29 Mart 2024 Cuma

“YARATICI MARKSİZM”, LENİNİZM, PARTİ VE TASFİYECİLİK

 

YARATICI MARKSİZM”, LENİNİZM, PARTİ VE TASFİYECİLİK

Partimizin oportünist kanadı (...) önce genel sorunların çözümlerini bulmadan, özel sorunları çözümlemeye kalkışan bir kimsenin, farkına bile varmadan her adımda bu genel sorunlara ‘takılacağını’ unutuyor. Her özel durumda körcesine onlara takılmak ise, izlenen politikayı en kötü yanılgılara ve ilkesizliğe mahkum etmektir.” (Lenin)

I

Marksizm-Leninizm’i üç bileşeni (felsefe, politik-ekonomi, sınıf mücadelesi ve sosyalizm öğretisi) alanında tarihsel deneyime, çağımızda ortaya çıkan önemli değişikliklere ve bilimlerdeki gelişmelere bağlı olarak zenginleştirip yetkinleştirmek gerekiyor mu? Evet.

Peki, bu görev yeterince hakkı verilerek yerine getirilebildi mi? Hayır.

Peki, Marksizm-Leninizm bir bilim olarak geliştirilmediğinde uluslararası proleter devrimin proletarya ve komünistlere yüklediği görevler, öncülük iddiası ve misyonu hakkıyla yerine getirilebilir mi? Hayır.

Demek ki bu bakımdan yaşamsal sorunlarla karşı karşıyadır dünya komünistleri.

Peki bu görevin ve görevlerin üstlenilmesi için uluslararası komünist bir merkezin, proletarya nezdinde otoritesi kabul edilen bir merkezin ortaya çıkmasını mı bekleyeceğiz? Kuşkusuz ki hayır. Böyle bir komünist çekim merkezinin varlığı istenir bir durumdur ama hali hazırda böyle bir merkez yok. O halde ne yapmalı? Yapılacak şey, böyle bir merkezin küresel çapta inşası için çalışırken, pasif bir bekleyişe mahkum olmadan, görev ve sorumluluklarımızın bilinciyle bağımsız ve yaratıcı komünist kolektif eleştirel akla dayanarak söz konusu görevi, görevleri militanca üstlenmektir...

Dünya çapında bu doğrultuda bir arayışın olduğu kesindir ama aşırı dağınıklık, birbirinden yalıtılmışlık, koordinasyonsuzluk göz çıkarmaya devam etmektedir. Bu bağıntıda dünya çapındaki gerçeğe de hakim değiliz...

Marksist-Leninistlerin örneğin dogmatik derin zaafların olduğu 70’lerden farklı olarak söz konusu gereksinmeleri anlamada, tarihsel sürece eleştirel yaklaşmada, tarihsel deneyimden dersler çıkarmada, çağımızın temel tarihsel karakteristikleri çerçevesinde ortaya çıkan, gelişen yeni olguları tahlil ederek teoriyi geliştirmede ciddi bir yöneliminin geliştiği de açıktır. Sözgelimi sosyalizmin sorunları, emperyalist küreselleşme ve dünya devrimi üzerine geliştirilen ve geliştirilmeye devam eden çalışmalar ve eleştirel açılımlar bunun ifadesidir. Bu gelişme, gerek uluslararası deneyimlerden gerekse de kendi öz deneyimlerimizden eleştirel çıkardığımız derslerin yarattığı olgunlaşmayla bağlıdır.

Komünistlere yol gösteren Lenin’in şu analiz ve perspektifidir:

Marx’ın teorisini asla bitmiş ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine, eğer yaşamda geri kalmak istemiyorlarsa, sosyalistlerin, tüm yönlere doğru geliştirmek zorunda oldukları o bilimin yalnızca temel taşını koyduğuna inanıyoruz…” (Aktaran Stalin, açL., Eserler C. 16, s. 68–69)

Nitekim Lenin kendi yaşadığı tarihsel kesitte bu görevi yerine getirmiş, Leninizm çağımızın Marksizmi düzeyine yükselmiştir. Dolayısıyla artık Leninizm’siz bir Marksizm’den bahsedilemez; artık vurgulanması gereken Marksizm değil, Marksizm-Leninizm’dir. Uluslararası tekellerin hegemonyası ile belirlenen ve kapitalist/revizyonist sistemin çöküşünden sonra dizginlerinden boşanan burjuva liberal ideolojik saldırı ve tasfiyecilik fırtınası ile birlikte, geçtik Stalin’i, Lenin ve Leninizm vurgusunun ya unutulduğunu ya da aşırı gerilediğini, Leninizm dememek için “Marksizm”, “Marksist”, “Marksist parti”, “20. asrın Marksizmi” gibi kavramların arkasına gizlenilerek Marksizm-Leninizm’e karşı mücadele edildiği olgusunun altı çizilmelidir. Bu olgu, tasfiyeci oportünizmle, yeni tip revizyonizmle, postmarksizmle bağlıdır.

Lenin, “ben son noktayı koydum”, “Marksizmi geliştirme işi son bulmuştur” demek bir yana, komünistlere Marksizm-Leninizm’i (ama içeriğini, temellerini bozmadan, proleter sınıf davasına sıkı sıkıya bağlı kalarak, Marksist-Leninist tarihe reddiye yazmadan, diyalektik materyalizme dayanarak) geliştirmeye devam edin demiştir. Lenin sonrası sosyalizm ve UKH’nın tarihinin eleştirel derslerini çıkararak geliştirme görevi, Lenin’in, Leninizm’in gereği ve direktifidir. Örneğin, sosyalizmin inşasında ortaya çıkan ciddi zaaflar, sosyalizmin yeni tip bir bürokratik karşı-devrimle içeriden tasfiyesi, kapitalizmin yeni tip burjuvazi önderliğinde kurulması olgusunun kapsamlı ve derin analizi görevi yerine getirilemeden Marksist-Leninist teoriyi (ve pratiği) geliştiremezsin. Örneğin kendisine “komünist” diyen ama bu görevi yerine getirmeyen bir partinin ya da bireyin “Lenin’i, Leninizm’i güncellediğini”, “21. asrın Marksizmi”ni temsil ettiğini propaganda etmesi objektif olarak tasfiyeciliği temsil eder ve tasfiyeciliğe meşrulaştırma harekatı olmanın ötesinde de bir değer taşımaz.

Marksizm-Leninizm bir dogma, tamamlanmış, asla dokunulamayacak, sonal düzeyine yükselerek önünde tapınılacak kutsal bir teori, bir din değildir. Bilakis dünyayı değiştirmeye endekslenmiş eleştirel bilim olarak Marksizm-Leninizm, onun felsefi temeli ve temel yöntemi olan diyalektik materyalist yönteme dayanarak sürekli geliştirilmek zorundadır. Aksi bir savunu Marksizm-Leninizm’i bir bilim, proletaryanın kurtuluş hareketinin teorisi olmaktan çıkararak bir dine/dogmaya dönüştürür. Marksizm-Leninizm’in bir dine dönüştürülmesi ise onun ölümü demektir. “Somut şartların somut tahlili” Marksizm-Leninizm’in yaşayan ruhudur. Somut tarihsel gelişmenin dinamik gerçekliği içerisinde (asgari ve) azami amaçlara ulaşmak için ulusal ve küresel alanda teorik ve pratik-politik olarak yolun aydınlatılması ve açılması sürekli bir görevdir. Sol liberal, halkçı teoriler başta olmak üzere dogmatizm de içinde anti-Leninist teorilerle, ideolojilerle, akımlarla hesaplaşmak, her zaman gündemde olacaktır. Bu gündem tarihin, politik mücadelenin gelişiminin her bir önemli dönemecinde yeniden ve yeniden şekillenerek gündemleşecek, Marksist-Leninistler de buna göre teori ve pratiğini, ideolojik mücadelesini biçimlendirerek savunma değil saldırı konumunda üzerine düşeni yerine getirecektir.

Çağımızda Leninizm’siz bir Marksizm düşünülebilir mi? Elbette hayır. Oysa Marks’a dönüş sloganı Leninizm’siz bir “Marksizm”e dönüş çağrısıdır. Leninist literatürden kurtulma arayışı bunu ifade eder.

Peki Lenin’in ölümünden sonra sosyalizmin, UKH’nın (uluslararası Komünist Hareket) tarihsel miras ve kazanımlarını “Lenin’e dönüş” adına ret ve inkar ederek “Marksizm” “yaratıcı” bir tarzda geliştirilebilir mi? Kuşkusuz ki hayır. Leninizm savunusu maskesine bürünerek Stalin’i, SBKP’yi, III. Enternasyonal’i, Lenin-Stalin’in sosyalist SSCB’sini mahkum etmek Leninizm’siz “Marksizmi” ifade eder. Lenin’den, Leninizm’den bahsedip Stalin ve SBKP önderliğinde inşa edilen, Leninizm’in en büyük eseri sosyalist inşa ve sosyalist toplumun kuruluşundan bahsetmemek de bunu ifade eder. Kanımızca sorunların çözümü “Marksizm”, “sosyalizm”, “Marksizm-Leninizm” adına ortaya çıkan tarihsel revizyonist, oportünist, reformist akımlara dönüşle, onların sloganlarını “yenilenme”, “yenilik” vs. adına öne sürmekle gerçekleştirilemez.

Lenin ölümüyle Marksist-Leninist teorinin geliştirilmesinin sonlandığını, Stalin’in (“Stalinizm”) bu görevi anlamak bir yana ona “ihanet” ettiği, Marksizmi dogmatik bir dine, bir mezhebe, dogmatik Marksizm”e dönüştürdüğü vb. propagandası uluslararası burjuvazinin ve ideolojik uşaklarının yüzyılı aşkındır yaptığı propagandadır. Lenin’den sonra teorinin geliştirilmediği propagandası sahte ve boş bir palavra da olsa, ideolojik etki gücü asla küçümsenemez. Bu demagoji ve manipülasyon Troçki’den Titoizme, Kruşçev modern revizyonizminden Euro-komünizme, Frankfurt Okulu’ndan ardılı olan “Batı Marksizmi”ne (“Yeni sol”), özellikle “Doğu bloku”nun çöküşüyle postmarksizme uzanan tarihsel akıntının yarattığı yıkıcı etki gücüyle bağlıdır.

Lenin’den sonra Marksizm-Leninizm’i geliştirme, teoriyi zenginleştirme çalışmasında önde gelen rolü Stalin oynamıştır. Stalin dünya proleter devriminin, SSCB’de sosyalist inşanın somut gereksinmelerine bağlanmış bir çizgide teoriyi geliştirerek zenginleştirmiştir. III. Enternasyonal’in lideri olarak Stalin, Lenin’in izinde enternasyonalizmin ve enternasyonal mücadelenin teori ve pratiğini sürekli zenginleştirme çalışmasını yürütmüş, program, strateji, taktiklerini sürekli geliştirmiştir. Dogmatizme, doktrinizme, sekterizme, Troçkizm ve sosyal demokrasiye, sol liberal teorilere ve politikalara karşı mücadeleyi yeni mücadele deneyleriyle zenginleştirmiştir. Marksist-Leninist teoriye dayanarak emperyalist kapitalizmi, kapitalizmin genel ekonomik krizlerini, sosyalist sistemin varlığı ve kuruluşu ile bu olgunun emperyalist dünya sistemi, emperyalizmin genel bunalımı ve dünya devrimi üzerindeki etkilerini somut olarak tahlil etmiş; tarihte bir ilk olan SSCB’deki sosyalist inşanın deneyimine dayanarak sosyalist toplumun kuruluşu teorisini geliştirmiştir. Kuşkusuz ki Stalin’in Marksizm-Leninizm’e katkıları salt bunlarla da sınırlı değildir, biz sadece bu gerçeği, teorinin geliştirilmesi görevinin sürekliliği gerçeğinin Stalin tarafından ısrarla vurgulandığını ve bu ağır görevin altına tereddütsüzce girdiğini vurgulamak istedik. Bugün de bu görev yakıcı bir görevdir. Bu görevi üstlenirken Stalin döneminin ciddi zaaflarını da eleştirel incelemek üzerinden atlanamayacak Leninist bir görevdir.

Tüm hata ve eksikliklerine karşın Enver Hoca’nın da SSCB’de ortaya çıkan yeni tip burjuva karşıdevrimin ve kapitalizmin restorasyonu ve emperyalist kapitalizmin (ÇUŞ’lara dayanan) uluslararası tekelci kapitalizme dönüşümüne dair yaptığı teorik ve somut katkıları da görmezden gelemeyiz. Özellikle kapitalist/revizyonist sistemin çöküşünden sonra tasfiyeci oportünizmin, inkarcılığın revaçta olduğu bir tarihsel kesitte, E. Hoca’nın teoriye yaptığı katkıları görmezden gelinmesinin anlaşılamayacak yanı da yoktur... Enver Hoca’nın ve AEP’in “doktrinerizm”i, “dogmatik mezhepçi Marksizm”i, “teorik-ideolojik tutuculuğu” temsil ettiğini, tipik bir “Muhafazarlık”la zehirlendiğini, “sekterizm”in temsilcisi olarak “uluslararası Marksist hareketi böldüğü”nü vb. vb. ileri sürenler için elbette ki Hoca’nın ve AEP’in tarihsel rolünün bir önemi yok. Onlar için sorun üzüm yemek değil bağcı dövmektir.

SSCB’de kapitalizmin yeni tipte zaferi ve sosyalizmin tasfiyesi, ASCH’nin çöküşü gerçeklerini her açıdan çarpıtarak gerek Stalin’e gerekse de Enver Hoca’ya, onlar nezdinde dünya komünist hareketinin ve sosyalizmin başarı ve kazanımlarına tasfiyeci reddiye yazanlar kuşkusuz ki dünya burjuvazisinin saflarındadırlar. İnsanlık tarihinin en önemli asrı ve en önemli tarihsel alt-üst oluşlara tanık olan 20. asırda proletarya ve halkların tarihsel birikimini ve kazanımlarını savunarak burjuva ve küçük burjuva teorilere ve akımlara karşı mücadele etmek ve bu mücadeleyi sosyalist ülkelerin ve UKH’nın zaaflarının eleştirisi ile birlikte güçlü bir silaha çevirmek ne oportünistlerin, tasfiyecilerin ne de burjuvazinin işine gelir... Burjuvazi ve yedeğindeki renkli gerici cephenin işaret ettiğimiz tarihsel belleği silme harekatı boşuna değil yani ve bu gerçeği unutan da Marksist-Leninist olamaz. Fakat bu gerçeği “unutan”, tasfiyeci revizyonist, postmarksist propagandanın temsilcilerinin fütursuzca ortalıkta dolaşmaya, caka satmaya devam ettiğini de biliyoruz.

Teoriyi geliştirme, tarihsel deneyimden eleştirel öğrenme, doğa ve toplum bilimlerindeki gelişmeleri diyalektik materyalist yöntem ve felsefenin ışığında zenginleştirme görevi, ancak Marksizm-Leninizm’e dayanarak geliştirilebilir. Bu ilkesel, ideolojik perspektifin ret ve inkarı tasfiyecilikten ibarettir. Ki dünya çapında da hala revaçta olan sol liberal, post-Marksist tasfiyeciliktir ve tasfiyeciliğin elindeki silah ise “dogmatizme karşı mücadele” paslı silahıdır.

Peki bu görev ve görevler, Marks öncesi halkçı teorilere, I. Enternasyonal içerisindeki küçük burjuva teorilere, Bernsteinciliğe, II. Enternasyonal oportünizmine, Kautskyciliğe, Menşevizme, Troçkizme, Buharinizme, “Batı Marksizmi”ne, Titoizme, Kruşçev modern revizyonizmine, orta yolculuğa, 60’ların “Yeni sol”una, Çin revizyonizmine, Latin Amerika küçük burjuva devrimci maceracılığına, post-Marksizme, 12 Eylül tasfiyeciliğine, “Kuruçeşme”ciliğe vs. dönülerek yerine getirilebilir mi? Kuşkusuz hayır!

Bütün bu tarih boyunca Marksist, Lenin ile birlikte Marksist-Leninist teori ve pratik, bu teori ve pratiğin can damarı olan işçi sınıfı ve proletaryanın öncüsü parti teorisi hep saldırıya uğramadı mı? Evet uğradı, hem de azgınca. Bu ideolojik ve politik saldırı dalgası devam ediyor mu? Kuşkusuz devam ediyor ve biz bunu bilakis kendi coğrafyamız ve devrimci hareketinin somut gerçekliğinden biliyoruz.

Bu saldırı, demagoji ve manipülasyon hem burjuvazinin açık sözcülerinden hem de bir tehlike olmanın ötesinde daha büyük ve somut bir tehdit olan “Marksizm”, “Marksizm-Leninizm”, “Yaratıcı Marksizm”, “doktrinerizm”e, “dogmatizme”, “mezhepçi Marksizme” karşı mücadele, “21. yüzyılın Marksizmi ve sosyalizmi” vbg. sloganların arkasına gizlenmiş sol liberal, tasfiyeci revizyonist cepheden gelmektedir. Tasfiyeci, post-Marksist, ezilenci oportünist burjuva liberalrtınaya gecikerek iltihak edenler de (sonradan görmeler ve dönmeler olarak) aynı işlevi yerine getirmektedir. Dünya proletaryası ve komünistlerin henüz atılıma geçemediği, Marksizm-Leninizm’in ve sosyalizm davasının itibarının henüz oldukça zayıf olduğu günümüz koşullarında ortada olan koskoca boşluğu sol liberal akım ve akıntı doldurmaktadır. Sol liberal “Marksizm” kılıklı akıntı, bütün renkliliği içerisinde “Marksizmi”, “Marksizm-Leninizmi” geliştirme, yenileme, zenginleştirme, tarihten ve yenilgilerden ders çıkarma, “20. yüzyılın iflas etmiş sosyalizmi ve Marksizmini aşma” vs. adına devrimci hareketi de derinden etkilediği gibi, kimi önemli örneklerde de yönlendirir hale geldiğini biliyoruz. Meydan boş kalınca, meydan boş görülünce “Marksizm” vs. adına bu boşluk burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi akımları tarafından doldurulmakta ve bu, “21. yüzyılın Marksizmi ve sosyalizmi” olarak lanse edilmektedir. Bir dönem bu tasfiyeci fırtınaya karşı güçlü durmayı başarmış komünist hareket ise ne yazık ki giderek “ezilenci Marksist” tasfiyecilik rayına oturdu. Unutmayalım, “Ezilenlerin Marksizmi”, “ezilenlerin Marksist partisi”, post-Marksizm hiçbir zaman gerçek Marksist-Leninistlerin ve komünist partilerin ideolojisi, teori ve pratiği olmamıştır...

Gerek dünya çapında gerekse de coğrafyamızda ideolojik vuruşu (ana tehdit olmaya devam eden) sol liberalizme değil de “yaratıcı Marksizm” adına, “21. yüzyılın Marksizmi”ni yaratma adına dogmatizme yöneltenler ya sol liberal tasfiyeciliğin etkisindedirler ya da doğrudan tasfiyeci sol liberal kimliğin temsilcileridirler.

Yeni tip revizyonizmin, tasfiyeciliğin “iflas etmiş 20. yüzyılın Marksizmi ve sosyalizmi” ve “dogmatizm”e karşı mücadele sloganı hile yüklü ideolojik saldırı hareketinin kamuflajıdır. Kaynağını “nihai zafer”ini ilan eden uluslararası burjuvaziden alan neo-liberalizmin ideolojik saldırının “sol”, “Marksist” kılıklı versiyonudur. Uzatmaya gerek yok, bu sloganı özellikle kapitalist/revizyonist (sosyal emperyalist) kampın çözülerek dağılışı ile birlikte dizginsizce propaganda eden dünya burjuvazisinin ideologlarıydı. Bugün de aynı kirli propaganda azgınca devam etmektedir.

İflas etmiş ve aşılmış 20. yüzyılın Marksizm ve sosyalizmi” sloganı ile, 20. yüzyılda yer alan “Marksizm” maskesiyle ortaya çıkan bütün burjuva ve küçük burjuvaMarksizmler”le birlikte Marksizm-Leninizm de ucuz yoldan mahkum edilmektedir. Aslında böylece Leninizm, III. Enternasyonal, Stalin’in Leninist çizgisi, Kruşçev önderliğinde gerçekleştirilen modern revizyonist karşı-devrim ve kapitalizmin yeni tip inşasına karşı AEP önderliğinde geliştirilen Uluslararası Komünist Hareket (UKH) bir çırpıda iflas etmiş, “çağ dışı” ilan edilmiştir. Aynı şey Stalin önderliğinde görkemli bir şekilde inşa edilen ve kurulan SSCB ve sosyalist kamp gerçeği için de geçerlidir; söz konusu slogan ve ideolojik saldırı ile sosyalizm de iflas etmiş, örnek alınması düşünülemez bir facia olarak lanse edilmektedir. Keza bu propaganda ve ideolojik saldırı harekatıyla, Lenin ve Stalin’in sosyalizmi ile ona ihanet ederek kapitalizmi inşa eden Kruşçev-Brejnev SSCB’sini sosyalist göstererek, bu temel tarihsel dönemeç ve sonuçları aynılaştırılarak, bir de buradan Marksizm-Leninizm’e küstahça saldırılmaktadır... Unutmayalım, belirleyici olan niyetler, ”Hayır biz o anlamda değil de şu anlamda kullandık” gibi manüpülatif açıklamalar değil, sloganların, savunuların objektik karakteri ve mantığıdır...

İflas eden Marksizm-Leninizm değil, iflas eden proletarya sosyalizmine ve proletarya enternasyonalizmine dayanan ve emperyalist dünya sistemine unutulmaz darbeler indiren, çağımızın emperyalizm ve proleter devrimler çağı olduğu tarihsel gerçeğini tarihin gündemine sokan Ekim Devrimi ve sosyalizmin kuruluşu değil, iflas eden şey, “Marksizm”, ”Marksizm-Leninizm” maskeli burjuva ve küçük burjuva sosyalizmidir. İflas eden “Yugoslav sosyalizmi”dir. İflas eden Kruşçevizm, modern revizyonizm, Euro-Komünizm, çöken kapitalist/revizyonist sistem ve kamptır.

Bu ayrım çizgilerini karartan, belirsizleştiren, kaypak, hileli her türlü slogana ve içeriklerine karşı mücadele zorunludur. Bunu yapmayan ya komünist değil ya da komünizmden kopmuş akımlar ve bireylerdir... Ve hatırlatmak isteriz ki, sahtekarlığın bilinçli temsilcilerini geçiyoruz ama bu bakımdan en tehlikeli olan “yarı-cahiller”dir, yarı-cahillerin demagogluğudur. Lenin’in dediği gibi “demagoglar işçi sınıfının en büyük düşmanlarıdır.”

Marksizm-Leninizm’i geliştirme, UKH’nın ve sosyalizmin tarihinden, deneyimlerinden eleştirel dersler çıkarma, teori ve pratiği zenginleştirme çalışmasının nasıl yapılamaması gerektiğinin de en çarpıcı kanıtlarından birisidir “İflas etmiş, aşılması gereken 20. yüzyılın Marksizmi ve sosyalizmi” sloganı ve içeriği.

DEVAM EDECEK

4 Mart 2024 Pazartesi

III. MAKALE II. CEPHE SORUNU, BATI, ROJAVA...

 

III. MAKALE

II. CEPHE SORUNU, BATI, ROJAVA...

Çok basit bir politik gözlem bile, bunun ancak Batı'daki işçi ve emekçi hareketinin devrimcileşmesinden geçtiğini görebilir. Devrimi ilerletmek kadar Kürdistan devrimini kurtarmanın yolu da, Batı'da ikinci bir cephe açılmasından geçmektedir.” (Birlik Kongresi Belgeleri, 1994)

Terk edilen yalnızca komünist işçi hareketi yaratarak proletarya önderliğinde devrim ve sosyalizm perspektifi değildir, terkedilen temel bir perspektif ve politika da, Batıda ikinci devrimci cephe açarak Kürt ulusal devrimi ile birleşmek; Doğu ve Batının devrimci birleşik cephesi ile birleşik devrimi sıçratmaktır. Birlik Kongresi’nin son derece değerli olan bu politik analizi ve görevinin “unutulmuş”, tasfiye edilmiş olması hazin bir durumdur. Aradan uzun yıllar geçti; kaç kişi dönüp Birlik Kongresi Belgeleri’ni inceliyor acaba*? Evet kaç kişi? Oysa o belgeler teori, program, politika, örgüt, kadro, çalışma tarzı vb. açısından bütünsel bir perspektifi, pratik-politik duruşa yol göstermesi gereken kırmızı çizgilerimizi ortaya koymaktaydı**.

Seçim sonuçları üzerine yürütülen tartışmalarda, Batıda devrimci hareketin neden başarısız olduğu, neden gelişemediği, neden işlevlerini yerine getiremediği; neden Kürt ulusal demokratik mücadelesinin Türk işçi ve emekçilerinin ana kitlesinin desteğini alamadığı soruları soruluyor.

Bu tartışmalar elbette ki yeni değildir ama hep güncel, hep kendini yeniden ve yeniden dayatan ve dayatacak sorunlar ve sorular olmaya devam etmektedir. Sorun “teorik” tartışmalarla sınırlandırılamayacak kadar yaşamsal. Sorunun çözümü doğru, devrimci, komünist perspektifler ışığında yaşamda karşılığını bulacak, yolu açacak politikaların uygulanmasıyla başarılabilir.

Birlik Devrimi’nin ürünü olan MLKP (1994), o dönem bu soruya, sorulara doğru yanıt vermiş, pratik yönelimiyle de birleşen bir duruş şekillenmeye başlamıştı. Zaman içerisinde geliştirilmesi, oturtulması gereken bu yönelim doğru-devrimci bir duruşu ifade ediyordu. Ancak 2000’lerle birlikte bu politikadan sapıldı; kolaycı yola girildi.

Batıda, öncelikle de işçi sınıfı içerisinde bir güç haline gelmeden, gündem üzerinde politik varlığı ile etkili olacak, yolu açacak bir dinamik ve politik çekim merkezi inşa etmeden bu konuda söylenecek şeyler, söz olarak kalmaya mahkumdur.

Kısa bir hatırlatma babında Kongre Belgeleri’nde yazılanları birlikte okuyalım:

Örgütsel planın stratejik planımızın ilk aşamasını teşkil ettiği tespiti ile aynı anlama gelmek üzere stratejik planımızın öncelikli hedefi, işçi sınıfı içinde gerçek bir çekim merkezi haline gelmek, komünist partisini inşa etmek, devrimci bir işçi hareketi yaratmaktır. İlk öncelik budur. Stratejinin diğer tüm sorunlarını ancak buna bağlı olarak çözümleyebiliriz.

Bu, stratejimizin kilit sorununu oluşturan, Kürt ulusal hareketinin proletarya önderliğindeki sınıfsal mücadelenin bir bileşeni haline getirilmesi görevi bakımından özellikle geçerlidir. Devrim düzeyine ulaşmış bir hareketi yedeklemek -olanaksız değilse de- çok zor bir sorundur ve bu zorluk, Batı'da geliştirilecek devrimci bir işçi hareketinin ve bu hareketin öncülüğünde yaygınlaşan bir özgürlük hareketinin kendisini çok daha yoğun bir biçimde ortaya koymasıyla aşılabilir. Bu yoğunluğun derecesi, en az Kürt ulusal hareketi düzeyinde bir eylemlilik geliştirmekle belirlenir. Taktik planımızı da ayrıca ele alacağımızdan, burada şu kadarını belirtelim ki, bunun nesnel koşulları Batı'da da genel olarak mevcuttur ve sorunun esasını önderlik sorunu oluşturmaktadır. Kürt ulusal devrimine ilişkin görevlerimizin sadece kelimenin dar anlamıyla bir yedekleme sorunu olmadığı, bunun da içinde yer aldığı daha genel bir sorun olarak başlamış bulunan, fakat dengesiz ve bölgesel bir biçimde gelişen anti-emperyalist demokratik devrimimizi ilerletmek, Batı'ya taşımak, yaygınlaştırmak ve başına geçerek zafere ulaştırmak sorunudur. Zira Kürt ulusal devrimi, anti-emperyalist demokratik devrimimizin Kürt ulusal sorunundan patlayarak gelişmesinin somut bir biçimi ve temel bir bileşenidir. Dolayısıyla, komünist hareket bilinmeyen bir geleceğin sorunu üzerine değil, varolan, gelişen bir devrim üzerine, bu devrimi nasıl geliştireceği ve önderlik edeceği üzerine konuşmakta, stratejik ve taktik planlar yapmaktadır. Öte yandan bugün devrim, gerek emperyalistler, bölge gericiliği ve Türk faşist diktatörlüğünün azgınca saldırısıyla boğulmak istenmesi, gerekse de bu devrime öncülük eden küçük burjuva hareketin yaşamaya başladığı tıkanıklıklar ve bunun sonucu olarak uzlaşma eğilimlerinin uç vermesi nedeniyle, önemli bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu tehlikenin savuşturulması sadece ulusal hareketin değil, aynı zamanda ve ondan daha çok proleter hareketin görevidir. Zira devrimin öncüsü proletaryadır. Demek ki sorun, Kürt ulusal devriminin başına nasıl geçileceği, bunun neye öncelik verilerek yapılabileceği sorunudur. Çok basit bir politik gözlem bile, bunun ancak Batı'daki işçi ve emekçi hareketinin devrimcileşmesinden geçtiğini görebilir. Devrimi ilerletmek kadar Kürdistan devrimini kurtarmanın yolu da, Batı'da ikinci bir cephe açılmasından geçmektedir. Bu komünist çalışmanın, sadece örgütsel ve stratejik nedenlerle değil, aynı zamanda taktik nedenlerle de Batı'da yoğunlaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.

... Gerçek bir komünist sınıf partisi yaratma görevi, her türlü güncel, acil politik gelişme ve görevden bağımsız, temel, sürekli ve genel komünist bir görevdir. Hareketimiz, en baştan itibaren Kürdistan proletaryasını da örgütlemeyi hedeflemektedir ve onun da öncüsü olma iddiasındadır. Öte yandan, bugün Kürdistan proletaryası ve yarı-proletarya içinde çalışmak sadece genel sosyalist görevlerimiz bakımından değil, stratejik önderlik iddiamız bakımından gerekli ve zorunludur. Batı'daki bir devrimci işçi hareketinin gelişimine bağlı olarak, Kürt ulusal hareketinin önderliğini kazanma, en başta Kürdistan proletaryası aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Bu yapılmadıkça, ortaya stratejik bir zaafın çıkacağı kuşkusuzdur.

Bu nedenle de, gerekçeleri ve kendisi herkesin malumu olan şeritten ve bu şeridin kent merkezlerinden başlayarak Kürdistan proletaryası ve yarı-proletarya içinde çalışma geliştirilmelidir. Bunun stratejik önceliklerimiz içinde değerlendirilmesi gerekir. Kürdistan'ın diğer büyük ve önemli proleter kent merkezlerinde gelişme ise, kısa vadeli değil, uzun vadeli bir perspektifle ve daha çok Batı'daki işçi hareketinin gelişimiyle bağlantısı içine ele alınmalıdır. Öte yandan, başlangıçta hedef aldığımız Kürdistan şeridinde kır çalışması, ikincil ve kent çalışmasına tabi biçimde ele alınmalıdır. Her halükarda, hedeflediğimiz Kürdistan bölgesinin kent merkezlerini esas almalı; bunun dışında hiçbir şeyin, örgütsel, taktik ve stratejik planımızın Batı'nın işçi hareketine yönelmeyi esas alan güncel hedefini, bu en temel önceliği bozmasına izin vermemeliyiz. Batı'nın kent proletaryası içinde gelişmeyi esas alan stratejik bir yönelim bakımından belirli bir sıralama söz konusu olduğunda, stratejik önderliğin yoğunlaşması gereken kesimler öncelikle hangileridir? Açıktır ki, bunlar, kentlerin şu an hareket içinde bulunan ya da önemli bir birikime sahip olan güçleridir: Kent yoksulları, memurlar, gençlik ve demokratik kadın hareketleridir. Hiç kuşkusuz ki, gelişecek bir devrimci proleter harekete bağlı olarak bu kesimlerin yedeklenmesi, birçok sebepten dolayı, Kürt ulusal hareketinden önce ve daha çabuk gerçekleştirilebilir bir gelişmedir. Stratejimizin kilit sorununun işçi hareketiyle, Kürt ulusal hareketinin birleşmesi sorunu olduğunu bir an bile unutmadan, bu olası gelişme hattında ilerlemenin bugün için özel bir mahsuru da yoktur. Aksine bu, kentlerdeki devrimci eylemi güçlendirmenin ve bu yolla Kürt ulusal hareketi içinde etki yaratmanın da en hızlı yoludur.” (Kongre Belgeleri, bkz. Strateji ve Taktik bölümüne)

Yıl 1994. Bugün ise 2024. İlke, akıl, ahlak, vicdan sahibi, tarihten eleştirel dersler çıkaran, çıkarmaya çalışan herkes şu soruyu soracaktır: Peki 24 yıl sonra geldiğimiz nokta neresidir? Öncülük iddiamız ve misyonumuz bakımından yukarıdaki perspektifleri ve politik çizgiyi pratikleştirebildik mi? 24 yıllık tarihsel deneyim bizlere neyi göstermektedir? Eleştirel sorgulamaya gerek yok mu? Özeleştiriye gerek yok mu? Var ve bunu ancak komünistler yapabilir ve yapmalıdır fakat tasfiyeci oportünizmden bu beklenemez.

Rojava devrimi üzerinden Batıda bir sıçrama yaparak “ezilenler”in öncüsü, önderi haline gelineceği beklenti ya da propagandaları, objektif değildir. İç, bölgesel, uluslararası politik güç dengelerinin analizine dayanan bir değerlendirme ile bu gerçeği görmek zor değildir. Rojava Devrimi de dahil Kürt ulusal devriminin en büyük açmazı, başta Kuzey Kürdistan olmak üzere, bölgesel çapta halkların desteğini esasen alamamasıdır. Bu olgu, yaşamsal bir kuşatma ve saldırı altında olan Kürt ulusal devriminin hem stratejik hem de taktik zayıflığına yol açmakta ve daha ağır bedeller ödemesine ve potansiyel, dahası ciddi bir yenilgi olasılığına gebe bir tabloyu karşımıza koymaktadır... Ama bu zayıflık aynı zamanda Türkiye devriminin de, Türkiye devrimci ve komünist hareketinin de zayıflığıdır. Kan kaybetmeyi güvence altına alan zaaflı, tutarsız, istikrarsız, yalpalayan, yönü belirsiz ilke ve strateji yoksunu, idarei-maslahatçı politikalarla sınıfsal mücadelenin, ulusal ve toplumsal kurtuluş davasının hiçbir temel sorunu çözülemez... “Stratejimizin genişlemesi”yle övünürken, ortada ana komünist stratejiden kopan yönelim örtülenmeye, uzun yıllardır içerisine sürüklenilmiş olan ideolojik, siyasal, örgütsel kriz gerçeği yok sayılmaya; durumun teorisi yapılarak önderlik iddiasında bulunmaya hala devam edilmektedir.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan’ın şu değerlendirme ve eleştirilerinin tartıştığımız, eleştirdiğimiz sorun bağlamında ele alınması gerektiği açıktır.

"Kendilerini sol, sosyalist, özgürlükçü tanımlamalarına rağmen toplumdan kopuklar. Bürokratik yapıları, yaklaşımları çok önde. Kürt Özgürlük Hareketi'nin yarattığı hazır kitleye dayanıyorlar, nasıl olsa kitle hazır, çok fazla gerek yok gibi bir havaları var."

 "Öyle olmaz" diyen Kalkan, şöyle devam ediyor: "Bu seçimler gösterdi ki halk içinde çalışılmazsa, kitleler eğitilip örgütlendirilmezse kazanılmıyor. Yani öyle oy çantada keklik değildir. Çok çalışan, kitlelere giden, kitleleri eğitip örgütleyen kazanıyor.”

Kalkan’ın bu eleştirileri birden çok gerçeğin altını çizmektedir.

Bu eleştiriler, bir de Kalkan’ın, PKK’nin dilinden Batıda ikinci bir cephe açma sorununda komünist ve devrimci hareketin ne denli başarısız, güçsüz, sınıftan ve kitlelerden kopuklukla şekillenmiş, kendiliğindenci, idarei-maslahatçı gerçeğini ifade etmektedir. Yurtsever hareket, öyle ,“başarılıyız”, “yine de en iyisi biziz” vs. vb. dar kafalılığı ve burnu büyüklüğüyle yapılan propaganda ve ajitasyonunun büyük bir oranda içinin boş olduğunu zaten görmektedir.Sanal gerçeklik” inşa ederek kendini ve öz kuvvetlerini “eğitip, donatan”ların gerçeklerden büyük bir oranda koptukları açık ve kesindir. Bu duruş ve yönelimlerin sözcülerinin devrim ve sosyalizme, Batıda ikinci cephe açarak birleşik mücadele ve devrimi geliştirmeye “önderlik” etme adına durmaksızın ilan ettikleri “önderiz” vs. sözleri dönüp dönüp devrimci mücadele ve hareketi vuruyor, “ideolojisizleştirme”ye, “politikasızlaştırma”ya, “örgütsüzleştirme”ye hizmet ediyor. Proletarya ve emekçileri örgütsüzlüğe, alternatifsizliğe mahkum ediyor.

"-Faşizm dolu dizgin saldıracak. Esas olarak kendine meşruiyet kazandırmak için hedefi PKK ve Kürtler olacak. Şimdiye kadar olduğu gibi, hatta onu aşan düzeyde önümüzdeki dönemin antifaşist mücadelesi, PKK’nin ve Kürtlerin omuzuna binecek. Bu mücadelenin yükünü PKK ve Kürtler taşıyacak. Faşizm, ezmek için saldıracak fakat buna karşı direnişin de dayanağı, desteği olacak. Bakın, Kürdistan toplumu ayakta, dikkat edilirse herhangi bir gerileme yok.”

İkinci bir cephenin başarıyla geliştirilmemesinin sonucudur bu yükün Kürtlerin omuzlarına yıkılıp kalması. Öyle HDP’de, EÖİ gibi oluşumlarda yer almak ya da yer alıyor olmak, etkisiz, biçimsel varlığı kalmış legal particilik de derde derman olmuyor; ki bu sorun, seçim ve muhasebe kapsamında yazdığımız yazılarımızda da eleştirel olarak ortaya koyulmuştu...

-Bu, düşmanın ideolojik saldırılarını, asimilasyonunu göğüsleyecek, Kürt toplumunu kendi yurtseverlik gerçeği temelinde eğitecek, bilinçlendirecek, örgütlü kılacak bir çalışma yürütmektir. Siyaset de buna dayanır, savaş da. İdeolojik çalışma ve eğitim toplumda olmazsa ne siyaset başarılı olur ne de askerlik. Toplumdan kopuk siyaset, askeri çalışma olmaz. Bizim de en çok değerlendirmemiz, ders çıkartmamız gereken bir yan da bu oluyor. Bizde fazla dar askeri ve siyasi yaklaşım var. Siyasi ve askeri mücadelenin temelinin ideolojik mücadele olduğunu, eğitilmiş ve örgütlendirilmiş topluma dayandığını, siyasi ve askeri mücadelenin böyle bir toplum temelinde yürütüldüğünü görmüyoruz, görmek istemiyoruz. Toplumdan kopuk duruyoruz. Öyle bir toplumsal çalışmaya girmiyoruz. Dolayısıyla siyasetimiz üst siyaset oluyor, savaşımız bir öncü savaşı, dağ ile sınırlanmış gerillanın savaşı olarak kalıyor. Bu durum bizi çok fazla daraltıyor. 

Kesinlikle böyle bir duruma düşmemek lazım. Buna hazırlıklı olmalıyız, bu mücadeleyi sadece askeri boyutla da sınırlandırmamalıyız, siyasi-askeri, esas olarak da ideolojik, tüm boyutlarda çok yönlü yürütebilmeliyiz. Bunun için de hazırlıklarımız olmalı.”

Aslında bu perspektif ve uyarı, eleştiri, yukarıda eleştirdiğimiz dar kafalı, idare-i maslahatçı yaklaşımı, politik çizgi ve pratiği daha ziyade üstü kapalı savunan, “ezilenlerin öncü feda bölüğü”nü bu “sol” oportünist öncü savaş çizgisine de sürüklemek hevesi ile isteyen aydın ve yarı-aydın umutsuzluğundan kaynaklanan birey ve eğilimlerin varlığına karşı güçlü bir uyaran olarak da görmeliyiz. Sağcılığın kolayca “sol”culuğa dönüşebildiğini, “sol” oportünizmin keskin devrimci lafazanlığın ve maneviyatçılığın ardına gizlenmiş sağcılık olduğu, tasfiyeci oportünizm duruma göre davranma karakteri taşıdığı gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır... İlkelerden, program ve stratejiden büyük bir oranda kopulduğu koşullarda, eleştiri ve özeleştirinin içeriğinin boşaltıldığı, tek yanlı hegemonya kurmanın ve manipülasyonun tasfiyeci silahına çevrildiği bir dönemde bu “hatırlatma”nın gereksiz olmadığını ve olmayacağını düşünüyoruz.

Diğer yazılarımızda da belirtmiştik; coğrafyamızda faşist diktatörlüğün “kontrol edilebilir sol hareket” politikasını yıkıp geçmeyi başaran tek örnek PKK’dir. Yurtsever hareket önderlik ettiği ulusal devrimin gücüyle, bölgesel çapta yayılmasıyla, özelde de Rojava devriminin başarısıyla kendini uluslararası platformda da gündemleştirmeyi başarmıştır. Ve bu süreç, çok ağır bedellerle, ileri atılımlar ve gerilemelerle, ağır risklerle, göreli yenilgiler ve yeniden atılımlarla şekillenmiş bir süreç olarak gerçekleşmiş ve gelişmektedir. Türkiye işçi sınıfının, Türk halkının Kürt ulusal davasına sahip çıkamaması, şovenizmle, milliyetçilikle, dincilikle ağır bir şekilde zehirlenmiş olması keskin bir olgu ve bu duvarı yıkma iddiasıyla misyonunu açıklayan devrimci ve komünist hareket de rolünü oynamada başarısız kalmıştır... Zaten bugüne kadar geliş tarzı ve politik pratiği ile dibe vurmuş komünist ve devrimci hareketin, proletarya ve halkların birleşik harekatına ve devrimine öncülük falan yapması olanaklı değildir; Rojava’da olmak bir devrimci ve enternasyonalist duyarlılık ve kazanım olsa da, nesnel olarak, temelde Türkiye’deki devrimci görevlerden de uzaklaşmanın (ikamecilik) kolaycılığını da kendi içerisinde taşıyarak biçimlenmiştir. Bu bağlamda, Türkiye’de devrimci yaşamı politik ve örgütsel olarak sürdüremez hale gelme, daralma, gettolaşma, illegal temelin kaybı, legalleşme ile Rojava yönelimi arasında da diyalektik bir bağ var. Bunu unutturmak için sarfedilen çaba ayaklardaki prangaları güçlendirmektedir. Kürt sorunu ve Rojava devrimi gerçeğinde bütünsel bir tutarlıktan yoksun olmakla birlikte geliştirilen değerli devrimci duyarlılık ve pratik Türkiye devrimci hareketinin içsel, yapısal zaafları ve güncel işlevleri bakımından da başarısız gerçeği ile birlikte ele alınmadığı, tek yanlı ajitasyonla gölgelendiği zaman kendini eleştirel aşmak olanaklı olmayacaktır ve olmamaktadır. Sorunlar bütünsellik içerisinde ele alınarak eleştirel değerlendirilmeli ve dersleri çıkarılarak niteliksel güçlenme başarılmalıdır. Bu yöntem, bakış açısı, perspektif yitirilmemeli. Bu bağlamdaki zafiyet kendi gerçeğini eleştirel değerlendirmek ve aşmak bakımından kendiliğindencilikle belirlenen prangalara mahkumiyeti koşullamaktadır. Devrimci ve komünist öncülük iddiası ile öne çıkan çok sayıda yapının ağır siyasal koşulları göğüsleyememesinin açık ifadesi olan öncelikle de önde gelen kadrolarının Avrupa merkezli ürkütücü mültecileşmesi (devrimcilik kaybıyla, tasfiyecilikle) şekillenerek gelişmesi, niteliksel yıkım ve gerilemenin ürünü olarak dikkat çekmektedir. Rojava gerçeğine gelirsek sorunun bir yanı, devrimcilikte direnme, devrimcilik üretme çabası, bir devrime, devrimimize katılma, öte yanında ise ağır siyasal koşullara karşı tutunamamanın gerçeği var. Bu çelişki, diyalektik bir çelişkidir ve pozitivist, idealist ve devrimci romantik hamaset ve manipülasyonla da örtülemiyor, örtülemez. Vurgulamak isteriz, ödenen devrimci bedelleri gerekçe göstererek, arkasına geçerek eleştirel değerlendirmelerin önünü kesmekte, manipülasyon yapmakta ise devrimci olan hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla tablonun bütününü görerek ve kavrayarak bu meseleyi değerlendirmek gerekiyor. Bedelse bedelin dik alasını PKK önderliğindeki ulusal hareket ödüyor. Ve o savaşımın önderi olan parti sayısız defa bas bas haykırarak Türkiye devrimci ve komünist hareketine diyor ki, etkisizsin, işçi ve emekçilerden kopuksun, kolaycısın, faşizme karşı mücadeleyi geliştiremiyorsun, gerçeğinin farkında değilsin, Kürt hareketinin gücüne tutunarak, kendini öncüleştiremeyerek suç işliyorsun, kendini aş... Yani Duran Kalkan yukarıdaki sözleri, ağır eleştirileri boşuna söylemiyor.

Gerçeğe gözleri kapatmak, eleştirel değerlendirmeleri şeytanlaştırmak ideolojik geriliğin, tasfiyeciliğin ürünüdür. Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’daki (Avrupa’yı da ekleyelim) aşırı gerileme, Rojava’daki varlık ve mücadele gücü ile aşılamaz, öz deneyimler de bunu kanıtlamıştır.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da işçi sınıfı hareketine dayanan gerçek bir politik güç olmadan Rojava devriminde yer almakla Türkiye devrimine önderlik yapmak, bölgesel devrime örnek olacak bir politika ve politik gücü açığa çıkarmak olanaklı değildir.

Rojava devrimine katılarak, Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da sıçrama yaparak devrime önderlik yapabileceğini düşünen, beklentiler yaratan bir politika ve önderlik pratiği sadece kendi politik iflasını yansıtır, o kadar. Açıkça ifade edilsin ya da edilmesin bu yönelim ve beklenti gerçekçi değildir.

Sömürgeci faşist diktatörlüğün Rojava’da yenilgisiyle Türkiye devriminin patlama yapabileceği, faşizmin yıkılabileceği beklentileri de aynı şekilde gerçekçi değildir. 1982 yılında patlak veren İngiltere-Arjantin Falkland Adaları savaşında Arjantin yenilince Arjantin’deki askeri faşist cunta yıkılmıştı; veya 20 Temmuz 1974, Bülent Ecevit liderliğindeki Türk burjuva devletinin Kıbrıs işgali -“Türkiye Barış Harekatı”- ile askeri olarak yenilgiye uğrayan Yunanistan askeri faşist cuntasını yıkılmıştı; veya Çarlık Rusya’sının Rus-Japon savaşında yenilgisinin 1905 devrimini tetiklemesi gibi tarihsel deneyimleri ve başka örnekleri hatırlayarak bu beklentilere kapılmak gerçekçi değildir. Olası daha geniş dış müdahale ve işgallerle patlak verebilecek savaşlar olabilir, bunun sonucu (örnek verdiğimiz ülkelerde olduğu gibi azçok elverişli iç dinamiklerle birleşen) bir dış yenilgi Türkiye’de faşist diktatörlüğün yıkılmasının önünü açabilir ama iç, bölgesel, küresel alandaki gerçekleri dikkate alırsak, dinci sömürgeci faşist diktatörlüğün Rojava yenilgisinin Türkiye’de faşizmin yıkılışını sağlayacağı vb. beklentileri aşırı abartılı beklentilerdir.

Kürt ulusal demokratik hareketinin ve ulusal devrimin olduğu gibi, bu hareketin bir parçası olan Rojava’nın en büyük dezavantajlarının belki de en başında gelen sorun Türk ulusundan işçi sınıfının ve halkının desteğini, dayanışmasını alamaması, dahası birleşik mücadele hattında savaşın geliştirememesidir... Bu görevi üstlenmesi gereken Türkiye devrimci ve komünist hareketi ise, etkisiz bir güç durumundadır.

Tekrarlıyoruz; bu görevin başlıca çözüm yeri Rojava değil, Türkiye’dir. Rojava devrimi tersinden devrimci harekete yaptığı nesnel katkıyı yapmıştır, yapacaktır, orada savaşa katılmak değerli olmakla birlikte ana sorunumuzun çözümü değildir. PKK’nin de en büyük beklentisi, talebi Türk işçi ve halkının desteğini kazanmaktır, “Türk solu”ndan en büyük talebi de budur ve bu düşüncesinin altını uzun yıllardan beri bas bas bağırarak çizmektedir...

Konu babında en büyük sınav yeri Türkiye’dir; bu görevlerini yapmayıp, bu görevlerin gereğini devrimci ve komünist çizgide başarmaya yoğunlaşmayıp, bu gerçekleri gözden yitiren bir politik önderlik iddiası yönsüzlüğün, yön kaybının açık bir kanıtıdır.

Eğer gerçekten birleşik bir devrime inanılıyorsa, eğer gerçekten Kürdistan devriminin başarısı için en doğru, en güçlü, geliştirici katkı yapılmak isteniyorsa, niyet beyanı değil de nesnel gerçeklikte karşılığını bulacak bir devrimcilikle sürece müdahil olunmak isteniyorsa, komünist hareketin Birlik Devrimi Belgeleri’nde ortaya koyduğu, Batıda merkezinde işçi sınıfı hareketinin durduğu devrimci bir halk hareketi geliştirerek Kürt ulusal devrimiyle birlikte savaşmak politikası yaşama geçirilmeliydi ve geçirilmelidir; ancak ne yazık ki bu politika tasfiye edildi. İlke, istikrar yoksunu, nerede hareket orada bereket diyen, adeta nereye gideceği, yönü belli olmayan, şekilsizleşmiş, yönünü kaybetmiş, kendi yenilgisinin altında kalan, nesnel olarak zor olandan kaçışın ifadesi olan kolay ve kolaycı yollardan “politik güç” haline gelme dar kafalılığı (küçük esnaf kafası) ve pragmatizmiyle, “reel politiker” ilkellik egemen hale gelerek komünist teori ve pratiği yolundan çıkardı; bu durum oportünizmin ve tasfiyeciliğin yıkımıyla gerçekleşti. Bir kere pusula yitirilmesin, nerelere savrulacağı belli olmuyor...

Durumun teorisini yapmak, özeleştiri görevinden de kaçısın ve böylece, geçtik sınıfı, Kürt ulusal devrimi ile Türk ulusundan “ezilenler”in savaşçı birliğini kurma ve geliştirme görevinden de kaçışın ifadesidir. İşine geldiği yerde dönüp geçmişin doğrularının biçimsel olarak “siyasal analiz”e, propaganda ajitasyona yedirerek konuşmak ve yazmak ise, tipik bir oportünizm, bir politikaya ve tarza dönüştürülmüş çifte standardı yansıtır sadece ama o kadar.

Hamasete değil, nesnel duruş ve yönelime; olan-bitenin, gelişen eğilimlerin nesnel ve bilimsel olarak sınıfsal içeriğine bakmalıyız. Duygulara seslenen romantik propaganda ve ajitasyona değil, gerçeklerin bilimsel analizine dayanan ideolojik-siyasal perspektif ve duruşa dayanalım...

* Birlik Devrimi’yle 1994 yılında kuruluşunu ilan eden MLKP Kongre Belgeleri PDF olarak “Hasan Ozan İltemur Makaleler” blogumuzda yer almaktadır.

** Birlik Kongresi Belgeleri eksiksiz, hatasız olmaktan uzak değildir; dahası Türkiye ve Kürdistan’da, bölgesel ve küresel arenada pek çok gelişme yaşandı, yeni deneyimler ortaya çıktı. Fakat belgeler komünist hareketin temel sorunlarını ve çözümlerini güçlü ve bütünsel bir tarzda ortaya koydu...