mutlak artı-değer üzerine yazdıkları da aslında anlamsızlaşıyor. Artı-değer üretilemeyen bir emperyalist küreselleşme aşamasında ne göreli ne de mutlak artı-değer üretiminden bahsedilebilir. Kapitalizmin bütün nesnel yasaları işlemez hale gelmişse, ortadan kalkmışsa, bu durumda nesnel yasaları olmayan bir dünyada yaşıyoruz ya da yeni bir ekonomik-toplumsal düzende; yani kapitalizm olmaktan çıkmış ama sosyalizm de olmayan ne idüğü belirsiz bir postkapitalizm dünyasında yaşıyor olmalıyız.


Neymiş, ''o an geldiğinde'' küresel emperyalizm, teknolojik devrimler bitmiş olacağı için, göreli artı-değer de üretemeyecekmiş. Peki geriye ne kalıyor? Mutlak artı-değer üretimi. Artı-değer üretemeyen emperyalist kapitalizm teorisiyle bu tartışma zaten anlamsızlaşıyor. Ancak yazar ''açılımlar'' yaparak (ısrarla üzerinde durduğumuz ana fikirlerini yok sayarak) geleceği tasvir eder görünerek, bu yöntemle ve ardısıra ifade edilen düşüncelerle manevra yapıyor. Bu da yazarın zayıflığını göstermektedir. Ve üstelik mutlak ve göreli artı-değer üzerine söyledikleri de ayrıca yenilir yutulur değil.


Sözgelimi, postmodernistlere ve “postmodernizmin doruğu” olarak “Yeni bin yılın teorik sentezi”, “çağımız”ın “Komünist Manifesto”su, “Klasik Marksist yaklaşımdan daha ‘komünist’ bir militanlık ve sınıf mücadelesi öngörüsünde bulun”duğu iddia edilen “İmparatorluk” kitabının yazarlarına ya da Negriciliğe göre, “postkapitalizm” ile proletarya, başta da sanayi proletaryası buharlaşmıştır. Kaldı ki zaten sanayi proletaryası “modernizm” çağında da “kısmi bir uğrağı” temsil etmekteydi. Çağımızın “teknoloji çağı” olduğu, “enformatik tekno-çağ”la birlikte artık proletaryaya gereksinim kalmadığı, artı-değeri yaratanın teknoloji olduğu iddiası da, burjuvazinin proletaryaya ve Marksizm-Leninizm’e karşı ideolojik saldırısının bir biçimini oluşturmaktadır.


Postmodernizmin ve post-Marksizmin ''sol'' kanadı da farklı saiklerden hareketle kapitalist emperyalizmin ('el koyma yoluyla birikim aşamasında'', '''emperyalist küreselleşme aşaması''nda, ''kapitalizmin varoluşsal krizi çağında'') artı-değer üretemediğini ileri sürmektedir.


Ters yönde iki uç; biri teknoloji tapıcılığı ile teknolojiye artı-değer üreterek elveda proletarya derken, diğeri de kapitalizmin ''küreselleşme aşaması''nda artık artı-değer üretilemediğine, teknolojik devrimlerin gerçekleşemediğine, üretici güçlerin gelişmediğine dayanarak bu saçmalığı savunuyor. Her ikisi de elveda proletarya, elveda sanayi proletaryası, elveda Marksizm-Leninizm demede son tahlilde birleşiyor. İkincisi bunu ''sol'' çığırtkanlıkla örtmeye çalışarak, proletaryadan bahsederek manipülasyon yapıyor.


Mutlak artı-değer üretimi, Marx’ın dediği gibi, “Kapitalist sistemin genel dayanağını ve nispi artı-değer üretiminin çıkış noktasını … oluşturur…. Mutlak artıdeğer üretimi, işin teknik sürecini ve toplumun bileşimini kökünden değiştirir. Bu nedenle o, kendisine özgü yöntemle, araçları ve koşullarıyla birlikte, emeğin şeklen sermayenin egemenliği altına girmesiyle sağlanan temel üzerinde kendiliğinden doğup gelişen özgül bir üretim tarzını öngörür. Bu gelişmesi sırasında, emeğin sermayeye bu biçimsel bağımlılığı yerini, zamanla gerçek bağımlılığa bırakır.” (Kapital C. I, s.485)


Emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı “her kapitalist üretim sürecinin genel biçimidir. Aynı zamanda, özgül kapitalist üretim tarzının gelişmiş biçiminin yanında özel bir biçim olarak varolabilir. Çünkü ikincisi birincisini gerektirse de, bunun tersi doğru değildir (yani, biçimsel tabiyet; özgül kapitalist üretim tarzının olmadığı koşullarda da varolabilir.)” (age., s.85, iMa.)


Emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı (''tabi olması'') kapitalist üretim tarzının ilk doğuş koşulları ve gelişmesi sürecinin karakteristikleriyle bağlıdır. Bu bağımlılık ve değişim, ''tek başına emek sürecinin yani fiili üretim sürecinin gerçek niteliğinde temel bir dönüşüme yol açmaz. Tersine, sermaye, emek sürecini bulduğu biçimiyle kendine tabi kılar. Yani sermaye, değişik ve daha eski üretim tarzları geliştirilmiş haliyle, varolan emek sürecini devralır. Dolayısıyla sermayenin hazır, kurulu bulunan bie emek sürecini devraldığı açıktır.'' (age., s.86, iMa.)


Emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı sözkonusu olduğunda ''artı-değer yalnızca iş günün uzatarak, yani mutlak artı-değeri, arttırarak yaratılabilir. Emeğin sermayeye biçimsel olarak tabi olduğu durumda bu, artı-değer üretiminin yegane yoludur.'' (age., s. 87, iMa.)


Peki emeğin sermayeye gerçek bağımlılılığı ne demek, şimdi de buna bakalım.


Şimdi emeğin toplumsal üretim güçleri gelişmiş, büyük ölçekli üretimle birlikte bilim ve teknoloji üretime doğrudan uygulanmaya başlamıştır.” (Kapital’e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s.101, iMa.)


Göreli artı-değer, sanayi kapitalizmiyle, sanayi devrimiyle başlar ve gelişir. Burada kapitalizmin teknik-maddi temeli değişime uğrar; bu değişim, makinaleşmeyle ''emeğin üretkenliği''nin yükselmesiyle gerçekleşir. ''Emeğin üretkenliğini yükseltmek, yani bir metaın üretimi için gerekli emek-zamanını kısaltmak için en güçlü araç olan makine, sermayenin elinde, ilk kez elattığı sanayi alanlarında, işgününü, insan doğasının koyduğu bütün sınırların ötesine uzatmak için en güçlü araç haline geldi. Makine, bir yandan, sermayeye, devamlı eğilimini rahatça uygulama olanağını sağlayan koşullar yaratırken, öte yandan da, sermayenin, başkalarının emeğini sömürmek konusundaki iştahını kamçılayacak yeni dürtüler hazırlıyordu.


Her şeyden önce emek araçları, makine biçimine girmekle, işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan otomatik şeyler halini almıştır.'' (age., s. 387)


''Genel bir deyişle, nispi artı-değer üretim tarzı, işçinin üretken gücünü, belli bir sürede, aynı miktarda emek harcayarak daha fazla üretimde bulunabilecek hale getirmektedir.'' (age., s. 393)


''Göreli artı-değer üretimiyle birlikte, bir bütün olarak üretimin gerçek biçimi değişir ve özgül kapitalist üretim tarzı (teknolojik düzeyde de) ortaya çıkar.'' (age., s. 89, iMa.)


''Üretim tarzında devrim, manifaktürde emek-gücü ile, bütük sanayide emek araçları ile başlar.'' (Kapital C.I, s. 359)


''Makine biçimine gelen emek araçları, insan kuvveti yerine doğal kuvvetlerin konulmasını, ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçle uygulanmasını gerektirir. Manüfaktürde, toplumsal emek-sürecinin örgütlenmesi tamamen özneldi, ve parça-işçilerin bir birleşimiydi; makine sistemine dayanan büyük sanayide ise, tümüyle nesnel bir üretici organizma vardır ve işçi, zaten varolan maddi üretim koşullarına eklenen bir şey haline gelmiştir. Basit elbirliğinde ve hatta işbölümüne dayanan elbirliğinde, tek başına çalışan işçinin yerini kolektif işçinin alması, azçok raslantıya bağlı bir şey gibi görünür. Oysa makineler, daha sonraki durumlarda, birkaç istisna dışında, yalnızca birleşmiş emek ya da ortaklaşa emekle işletilir. Demek ki, burada, emek-sürecinin ortaklaşa niteliği, emek aracının kendisinin zorladığı teknik bir gerekliliktir.'' (age., s. 372)


Mutlak artı-değer emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığının, göreli artı-değer ise emeğin sermayeye gerçek bağımlılığının maddi ifadesidir. “Artı-değerin iki biçimi, mutlak ve görece artı-değeri ayrı ayrı ele alırsak görürüz ki, mutlak artı-değer her zaman görece artı-değerden önce gelir. Artı-değerin bu iki biçimine, emeğin sermayeye tabi oluşunun iki biçimi ya da kapitalist üretimin iki farklı biçimi denk düşer. Ve burada da bir biçim her zaman diğerinden önce gelir. Ne var ki, ikinci ve daha gelişkin biçim, birinci biçimin sanayinin yeni dallarına girişinin temellerini oluşturur.” (Kapital’e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s. 90-91)


Kısacası, göreli artı-değer, sanayi kapitalizmine dayanır, bu aşamayla birlikte emeğin sermayeye gerçek bağımlılığı temel ve genel bir olguya dönüşür ve kendi gerçek temeline oturan özgül kapitalist üretim tarzını yönlendirir. Böylece kapitalizmin emeğin sermayeye biçimsel tabiyeti aşaması aşılır, bireysel işçinin yerini kolektif işçi alır, makineye dayanan sanayi'' birkaç istisna dışında, yalnızca birleşmiş emek ya da ortaklaşa emekle işletilir.''


Demek ki artık kapitalizmin mutlak artı-değer üretimine, iş gününün alabildiğine uzatılmasına dayanan, ilkel teknik temel ve ilkel işbölümüne dayanan tarihsel evresi, tıpkı kapitalizmin ilkel birikim evresi gibi tarihe karışmıştır. Nasıl bugünü sermayenin tarihsel olarak aşılmış ilkel birikim teorisine dayanarak anlayamazsak, mutlak artı-değer üretimine dayanan kapitalizmin aşılmış tarihsel evrelerine dayanarak da anlayamayız. Tarih ve teori bağıntısında yapılacak bir kapitalizm ve emperyalizm çözümlenmesinde kapitalizmin tarihsel köklerine inilirken ilkel birikim, manifüktür kapitalizm ve mutlak artı-değer süreçleri, Marks gibi incelenebilir ama kalkıp o tarihsel evreleri bugüne taşıyarak bugünü açıklayamayız. Tıpkı emperyalizmi mutlak artı-değere dayanan bir kapitalizm olarak açıklayamayacağımız gibi.


Eleştirel incelediğimiz konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, tartışmayla bağlı bazı gerçeklerin altının çizilmesi gerekiyor.


Gerekli emek ile artı-emeğin toplamı işgününü oluşturur. Artı-ürünün, artı-değerin kaynağı artı-emektir. Artı-emek kapitalist için bedava emektir. Gerekli emek zamanın kısaltılması, artı-emek zamanının uzatılması, artı-emeğin azami gaspı kapitalizmin eğilimidir. Sermaye, bir yandan işgününü azami sınırlarına kadar uzatarak veya olanaklı olduğu ölçüde uzatarak mutlak artı-değer gaspını dayatır. Öte yandan emeğin sermayeye karşı mücadelesinin sonucu, işgünün kısaltılması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda gerek işçi direnişini kırmak gerekse de kapitalist rekabetin gereği emek üretkenliğini yükselterek görece artı-değer gaspına yönelir.


Mutlak artı değer ve görece artı-değer gaspı, artı değer gaspının iki biçimidir. Kapitalizm her iki biçimi olanaklı olduğu ölçüde birleştirme eğilimindedir. Marx’ın dediği gibi, “günün 24 saati boyunca emeğe elkoyulması, kapitalist üretimin kaçınılmaz eğilimidir.” İşgününü azami derecede uzatarak, işgünü içinde zorunlu emek zamanını azaltırken artı-emek zamanını uzatarak, emeğin yoğunluğunu arttırarak artı-değer sömürüsünü son sınırına/sınırlarına dek geliştirme kapitalizmin eğilimidir. “Kapitalist üretimin hedefi, belli bir miktardaki zenginlikle, olabilen en geniş ölçüde artı-ürün ya da artı-değer elde etmektir. Bu amaca değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre daha hızlı oranda büyümesiyle ya da olabilen en büyük miktardaki değişmeyen sermayeyi olabilecek en küçük değişen sermayeyle harekete geçirmek suretiyle ulaşılır.” (Artı Değer Teorileri, C. I, s.542, iMa)


Marx’ın dediği gibi, “Hiçbir kapitalist, kar oranını düşürdüğü sürece, yeni bir üretim yöntemini, ne denli üretken olursa olsun, artı-değer oranını ne kadar çok arttırırsa arttırsın, hiçbir zaman gönüllü olarak uygulamaya koymaz.” (Kapital, C. III, s. 233) ve hemen eklemek gerekiyor, kapitalistler, “iyileştirmelere, yeni buluşlara, üretim araçlarından daha fazla tasarrufa vb. fiyatlar ortalamanın üstünde olduğu zaman değil, altına düştüğü zaman baş” vurur (Artı Değer Teorileri, İkinci Kitap, s. 22) Bu olgu, kapitalizmin sınırlı amacıyla, (kar için üretim düzeni ile sınırlı bir sistem olmasıyla) bağlıdır.


Emeğin artan üretkenliği yasası… sermaye için mutlak geçerli değildir. Sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla üretkenlik, genellikle canlı emekten sağlanan tasarrufla artmaz… canlı emeğin karşılığı ödenen kısmında, geçmişte harcanan emeğe kıyasla sağlanan tasarrufla yükselir. Kapitalist üretim tarzı, burada, bir başka çelişkiyle karşılaşır. Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içerisinde geliştirmektir. Burada olduğu gibi üretkenlikteki gelişmesini engellediği her zaman, tarihsel görevine ihanet eder. Böyle o, gittikçe yaşlandığını ve miadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş oluyor.” ( Kapital, C. III, s. 232, iMa. )


    Kapitalizm artı-değer, kar, azami kar için üretim düzenidir. Örneğin tam otomasyon canlı emeği gereksiz hale getirerek artı-değeri ve karı olanaksız kılar. Oysa kar için üretim düzeni olan kapitalizm otomasyonu da ancak kar ürettiği, karlı olduğu, kar oranını yükselttiği ölçüde geliştirecektir, daha fazlasını değil! Bu, kapitalizmin tarihsel sınırlarını da gösteren çarpıcı olgulardan birisidir… “Bu apaçık çelişki neyle açıklanabilir? Yalnızca modern kapitalizmin ekonomik temel yasasıyla, yani azami kar sağlama zorunluluğuyla açıklanabilir. Kapitalizm, eğer kendisine en yüksek karı vaat ediyorsa yeni teknikten yanadır. Kapitalizm, eğer yeni teknik ona artık en yüksek karı vaat etmiyorsa yeni tekniğe karşıdır ve el emeğine geçilmesinden yanadır.” (J.V. Stalin, Eserler C.16, s.314, Inter Yay.)

    Bilimin üretime uygulanması, üretimin makinesel teknik temelde yenilenmesi emek üretkenliğini muazzam ölçüde arttırır. Üretimi yoğunlaştırır. Yeni teknik buluşlar genelleşinceye dek yeni tekniği kullanan kapitaliste ekstra kar getirir. Kapitalizmin gelişimini hızlandırır. İşgücünü ucuzlatır. Artı-emek zamanını ve emek yoğunluğunu arttırır. Yedek işsizler ordusunu büyütür. Nitelikli emeği niteliksizleştirir. Kadın ve çocuk emeğini geniş çaplı bir şekilde ucuz işgücü kaynağı olarak üretim sürecine çeker… Böylece “makinede gerçekleşen bilim, işçilere karşı sermaye olarak ortaya çıkar.” (Marx, Artı-Değer Teorileri, 1. Kitap, s. 367) Ki, “Emeğin üretici gücünün artmasının ve zorunlu emeğin minimuma indirilmesinin sermayenin zorunlu bir eğilimi”dir, “iş aracının makineye dönüşmesi, bu eğilimin gerçekleşmesidir.” “Emek aracının gelişerek makineye dönüşmesi sermaye için bir rastlantı değil, devraldığı geleneksel emek araçlarını sermayeyle uyarlı biçime sokan tarihi biçimlendirme sürecidir.” (Marx, Grundrısse, s. 640)


Makine, bilim, bilimsel teknoloji demektir ve “toplumsal gelişmenin genel ürünü olan bilimin dolaysız üretim sürecinde kullanılması ile de birleşince, sermayenin üretici gücü biçimine bürünür” (Marx, Kapital’e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s. 90, iMa.) ve proletaryanın karşısına sermayenin gücü olarak dikilir. Teknik sıçrama ve iyileştirmeler üretim maliyetlerini düşürdüğü, artı-değer gaspını büyüttüğü, kar oranlarını yükselttiği, rakip kapitaliste karşı rekabet gücünü geliştirdiği için kapitalistler teknik yeniliklere, bu sınırlar çerçevesinde ilgi duyarlar; kapitalist sınıfın bilime ilgisi kapitalizmin amacı olan kar, en fazla kar yasasıyla bağlıdır; ve onların bilimi teknolojiye indirgeme ilgi ve yönelimi de bu gerçekle bağlıdır.


Demek ki kapitalizmin ilkel birikim ve manüfaktür aşamalarında mutlak artı değer üretimi belirleyicidir. Sanayi kapitalizmi ile birlikte göreli artı değer öne çıkar. İlk aşamalarda emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı, ikinci (sanayi kapitalizmi) aşamasında ise emeğin sermayeye gerçek bağımlılığı denk düşer. Kapitalist üretim biçimi özellikle sanayi kapitalizmi aşamasıyla birlikte kendi özgül gerçek teknik temeline kavuşur ve sermayenin organik bileşimi yükselir. Bu bağlamda bilimsel teknolojik devrimler başat rol oynar ve kapitalist üretim tarzını yeniden yapılandırır...


    Sermaye birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, öte yandan da proletaryanın mutlak ve göreli yoksullaşması demektir. Kapitalizmin gelişmesi, bilim ve tekniğin gelişimi, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin daha da küreselleşmesi, bu süreçte, sermayenin dönüşüm sürecinin daha hızlı bir dönüşüm biçimini alarak gerçekleşmesini de sağlamıştır. Sermayenin dönüşüm zamanı, üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliğini ifade eder. “Diğer sözcüklerle, dönüşüm zamanı, sermayenin belirli bir biçimde yatırıldığı andan, sermayenin aynı biçimde, ancak artı-değer miktarında artmış olarak, kapitaliste geri döndüğü ana kadar olan zaman dilimidir.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. I, s. 210) Sermayenin dönüşüm devresinin yeni teknolojik atılımlarla kısalmış olması, sermaye bakımından yaşamsal önemdedir; “çünkü sermayenin dönüşüm zamanı ne denli kısa ise, işçiler tarafından yaratılan artı değerin para biçiminde dönüşmesi de o denli hızlı olur ve üretimin genişletilmesi için o denli hızlı kullanılabilir.”(age., C. I, s. 215)


Uluslararası tekellerin hegemonyasını ifade eden emperyalist kapitalizm süreci üretimin ve dolaşımın dönüşüm hızını alabildiğine kısaltmıştır. Kapitalist rekabet, pazar paylaşım kavgası, kar oranlarını yükseltmek için gerçekleşen bilimsel teknolojik sıçramalar üretim araçlarının moral ve fiziksel değer kaybını da hızlandırmıştır.


Bu gerçeklerden yola çıktığımızda, enformasyon, komünikasyon ve ulaştırma teknolojilerinin ve emperyalist küreselleşmenin sermayenin dönüşüm zamanını kısalttığını, kısaltılmış olmasının sermayenin gaspettiği artı değer kitlesinin büyüttüğünü, artı değer oranını yükselttiğini, artı değer oranındaki yükselmenin kar oranlarının eğilimli düşmesine karşı koyan bir etken olduğunu ama söz konusu düşmeyi son kerteden önleyemediğini görmekteyiz. Bu olguyu, üretime değil de mali piyasalara yığılan para sermayenin hareketinden de görmekteyiz. Kapitalist ekonomik kriz döngüsünün gönenç evresine geçememesi, kronik durgunluğa saplanmış olması eğiliminden de bu olguyu görmekteyiz.


Bu olgular, Marks'ın kapitalist üretim tarzının ''tarihsel görevi'' olan ''insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içerisinde geliştirme'' tarihsel görevine artan oranda ihanet ettiğini gösterdiği gibi, ''Böyle o, gittikçe yaşlandığını ve miadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş oluyor.” Yukarıdaki paragrafta işaret ettiğimiz gerçekler, ÇUŞ'ların emperyalizm döneminde, toplumsal üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin proleter devrimi daha yoğun ve keskin bir şekilde olgunlaştırdığını ve daha da güncelleştirdiğini göstermektedir.


Dünden bugüne baktığımızda bu tarihsel evrimde bilimsel teknolojik devrimler üzerinde sermayenin organik bileşiminin sürekli geliştiğini, böylece değişmeyen sermayenin değişen sermayeye karşı genel bir yönelim olarak organik bileşiminin sürekli yükseldiğini görüyoruz. Bu göreli artı-değerin sanayi kapitalizmden bu yana taşıdığı büyük önemi gösterir. Değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine organik bileşiminin yükselmesi bir yandan artı-değer sömürüsünü derinleştirirken, göreli artı-değer üretimini yükseltirken, diğer yandan da toplam kar yükselse de kar oranlarının eğilimli düşmesine yol açar. Bu, kapitalizmin emperyalizm aşamasında da daha keskinleşerek işleyen yasasıdır. Bu çelişki, kapitalizmin kendi nesnel çelişkisidir ve onulmaz yarasıdır.


Nasıl ki, emperyalist kapitalizmden serbest rekabetçi kapitalizme dönüş olanaklı değilse, kapitalizmin ilkel birikim ve manüfaktür sanayi döneminde temel olan mutlak artı-değer üretimine ve emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı dönemini de geri dönülemez. Tarihin nesnel akışı geriye çevrilemez. Tarihin tekerliğini geriye çevirmeye çalışan tutucu, romantik, nostaljik karaktere sahip küçük burjuvazidir. Yani kapitalizmin teknolojik devrimler yapamadığı koşullarda mutlak artı-değere geriye döneceği, mutlak artı-değer üretimi ile yetinmek zorunda kalacağı iddiası, boş bir iddiadır. Kapitalist, emperyalist tekeller mutlak artı-değer ile göreli artı-değer üretimini azami derecede birleştirerek kullanırlar. Kapitalist emperyalizm üretici güçlerin özgürce gelişiminin önündeki ana engeldir.


Fakat o, gelişimi sürecinde sosyalist inşanın maddi-teknolojik temelini geliştirerek, olgunlaştırarak, büyüterek hazırlar, hazırlamıştır. Yaşadığımız şey budur.


Mutlak artı-değer üretimine dönen ve dayanan bir kapitalist emperyalizm küçük burjuva bir fantazidir. Mutlak artı-değer temeli üzerinden şekillenen yeni bir kapitalizm teorisi, toplumsal üretici güçlerin, üretimin ve sermayenin küresel ölçekte alabildiğine yoğunlaştığı, merkezileştiği; üretimin alabildiğine uluslararasılaşarak toplumsallaştığı bir tarihsel kesitte subjektivizm üzerinde şekillenmiş ütopik bir ''analiz''dir. Bu teori, nesnel anlamı ve sonuçları itibari ile Marksizm-Leninizm'in yerine geçirilen, geçirilmeye çalışılan revizyonizmden ve kaba ve iradeci bir oportünizmden ibarettir.


Nesnel yasaları olmayan bir kapitalist emperyalizm teorisi, emperyalizmi ekonomik temellerinden kopararak, emperyalizmi siyasal bir görüngüye indirgeyen bir teoridir de. Bu bağlamda kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasası da yadsınmış oluyor.


Leninist emperyalizm teorisinin vurguladığı bir olguya dikkat çekmek isteriz. Özellikle emperyalizm aşamasında şiddetlenmiş olan eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasası kapitalizmin mutlak yasasıdır. Azami kar yarışı ve emperyalist rekabet emperyalist dünya sisteminde paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşım savaşlarını kaçınılmaz kılar. Bu bağıntıda, kitabının ''Tarihte Emperyalizmin Yeri'' alt başlığı taşıyan bölümünde Lenin'in şu değerlendirmesinden de öğrenmek gerekir;


''Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.''


Lenin bu olguyu açıklarken Almanya'nın, ABD'nin vb. İngiltere, Japonya'nın Çarlık Rusyası karşısındaki gelişmesini örnek verir.


Lenin, ''Kapitalizmin Asalaklığı ve Çürümesi'' alt başlığında da şunları yazar;


''Daha önce de gördüğümüz gibi, emperyalizimin başlıca ekonomik temeli, tekeldir. Bu tekel, kapitalisttir, yani kapitalizmden doğmuştur, ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halindedir. Bununla birlikte, bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yolaçar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yokeder, bunun sonucu olarak da bütün ilerlemeleri frenler. Ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme yolunda ekonomik birtakım olanaklar da doğurur. Bir örnek olarak verelim: Amerika'da, Owens adında biri, bir şişe yapımında devrim yapacak bir makine icat etmişti. Alman şişe fabrikatörleri karteli, Owens'ın patentini satın aldı; ama kullanacağı yerde çekmeceye aıtıp sakladı. Elbette, bir tekel, kapitalist rejimde, dünya pazarındaki rekabeti tümüyle ya da uzun bir süre için ortadan kaldıramaz (ultra-emperyalizm teorisinin saçmalığını kanıtlayan nedenlerden biri de budur). Kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle kârı artırma olanağı, birtakım değişikliklere yolaçmaktadır. Ancak tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında, bir zaman için üste çıkmaktadır.'' (iLa., bba.)


Alıntılardan da görülebileceği gibi, Lenin, tekelci kapitalizmin asalaklık ve çürümesininin altını çizer ama öte yandan da azami kar yarışının ve emperyalist rekabetin, eşitsiz gelişmesini ve sonuçlarını vurgular. Tekellere ''özgü... durgunluk ve çürüme eğilimi''ne dikkat çekerken bundan bir ''eğilim'' olarak bahseder. Kimi emperyalist ülkeler yaşlanıp güç yitirirken genç ve gelişen emperyalist ülkeler ekonomik, siyasi, askeri atılımlarla dünya pazarına egemen olan emperyalistlere yetişir ve geçer. Böylece emperyalistler arası güç dengeleri değişir ve paylaşılmış dünya pazarının yeniden paylaşılmasının tek yolu olan emperyalist dünya savaşları kaçınılmaz hale gelir... Bu gelişme sürecinde çürüme eğilimi, üretici güçlerdeki durgunluk yaşlanan emperyalist ülkelerde baskın hale gelebilirken, genç, gelişen, yükselen ülkelerde gelişir ve gelişebilir. İkinci katerogideki ilke ya da ülkelerdeki bu gelişme ve sıçrama modern teknik temelde, en ileri teknolojinin hızlı gelişmesi ve sıçramasıyla bağlıdır.


Bu olgu, emperyalizmle birlikte toplumsal üretici güçlerin mutlak durgunluk yaşadığı, burjuva ülkelerde üretici güçlerin mutlak bir gerileme içine girdiği, göreli artı-değer üretimin sonlandığı anlamına gelmediğini gösterir. Yani bu bakımdan da gelişme eşitsizdir. Lenin'in döneminde İngiltere örneğinde olduğu gibi asalaklık ve çürümenin baskın hale geldiği ülkeler olduğu gibi, Almanya, ABD gibi gelişen ülkeler de vardır. Emperyalizmin üretici güçleri geliştirmediği, bu sürecin mutlak olarak bittiği anlayışı ya da bu kapıdan geçen anlayışlar, Leninist emperyalizm teorisiyle de bağdaşmaz. I. ve II. emperyalist savaşlar tarihsel deneyiminden de bu olguları biliyoruz.


Emperyalist kapitalizmin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişiminin önünde başlıca engel olmasından yola çıkarak üretici güçleri geliştirmediğini veya ''emperyalist küreselleşme aşaması''nda geliştiremeyeceğini öne sürmek emperyalist tarihin gerçeklerine de aykırıdır. Ha unutmadan ekleyelim, ister itiraf edilsin isterse edilmesin, mutlak artı-değer üretimine dayanan bir emperyalizm teorisi, nesnel anlamı itibari ile ilkel bir tekniğe dönüş ve geri teknik temele dayanarak emperyalist hegemonya ve rekabetin, emperyalist savaşların gerçekleşeceği anlamına gelir. Kısa bir hatırlatma; askeri-sınai sektör dünya çapında büyümeye devam etmektedir. En gelişkin ve yetkin teknik, teknoloji öncelikle askeri-sınai sektörde serpilip gelişiyor. Azami kar yarışı, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi, askeri-sınai sektör... Ve Çin'in yükselişi...


Mutlak artı-değer üretimine dayanan bir emperyalizm teorisi, modern sanayinin, makinelerin meta olmaktan çıkması, değersizleşerek çöpe atılması anlamına gelir. Nispi artı-değer üreten ileri bilimsel teknolojik temelin yitirilmesi, işlevsizleşmesi, artı-değer üreten üretken emeğin de sonu demektir. Bu, dünyamızda kapitalist modern sanayinin, yüzmilyonları bulan sanayi işçisinin de sonu, böylece elveda sanayi proletaryası teorisinin de bir biçimde savunusuna tekabül eder. Bu tür teori ve tezlerin, 73'lerden başlayarak genişletilmiş kapitalist üretimin sonunu ilan eden ve kapitalist ilkel birikim döneminde yaşadığımız ''teorisi''ni savunan Harveycilik türü postMarksist saçmalıklarla da bağlıdır. ''Komünizmin Şafağı'', ''Marksizm'' vb. lafazanlıkla bu gerçeklerin üstü de örtülemez.


DEVAM EDECEK


Hasan OZAN İLTEMUR


2 Aralık 2020 Çarşamba

EMPERYALİZMİN NESNEL GELİŞME YASALARI YOK MU? V. BÖLÜM

 


EMPERYALİZMİN NESNEL GELİŞME YASALARI YOK MU? V. BÖLÜM



V. BÖLÜM


Küreselleşme”, yani sermayenin hareketinin uluslararasılaşması kapitalist üretim biçiminin bir yasasıdır. Kapitalizm geliştiği ölçüde uluslararasılaşma yasası ya da üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi yasası daha etkin işlevselleşir. Dolayısıyla “küreselleşme” yeni bir evre olarak tanımlanamaz. “Küreselleşme” bir “evre” değil, kapitalizmin bir temel özelliğidir. Ama ulusal pazarı temel alan tekellerden dünyayı temel alan tekellere geçiş ise bir olgudur ve emperyalizmin yeni ve daha yüksek bir iç evresini oluşturmaktadır. Yani emperyalist kapitalizm tekelci kapitalizm olmaktan çıkmak bir yana tekelci temeli daha güçlü hale gelmiş bir kapitalizmdir. Uluslararası tekellere dayanan bir emperyalizmdir. Dolayısıyla zaten Lenin'in Emperyalizm kitabında tahlil ettiği tekelci kapitalizm, işleyiş yasaları, tekellerin dünya tekellerine doğru gidiş süreci hakkında bizi aydınlattığı ve gelişmenin yönünü bize gösterdiği uluslararası tekellere dayanan kapitalizmi, Leninizm karşıtlığının kanıtı olarak sunmak berbat bir tasfiyeciliktir.


Yazarın, içerisinde yaşadığımız dünya sistemini tanımlarken ''emperyalist kapitalizm de değil, emperyalist küreselleşmedir'' dediği şey, Leninizm'in emperyalizm teorisinin red ve inkarından ibarettir. Bu saptama Leninizm'in emperyalizm öğretisinin eskidiği, aşıldığı düşüncesini dile getirmektedir. Emperyalist küreselleşmeyi Lenin'in teorisinin karşısına koyma saçmalığı, 80-90'lar dünyasında ve sonrasında ileri sürülen ''yeni emperyalizm'' teorileriyle, tartışmalarıyla bağlıdır. ''Yeni emperyalizm'' savunucularının son tahlilde üzerinde birleştiği şey, Leninizm'in, keza Lenin'in emperyalizm ve proleter devrimler çağı teorisinin, programanın geçersizleştiğidir. Yazarımız da aynı şeyi yapıyor, son tahlilde aynı kulvarın yolcusu olarak Marksizm-Leninizm'e karşı mücadele ediyor.


Yazarın emperyalist küreselleşme teorisinin ve analizinin bir sacayağı da Rosa Lüxemburg'un ''yarı-Menşevik'' emperyalizm teorisine dayanıyor. Küresel çapta Marksizm-Leninizm'in kapitalist üretim tarzı ve emperyalizm teorisinin binbir biçimde revize edildiği ya da açıktan reddedildiği koşullarda Rosa gibi bir komünistin konu bağlamındaki zaaflarının post-Marksistler tarafından sömürülmesi dikkat çeken bir olgudur. Ki, yazarımız bağlamında bu sorun, yazımızın ileriki bölümlerinde ayrıca incelenecektir.


Uluslararasılaşma (''küreselleşme'') olgusunu kapitalizmin ve emperyalizmin tarihsel gelişmesinden biliyoruz. Yerel ve dağınık pazarları ulusal pazar, ulusal pazarları uluslararası pazar olarak geliştirip şekillendirmek kapitalizmin özelliğidir. Ticari kapitalizmden sanayi kapitalizmine, tekelci kapitalizmden uluslararası tekellerin yönettiği tekelci kapitalizme dek geçen tarihsel süreç, kapitalizme özgü olan uluslararasılaşma gerçeğini çarpıcı bir tarzda göstermektedir.


Bir dünya pazarı oluşturmak kapitalizmin nesnel doğasında yatar. Marx’ın vurguladığı gibi, bu, “sermayeye dayalı üretimin koşullarından biri”sidir. Nesnenin doğası gereği, kapitalizmin eğilimi “dolaşımın çapını sürekli büyütmek” ve “üretimi her yerde sermaye egemenliğinde gerçekleşen üretime dönüştürmek”tir. Bu bakımdan “her sınır üstesinden gelinecek bir ayakbağıdır.” (Grundrisse) Kapitalizm geliştiği oranda kapitalist üretimin ve tüketimin çerçevesi de hem derinlemesine, hem de genişlemesine genişleyecektir ve genişlemiştir, genişlemektedir.


Lenin, emperyalizmin temel karakteristik ekonomik özelliklerini içeren ünlü tanımlamasını yaparken, “Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır.” der. Lenin'in ''üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma'' vurgusu özel bir önem taşımaktadır. Dünya tekelleri öncelikle ve temel olarak üretimin ve sermayenin küresel ölçekteki yoğunlaşmasını ifade eder. Merkezileşme olgusu da bu temele dayanır ve süreci ivmeler.


Kapitalizm üretici güçleri geliştirerek, küreselleştirerek, bir dünya pazarı yaratarak, üretimi ve emeği küresel çapta devasa ölçekte toplumsallaştırarak, mezar kazıcısı proletaryayı geliştirip biçimlendirerek, bizzat kendisi “sosyalizmin maddi önkoşulları sürecini tamamlar” Böylece “sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirilenler mülksüzleştirilirler.” (Marx, Kapital, C.I, s.727)


Bunu anlamaktan uzak olanların ise şuraya buraya saparak yoldan çıkması, küçük burjuva demokrasisinin değişik eğilimlerinin bileşeni haline gelmesi kaçınılmazdır ve burada yazar, yalnız değildir...


P-M-P' hareketinin küreselleşmesi, üretici güçlerin daha yüksek düzeyde gelişimini ifade eder ve üretimin toplumsallaşmasında devasa bir gelişmeyi, ilerlemeyi; sosyalist devrimin öngünü olarak emperyalist kapitalizmin dünya proleter devrimin nesnel koşullarını, maddi-teknik temelini daha da keskinleştirdiğini, daha fazla olgunlaştırdığını gösterir.


Bugünkü tekelci kapitalizm ve uluslararası tekeller dünya pazarını kendi ''ulusal pazarı'' olarak gören, küresel kapitalist pazarı temel alan kapitalizm ve tekellerdir. Bütün uzlaşmaz iç çelişki ve çatışmalarıyla, bütün kriz, hegemonya ve rekabet mücadeleleriyle, temel çelişkisiyle, karşımızda duran olgu, emperyalist tekelci kapitalizmdir. Yani emperyalist tekelci kapitalizm eskiyip tarihe gömülmemiştir. Emperyalizmin daha yüksek tipi bir kapitalizm olarak emperyalist tekelci kapitalizm olmaya devam ediyor. Ve doğası gereği bütün dünyayı uluslararası tekellere uygun olarak biçimlendiriyor. Bu gerçekleri yadsıyarak, emperyalist kapitalizmi emperyalist kapitalizm olmaktan çıkaran teoriler revizyonizm ve tasfiyeciliktir. Hatırlatmak bile gereksizdir ki, post-modernizme, post-Marksizme, Troçkizm'e sığınanların ise proletarya sosyalizmi adına bir geleceği de olamaz.


Tekel, emperyalizmin ekonomik özüdür. Bundan dolayıdır ki Lenin, “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir” der. “Küreselleşme” ile çapı, temposu vs. hızlanarak büyüyen para sermaye, mali piyasalar, mali kapkaççılar, sermayenin maddi üretimden mali piyasalara yönelmesi ve yığılması, ekonomik temeli tekel olan emperyalizmin ulaştığı yeni düzeyi ifade eder. “Esas karlar mali dolaplar çeviren 'deha'lara akmaktadır.” Bütün dünya ekonomileri ve halkları uluslararası tekeller, spekülatif sermaye adına “haraca” kesilmiştir. Her türlü mali işlemler ve hareketler, uluslararası tekellerin ve para kapkaççılarının kasalarına akmaktadır.


Kronik fazla sermaye, kronik durgunluk, kapitalist çevrimin yükseliş evresine sıçrayayamaması, kronik işsizlik, kronik yoksulluk, kronik kapasite kullanım düşüklüğü, para sermayenin üretimden geniş ölçekli kopuşu, ''ekonomilerin malileşmesi'', emperyalist tefecilik ve asalaklaşmanın sınır tanımaması vb. 80'ler, 90'lar sonrası emperyalist kapitalizmin keskinleşen kronikleşmiş sorunlarıdır. Ve bu sorunlar, uluslararası tekellerin hegemonyası ile belirlenen sürecin, emperyalizmin sosyalist devrimle yıkılmasının tarihsel kaçınılmazlığını gösterdiği gibi, bu gelişme, devrimci yıkımın nesnel koşullarını alabildiğine olgunlaştırmıştır. Bu olgular, kapitalist mülkiyet biçiminin üretimin toplumsal karakteri ile bağdaşmadığını ve bu çelişkinin daha yüksek bir temelde olgunlaştığını, emperyalist kapitalizmin sosyalist devrimle yıkılmasının zorunluluğunu kanıtlamaktadır. Emperyalizmin kapitalizmden sonra gidebileceği bir yer, yeni bir aşaması, postkapitalizm dünyası yok. O yıkılmaya mahkumdur ve bunu da enternasyonal proletarya gerçekleştirecektir.


Toplumsal üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişkinin ve bu çelişkinin alabildiğine keskinleşmesinin ürünü olan emperyalist kapitalizmin tarihsel ve güncel gerçeği (nesnel tablosu), emperyalist dünya sisteminin ha yıkıldı yıkılacak; dünya proleter devriminin kaçınılmaz olan zaferinin ha gerçekleşti ha gerçekleşeceği anlamına gelmiyor. Yani neden ve sonuç arasındaki bu ilişki otomatik bir ilişki ve süreç değildir.


Evet, kapitalizm tarihsel sınırlarına dayanmıştır. Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması, çürüyen, can çekişen, yıkılması kaçınılmaz bir dünya sistemidir. Bu sosyalist yıkım için dünya proletaryasının öncelikle dünya komünist partisi olarak örgütlenmesi, dünya devrimine önderlik edecek kudrete kavuşması, uluslararası devrimin müttefiği olan sınıf ve tabakaları kazanması vb. gerekiyor. Ancak bugün küresel alanda olgunlaşmış nesnel koşullarla özne koşullar arasında bir uçurum vardır. Kuşkusuz ki bu geçici bir durumdur ama bu boşluğun yarattığı yıkım çok yüksektir, ulusal ve küresel alanda proletarya devriminin zaferi için etkin harekete geçmeyi engellemektedir. Uluslararası komünist hareketin (UKH) aşırı dağınıklığı, güçsüzlüğü, akıntıya karşı kürek çekememesi uluslararası sermaye ve küresel gericilik için olağanüstü bir avantaj oluşturmaktadır.


Aslında yazarın, emperyalizmin artı-değer üretmekten çıkmış olduğu, nesnel yasalardan yoksun olduğu, teknolojik ilerlemeden vazgeçtiği, emperyalizm ha yıkıldı ha yıkılacak olarak ifade ettiği düşünceler yazara has teori ve analizler değildir. Aslında bu tür teori ve analizler dünya piyasasında bolca bulunabilir. Örneğin, bir başka yazıda ele alacağımız Harveyci ''yeni emperyalizm'' teorisi de genişletilmiş yeniden üretim sürecinin tıkandığı, aşıldığı, kapitalizmin artık artı-değer üretmediğini savunmaktadır. Fakat biz yine de bu savunuların daha özgün bir şekilde Troçki'ye, IV. Enternasyonale özgü olduğunu vurgulamak isteriz. Troçki, ''Kapitalizmin Can Çekişmesi Ve Dördüncü Enternasyonal'in Görevleri, 1938 Geçiş Programı'' başlığı taşıyan, Kardelen Yayınları tarafından basılan kitapta (Çeviren Zeynep Gök), ''Geçiş Programı'' bölümünde sorunu (s.13) tamda böyle koymaktadır.


Bu konuda Troçkiyi lideri olarak gören ama Troçkizm'in farklı ekolonü de temsil eden azılı Troçkist Tony Cliff'e kulak vermekte yarar vardır. Çevirisi İsmet Yılmaz tarafından yapılan ve yayınlanan yazının ''I. Bölüm'''ünde Cliff, ''TROÇKİ’DEN SONRA TROÇKİZM'' başlıklı çalışmasında şunları yazıyor;


''2) Trotsky kapitalizmin ölümcül bir kriz içinde olduğunu düşündü. Sonuç olarak üretim genişleyemeyecek ve buna bağlı olarak ciddi sosyal reformlar ya da kitlelerin yaşam standartlarında bir büyüme olamayacaktı. 1938'de, Kapitalizmin Can çekişerek ölümü ve Dördüncü Enternasyonal’in görevlerinde, Trotsky şöyle yazıyordu:


''... çürüyen kapitalizm çağında: genel olarak, sistematik sosyal reformların ve kitlelerin yaşam standartlarının yükseltilmesinin tartışması olamaz... proletaryanın her ciddi talebinde ve hatta küçük burjuvazinin her ciddi talebinde kapitalist mülkiyet ilişkileri ve burjuva devleti kaçınılmaz şekilde sınırlarının ötesine ulaşacaktır. [6]


''Bununla birlikte, savaş sonrası dünya kapitalizmi genel olarak durgunluk ve çürüme tuzağına düşmedi. Gerçekten, Batı kapitalizmi çok büyük bir genişlemeden memnundu ve yanında bu, reformizmin gelişmesini getirdi. Mike Kidron'un belirttiği gibi, 'Bir bütün olarak sistem savaştan beri hiç büyümediği kadar hızlı ve uzun süreli büyüdü-1950 ile 1964 arasında 1913 ile 1950 arasında olduğundan iki kat ve ondan önceki dönemin yaklaşık yarısı kadar daha hızlı.' " *


''Troçkist'' isimli sitede, 7 Ağustos 2020'de yayınlanmış ''Kapitalizm: bunalım içinde bir ekonomik sistem ve devrilmesi gereken bir sosyal düzen'' başlıklı (''LEON TROÇKİ ÇEVRESİ’NİN BROŞÜRÜ, 26/02/2019'') yazıda şunlar yazılmaktadır;


''Marks tarafından tanımlanan bu 'kapitalizmin dinamiği' nedir ? Marks’ın 1847’de öngördüğü ve Troçki’nin 1938’de İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde Geçiş Programı’nda ortaya koyduğu gibi neden bu sistem, her zamankinden daha da fazla 'üretici güçlerin gelişmesine engel' teşkil ediyor ?''

''1938’de Troçki’nin söylediği gibi :
'Yeni teknik ilerlemeler artık maddi zenginliklerin artmasına yol açmıyor. ' ''



''Troçki’nin 1938 yılında bu savaşın arifesinde ... : ' insanlığın üretici güçlerinin büyümesi durdu '. 'Yeni icatlar ve yeni teknik ilerlemeler artık bir maddi zenginlik artışına yol açmıyor [Troçki – Geçiş Programı – 1938].' diye belirtiyordu''

''Ancak Troçki tarafından dile getirilen bütün sorunlar devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin üzerinden neredeyse 75 yıl geçmiş olsa bile, kapitalist sistem 50 yıllık kriz yaşamış olacak. Bir kere daha, bu sistemin uzmanlarının ve aydınlarının endişelerini ifade ettikleri gibi, 'Burjuvazinin kendisi hiç bir çıkış yolu görmüyor [Troçki - Geçiş Programı – 1938]' ''.

Bu alıntıları buraya almamızın nedeni, en azından Troçkistlerin bir bölümü tarafından Troçki'nin, ''38 programı''nda ileri sürdüğü saçmalıklarının yalnızca o döneme özgü olmadığı, bugün için de güncel öneminin sürdüğü vurgusudur. Arif Çelebi de aynı cephede.

Tony Cliff gibi bazı Troçkistler 38 programındaki sözkonusu anlayışları kendi meşrebince eleştirmesine rağmen, bu teori ve analizler bugün de pekçok Troçkist çevre tarafından savunulmaya devam etmektedir. Cliff'in eleştirileri ise, Troçki ve 38 programının ıskartaya çıkan, Troçkizm'in teşhirine hizmet eden bazı unsurlarını eleştirerek Troçkizm'i kabul edilebilir hale getirerek propagandasını yapmayı hedeflemektedir.

DEVAM EDECEK


Hasan OZAN İLTEMUR


*''Trotski'nin tahminleri

Ölümünden önce Trotski bir dizi tahminde bulunmuştu. Bunların dördüne İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen olayların gerçekliği meydan okudu.

  1. Trotski Rusya'da Stalinist rejimin savaştan sonra ayakta kalamayacağı tahmininde bulundu. Böylece, 1 Şubat 1935'te bir makalede, İşçi Devleti, Termidor ve Bonapartizm, Trotsky bir Bonapartist biçim olarak Stalinizm "kendisini uzun süre koruyamaz, piramidin tepesindeki bir küre her zaman ya bir tarafa ya da diğer tarafa yuvarlanmak zorundadır", bu nedenle "Stalinist rejimin kaçınılmaz çöküşü izleyecekti " [2]

2) Bir sonuç kapitalist restorasyon olabilirdi. Savaş ve Dördüncü Enternasyonal makalesinde (10 Haziran 1934) Trotsky "dünya prolertaryasının edilgenliği ile beraber uzamış bir savaş durumunda Rusya'daki iç sosyal çelişkiler burjuva Bonapartist bir karşı devrime sadece yol açabilir değil aynı zamanda yol açmak zorundadır.[3]


8 Haziran 1936'da alternatif bir senaryo ortaya koyar:

SSCB tek bir koşulda savaştan yenilgisiz çıkabilir ki o da onun Batı'da ya da Doğu'da gerçekleşecek bir devrimle desteklenmesidir. Sadece uluslararası devrim, SSCB'nın korunmasının tek yolu, aynı zamanda Sovyet bürokrasisi için ölüm vuruşu olacaktır. [4]


Hangi perspektif dikkate alınmalıdır, Trotski'nin Stalinist rejimin istikrasızlığına ikna olduğu açıktır. Dahası 25 Eylül 1939'da, bir makalede, Savaşta SSCB, o "Rusya'daki rejimi istikrarlı bir sınıf sistemi olarak görmek kendimizi gülünç bir durum içine sokmak olacaktır" çünkü bu aynı zamanda "onun şerefsizce düşmesinden sadece bir kaç yıl ya da hatta- bir kaç ay önce" olacak.


İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda ki gerçeklik tamamı ile farklı idi. Stalinist rejim çökmedi. Gerçekte, 1945'ten sonra Doğu Avrupa'nın içine genişlemesiyle daha da güçlendi.

2) Trotsky kapitalizmin ölümcül bir kriz içinde olduğunu düşündü. Sonuç olarak üretim genişleyemeyecek ve buna bağlı olarak ciddi sosyal reformlar ya da kitlelerin yaşam standartlarında bir büyüme olamayacaktı. 1938'de, Kapitalizmin Can çekişerek ölümü ve Dördüncü Enternasyonal’in görevlerinde, Trotsky şöyle yazıyordu:

... çürüyen kapitalizm çağında: genel olarak, sistematik sosyal reformların ve kitlelerin yaşam standartlarının yükseltilmesinin tartışması olamaz... proletaryanın her ciddi talebinde ve hatta küçük burjuvazinin her ciddi talebinde kapitalist mülkiyet ilişkileri ve burjuva devleti kaçınılmaz şekilde sınırlarının ötesine ulaşacaktır. [6]


Bununla birlikte, savaş sonrası dünya kapitalizmi genel olarak durgunluk ve çürüme tuzağına düşmedi. Gerçekten, Batı kapitalizmi çok büyük bir genişlemeden memnundu ve yanında bu, reformizmin gelişmesini getirdi. Mike Kidron'un belirttiği gibi, "Bir bütün olarak sistem savaştan beri hiç büyümediği kadar hızlı ve uzun süreli büyüdü-1950 ile 1964 arasında 1913 ile 1950 arasında olduğundan iki kat ve ondan önceki dönemin yaklaşık yarısı kadar daha hızlı." [7]


Sonuç olarak sosyal demokrat ve komünist partiler, parçalanmadan uzak, savaş sonrası dönem içinde kitlesel destek açısından önceden olduğundan daha güçlü ortaya çıktılar. Reformizm yükselen yaşam standardının temeli üzerinde gelişti. Örneğin Britanya'da, Attlee hükümeti reformizmin doruğunu temsil etti. 1945'te oluşan, sadece ilk büyük işçi hükümeti değildi.


İşçi Partisi tarihinin en önemli dönemiydi. 1945-51'in işçi hükümetleri hakkında her ne efsane saysalar da, reformist işçi hükümetlerinin en etkilisi olduğundan kuşku yoktu. Attlee hükümeti altında işçiler ve onların aileleri savaş öncesinden çok daha iyi oldu. Hükümet sosyal hizmetlerdeki harcamaları yüksek bir düzeyde tuttu; yiyecek sübvansiyonları Nisan 1949'da ki bütçede 465 milyon pound olarak saptanmış iken, onlar daha da aşılması zor bir miktar açıkladı ve işçi sınıfının yaşam maliyetlerini daha aşağıda tutmayı becerdi. Ve elbette, tam istihdam ve göreceli olarak hafif enflasyon işçiler için ölçülemez nimetlerdi. Tam istihdam hükümet için kitle desteğinin güvencesiydi. İşçi hükümetinin başından sonuna işsizlik (1947 kışının yakıt krizi sırasında yüzde 3'e yükseldiği zaman hariç) son derece düşüktü. Üç buçuk milyondan fazla işçi, 6 yıl öncesinden Haziran 1951'ine kadar, istihdam edildi. [8]


İşçi Partisi'nin popülaritesi işçiler arasında yüksek kaldı. 43’te ki ikinci derecede seçimlerde sadece bir sandalye kayıp etti. Dahası Ekim 1951 genel seçimi İşçi Partisi'ne daha önce hiç bir partinin ulaşamadığı bir yükseklikte oy sağladı (13.948.605 oy, toplam oyların yüzde 49,8). Sadece önceden tahmin edilemeyen seçim sistemi, Tory'lere parlamentoda bir çoğunluk sağladı. Yine de ülkede sertlik ve karneye bağlama ve deniz aşırı savaşlar, İşçi Partisi kendi desteğini korudu. [9]

Ve Britanya bir istisna değildi. Avrupa baştan başa yaşam standardını geliştirdi. Tam istihdam, ya da yaklaşık olarak tam istihdam galip geldi. Sistematik reformlar başarıldı ve kitlesel reformist partiler solarak bitmedi. Almanya, Fransa, İspanya, Notfeç, İsveç, Danimarka ve diğer ülkelerde, sosyal demokratik partiler uzun süre yönetimdeydi.


3) Onun sürekli devrim teorisini kullanarak, Trotsky geri kalmış, az gelişmiş ülkelerde ' burjuva demokratik görevlerin başarılmasını -ulusal bağımsızlık ve tarım reformu -sadece işçi sınıfı iktidarı tarafından ilerletilebileceğini ortaya koyuyor.

Bu da gerçek olaylar tarafından çürütüldü. Çin'de, dünyadaki en kalabalık ülke, Mao işçi sınıfından tamamen ayrı bir Stalinist parti}®?, ülkeyi birleştirmek, ~ emperyalizmden bağımsızlığı kazanmak ve toprak reformlarını yapmak üzere önderlik yaptı. Aynı süreç Kuba ve Vietnam gibi başka ülkelerde de meydana geldi.

4) Sonunda, yukardaki üç tahmin doğru ise Stalinizm ya da reformizmin bir geleceği olamayacaktı ve gelecek Dördüncü Enternasyonal'ın aşırı derecede hızlı bir gelişmesi için tamamen açılacaktı. Bu zemin üzeıtıde Trotsky yaklaşan bir kaç yıl içinde büyük bir gelecekleri olduğundan çok emindi. 10 Ekim 1938'de şöyle yazıyordu:

İnsanlık 25 yıl öncesine göre dahada yoksullaşırken tahrip araçları son derece çok güçlendi. Savaşın ilk aylarında, bu yüzden, şovenizmin pis kokulu gazlarına karşı fırtınalı reaksiyon işçi kitleleri arasında başlayacak. Bu reaksiyonun ilk kurbanları, faşizm ile birlikte, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal partileri olacak. Onların çöküşü (^Dördüncü Enternasyonaldan paşka eksen yolo onun kristalleşmesini bulacağı, açıkça ilan edilmiş bir devrimci hareket için va2 geçilmez koşul olacak. Onun olgunlaşmış kadroları büyük saldırı için işçilere önderlik edecek.[10|

Trotsky şunuda sölemişti: Komünist Manifestonun (yaz. tar. 1948) yüzüncü yılı kutlanırken, Dördüncü Enternasyonel gezegenimizin kararlı devrimci gücü haline gelmiş olacak. JTJJ

18 Ekim 1938'de Dördüncü Enternasyonal'ın Kuruluşu adlı bir konuşmasında Trotsky şu görüşün altın/çiziyordu.

On yıl! Sadece on yıl! Tahminimi bitirmeme izin verin: Dördüncü Enternasyonal'm programı önümüzdeki on yıl içinde milyonların rehberi olacak ve bu devrimci milyonlar yeryzünü ve cenneti nasıl fethedeceklerini bilecekler. |T2]

Dördüncü Enternasyonal'ın hızlı zaferi onun ifadelerinin üzerine kurulan bunlara benzer tekrarlanan yorumlar görmezlikten gelinebilecek yorumlar değildi ve ölümüne kadar sürekli tekrarladı.

Yazık! Bu tahminde boş çıktı çünkü onun Rusya, Bati kapitalizmi ve Üçüncü Dünya'ya ilişkin tahminleri 1945 soması olayların verili gerçekliği tarafından yanlışlandı. Dördüncü Enternasyonal için çok az bir boşluk kaldı - Trotskist örgütler işçi sınıfı içinde çok az etkili küçücük yapılar olarak kaldı.''