31 Ocak 2024 Çarşamba

“SOL MUHASEBE”, İŞÇİ SINIFI, BATIDA 2. DEVRİMCİ CEPHE*

 

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

I. MAKALE

Değişik siyasi çevrelerin pek çoğunun seçim sonuçları üzerine yaptıkları açıklamalarda (“Muhasebe”) ortaklaşan bir vurgu var: İşçi sınıfından, işçi sınıfı hareketinden kopuğuz...

Bu çerçevede yapılan analizler temel bir gerçeğe işaret etmektedir. İşçi sınıfı burjuva partilere, sendika ağalarına, sarı sendikal çizgilere terk edilmiş durumda. Bu olgu, Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel ve yapısal gerçeğidir. İşçi sınıfı hareketinin ciddi tarzda canlanarak geliştiği dönemlerde işçi sınıfı üzerine kalem oynatan ve göreli olarak harekete yanaşanlar, şu veya bu şekilde hareketle bağ kurmaya yönelenler, hareketin gerilediği süreçlerde, adeta yazıp çizdiklerini unutmakta, bu yönelimlerinden esaslı bir tarzda kopmaktadır. Üstelik bu “bağ kurma” yönelimi esasen dışarıdan yardıma gitme ve dayanışmayla sınırlı kalmaktadır. Şu 15-16 Haziran büyük işçi direnişi üzerine yazılan-çizilenlere bakıyoruz. Oldukça iyi saptamalar var. Marksist-Leninist teorinin işçi sınıfı ve kapitalizm, sınıfın tarihsel rolü üzerine nitelikli değerlendirmelere de tanık oluyoruz. Fakat iş pratiğe gelince tablo değişiyor. Bu analizleri yapan siyasi yapıların yaşamdaki duruşlarına (eyleminin içeriği!) bakınca, ortaya içler acısı bir tablo çıkmaktadır. Bu çelişki sözün eylemin, eylemin sözün arkasında olmaması gerçeğini çok çarpıcı tarzda gözler önüne sermektedir. Zaten oportünizm, teori ile pratiğin birbirinden kopukluğu, çift kimliklilik durumudur...

Sınıf çalışması”, “sınıf hareketi ile bağ kurma” sorununun küçük burjuva devrimciliği ile komünist devrimcilik bakımından anlamları farklıdır. Küçük burjuva devrimciliği için sorun, proletaryayı, nicelik olarak güçlü ama niteliksel olarak güçsüz bir çizgide kendi sınıf amaçları için seferber etmektir...

Küçük burjuva devrimci-demokrasisinin (halkçı devrimcilik) teorisi özel mülkiyetin tüm biçimlerine karşı değildir. Dolayısıyla küçük burjuva demokrasisinin devrimci kanadının program ve hedefi, küçük çaplı mülkiyeti her gün, her saat iflasa iten büyük çaplı mülkiyete (tekelci kapitalizm ve büyük burjuvazi) karşı olmakla sınırlıdır. Bu sınır küçük burjuvazinin azami sınırıdır. Bu olgu küçük burjuvazinin neden anti-kapitalist sosyalist karaktere sahip olmadığını ve olamayacağını gösterir. Bu sınır küçük burjuvazinin nesnel gerçeğidir. Bu nesnel olgu, küçük burjuvazinin küçük mülk sahibi sınıf olmasıyla bağlıdır. Dolayısıyla küçük burjuvazi anti-emperyalist demokratik halkçı devrimi kesiksiz sosyalist devrime dönüştürüp proletarya diktatörlüğünü kurarak, sosyalist inşayı sınıfsız toplum amacına bağlayarak geliştirme teori ve pratiğini temsil edemez. Bir diğer anlatımla, devrimci-demokrasinin programı onun azami politik hedefi olan devrimci-demokratik bir diktatörlükle, demokratik kapitalist sistem kurmakla sınırlıdır. Hatırlatmak bile gereksizdir ki, proletarya için, demokratik devrimci görevler (asgari program), onun sosyalist görevleri ve amaçları karşısında, geçici, kalıcı olmayan görevlerdir... Proletaryanın sosyalist görevleri ve azami programı gerek içeride gerekse de uluslararası arenada, kapitalizmin yıkılışı, dünya proletarya devriminin zaferi, komünizme (sınıfsız toplum) dek sürecek kesiksiz devrimin ifadesidir...

Küçük burjuvazi anti-kapitalist sosyalist bir sınıf olduğu için değil, kendi politik hedeflerine varmada işçi sınıfının gücüne gereksinim duyduğu için ona yanaşır, kazanmaya çalışır. Onun Marksizm-Leninizm’den, proletarya hareketinden etkilenerek kendisini “sosyalist”, “komünist, “proletarya partisi” olarak lanse etmesi, onu komünist yapmaya yetmez. O bu söyleminde samimi olabilir ama sınıf mücadelesinde belirleyici olan niyetler değil, kişi ve partilerin nesnel gerçeğidir ve bu nesnel gerçeğin sınıfsal içeriğidir. Marksizm-Leninizm’in, komünist işçi hareketinin güçlü olduğu dönemlerde küçük burjuvazi işçi sınıfının önemini vurgular, Marksist-Leninistlik iddiasını büyük bir güçle öne sürer fakat, yenilgi ve gericilik yıllarında ya bu iddiası zayıflar ya da bu iddia terk eder. Bu durumda da işin teorisi yapılır (tasfiyeci oportünizm), “proletaryayı abarttık”, “proletaryaya ezilenler karşısında ayrıcalıklı ve üstün rol verdik”, “halkı, ezilenleri, çokluğu, kimlik politikalarını ihmal ettik” vb. Bu olgu, küçük burjuvazinin sınıfsal gerçeğiyle bağlıdır. Küçük burjuvazi üretimdeki ikili karakteri nedeniyle bir elini burjuvaziye uzatır, diğer elini ise proletaryaya. Küçük burjuvazinin, proletarya ile burjuvazi arasında yalpalamasının nedeni de buradadır. Küçük burjuvazi, sürekli yalpalar, pragmatiktir, belkemiksizdir, eklektiktir, kağıt üzerinde kalan kararlar almada da maharetlidir, Bernsteinci “reel-politiker”dir. Bir uçtan diğer uca, sağ oportünizmden “sol” oportünizme veya tersine dönüşüm ve sıçramalarda yeteneklidir; ortacı oportünizm de bu yalpalamaların bir unsurudur. Bu uçlar arasında sallanma olgusu da küçük burjuvazinin söz konusu nesnel karakteriyle bağlıdır.

Bu bağlamda halkçı devrimciliğin, ezilenci devrimciliğin, “çokluk” siyasetinin sırası gelince işçi sınıfının önemine dair vurguları ve komünist olma iddiası, nesnel olarak proletaryayı aldatma, manipüle etme, silahsızlandırma çizgisinin ifadesidir. Küçük burjuva siyasi hareketlerin “proletarya ve halk”, “proletarya ve ezilenler” dilini kullanması, hatta işçi sınıfı hareketiyle bağlar kurması, yukarıda vurguladığımız küçük burjuvazinin teori ve pratiğinin içeriğini değiştirmez, sadece onu kamufle eder. Küçük burjuva devrimciliğinin eklektik söyleminden yola çıkarak yapılacak değerlendirmeler her zaman için yanıltıcı olacaktır.

Bu çerçevede baktığımızda, gerek sosyal reformist gerekse de devrimci-demokratik akımların “sınıf çalışması”nın esasları ve hedeflerinin sınırları bellidir. Dolayısıyla yalnız teorik, ilkesel açıdan değil, daha da önemlisi pratik-siyasal açıdan bu duruştan kopamayan herhangi bir parti kendisine hangi payeleri biçerse biçsin, (“Marksist”lik, “Leninist”lik, “Marksist-Leninist”lik, “komünist”lik vs.) Marksist-Leninist olamaz.

Sosyal reformizm (sosyalizm maskeli reformizm) ise, komünist olmayı geçtik, devrimci-demokratik bir hareket de değildir. Farklı biçimlerde kendilerini ifade etmelerine karşın sosyal reformist akımların ortaklaştığı program sosyal reform programı/çizgisidir. Bu program onların azami programıdır. Onlar, bu programı uygulayabilmek, burjuva demokrasisine dayanan burjuva diktatörlük kurma politik hedeflerine ulaşmak için işçi sınıfının gücüne gereksinim duyarlar. Bu akımların devrim, sosyalizm, proletarya diktatörlüğü, komünizm gibi bir derdi-tasası zaten yoktur. İşçi sınıfının en geri kesimlerinin bilincine tekabül eden, ekonomizmle, sendikalizmle belirlenen Menşevik kesimlerinin yanı sıra, post-modern kimlik politikalarını temel alan, (işçilere de bu çerçevede bakan, ezilenlerden biri işte!) ve sınıfı kimlik politikalarına tabi olacak bir güç olarak ele alan kesimleri hep birlikte işçi sınıfının tarihsel ve güncel rolü hakkında Marksizm-Leninizm karşıtlığında, sınıfı silahsızlandırmada birleşmektedir...

Bu renkli cephede yer alanların kimi daha az kimi daha keskin “Marksist”, “Marksist-Leninist”, “komünist”, “sosyalist” vs. olma iddiasında bulunmaktadır. Bilindiği gibi coğrafyamızda da devrimci-demokrasi ve sosyal reformizm halkçı, ezilenci, anti-proleter oportünist teori ve pratiklerini “Marksist”, “Marksist-Leninist”, “sosyalist”, “komünist” söylemini kullanarak kamufle etmektedir. Bu olgu, yeni değildir ve günümüz koşullarına kendini uyarlamış oportünist, post-Marksist söylemle ortaya çıkmaktadır. Bu renkli cephe, özellikle revizyonist/kapitalist blogun çöküşünden sonra, “Leninizm”, “Leninist” olma iddiasına daha az sahip çıkmakta, geniş kesimleri ise kendilerini Marksist-Leninist değil, “Marksist” olarak adlandırmaya önem vermektedir.

Özellikle 89/91 dönemecinden sonra, sosyal reformist tasfiyeci kesimleri geçelim, gerek devrimci harekette gerekse de komünist harekette “Leninizm”, “Leninist” olma iddia ve vurgusundan (teorik yayınlarına verdikleri adlarda, teorik yazılarında, propagandalarında, kurumlara verilen adlarda ortaya çıktığı gibi) uzaklaşma yönelimi vardır. Kimi az kimi çok ama ortak noktaları olarak bu yönelim dikkat çekmektedir. 1989-91 çöküşünden sonra, “Leninizm”, “Leninistiz” demek yerini, “Marksizm”, “Marksistiz” söylemine bırakmıştır büyük bir oranda. Burjuva tasfiyeci bataklığa batarak açıktan nedamet getiren berbat kesimleri geçiyoruz, sosyal reformistleri de geçiyoruz, bu olgu, kendilerini “Marksist-Leninist”, “komünist” olarak tanımlayan pek çok parti ve örgüt için de geçerli; bu burjuva liberal tasfiyeci fırtınanın devrimci hareketi ne denli ürkek hale getirdiğini, tasfiyeciliğin niteliksel olarak harekete ne denli derinden sızdığını, ilkeli, açık, net dil ve literatürü yerinden ederek “ideolojisizleşme”ye, oportünist kaypaklığın bataklığına götürdüğünü göstermektedir. Bu olguyu komünist hareketin gerçeğinde de görmekteyiz; 2000’ler sonrası bu olgu kendi Leninist gerçeğiyle kopuşma sürecinin evriminde uç vererek gelişmeye başladı; ideolojik tasfiyeciliğe kayış süreci Leninist dilin, literatürün aşınması, gerilemesi, belirsizleşmesi, bulanıklaşması, ideolojik liberalizmin etkisinin yankısıdır.

Açık ve kesin olan şudur: Marksizm-Leninizm demek yerine “Marksizm”, Leninistiz demek yerine “Marksistiz” demek ve adım adım bu dile geçiş süreci (evrim) rastlantısal değildir; aksine, post-Marksizme doğru gidiş ve geçişin ifadesidir. Bir dönemeç olarak alacak olursak, 1989-91 dönemeci ile özellikle ve başlıca Leninizm, Leninistlik her cephede açık bir saldırıya uğradı... Leninizm’e reddiye “Stalinizm”e reddiyeyle iç içe geliştirildi. “Marksist” olmak makul karşılanırken, “Marksist-Leninist” olmak, Marksizm-Leninizm iddiası canavarca saldırıya uğradı; bu burjuva ve küçük burjuva ideolojik ve siyasi saldırı “Elveda proletarya!”, “Elveda Leninizm!”, “Elveda Bolşevik parti!” diyen post-Marksist akıntının saldırısıyla iç içe geliştirildi...

Kısaca hatırlatmak ve sormak gereksiz olmayacaktır; özel bir tarihsel süreçten geçerken her cephede, (oportünizme has kıvraklıkla değil ama ilkeli tarzda) çağımızın Marksizmi olan Leninizm’in, Leninistliğin, (proletaryanın tarihsel ve güncel rolünün) bangır bangır vurgulanması gerekirken olan-bitenlere gözlerini kapayanlar ne kadar Marksist-Leninist olabilir acaba?!


DEVAM EDECEK

* Bu bölüm 3 makale halinde yayınlanacaktır. 2. makalede Marksist Leninist Komünist Hareket’in sınıf hareketi bağlamında tablosu; 3. makalede “Batıda 2. cephe açma” meselesi üzerinde duracağız.

Filistin direniş hareketinin askeri vuruşu ile başlayan İsrail soykırımı nedeniyle, Filistin-İsrail sorunu üzerine yazınca daha önce yayınlanmak için sırasını bekleyen üç makalenin yayınlanması gecikmiş oldu.

4 Ocak 2024 Perşembe

III. BÖLÜM İSRAİL DEVLETİNİN DOĞUŞU VE SİYONİZM

 

III. BÖLÜM

İSRAİL DEVLETİNİN DOĞUŞU VE SİYONİZM



"Arapların Yahudilerden kişisel, dinsel ya da ırksal nedenlerden ötürü nefret ettikleri doğru değildir. Onlar bizi -kendi açılarından pekala haklı olarak- bir Arap ülkesini bir Yahudi devletine dönüştürmek amacıyla ele geçirmiş Batılılar, yabancılar, işgalciler gözüyle değerlendiriyorlar." (Siyonizm ve Irkçılık, L. Humphrey, s. 17, İkinci Baskı: Mart 1985, çeviren Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, Birey ve Toplum Yayınları)

Bu sözler, Moşe Dayan’a aittir. Moşe Dayan kariyerine ırkçı terörist Haganah örgütünde başlamış, İsrail devletinin kuruluşundan sonra Genelkurmay Başkanlığına kadar yükselmiş, İsrail hükümetlerinde savunma bakanlığı, dışişleri bakanlığı yapmış bir “devlet adamı”dır.

M. Dayan’ın açıklaması önemlidir, Filistin sorununun tarihsel gerçeğine, keza sürmekte olan Filistin ulusal kurtuluş savaşının gerçek nedenine ışık tutmaktadır. Filistin direniş hareketi tarafından 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’in askeri olarak vurulmasının nedeni de bu açıklamada yatmaktadır... Filistin halkı Yahudi düşmanı olduğu için değil, toprakları işgal edildiği, soykırıma uğratıldığı için İsrail sermaye devletine ve arkasındaki emperyalist devletlere ve işbirlikçi Arap rejimlerine karşı mücadele etmektedir. Öncesi bir yana, 76 yıldır Filistin sömürgeleştirilmiş, Filistin halkı yok edilmeye çalışılıyor. Filistin halkı kendi ulusal demokratik hakları için direniyor; meşru müdafaa hakkını kullanıyor. İsrail’in “meşru müdafaa hakkı” diye yırtınanlar, İsrail burjuvazisinin sömürgeciliğini, soykırım harekatını meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Birkaç yüz silahlı Filistinli o korkunç seti aştı ve hiçbir İsraillinin hayal bile edemeyeceği bir şekilde İsrail’i işgal etti. Birkaç yüz kişi, acımasız bir bedel ödemeden 2 milyon Filistinliyi sonsuza kadar hapsetmenin imkânsız olduğunu kanıtlamış oldu.”(Haaretz gazetesi yazarı Gıdeon Levy)

Açık ki, ezilen, sömürgeleştirilen, topraklarında sürgün yaşayan, sürgün edilen bir halk için imkansız denen bir şey yoktur, bir burjuva demokrat olan Levy bu bilinçle yazıyor. Filistin davası haklı, meşru bir davadır, Filistin halkı eni-sonu kendi haklarını kazanacaktır. Bu tarihin dersidir.

Yazımızın 3. Bölüm’ünde bazı belgelere “dipnot” olarak yer vermekteyiz. Bu belgeler incelediğimiz konunun daha iyi kavranmasına hizmet edecektir.

Birinci dipnotta, 10 Kasım 1975’de BM Genel Kurulu’nun Siyonizmin Irkçılığın Bir Türü Olduğuna İlişkin 3379 Sayılı Kararının tam metni yer almaktadır. Söz konusu kararda Siyonizm şöyle mahkum edilmektedir:

BM “Siyonizmin, ırkçılığın ve ırk ayrımcılığının bir türü olduğuna karar verir.” (Garbis Altınoğlu, Filistin Dosyası, s. 254-55) Ki bu karar 1991 yılında ırkçı ABD tarafından iptal ettirilir.

İkinci dipnotta, 27 Temmuz 1918’de Lenin’in başkanlığındaki “Halk Komiserleri Kurulunun, Yahudi Düşmanlığı Hareketinin Kökünün Kurutulmasına İlişkin Kararı” yer almaktadır.

Üçüncü dipnotta, 31 Temmuz 1935 tarihinde Üçüncü Enternasyonal‘in Yedinci Kongresi’nde konuşan Filistin Komünist Partisi delegesi Rıdvan el Hilv’in (Yusuf) konuşmasına yer vermekteyiz.

Her üç belge de G. Altınoğlu’nun hazırladığı Filistin Dosyası başlığı taşıyan çalışmada yer almaktadır. İsteyen okur, bu dosyayı PDF formatında, Google’den indirip inceleyebilir. Bu vesileyle de devrimci ve komünist hareketin yüz akı Ermeni kökenli Garbis Altınoğlu yoldaşı sevgi ve saygıyla anıyoruz.

Aynı dosyada, 29 Kasım 1974, “BM Genel Kurulu’nun Ezilen Halkların Bağımsızlık ve Silahlı Savaşım Hakkına İlişkin 3246 Sayılı Kararı (parça)” yer almaktadır. Bu kararda, örneğin Güney Rodezya, Güney Afrika Apartheid rejimleri mahkum edilir. Ki bir dizi kararda İsrail ırkçı devletinin Afrika’daki ırkçı devletlerle sıkı bağları da kınanır.

Dördüncü dipnotta “İsrail Bağımsızlık Bildirgesi” tam metin olarak yer almaktadır. Belgenin yer aldığı link dördüncü dipnotta verilmiştir.

BM’de pek çok karar alınır. Ama bu kararlar daima Amerikan emperyalizminin, İsrail Siyonizminin ve pek çok ABD’ci devletin ve yandaşlarının sert saldırılarına maruz kalır...

Ancak BM’de ırkçı, sömürgeci boyunduruk altında olan ülkelerin bağımsızlık haklarının kayıtsız şartsız tanınması, bu amaçla halkların silahlı direnme ve mücadele haklarının meşru ilan edilmesi önemlidir.

Kuşkusuz ki bu kararlar öyle durup dururken alınmamıştır. Stalin önderliğinde faşist kampın ezilmesi, sosyalist kampın doğması, (sosyalist ülkelerin dünyanın altıda birinden üçte birine yükselmesi) emperyalist sömürge tekelinin hızla çözülmesine ve yıkılışa gitmesine yol açtı. Dünya çapında yükselen, anti-emperyalist ve devrimci mücadele, halkların ulusal kurtuluş savaşının atılıma geçmesinin baskısı BM’ye bu vb. kararları aldırttı. Bu kararların BM Genel Kurulu’nda çıkarılabilmesinde iki kamp arasında sürmekte olan hegemonya ve rekabet mücadelesinin de rolü inkar edilemez.

BM Genel Kurulu’nun Ezilen Halkların Bağımsızlık ve Silahlı Savaşım Hakkına İlişkin 3246 Sayılı Kararı”nın 7. maddesinde, “Sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğu altında bulunan halkların ve özellikle Afrika ve Filistin halklarının kendi yazgılarını belirleme ve bağımsızlık haklarını tanımayan bütün Hükümetler şiddetle” kınanır.

8. maddesinde, “Güney Afrika‘daki ve başka yerlerdeki ırkçı rejimlerle askeri, ekonomik, sportif ve siyasal ilişkiler sürdürmek suretiyle bu rejimlerin, halkların kendi yazgılarını belirleme ve bağımsızlık özlemlerini ezmelerini teşvik eden NATO üyelerinin ve diğer ülkelerin politikaları da şiddetle” kınanır.

2. maddesinde, “Bütün Devletlere, sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğu altındaki halkların kendi yazgılarını belirleme ve bağımsızlık haklarını tanımaları ve kendi yazgısını belirleme ve bağımsızlık bağlamındaki vazgeçilmez haklarını tam olarak yaşama geçirme savaşımlarında onlara maddi, manevi ve diğer yardımları sunmaları yolundaki çağrısı” yinelenir.

3. maddesinde, “Halkların, silahlı savaşım da içinde olmak üzere her türlü aracı kullanarak sömürge ve yabancı egemenliği ve boyunduruğundan kurtulma savaşımlarının meşruiyetini yeniden doğrular”, doğrulanır.

Kendi ulusal kaderini özgürce tayin etme hakkı her ulusun tartışılamaz hakkıdır. Ulusal hakları gaspedilmiş her halk silahlı direnme ve ayaklanma hakkına sahiptir. Bu haklarını kullanan her halk haklıdır. Tıpkı bugün Filistin ve Kürt halklarının kendi sömürgecilerine karşı yürüttükleri haklı, meşru mücadele gerçeğinde olduğu gibi...

I

Siyonizm Yahudi burjuvazisinin ideolojisidir. Politik Siyonizm, 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen Yahudi sermayesinin yönelimidir. Yahudi burjuvazisi Tanrının değil, kapitalizmin ürünüdür. Zaten böyle bir tarihsel gerçeklik olmasa, ortada burjuva ideolojisi olarak Siyonizmden de bahsedilemez. Yahudi burjuvazisi suni bir şekilde yaratılmış bir sınıf değildir. O, uzun bir tarihsel geçmişe sahip, anayurdundan 2000 yıldır kopmuş olmakla birlikte, Yahudi milliyetinin sınıfsal parçalanması gerçeği bağlamında kapitalizmdeki gerçeğidir.

Siyonizm, Yahudiliğin gerek tarihte, gerekse de kapitalizm çağında uğradığı özel baskı ve aşağılanmaya karşı Yahudilerin ve Yahudi sermayesinin tepkisini de içeren bir gelişme üzerinde uç vererek gelişmiş burjuva ideolojisi ve politik hareketidir. Bu bağlamda Siyonizm, doğuşunda nesnel olarak ilerici-demokratik bir içeriğe sahiptir. Ancak salt bunu söylemek yanıltıcıdır. Siyonizm gelişimi içerisinde ırkçı, sömürgeci bir ideolojiye ve politik harekete dönüşmüştür. Dahası, sömürgecilik daha baştan siyonist ideolojiye (politik Siyonizm) içseldir. (Siyonizmin değişik formasyonlarının varlığı, Yahudiliğin sınıfsal bölünmüşlüğüyle ilgilidir, fakat biz bu yazımızda başlıca olarak Yahudi burjuvazisinin ideolojisi olarak Siyonizm üzerinde durmaktayız.) “Topraksız halka boş topraklar, boş topraklara halk verme” siyasal stratejisi bunu ifade eder. Tarihsel olarak “Tanrı tarafından bahşedilmiş kutsal topraklara geri dönme”, Yahudi devletini kurma, Kudüs’ü başkent yapma, tapınağı yeniden kurma düşü, anayurdundan koparak tarihsel yaşamını sürdüren Yahudilerin birleştirici çimentosu olmuştur daima. Yahudi burjuvazisine göre, bu “boş topraklar”, “halkı olmayan boş topraklar” Filistin’dir... Emperyalizmin Yahudi burjuvazisiyle kurduğu stratejik ittifak ve sınırsız destek Filistin ulusal gerçeğini ve tarihini yok sayma üzerinde kurulmuş bir ittifaktır. Doğal olarak, emperyalizm ve Yahudi burjuvazisi, Filistin topraklarını ilhak etmeden, Filistinlileri anayurtlarından sürmeden, öncesi soykırımcı bir politika izlemeden söz konusu emperyalist ve siyonist politika yaşama geçiremeyecekti... Bu politik Siyonizmin temel tarihsel gerçeğidir.

Şu sözler de durumu açıkça ortaya koymaktadır:

Filistin’de toprak satın almakla görevli Yahudi Acentesi’nin görevlilerinden R. Weitz 1940'da şöyle yazmıştır:Kendi aramızda açıkça bilmeliyiz ki bu ülkede iki ulus için yer yoktur... Bağımsız bir ulus olmak hedefimiz bu küçük ülkede Araplar var oldukça başarıya ulaşamayacaktır. Tek çözüm Arapların bulunmadığı bir Filistin veya en azından bir Batı Filistin yaratmaktır... Bunun da tek yolu Arapları buradan komşu ülkelere transfer etmektir: Tümünü transfer etmektir, tekbir köy, tek biriret kalmamalıdır... Ancak böylesi bir transferden sonradır ki bu ülke milyonlarca ırkdaşı içine alabilir hale gelecektir.’(Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s. 1603)

İki ayı aşkındır süren İsrail soykırımı ve Filistinlileri Sina’ya, çevre ülkelere sürme politikası tesadüfi olmadığı açıktır.

II

Araplar artık en azından 1300 yıldır Filistin’dedirler, buna karşılık Yahudilerin çoğunluğu en azından 2000 yıldır artık Filistin’de değildirler. Filistin’de son bağımsız Yahudi devleti, Makbeerler devleti zamanında, artık Yahudilerin çoğunluğu Filistin’de değildi. (O. Heller)

Yahudi devletinin kurulması politikası özel bir projedir. Bu proje/strateji Yahudi burjuvazisi ile başta İngiltere, ABD gibi emperyalist devletler olmak üzere emperyalizmin Ortadoğu gibi ekonomik, jeopolitik önemi yüksek, vazgeçilmez öneme sahip bir coğrafyayı denetleme ve yeniden yapılandırma stratejisiyle ilgilidir. Evet, İsrail devleti özel bir projenin ürünüdür. Binlerce yıldır kendi anayurdunda yaşayan bir halkı zor, terör, soykırım yoluyla sürme, yok etme saldırısı “Filistin sorunu”nu yarattı. Filistin sorunu Siyonist sömürgeci projenin ürünüdür. Bir halkı, bir ulusu kendi topraklarından sürme projesi Batılı emperyalist devletlerin ve bu devletlerin başını çeken İngiltere, Fransa, ABD gibi devletlerin Yahudi sermayesi ile işbirliğine dayanan soykırım üzerinde yükselen kirli tarihinin çarpıcı ifadesidir. Bu projeye karşı çıkan ve mücadele edenlerin “anti-Semitizm”le suçlanması ise sınır tanımayan emperyalist ve siyonist demagoji ve manipülasyonun rafine gerçeğidir.

SSCB’yi yıkmak için Hitler faşizmine sınırsız destek veren İngiltere, Fransa, ABD, Nazist Yahudi soykırımının suç ortaklarıdır. Diasporada oldukça yaygın, güçlü, birleşik bir güç olan Yahudi sermayesi de, anti-komünist, SSCB düşmanı politikalarıyla Hitler’e suç ortaklığı yapan güçler içerisinde yer aldı. Kaderini İngiliz, Fransız, Amerikan emperyalizmine bağlayan Yahudi sermayesi, ne kadar üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, Nazist Yahudi soykırımın da suç ortağıdır. Yahudi halkının da baş düşmanı olan Siyonist Yahudi burjuvazisi, İsrail devleti, Yahudi işçi ve emekçilerin değil, uluslararası sermayenin dostu ve müttefiğidir. Emperyalist ve siyonist sermaye, Yahudi halkının tarihsel acılarını sadece ve sadece başta Yahudi halkı olmak üzere dünya halklarını manipüle etmek, yedeklemek, kirli, haksız, sömürgeci savaşımını gözlerden gizlemek için kullanmaktadır.

Kapitalizmin doğuşundan emperyalist çağ da içinde olmak üzere, kapitalizmin tarihi yüz milyonlarca insanın, sayısız halkın ırkçı, sömürgeci, soykırımcı politika ve saldırılarla yok edildiği bir tarihtir. Irkçılık, soykırımcılık, sömürgecilik kapitalizm ve emperyalizme içkin bir politika ve saldırıdır. Yahudi burjuvazisinin ırkçı, sömürgeci karakteri ve soykırımcılığı aynı zamanda söz konusu tarihsel birikime dayanmakta, kendi özgül gerçeği içerisinde yeniden biçimlenerek Filistin ve Arap soykırımcılığı olarak devam etmektedir. İsrail-Filistin sorunu, uluslararası bir sorundur; Filistin halkının kahramanca mücadelesi, dünya halklarının ortak mücadelesinin bir parçasıdır...

III

Siyonist sömürgeci proje belli tarihsel, politik aşamalardan geçerek ete-kemiğe büründü.

İlk Siyonist Kongre, 29 Ağustos 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanır. Kongre’yi örgütleyen Theodor Herzl’dir. (Theodor Herzl ve Haim Weizmann isimleri Siyonizmin doğuşu ve gelişimi sürecinde özel önem taşımaktadır.)

Theodor Herzl, kongrenin bitiminden üç gün sonra anı defterine şu sözleri yazar:

Ben Basel’de bir Yahudi devleti tesis ettim. Ben bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyadan bir kahkaha tufanı yükselir. Fakat bundan beş sene sonra belki elli sene sonra ise muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır.” (İslam Ansiklopedisi, bkz. Siyonizm maddesi-)

Nitekim, o tarihlerde bir hayal olarak görülen bu proje, (Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurma politikası) zamanla bir gerçeğe dönüşür. Herzl’in şu sözleri çarpıcıdır: “Yahudiler, bu en asil rüyayı tarihlerinin bütün uzun geceleri boyunca gördüler. ‘Gelecek yıl Kudüs’te’ bizim eski deyimimizdi. Artık, bu rüyanın yaşayan bir gerçeğe dönüşmesinin gösterisi meselemiz oldu.” (Yahudi Devleti, s. 28, Ataş Yayınları, 2017, PDF )

1948’de Apartheid Yahudi devletinin kuruluşu şu açıklamayla duyurulur:

İsrail Bağımsızlık Bildirgesi İsrail Devleti’nin Kuruluşu Bildirgesi Eretz-İsrail Yahudi halkının doğum yeridir. Burada ruhani, dini ve siyasi kimlikleri biçimlenmişti. Burada ilk kez devlet olmak haklarını aldılar, ulusal ve evrensel öneme sahip kültürel değerler yarattılar ve dünyaya ölümsüz Kitapların Kitabını kazandırdılar...

----

5657 yılında (1897), Yahudi devletinin ruhani lideri çağrısında, Theodor Herzl, ilk Siyonist Kongresi toplandı ve Yahudi halkının kendi ülkelerinde ulusal yeniden doğuş hakkını ilan etti. Bu hak 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklerasyonunda tanındı ve Milletler Cemiyeti’nin, belirgin şekilde, Yahudi halkı ve Eretz-İsrail arasındaki tarihi bağlantıya ve Yahudi halkının kendi milli evini tekrar inşa etme hakkına uluslararası tasdik veren Mandasında tekrar doğrulandı.

----

Buna uygun olarak bizler, Bireylerin Konseyi üyeleri, Eretz-İsrail’in Yahudi topluluğunun ve Siyonist hareketinin temsilcileri, burada Erezt-İsrail üzerindeki İngiliz Mandasının sonlandığı bugünde, kendi doğal ve tarihi hakkımızın vasıtasıyla ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu çözümünün gücüne dayanarak, bu vesileyle İsrail Devleti olarak bilinecek Eretz-İsrail’de bir Yahudi devletinin kurulmasını beyan ediyoruz. Mandanın sonlandığı andan itibaren, bu akşam, Sebt günü arifesi, 6 Iyar 5708 (15 Mayıs 1948) seçili Kurucu Meclis tarafından en geç 1 Ekim 1948’e kadar kabul edilecek anayasaya uygun olarak devletin seçilmiş, düzenli otoritelerinin kurulmasına kadar, ‘İsrail’ olarak adlandırılacak Yahudi Devleti’nde Bireyler Konseyi geçici Devlet Konseyi olarak hareket edecek ve yürütme organı, Bireylerin Yönetimi, devletin Geçici Hükümeti olacaktır.

Geçici İsrail Hükümeti

Resmi Gazete: 1 Numara; Tel Aviv, 5 Iyar 5708, 14.5.1948 Sayfa 1

David Ben-Gurion

Her egemen sınıf gibi İsrail egemen sınıfı da kendi tarihini kendi yazar. Onların propagandistlerine, eğitmenlerine, ideolojik uşaklarına düşen görev de bu çarpıtılmış tarihi her yerde meşrulaştırmaktır...

Şu açıklamayı birlikte okuyalım:

Hayfa Üniversitesi siyasal bilim kıdemli doçenti ve İsrail‘de bulunan Givat Haviva eğitim, araştırma ve dokümantasyon merkezine bağlı Barış İçin Araştırma Enstitüsünün akademik direktörü olan Pappe‘nin, Montreal‘daki McGill Üniversitesinde yaptığı konuşmanın başlığı ―İsrail, Gerçekleri Yadsıyan Devlet idi.”

Pappe, İsrail ders kitaplarının, medya organlarının ve politikacıların bu öyküyü tümüyle sildiğini ve onun yerine, Filistin‘deki Filistinlilerin İsrail devletinin kuruluşunu hoşnutlukla karşıladıklarını ileri süren yeni bir öykü geçirdiklerine işaret ediyor. (İsrail‘in versiyonuna göre- G. A.) diğer ülkelerdeki Arap liderleri yerel halka ülkeyi terk etme çağrısı yaparken, Yahudiler onlardan kalmalarını rica etmişti.

İsrail halkı, ancak 1980‘lerin sonlarına doğru Pappe‘nin ve İsrailli tarihçi Benny Morris‘in çalışmaları sayesinde değişik bir öyküyü, aslında Filistinlilerin 1948‘den beri anlattığı öyküyü duyma olanağı buldu.(Garbis Altınoğlu, Filistin Dosyası, İsrail, Gerçekleri Yadsıyan Bir Devlet, Yahya Abdülrahman, Catholic New Times, 23 Şubat 2004, s. 159)

Emperyalist, Siyonist, burjuva propaganda aygıtı dünyanın her yerinde böyle işler: Demagoji, manipülasyon, tarihsel ve güncel gerçeklerin tersyüz edilerek çarpıtılması, üstünün örtülerek servis edilmesi... İttihatçılıktan, tek parti diktatörlüğünden bugüne uzanan Türkiye gerçeğinde de aynı şeyi görmekteyiz...

Bu devletin, barbarlığın karşına dikilen uygarlığın ileri karakolu olacağı" (Theodor Herzl) propagandası Siyonist projenin ve stratejinin daha baştan ırkçı karakterini gösterir. Oysa bu demagojinin aksine, Yahudi burjuvazisinin Filistin’i sömürgeleştirme eyleminden başlayarak İsrail devletinin kuruluşuyla devam edegelen süreçte barbarlığı, kapitalist barbarlığı Siyonizm ve İsrail devleti temsil etmektedir. Ama zaten sorunun “barbarlığın bağrında uygar bir devlet kurma” sorunu olmadığı, daha baştan emperyalizmin Ortadoğu’da sağlam bir kale inşa etme, bu devleti ileri karakol olarak kullanma, Arap halklarının devrime, sosyalizme gitmesini, SSCB ile ittifak kurmasını önleme sorunu olduğundan kuşku duyulamaz.

T. Herzl, kitabında şunları yazar:

Yahudi meselesi, ulusal bir meseledir ve bu sorunu gidermek için büyük milletler tarafından düzenlenmiş bir konsey dahilinde tartışılarak, bunun bir dünya meselesi haline dönüştürülmesi gerekir.” (Yahudi Devleti, s. 21, Ataş Yayınları, 2017, PDF)

Bu sözler, “büyük milletler”in, “uluslararası toplum”un desteğini almadan Ortadoğu’da (bir zamanlar itibar bulmayan Arjantin, Uganda isimleri de geçer) bir Yahudi devletinin kurulamayacağının açık vurgusu ve itirafıdır. Herzl ve destekçileri, süreci organize ederek geliştirenler bunun bilincindedir. Filistin’de Yahudi devleti kurma projesinin daha baştan emperyalizme bağım bir proje olması gerektiğinin farkındadır Siyonist öncüler.

Peki zamanının bu “büyük milletleri” kimlerdi? Açık ki İngiltere, Fransa, Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’dur. Siyonistler, bir yandan emperyalist devletlerden, öte yandan da Filistin’i işgal altında tutan Osmanlı teokratik devletinden destek almak için hareket halindedir.

Bilindiği gibi Almanya yükselen, dünyanın yeniden paylaşımı talep eden emperyalist bir güçtü. Osmanlı devleti giderek İngiliz (ve Fransız) devletinin hegemonyasından uzaklaşır ve Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi Alman emperyalizminin yarı-sömürgesi haline gelir. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın “hasta adamı”dır; savaşın sonucu onun da kaderini belirleyecektir... Filistin’de Yahudi devleti kurma projesi hedefine bağlı olarak Siyonistler Almanya ile de güçlü bağlar kurar.

Öte yandan dünya sömürge tekeli İngiliz emperyalizminin (ikinci sırada Fransa yer alır) elinde bulunmaktadır. Siyonistlerin İngiliz emperyalizmi ile de çok güçlü bağları bulunmaktadır.

Başını Alman emperyalizminin çektiği emperyalist kampla (“İttifak Devletleri”) İngiltere ve Fransa’nın çektiği emperyalist kamp (“İtilaf Devletleri”) arasındaki hegemonya ve rekabet mücadelesi kızışmaktadır. Her iki kampın başını çeken devletler, Araplara olduğu gibi Yahudilere de çeşitli sözler vermektedir... Bu dönem Siyonist burjuva akım İngiliz yanlıları ile Alman yanlıları olarak ikiye bölünmüştür. Ancak Almanya’nın dünya savaşından yenilmesi ile, İngiltere hızla Siyonistlerin ana kliklerini hegemonyası altında birleştirir ve Yahudi devletleşmesine önderlik etmeye başlar... Herzl’in Osmanlı İmparatorluğu ile görüşmelerinden bir sonuç alamadığını biliyoruz. “Avrupalı güçlerin himayesi”ni arayan Herzl, ünlü kitabı “Yahudi Devletinde Osmanlı’dan beklentilerini şöyle dile getirir 1886’da:

Filistin bizim her zaman hatırlayacağımız tarihi evimiz. Filistin ismi halkımıza olağanüstü bir kuvvetle çekici görünebilir. Eğer Sultan Hazretleri bize Filistin’i verseydi, biz Türkiye’nin bütün maliyesini yeni baştan düzenleme görevini üstlenebilirdik. Biz Türkiye’de Asya’dan gelen barbarlığa karşı koyan bir sınır karakolu, bir kale oluşturabilirdik. Biz varlığımızın garantisini verebilecek bütün bir Avrupa’yla ilişki halinde kalacak tarafsız bir Devlet olarak kalmalıyız.(Age., s. 46)

Nitekim Herzl 1901’de Osmanlı Sarayı (Sultan Abdülhamit) ile görüşür, fakat görüşmede istediği destek çıkmaz.

İslam Ansiklopedisi’nde ise bu konu hakkında şu bilgiler verilir:

Bu siyasî hareket doğduğunda Filistin’in Osmanlı yönetiminde bulunuşu, siyonistlerin diplomatik çabalarını öncelikle Osmanlılar üzerinde yoğunlaştırmasını gerektirdi. Giriştikleri müzakerelerle önce belirli bir meblağ karşılığında Filistin’i satın almayı, daha sonra Osmanlı borçlarının konsolidasyonunu üstlenmeyi önerdiler. Siyonistler bu iki teklifle Herzl önderliğinde iki defa II. Abdülhamid nezdinde girişimde bulundular.(Bkz. SİYONİZM maddesine)

Herzl’in Osmanlı borçlarını ödeme karşılığı Filistin’de Yahudi devleti kurma önerisinin “Sultan” tarafından kabul görmemesi İslamcı demagogların göstermek istediği gibi, “Sultanımız”ın “Millet-i İslamiye’ye, Ümmet’i Muhammediye’ye”, “İslam davasına” yüce bağlılığından değil, böyle bir projeyi onaylamanınAvrupa’nın hasta adamı” Osmanlıyı daha erken bir çöküşe götüreceği gerçeğidir. Ortadoğu’da sürmekte olan emperyalist rekabet, Arapların ulusal direniş ve ulusal bağımsızlık arayışı ve İngiliz emperyalizminin Osmanlıyı, Osmanlı’nın Ortadoğu ve Araplar üzerindeki egemenliğini yıkma mücadelesi içinde olduğu koşullarda “Sultanımız”ın Filistin’de bir Yahudi devleti kurmaya izin vermesi zaten pek olanaklı değildi. Ayrıca o dönem Yahudilerin oldukça fazla nüfusa sahip olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda (Çarlık Rusyası ilk sıradadır) yaşayan Yahudilerin hiç olmazsa büyük çoğunluğu Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikrine sıcak bakmamaktaydı.

IV

İsrail devletleşmesine giden süreçte İngiliz emperyalizminin politikası üzerinde özellikle durmak gerekmektedir.

Dillere destan zenginliğiyle bilinen Yahudi Rothschiller ailesinin mensubu olan ve İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanlığı yapan Lord Rothschild, İngiltere’de (ve dünya ölçeğinde) siyonist hedeflerin gerçekleşmesi için çalışan önde gelen figürlerdendir. İngiltere nezdinde yaptığı girişimler etkilidir. “Balfour Deklarasyonu” İngiliz emperyalist burjuvazisinin “Yahudi sorunu”nun “çözümü” politikasını dile getirmektedir.

Deklarasyonu birlikte okuyalım:

Dışişleri Bakanlığı 2 Kasım 1917

Saygıdeğer Lord Rothschild,

Yahudilerin Siyonist özlemlerine sempatisini dile getiren aşağıdaki deklarasyonun Kabineye sunulmuş ve onun tarafından onanmış olduğunu Majestelerinin Hükümeti adına size bildirmekten mutluluk duyuyorum:

Majestelerinin Hükümeti, Filistin‘de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır ve Filistin‘de bulunan Yahudi-olmayan toplulukların yurttaş ve dinsel haklarına ya da herhangi bir başka ülkedeki Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasal statüye zarar verebilecek herhangi bir şeyin yapılmaması kaydıyla bu hedefe erişilmesi için elinden gelen tüm çabaları harcayacaktır. Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonun bilgisine sunarsanız, size minnettar olacağım.

Saygılarımla,

Arthur James Balfour (Aktaran Garbis Altınoğlu, Filistin Dosyası, s. 211, PDF)

Görüldüğü üzere deklarasyon “Saygıdeğer Lord Rothschild”e cevaben yazılmıştır; çünkü öncesinde Rothschild sorun hakkında çözüm önerilerini iletmiş ve destek istemiştir.

Bu deklarasyon Siyonist burjuvazinin taleplerine ikircimsiz verilen İngiliz yanıtıdır ve bu yanıt, Yahudi sermayesinin Filistin’i İngiliz emperyalizmi desteği ile sömürgeleştirme politikasına ivme kazandırır.

Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır” dendikten sonra devamla, “ve Filistin’de bulunan Yahudi olmayan toplulukların yurttaş ve dinsel haklarına ya da herhangi bir başka ülkedeki Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasal statüye zarar verebilecek herhangi bir şeyin yapılmaması kaydıyla bu hedefe erişilmesi için elinden gelen tüm çabaları harcayacaktır.” sözleri diplomatik kılıftır. Kuşkusuz ki, bu sözler aynı zamanda Yahudi burjuvazisine “fazla ileri gitmeyin, akıllıca davranın, Arap dostlarımız var, onları da kaybetmek istemeyiz” mesajıdır aynı zamanda.

Bilindiği gibi o tarihlerde İngiliz emperyalizmi Fransız emperyalizmiyle birlikte dünyanın patronudur; dahası İngiltere dünya sömürge tekelini de elde tutan bir numaralı süper devlettir. İngiltere’nin Balfour Deklarasyonu” öyle masum amaçlarla ortaya çıkmadı.

Deklarasyon, Birinci emperyalist Paylaşım Savaşı’nda başını Alman emperyalizminin çektiği rakip emperyalist kamp ve bağlaşıklarının yenileceğinin belirginleştiği bir kesitte yazıldı.

İngiliz ve Fransız emperyalist devletleri 16 Mayıs 1916’da Sykes-Picot Antlaşması’nı kapalı kapılar arasında imzalar. Bu antlaşma daha sonra Ortadoğu’nun da kaderini belirler. Ki bu antlaşma (diğer gizli antlaşmalar da dahil) Rusya’da 1917 Ekim Sosyalist Devrimi’nin hemen ardından dünyaya açıklanır ve emperyalist devletler teşhir edilir. Ekim Devrimi yalnızca bu antlaşmayı değil, bütün gizli antlaşmaları dünyaya duyurur. Bu sosyalist devlet olmanın gereğidir.

Osmanlı İmparatorluğu, Alman emperyalizmine bağımlılığın sonucu olarak Almanya’nın yanında savaşa katılır. Bu savaşta Alman emperyalizmi yenilir. İliklerine dek çürümüş, çöküş çağında olan Osmanlı İmparatorluğu da aynı kaderi paylaşır. Ki Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya yayılmış, 600 yıllık geçmişi olan feodal teokratik askeri bir devlettir. Savaştan yenilgiyle çıkan monarşist Osmanlı İmparatorluğu emperyalist devletler arasında paylaşılır. İmparatorluğun yenilgisiyle Ortadoğu’da ortaya çıkan boşluk İngiliz ve Fransız devletleri tarafından doldurulur. Filistin Osmanlıdan İngilizlere geçer. Savaşın sonucu ortaya çıkan yeni güç dengelerinde İngiliz emperyalizmi bir kez daha bir numaralı dünya gücü olarak at koşturmaya başlar.

Fakat, emperyalizm ve proleter devrimler çağını pratik olarak açan (ki Çarlık Rusyası, dünya savaşına İngiliz-Fransız blokunun müttefiği olarak katılır) Büyük Ekim Sosyalist Devrimi 1917’de zafere erişmiş, emperyalizmi ve dünya sömürge tekelini temellerine dek sarsan emperyalizmin genel bunalım çağını da başlatmıştır. Bolşevik Devrim bütün dünyada dev bir etki yaratır. Devrim yangını Avrupa’ya sıçrar... Emperyalizm ve gericiliğin paçaları tutuşmuştur; dünyanın devrime gidişinin önün kesilmesi gerekmektedir...

Bu hatırlatmanın ardından hemen vurgulamak isteriz ki, emperyalist devletler, genel savaşın ardından devrimci patlamaların gerçekleşebileceğini hesaba katacak kadar siyasi ön görüye ve uyanıklığa, deneyime ve ideolojik donanıma sahiplerdi... Zaten emperyalist savaş öncesinde dünya komünistleri savaşın engellenemediği koşullarda emperyalist savaşı iç savaşa ve devrime dönüştürme politikasını daha 1912 yılında Basel Manifestosu’yla dünyaya ilan etmişti.

İngiliz emperyalizmi Balfour Deklarasyonu” ile Yahudi sermayesinin devlet kurmasını desteklediğini duyurmuştu. Fakat 1917’de Ekim Sosyalist Devrimi zafere erişince, bölgede İsrail burjuva devletinin kurulmasına daha güçlü destek verilmeye başlandı. Bu desteğin arkasında, ABD’de de dahil uluslararası sermaye vardı.

Kurulacak bu devlet, Ortadoğu’da ulusal kurtuluşçu savaşlara ve devrimlere, büyümeye başlayan SSCB etkisine karşı anti-komünist bir barikat ve ileri saldırı üssü de olacaktı. Ekim Devrimi, SSCB, III. Enternasyonal ve dünya çapında büyüyen komünizmin etkisini kavranmadan Ortadoğu’da sömürgeci Siyonist burjuva bir devletin kurulması politikasının yeterince kavranamayacağı açıktır. Ekim Devriminin zaferi, SSCB’nin kurulması, 1919’da dünya devrim partisi olarak Komintern’in (III. Enternasyonal) doğuşu, dünya çapında aynı zamanda emperyalist sömürge tekeline karşı ulusal kurtuluşçu devrimleri de ivmelemişti. Emperyalist dünya sistemi ve önderi İngiltere büyük bir tehditle karşı karşıyaydı. 1917 Devrimi’nden sonra başta önde gelen emperyalist devletler olmak üzere bütün emperyalist ve gerici devletler adımlarını bu gerçeği göz önünde tutarak atmak zorunda kalmıştı. Bu Ortadoğu’da kurulacak bir Yahudi devleti politikası bakımından da geçerliydi.

Yahudi sermayesi ve Siyonizm daha baştan anti-komünist, halklar için siyasal özgürlüklere düşmandı; onun anti-komünizmi, anti-Marksizmi Ekim Devrimi’nden çok öncesine dayanır...

Herzl Yahudi ulusal devleti kurma projesi bakımından sosyalizm ve sınıf mücadelesini bir tehdit olarak görür. Şu sözleri laf olsun diye yazmıyor kitabında:

Dar gelirli eğitimli Yahudiler hızla sosyalist oluyor böylece. Bu yüzden hem sosyalist hem de kapitalist kampların her ikisinde de tecrit edilmeye hazır bir durumda kaldığımız için sınıflar arası çatışmada en çok acı çeken biz oluyoruz.” (Age., s. 33-34)

Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelede sermayenin “böl ve yönet” politikasıyla farklı milliyetlerden işçileri parçalarken anti-Semitik propaganda ve saldırılarla Yahudileri ve Yahudi işçileri özel olarak hedef tahtasına yerleştirdiği açıktır... Fakat sorun bunun ötesindedir Herzl için... O, “Gemimizi batırdığımızda, devrimci partilerin emrinde birer memur olarak devrimci birer proleter haline geleceğiz.” (s. 39) uyarısını durup dururken yapmıyor... Devrim ve sosyalizme, sınıf mücadelesine karşı olan yalnızca Herzl ve taifesi değildir, onun hemen yanı başında Hristiyan sermayesi durmaktadır: “Hıristiyan burjuvaları, her ne kadar büyükçe bir önem taşımasa da, bizi Sosyalizme kurban etme niyetinde değildiler.” (Age., s. 38) Anti-Semitizme karşın, Yahudi işçilerini (ve emekçilerini) “sosyalizme kurban etmeme” politikası Yahudi sermayesi, Yahudi devleti kurma projesi ile dünya sermayesinin anti-komünist ittifakının temelidir aynı zamanda.

Bundcular, Bolşevikler ve Menşeviklerle kıyaslandığında, Siyonistler Rusya ve Polonya'da Yahudilerin çok küçük bir azınlığını örgütleyebilmişlerdi. Siyonist liderlerden Weizmann 1903’de Herzl'e gönderdiği bir raporda ‘Siyonist hareket Yahudi gençliğin en iyi unsurlarını kendine çekmeyi başaramadı..’. Yahudi öğrenci kitlesinin neredeyse tümü devrimci hareketi destekliyor" diye yakınıyordu.’ (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi C. 5, s. 1602)

Politik siyonizmin bir dönemeç olarak, 1897’de bir eylem planı ve girişimine dönüşmesi, (öncesini geçiyoruz) dünya çapında proletarya ve devrimci hareketi parçalama, Yahudi burjuva milliyetçiliğini geliştirmenin de aracı oldu. Bu bir olguydu. Bunun rolünü ve etkisini Rusya somutunda Bundçuların çizgisinden de bilmekteyiz.

Ortadoğu’da bir Yahudi devletinin kurulması Arap dünyasını bir karmaşaya sürüklemenin, halklar arası düşmanlıkları körüklemenin, sınıfsal ve ulusal kurtuluşçu devrimleri boğmanın, yolundan saptırmanın aracı olacaktı.

1. Dünya Siyonist Kongresinden sonra, Yahudi sermayesinin ve dünya burjuvazisinin, Yahudi proletaryası (ve emekçileri) içerisinde devrimci ve komünist politika ve çözümün etkili olmasını, yaşadıkları ülkelerin proleter ve emekçi kitleleri ile birlikte mücadele etmesini önlemek için her yerde anti-komünist, anti-Marksist gerici politikayı aktif bir şekilde geliştirdiğini biliyoruz. Buna rağmen ezilen bir milliyet olarak Yahudi emekçilerinin, Yahudi devimci ve komünistlerinin yaşadıkları ülkelerin proletaryası ve halklarıyla birlikte mücadelesinin gelişmesini önleyemediğini de biliyoruz. Tarih, uluslararası devrimci ve komünist hareket içerisinde yer alan sayısız Yahudi devrimci ve komünistin, hem de önde gelen rollerine tanıklık etti... Bu, Yahudi işçi ve emekçileri adına da gurur veren devrimci bir mirastır.

Tarih, Ekim Devrimi sonrası, çok uluslu ve çok milliyetli SSCB’de, Çarlık Rusyası döneminde bir uluslar hapishanesi olan Rusya’da, ulusal sorunların sosyalist çözümüne tanık oldu; bu çözüm iç savaşlar, emperyalist müdahaleler, Hitler faşizmine ve faşist kampa karşı mücadelenin ateşi içinde sınanarak başarıyla çıktı. Bu Yahudi milliyeti için de geçerliydi. Tarihte Yahudileri sömürüden, sınıfsal ve ulusal zulümden, toplumsal adaletsizlikten kurtaran sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü ve sosyalist inşa oldu. Bu Yahudilerin tarihinde de bir ilkti. Yahudi milliyeti, dilini, kültürünü özgürce geliştirdi. Lenin ve Stalin önderliğindeki SSCB’de egemen ulus şovenizminin ciddi kalıntılarına, anti-Yahudi gerici eğilimlere karşı her cephede sistematik mücadele yürütüldü. Bu konuda O. Heller’in, I. Rennan’ın kitapları da oldukça aydınlatıcıdır.

Yahudi sorunun sosyalist çözümü emperyalistlerin yanı sıra Yahudi burjuvazisini de kudurttu. Bu gerçeği, SSCB’nin, Marksizm-Leninizm’in, Marks’ın, Lenin ve özellikle Stalin’in anti-Semitik politikayı temsil ettikleri rezil demagojisinin özel tarzda örgütlenmiş olmasından da biliyoruz. Anti-Semitizmin rantını yemeğe bakan Yahudi sermayesi ve dünya emperyalizmi ve işbirlikçileri, uzantıları tüm kuvvetleriyle bu propagandayı, psikolojik hareketi, özel harbi sürdüregeldiler.

Nazi zulmünden kaçan 2,562,000 Yahudiden sadece 170,000‘i (yüzde 6.6) ABD ve 50,000‘i (yüzde 1.9) Britanya tarafından kabul edilirken Filistin bu göçmenlerin 220,000‘ini (yüzde 8.5) ve SSCB 1,930,000‘ini (yüzde 75.2) aldı.” (Filistin Dosyası, “Arkaplan: İşçiler*”, Hasan Kanafani, 1972, s. 220)

Rakamlara dikkat edin, Yahudileri faşist imhadan kurtaran Stalin ve SSCB Nazi zulmünden kaçan iki buçuk milyon Yahudinin % 75.2’sini ülkesine kabul ediyor. Yukarıda anlattığımız tarihsel gerçeklere karşın, “Demokratik Batı”, yani Hitler’i besleyip büyüten, Yahudi soykırımının suç ortağı “Batı demokrasileri” (ve Siyonist burjuvazi) Lenin ve Stalin’i, SSCB’yi anti-Semitik, Yahudi soykırımı yapan suçlular çetesi olarak yansıttılar, yansıtmaya da devam ettiler. Alın işte size “Batı demokrasisi”nin gerçek yüzü.

Siyonist İsrail devleti 1948’den bu yana (ve şu iki ayı aşkındır tanık olduğumuz) dünyanın gözleri önünde Filistin soykırımı yapmaktadır. Soykırıma karşı çıkanlar ise kesintisiz “anti-Semitik” olarak damgalanmaktadır. Bu düpedüz çuvala sığmayan yalandır, ırkçı propagandanın ta kendisidir. Hatırlayalım, geçmişte Lenin, Stalin, SSCB ve sosyalist kamp devletleri anti-Semitik, Yahudi soykırımcısı olarak damgalan. Bu burjuva sistemin ve onun egemeni burjuvazinin sınıf karakterini göstermesi bakımından daima akılda tutulmalıdır. Bakın, İngiliz emperyalizminin ve emperyalist dünyanın “Yahudi sorunu”na çözüm adına uyguladıkları politika 100 yıldır kan ve barut, soykırım ve sürgünden başka bir şey sunmadı dünyamıza ve halklara. Bu gerçeğe karşın, emperyalist dünya, İsrail sermayesi, Apartheit devleti hala ulusal sorunların sosyalist çözümüne de saldırmaya devam etmektedir; oysa Lenin ve Stalin’in SSCB’sinde Yahudiler özgürdü, halklar kardeşti, ortada halkların birbirini boğazlaması yoktu... Bu sosyalist dünyayla emperyalist, kapitalist arasındaki farktır işte.

Devam edelim.

Filistin İngiltere’nin denetimine girince İngiliz sömürgeci devleti Filistin’de sömürge yönetimi (Manda) kurdu. Manda yönetimiyle birlikte Filistin-Yahudi sorununun temelleri güçlü bir şekilde atıldı. Manda yönetimiyle birlikte Filistin’e Yahudi göçünün önü güçlü bir şekilde açıldı.

1918-20’den sonra İngiliz emperyalizminin denetiminde Filistin topraklarına kesintisiz ve sistematik Yahudi göçü örgütlendi. Bu süreç 1948 yılına dek yoğunlaşarak sürdü. Sonrasında da Yahudiler sayısız baskıyla dünyanın dört bir yanından yapay olarak kurulan İsrail devletine taşındı.

1918’den 1948’e, İsrail devletinin ilanına dek geçen süreçte, Filistin toprakları zorla gaspedilerek alan genişletildi. Bu süreç İngiliz emperyalizminin koruyucu kanatları altında Siyonist ırkçı, sömürgeci terörist Yahudi örgütler (Hagana, Irgun, Leyhı, Stren vb.) eliyle gerçekleştirildi. Bu süreçte sayısız Filistinli katledildi...

Burada durup emperyalizm ve Siyonizmin sahte ama etkili bir propagandasına dikkat çekmek isteriz. İnanacak olursak, zorla alınan topraklardan bahsedilemez, Filistinliler gönüllü olarak topraklarını Yahudilere satmıştır. Yani ortada bir sorun yoktur, dahası Yahudiler Filistinli “teröristler”in iftirasına maruz kalmıştır...

Bu ikiyüzlü, sahte bir propagandadır. Filistin toprakları soykırım yapılarak zorla ilhak edilmiştir. Filistinlilerin Yahudilere sattıkları toprakların oranı % 3’tür. Bu oran son derece cüzi bir oran olduğu gibi, olduğu kadarıyla toprak satan esas güç, Filistin halkının da dostları olmayan Filistin büyük toprak sahipleri ya da onların bir kısmıdır.

Filistin topraklarına Yahudi göçünü ivmeleyen en büyük dönemeç Hitler faşizminin gerçekleştirdiği soykırımdır. Hitler faşizmi altı milyon Yahudiyi, (devrimci ve komünisti, Çingeneyi, Slavı) imha kamplarında topluca yok etti. Bu korkunç insanlık ve savaş suçu, emperyalizmin ve Siyonizmin Filistin’i sömürgeleştirme politika ve saldırısına meşruiyet kazandırmak için fütursuzca kullanıldı. Üstelik bunu yapanlar da SSCB’yi yıkmak amacıyla Hitler faşizmini ekonomik, siyasi, mali, askeri, teknolojik olarak semirten emperyalistler ve işbirlikçileriydi. Siyonist burjuvazi de bu politikayı sonuna dek destekledi. Holokost yalnızca Nazizmin eseri değildi, işin diğer yanında da ABD-İngiltere-Fransa emperyalist bloku ve Yahudi sermayesi durmaktaydı... Bu tarihsel gerçekler hep özenle gizlenmeye, unutturulmaya çalışıldı. Ayrıca eklemek isteriz ki, Nürnberg Mahkemeleri sürecinde yargılanıp cezalandırılması gereken sayısız soykırımcı Nazi yetkilisinin yargılanmasını bizzat ABD, İngiltere, Fransa engelledi. Dahası sayısız Hitlerci katil ABD’ye kaçırıldı ve ABD’nin devlet aygıtında önemli görevlere getirildi; burada geçerken sadece Nazi Gehlen’i hatırlatmak isteriz. Keza Nazi savaş suçluları Alman sermaye devletinin yeniden inşasında bilakis görevlendirildi...

Faşist blokun karşısında olan emperyalist blok, Hitler eliyle SSCB’yi yıkmak, bu ara savaşta bir hayli yıpranmış, zayıflamış Almanya’yı da kolayca yenip çifte zafer kazanmayı planlamıştı; ama bilindiği gibi, evdeki hesap çarşıda boşa çıktı; Stalin önderliğindeki Kızıl Ordu ve SSCB hem faşizmi ezdi, hem de sosyalist bir kampın doğuşuna önderlik etti... SSCB Hitler’i ezerken, toplama kamplarında kalabilen Yahudileri de kurtardı. Bunlar unutturulmaya çalışılan tarihsel gerçeklerdir. Ama biliyoruz ki, 2. Dünya Savaşı’ndan zaferle ve güçlenerek çıkan SSCB’ye karşı özel Soğuk Savaş Strateji’sine dayanan topyekün saldırı kampanyası örgütlendi. Bu kampanyanın sac ayaklarından birisi de “SSCB’de Yahudi mezalimi” yalanı oldu. Başta dünyanın patronu haline gelen ABD olmak üzere emperyalizm ve gericilik ve Yahudi sermayesi bu propagandayı sınırsız bir iğrençlikle geliştirdi.

İsrail sömürgeciliği nüfus yerleştirme temeline dayanan sömürgeciliktir. Siyonist burjuvazi uluslararası sermayenin desteği ile taşıma nüfusla Filistin’in demografik yapısını sürekli değiştirmeye çalışarak devletleşti. İsrail devletinin kurulmasından sonra bu politika sistematik sürdürüldü. Şu iki ayı aşkın süreden beri süregelen İsrail soykırım hareketi aynı zamanda demografiyi değiştirme harekatıdır; soykırımcı faşist Netanyahu tarafından da açık açık dile getirildiği gibi, Gazze’deki 2 milyonu aşkın Filistinli kendi öz anayurdundan Mısır Sina çölüne sürülmek istenmektedir. Gazze’ye atom bombası atarak bu işi bir çırpıda çözmeyi öneren kişi bilakis Netanyahu Hükümeti’nin azgın faşist bir bakanıdır. Eğer koşullar uygun görülseydi İsrail devleti ve yönetici eliti hiçbir tereddüt göstermeden Gazze’de Atom Bombası kullanacaktı. Bu açıklama salt bir bakanın düşüncesi ya da “gaf”ı falan değil, eğer önlenemezse günü geldiğinde İsrail devleti bunu da yapacaktır.

1914-18 Savaşı’ndan önce Filistin’e sınırlı bir Yahudi göçü ve birkaç tarımsal koloni mevcuttu. Osmanlı hakimiyetinin yıkılması ve İngiltere’nin egemenlik kurmasıyla birlikte “göç” (nüfus yerleştirme sömürgeciliği) harekatı kolaylaştırıldı. İngiltere Filistin’de 1920’de paravan bir sömürgeci rejim (“Manda yönetimi”) kurarken Siyonist projenin gereksinmelerine bağlı olarak çok sayıda Siyonisti Manda yönetiminde görevlendirdi. İngiliz Mandası 1922 yılında Cemiyeti Akvam (Milletler Cemiyeti) tarafından da resmen onandı. Manda devletinin ilk çıkardığı yasalar (örneğin Göç Yönetmeliği, Toprak Transferi Yönetmenliği) Siyonist projenin ve harekatın önünü açan, kolaylaştıran, güvenceler sağlayan yasalar oldu. Siyonist burjuvaziye ve Yahudi Ulusal Fonu’na özel ayrıcalıklar sağlayan ekonomik tedbirler alındı...

Yahudi Ulusal Fonu Başkanı Usşiskin 1930’da büyük bir küstahlıkla şunları yazarken arkasındaki emperyalist desteğe güveniyordu:

Ülkemizi geri talep ettiğimizi açıklamamız gerekirdi. Boşsa, her şey yolunda demektir. Ama eğer boş değilse, orada yerliler varsa, o zaman onlar herhangi bir yere nakledilmelidir. Ama ülkeyi elde etmeliyiz. Yüzlerce, binlerce Fellahın sahip olduğundan çok daha büyük, çok daha yüksek olan savunulacak bir ideale sahibiz.(Aktaran O. Heller, age., s. 134)



Bugün Gazze’de soykırım yapan İsrail devletinin 2 milyonu aşkın Filistinliyi Gazze’den Sina’ya ve başka ülkelere sürme operasyonu aynı ırkçı faşist politika ve saldırganlığın ürünüdür. Sömürgeci İsrail devletinin yüksek perdeden sınırsız bir küstahlıkla dünyanın efendisi gibi Arap devletlerine “alın insan kılıklı bu hayvanları buradan, finansmanını da siz üstleneceksiniz” ırkçı çağrısı Siyonizmin karakterine bir kez daha ışık tutmaktadır.

Filistin’de İngiliz Manda Yönetimi 1948 yılına dek sürdü; 1948 yılında, İngiltere’nin Filistin’den çekilmesinden hemen önce, Siyonist İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. 1948 öncesi Yahudi Siyonistlerin hamiliğini yapan İngiltere, yerini Amerikan emperyalizmine bıraktı ve ABD, kayıtsız-şartsız ırkçı sömürgeci İsrail devletinin bir numaralı sarsılmaz dostu olarak kaldı. Siyonizm daha baştan (19. yy sonlarından) emperyalizmle bağ içindeydi; emperyalizmin desteğini kazandıkça, destekleyen emperyalist devletlerin stratejik çıkarları ve politikalarıyla birleştikçe, aşırı gerici bir harekete dönüştü; politik-maddi bir hareket olarak Filistin’de yaşam bulmaya başladıkça ırkçı, soykırımcı bir harekata dönüştü. Milyonlarca Yahudi yerleşimci taşınmadıkça, bu “yerleşimci”lere kendilerini güvencede görecek imkanlar sunulmadıkça ve güven duygusu yaratılmadıkça Filistin toprakları gaspedilemez, Siyonist bir devlet kurulamazdı. Bu strateji ve operasyon için her türlü olanak kullanıldı, kirli, sömürgeci savaş uluslararası arenada ve Filistin ülkesinde kapsamlı bir plan ve harekat olarak acımasızca yaşama geçirildi.

Filistin’de Yahudi nüfusu 1850’de 12.000, 1880’lerde 30-35.000’dir. 1931 nüfus sayımına göre Yahudi nüfusu 175. 000’dir.

Filistin mandası İngiltere’ye verildiği sırada 1918’lerde nüfusun % 93’ünü (708.000) Araplar, % 7’sini (57.000) Yahudiler, İngilizler, Avrupalılar vb. oluşturuyordu. Bu dönemde Yahudilerin toplam toprak mülkiyetindeki payı % 2.47’dir (650. 000 dönüm). 1945’e gelindiğinde, Filistin topraklarının hala sadece % 5. 67’i Yahudilere aitti; yani Yahudi toprakları 1920’de % 2.47’den % 5. 67’ye, dönüm olarak, 650. 000 dönümden 841. 699 dönüme çıkabilmiştir. Bu tablo, Arapların para için topraklarını gönüllü olarak Yahudilere satarak vatanlarını sattıkları yalanını açığa çıkarmaktadır. İngiltere, ABD vbg. devletlerin aktif desteğine, Siyonistlerin ırkçı terörizmine karşın gasp edebildikleri topraklar bu kadardır. Bu veriler, 1946 yılında İngiliz ve ABD Araştırması Komisyonu’na sunulan ama 1945’de yapılan incelemelere/rapora aittir. Bu sonuç, emperyalizm ve Siyonizm ittifakına karşı çeşitli defalar ayaklanan Filistin halkının (en önemlisi, en örgütlü ayaklanma 1936’da patlak veren ayaklanmadır) ve Arap halklarının gösterdiği anti-emperyalist, anti-Siyonist, anti-sömürgeci direnişinin sonucudur.

Kuşkusuz ki, 30’lu yıllarda dünya çapında sürmekte olan emperyalist hegemonya ve rekabet keskinleşiyordu. Gezegenimiz hızla yeni bir dünya savaşına doğru gidiyordu. İngiliz-Fransız-ABD ittifakına karşı Ortadoğu’da Alman ve İtalya yayılmacılığı ve etki gücü gelişiyordu. İngiltere Arap müttefiklerini kaybetmeyi göze alamazdı... 30’lu yılların sonlarına doğru İngiltere ile Siyonistler arasında baş gösteren ciddi politik ve askeri çatışmalar (İngiltere’nin şu ünlü “Beyaz Kitap”ında ortaya koyulan yeni Yahudi politikası) aynı zamanda bu olguyla bağlıydı. Fakat baş köşede duran Arap Filistin halkının direnişiydi.

1920'de Yahudiler Filistin toprağını % 2.5'una sahipti. Manda dönemindeki alımların sonucunda bu oran 1948'de % 6-7'ye yükseldi.

1948'de İsrail'in kuruluşundan sonra, İsrail topraklarını genişletti. Bu genişletmenin bir kısmı ama sınırlı bir kısmı satın alınan, çoğu da askeri işgallerle el koyulan topraklardı. Bugün, İsrail devleti ‘Yahudi halkı’ adına 1967-öncesi toprakların % 75'ine ve Yahudi Ulusal Fonu ile Yahudi toprak sahibi kişiler % 20'sine sahip bulunmakta, Arapların elinde ise % 5'i kalmaktadır.” (Siyonizm ve Irkçılık, Siyonizm ve Filistin Toprakları, Samc Hadawı, Walter Lehen, s. 85-86)

Görüldüğü üzere, İsrail Filistin topraklarını esasen 1948’de İsrail devletinin kurulmasından sonra elde edebilmiştir. Filistinliler, 15 Mayıs'ı "El Nakba" diye anarlar, yani "Felaket" günü. 1948-49 savaşı ve 1967 savaşında İsrail devletinin Arap devletleriyle askeri çatışmasından başarıyla çıkması, Yahudi sermayesinin Filistin topraklarını ele geçirmesinde önemli ve belirleyici dönemeçler oluşturur.

1947’de BM Filistin’i bölme kararı verir:

Mandater olarak üstlendiği ancak birbirine ters düşen yükümlülüklerini bağdaştırabilmek ve Filistin’de büyüyen çatışmayla başa çıkabilmek için bütün çabalarını harcayıp tüketen İngiltere, sorunu ‘Şubat 1947'de Birleşmiş Milletler'e devretti . Çeşitli komite ve alt komite raporlarından sonra, sonuç olarak, B.M. Genel Kurulu 29 Kasım 1947'de Filistin'i bir Yahudi devleti ve bir Arap devleti ile Kudüs, Bethlehem ve çevresi için uluslararası yönetim altında bir corpus separatum olarak üçe bölen 181 (II) numaralı tavsiye kararını benimsedi.” (Siyonizm ve Irkçılık, s. 78-79)

1948’de Siyonist devletin kuruluşu ilan edilince, 1. Arap İsrail Savaşı patlak verir. Bu savaşta Mısır, Suriye, Lübnan, Irak, Suud orduları yenilir. Bu yenilgi, İsrail’in topraklarını işgal yoluyla % 78’e çıkarmasını sağlar. Bu oran Filistin’in bölünmesi yoluyla kurulacak İsrail devleti için BM tarafından teklif edilen % 56’nın ötesinde bir orandır.

1967 “Arap İsrail Savaşı”nda İsrail bir kez daha topraklarını genişletir. Wikipedia’dan okuyalım:

İsrail'in Golan tepelerinde elde ettiği nihai zaferin ertesinde ateşkes imzalandı. Bu antlaşmada İsrail; Doğu KudüsGolan TepeleriGazze Şeridi ve Sina Çölü'nü ele geçirdi. 68 bin 300 kilometrekarelik bir alanı, Ürdün, Suriye ve Mısır topraklarını işgal eden İsrail sınırlarını altı günde iki buçuk kat genişletmiş oldu. Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen de İsrail bu toprakları elinde tutmaya devam ediyor.

(Daha sonra örneğin 1978 yılında İsrail ve Mısır arasında imzalanan Camp Davit Antlaşması ile Sina yarım adası Mısıra devredilmiştir... )

İsrail’in 1948 sınırlarına, sonra 1967 sınırlarına çekilmesi istemleri ve baskısı her zaman için boş bir kubbede hoş bir seda olmanın ötesine taşmadı.

Sömürgeleştirme, sömürgeci savaşla toprak gaspı İsrail devletinin kuruluşu, gelişmesi sürecinin karakteristiğidir. İsrail sermaye devleti yıkılmadığı sürece sömürgeci saldırganlık ve yayılma İsrail’in karakteristiği olmaya devam edecektir.

1948’de kuruluşu ilan edilen İsrail devleti ve İsrail Siyonistleri nezdinde Filistinliler ve Araplar katli vacip, barbar, ilkel bir ırk, bir sürüdür. Filistin direniş hareketinin 7 Ekim askeri vuruşunun ardından İsrail ordu sözcüsünün, “insan kılıklı hayvanlarla savaşıyoruz” açıklaması da söz konusu ırkçı faşist gerçeğin rafine ifadesidir.

Diğerlerini bırakıyoruz bir tarafa, hatırlayalım: İsrail devleti sadece 1948 yılı içinde “500 köy”ü ve “11 kent”i yok eder “ve 750,000 Filistinliyi topraklarından etnik olarak temizle”r. Yıkım ve ölüm İsrail sermaye devletinin gerçeğidir. Bu veriler İsrail devlet yöneticilerinin ve sözü geçen açıklamayı yapan askeri sözcünün insan kılıklı faşist-ırkçı-barbar yaratıklar olduğunu haddinden fazlasını göstermektedir.

V

1920’de terörist ‘Haganah’ örgütünü kuran ırkçı faşist Siyonist Vladimir Jabotinsky’in şu sözleri dünden bugüne İsrail Siyonizminin karakterini ve politika ve yöntemlerini kavramak bakımından aydınlatıcıdır:

"Filistin Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması her zaman zorunlu ve güncel olacaktır. Araplar, şimdi bile, onları ne yapacağımızı ve onlardan ne istediğimizi biliyorlar. Durmadan oldu-bittiler yaratmalı ve Araplara bizim topraklarımızdan çekilerek çöle dönmeleri gerektiğini söylemeliyiz.’(Siyonizm ve Irkçılık, Sami Hadawı, Walter Lehn, s. 73-74)

Filistin’i tümüyle Filistinsizleştirme, bu toprakları Batı Şeria dahil Yahudileştirme, dahası “Nil’den Fırat-Dicle’ye” kadar olan bölgeyi (“Vaad edilmiş topraklar”) İsrail toprağı yapma, İsrail Siyonizminin politikası ve hedefidir.

Siyonizm'e göre, dünyadaki her Yahudi İsrail'e gelinceye kadar Galut, yani sürgündedir.” Yahudi sermayesi ve Siyonist hareket, gerek İsrail devleti kurulmadan önce gerekse de devletleştikten sonra, sömürgeci politikasına meşruiyet kazandırmak için dinsel kılıflı ırkçı politikayı sürekli kullandı.

Ben-Gurion’un şu açıklamasını, Siyonizme, Siyonist ırkçılığa, sömürgeciliğe karşı çıkan ilerici, devrimci Yahudileri, dahası İsrail’e gelip yerleşmeyi benimsemeyen sıradan Yahudileri de hedef alan açıklamasını birlikte okuyalım:

Ve Haziran 1962'de Kudüs'te düzenlenen Amerikan Yahudileri Kongresi Sempozyumunda yaptığı bir konuşmada hep aynı temayı vurgulamış, İsrail'in dışında yaşayanlar ‘Tanrısız Yahudiler’lerdir. (Age., s. 51-52, Alfred M. Lılıenthal)

Filistin’e yerleşme projesinin pratikleşmesinden başlayarak bugünlere dek gelen tarihsel kesitte, Yahudi göçü Siyonistlerin bilinçli, planlı baskı ve provokasyonlarıyla, açık ya da kapalı Siyonist terör silahının da kullanılmasıyla özel olarak kışkırtılmıştır; yani Filistin’e “göç” eden Yahudi nüfusunun çoğu emperyalist ve Siyonist ekonomik, politik, toplumsal baskı ve kuşatmayla özel olarak buna zorlandılar. Yoksa insanlar öyle davul zurna eşliğinde oynayarak, mutluluktan kendinden geçerek Filistin’e gelmediler, aksine, fanatik kesimler hariç, düpedüz sayısız biçimlerde örgütlenmiş zor ve baskıyla getirildiler. Özellikle de bu işleri dışarıdan idare eden zengin Yahudiler, aileleri, çocukları “Batı demokrasileri”ni, başta da ABD’yi bırakıp “anayurdumuz” dedikleri İsrail’e gelmediler. Bu hem devlet kuruluşundan önceki hem de sonraki sürecin dikkat çeken bir olgusudur.

Yahudilerin ırkçı baskı ve pogromlara karşı “güvenli bir sığınak” arayışı anlaşılırdır; ama unutmayalım, anti-Semitizmin sorumlusu ve suçlusu olanlar Batılı emperyalist devletlerdir, Doğu Avrupa ve Çarlık Rusyası’dır. Yahudi burjuvazisi, anti-Semitizme karşı duyulan haklı öfke ve güvenlik talebini sınırsızca istismar ederek oyununu oynadı. 30’lardan itibaren merkezinde faşist kampın bulunduğu faşist yükseliş uluslararası bir dalgaydı ve SSCB hariç neredeyse her ülkede ırkçı, anti-Semitik faşist siyasal hareket bir atılım içerisindeydi. Hitlerin merkezinde olduğu korkunç boyutlara ulaşan Yahudi soykırımı Siyonist projeyi yaşama geçirmede olağanüstü bir ortam ve olanak sundu. Siyonist burjuvazi ve hamileri, özellikle 20. asırdaki anti-Semitizme çok şey borçludur ve “vadedilmiş topraklarda Yahudi devleti” kurma projesini gerçekleştirmek için bilakis anti-Semitist kışkırtmalarla, provokasyonlarla bu eğilimi güçlendirerek işin rantına oynadılar.

İsrail devletinin kurucu babası kabul edilen “Theodor Herzl, günlüğünde şunları yazıyordu: "Anti-semitizm büyümüştür ve büyümeye devam etmektedir ve ben de büyümeye devam ediyorum."; “Dünya Siyonist Örgütü Başkanı Nahum Goldmann” 1958 yılında, "Anti-semitizmin gerilemesi Yahudilerin bekası için yeni bir tehlike oluşturabilir.” sözleri dikkat çektiğimiz gerçeğin Siyonist ağızlardan açık itiraftır.

Şu sözler de bu konuda açık fikir verecektir bizlere:

Başbakan David Ben-Gurion ... Bir grup Amerikalının ziyareti nedeniyle, 31 Ağustos 1949'da yaptığı bir konuşmada şunları söylemektedir:

"Bir Yahudi Devleti kurma rüyamızı gerçekleştirmiş olmamıza karşın henüz işin başındayız. Yahudi halkının büyük bir kısmı hala dışarda; bugün İsrail'de yalnız 900,000 Yahudi var. Gelecekte bütün Yahudiler lsrail'de toplanmalıdırlar. Ana babaları, çocukları buraya getirmeye çağırıyoruz. Yardım etmeyecek olurlarsa, gençliği İsrail'e biz getireceğiz; ancak umarım buna gerek kalmayacak." (Age., agY., s. 51, iba.)

1959’da Amerikan Yahudi Kongresi üyesi Leo Pfcffer’in, “Yahudiliğin bekası sağlamak için bir miktar anti-semitizm gerekli”dir açıklaması aynı politikaya açıklık kazandırmaktadır.

Emperyalist ve Siyonist hedeflere ulaşmak için terörist örgütler örgütlemek, terörist saldırılar düzenleyerek kendi halkını yönlendirmek, provokasyonlar örgütlemek bütün burjuva devletlerin kullandığı yöntemlerdir. “Vaiz” Siyonist Klausner’in şu açıklamasını birlikte okuyalım:

Vaiz Klausner 2 Mayıs 1948'de toplanan Amerikan Yahudi Konferansına sunduğu ünlü raporda şunları bildiriyordu: ‘Halkın Filistin'e gitmeğe zorlanması gerektiği kanısındayım. Bunlar ne kendi durumlarının, ne de geleceğin neler vadettiğini kavramaya hazır değiller. En büyük hedefleri bir Amerikan doları. ‘Zor' sözünden bir programı kasdediyorum.’ ” “ ‘Yahudileri tedirgin edecek Haganah türünde bir örgüt kurmak gerekebilir.’ (Age., s. 54, bba.)

Bilindiği gibi Haganah İsrail devleşmesine giden süreçte 1920-48 arası dönemde, İngiliz Manda yönetimi döneminde kurulmuş terörist bir örgüttü...

Yukarıda aktardığımız sözler durumu açıklamaya yetmektedir. Filistin’e Yahudi göçü sistematik demagoji, manipülasyon ve baskı, zor, terör politikası kullanılarak örgütlenmiştir. Bu, Siyonizmin ve sonra Siyonist İsrail devletinin emperyalist devletlerin yardımı ile gerçekleştirdiği politikanın gerçekleridir. Anti-Semitizm ve anti-Semitik baskı, katliam ve baskılar bu amaçla fütursuzca kullanılmıştır. Hemen ekleyelim: Irkçı, sömürgeci, soykırımcı İsrail devleti dünya çapındaki anti-Semitizmin ana kaynaklarından birisidir. Anti-Semitizme karşı mücadele İsrail Siyonist devletine karşı mücadeleyle mutlaka birleşik ele alınmalı ve teşhir edilmelidir. İsrail siyonist sermaye devleti ve ABD, (AB vb.) dünya çapında Yahudi nefretini sistemli kışkırtarak rantını yemeğe devam etmektedir.

VI

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1964'de Kudüs'te kurulur. Filistin ulusal devrimci mücadelesinin merkezi haline gelir. Ulusal meşruiyetini de uluslararası arenada kabul ettirir. 20 Ağustos 1993’de imzalanan Oslo Barış Antlaşması, 13 Eylül 1993’de, Washington’da şatafatlı gösterilerin eşliğinde ilan edilir*. Filistin-Yahudi sorununun “askeri değil, politik çözüm”ü, “şiddetten arınmış, barışçıl, demokratik çözümü” adına FKÖ’nün imzaladığı bu anlaşma, gerçekte bir ihanet anlaşmasıydı. ABD, İsrail, işbirlikçi hain Arap devletlerinin FKÖ’yü çürüterek teslim alma programı bu anlaşmayla ete-kemiğe büründü. Bir kısım ulusal devrimci Filistin örgütü haklı olarak bu anlaşmayı ret ve mahkum etti. Kapitalist/revizyonist bloğun çökmesi, sosyalizmin itibarının dibe vurması, dünya devriminin yenilgisi koşulları FKÖ’yü çürüterek teslim alma, İsrail Siyonist devletinin egemenliğini garantiye alma operasyonuna olağanüstü ortam sağladı, imkanlar sundu...

Bugün karşılaştığımız Filistin tablosu aynı zamanda bu anlaşmanın, FKÖ’nün ulusal devrimci çizgiden kopuşunun, ulusal reformizme savrulmasının sonuçlarıdır aynı zamanda. Özellikle de Yaser Arafatın öldürülmesinden (iki yıldan beri Ramallah’da İsrail kuşatması altındayken zehirlenerek öldürülmesi, haklı olarak kuşkuyu hemen yanı başındaki Abbas’a yöneltti; Arafat, 11 Kasım 2004’de 75 yaşındayken, “tedavi” amacıyla götürüldüğü Paris’te, askeri hastahanede öldü, cesedi otopsi yapılmadan gömüldü) sonra İsrail işbirlikçisi (Abbas rejimi) haline gelişinin trajik tablosudur. Bu “demokratik barışçıl paradigma”nın iflasının da çıplak kanıtıdır. Özellikle Ortadoğu söz konusu olunca gerek devrimci ve komünist, gerekse de ulusal kurtuluşçu devrimler bakımından şu postmodern “demokratik paradigma”, “barışçıl demokratik çözüm paradigması”, “demokratik modernite” propagandasına karşı daha yüksek bir uyanıklık gereklidir. Kuşkusuz ki bu, salt Ortadoğu için geçerli değildir...

VII



Bir ulusu ezen ulus da özgür olamaz.” (K. Marks)

Gettoda yaşamak asırlarca Yahudinin kaderi oldu. İsrail devleti modern bir gettodur. İsrail devletinin ve Yahudi sermayesinin Yahudi halkına dayattığı şey, düpedüz modern getto yaşamıdır. Yahudi halkı bir kez daha gettoya mahkum edilmiştir. Bunun sorumlusu emperyalizm ve Siyonist burjuvazi ve devletidir. Dünya halklarından, çevresini kuşatan halklardan uzak, yalnızlaşmış bir halktır Yahudi halkı. İnanacak olursak Yahudiler üstün ırktır. İsrail Siyonizmi böyle diyor. İsrail burjuva devleti, Arap halklarını barbar, uygarlıktan nasibini almamış, katli vacip bir yığın görmektedir. İsrail sermayesi ve Apartheid devleti, kılık değiştirmiş Hitlerciliktir demek haksızlık olmayacaktır. İsrail’i gettoya çevirmiş olan emperyalizm ve Siyonizmdir. İsrail halkı gettoya tıkılmış, tecrit olmuş, emperyalizm ve Siyonist sermaye tarafından sömürülen, ezilen bir halktır. Yalnızca İsrail halkı değil, sınırsız bir baskı ve zulümle Filistin halkı da getto yaşamına (Gazze, Batı Şeria) mahkum edilmiştir. Şu küçücük toprak parçası halinde harita gösterilen Gazze’ye bakın, Gazze dünyanın en yüksek güvenlikli cezalandırma ve soykırım evine dönüştürülmüş durumda.

Ama son (7 Ekim) Filistin birleşik direniş hareketinin İsrail’in güçsüzlüğünü açığa çıkaran vuruşundan da görüleceği üzere, direniş, meşru mücadele engel tanımıyor. Filistin ulusal direnişi Birinci ve İkinci İntifada örneklerinde olduğu gibi boyun eğmeyi ret etmektedir. Arap işbirlikçi devletlerin İsrail Siyonizmi ile geliştirdiği iyi ilişkiler de direnişi engelleyememektedir.

Açık bir gerçek daha var: Filistin’in sömürgeleştirilmiş olması, Filistin soykırımı nedeniyle Yahudi halkı da güven içinde yaşayamamaktadır. Ortadoğu’nun en büyük ordusuna sahip olmak, nükleer güç olmak, en ileri savaş makinesine, kimyasal, biyolojik silah stokuna sahip olmak İsrail’in güvende olmasını sağlayamamaktadır. Örneğin o “yenilmez” ilan edilen İsrail ordusu ve savaş mekanizması Hizbullah gibi bir güç karşısında yenilmekten (2006 İsrail Lübnan Savaşı) kurtulamamıştı.

Sömürgeci getto başta Gazze olmak üzere Batı Şeria’nın da gerçeğidir. Batı Şeria toprakları Yahudi yerleşimcilerle delik deşik edilmiştir. Filistin halkı Apartheid devletinin zalimce kontrolü altında tutulmakta; ve Apartheid devleti, henüz tam olarak işgal edemediği Filistin topraklarından da Filistinlileri sürmek istemekte, her fırsatı bu amaçla değerlendirmektedir. Filistin Özerk Yönetimi ve kokuşmuş elebaşı Abbas rejimi ise Batı Şeria’da İsrail’in polisliğini yapmaktadır.

Emperyalizm ve Yahudi sermayesi Yahudi halkına öl ya da öldür ideolojisini, politikasını, kültürünü, dinciliğini, ırkçılığını, şovenizmini, sömürgeciliği, halklara düşmanlığı, militarizmi dayatıyor ve Yahudi halkını hiçleştiriyor. Uzun bir tarih boyunca her türlü mezalime maruz kalmış, faşizmin soykırımına uğramış Yahudilerin, kendi egemen sınıfları ve ırkçı-askeri devletiyle aynı baskı ve soykırımı bu kez başta Filistin halkı olmak üzere Arap halklarına karşı uygulaması göz çıkaran bir olgudur. Tarihte ezilen bir halk olan Yahudi halkı Filistin halkı karşısında ezen bir halk olarak boynundaki halkayı iki kere daha ağırlaştırmaktadır. Elbet bu durum devrimci ve sosyalist mücadeleyle bir gün değişecektir, ama bugün, Yahudi halkının oldukça büyük bir çoğunluğu sömürgecilikle, ırkçılıkla, dincilikle güçlü bir şekilde zehirlenmiş bulunuyor. Bu zehir olmadan sömürgeci İsrail devletinin ayakta kalması mümkün değildir. Emperyalizm ve gericilik, Siyonist ırkçı sermaye bunu iyi bilmektedir.

Milli güvenlik devleti”, “olağanüstü kesintisiz kriz yönetimi devleti”, “sürekli savaş devleti” olarak örgütlenmiş saldırgan İsrail devleti dünyaya terör ihraç eden bir devletir de. Kesintisiz sürdürdüğü iç ve dış düşmanlar propagandasıyla, sürekli savaş yoluyla bekasını güvence altına almaya çalışmaktadır. Ama getto yaşamı, getto devleti hiçbir zaman güvende olmayacaktır. İsrail sömürgeciliği izlediği politikayla İsrail halkının da güvenliğini hiçe saymaktadır. Sömürgeci savaş, işgaller emperyalist hedefler ve yayılma sadece ve sadece bu güvende olmama durumunu büyütmeye devam edecektir. Uluslararası sermayenin, ABD’nin AB’nin ve gerici devletlerin desteği ise ona gerekli güvenliği sağlamaya yetmediği gibi yetmeyecektir de.

Her şeye karşın gerek diasporada, gerekse de İsrail’de yaşayan Yahudi halkının önemli bir kısmı, barışçıl siyasi çözümle Filistin-Yahudi sorununun çözülmesini talep etmektedir ve bu eğilim zaman zaman güçlenmekte zaman zaman zayıflamaktadır; ama bir eğilim olarak varlığını korumaktadır; üstelik Siyonist devletin, İsrail toplumunun en gerici, en ırkçı, en dindar kesimlerinin aşırı saldırganlığına rağmen...

İsrail ordu ve istihbarat, “güvenlik” örgütlerinde çalışan, özelikle de emekli olduktan sonra konuşan yöneticiler, yaşadıkları öz deneyime dayanarak, bu iş böyle gitmez, bu politikalar dönüp bizi vuruyor vb. açıklamaları, durup dururken değil, Filistin-İsrail sorununa askeri değil, politik çözüm talep eden bir kamuoyunun, barışçıl çözümden yana olan önemli bir kitlenin varlığı nedeniyle yapabilmektedir. Ezilemeyen Filistin direnişi, haklı ulusal mücadelenin baskısı ve deneyimi söz konusu açıklamaların yapılmasının nedenidir.

14 Kasım 2003’de, Washington Post’ta Şin Bet’in emekli şefi ile yapılan röportajda söylenenleri birlikte okuyalım:

Birinci Filistin ayaklanmasını, yani İntifada‘yı kapsayan 1988 ile 1995 yılları arasında güvenlik örgütünün şefi olarak görev yapan Yakov Perry şöyle diyor: ‘Neden güvenlik örgütlerinde uzun süre hizmet veren herkes -[Şin Bet‘teki] direktörler, genelkurmay başkanı, eski güvenlik personeli- Filistinlilerle uzlaşmayı savunur hale geliyorlar? Çünkü onlar orada bulundular. Biz malzemeyi, gerçek insanları ve belki şaşıracaksınız ama, iki tarafı da biliyoruz.’ “ (Filistin Dosyası, s. 152)

Şin Bet’in İsrail‘in, “terörizm”e karşı mücadelesinde birinci derecede sorumlu en önemli “iç güvenlik” örgütü (istihbarat) olduğunu hatırlatmak isteriz.

Benzer açıklamaların sonraki yıllarda da yapılmaya devam edildiğini biliyoruz.

VIII

Google’den aldığımız bilgilere göre;

Tarihi Filistin topraklarında 1948'de İsrail devletinin kurulmasıyla topraklarından sürülen Filistinliler, bugün ‘dünyanın devleti olmayan en kalabalık halkını’ oluşturuyor. 2022 verilerine göre dünyada yaklaşık 14 milyon 300 bin Filistinli var. 14 milyonun sadece 5 milyon 350 bini Filistin topraklarında yaşıyor.

Yani Filistin nüfusunun büyük bir çoğunluğu sürgünde yaşamaktadır. Hoş ama Filistinliler kendi yurdunda bile sürgün yaşamaktadır. (Örneğin Gazze’de kurulmuş olan Filistin mülteci kampları.) Bu satırların yazıldığı anda da Gazze’de Filistin soykırımı devam etmektedir. Müslüman ve Arap dünya soykırımı durdurmak için laf üretmek dışında bir şey yapmayarak ABD’nin, İsrail sömürgeciliğinin dostu, Filistin halkının kahramanca süren savaşına düşman olduklarını bir kez daha kanıtlamaktadırlar. Dünyanın çok sayıda ülkesinde, Avrupa, İngiltere, ABD’de de gelişmekte olan halkların tepkisi, sokak eylemleri halkların dostunun yine halklar olacağını kanıtlamaktadır... Emperyalizm ve sermaye devletleri her zaman halkların düşmanları olmaya devam edecektir, buna kuşku yok.

Sömürgeci, dinci-faşist Türk burjuva devleti ve dinci-ırkçı Erdoğancı diktatörlük, bir yandan keskin dinci demagoji yaparken diğer yandan İsrail’le olan ittifakını her cephede, ekonomik, ticari, siyasi, askeri olarak hızla geliştirmeye devam etmektedir. İsrail ile ilişkiler Erdoğancı faşist diktatörlükle sıçrama yaptı. Sözde “Siyonizm” karşıtı Erdoğan, özellikle iç politikaya oynayarak dış politikasını süslemeye devam etmektedir. Erdoğancı rejim, ABD’nin, İsrail’in yakın ve güvenilir dostu, Filistin halkının düşmanıdır. Hatırlatalım: İsrail devletinin kuruluşunun ardından bu devleti tanıyan tek Müslüman ülke Türkiye’ydi o tarihlerde...

Türk, Arap, Fars gericiliğine karşı savaşmayan, bu savaşı Amerika ve Siyonist devlete karşı mücadeleye tabi kılarak ele almayan bir Filistin ulusal kurtuluşunun olanaklı olamayacağını görmek gerekir. İran devleti kendi özgün çıkarları gereği, Filistin-İsrail sorununu, Filistin ulusal davasını araçsallaştırmaktadır. Bu Çin ve Rusya için de geçerli. Bu olgu, bölgedeki her devlet için de geçerlidir. Bu bağlamda ABD’ci, İsrailci bağlaşmada Türk ve Arap gericiliğinin ve devletlerinin rolünün İran ile kıyaslanmayacak kadar negatif, iki yüzlü olduğunun altı çizilmelidir. Filistin halkının ve direnişinin baş düşmanı ABD ve Siyonist İsrail sermaye devletidir. Arap ve Türk sermaye devletleri tam da bu baş düşmanların saflarında yer almakta ve görüntüyü bir yana attığımızda Filistin halkının ve ulusal davasının düşmanları, İsrail’in ise gerçek dostları oldukları kesindir.

Sömürgeci modern Siyonist devlet, MÖ 722’de İsrail devletini yerle bir eden, Yahudi halkını kılıçtan geçiren, topraklarından süren, köleleştiren Asur devletinin Antik Çağ’daki mirasını Filistin’de uyguluyor.

Siyonist sömürgeci İsrail devleti, MÖ 586’da Yehuda devletini yıkan, halkı kılıçtan geçiren, topraklarından süren Babil devleti politikasını 1948’den beri (75 yıldır) Filistin’de, Filistinlilere karşı soysuzca uyguluyor. Dahası modern burjuva bir devlet olarak İsrail devleti, o tarihlerde düşünülmesi bile olanaklı olmayan teknolojilere, manipülasyona, uluslararası sermayenin desteğine dayanarak kapitalist sömürgeciliği ve modern soykırımı uyguluyor.

Asur’un, Babil’in, Roma’nın barbar mirası modern kapitalist sistem koşullarında Siyonist ve emperyalist sermayenin saldırganlığın elinde bayrak olarak dalgalanıyor. “Amerikanın keşfi”yle Avrupa’dan Amerika kıtasının dört bir yanına gelerek yerleşen Beyazların, kapitalist sömürgecilikle yerli halkları başta soykırım olmak üzere nasıl yok ettiği, yer altı ve yer üstü kaynaklarını nasıl yağmaladığını biliyoruz. Şu ABD’nin (ve Batılı devletlerin) tarihine bakın, ırkçılık, sömürgecilik, soykırımlar, Ku Klux Klan... Bu modern canavarlık ABD ve “Batı demokrasileri”nin, İsrail Siyonizminin, İsrail Devleti’nin ruhudur...

Uzun bir tarih boyunca pogromlara, her türlü aşağılanmaya maruz kalan Yahudiler Hitler’in, Nazizmin yolunda ilerleyerek Filistini yok etmeye çalışıyor. Bu politika Yahudi sermayesinin politikasıdır. Hitler faşizminin modern soykırımı, Yahudilerin tarifsiz acıları, ırkçı İsrail devletinin yaptıklarını haklı çıkarmanın örtüsü olarak kullanılıyor. Oysa Hitler, Nazizm, Filistin gerçeğinden de görüleceği üzere İsrail devleti ve yöneticilerinin kılık değiştirmiş karakteri olarak bütün dünyanın gözleri önünde durmakta ve soykırıma devam etmektedir. Bir halkın çektiği tarihsel acılar başka halklara aynı acıları çektirmenin, soykırımdan geçirmenin aracı olamaz. Oysa çekilen tarihsel (ve güncel) acılar, kazanılan deneyimler, halklar arası kardeşleşmenin, emperyalizm ve Siyonizme karşı mücadelenin aracı olmalıdır ve olmalıydı. Kuşkusuz ki burjuvazi ve Siyonist burjuvazi nerede, ne zaman, nasıl olursa olsun, ulusları, halkları birbirine düşmanlaştırarak egemenliğini koruyabilir; ta ki kapitalizm, emperyalizm, gericilik yeryüzünden yok edilinceye dek bu hep böyle olacaktır.

İsrail ırkçı, sömürgeci kapitalist barbarlığın Ortadoğu’daki temsilcisi, kalesi ve saldırı gücüdür... Modern emperyalist barbarlık Siyonist Apartheid devletinin ve sermayesinin barbarlığıyla etle tırnak gibi iç içedir...

Filistin-Yahudi sorunun çözümü halkların kardeşliğine, enternasyonal mücadeleye dayanarak, demokratik, devrimci ve giderek sosyalist bir Ortadoğu Federasyonunun yaratılmasından geçmektedir...

Hatırlatıp geçiyoruz; Kürtler devletsiz halk olarak Ortadoğu’da 45-50 milyonluk bir halkı oluşturmaktadır. 1923 Lozan Antlaşması’yla Kürdistan dört parçaya bölünmüş, sömürgeleştirilmiş bir ülkedir. Türk, Fars, Arap sömürgeci devletleri emperyalizmle işbirliği içerisinde Kürt ulusunu boyunduruk altında tutmaktadır. Filistin ulusal kurtuluş savaşı da Kürt ulusal kurtuluş savaşı da sömürgeciliğe karşı yürütülüyor. İhtiyaç iki halkın cephesel birliği olmalıdır Ortadoğu halklarıyla birlikte. Ve hatırlatmadan geçemeyeceğiz, Kürtlerin önemli bir kesiminde görülen İsrail sempatisi, asla anlayışla karşılanamaz, karşılanmamalıdır da...

X

Siyonist devlet kendi iç politikasında da ırkçıdır; yani iç ve dış politikadaki ırkçılık birbirini tamamlamaktadır.

Son olarak hatırlatmak isteriz; İsrail nüfusunun % 20’si Araplardan oluşmaktadır. Bunlar İsrail vatandaşıdır. Bu kesimler, İsrail’de 3., 5. sınıf yurttaştır. İsrail güvenliğine tehdit olarak görülmekte her davranışı 24 saat gözlenmektedir.

İsrail nüfusunun çoğunluğunu Yahudi olmayan, değişik kıta ve ülkelerden gelmiş farklı ulusal kökenlere sahip ama Musevilik dinini benimsemiş kesimler oluşturmaktadır. Bu kesimler de İsrail Siyonist devleti tarafından İsrail yurttaşı kabul edilmiş Araplar gibi küçümsenmekte ve ayrımcı baskıların altında yaşamaktadır. Yani İsrail’de “safkan”, “üstün ırk” olarak homojen bir Yahudilik bulunmamaktadır. Toplama, taşıma bir kitleden, birleştirici paydası Musevilik olan bir kitleden oluşan bir ulustur Yahudiler.

İsrail işçi ve emekçileri üzerindeki emperyalist ve Siyonist sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe, özelde de Siyonist sömürgeciliğe karşı çıkan herkes terörist, “anti-Semit” olarak damgalanmaktadır.

Siyonizm Yahudilikle bir ve aynı şey değildir. Siyonizm Yahudi burjuvazisinin saldırgan, ırkçı, sömürgeci ideolojisi ve politikasıdır. İlerici, demokratik, halkçı, devrimci anti-Siyonizm, Yahudi düşmanlığına varan gerici anti-Siyonizmden farklı olarak, ırkçı, soykırımcı, işgalci, terörist İsrail devletine ve Siyonist ve emperyalist gericiliğe karşı çıkmaktan ve mücadele etmekten ibarettir. Yahudi düşmanlığına karşı çıkarken ırkçı, faşist Siyonizmle sistemli bir şekilde hesaplaşılmalıdır.

İsrail sömürgeciliğine ve ırkçı Siyonizme karşı çıkmayı “anti-Semitizm” olarak damgalamak, Nazist propagandadan, Nazizmin Siyonist sermaye ve devleti somutunda üretilmesinden ibarettir. Gerek İsrail Siyonist devlet ve siyasi yaşamın temsilcileri, gerekse ırkçı İsrail sermayesi ve devletinin arkasında olan ABD, AB, İngiltere, Almanya vbg. emperyalist devletler olsun, hep birlikte devrime, ulusal kurtuluş savaşımına, sosyalizme, proletarya ve halklara karşı Nazi-Hitlerci psikolojik hareket ve faşist propaganda geliştirmektedirler. Şu on milyonların 1., 2. emperyalist dünya savaşlarında katledilmesinin bir numaralı temsilcisi, Yahudi soykırımın ruhunu taşımaya devam eden Alman devleti ve sermayesi, sözde “tarihsel utancından” dolayı, Yahudi halkına karşı özel borcu varmış numarası çekip, en aşağılık biçimlerde Siyonist kılıklı Nazisist propagandaya sığınarak, ülkesindeki İsrail soykırımını protesto gösterilerini yasaklamakta, suç saymakta, akademisyenleri, yazarları üniversitelerden, kitap fuarlarından kovarak anti-Siyonist sola ve emekçilere göz dağı vermektedir... Bu saldırıları yapan Alman sermaye devleti (ve hükümeti) Almanya’da alabildiğine güçlenerek gelişen, Nazist, neo-faşist hareketi bizzatihi arka planda yönetmektedir. Dahası başta Avrupa olmak üzere dünya çapında gelişen faşist ve neo-faşist hareketle sıkı bağlara sahiptir...

Nazizm “Batı demokrasileri”nin, emperyalist sermayenin özüne içseldir; bu ruh sırası gelince kendini her fırsatta göstermektedir. Emperyalist ve Siyonist Nazi ruhu ve propagandası kendini “anti-Semitizme karşı çıkma” sahtekarlığıyla maskelemektedir.

Son bir not: Filistin sorununun demokratik çözümü, nüfusunun % 70-75’nin Filistinli olduğu Ürdün’ü de kapsayacak demokratik bir çözümü de içine alacaktır...

ÜÇ BÖLÜMLÜK YAZI DİZİMİZ BURADA SONLANMIŞ BULUNUYOR.


* “24 Eylül'de 2. Oslo diye anılan anlaşma Mısır'ın Taba şehrinde ve Washington'da ayrı törenlerle imzalandı.

Bu anlaşma Batı Şeria'yı üçe bölüyordu.

1 - A Bölgesi: Batı Şeria'nın yüzde 7'sini oluşturan bu bölge, Doğu Kudüs ve El Halil haricindeki belli başlı yerleşim merkezlerini tam olarak Filistin idaresine bırakıyor.

2 - B Bölgesi: İsrail ve Filistinlilerin ortak kontrolüne bırakılan bu bölge Batı Şeria'nın yüzde 21'ini oluşturuyor.

3 - C Bölgesi: İsrail bu bölgeyi kontrol altında tutacak, ama aynı zamanda Filistinli tutukluları serbest bırakacaktı.” (BBC, News Türkçe, İsrail-Filistin sorunu: 1799'dan günümüze Filistin tarihi, 15 Mayıs 2018)


DİPNOT 1:

BM Genel Kurulu‟nun Siyonizmin Irkçılığın Bir Türü Olduğuna İlişkin 3379 Sayılı Kararı

10 Kasım 1975

Genel Kurul,

Irk ayrımcılığının bütün biçimlerini ve özellikle ―Irk ayrımı ya da üstünlüğü ile ilgili tüm öğretilerin bilimsel açıdan yanlış, ahlaki bakımdan kınanması gereken, toplumsal bakımdan adaletsiz ve tehlikeli olduğunu yineleyen ve ―dünyanın bazı bölgelerinde ırk ayrımının belirtilerine hala tanık olunması ve bazı Hükümetler tarafından yasal, yönetimsel ve başkaca metotlarla uygulanmakta bulunmasından duyduğu kaygıyı dile getiren 20 Kasım 1963 günlü ve 1904 (XVIII) sayılı kararını anımsatarak;

Genel Kurulun, diğer şeylerin yanısıra Güney Afrika ırkçılığı ile Siyonizm arasındaki aşağılık bağlaşmayı da kınayan 14 Aralık 1973 gün ve 3151 G (XXVIII) sayılı kararını anımsatarak;

19 Haziran-2 Temmuz 1975 tarihleri arasında Mexico City‘de toplanan Uluslararası Kadın Yılı Dünya Konferansının ―Kadınların Eşitliği ve Onların İlerleme ve Barışa Katkılarına İlişkin Bildirgesinde, ―uluslararası işbirliği ve barışın, ulusal kurtuluş ve bağımsızlığa ulaşılmasını, sömürgecilik, yeni sömürgecilik, yabancı işgali, Siyonizm, Apartheid ve ırk ayrımının bütün biçimleriyle ortadan kalkmasını olduğu gibi, halkların onurunun ve kendi geleceklerini belirleme haklarının tanınmasını gerektirdiği ilkesini ilan ettiğini not ederek;

28 Temmuz-1 Ağustos 1975 tarihleri arasında Kampala‘da yapılan Afrika Birliği Örgütü Devlet ve Hükümet Başkanları Kurulunun 12. olağan toplantısında kabul edilen, ―işgal altında bulunan Filistin‘deki ırkçı rejim ile Güney Afrika ve Zimbabve‘deki ırkçı rejimlerin ortak emperyalist kökenden geldikleri, aynı ırkçı yapıya sahip oldukları ve insan onur ve varlığını ezmeyi amaçlayan siyasetleri arasında organik bir bağ bulunduğu yolundaki 77 (XII) sayılı kararını da dikkate alarak; Bağlantısız Ülkeler Dışişleri Bakanlarının 25-30 Ağustos 1975 tarihleri arasında Lima‘da toplanan Konferansında kabul edilen, Siyonizmi, dünya barış ve güvenliğine tehdit oluşturduğu için en ağır biçimde kınayan ve bütün ülkeleri bu ırkçı ve emperyalist ideolojiye karşı çıkmaya çağıran Uluslararası Barış ve Güvenliği Güçlendirme ve Bağlantısız Ülkeler Arasında Dayanışma ve Karşılıklı Yardımlaşmayı Arttırmaya İlişkin Siyasal Bildirgesini de göz önünde tutarak;

Siyonizmin, ırkçılığın ve ırk ayrımcılığının bir türü olduğuna karar verir. (AgD., s. 254-255)


Ek Bilgi Notu:

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948'de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirisi herkesin ‘ırk, renk, cins, dil, din, siyasal 'ya da farklı düşünce, ulusal ya da toplumsal köken, mülk, doğum ya da başka statü’ farkı gözetmeden, tüm haklara ve özgürlüklere sahip olduklarını belirtir. Genel Kurul'un 9 Aralık 1948'de Soykırım Suçunu Engelleme ve Cezalandırma Konvansiyonunu kabulü ırkçılığın bu en büyük belirtisine karşı büyük bir zaferdi. Gene Genel Kurul'un 14 Aralık 1960 tarihli Sömürge Ülkeleri ve Halklarına İlişkin Bağımsızlık Verilmesi Bildirisi istikrar ve dostluk ilişkilerinin ancak kişiler arasında farklılık gözetmeyen bir hak anlayışıyla gerçekleşebileceğini söylüyor. Dünya kamu oyunun eğilimini açıkça gösteren bu bildiriden üç yıl sonra, 20 Kasım 1963'de, Irk Ayrımının Tüm Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Bildiri yayınlandı. 21 Aralık 1960'da da aynı ilkeler bir Konvansiyon durumuna getirildi. Daha önemlisi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar ile Medeni ve Siyasal Haklara ilişkin Uluslararası Andlaşmalar (16 Aralık 1966) 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki ilkeleri bağlayıcı hukuksal biçime soktular.” (Siyonizm ve Irkçılık, s. 10-X)

“ ‘Hür Dünya’ ‘nın önderi Amerika Birleşik Devletleri, 1965 tarihli Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına ilişkin Uluslararası Sözleşmeyi onaylamamıştır. Onun koruduğu İsrail, bir adım daha ileri gitmiş, Sözleşmeyi reddetme kararı almıştır. Ve hala, Siyonizm ve İsrail'in ırkçı olmadığını ileri sürenler vardır.” (Age., s. 11)


DİPNOT 2:

Halk Komiserleri Kurulunun, Yahudi Düşmanlığı Hareketinin Kökünün Kurutulmasına İlişkin Kararı*

27 Temmuz 1918

Halk Komiserleri Kuruluna ulaşan haberlere göre, karşı-devrimciler bir çok kentte, özellikle sınır bölgesinde genel Yahudi kırımına girişilmesi için halkı kışkırtıyorlar. Bu kışkırtılar sonucu, emekçi Yahudi nüfusa karşı yer yer saldırılara tanık olunmuştur. Burjuva karşı-devrim, çarın elinden kayıveren silaha sarılmış bulunuyor.

Mutlakiyetçi hükümet, gerek gördükçe, bilisiz yığınlara, bütün yoksunluklarının Yahudilerden ötürü olduğunu söyleyerek, halkın, hükümete yönelmiş olan öfkesini Yahudilere çevirmiştir. Zengin Yahudiler her zaman kendilerini korumanın yolunu bulmuşlar, kışkırtmadan ve şiddetten hep yoksul Yahudi zarar görmüştür, hep o kıyılmıştır.

Şimdi karşı-devrimciler, en geri bırakılmış halk yığınlarının açlığını, bitkinliğini ve geriliğini olduğu kadar, halk arasında mutlakiyetin ektiği Yahudi nefretinin kalıntılarını da kullanarak, Yahudilere karşı nefreti yeniden canlandırıyorlar.

Bütün emekçi halk yığınlarının kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin ilan edildiği Rus Sosyalist Federe Sovyet Cumhuriyetinde, herhangi bir ulusal-topluluğa baskı yapılmasına yer yoktur. Yahudi burjuva, Yahudi olduğu için değil, burjuva olduğu için düşmanımızdır. Yahudi işçi, bizim kardeşimizdir.

Herhangi bir ulusa karşı herhangi bir tür nefret utanç vericidir, hoşgörülemez

Halk Komiserleri Kurulu, Yahudi aleyhtarı hareketin ve Yahudilere dönük genel kırımın, işçi ve köylü devriminin çıkarları açısından öldürücü olduğunu ilan eder ve Sosyalist Rusya‘nın emekçi halkını, elindeki bütün olanaklarla bu musibete karşı savaşa çağırır.

Ulusal düşmanlık, bizim devrimcilerimizin saflarını zayıflatır, emekçilerin herhangi bir ulusal ayrım gözetmeyen birleşik cephesini parçalar ve yalnızca düşmanlarımıza yardım eder.

Halk Komiserleri Kurulu, bütün Sovyet milletvekillerinin, Yahudi aleyhtarı hareketi kökünden kazıyıp atmak üzere hiçbir ödün vermeyen önlemler almalarını emreder. Genel Yahudi kırımına girişenler ve kırım kışkırtıcıları suçlu tutulacaklardır.

Halk Komiserleri Kurulu Başkanı ULYANOV (LENİN);

Halk Komiserleri Kurulu İdare Amiri BONÇE BUREVİÇ;

Kurul Sekreteri N. GORBUNOV

*V. I. Lenin‘in yazılarından oluşan ve 1979‘da SOL Yayınları tarafından yayımlanan Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları adlı kitaptan alınmıştır. (G. A.)

DİPNOT 3:

Üçüncü Enternasyonal‘in Yedinci Kongresi

Filistin Delegesi Rıdvan el Hilv‟in (Yusuf) Konuşması (parça)

31 Temmuz 1935

... Yoldaşlar, bilindiği gibi Filistin, İngiliz emperyalizmi açısından büyük bir siyasal, askeri-stratejik ve ekonomik önem taşımaktadır. İngiliz emperyalizmi Filistin‘e; Kızıldenize giden yolları bloke etmek, Arap yarımadasına ve özellikle Mezopotamya‘ya giden yolları kesmek ve son olarak da onun elverişli jeografik konumunu ve özellikle Hayfa limanını Akdeniz‘de, Süveyş Kanalı üzerindeki denetimini güvence altına alacak önemli bir askeri üs kurmak amacıyla kullanmak için gereksinim duymaktadır. Musul-Hayfa boru hattının döşenmesinden sonra Filistin‘in, İngiliz emperyalizmi açısından önemi daha da artmıştır. Bu boru hattı onların, sömürge petrolünü olanaklı olan en kısa sürede almasını sağlamaktadır. Böylece Filistin, İngiliz emperyalizminin en önemli ileri karakolu haline gelmiş oluyor. Filistin‘deki siyasal durumun özgünlüğü, İngiliz emperyalizminin bu ülkede kendi sömürge aygıtı ve feodal sınıftan aldığı toplumsal desteğin yanısıra, esas olarak, Yahudi ulusal azınlığını kendi emperyalist politikasının çıkarları için kullanmak suretiyle Siyonist burjuvaziye yaslanması olgusunda yatmaktadır.

İngiliz emperyalizmi tarafından desteklenen Filistin‘deki Yahudi ulusal azınlığı , esas olarak sömürgeci ve egemen bir milliyettir. Filistin‘e karşı saldırısını yoğunlaştırmaya başladığı 1921‘den bu yana AngloSiyonist finans kapital, Arap emekçilerinin ulusal kurtuluş savaşımına karşı kendisi için bir kitle temeli oluşturmak ve sömürge politikasını güçlendirmek için Filistin‘e 250,000 Yahudi göçmen göndermeyi başarabilmiştir. Aradan geçen yıllarda Siyonistler Arap topraklarının en verimli ve en bereketli olan 2,000,000 dönümlük bir bölümünü ellerine geçirmişlerdir. Sadece son üç yıl içinde Siyonist çeteler, İngiliz süngülerinin de yardımıyla 22,000 Arap fellahını* topraklarından kovmuşlardır. Bu fellah kitleleri baba ocaklarını ve yüzyıllardır kendilerine ait olan toprakları yitirmiş, iflasa ve yokolmaya mahkum edilmişlerdir. Ülkenin ekonomik yaşamı hızla Siyonist sömürgecilerin ellerine geçmiştir. Siyonist sermaye eşit olmayan bir rekabet sonucunda Arap sermayesini kapı dışarı etmekte ve küçük burjuvaziyi yoketmektedir. Bankalardaki Siyonist para sermayesi mevduatı her geçen gün hızla artmaktadır. Hükümetin resmi rakamlarına göre bugün Filistin‘deki banka mevduatının yüzde 80‘i Siyonistlere aittir. Onlar merkezi kentlerdeki arsaların yüzde 70‘ini, kırsal bölgelerdeki plantasyon arazilerinin yüzde 70‘ini, dış ticaretin yüzde 80‘ini, iç ticaretin çok büyük bir kısmını, tüm ekilebilir arazinin yüzde 30‘unu ve ülke sanayisinin yüzde 80‘ini ellerine geçirmişlerdir. Halbuki, Yahudi ulusal azınlığı tüm ülkedeki nüfusun sadece yüzde 25‘ini oluşturmaktadır. Bu yolla Siyonist sermaye, Arap emekçi kitlelerini doğrudan ezmekle kalmamakta, küçük burjuvaziyi acımasızca yoketmekte ve Arap ticaret ve sanayi burjuvazisinin orta ve hatta en üst katmanlarını köşeye sıkıştırmaktadır.

Kentlerde, Arap işçilerinin Yahudi işçilerinden daha uzun süre çalışmalarına rağmen onların yarısı ya da üçte biri kadar ücret aldıkları bir durumla karşı karşıyayız. Arap işçileri günde 10-13 saat çalışırken, Yahudi işçilerinin çalışma saatleri bu süreyle karşılaştırılamayacak denli kısadır. Siyonistler, Yahudilere ait işyerlerinde ve plantasyonlarda çalışan Arap işçileri zorla işten atmakta ve yerlerine Yahudi göçmenleri almaktadırlar. Siyonist şiddet sadece bu metotlarla sınırlı değil. Onlar Arap işçilerine karşı en aşağılık ve adi küçümseme metotlarına başvuruyorlar. Arap işçileri sürekli olarak dövülüyorlar; onların ulusal duygularının aşağılanması ülkede artık olağan hale gelmiş bulunuyor.

Arap nüfusunun çoğunluğu en temel yurttaş özgürlüklerinden yoksunken ve özellikle işçi-köylü kitleleri mesleki örgütlenme, basın, toplanma özgürlüklerine sahip değilken, işçiler de içinde olmak üzere Yahudi kitleleri geniş ayrıcalıklardan yararlanıyorlarlar ve onlar mesleki örgütlenme, basın ve seçimlere katılma özgürlüklerine vb. sahipler. Ekonomik faktörlere ek olarak, bu durum da Arap ve Yahudi kitleleri arasında keskin bir ayrıma yol açıyor.

Yahudi sermayesinin partileri -Siyonistler ve Poalei-Siyonistler**- emperyalizmin sömürge politikasının silahları durumundadırlar. Onlar bu politikalarını, Yahudi işçilerini aldatarak yürütüyorlar. Biz, bütün dünya işçilerinin ve özellikle dürüst Yahudi işçilerinin bu gerçekleri öğrenmelerini ve Siyonist göçmenlerin maceracı ve kriminal politikalarına karşı durmalarını istiyoruz.

Siyonist kampta her şeyin yolunda gittiği söylenemez. Daha şimdiden, işsizliğin artmasına bağlı olarak Yahudi işçileri arasında hoşnutsuzluğun artışının belirtileri var. Şimdiden 5,000‘den fazla işçi işsiz durumda. Bu işsizlik; artan göç akınının, yeni inşaat hacminin kısıtlı oluşunun ve özellikle de Arap kitlelerinin, topraklarının ve işlerinin Yahudiler tarafından ellerinden alınmasına karşı direnişinin büyümesinin sonucudur. İngiliz emperyalizminin, Yahudi işçilerini Siyonizmin zindanına itmek için daha şimdiden Arap kitleleri üzerindeki basıncı, sömürüyü ve aşağılamayı arttırdığından kuşku duyulamaz.

İngiliz emperyalizminin bu politikası ve ekonomik bunalım nedeniyle Arap emekçi kitlelerinin durumu hızla kötüleşmektedir. İşsiz Arapların sayısı her geçen gün artmaktadır. Hiçbir yardım alamayan işsizler yoksulluğa batmakta ve açlıktan ölmeye mahkum edilmektedirler. Ödenmesi olanaksız vergilerin, ürettikleri tarım ürünlerini karşılığında ellerine geçen çok düşük fiyatların ve bankaların ve tefecilerin yağması nedeniyle tükenen köylülerin tarım ekonomisi sürekli olarak gerilemektedir. Arap fellahı, kendi yoğun emeğiyle, ailesinin minimum gereksinimlerini karşılayamamaktadır. Burada, (İngiliz emperyalizminin ajanlarından biri olan) John Crosby‘nin komisyonunun rakamlarına göndermede bulunacağım. Filistin‘de tarım ekonomisinin durumunu araştıran Crosby, 100 dönüm toprağı bulunan bir köylünün gelirinin 51 Filistin pound‘u olduğu sonucuna vardı. Bu toplam rakamdan 22 Filistin pound‘u üretim maliyetleri için çıkarılacaktır. Rant ödemeleri, köylünün eline geçen parasal gelirin yüzde 30‘unu bulmaktadır. Böylece fellah‘ın elinde, içinden ayrıca din adamlarına vb. olan borçlarını ödemesi gereken 24 Filistin pound‘u kalmaktadır. Demek ki, bütün harcamaların çıkarılmasından sonra köylünün elinde en fazla 16 Filistin pound‘u kalmaktadır. Ama öte yandan bay Crosby, ―kendi işinde çalışan bir yerleşimci ailesinin yıllık ortalama harcamasının 162 Filistin pound‘u olduğunu saptamaktadır. Görebileceğiniz gibi, 16 Filistin pound‘uyla 162 Filistin pound‘u arasında 10 kattan biraz daha fazla bir fark vardır. Dahası Crosby, 100 dönüm toprağı olan bir köylüyü esas almaktadır. Fakat bu kadar toprağı olan köylüler epey azdır; bunların oranı yüzde 18-20 dolayındadır. Köylü kitlesinin geriye kalan kısmı ya daha küçük arazilere sahiptir ya da tümüyle topraksızdır. Sömürgeciliğin ajanı köylülüğün bu kesimlerine değinmeyi ―unutmuştur. Gene de, Bay Crosby‘nin sunduğu materyel bile Arap fellahlarının nasıl yaşadıklarını göstermeye yeter. Dahası, Crosby‘nin rakamlarının 1931 yılına ait olduğu, o yıldan sonra Arap fellahlarının durumunun önemli ölçüde kötüleştiği de kaydedilmelidir.

Emperyalizmin ve onun Siyonist ajanlarının Filistin emekçi kitleleri üzerindeki baskısının ve vahşi sömürüsünün yoğunlaşmasına bağlı olarak Arap kitlelerinin direnişi güçlenmektedir. Ülkedeki antiemperyalist hareket, Filistin‘in sömürgeleştirilmesinin ilk günlerinden bu yana büyümektedir. 1920, 1921 ve 1922 yıllarında olduğu gibi 1929, 1931 ve 1933 yıllarında da Arap kitleleri güçlü gösteriler gerçekleştirdiler. Bütün halkın ayaklandığı 1929 anti-emperyalist savaşımı, sömürgecilere gözle görülür darbeler indirdi. Ajanları aracılığıyla İngiliz emperyalizminin bu güçlü anti-emperyalist harekete karşılıklı bir Arap-Yahudi katliamı karakteri kazandırmaya çalıştığı doğrudur; ancak onların bu girişimi başarısızlığa uğradı. 1929 halk ayaklanması güçlü bir anti-emperyalist harekete dönüştü. Bu hareket, Filistin‘le sınırlı kalmadı ve diğer Arap ülkelerinde de yansımasını buldu. Başka sömürgelerden getirilen çok sayıda İngiliz emperyalist askeri, devrimci Arap kitlelerini acımasızca cezalandırdılar İngiliz emperyalizminin ve Siyonist silahlı birimlerin korkunç misillemeleri ve ulusal reformistlerin gerici kanadının ihaneti sonucunda devrimci hareket kanla bastırıldı; ama onlar 1929‘dan sonra da devam eden savaşımı boğamadılar. Arap işçilerinin sendikalar örgütleme istekleri özellikle dikkate değer görünüyor ve bir grev savaşımı büyümeye başlıyordu. Siyonist çetelerle ve polisle sokak çatışmaları giderek daha sıklaştı.

Öte yandan, Arap köylerinde de huzursuzluk dinmedi. Vergilerin ödenmesinin reddi, polise karşı direniş, gerilla birimlerinin büyümesi, 1931 Nablus gösterisi, köylülerin Siyonist elkoyuculara karşı toprak savaşımı (Vadi Havares, Şatta, Zübeyde vb.) ve 1933‘ün büyük eylemleri hep, Arap kitlelerinin kurtuluş hareketinin ne denli etkili ve ne denli büyümekte olduğunu göstermektedirler. 1935‘te Hayfa‘da petrol şirketinin işletmelerinde gerçekleştirilen grev özel bir önem taşımaktadır. 650 işçinin yoğun bir bunalım ve işsizlik yılında gerçekleştirdikleri bu grev 16 gün sürdü ve bu sınıf çarpışması, işçilerin zaferiyle sonuçlandı. İşçiler, ekonomik taleplerini kabul ettirmelerinin yanısıra sendikalarının şirket tarafından tanınmasını da sağladılar. Bu grevi daha da dikkate değer kılan onun, Filistin-Arap işçi hareketinin tarihindeki ilk güçlü grev olmasının yanısıra, Filistin Komünist Partisi‘nin tarihinde önemli bir yer tutması, örgütlenmesi ve yürütülmesinin Partinin güçlü desteğiyle ve onun hegemonyası altında gerçekleştirilmiş olmasıdır. Böylesi bir başarı Partinin, Araplaştırma politikası sayesinde kitle çalışması yolunda öne çıkmakta olduğunun bir göstergesidir. Grev, Filistinli Arap işçilerin diğer kesimleri üzerinde derhal etkisini gösterdi. Limanda 130 işçinin katıldığı bir grev patlak verdi. Bunu, Hayfa şoförlerinin grevi, demiryolu işçileri ve belediye işçileri arasında huzursuzluk izledi. Bu kendiliğinden gelme grevler, muazzam bir heyecanın esin kaynağı oldu, Filistinli Arap işçilerin sınıf savaşımına büyük bir itilim verdi ve kent emekçi kitlelerinin geniş kesimleri arasında sempati yarattı. Hayfa‘daki son grev sırasında, hareketin komşu köylere de sıçraması olgusu, Filistin devrimci hareketinin yeni bir evreye vardığını gösteriyor. Harsile‘de köylülerle jandarmalar arasında altı saat süren ve çok sayıda köylünün yaralanması ve birinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışma yaşandı. Filistin‘de işçi hareketiyle köylü hareketinin birliği ve işçi sınıfının hegemonyası olanağı bu yolla yaşama geçiyor. Kentlerdeki zanaatkarların ve küçük burjuvazinin yoksulluğu gözönüne alındığında, nüfusun bu katmanları da devrimci savaşımın dışında kalamazlar. Bütün bunlar, Filistin‘de proletaryanın partisinin devrimci çalışmasının geliştirilmesi için çok geniş alanlar olduğunu gösteriyor...

*Fellah: Mısır‘da ve diğer Arap ülkelerinde çiftçileri ve köylüleri tanımlamak için kullanılan bir terim. (G. A.)

**Poalei-Siyonizm, Siyonizmle sosyalizmi ―bağdaştırmaya ve Siyonizme bir işçi-emekçi görünümü vermeye çalışan Siyonist bir akım. (G. A.) (s. 216)

DİPNOT 4:

İsrail Bağımsızlık Bildirgesi
İsrail Bağımsızlık Bildirgesi, 14 Mayıs 1948 tarihinde açıklanmıştır. İngiliz Mandasının sonlandığı günde, yeni bağımsız İsrail devleti resmi olarak ilan edilmiştir. Bildirgeyi hukukçu David Ben-Gurion okumuş ve yeni ülkenin ilk başbakanı olmuştur.

İsrail Bağımsızlık Bildirgesi İsrail Devleti’nin Kuruluşu Bildirgesi Eretz-İsrail Yahudi halkının doğum yeridir. Burada ruhani, dini ve siyasi kimlikleri biçimlenmişti. Burada ilk kez devlet olmaklıklarını aldılar, ulusal ve evrensel öneme sahip kültürel değerler yarattılar ve dünyaya ölümsüz Kitapların Kitabını kazandırdılar. Zorla topraklarından sürgüne yollandıktan sonra, insanlar bununla dağılımları süresince inançlarını korudular ve buraya geri dönüşleri için ve burada siyasi özgürlüklerini tekrar kurmak için hiçbir zaman dua ve umut etmeyi bırakmadılar. Bu tarihi ve geleneksel bağlılıkla harekete geçen Yahudiler antik anavatanlarında tekrar hayatlarını kurmak için her yeni nesilde mücadele ettiler. Geçtiğimiz on yıllarda yığınlar halinde geldiler. Öncüler, Ma’apilim ve savunucular, çölleri verimleştirdiler, İbranice dilini canlandırdılar, köyler ve kasabalar kurdular, ve kendi ekonomisini ve kültürünü kontrol eden, barışı seven; ancak kendini savunmayı bilen, ilerlemenin nimetlerini tüm ülke halkına getiren ve bağımsız bir milliyete doğru ilerleyen bir başarılı bir topluluk oluşturdular.

5657 yılında (1897), Yahudi devletinin ruhani lideri çağrısında, Theodor Herzl, ilk Siyonist Kongresi toplandı ve Yahudi halkının kendi ülkelerinde ulusal yeniden doğuş hakkını ilan etti. Bu hak 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklerasyonunda tanındı ve Milletler Cemiyeti’nin, belirgin şekilde, Yahudi halkı ve Eretz-İsrail arasındaki tarihi bağlantıya ve Yahudi halkının kendi milli evini tekrar inşa etme hakkına uluslararası tasdik veren Mandasında tekrar doğrulandı.

Yahudi halkının yakın zamanlarda yaşadığı facialar ve Avrupa’daki milyonlarca Yahudi’nin katliamı, evsizlik meselesini çözmenin aciliyetini gösteren başka açık bir kanıttı; bu Eretz-İsrail’de anavatanın kapılarını her bir Yahudi’ye açacak ve Yahudi halkına milletlerarası nezaketi üyesinin saygınlık statüsünü verecek Yahudi devletini tekrar kurarak gerçekleşecektir.

Zorluklardan, kısıtlamalardan ve tehlikelerden yılmayan Avrupa’daki Nazilerin Yahudi Soykırımı’ndan kurtulanlar ve ayrıca dünyanın diğer yerlerinden gelen Yahudiler Eretz-İsrail’e göç etmeye devam ettiler ve kendi ulusal anavatanlarında saygınlık, özgürlük ve dürüst çalışma hayatı haklarını aramayı asla bırakmadılar.

İkinci Dünya Savaşı’nda, bu ülkenin Yahudi nüfusu özgürlük ve barış seven ülkelerin Nazi güçlerinin kötülüklerine karşı mücadelesine tam katkıda bulundular, ve askerlerinin kanıyla ve savaş çabasıyla Birleşmiş Milletleri kuran kişiler arasında tanınma hakkını kazandılar.

29 Kasım 1947’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Eretz-İsrail’de bir Yahudi devletinin kurulması çağrısında bulunan bir çözüm sundu; Genel Kurul, Eretz-İsrail sakinlerinin bu çözümün uygulanması için kendilerine düşenlerle ilgili gerekli adımları atmalarını istiyordu. Birleşmiş Milletlerin bu Yahudi halkının kendi ülkelerini kurma hakkını tanıması değiştirilemez. Bu hak Yahudi halkının, tüm diğer ülkelerde olduğu gibi, kendi bağımsız ülkelerinde kendi kaderlerinin efendileri olmalarıyla ilgili doğal hakkıdır.

Buna uygun olarak bizler, Bireylerin Konseyi üyeleri, Eretz-İsrail’in Yahudi topluluğunun ve Siyonist hareketinin temsilcileri, burada Erezt-İsrail üzerindeki İngiliz Mandasının sonlandığı bugünde, kendi doğal ve tarihi hakkımızın vasıtasıyla ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu çözümünün gücüne dayanarak, bu vesileyle İsrail Devleti olarak bilinecek Eretz-İsrail’de bir Yahudi devletinin kurulmasını beyan ediyoruz. Mandanın sonlandığı andan itibaren, bu akşam, Sebt günü arifesi, 6 Iyar 5708 (15 Mayıs 1948) seçili Kurucu Meclis tarafından en geç 1 Ekim 1948’e kadar kabul edilecek anayasaya uygun olarak devletin seçilmiş, düzenli otoritelerinin kurulmasına kadar, “İsrail” olarak adlandırılacak Yahudi Devleti’nde Bireyler Konseyi geçici Devlet Konseyi olarak hareket edecek ve yürütme organı, Bireylerin Yönetimi, devletin Geçici Hükümeti olacaktır.

İsrail Devleti, Yahudi göçüne ve sürgündekilerin toplanmasına açık olacaktır; ülkenin kalkınmasını tüm bireylerinin yararına olacak şekilde teşvik edecektir; İsrail’in Peygamberlerinin öngördüğü gibi özgürlüğe, adalete ve barışa dayanacaktır; din, ırk ve cinsiyet ayrımı olmadan tüm vatandaşlarının sosyal ve siyasi haklarında eşitliği garanti edecektir; din, vicdan, dil, eğitim ve kültür özgürlüğü sağlayacaktır; tüm dinlerin Kutsal Yerlerini koruyacaktır; ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin ilkelerine bağlı olacaktır.

İsrail Devleti, 29 Kasım 1947 Genel Kurul çözümünün uygulanması için Birleşmiş Milletlerin tüm örgütleriyle ve üyeleriyle işbirliği yapmaya hazırdır ve Eretz-İsrail’in tümünde ekonomik birliği kurmak için gerekli adımları atacaktır.

Birleşmiş Milletlere ülkesini kurmakta ve İsrail Devleti’nin milletlerarası nezakete kabul edilmesini sağlamakta Yahudi halkına yardımcı olması çağrısında bulunuyoruz. Aylardır bize yönelik yapılan saldırılar esnasında İsrail Devleti’nin Arap sakinlerine barışı koruma ve tam ve eşit vatandaşlık ve tüm bölgesel ve kalıcı kurumlarında gereken temsil temelinde ülkenin inşa edilmesine katılmaları çağrısında bulunuyoruz.

Tüm komşu ülkelerimize ve vatandaşlarına barış ve iyi komşuculuk teklifiyle elimizi uzatıyoruz ve kendi ülkelerine yerleşmiş bağımsız Yahudi halkıyla işbirliği ve ortak yardım bağları oluşturma çağrında bulunuyoruz.

İsrail Devleti, Orta Doğu’nun tamamının kalkınması için üzerine düşeni gerçekleştirmeye hazırdır. Diasporadaki Yahudi halkına, Eretz-İsrail’deki Yahudilere göç ve inşa etme görevlerinde yardım etmeleri ve çok eski bir hayali gerçekleştirmede İsrail’in kurtarılmasında karşılaşılacak zorluklarda destek çıkmaları çağrısında bulunuyoruz. Tanrı’ya güvenerek, anavatan toprağında, Tel Aviv şehrinde, bu Sebt Günü arefesinde, 5 Iyar 5708 (14 Mayıs 1948) tarihinde Devlet Geçici Konseyi’nin bu oturumunda bu beyannameye imzalarımızı atıyoruz.

Geçici İsrail Hükümeti

Resmi Gazete: 1 Numara; Tel Aviv, 5 Iyar 5708, 14.5.1948 Sayfa 1

David Ben-Gurion

Daniel Auster Mordekhai Bentov Yitzchak Ben Zvi Eliyahu Berligne Fritz Bernstein Haham Kurt Altın Meir Grabovsky Yitzchak Gruenbaum Dr. Abraham Granovsky Eliyahu Dobkin Meir Wilner-Kovner Zerach Wahrhaftig Herzuria Vardi Rachel Cohen Haham Kalman Kahana Saadia Kobashi Haham Yitzirchak Meir Levin Levin Meirchak Meir Nachum Nir Zvi Segal Rabbi Yehuda Leib Hacohen Balıkçı David Zvi Pinkas Aharon Zisling Moshe Kolodny Eliezer Kaplan Abraham Katznelson Felix Rosenblueth David Remez Berl Repetur Mordekhai Shattner Ben Zion Sternberg Bekhor Shitreet Moshe Shapira Moshe Shertok
Kaynak Linkihttps://hukukbook.com/israil-bagimsizlik-bildirgesi/