29 Ağustos 2021 Pazar

ABD YENİLGİSİ, AFGANİSTAN VE TALİBAN...

 

ABD YENİLGİSİ, AFGANİSTAN VE TALİBAN...


8) Dünya proletaryası ve halklarının baş düşmanı Amerikan emperyalizminin (ve NATO'nun, AB emperyalistlerinin) yenilerek geriye çekilmesiyle Taliban iktidarının gerici-şeriatçı karakteri vurgulanarak ABD-NATO'nun ''geri çekilmesi'' eleştirilmektedir. Bir zamanlar, Afganistan'ın işgaline karşı çıkan ya da hayırhah bir tutum takınan burjuva liberal ve sosyal reformist çevreler, bu kampanyaya yedeklenmiş durumda. Radikal siyasal İslam korkusu, İŞID gerçeği, Türkiye'de ise siyasal İslamcı faşist bir diktatörlüğün varlığı ve yarattığı yıkımlar birleşerek söz konusu kampanyaya kan taşımaktadır.

Bu bağlamda şu gerçeği vurgulamak doğru olacaktır; revizyonist/kapitalist kampın çöküşüyle geliştirilen ABD stratejisi (ki bu strateji, başka öğeler de içermekte, NATO ve AB emperyalistleri tarafından, keza Çin, Rusya gibi devletler tarafından benimsenen bir stratejidir), ''terörizm''i ve ''İslami terörizm''i baş hedef ilan etti; bu bakımdan El Kaide tarafından yapıldığı ilan edilen 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler ve Pentagon saldırısı farklı bir dönüm noktası olarak kaydedilebilir. ''Uygarlıklar çatışması'', ''Önleyici saldırı'', ''terörizme karşı sonsuz savaş'' adıyla da parlatılan bu strateji radikal İslama karşı ''ılımlı İslam''ı, yani Batı güdümlü bir işbirlikçi İslamı geliştirmeyi de hedefliyordu... Ilımlı İslam projesinin başarısızlıkla sonlandığını ise ''Arap baharı''nın ardından yaşanan süreçten, İŞID deneyinden biliyoruz.

Şeriatçı Taliban'ın iktidarı ele geçirmesiyle emperyalizm gerçeği, İslamcı gericilikle emperyalizm ve ABD arasındaki tarihsel ve güncel bağlar da gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Dünyamızdaki tüm toplumsal kötülüklerin kaynağı kapitalist üretim tarzı ve emperyalist dünya sistemidir. Dinsel gericiliğin kaynağı da dünya burjuvazisidir; ortaçağcıl gericiliği ayakta tutmaya çalışan; radikal siyasal İslamda içinde olmak üzere dinsel gericiliği dünya çapında devrim ve sosyalizm davasına karşı kullanan emperyalizm ve yerli gerici burjuva devletlerdir. Radikal dinsel gericiliği kendi ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarına dayanan hegemonya ve rekabet mücadelesinde birbirlerine karşı bir silah olarak kullananlar yine kendileridir. Bu bağlamda ABD ve bağlaşıkları sınır tanımayan iki yüzlüler olarak söz konusu kampanyayı özel olarak geliştirmektedir. Bu tuzağa düşmemek gerekir. Taliban müttefiğimiz değildir ama emperyalizmden daha büyük bir tehlike de değildir. Propaganda ve ajitasyonumuzun merkezine emperyalizmi teşhir etmeyi oturtmalı. Şeriatçı gericilikle Amerikan emperyalizmi ve emperyalist devletler arasındaki tarihsel ve güncel bağları teşhir etmeliyiz. Talibancı şeriatçı diktatörlüğe karşı halkların, kadınların eylemleri desteklenmeli, dahası bu mücadeleye de önderlik edilmelidir.

Bir tarihsel gerçek asla unutulmamalıdır; İslami halklar, İslamı benimseyen ülkeleri yağmalayan, halkları köleleştiren emperyalizm ve sömürgeciliğe, keza Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sık sık dinsel örtü altında mücadele etmiştir. Bu tarihsel gerçekleri görmezden gelerek emperyalizmi, ABD'yi, NATO'yu haklı çıkarmak tutarlı bir burjuva demokratizmiyle bile bağdaşmaz. Dinsel örtü altında gelişen her hareketi mahkum etmek yerine, somut analizlerle sonuca gitmeliyiz.

9) Taliban yekpare değil, cephesel karakterde bir örgüttür. Farklı etnik, inançsal, aşiretsel, siyasal çevrelerden oluşan bir cephedir. Taliban'ın iktidarı ele geçirmesiyle başlayan süreçte iç iktidar bölünmesi ve yeni çatışmalar gündemdedir, dahası bu olgu, gün ışığı görmeye başlamıştır. Büyük olasılıkla yeni bir iç savaş gelişecektir. Taliban'ın iktidarı ele geçirmesiyle yeni güç dengeleri ortaya çıkmıştır. Emperyalist devletler ve bölge devletleri bu yeni duruma göre pozisyon almaya başlamıştır. Bu pozisyonlar küresel ve bölgesel hesaplarla birlikte ele alınacak ve Afganistan'ın kaderi bu hesaplara endekslenmek istenecektir. Afganistan'da iktidar paylaşımının ekseni iç, bölgesel, uluslararası ilişkilerle iç içe geçecektir, geçmiştir. Ekonomik ve siyasal iktidardan en büyük payı kapma mücadelesi belirleyici olacaktır. Bu bağlamda da esas olan güç ilişkileri, güçler dengeleri olacaktır. Kuşkusuz ki, bu bakımdan tablo, karmaşık bir tablodur, egemen ulus (Peştunlar) dışında kalan Özbek, Tacik, Beluci, Hazaralar gibi ulusal toplulukların, Şiilik gibi farklı inanç gruplarının hak mücadelesi gibi unsurlarla da iç içe gelişecektir. Bu bağlamda Afgan işçilerinin, emekçilerinin, kadınların demokratik mücadelesinin rolü yaşamsal önemdedir. İç ve küresel alanda emperyalizm ve şeriatçı iktidarın oyunlarını boşa çıkaracak tek güç, Afgan halklarının mücadelesidir. Bugün için Afgan proletaryası ve halklarının devrimci ve komünist bir liderlikten yoksun oluşu en temel sorunu oluşturmaktadır...

''Kuzey İttifakı'' olarak anılan (''Afganistan Birleşik İslami Kurtuluş Cephesi'') ve Taliban'ın ele geçiremediği, üstünlük kuramadığı bölge (Pençhir Vadisi), 1996-2001 arası dönemde olduğu gibi bugün de Taliban karşıtı Amerikancı silahlı direniş hareketinin üssü olmaya devam etmektedir. Cephenin lideri Ahmet Mesud, ABD ve Batının kendilerine silah ve mühimat, askeri ve politik destek vermesini talep ederken, ABD'nin ''hala büyük bir demokrasi cephesi inşa edebileceği''ni de fütursuzca ilan etmiştir. Ki ''Kuzey ittifakı'', ABD yandaşıdır. İşgal başladığında ''Kuzey İttifakı'' kara birlikleriyle işgali desteklemişti. Türk sermaye devletinin ve Erdoğan diktatörlüğünün ''Kuzey ittifakı'' içerisinde yer alan savaş ağalarıyla yakın bağları vardır...

    10)Afganistan halkları kendi kaderlerini kendileri tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak ihlal edilemez. Gerek emperyalist gerekse de bölge devletlerinin Afganistan'ın iç işlerine karışmasına karşı çıkılmalıdır. Afganistan'da kurulan gerici İslamcı iktidarı yıkmak Afgan halklarının meşru tarihsel ve güncel hakkı ve görevidir. Bu hakkı yok sayan, ezmeye yönelen ve yönelecek olan Talibancı radikal İslami gericiliğe karşı mücadele meşrudur ve bu mücadele her cephede desteklenmelidir. Afganistan'ın demokratik ve sosyalist geleceği Afganistan işçilerinin ve halklarının, kadınlarının ellerindedir. Emperyalizm ve şeriatçı hareket boğmaya çalışsa da Afganistan işçi ve emekçilerinin tarihten gelen demokratik gelenek ve kültürü de var. Bu gelenek ve kültür, politik bilinç emperyalizm ve radikal İslami gericiliğin baskı ve saldırılarıyla ağır darbeler almış, üzerine kalın bir sis perdesi çökmüş olsa da mücadelenin gelişim seyrinde bu gelenek ve kültür toplumun kolektif belleğinde yeniden canlanarak bir mücadele dinamiğine ve manivelasına dönüşecektir*.



    11) Erdoğan liderliğindeki İslamcı faşist diktatörlük, Afganistan'ın işgaline ortak oldu. İşgal süreci yoksul Afganistan'da ağır maddi ve manevi yıkımlara yol açtı. Türk sermayesi ve sermaye devleti emperyalizmin, NATO'nun suç ortağı olarak hareket etti. Şu çok ahlaklı ve sözde İslam kardeşliğini savunan İslamcı/Müslüman Erdoğan ve AKP'si, AKP-MHP ortaklığı, Afganistan'ı sömürgeleştiren ve sayıları yüz binleri bulan işgalci askerlerin ''cinsel ihtiyaçları'' için on binlerce Afgan kadın ve çocuğunun devasa bir fuhuş sektörüne çekilmesinin de sorumluluları içerisinde yer almaktadır.

    Sayısının daha yüksek olduğunu düşünmemek için bir nedenin olmadığı verilere göre, Afganistan'da her on gençten birisi uyuşturucu bağımlısı** haline gelmiş ve getirilmiştir. Türk sermayesi, devleti ve Erdoğan iktidarı Afganistan'da yaratılan yıkımın, kan denizinin, uyuşturucu ticaretinin, katliamların suç ortağıdır. Türk burjuva devletinin küresel alanda adı Narko devlete çıkmıştır. Afganistan, İslamcı faşist diktatörlük ve Erdoğan rejimi için karlı bir uyuşturucu ticareti alanıdır. Erdoğan iktidarı, öteki şeylerin yanı sıra, uyuşturucu ticaretini kaybetmemek için de Afganistan'da kalmak istemektedir. Afganistan'da yaşanan insani dramın, katliamların, uyuşturucu ticaretinin suç ortağı olan Türk sermayesi ve ele başı Erdoğan Afganistan'daki göçün de sorumlularındandır.

    Duruma göre oynayan Türk İslamcı faşist diktatörlüğü ve Erdoğan, bu sefer de Taliban'a, biz aynıyız, aynı düşünceleri paylaşıyoruz, sizden farklı inancımız yok, açın kapılarınızı gelip sizi yağmalayalım vs. demektedir. Türk sermayesine ve özelde de ''yandaş sermaye''ye Afganistan'ı peşkeş çekmek, ABD, AB, Rusya, Çin vbg. devletler karşısında elini güçlendirmek için yeni kirli hesaplar yapmaktadır. Dış politikadaki çizgisiyle Türk burjuvazisinin emperyal politikası için yeni fırsatlar yaratmaya çalışmaktadır. Afganistan'da başlamış olan kapsamlı göçü de bu aşağılık hedef ve amaçları doğrultusunda, keza iç politikada alçakça kullanmak istemektedir...

    Türk burjuva devleti ve Erdoğan iktidarı çevre ve bölge ülkeler ve halklar için gitgide büyüyen bir tehdit haline gelmiştir. Bu, Afganistan halkları bakımından da böyledir. Türk faşist diktatörlüğünün Türkiye'yi çevreleyen geniş bölgeden olduğu gibi Afganistan'dan da çekilmesi, Afganistan'ın da iç işlerine müdahale etmemesi talebi yükseltilmelidir. Diğer mültecilere olduğu gibi Afgan mültecilere de her türlü insani, ekonomik, sosyal ve demokratik haklar verilmeli; ırkçı kışkırtmalara etkin bir şekilde karşı çıkılarak halkların kardeşliği bayrağı yükseltilmelidir.

Göç ve mülteci sorunu dış politikada araçsallaştırıldığı gibi ülke içerisinde ırkçı kışkırtmaların, gerici iç savaş denemelerinin aracı haline getirilmiş ve daha kapsamlı getirilecektir... Türkiye'de de göç ve mülteci sorunu büyümeye devam edecektir. Bu sorunun kaynağı emperyalizm ve işbirlikçi devletlerdir ve bu bağlamda Kuzey Afrika'da, Ortadoğu'da, Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerde, Orta Asya'da istikrarsızlık ve kaos yaratan, emperyal müdahaleleri örgütleyen Türk burjuva devleti ve Erdoğan rejiminin teşhiri özel bir önem taşımaktadır.

Göç ve mülteci sorunu 21. asırın en önemli sorunlarından birisidir. Bu meselenin hemen hemen bütün ülkelerin karşısına daha kapsamlı ve farklı biçimlerde çıkacağı açıktır. Küresel ısınma, emperyalist ve gerici müdahale, işgaller, savaşlar, yoksulluk; dünya çapında keskinleşen emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi, faşist hareketin dünya çapında güç kazanması gibi olgular bu sorunu daha yakıcı hale getirecektir. Anti-kapitalist bir perspektiften bu mücadelenin iç ve küresel alanda ele alınması, faşizm ve sermayeye karşı bir mücadele olanağına dönüştürülmesi güncel bir görevdir.


* Bu arada belirtmek gerekir; 70'li yıllarda, tek yanlı bir bakış açısıyla Afganistan'da gelişen demokratik halk hareketinin değerini yeterince anlayamadık; bu durum enternasyonalizmle bağdaşmayan bir zaafımızdı. SSCB'de gerçekleşen yeni tip karşı-devrime, kapitalizmin restorasyonuna, sonra Rus sosyal emperyalizmine karşı tek yanlı tepkimiz bizleri bu zaafa da sürükledi. Fakat asıl sorun komünist hareketin diyalektik materyalist yönteme dayanarak, sürece eleştirel, somut şartların somut tahliline dayanarak bakamama zaafıydı.

Aşağıdaki görüşlere bir ölçekte ve bazı bakımlardan katılmasak da Kaan Kangal'ın makalesinde sunduğu şu veriler bizlere, en azından bazı bakımlardan değerlendirebileceğimiz bir fikir verebilir;


''1978 Devrimi ve AHDP

17 Nisan 1978’de AHDP liderlerinden Nur Akbar Haydar, Davud Han’ın İran yanlısı içişleri bakanı Abdul Nuristani’nin organize ettiği bir suikasta kurban gitti. Askeri müdahale için uygun zamanı bekleyen Sovyet birlikleri Haybar’ın öldürülmesinden birkaç gün sonra, ciddi bir direniş gösteremeyen Afgan ordusunu devre dışı bırakarak ana hareket noktası olarak Kabil Hava Limanı’nı seçerek Kabil’ i 27 Nisan’ da ele geçirdi, 28 Nisan’da Davud Han öldürüldü ve aynı gün devrimci ve halkçı rejim ilan edildi (28 Nisan 1978).


Taraki, Amin ve Karmal yönetimindeki AHDP o güne kadar arkasına alabildiği 60.000’lik bir kitleyi, getirdiği sosyal reformlar sayesinde genişletti. Durumdan rahatsız olan Amerika, Sovyetler’i “an
ti-demokratik” olmakla suçlarken, CIA’ in ve Amerikan ordusunun ülkedeki gücünü kapsamlı ölçüde zayıflatacak olan AHDP, Amerika’nın Sovyet karşıtı anti-komünist propagandasını dinlemeyerek ortaya koyduğu politik projeleri birer birer gerçekleştirdi.


1978 başlarında 600 yeni okul açıldı. Afgan tarihinde bir ilk olarak hükümet, Afgan topraklarında yaşayan azınlıkların kendi dillerinde basın yayın organlarında ifade özgürlüğüne kavuşmasını sağladı. Yargı, yasama ve yürütme disiplinleri altında farklı etnik kökene sahip Afgan vatandaşları eşit haklar elde ettiler. Aynı senenin Eylül ayında radyo ve televizyon programları, edebiyat, eğitimsel ve politik yayın organları Farsça dışında Özbekçe, Türkmence, Beluçice ve Nuristani dillerinde yayınlanmaya başlandı. Taraki 1979 yılında okuma-yazma sorununa başlattığı eğitim kampanyasıyla kalıcı çözümler getirdi. 5000 profesyonel ve 20.000 gönüllü katılımcıyla 925.000 Afgan vatandaşına okuma-yazma öğretildi. İlköğretim öğrencilerine anadillerinde eğitim görme olanağı sağlandı. Halka ilk defa politik ve kültürel organizasyon, sendikal örgütlenme hakkı ve sosyal güvence verildi. Mayıs 1978’de ilk sendikalar kuruldu ve 1979 sonuna kadar toplam 270.000 endüstri işçisinden 120.000’i ve hizmet sektöründen 60.000’i sendika üyesi oldu. Kraliyet ailesi ve toprak ağalarının elinde bulunan araziler köylüye ve çiftçiye dağıtıldı. İlk olarak Kabil’in iki büyük işletmesinden 1200 çalışanı bulunan makine fabrikası Cangalak’ta ve yapı makinesi üreten 2000 çalışanın bulunduğu başka bir fabrika’da çalışma saatleri 7 saate indirildi ve işçilerin ücretleri 2500 Afgani’ye yükseltildi (oransal olarak %6-7). Bunun dışında ücretsiz öğle yemeği verilmeye, işçilerin politize olması için düzenli olarak eğitim seminerleri ve toplantılar yapılmaya başlandı. 1979’da yapılan sayıma göre bu iki fabrikada bu seminerlere düzenli olarak katılan 300’e yakın işçi vardı. Sendikalar da açtıkları kütüphaneler, yaptırdıkları toplu konutlar, tiyatro ve sinemalarla bu projede önemli bir rol üstlendiler. Sağlık hizmeti ücretsiz hale getirildi, ev kirası ve gıda fiyatları düşürüldü, içme suyu ve acil yardım hizmeti sağlandı; köylere yol ve elektrik getirildi.


Ülkenin devrimci hükümetin yönetiminde kalkınmaya başladığını görmekten rahatsız olan ABD devlet başkanı Jimmy Carter, Sovyetler’i ve AHDP’yi “demokratik olmamakla” suçlayarak başında Ziya Ül-Hak’ın bulunduğu Pakistan üzerinden, ülkeyi bölmek ve Sovyetler’i bölgeden çıkartabilmek için radikal İslamcı mücahitlere ve Cemiyet-i İslami gruplarına 2 milyon dolarlık bir para aktarımı sağladı. Açıkça Afganistan’da, Pakistan’da ve Orta Asya’daki Sovyet devletlerinde savaşı destekleyecek Amerikan başkanı Carter, yaptığı bu “barışçıl” girişimlere “sayesinde” 2002 yılında Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştür.'' (Afganistan'da Emperyalizm ve Sovyet Düşmanlığı)

Yazarın bu makalesine blogumuzda yer vereceğiz. Makale, SSCB ve Afganistan ilişkilerine ve emperyalist devletlerin Afganistan'a müdahalesine ışık tutmaktadır.


**Afganistan'daki son gelişmeleri tahlil eden Tarık Ali, ''Afganistan'da Bozgun'' başlıklı makalesinde, ironi yaparak şu bilgileri verir;

''Hakkını verelim: Ülkenin ihracatında büyük bir artış oldu. Taliban yıllarında afyon üretimi sıkı bir şekilde izlendi. ABD işgalinden bu yana afyon üretimi dramatik bir şekilde arttı ve şimdi küresel eroin pazarının yüzde 90’ını oluşturuyor – bu uzun süreli çatışmanın en azından kısmen yeni bir afyon savaşı olarak görülmesi gerekip gerekmediği merak ediliyor. Trilyonlarca kâr elde edildi ve işgale hizmet eden Afgan kesimleri arasında paylaştırıldı. Batılı görevlilere, ticareti mümkün kılmaları için cömertçe paralar ödendi. Her on genç Afgan’dan biri artık afyon bağımlısı. NATO kuvvetleri için rakamlar mevcut değil.''



27 Ağustos 2021 Cuma

ABD YENİLGİSİ, AFGANİSTAN VE TALİBAN...

 

ABD YENİLGİSİ, AFGANİSTAN VE TALİBAN...

    1) Amerikan emperyalizmi, NATO, AB emperyalizmi ve bağlaşıkları Afganistan'da ağır bir yenilgiye uğramıştır. Afganistan ABD ve önderliğindeki emperyalist ve gerici cephenin mezarı olmuştur. Tarih, emperyalizmin ve emperyalist devletlerin ekonomik, teknolojik, siyasal, askeri üstünlüğüne karşın yenilmeye mahkum olduğunu göstermiştir. Afganistan yenilgisi Amerikan emperyalizminin küresel çapta çoktan sarsılmış, gerileyen, kan kaybeden hegemonyasının da bir yansımasıdır.

    2) Emperyalist sömürgeci boyunduruğu ve işgali kıran Afgan halklarıdır. Emperyalist sömürgeciliğin, işbirlikçi-kukla Afgan rejiminin yenilgisi ve tasfiyesi Afgan halklarının başarısıdır. Bu gerçek görülmez hale getirilmek, Afgan halklarının can bedeli verdikleri mücadele gözden düşürülmek isteniyor. Eğer Afgan ulusal mücadelesinin en ağır yükünü omuzlayan ve savaşan Afgan halkları olmasaydı, Taliban bir hiçti. İktidarı ele geçirmeyi başaran gerici Taliban diktatörlüğünü de yıkacak olan yine Afgan halkları olacaktır. Afgan halklarını Taliban'la eşitlemek de liberal gerici bir propagandadır.

    Şeriatçı Taliban'la Amerikan emperyalizmini de eşit tehlike ya da Talibancı şeriatçı hareketi daha büyük bir tehlike ilan edenler emperyalizme yedeklenmiştir. Yalnızca Afgan ulusal mücadelesi sürecinde değil, küresel çapta da en büyük tehlike ve tehditi Amerikan emperyalizmi oluşturmaktadır...

    Afganistan'da onlarca yıldır süren savaşın başlıca sorumlusu olarak radikal İslam ve Taliban ilan ediliyor. Taliban işgalci bir güç olarak lanse ediliyor. Demokrasi, insan hakları, modernlik vs. ''Batı uygarlığı''na özgü kabul ediliyor. Değişik kılıklar altında ''Doğu''nun, diğer halkların ilkel, cahil, yönetilmeye mahkum, ancak ''Batı'' sayesinde kalkınabilecek, demokratikleşebilecek vs. ülkeler olduğu propagandası yapılıyor. Bu propaganda emperyalizm merkezli Oryantalist ve emperyalist, şoven bir propagandadır. Bu propaganda, ABD'nin, NATO'nun, AB'nin vb. devletlerin bilinçli olarak geliştirdiği bir propagandadır. Bu propagandayı, özellikle de ''sol'' adına yapanlar eğer cehaletten değilse, emperyalizm yandaşlığından bu vb. iddiaları ileri sürmektedirler. Şeriatçı gericiliği dünya çapında geliştiren emperyalizm olmuştur. Önce SB işgali, ardından ABD, NATO işgali gibi olguları görmeden yapılacak tek yanlı analizler saçmalığa varmaktadır.

    3) Afgan halklarının Amerikan, NATO işgaline karşı mücadelesi, ulusal kurtuluşçu bir mücadeleydi. Bu mücadele, nesnel olarak, dünya çapında emperyalizmi zayıflatan bir rol oynamıştır. Bu rolü oynayan Afgan halklarıdır. Ulusal mücadelenin önderliğini ele geçiren gerici Taliban hareketi, devrimci bir rol oynamak için değil, kendi özgün sınıfsal çıkarları temelinde hareket ederken nesnel olarak bu rolü oynamak zorunda kalmıştır. Bu bir çelişkidir ve bu çelişki diyalektik bir çelişkidir. Yaşama ve mücadeleye sadece ak ve kara olarak bakamayız. Yaşamın, politik mücadelelerin gerçeği mekanik, dogmatik ölçülere sığmaz. Burjuva demokratik devrimler çağından farklı olarak, çağımızda, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, ulusal kurtuluşçu hareketler, biçimsel burjuva demokrasinin ölçüleri üzerinden değil, emperyalizme darbe vurup vurmaması, emperyalizmi zayıflatıp zayıflatmaması ölçütünde değerlendirilir. Sözgelimi, monarşiyi savunan ama emperyalist işgallere karşı direnen ulusal kurtuluş savaşlarının deneyimlerinden de bunu bilmekteyiz. Bu bakış açısının kaybedilmesi çağımızda yer alan ulusal kurtuluşçu hareketlerin yanlış değerlendirmesine götürür.

1979 ile 1996 arası süreçte, Rusya'nın emperyalist işgaline karşı yürütülen Afgan ulusal mücadelesi Amerikan ve Batı emperyalizminin güdümünde örgütlenmiş işbirlikçi gerici bir önderlikte gelişmiş, emperyalizme darbe indirmek yerine dünya halklarının baş düşmanı Amerikan emperyalizmini ve Batılı emperyalist kampı ve bağlaşıklarını güçlendirmiştir. Bu tabloda hegemonya ve rekabet mücadelesini yürüten başlıca iki emperyalist blok vardı. O aşamada ABD önderliğinde geliştirilen şeriatçı işbirlikçi ulusal önderlik Amerikancıydı. Bir emperyalist devlet ve kampla işbirliği temelinde gelişen ulusal hareketler gerici karaktere sahiptir. O dönem Afgan halklarının Rus egemen sınıflarının işgaline karşı mücadelesi meşru olsa da, emperyalizmin işbirlikçisi bir hareketin önderliğinde gelişmiştir.


2001-2021 arası süreçte Afgan ulusal mücadelesine önderlik eden Talibancı hareket ise, şu veya bu emperyalist devletin işbirlikçisi olmamıştır. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Gerek Rusya'nın gerekse de Amerikan'ın işgali dönemlerindeki ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki bu ayrımı görmemek sorunun değerlendirmesinde devrimci bir tavır takınmayı önler. Her iki dönemin önderlikleri arasındaki şeriatçı ortaklık ikinci dönem için ifade ettiğimiz ayrımı da unutturmamalıdır.

    4) Her ulusun kendi topraklarında özgürce yaşama, kendi ulusal devletini kurma, kendi ulusal dilini ve kültürünü özgürce geliştirme hakkı vardır. Her ulusun kendi ülkesini işgal eden gerici ve emperyalist devletlere karşı silahlı direnme, ayaklanma hakkı vardır. Biçimsel bakımdan bu hakları ilan eden, fakat iş pratiğe gelince ulusların ve halkların haklarını ve mücadelesini eylemli bir tarzda desteklemeyen, dahası bu direniş ve ayaklanmalara karşı emperyalizmle ve kendi ülkesinin ya da egemen ve ayrıcalıklı ulusun burjuvazisi ile birleşerek karşı çıkan akımlar ve aydınlar gerici ve iki yüzlü davranmaktadır. Bu gerçeği ulusal kurtuluşçu halkçı Kürt halkının mücadelesine karşı takınılan berbat tutum ve duruştan da görmekteyiz.

    Afganistan deneyiminden de gördüğümüz gibi, eğer ulusal mücadele nüfusun onda dokuzunu oluşturan Afgan halklarının çıkarlarına dayanan demokratik, halkçı, devrimci bir çizgide ve önderlikte örgütlenememişse, inisiyatif dinci kılıklı burjuva ve yarı-feodal savaş ağalarının, tarikatların, aşiretlerin, ortaçağ kalıntılarının eline geçmesi kaçınılmazdır; bunun suçu ve sorumluluğu ise kestirmeden Afgan halklarının omuzlarına yıkılamaz. Ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesini iç içe ele alarak ulusal kurtuluşçu mücadeleye önderlik edemeyen bir tarihsel pratiğin yükü öncelikle, komünist hareketin omuzlarındadır.

    Bu bağlamda 1956'da modern revizyonist karşı devrimin SSCB'de iktidarı ele geçirerek sosyalizm maskeli kapitalizmi restore etmesi sürecinde ve sürecin doruğu olan 70'li yıllarda Rus sosyal emperyalizminin Afganistan'ı işgal etmesi, Amerikan emperyalizminin siyasal İslamı örgütleyerek öne sürmesi Afganistan tarihi bakımından önemli bir dönemeçtir. Modern revizyonizmin ve revizyonist/kapitalist kampın ve bu kampın başı Rusya'nın sosyalizm, enternasyonalizm adına Afganistan'da izlediği politikanın yıkıcı etkisi olmuş, Afgan halkları nezdinde sosyalizme, proletarya enternasyonalizmine karşı ulusal ve toplumsal güvensizliği geliştirmiş, anti-komünist gerici savaşa elverişli ortam yaratmış, ABD ve Batı emperyalizminin ve Pakistan, Suudi Arabistan gibi burjuva gerici devletlerden oluşan bağlaşmanın bu durumu istismar ederek politik İslamı geliştirmesine ve kullanmasına hizmet etmiştir. Bu tablonun Afganistan'da zaman içerisinde özellikle 70'li yıllarda gelişen demokratik halkçı ve devrimci-demokratik hareketin boğulmasına, giderek tasfiyesine yol açmıştır*.

    Lenin ve Stalin'in SSCB'si döneminde izlenen enternasyonalist ve sosyalist politikanın Afgan halklarının ulusal bağımsızlığına saygı, eşit ilişkiler ve iç işlerine karışmama ve başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalizme karşı kurulan bağlaşma (yönelim) Afgan halkları nezdinde SSCB'ye karşı büyük bir saygı ve sevgi geliştirdiğini biliyoruz. Tüm bu süreçte başta İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere, emperyalizm ve gericiliğe karşı Afgan halklarının mücadelesi Lenin ve Stalin SSCB'si tarafından hem maddi hem de manevi olarak desteklenmiş ve Afganistan yönetici sınıflarının tutarsız, kaypak, iki yüzlü politikalarına karşı demokratik hareketin gelişmesine elverişli imkanlar sunulmuştur. Bu saygı ve güven, Rus sosyal emperyalizminin Afganistan'ı 1979 yılında işgali ile sarsılmış ve bu durum, Amerikancı emperyalist kamp tarafından aktif bir şekilde kullanılmıştır. Her şeye karşın vurgulanmalıdır ki, Afganistan'da siyasal İslamın ve radikal siyasal İslamist hareketin geliştirilmesinde öncelikle daha fazla sorumluluğu olan Amerikan emperyalizmi, NATO, Avrupa emperyalistleri, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi gerici Amerikancı devletler olmuştur.

5) Afgan halklarının ulusal kurtuluş mücadelesine komünist ve devrimci-demokratik hareket önderlik edememiştir. Boşluğu doldurmayı başaran her hareket ulusal mücadelenin de liderliğini kazanır. Ulusal mücadelenin başına şeriatçı Taliban hareketi geçmeyi başarmıştır. Talibancı cephe 20 yıl aradan (1996-2001) sonra bir kez daha iktidarı ele geçirmeyi başarmış ve ''İslam Emirliği'' devletini ilan etmiştir. Taliban'da somutlaşan önderlik, islamcı gerici karakterde bir önderliktir. Fakat Taliban hareketinin şeriatçı gerici karakteri Afganistan'da emperyalist sömürgeciliğin yenilgiye uğratıldığı gerçeğini unutturmamalıdır. Afganistan halkları emperyalist işgale karşı haklı ve meşru bir mücadele yürütmüştür. Emperyalist işgaller dünyanın neresinde olursa olsun, haksızdır ve işgallere karşı halkların mücadelesi haklı bir mücadeledir. Komünistler, emperyalizme darbe vuran, emperyalizm cephesini zayıflatan ve proletaryanın örgütlenme hakkını kabul eden ulusal hareketleri desteklerler. Talibancı gericilik, demokratik bir hareket, proletarya ve halklara örgütlenme ve özgürleşme hakkı tanıyan bir akım değildir. Böyle olmakla birlikte özellikle 2001 sonrası herhangi bir emperyalist devletin ya da emperyalist bloğun güdümünde işbirlikçi bir hareket de olmamıştır. Yarın Talibancı şeriatçı diktatörlük emperyalizmle veya emperyalist bir bloğla işbirliğine gidebilir ve bu kaçınılmazdır denebilir ama henüz bu aşamaya gelmiş değildir. Bu şimdiki bir gerçeği dile getirmektedir ve gelişmenin yönünü de işaret etmektedir. Taliban herhangi bir devrimci, demokratik, sosyalist harekete ve halk hareketine karşıdır ve doğası gereği düşmanca saldıracaktır. Aslında emperyalizmin Afganistan'daki işgalleri, Afgan işçi ve halklarının bağımsız demokratik hareketinin gelişmesini engellemiş ve giderek radikal İslami hareketin hegemonya kurmasına hizmet etmiştir.

  1. Taliban, Sovyetler Birliği tarafından Afganistan'ın işgal edilmesiyle Amerikan emperyalizminin güdümünde kurulan radikal İslamcı ''Mücahit'' hareketinin yerini almayı başaran şeriatçı bir politik ve askeri harekettir. Taliban'ın ideolojisi, programı, stratejisi, taktikleri şeriatçılığa dayalı biçimlenmiştir. Taliban hareketi şeriatçı gerici bir diktatörlük kuracaktır ve kurmaya başlamıştır. Siyasal özgürlük şeriatçı gericiliğin ve Taliban cephesinin nesnel doğasına, sınıfsal karakterine aykırıdır. Siyasal özgürlüğün kazanılması, Afgan halklarının mücadelesine, anti-emperyalist demokratik halk devrimin zaferine bağlıdır... Devrmin kesintisiz sosyalist devrime dönüştürülerek zafer kazanması Afgan proletaryasına ve öncüsü komünist partiye bağlı olacaktır. Böyle bir devrimci-demokratik, komünist bir hareketin gelişmesi Afganistan devrimcilerinin temel ve güncel görevidir. Bu konuda söylenenlerin ötesinde kalem sallamak lafazanlığa girer. Kuşkusuz ki böyle bir hareketin doğması durumunda devrimci ve komünist, enternasyonalist destek ve birlikte mücadele etmek yakıcı bir görev olacaktır.

7) Ulusal bağımsızlığın politik özgürlüğün kazanılmasıyla ele ele gerçekleşmesi en azından devrimci-demokratik bir önderliği gerektirir. Taliban hareketi emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadele sürecinde politik özgürlük için kimseye söz vermemiş, aksine şeriatçı bir iktidar kuracağını daima vurgulamış, kurtardığı alanlardan başlayarak şeriatçı iktidar alanını genişletmiş, giderek ülkesel çapta gerici diktatörlüğünü kurmayı başarmıştır. Ki Taliban 96-2001 döneminde de şeriatçı bir diktatörlüğün temsilcisi ve uygulayıcısıydı. Evet politik özgürlük mücadelesi Afgan halklarının acil ve temel yükümlülüğüdür. Bugün için şeriatçı gericilik ve iktidardan bağımsızlaşarak, siyasal özgürlükleri kazanma mücadelesi verecek bağımsız bir demokratik halk hareketinden bahsedilemez. Fakat bu mücadelenin nesnel temeli vardır ve tarihsel-güncel olarak çözümünü dayatmaktadır...

Taliban hareketi, kitlelerden kopuk ve ''terörist'' bir hareket değildir. Taliban hareketinin Afgan halklarında karşılığı vardır; Taliban kitlesel karakter taşıyan savaşçı bir harekettir. Taliban, Afganistan'ın somut tarihsel koşullarının ürünüdür; sözgelimi, ABD çekilince 3 günde çöken, dağılan, kaçan kukla rejim gibi değildir. Taliban'ın çöken değil, yükselen bir savaşçı güç olduğu açıktır. Amerikan emperyalizmi öncesi bir yana, anti-komünist, politik özgürlüğe düşman ''Yeşil kuşak projesi''nden başlayarak siyasal İslamcı gericilik dalgasını kışkırtmış, desteklemiş, siyasal İslami gericiliği araçsallaştırarak kullanılmış; Afganistan, Irak, Suriye örneklerinde görüldüğü gibi, ipler elden kaçınca da işgal dahil emperyalist kuşatma ve saldırılara girişmiştir. İŞID deneyiminin gösterdiği de budur...

Afganistan'da önce 1979'da Rusya'nın, 11 Eylül saldırısı sonrası (2001'de) Amerikan emperyalizminin ve bağlaşıklarının gerçekleştirdiği işgaller, siyasal İslamcı gericiliği besleyip büyütmüştür. Ancak her seferinde de Afgan halkları emperyalizmi yenilgiye uğratmayı başarmıştır. Taliban önderliğinde Afganistan'da kazanılan başarı, ''Arap baharı''ndan sonra yaşanan süreçte gerilemiş olan siyasal İslami harekete küresel çapta moral verdiği ve güç devşirmesine hizmet edeceği de açıktır.

DEVAM EDECEK

23 Ağustos 2021 Pazartesi

PARTİ KRİZİ VE ÇÖZÜLME...

 

"... Sorunları laf kalabalığıyla geçiştirmeye çalışmak kadar zararlı, ilkelere aykırı bir şey olamaz. Bugün en önemli görevimiz, bunalımın derinliğini ve onunla savaşma gereğini anlamış bütün marksistleri bir çatı altında toplayarak, marksizmin teorik temellerini ve ana ilkelerini, burjuva etkisinden sıyrılamayan 'yol arkadaşlarının' çeşitli yönlerdeki sapmalarına karşı savunmaktır..." (Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 144)


Bizim gördüğümüz olgu şu; komünist hareket, uzun yıllardır yapısallaşmış derin bir krizin pençesinde kıvranıyor. Krizin temelinde ideolojik çözülme yatıyor. İdeolojik kriz siyasal ve örgütsel krizle iç içe gelişmeye devam ediyor. Ne yazık ki bu olgu bilince çıkarılmak bir yana, reddediliyor. Bu olgu saptanmadan krizden ilkeli bir çıkış da gerçekleştirilemez.

I

Şu soruların sorulması gerekmektedir;

Uzun yıllara yayılmış ve süregelen bir kriz yaşandığı kavranabilmiş mi?

Bu krizin yapısallaşmış karakteri bilince çıkarılabilmiş mi?


Herhangi bir kongrede ve temel değerlendirme belgelerinde böyle bir kriz/bunalım yaşadığımıza dair bir değerlendirme var mı? Herhangi bir biçimde bütünsel bir kriz yaşandığı, bu olgunun kavranmadığı özeleştirisi yapılmış mı?


Peki kriz olgusunu, nedenlerini, yarattığı yıkımları, çıkarılması gereken dersleri, bu dersleri bir yenilenme, ideolojik ve örgütsel donanıma dönüştürme iradesini göstermeyen bir önderlik anlayışı ile krizden çıkmak olanaklı mı? Değilse, bu durumda, eksenini ideolojik hesaplaşmanın oluşturacağı, ideolojik birliği daha yetkince kurmayı hedefleyen bir çıkışın örgütlenmesi gerekmez mi? Lafazanlıkla, romantik ajitasyonla vs. gerçek duruma gözleri kapatmanın sorunları çözme gücü olabilir mi?


Uzun yıllara yayılarak gelen tasfiyeci yıkım sürecinin bazı hatalarla, eksikliklerle vs. izah etmenin komünist bakış açısı ve duruşla nasıl bir ilişkisi olabilir?


Herhangi bir komünist partisinde ideolojik ve örgütsel doğrultunun özellikle ağır bir tarzda bozulduğu, öncü pozisyonların yitirildiği durum ''bazı hatalar''la izah edilebilir mi?


İsterse Fizan da olsun, yaşanan sürecin gerçeklerini sergilemek, çözüm için mücadele etmek neden ''anti-parti tavır'', ''ağır siyasal koşulları göğüsleyememek'', ''hoşnutsuzluk yaymak'' vb. olsun? Sorgusuz-sualsiz, habersiz tasfiyenin hedefi olan komünistlerin görüşlerinin mücadelesini vermesinden daha doğal ne olabilir? Kriz ve çözülmeyi, ağır tahribatı yaratan zihniyeti, tarzı, önderlik anlayışını, sürecin nesnel ve öznel nedenlerini sorgulamak ve eleştirmek yerine hedef saptırarak günah keçisi yaratmanın devrimci olan nesi var acaba? Sürecin hesabını vermek yerine sorunları dışşsallaştırmak, suçluları başka yerlerde aramak yerine gerçek duruma bakmak gerekmez mi? Tasfiyecilikten ideolojik ve örgütsel arınmak komünist partilerin görevi değil mi? 1956 sonrası, 1980 sonları yaşanan tarihsel deneyim tasfiyeciliğe karşı ilkeli mücadele etmeyen, uzlaşan partilerin tasfiye olduğunu göstermedi mi?

Komünist ve devrimci hareketin ana gövdesi örgütsüz durumda, bunun ana sorumlusu bu kitle değildir. Sorumluluk bu kitleyi, kitleleri örgütleme iradesinden yoksun olan ya da bu iradeyi ortaya koymayan, koyamayan devrimci ve komünist harekettedir. Ve bu kitle haklı olarak sert ve kapsamlı eleştiriler yapmaktadır. Ağır bir güvensizlik yaşamaktadır. Devrimci çözümler talep etmektedir ve en zor koşullarda da devrimci hareketi sahiplenmektedir. Peki biz savaşan bir örgütüz, bedeller ödüyoruz, şehitler veriyoruz, bizi eleştiremezsiniz, tavrınız güvensizlik yayıyor, ağır siyasal koşulları göğüsleyemiyorsunuz vs. vs. diyebiliriz miyiz? Her devrimci örgüt mücadele ediyor, bedel ödüyor, şehitler veriyor; bu durum ne dün ne bugün ne de yarın devrimci ve komünist eleştiriyi engelleyemez ve engellememelidir.


Partinin geldiği, getirildiği yerin sorumluları tasfiye edilenler mi? Bu bağlamda da öncülük iddiası olan herhangi bir partinin kendini sorgulaması gerekmez mi? Nereye doğru gidildiğinin bilince çıkarılması ve çözüm için mücadele yürütülmesi Marksist-Leninist sorumluluğun bir gereği değil mi? Gerçek durumu kavrayamamak, durumu idare etmek, olan-bitenle uzlaşmak, yaşanan krizi hiçe saymak bir çözüm olabilir mi?

Kolaycılığa alışılmış, alışılagelen dar pratikçilikle, ilkellikle sorun çözülmeye çalışılıyor. Fakat sorunlar çözülmüyor, sürecin, krizin ağırlığı ezmeye devam ediyor.


Gerçek durum nedir? Yaşanan süreç, ortaya çıkan tablo ve ona yol açan nedenlerin giderilememiş olması öncü değil artçı, kriz çözen değil kriz üreten bir gerçeği ifade etmiyor mu?


Türkiye komünist hareketinin ve UKH'nın tarihsel tecrübesi ve dersleri bize olan-bitene, tasfiyeciliğe, bürokratizme, krize boyun eğmeyi mi öğretiyor? Post-Marksizm, ezilenlerin Marksizmi, Troçkizm vb. burjuva, küçük burjuva sapmalar, çizgiler krizin aşılmasının değil, derinleşmesinin aracı olduğu açık değil mi? Bu akımların yöntemlerini kullanarak kriz aşılabilir mi? Kaynağını burjuvaziden, hatta dinsel ideoloji ve kültürden alan, parti örgütünü, kadroları emir eri, kendisini partinin üstünde ve dokunulmaz, yanılmaz gören, ne olursa olsun parti içi iktidarı kendi hakkı, partiyi kendi tapulu mülkü gören ''stratejik önderlik'' teorisi ve pratiği ile herhangi bir komünist partinin krizi ya da krizleri çözülebilir mi? Bu ilkellik, cehalet, yüzeysellik, kibir, dar pratikçilik fışkıran teori ve pratik bugüne kadar krize yanıt verebildi mi? Evet verebildi mi? Palyatif çözümlerle bir kriz aşılabilir mi? Eğer palyatif tedbirlerle vb. krizden çıkmak ve hesap vermek, özeleştirel derslerle silahlanmak olanaklı olsaydı bugünkü tablo aşılmış olmayacak mıydı? Sorunların bugüne dek gelindiği gibi değil, derinlemesine bir eleştiri ve özeleştiri ile kavranması acil bir gereksinimdir.


Sorular çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır da; bu soruların arka planı, ideolojik temelleri iç bütünlüklü bir tarzda verilmelidir. Bu soruları sormayan, bireysel ve kolektif düzeyde sorgulamayan bir parti ve kadro, bugün değilse yarın, parti ve komünist işlevini kaybeder. SBKP deneyimini, kapitalizmin restorasyonu deneyimini asla unutmamak, dersleriyle donanmak komünist sorumluluğun gereğidir.


II

Evet ağır ve kapsamlı bir kriz gerçeği var; sorunu açalım.

Kişisel düşüncemiz şudur; ideolojik kriz, teori, program, strateji ve taktikler üzerindeki irade birliğinin (ideolojik birlik) çözülmüş olmasında somutlaşmaktadır. Partiyi yolundan çıkaran ve Marksizm-Leninizm'in yadsınmasını ifade eden bu sapmalar (post-Marksizm, onun bir biçimi olan ''Ezilenlerin Marksizmi'', Leninist parti teori ve pratiğinin reddi, Troçkizm, legalizm biçimlerinde ortaya çıkmış ve) gelişmeye devam etmektedir. Çizgileşmeye doğru evrimine devam eden bu küçük burjuva ideolojik sapmaların ortak noktası, teori ve pratikte proletaryanın değil, ezilenlerin temel alınmasıdır. Bir diğer ortak nokta da bürokratik merkeziyetçiliğe, elitisizme idealize edilmiş, partiyi değil kendini önemseyen, böbürlenmeyi bir tarza dönüştürmüş, kibirli ''stratejik önderlik'' teori ve pratiğidir. Çifte standarta dayanan tasfiyeci, ekipçi kadro politikası ve yönetme anlayışı ve tarzında, keza idare-i maslahatçılıkta, dar pratikçi çalışma girdabında birleşmektedirler. Bu küçük burjuva yabancılaşmanın ve çürümenin ifadesi olan önderlik anlayışı ve yönetme tarzı ve kadro politikası çok ağır güç kaybına yol açmış ve kendini artan oranda daha üst düzeyde üretmiştir. Marks Proudhon'u eleştirirken yaptığı şu saptama ve eleştirinin, içerik olarak komünist harekete egemen hale gelmiş önderlik anlayışı, çalışma tarzı için de geçerli olduğuna inanıyoruz; ''Geriye bir tek egemen dürtü kalıyor, işin cakası, ve bütün gösterişçi insanlarda olduğu gibi onun için de önemli olan tek şey, o anın başarısıdır, günlük başarıdır.'' (iMa.) Strateji tarafından yönlendirilmeyen, stratejik ufkunu yitirmiş bir çalışma ve siyaset tarzı (''parti tarzı'') dar pratikçi, idare-i maslahatçı, kolaycı ve kronikleşmiş bir zihniyet ve duruşu ifade etmektedir. Bu zaaf tarihseldir, yapısaldır; burjuvazinin baskısının ifadesi olarak küçük burjuvazinin proletarya saflarındaki yıkıcı gelenek ve kültürüdür.


Siyasi kriz, proletarya ve geniş emekçi kitlelerden kopulmuş olmasında; siyasal olarak mücadelenin gereklerine ve gereksinmelerine yanıt veremeyen, gettolaşmışkendiliğindenciliğin pençesinde, dar grup eylemlerine (''iki kişi de olsa eylem yapın'', ''öncü çıkış'') saplanmış politik faaliyette cisimleşmiştir. Bu olgu, ilkeli proleter siyaset tarzının, sınıf ve kitlelerle birlikte sınıf ve kitleler için politika tarzının yitirilmiş, dahası unutulmuş olmasında somutlaşmaktadır.


Örgütsel kriz, yönetilemeyen örgütsel faaliyette; sert bir ayak bağına dönüşmüş elitist, bürokratik, idare-i maslahatçı örgütsel çalışmada ve çalışma tarzında ifadesini bulmaktadır. Bu gerçek, geçtik kitleleri, kendi tabanını bile büyük ölçekte, hatta ezici çoğunluğunu örgütlemekten aciz bir örgütsel çalışmada cisimleşmektedir. Tasfiyeciliğin ürünü ve sonucu olan ağır kadro ve örgüt kaybı. Legal faaliyete endeksli ve gitgide daralan, dar ve biçimsel, esasen işlevsiz, kitlelerden ve tabandan kopuk, nitelik olarak alabildiğine zayıflamış bürokratik örgütsel yapı. Politik alanda olduğu gibi örgütsel alanda da kendini üretemeyerek, yenilemeyerek gerilemeye devam eden örgütsel yapı örgütsel krizin somutlaşmasıdır.


Bu kriz, yapısaldır, yapısallaşmıştır. Uzun yıllara yayılarak gelen kriz, bir iç bütünlüğe sahiptir. Çözümsüzlüğün militan aracı haline gelmiş küçük burjuva bürokratik tasfiyeci zihniyet, sorunları ilkeli, net ortaya koymak ve zamanında çözmek yerine ''bazı hataları, yetersizlikleri vs. olsa da öncünün savaşı başarılı gelişme çizgisinde yönettiği''nden dem vurmaya devam etmektedir. Yaşanan krizi, krizin derinliğini dobra dobra ilan etmek ve kolektif akılla çözmek yerine, gerçek durum gözlerden gizlenmeye, durum hafifletilerek lanse edilmeye devam ediliyor. Aslında bir kriz yok deniyor. Bu zihniyet sorunları çözebilir mi!!!? ''Eğri çizgiden doğru çizgi'' çıkar mı?!

III

İdeolojik, siyasal, örgütsel niteliğin oldukça gerilemiş olması, bu bakımdan tasfiyeci oportünizmin elini güçlendirmeye devam etmektedir. Komünist özne olarak İdeolojik-siyasal bakış açısından ve sorunların gerçek temellerine inen eleştiri ve özeleştiri mekanizmasının hemen hemen unutmuş olması bugünlere gelinmesinde yaşamsal bir yere sahiptir. Bu gelişmelerin temelinde öncelikle ideolojik kriz yatmaktadır. İdeolojik (politik ve örgütsel olarak da) Marksizm-Leninizm'den, Birlik Devrimi'nin çizgisinden radikal bir şekilde kopuşmaya doğru at koşturan değişik renkleriyle ekipçi tasfiyeci oportünizm, yenilgilere, tasfiyeciliğe, bürokratizme, kendine tapınmaya, dışa karşı en birlikçi, içe karşı çıplak ve kötü bir sektarizme, küçük burjuva demokrasisine teslim olmuştur. Dahası, tasfiyecilik komünist harekette sosyalizm maskeli burjuva ideolojisinin içerden yayılmasının kaynağıdır. Lenin'in eleştirdiği Narodnizmin aktif kahramanlar, pasif kitleler, kurtarıcı kahramanlar, kurtulmayı bekleyen sürü teorisi, Marksizm-Leninizm düşmanı bir teoridir. Bu teori kılık değiştirmiş olarak öncüyü tahrip etmektedir. Türkçesi, biz (stratejik önderler) sizin yerinize düşünüyoruz, siz iyi er olun, bir sorun, başarısızlık vs. varsa bundan zaten sizler, yani ''taktik önderlikler'' sorumlusunuz, eh başarılar da tabii ki bize aittir, bu bilinci ve pratiği kuşanın yeter diyen tasfiyeci akıl ve pratik, demokratik merkeziyetçiliği, kolektif akıl ve dinamizmi hep boğmuştur. Baştan aşağı kibire, böbürlenmeye, gösterişe, ilkelliğe, ilkesizliğe batmış ''stratejik önderlik'' Marksizm-Leninizm'i, Uluslararası Komünist Hareketi, sosyalist inşanın uluslararası deneyimlerini beğenmemekte, burnu Kaf dağında sözde yeni mi yeni açılımlar yapmakta; kendine tutkunluğun bataklığında, dünya çapında yeni açılımlar yaptıklarından, 21. asırın Marksizmini kurmaktan vs. bahsediyorlar. Ne içler acısı bir durum!

Lenin'in şu sözleri gerçek durumumuza, olan bitene ışık tutmaktadır;

''Genelde herhangi bir partisel birleşmenin oluşmasının önemi ve koşulları üzerine iki türlü görüş mümkündür. Bu görüşlerin farkını anlamak son derece önemlidir, çünkü bunlar 'birleşme krizi'mizin gelişim seyri içinde birbirine karıştırılmaktadır ve bu iki görüşü birbirinden ayırmaksızın, bu krizde yolunu bulmak olanaksızdır. Birleşme üzerine bir görüş, 'verili kişi, grup ve kurumlar'ın 'uzlaşma'sını ön plana çıkarabilir. Parti çalışması üzerine, bu çalışmanın çizgisi üzerine görüşlerin birliği burada tali bir meseledir. Görüş ayrılıkları sessizlikle geçiştirilmeli, onların kökleri, anlamları ve objektif koşulları ise ortaya serilmemelidir. Kişileri ve grupları 'uzlaştırmak' — esas mesele budur. Eğer bunlar ortak bir çizginin uygulanmasına yanaşmıyorsa, o zaman bu çizgiyi onların hepsi için kabul edilebilir olacak şekilde yorumlamak gerekir. Yaşa ve yaşat. Bu, kaçınılmaz olarak çevrecilik diplomasisine yol açan darkafalı 'uzlaşmacılık'tır. Görüş ayrılıklarının kaynaklarını 'tıkamak', onları sessizce geçiştirmek, 'anlaşmazlıklar'ı ne pahasına olursa olsun 'bir yana bırakmak', birbirine düşman akımları nötralize etmek —böylesi bir 'uzlaşmacılığın' esas dikkati buna yöneliktir. İllegal partinin operasyon üssünün yurtdışında olduğu koşulda, bu çevrecilik diplomasisinin, her türlü 'uzlaşma' ve 'nötralleştirme' çabasında, 'dürüst simsar' rolü oynayan 'kişi, grup ve kurumlar'a kapıları ardına dek açtığı aşikârdır.'' (Seçme Eserler C.5, s. 49)

Bu analiz ışığında tablonun incelenmesi gerekmez mi? Bu durumun eleştirilerek aşılması, derslerinin çıkarılması, hesap sorulması gerekmez mi? Eleştirdiğimiz kafayla krizin kavranması da, çözümü de olanaklı değildir. Kimse kendisini kandırmasın. Boş hayallere kapılmasın. Keza kafası aydınlık olmayan, gerçek durumu bilince çıkaramayan, oportünizmle uzlaşan, tutarlılıktan uzak, öz güvensiz vbg. zihniyet ve ve duruşlardan da bu mücadeleyi yürütmesi de beklenemez. Böyle bir mücadele ilkeli olmayı, tasfiyeci bloğa karşı sonuna kadar kararlı ve sonuç alıcı bir mücadeleyi ve duruşu gerektirir. Önemli ve belirleyici olan da böyle bir iradenin ortaya çıkarılması ve işlevselleşmesidir. Öyle ben ''eleştirir'' işime bakarım, koca koca tecrübeli insanlar var, sorunlarımızı çözerler vbg. yaklaşımlarla komünist özne olmak mümkün değildir; söz konusu olan öncünün kaderi ve geleceğidir. Deneylerden biliyoruz, her dönemin ''adamı'' olmak berbat bir oportünizmdir. ''Muhafız''lığa soyunmak berbat bir durumdur. Kraldan daha kralcı kesilmek berbat bir durumdur. Esen ya da esecek yele göre (duruma göre) dümen kırmak ilkesizliğin ve kaypaklığın ifadesidir. Lenin oportünizmin her duruma uyarlanma yeteneğine dikkat çekerken, Her oportünist, kendini uyarlama yetisiyle öne çıkar.'' der.

IV

İdeolojik, siyasal, örgütsel çözülmenin, moral değerler alanında da çözülmeye yol açması kaçınılmazdır. Sözgelimi, çifte standartın yol gösterici bir yönetim anlayışına ve sorun çözme standartı haline gelmesi bu olgunun çarpıcı görünümlerinden birisidir sadece. İdeolojik çözülmenin ve yabancılaşmanın, çözülemeyen ve sürekli kan kaybına yol açan krizin, doğal ve kaçınılmaz sonucu, ahlakivicdani ve moral değerlerde de çözülmedir. Ya yapısallaşmış bütünsel krizi bilince çıkarır çözersin ya da kriz derinleşmeye seni yutmaya devam eder, en dibe vuruncaya kadar. Somut tarihsel deneyimimiz de bunu kanıtlamaktadır. Öncelikle de ilkesel, ideolojik, programatik temel ayrılıkların üstünü örterek manipülasyon yapan ekipçi oportünist ittifak bu ikinci duruma hizmet etmektedir. Krizin çözümünde izlenecek yol, Lenin'in, Leninizm'in yoludur, fakat Leninizm'e ve sınıfa inancını yitirmiş olanlardan bunun beklenemeyeceği de açıktır ve açık olmalıdır. Çözümün yolu, Marksizm-Leninizm'e, Birlik Devrimi'nin çizgisine, öz deneylerden ilkeli ders çıkarmasını bilen ve bunun mücadelesini veren komünistlere bağlıdır. Bizim gördüğümüz şey, bu görevin hakkının verilmediğidir.


İdeolojik ve örgütsel tasfiyecilik, bütünsel bir krizde ortaya çıkıyor ve kral çıplak diyen ve bu gerçeğin mücadelesini verenler dışlanıyor. Öteden beri Marksizm-Leninizm'e, Birlik Devrimi'ne, partiye karşı mücadele eden bürokratik elitist oportünizm ve tasfiyecilik, kral çıplak diyenleri ''baş düşman'' göre gelmiş ve işine gelmeyen kadro ve yapıları hoyratça anti-partililikle, partiye güvensizlikle vs. vb. damgalayabilmiştir. Başarısızlığı, çözümsüzlüğü, dokunulmazlığı, özeleştiri yoksunluğunu, kendini kutsamayı teorik ve pratik bir silaha çevirmiş bir önderlik anlayışı ve yönetme tarzının ideolojik ve örgütsel yabancılaşma ve ideolojik ve örgütsel çürüme üretmesi kaçınılmazdır. ''Önce komünist, sonra yönetici olduğunu unutan'' (sosyalizmin dersleri üzerinde SSCB pratiğini eleştiren E. Hoca'nın sözleridir), bunu bir karaktere, zihniyete ve pratik uygulamaya dönüştüren ideolojik ve örgütsel tasfiyeci sapmanın, niteliksel gelişme ve donanımı ve savaş yeteneğini darbelemesinde garip bir şey yoktur. Ve bu işin merkezinde oportünist-ilkesiz ittifak ve ekipçilik duruyor. On yıllara dayanan emeğin, bedelin, değerlerin, kadroların hoyratça tüketilmesi, öncülük iddiasının ciddi bir politik maddi güce dönüşmemesi, dahası politik ve örgütsel getttolaşma öncelikle hesap sorulmadığı, sonra hesap verilmediği için, kolektif çalışma ve akıl tüketildiği için, zengin bir babanın müflis oğlu tablosuyla karşı karşıya kaldık. Hiçbir şey olmasa bile, komünist hareketin tabanı olan-bitene yakından şahittir. Yurtiçi ve yurtdışındaki kitle iyi ve kötü günleri de yaşamış/bilen, politik ve deneyimli bir kitledir. Öyle mistik, romantik, duygusal hamaseti anlayamayacak ve kolayca manipülasyona yenik düşecek bir kitle değildir. İnsanların aklıyla alay edecek tarzda davrananların, şu veya bu konu üzerinde dikkati saptırarak durumun vahametini hafifletmeye, örtülemeye çalışanların devrim ve sosyalizm davasına zarar verdikleri açıktır. Bu zihniyet, duruş baştan aşağı zaaflıdır.

V

Yarım asırlık Türkiye komünist ve devrimci hareketinin deneyimi, 30 yıla doğru yaklaşmakta olan Birlik Devrimi ve parti sürecinin deneyimi var. Peki ama nereden nereye geldik? Bugün hangi durumdayız? Neden bu durumdayız? Bu tablo aşılmadan öncü çözüm gücü olabilir mi? Gel gör ki, hala kolay devrimcilik yolundan (yani bir tür kendini tekrarlayan dar pratikçi devrimcilik yolundan ve türünden) kopuşulamıyor. 100-150 yıllık oportünist, revizyonist, tasfiyeci, Troçkist teoriler de ''yenilenme'', ''yeniden yapılanma'', ''Marksizmin rönansası'', ''21. yüzyılın Marksizmi'' vb. çözüm olarak propaganda ediliyor. En acısı da komünist harekette bu saçma sapan fikirlerin, teorilerin propagandasının yapılması ve alıcılarının olmasıdır. Bu olgunun çıplak bir şekilde gösterdiği gibi, komünist parti ideolojik olarak aşırı gerilemiştir. Büyük bir niteliksel kan kaybı var. Tasfiyeci akımlara ve teorilere geniş çaplı alan açılmıştır. ilke ve istikrar kaybolmuştur. Yalpalayan, yönü kaybeden komünist hareket, proleter yoldan küçük burjuva yola doğru sapmış ve ilerlemektedir. Zamanında ilkeli ve kolektif tarzda çözülemeyen kriz (ki bu olgu da kabul edilmiyor!) Marksist Leninist Komünist Hareketi kendine yabancılaştırmaya devam etmiştir.


Yaşanan kriz, sınıf mücadelesinin, devrim ve sosyalizm kavgasının gerek ve gereksinmelerine yanıt verememeden, dolayısıyla artçı sürüklenmekten kaynaklanmaktadır. Krizi çözmede gösterilen iradesizlik de krize teslimiyetin ifadesidir. Kriz bir sonuçtur, nesnel gereksinmelere, değişen nesnel koşullara verilemeyen yanıt yıkıcı bir kriz olarak biçimlenip gelişmektedir. Krizin derinlik ve genişliğinin kavranamaması, çıkışı da olanaksız kılmaktadır. Kriz bir sonuç ama dönüp dolaşıp bir nedene de dönüşmüştür. MLKP'nin MLKP'lileşmeye gereksinimi var ve bugünkü parti, doğru çizgide kurduğumuz parti değildir; kendi öz temellerinden ve çizgisinden uzaklaşmış; ve henüz kendi öz temeli ve çizgisinde oturamamışken kendine yabancılaşmaya başlamış ve bugünlere gelmiş bir partidir. Kavranmayan, üstü örtülen gerçek budur. Boş övgüye ve böbürlenmeye değil, gerçekleri ortaya koymaya, ilkeli eleştirilere ve mücadeleye ihtiyaç var.

VI

Her komünistin şu soruları kendisine sorması ve incelemesi gerekir; kurucu kadrolardan geriye kaç kişi kaldı? Kuruluştan bu yana kaç kadro kaybedildi? Kazanılan kadro ne kadar kaybedilen ne kadar? Öne çıkarılanlardan geriye kaç kişi kaldı? Deneyimler neyi göstermektedir? Geniş çaplı kadro kaybının ana nedeni bu kadrolar mı? Bu bağlamda sorunun ideolojik, siyasal, örgütsel nedenleri yok mu? Bu geniş kadro kaybında izlenen kadro politikasının, çalışma tarzının, bürokratik merkeziyetçiliği dayatan ve bir tasfiyeci kılıca dönüştürülmüş zihniyetin payı yok mu? Bunların hepsi mi ''mücadele kaçkını''? Kıyım ve örgütsüzleştirmeyi örgütleyen ve gerçekleştiren oportünizmin bu yıkımdaki payı nedir? Sorunun (ve sorunların) öncelikle ''önderlik düzeyi''nde ele alınması gerekmez mi? Burada kolektifin kendisini sorgulaması gerekmez mi? Neden teorik ve pratik çalışmalarda öncü başarılı olamıyor? Kısmi kazanımlarla durumu kurtarmaya çalışma politikası ne kadar komünist olmayı hakkeder? Kriz bu yol ve yöntemlerle ilkeli bir tarzda, en az güç kaybıyla, Leninist irade birliğinin en üst düzeyde yeniden kurulmasıyla aşılabilir mi?


Komünist hareketin krizi küreseldir, küresel çaptaki nesnel koşullardaki derin değişimlerle bağlıdır. Dünya komünist hareketinin ciddi bir varlığından bahsedilemez. Olduğu kadar da zayıf, dağınık, koordinasyondan yoksun; ideolojik, siyasal, örgütsel krizin pençesinde kıvranıp durmaktadır. Uluslararası Komünist Hareket'in (UKH) bir merkez olarak ciddi bir varlığının olmaması sorunların çözümünü alabildiğine zorlaştırmaktadır. Ancak varlığımız ve gelişmemiz, sorunları çözme irademiz böyle bir merkezin varlığına ya da yokluğuna bağlı ele alınamaz. Tarihten çıkardığımız ya da çıkarmamız gereken bir ders de, komünist işçi hareketinin varlığı ve gelişmesinin zorunlu ön koşulunun ''uluslararası bir merkez''in varlığı olamayacağıdır. II. Enternasyonal'in çöküşü sürecini düşünelim, ortada bir ''uluslararası merkez'' kalmadı ama Bolşevikler yeni bir süreci örgütleyerek hedeflerine ulaştılar...


Böyle bir merkezin inşasının hedeflenmesi bir şeydir ama komünist partilerin var olup olmamasının böyle bir merkeze bağlı ele alınması farklı bir şeydir. Var ya da yok, belirleyici olan enternasyonal proletaryanın sınıf bilinçli temsilcisi olarak Marksizm-Leninizm temelinde bağımsız ideolojik-siyasal bir güç olarak var olmak, devrim ve sosyalizm kavgasının gereksinmelerine militanca yanıt vererek kavgayı geliştirmektir. Böyle bakınca, doğal olarak, komünistlerin kendini sorgulaması, nerden nereye gelindiğinin, nereye doğru gidildiğinin yanıtı, krize yanıt olacak bir perspektifle, yöntemle, ilkeli bir şekilde verilmesi gerekir. Krizin yanıtı post-Marksizmde, Ezilenlerin Marksizminde, Troçkizm'de, anti-Bolşevik, anti-parti ''ezilenlerin öncü feda müfrezesi'', ''romantik devrimcilik'' teorisinde bulunamaz.


Kriz süreçleri kaçınılmaz olarak arayışlar üretir. Bu arayışların her zaman için Marksist-Leninist arayışlar olmadığı da açıktır. Hatta derin ve kapsamlı kriz süreçleri bol miktarda oportünist arayışlar üretir; komünist partileri oportünizme, revizyonizme açık hale getirir... Komünist bağışıklık sistemi zayıf düşer. Bağışıklık sistemi zayıflayan hareket içerisinde burjuva, küçük burjuva katmanlar ''çözüm'' adına baş kaldırır, kendini dayatır. Bu girişim ve yönelimler komünist partilerin ilkelere en az bağlı, en istikrarsız öğelerini ve katmanlarını harekete geçirir ve onlara dayanır, tıpkı komünist hareketin gerçeğinde somutlaştığı gibi.

Önemli olan arayışların, çözümün, iradenin Leninizm temelinde olması, Leninist yenilenmenin gerçekleştirilebilmesidir. Komünist yaratıcılığın oportünist yaratıcılığa dönüşmesine, oportünizmin inisiyatifi ele geçirmesine izin verilmemesidir. Tasfiyecilik, ''proletarya üzerindeki burjuva etkisi''dir, ''bir tesadüf, bireysel kötülük, aptallık ve hata değil, objektif nedenlerin kaçınılmaz sonuçları''dır (Lenin); dolayısıyla tasfiyeci oportünizmin, tasfiyeci çürümenin yarattığı yıkımları, kadro kaybının yükünü ucuz yoldan başka yerlere yıkanlar suç işlemektedir. Bunu görmek istemeyen, gerçeğe körce bakan dar kafalılık ise tasfiyeciliğin yoldaşıdır.


Dünyada ve Türkiye'de, Kürdistan'da ortaya çıkan ve hep kılık değiştirerek kendini dayatan ve dayatacak olan tasfiyeci oportünizme, revizyonizme, küçük burjuva demokrasisinin değişik varyantlarına vb. kapılmamak, dahası bu yönelimlerin baskısına karşı savunmada değil, ideolojik saldırı hattında durmak gerekir. Bugün olmayan şey aynı zamanda budur.


Yaşanan krizin salt komünist hareketle sınırlı olduğunu düşünmek de gerçeklerden kopmaktır. Kriz, iç ve uluslararası alanda devrimci-demokrasiyi de pençesine almıştır... Türkiye devrimci hareketinin çıplak gerçeğinde bu olguyu zaten görmekteyiz...


Krizden çıkmak olanaklı mıdır? Evet, olanaklıdır. Evet, krizden çıkılacaktır. Krizden çıkış kaçınılmazdır. Kriz süreçleri ve krizden çıkış süreçleri genelde yeni saflaşmaları gündemleştirir. Önemli olan bu saflaşma ve yenilenmenin devrim ve komünizm davasının gereksinmelerine yanıt olmasıdır. Çıkış sürecinde tasfiyeci vb. savrulmalar olması kaçınılmazdır. Kuşkusuz ki her gerçek komünistin arzulayacağı şey, gerçek bir Leninist yenilenmeye bağlı olarak, süreçten en az kayıpla, en yüksek irade ve eylem birliğiyle, en yüksek dinamizmle çıkıştır. Lenin'in öğrettiği gibi bu çıkış, ilkeli bir hesaplaşmaya, hesap sormaya, Bolşevik eleştiri, özeleştiriye dayanmak zorundadır. Tasfiyeciliğe boyun eğen her parti tasfiyeciliğe gider. Tasfiyeciliği tasfiye etmeyen bir parti tasfiye olur. Bunu kavramayanların çözüm gücü olması da olanaklı değildir. İlke, perspektif, yöntem, nesnel durumun doğru bilinci ve irade gücü olmadan çözüm değil, çözümsüzlüğün derinleşmesi, kapsamlılaşması kaçınılmazdır. Türkiye ve Kürdistan komünistlerinin irade birliğini ilkeli bir temelde daha üst düzeyde kurması gerekir.


Ya krizden çıkacaksın ya da altında kalıp ezileceksin. Orta yol yok. Krizden çıkış süreçlerinde ortaya çıkan sapmalardan biri olan orta yolculuk da oportünizmdir. Marksizm-Leninizm'le ortacılık bağdaşmaz. Ortacı oportünizm de oportünizm ve tasfiyeciliğin bir biçimidir ve özellikle belli koşullarda oportünizmin bu türü daha tehlikeli bir oportünizm türü haline gelir. Ortacı oportünizm, proletarya ile burjuvazi arasında yalpalayan, bir elini burjuvaziye diğer elini proletaryaya uzatan, her iki tarafı barıştırmaya çalışan küçük burjuvazinin sınıf tavrıdır.

Lenin, tasfiyeci oportünizme karşı Bolşevik mücadele yürütürken, ''Tasfiyeciliğin çekim alanı içinde bulunan, ne Tasfiyeciliği doğrudan savunmaya ve ne de doğrudan ona başkaldırmaya cesaret edemeyen kişiler''den bahseder; bu, genel bir olgudur; herhangi bir komünist partide bu kategori özellikle kriz süreçlerinde ortaya çıkar. İdeolojik bir çekim merkezine ihtiyaç var. Etkin bir ideolojik mücadeleye ihtiyaç var. Ya proletarya ideolojisi ya da burjuva ideolojisi, ortası yok! Sorun hangi sınıfın ideolojik mücadeleyi kazanacağıdır. Proletarya sınıfı ve komünistler bu mücadeleyi kazanarak partiyi geleceğe taşımalıdır. Marksizm-Leninizm'e, davaya, kavgaya, ideallere bağlılık bunu gerektirir. Gerisi boş laftır.






6 Ağustos 2021 Cuma

ALINTI ÇARPITICILIĞI, KAVRAMLAR VE ''İDEOLOJİK MÜCADELE''

 

Marksizm son derece derin ve çok yönlü bir doktrindir, bu nedenle, Marks'tan parçalanmış alıntıların –özellikle alıntılar uygunsuz bir şekilde yapıldığında - her zaman Marksizmden kopanların 'argümanları' arasında bulunabilmesi şaşırtıcı değildir.” (Lenin, Yoldaşlara Mektuplar)

Sosyalizmi sınıfsız komünist toplum olarak lanse edenler, bazı alıntılar yaparak, bakın işte gördüğünüz gibi, Marks, Engels, Lenin sosyalizmi komünizm olarak; sosyalizmi sınıfsız komünist toplum (komünizmin sınıfsız alt evresi olarak) görüyor derken, kimileri de demeye getiriyor.


Kavramların temeli nesnel gerçektir. Nesnel gerçek, bilinç ve iradeden, partilerden bağımsız, bizim dışımızda olan gerçekliktir. Nesnel gerçek (ve doğa ve toplumsal gelişmenin nesnel hareket yasaları) ne yaratılabilir ne de yok edilebilir. Bilinç, irade, özne nesnel gerçekliğin yansımasıdır. Özne, nesnel gelişme süreci üzerinde geciktirici ya da hızlandırıcı bir rol oynar...


Felsefi idealizmin nesnel temeli de toplumsal nesnel gerçektir. Fakat idealizm nesnel gerçekliğin tersyüz edilmiş biçimde çarpıtılmasıdır ya da çarpıtılmış nesnel gerçek olarak bilinçte dile gelmesi-getirilmesidir. Bu olgu, felsefi idealizmin tüm kavram ve kategorilerine damgasını basar.


Marksist-Leninist felsefe de (diyalektik materyalizm) nesnel gerçekliğe dayanır ve nesnel gerçekliğin bilimsel olarak dile gelmesini ifade eder. Bu olgu onun tüm kavram ve kategorilerine damgasını basar ve biçimlendirir. Marksist-Leninist felsefe doğanın (ve toplumsal gelişmenin) nesnel yasalarının bilinçli ifadesidir. Bu bilinç teori ve pratikte komünist partilerin iradesini, kavram ve kategorilerini, literatürünü biçimlendirir ve yönlendirir. Komünist teori ve pratikte kutsal olan hiçbir şey yoktur, o, hiçbir kutsallık tanımaz, o, devrimci ve eleştireldir. İdealizasyon, kutsallaştırma, dokunulmazlık Marksizm-Leninizm'e ve onun diyalektik materyalist felsefesine aykırı ve onun reddi demektir. Marksizm-Leninizm'i, proletaryayı, komünizmi, partiyi, önderleri, devrimi, şehitleri kutsallaştırmak felsefi idealizmdir, mistisizmdir, romantizmdir, dogmatizmdir... Bu olgu, Marksizm-Leninizm'in bilimsel bilincine, ruhuna, ilke ve yöntemine, eleştirel karakterine ve kavramlarına yabancıdır; onun her düzeydeki revizyonu ve tasfiyesidir.


İdeolojiler, partiler, kavramlar tarihsel ürünlerdir. Bir tarihsel sürecin içerisinde çıkar, gelişir ve biçimlenirler. Bu tarihsel hareketin nesnel temeli, hareketli nesnel toplumsal gerçektir, nesnel karaktere sahip sınıflar ve sınıflar mücadelesidir...


Bu çerçevede kavramlarla dilediğimizce oynayamayız. Onlara paşa keyfimize göre anlamlar yükleyip ideolojik mücadelede kullanamayız. Marksizm-Leninizm, proletaryanın dünya görüşüdür; proletaryanın kurtuluş hareketinin teorisi, bilinçli ifadesidir. Marksizm-Leninizm ustaları tarafından ortaya koyularak geliştirilen proletarya sosyalizmi, dünya proletaryasının, dünya komünist işçi hareketinin, dünya devrimler sürecinin pratiğinin ve deneyimlerinin eleştirel devrimci bilimsel sistematik dile getirilmesi ve pratiğe yol gösteren silahtır. Dolayısıyla Marksist-Leninist literatür, proletaryanın damgasını taşır, proletarya dışı sınıf ve tabakaların teori ve pratiğinin literatürü ile kendi arasına kesin, net ideolojik ve pratik olarak sınır çeker.


Hareketli nesnel gerçeğin gündemleştirdiği sorunlarda yeni kavramların üretilmesi gerektiğinde de söz konusu ilkesel ve ideolojik sınır çizgisinin kesin bir şekilde korunması ve böylece geliştilmesini gerekir. Bu kavramlar, kavramlaştırmalar proleter dünya görüşü ile burjuva (ve küçük burjuva) dünya görüşü arasındaki sınır çizgilerini belirsizleştiremez; ayrım çizgilerini yok sayamaz. Yine bu bağlamda Marksist-Leninist teorinin sosyalizm ve komünizm teorisine ve sosyalist inşanın deneyimine karşı sözde ustalara dayanarak reddiye yazılamaz. Alıntıların çarpıtılmasına dayanarak oportünizm ve Troçkizm'e, post-Marksizme karşı mücadele edilemez. Alıntılar, sözde bir Marksizm adına (kamuflaj taktiği/yöntemi) tasfiyeciliği, Marksizm-Leninizm'in yadsınması olan ideolojik (ve örgütsel) yabancılaşmanın aracı haline getirilemez.


Birkaç örnekte meseleye hep birlikte bakalım.


Proletarya, devlet erkliğini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama, bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.” (F. Engels, Anti-Dühring, s. 443, açE.)


Marks ve Engels'in kapitalizmden komünizme geçiş sürecini, sosyalizm ile komünizm arasındaki ayrımı, diyalektik gelişme sürecini nasıl ele aldıklarını yakın dönemde yayınladığımız yazı serisinde işlemiştik. Bu açıdan yeniden girmek gerekmiyor. Fakat yukarıdaki alıntıya dayanılarak Marksizm'in sosyalizmi komünizm (sınıfsız toplum) olarak gördüğü iddia ediliyor.


Oysa alıntıdaki ayrım çok açık, “Proletarya, devlet erkliğini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür.'' Devletin olduğu toplum biçimi komünizmin alt evresi olan sosyalizmdir. Komünizmde sınıflar, sınıf mücadelesi, sınıf mücadelesinin aracı olan ideoloji, devlet, parti (vbg.) sonlanmıştır.


Proletarya proleter devrimin zaferine bağlı olarak egemen sınıf (proletarya diktatörlüğü) olarak örgütlenmiştir. Temel üretim araçları devletleştirilmiştir. Mülkiyet henüz devlet mülkiyetidir. Sosyalist mülkiyetin bir biçimi ama daha geri bir biçimi (grup mülkiyeti) olarak kolhoz mülkiyeti vardır. Komünizmin alt evresi olan sosyalizmden komünizme geçiş süreci başta devlet mülkiyeti olmak üzere tüm halkın mülkiyetinden tüm toplumun mülkiyetine geçiş sürecidir. Bu, sınıfsız komünist mülkiyettir. Komünistler eşitlikten hukuki eşitliği değil ''ekonomik eşitliği'' anlar ve bu da ''Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmelerine göre'' ilkesinde somutlaşır. Sosyalizmin ilkesi olan ''Herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre'' ilkesi henüz ''ekonomik eşitlik'' (sınıfsız toplum) değildir; ekonomik eşitsizlikten, burjuva ufkunun dar sınırlarından ekonomik eşitliğe gidişte/geçişte bir alt evredir. Sınıfların yok oluşunun maddi temelini ''ekonomik eşitlik'' oluşturur. Bu gelişme düzeyine sınıfsız toplumda (komünizmde ya da olgunlaşmış komünizmde, yani kendi bağımsız maddi temelleri üzerinde yükselen ve gelişen bir toplumda, yani komünist toplumun üst evresinde) ulaşılmış olunur. Burada mülkiyet, sınıfsız bir mülkiyet, tüm toplumun mülkiyetidir; çünkü sınıflı toplum artık aşılmıştır; tüm halkın mülkiyeti, kolhoz mülkiyeti artık yok olmuştur; var olan şey, komünal sınıfsız mülkiyettir.


Proletarya kapitalist üretim tarzının temel tarihsel ürünüdür. O, modern ücretli köleler sınıfıdır. Kapitalizmde özel mülkiyetle bağlarını koparmış tek sınıf proletaryadır. Diğer tüm sınıf ve tabakalar özel mülkiyet temeline dayanır. Proletarya dışında diğer sınıf ve tabakalar özel mülkiyete son vermeyi değil, bu temel üzerinde kendi ekonomik-toplumsal sistemlerini kurmak ister. Proletaryayı ücretli köleliğe mahkum eden maddi temel özel mülkiyete dayanan kapitalizmdir. Proletaryanın teorisi özel mülkiyete son vermeyi, sınıfsız topluma geçmeyi öngörür. Kapitalist özel mülkiyete son vermekle proletarya, ücretli kölelikten kurtulur; böylece proletarya, proletarya olarak kendini ortadan kaldırır. Proletarya diktatörlüğünü kurmakla, temel üretim araçlarını devletleştirmekle, nihai hedefi olan komünizme ilerlemekle proletarya, ''proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.” Proletaryanın elinde sınıflı toplumu hemen yok edecek bir sihirli deynek olmadığına göre, açık ki proletarya, sınıfsız komünist topluma (olgunlaşmış komünizm) henüz kendi bağımsız temelleri üzerinde yükselmeyen bir tarihsel ve toplumsal geçiş sürecine (olgunlaşmamış komünizm) dayanarak varacaktır.


Bir diğer alıntı;

''Sosyalizm sınıfların ortadan kaldırılması demektir.

Sınıfların ortadan kaldırılması için, önce, toprak sahiplerini ve kapitalistleri devirmek gerekir. Görevimizin bu kısmı başarılmıştır, ama bu sadece bir kısmıdır, üstelik de en zor kısmı değildir. Sınıfları ortadan kaldırmak için, ikincisi, fabrika işçisi ile köylü arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak, bunların hepsini işçi yapmak gerekir.” (Lenin, Toplu Eserler, C. 8, Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika)


Sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması demektir. Proletarya diktatörlüğü, sınıfları ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmıştır. Ama sınıflar bir vuruşta ortadan kaldırılamaz.''


Lenin'in bu iki alıntısında, zaman zaman başka yerlerde de kullandığı ''Sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır.'' ifadeleri geçer. Lenin buralarda sosyalizmi komünizm olarak kullanır. Gözü bu ifadeleri gören gerisine körce bakan gözler, işte görüyorsunuz Lenin de sosyalizmi komünizm, sınıfsız komünist toplum olarak görüyor vs. diyorlar. Bu ilkel ve cehalet kokan yorumlar Lenin'in hem teorisini hem de bu sözlerin geçtiği makaleleri, makaleden alınan alıntıları anlamadan, bazıları ise dosdoğru çarpıtarak sözde sorunları çözüyorlar. Sözgelimi yukarıda aktardığımız iki alıntıda da Lenin, ''Sınıfların ortadan kaldırılması için... bunların hepsini işçi yapmak gerekir.” ''Ama sınıflar bir vuruşta ortadan kaldırılamaz.'' analizlerinin üzerinden atlıyorlar. Biliyoruz ki, komünizm sınıfsız toplumdur ve özgür üreticilerin özgür birliğine dayanır. ''Herkesin işçi'' olduğu toplum, komünist maddi üretim ilşkilerine dayanan sınıfsız toplumdur. Ve komünizmle birlikte Marksizm-Leninizm yerini diyalektik materyalizme bırakır, böylece diyalektik materyalizm insanlığın dünya görüşüne dönüşür.


Lenin'i Lenin'in ve teorisinin karşısına koyanlar her zaman yaptıkları gibi, aşağıda söylediklerini ve defalarca söylediklerini görmemeyi yeğliyorlar;


... (Genellikle sosyalizm denilen) komünist toplumun ilk evresinde ‘burjuva hak’ bütünüyle değil, yalnızca kısmen, yalnızca o ana kadar gerçekleştirilen ekonomik devrim ölçeğinde, yani yalnızca üretim araçları bakımından ortadan kaldırılmıştır... Ancak, ... toplumun üyeleri arasında ürünlerin dağıtımı ve emeğin paylaştırılmasında düzenleyici (belirleyici öğe) olarak varlığını sürdürür. ...'' diyen Lenin'i Lenin'le karşı karşıya getirerek yapılan ya da yapılacak tartışmalar, tartışma değil, ''tartışma''dır.


Marks şunları söylüyor;

Bu sosyalizm genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilânıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, iMa.,  Birinci Baskı, s. 341, Sol Yay.)


Hileli ve demagojik savaşım yöntemleri kullanmayı bir sisteme, bir savaş tarzına dönüştürmüş Troçkist, oportünist çevreler, yukarıdaki alıntıda (veya benzer alıntılarda) geçen “sosyalizm” kavramı ile oynayarak, tahrif ederek, “İşte gördünüz mü Marks, kapitalizmden komünizme geçiş derken, sosyalizmi kastediyor, proletarya diktatörlüğünü de sosyalizme geçişle sınırlıyor, böylece Marks’ın sosyalizmin sınıfsız, kapitalizmin kalıntılarından arınmış, devletsiz toplum olduğunu savunduğunu görüyoruz” vs. diyorlar. Marks’ın vurguladığı, içeriğini açarak ortaya koyduğu komünizmin birinci ve ikinci evresi değerlendirmelerini; komünizmin alt evresinde üretici güçlerin henüz yetersiz geliştiği, işbölümü ve sınıfların, devletin var olduğu, bir diktatörlük aracı olarak proletarya diktatörlüğünün devletten devletsizliğe, olgunlaşmış komünizme geçiş aracı olacağı ve olduğu vb. değerlendirmelerini bir çırpıda bir kenara atılarak yapılan yorumlar teorinin tahrifidir. Marks ve Engels, eğer çevirilerle ilgili bir sorun değilse, yer yer, sosyalizm kavramını alt ve üst evre ayrımı yapmaksızın veya komünizmin üst evresi anlamında da kullanmışlardır. Ama bundan hareketle koskoca teoriyi hiçe saymak, tahrif etmek komünistlerin görevi olamaz.


Sosyalizmin sınıfsız, devletsiz, kapitalizmin kalıntılarının olmadığı bir toplum olduğuna, proletarya diktatörlüğünün kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin değil, kapitalizmden sosyalizme (komünizmin alt evresine) geçiş sürecinin devleti olduğuna dair Engels de tanık olarak gösteriliyor. O halde hep birlikte Engels'i dinleyelim;


Alıntılar, Engels’in “Komünizmin İlkeleri” adlı yapıtından alınmıştır.

Soru 17: Özel mülkiyeti bir çırpıda kaldırmak olanaklı olacak mıdır?


Yanıt: Hayır, mülkiyetin ortaklaşalığını kurmak için mevcut üretici güçleri, bir çırpıda gereken ölçüde artırmak ne kadar olanaksızsa, böyle bir şey de o kadar olanaksızdır. Şu halde, nasıl olsa yaklaşan proleter devrim, mevcut toplumu ancak yavaş yavaş değiştirecek ve özel mülkiyeti ancak gerekli miktarda üretim aracı yaratıldığı zaman kaldırabilecektir.”(iba.)


Soru 18'i yanıtlarken, yanıtta yer alan “Mevcut koşulların şimdiden zorunlu hale getirdiği” önlemleri sıraladıktan sonra Engels usta, şöyle der:


Bütün bu önlemler, elbette ki, bir anda uygulanamazlar. Ama bunlardan herbiri, her zaman, bir ötekini gerektirecektir. Özel mülkiyete karşı ilk köklü saldırıda bir kez bulunuldu mu, proletarya, durumdan daha ileriye gitmek, bütün sermayeyi, bütün tarımı, bütün sanayii, bütün ulaşımı ve bütün değişimi gittikçe daha çok devletin elinde yoğunlaştırmak zorunda kaldığını görecektir. Bu önlemlerin hepsi de, bu gibi sonuçlara yolaçarlar; ve ülkenin üretici güçlerinin proletaryanın emeği ile çoğaltılması oranında bunlar, gerçekleşebilir hale gelecekler ve merkezileştirici etkilerini geliştireceklerdir. Nihayet, bütün sermaye, bütün üretim ve bütün değişim ulusun ellerinde yoğunlaştığında, özel mülkiyet kendiliğinden ortadan kalkacak, para gereksiz olacak, ve üretim o denli artmış ve insanlar o denli değişmiş olacaklardır ki, eski toplumsal ilişkilerin son biçimleri de yok olabilecektir.” (iba.)


Soru 20: Özel mülkiyetin nihai olarak kaldırılmasının sonuçları neler olacaktır?
      
Yanıt: Her şeyden önce, toplumun, hem bütün üretici güçlerin ve haberleşme araçlarının kullanımını ve hem de ürünlerin değişim ve dağıtımını özel kapitalistlerin ellerinden alarak, bunları elde bulunan olanaklara ve tüm toplumun gereksinmelerine uygun düşen bir plan uyarınca yönetmesiyle, büyük sanayiin şu andaki işletilişinin bütün kötü sonuçları ortadan kaldırılmış olacaktır. Bunalımlar son bulacaktır; mevcut toplum sistemi altında aşırı üretim demek olan ve sefaletin bunca büyük bir nedeni olan genişletilmiş üretim, o zaman yeterli bile olmayacak ve çok daha genişletilmek zorunda kalacaktır. Toplumun ivedi gereksinmelerinin ötesindeki aşırı üretim, sefalet yaratmak yerine, herkesin gereksinmelerinin karşılanması demek olacak, yeni gereksinmeler ve aynı zamanda da bunları karşılayacak araçlar yaratacaktır. Bu, yeni ilerlemelerin koşulu ve nedeni olacak, ve bu ilerlemeleri, böylelikle, toplum düzeninde şimdiye dek hep olduğu gibi kargaşalığa yolaçmaksızın başaracaktır. Manüfaktür sistemi zamanımızın büyük sanayii ile kıyaslandığında ne denli zavallı kalıyorsa, büyük sanayi de, özel mülkiyetin baskısından bir kez kurtuldu mu, bugünkü gelişme düzeyini o denli zavallı bırakacak bir ölçekte gelişecektir. Sanayiin bu gelişmesi, topluma, herkesin gereksinmelerini karşılamaya yeterli miktarda ürün sağlayacaktır. Aynı şekilde özel mülkiyetin baskısıyla ve topraktaki parçalanmayla kösteklenen tarımda, mevcut iyileştirmelerin uygulamaya konmasından ve bilimsel ilerlemelerden yepyeni bir hız kazanacak ve toplumun emrine bol miktarda ürün sunacaktır. Toplum böylece dağıtımını bütün üyelerinin gereksinmelerini karşılayacak şekilde düzenleyebilmesine yeterli miktarda ürün üretecektir. Toplumun çeşitli karşıt sınıflara bölünmesi, böylelikle, gereksiz hale gelecektir. Yalnızca gereksiz olmakla kalmayacak, bu, yeni toplum düzeni ile bağdaşmayacaktır da. Sınıflar işbölümü yüzünden varoldular, bu işbölümünün bugüne kadarki varlık biçimi tamamıyla yok olacaktır. Çünkü sınai ve tarımsal üretimi tanımlanan düzeye getirmek için, mekanik ve kimyasal araçlar tek başlarına yeterli değildir; bu araçları harekete geçiren insanların yetenekleri de buna tekabül eden bir ölçüde geliştirilmelidir. Nasıl ki geçen yüzyılda köylüler ve manüfaktür işçileri tüm yaşam biçimlerini değiştirmişler ve büyük sanayie sürüklendiklerinde bizzat çok farklı insanlar haline gelmişlerse, üretimin toplumun tamamı tarafından ortak yönetimi ve bunun sonucu üretimin göstereceği yeni gelişme de çok farklı insanları gerektirecek ve aynı zamanda bunları yaratacaktır. Üretimin ortak yönetimi, herbiri tek bir üretim dalına bağlanmış, ona zincirlenmiş, onun tarafından sömürülen, herbiri bütün öteki yetenekleri pahasına yeteneklerinden yalnızca bir tekini geliştirmiş ve toplam üretimin yalnızca bir tek dalını, ya da o dalın dallarından birini bilen bugünün insanları tarafından gerçekleştirilemez. Bugünün sanayii bile, bu gibi insanlardan gittikçe daha az yararlanıyor. Toplumun tümü tarafından ortaklaşa ve planlı olarak yürütülen sanayi, ayrıca, her yönden gelişmiş, üretim sisteminin tamamını kavrama yeteneğine sahip insanlar öngörür. Böylece birini köylü, ötekini ayakkabıcı, bir üçüncüsünü fabrika işçisi, bir dördüncüsünü borsa tellalı yapan —ki makineler bu kimselerin ayaklarını daha şimdiden kaydırmıştır— işbölümü tamamıyla yok olacaktır. Eğitim, genç insanlara üretim sisteminin tamamını baştanbaşa çarçabuk görme olanağını verecek, toplumun gereksinmelerine ya da kendi eğilimlerine göre onların sanayiin bir dalından ötekine geçebilmelerini sağlayacaktır. Dolayısıyla, mevcut işbölümünün bunlardan herbirine zorla kabul ettirdiği bu tek-yanlılıktan onları kurtaracaktır. Toplumun komünistçe örgütlenmesi, böylece, üyelerine, her yönde gelişmiş bulunan yeteneklerini, her yönde kullanma şansını verecektir. Bununla, çeşitli sınıflar zorunlu olarak yok olacaklardır. Şu halde, toplumun komünistçe örgütlenmesi, bir yandan sınıfların varlığı ile bağdaşmaz, öte yandan bu toplumun kurulması da, bu sınıf farklılıklarını yoketmenin araçlarını sağlar.


Bundan, kent ile köy arasındaki karşıtlığın da, aynı şekilde, yok olacağı
sonucu da çıkar. Tarımın ve sanayiin iki farklı sınıf yerine, aynı insanlar tarafından yürütülmesi, zaten, salt maddi nedenlerden ötürü, komünist birlikteliğin temel bir koşuludur. Tarımsal nüfusun kırdaki dağınıklığı ile sınai nüfusun büyük kentlere yığılmasının yanyana bulunması, tarımın ve sanayiin ancak az gelişmişlik aşamasına tekabül eden bir durumdur, kendisini daha şimdiden şiddetle hissettiren bütün daha ileriki gelişmeler için bir engeldir.


Üretici güçlerin ortak ve planlı olarak işletilmesi amacıyla toplumun bütün üyelerinin genel birlikteliği; üretimin herkesin gereksinmelerini karşılayacak ölçüde genişletilmesi; kimilerinin gereksinmelerinin başkalarının pahasına karşılanması durumunun son bulması; sınıfların ve bunların karşıtlıklarının tamamıyla yok edilmesi; bugüne kadar mevcut olan işbölümünün kaldırılmasıyla, sınai eğitimle, iş alanının değiştirilmesiyle, herkesçe sağlanan zevklerden herkesin yararlanmasıyla, kent ile kırın kaynaşmasıyla toplumun bütün üyelerinin yeteneklerinin her bakımdan gelişmesi — özel mülkiyetin kaldırılmasının temel sonuçları işte bunlardır. “(iEa. + iba.)


Anlatılan komünizmdir ama komünizmin üst evresi, herkesten yeteneğine, herkese gereksinimine göre ilkesinin yaşam bulduğu olgunlaşmış komünizm. Özel mülkiyetin nihai olarak kaldırılmasının sonuçlarını Engels, tıpkı Marks gibi anlatır. Tıpkı Lenin’in onları anlattığı gibi. Açık ki söz konusu üst evreye komünizmin alt evresi ya da birinci aşaması olan sosyalizmden geçilerek ulaşılacaktır. Yani Marks’ın anlatımıyla, “kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplum” evresinden geçilerek! Engels net anlatıyor; üretim yetersizliği, işbölümü, kafa emeğiyle kol emeği, kırla kent arasındaki eşitsizlik, sınıflar, devlet, kapitalizmin komünizmin birinci aşamadaki kalıntıları ancak komünizmin üst aşamasıyla aşılabiliyor.


Engels, Bebel’e yazdığı bir mektupta söyledikleri de bir başka manipülasyonun aracı olarak kullanılıyor;


Özgür halk devleti, özgür devlet olarak değiştirilmiş. Dilbilgisi açısından bakılırsa özgür devlet, devletin vatandaşlarla ilişkilerinde özgür olduğu bir devlet, yani despot bir hükümetin yönetimindeki bir devlettir. Devlet üzerine bu gevezeliklerin tümüne son vermek gerekir; özellikle artık sözcüğün tam anlamında bir devlet olmayan Komünden bu yana. Her ne kadar Marx’ın Proudhon’a karşı yazdığı kitap ve daha sonra Komünist Manifesto, sosyalist toplum düzeninin kurulmasıyla devletin kendiliğinden çözüleceğini [sich von selbst auflöst] ve ortadan kalkacağını ilan etmekteyse de anarşistler, 'halk devleti'ni gene de ad nauseam suratımıza fırlatırlardı. Devlet, savaşımda, devrim sırasında, yalnızca karşıtları kuvvet zoruyla bastırmak için kullanılan bir geçiş kurumu olduğuna göre, özgür halk devletinden sözetmek tam bir saçmalıktır: Proletarya, devlete gereksinim duyduğu sürece, onu, özgürlük olsun diye değil, karşıtlarını bastırmak için kullanır ve özgürlükten sözetmek olanaklı olduğu anda da devlet devlet olarak varolmaktan çıkar. (iba.)


Hemen vurgulayalım: Özgürlükler dünyası komünizmdir, yani olgunlaşmış, yani sınıfsız komünist evre. Ustaların da belirttiği gibi, “özgürlük zorunluluğun aşılmasıdır” ve bu zorunluluğun aşılması proletarya devriminin zaferinden başlayarak komünizmin üst evresine geçiş süreci ile bir gerçeğe dönüşür. Devlet ve demokrasi kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde giderek gereksizleşmeye başlar ve sınıfların, devletin (sönmesiyle) aşılmasıyla birlikte zorunluluklar dünyası yerini, özgürlükler dünyasına bırakır.


Engels’in dediği gibi;

Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde, yokolur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini, bundan böyle kendisine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı antika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına...”


Marks ve Engels’in özgürlüğün zorunluluğun kavranması ve aşılması olduğu, bunun da sınıfsız toplum, komünizmin üst evresi olduğunu, özgürlükler dünyasının komünizmin üst evresiyle bir gerçeğe dönüştüğünü savunduklarını biliyoruz.


Engels’i birlikte okumaya devam edelim:

Üretim araçlarına, toplum tarafından elkonulması ile, meta üretimi, ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama savaşımı son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir alanda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum yaşamlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum yaşamlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye değin, karşılarında doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan, ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından ihsan edilmiş bir şey olarak dikilen toplum durumunda yaşama, şimdi onların gerçek ve özgür eylemleri durumuna gelir. Şimdiye değin tarihsel egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan başlayarak kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan başlayarak onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışıdır bu.” (iba., Anti-Dühring)


Açık ki, insanlık ancak sınıfların, sınıf mücadelesinin, böylece sınıf mücadelesinin aracı olan devlet de dahil, sınıflı toplumdan kaynaklanan tarihsel evreyi aşarak zorunluluklar aleminden özgürlükler alemine, bir diğer ifadeyle sınıfsız komünist topluma geçer. Engels böyle der. Demek ki, devletten devletsizliğe geçiş süreci kapitalizmden komünizmin ilk evresi olan sosyalizme geçiş değil, komünizmin üst evresine geçiş sürecidir. Özgürlükler âlemi komünizmin ilk aşaması olan sosyalizm değil, komünizmdir. Sosyalizmden komünizme geçiş (geçiş süreci) bu olgunun temellerinin gelişerek, olgunlaşarak pratikleşmesini sağlar.


Engels’in yukarıdaki alıntısı üzerinde biraz daha duralım;

Devlet üzerine bu gevezeliklerin tümüne son vermek gerekir; özellikle artık sözcüğün tam anlamında bir devlet olmayan Komünden bu yana. Her ne kadar Marx’ın Proudhon’a karşı yazdığı kitap ve daha sonra Komünist Manifesto, sosyalist toplum düzeninin kurulmasıyla devletin kendiliğinden çözüleceğini [sich von selbst auflöst] ve ortadan kalkacağını ilan etmekteyse de anarşistler, 'halk devleti'ni gene de ad nauseam suratımıza fırlatırlardı.” (iba.)


Engels’in teorisi açık, kesin bir iç bütünlüğe sahip olmasına karşın, Engels de tasfiyeci oportünizm tarafından revizyona tabi tutuluyor. Ne diyor Engels, “sosyalist toplum düzeninin kurulmasıyla devletin kendiliğinden çözüleceğini… ve ortadan kalkacağı”nı. Engels burada “sosyalist toplum düzeninin kurulmasıyla”, yani bir kurucu süreçten bahsediyor. Zaten “Marksistler, devletin yokolmasına götüren sosyalizmin kuruluşu sonucu olarak, gerçekleşebilir bir şey olduğuna inanırlar.” (Lenin) Ki bu kurucu sürecin gelişmesiyle, tamamlanma süreci aynı zamanda devletin de çözüldüğü ve ortadan kalktığı süreçtir. Zaten gelişmiş sınıfsız komünist dünya, sosyalizm evresinden, olgunlaşmamış komünizm evresinden, yani, kendi özgün temelleri üzerinde gelişmemiş, her açıdan içerisinde doğduğu kapitalist dünyanın damgasını taşıyan bir dünyadan adım adım arınarak, geçerek, olgunlaşarak sınıfların, devletin olmadığı yüksek evreye ulaşacaktır. Ve bu süreç, kesintisiz bir devrim süreci olarak gelişir ve özgürlükler âlemine ulaşır. “Sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla”, yani alt evreden üst evreye geçilerek, kendi özgün, bağımsız temelleri üzerinde gelişmeye başlayan komünist devletsiz evreye varılır.


Marksist Leninist Komünistler Marksizm-Leninizm'e ilkeli bir tutarlılıkla sahip çıkarak teorinin bozulmasına karşı mücadele etmelidir. Teoriye, komünist işçi hareketinin, sosyalizmin tarihsel kazanımlarına reddiye yazan tasfiyeciliği ideolojik ve örgütsel olarak mahkum etmek zorundadır. Tasfiyeciliğin her türüyle (ezilenci oportünizm, Troçkizm, legalizm, orta yolcu oportünizm, bürokratik ve tasfiyeci elitisizmle) ideolojik olarak hesaplaşmak, daha üst düzeyde ideolojik ve örgütsel olarak birliğini kurmak yolunda ideolojik bunalımını da aşmak zorundadır.