30 Nisan 2021 Cuma

Türk-Ermeni ulusal sorunu üzerine tezler

 

Garbis Altınoğlu*

Türk işçi ve emekçileri üzerinde Ermeni-karşıtı Türk ulusalcılığı ve şovenizminin önemli bir etkisinin bulunduğu, bu ulusalcılık ve şovenizmin Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen bölücülük demagojisiyle daha da beslendiği gözönüne alındığında böyle bir istemin ileri sürülmesi, Türk gerici egemen sınıflarının ekmeğine yağ sürmekten ve Türk işçi ve emekçileri üzerindeki zaten zayıf olan devrimci ve komünist etkiyi daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz.

Giriş ve bir eleştiri

Ermeni jenosidinin 90. yıldönümünü yaşadığımız bugünlerde, ülkemiz toprakları üzerinde 90 yıl önce yaşanan trajedinin unutulmak bir yana, onun etrafındaki ideolojik ve siyasal savaşımın adeta daha da yoğunlaşarak sürmesine tanık olmaktayız. Bunun, dünya ve özellikle bölgedeki gelişmelerle çok yakından ilişkili olduğu ve asla bu gelişmelerle ilişkisi gözardı edilerek, kendi kendine yeterli bir sorun olarak ele alınamayacağı açıktır. Bu yazıda Ermeni jenosidi sorununa genelde nasıl yaklaşılması ve bu sorunun günümüz siyasal konjonktürü içinde nasıl ele alınması gerektiği üzerinde durulacak.

Önce bir eleştiri: Bu konunun ele alınması, çoğunluğu öncelikle Ermeni sorunu konusunda kendiliğindenci ve dolayısıyla objektif olarak sosyal-şoven bir konumda bulunan Türk ulusundan sosyalistlere ve devrimcilere düşerdi. Lenin şöyle diyordu: “Sorunu derinliğine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları ‘ayrılma özgürlüğü' üzerinde ısrar ederlerken, ezilen ulusların sosyal-demokratlarının ‘birleşme özgürlüğü' üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.” (“Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti”Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.199)

Kürt halkının hedef olduğu baskı ve beyaz terör ve onun talepleri konusunda duyarlılık eksikliğini -haklı olarak- büyüteç altına yatıran ve Türk şovenizminin bu alandaki etkilerini ele almada hayli titiz olan Türkiye devrimci hareketi, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa Türk ulusal bilincinin ve devletinin oluşumunda kritik bir rol oynamış bulunan Ermeni soykırımı ve Ermeni sorunu konusunda, bir çeşit sessizliğe gömülmüş durumdadır. Egemen sınıfların gündeme getirdiği -gerekli ya da gereksiz- hemen hemen tüm sorunlara tepki vermekte gecikmediği ya da dikkatini çok daha az önemli konulara yoğunlaştırdığı dikkate alındığında Türkiye devrimci hareketinin bu tavrı daha da dikkat çekicidir. Faşist demagojinin temel gündem maddelerinden biri olan bu konuda demokratik tepki verme görevi her nedense, “İkinci Cumhuriyetçi”lere, burjuva liberallerine vb. bırakılmış gibidir.

Oysa bu sorun, önüne Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini devrimci bilinçle donatma ve onların savaşımını geliştirme görevini koyan/ koyması gereken bu hareketi ve onun bileşenlerini doğrudan ilgilendirmektedir; yani sadece büyük bir felaket yaşamış olan ezilen bir ulusla ya da ondan geride kalan bir toplulukla enternasyonalist dayanışma içinde olmanın çok daha ötesinde bir anlam taşımaktadır. Taşımaktadır, çünkü Türk egemen sınıfları ve askeri kliği hem kendileri adeta bir Ermeni düşmanlığı (ve kısmen bir Rum düşmanlığı) ile yoğrulmuş ve hem de ezilen sınıfları da onyıllardır bu temelde “eğitmiş” ve onları da bir ölçüde kendilerinin suç ortağı kılmışlardır. Öyle ki, Ermeni halkının büyük bir bölümünün yokedildiği ya da yurtlarını terketmek zorunda kaldığı 1915-16 olaylarının üzerinden 90 yıl geçtiği halde egemen sınıfların sürdürmekten vazgeçmediği Ermeni düşmanlığı söylemi, Türk işçi ve emekçilerinin görece geri kesimlerini hala etkisi altında bulundurmaktadır. Dolayısıyla, bu alanda verilecek ve verilmesi gereken savaşım, Türk işçi ve emekçilerinin egemen sınıfların ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtarılması bakımından son derece büyük bir önem taşımaktadır. (Bunu söylerken elbette, önce Türk işçi ve emekçilerini enternasyonalist propagandayla eğitmek ve sonra onları sınıf savaşımına çekmek gerektiğini söylemek istemiyorum; hatta tam tersine, işçi ve emekçilerin dinsel önyargıların etkilerinden kurtulma sorununda olduğu gibi, şovenist önyargılardan kurtulmanın yolu da, öncelikle işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin siyasal gericiliğe ve kapitalizme karşı savaşıma çekilmesinden geçmektedir. Ama bu elbette, işçi sınıfının devrimci öncüsünün, sınıfın ileri kesimlerini -ve ülkemiz örneğinde kendisini de- enternasyonalizm ruhuyla eğitmesiyle elele gitmek zorundadır.)

İttihat ve Terakki ruhunun hortlaması

Özellikle revizyonist/ sosyal-emperyalist blokun çöküşünün ardından “Adriyatik'ten Çin Seddine kadar uzanan Türk dünyası” sloganını atan Türk egemen sınıfları, geleneksel Kemalist dış politika çizgisinden uzaklaşarak -bu kez ABD'nin şemsiyesi altında- geçmişte kurmuş oldukları Pantürkizm hayallerini canlandırmaya koyulmuşlardı. Ama onlar çok geçmeden, ne ekonomik ve ne de siyasal güçlerinin, daha doğru dürüst tanımadıkları ‘Türk dünyası'nda ciddi bir nüfuz sahibi olmaya yeteceğini ve bu geniş bölgede ABD emperyalizminin bir yamağı işlevini görmekten ileriye gidemeyeceklerini anlayacaklardı. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı devletinin çöküş sürecini hızlandıran Kayzer Almanyası-Osmanlı İmparatorluğu bağlaşması, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Kızıl Ordu'sunun Alman ordusuna ağır darbeler indirmesi ve emperyalistlerarası çelişmeler yüzünden yaşama geçirilemeyen Hitler Almanya'sı-Türkiye bağlaşması projesi ve 1991 sonrası yeniden su yüzüne çıkan emperyal ihtiraslar, Türk gericiliğinin İttihat ve Terakki ruhundan yakasını bir türlü kurtaramadığını gösteriyor. Buna, özellikle Tek Parti iktidarı (1923-1950) döneminden farklı olarak, Türk egemen sınıflarının Osmanlı/ İttihat ve Terakki gericiliğinin mirasını daha fazla sahiplenmesi eşlik ediyor. Onların Ocak 1991'de ABD ve bağlaşıklarının Irak'a saldırısıyla patlak veren İkinci Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında Güney Kürdistan'ın Türkiye ile federatif bir ilişkiye girmesi düşüncesiyle oynamaya başlamaları, Türk dünyasındaki nüfuzlarını arttırmak amacıyla Ocak 1992'de Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı'nı (TİKA) kurmaları, Temmuz 1996'da Enver Paşa'nın naaşını Tacikistan'dan getirmeleri, 26 Aralık 2004'de, Enver Paşa'nın 90.000 dolayında Osmanlı askerinin Allahüekber Dağı'nda donarak ölmesine yolaçan ve Ermeni jenosidinin arkaplanını oluşturan Sarıkamış seferinin 90. yıldönümünü anmaya koyulmaları; bu yeni yaklaşımın hemen akla gelen dışavurumlarından sadece birkaçıdır. Bu noktaya gelmiş olan Türk gericilerinin, Ermeni jenosidini kabul etmek şöyle dursun, geçmişte savundukları “karşılıklı çatışma” gerici-şoven tezinden de geriye giderek olayı “Ermeni ayaklanması” ve devletin bu “ayaklanmaya karşı kendini savunması” olarak tanımlamaya başlamalarında şaşılacak bir yan olmamalıdır. Oysa, İttihat ve Terakki kliğinin ağır suçunu ikiyüzlü bir biçimde de olsa kabul eden ve onun yayılmacı-maceracı siyasetini eleştirmiş olan Mustafa Kemal, TBMM'nde 24 Nisan 1920 günü yaptığı konuşmada, İngilizler'in Ermeniler'e karşı yapılan katliamların hala sürmekte olduğu yolundaki savını yanıtlarken şöyle diyordu:

Memleketimiz cümlemizce malumdur. Hangi kıtasında Ermeniler'e karşı katliam yapılmıştır? Harb-i Umumi'nin başlangıç safahatından bahsetmek istemem ve zaten İtilaf devletlerinin de bahsettikleri bittabi maziye aid fazahat (=geçmişe ait rezillik) değildir. Bugün memleketimizde bu gibi fecayiin icra edildiğini (=faciaların gerçekleştirildiğini) iddia ederek, bundan sarfınazar etmemizi talep ediyorlar.” Ama bundan İttihatçılarla Kemalistler arasında büyük bir mesafe olduğu sonucuna asla varılamaz. “Ermeni ve Rum iddialarına ve tehlikesine karşı” bir direniş olarak başlamış olan Kurtuluş Savaşını İttihatçı kadroların yardımıyla örgütlemiş olan Mustafa Kemal'in önderlik ettiği TBMM 8 Mayıs 1920'de “Tehcir suçundan tutuklu olanların serbest bırakılmaları” yönünde bir karar alacak, Kemalistler bu savaşı, katledilen ve yurdunu terketmek zorunda bırakılan Ermeni nüfusunun mallarına elkoyan Anadolu eşrafına dayanarak yürütecek ve “yeni” Türkiye'yi İttihat ve Terakki kadrolarıyla birlikte kuracaklardı.*

Günümüze dönersek...

Kıbrıs'ta, 20 Temmuz 1974'den bu yana sürdürdükleri işgalin yavaş yavaş sonuna yaklaşılması, Güney Kürdistan'da bir Kürt devletinin kurulmasının mutlaka önlenmesini öngören stratejik yaklaşımlarının -ABD'nin Irak'ı işgali nedeniyle- boşa çıkması, Ermeni jenosidinin dünya ölçeğinde giderek daha fazla tanınması, AB'ne üyelik hayallerinin bir kez daha rafa kalkmakta olması ve Ortadoğu'da ABD-Britanya-İsrail blokunun emperyalist savaşı tırmandırması; bölünme ve dağılma korkusunu bir türlü üzerinden atamamış olan Türk egemen sınıflarını ve özellikle askeri kliği köşeye sıkıştırmaktadır. Bu koşullar altında, siyasal miyopluk ve kabızlıkla sakatlanmış olan Türk gericiliği, kendi içindeki nüanslara rağmen hiçbir yeni açılım ortaya koyamamakta, bir kez daha Ermeni düşmanlığını körükleme, “Kürt tehlikesi” üzerine yaygara koparma, Rum ve Yunan düşmanlığını kaşıma biçimindeki geleneksel şovenizmine dönmekten başka bir yol bulamamaktadır.

Tıpkı “Kürt tehlikesi” korkuluğu gibi Ermeni sorunu korkuluğu da daha çok ve esas olarak, ABD-Britanya-İsrail saldırgan bloku ve Türk egemen sınıflarının bu blokla daha yakın ve kölece bir ilişki içine girmesini isteyen fraksiyonu tarafından sallanmaktadır. Daha çok askeri klik içinde yuvalanmış olan ve MHP ve BBP gibi faşist partilerin yanısıra diğer burjuva partileri içindeki “milliyetçi” öğeler tarafından da desteklenen bu fraksiyon, “bayrak krizi” ve sonrasında da görüldüğü gibi sivil faşist bir kitle temeli yaratmayı, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve zulmü daha da arttıracak daha gerici sivil ya da askeri bir rejim kurmayı, Kürt halkına karşı daha şoven ve saldırgan bir politikayı yaşama geçirmeyi de hedefliyor. Lenin'in de söylemiş olduğu gibi iç politikada daha gerici bir konuma savrulma, dış politikada daha gerici bir konuma savrulmayla elele gidiyor. Bu konjonktürde, ABD-Britanya-İsrail saldırganlarının, özellikle Arap ve İslam halklarına karşı açtıkları savaşa boylu boyunca katılma konusunda bazı çekince ve kaygıları bulunan Türk egemen sınıfları, Ermeni diyasporasınının uzun yıllardır süregelen çabalarının da yardımıyla Ermeni jenosidinin dünya çapında giderek daha fazla kabul görmesinden ötürü, her yıl yaşadıkları 24 Nisan krizini bu yıl biraz daha şiddetli bir biçimde yaşadılar. Ve bölgemizdeki siyasal güç dengesi köklü bir biçimde ABD ve bağlaşıkları/uşakları aleyhine ve Ortadoğu'nun direnen halkları lehine değişmediği sürece de onlar bu krizi yaşamaya devam edeceklerdir.

Türk-Ermeni sorununun çözümü

Genelde ulusal sorunun ve özelde Türk-Ermeni ulusal sorununun gerçek ve sonal çözümü ancak proleter enternasyonalizmi temelinde ve Türkiye'deki çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin birliği ve faşizme, emperyalizme ve kapitalizme ortak savaşımı zemininde gerçekleştirilebilir.

Kuşkusuz bunun olması, Osmanlı-Türk egemen sınıflarının Ermeni halkına karşı 1915-16 yıllarında gerçekleştirmiş olduğu soykırımın üstünün örtülmesini ya da yadsınmasını değil, tam tersine açık bir biçimde kabulünü, özgürce tartışılmasını ve sorumlularının lanetlenmesini/mahkum edilmesini gerektirir. Bir kez daha yinelemek gerekirse, jenosidin kabulünü gerektiren tek, hatta en önemli faktör, asla Ermeni halkına karşı işlenmiş ağır bir suçtan ötürü özür dilenmesi ve böylelikle tarihsel bir haksızlığın bir ölçüde giderilmesi değildir; bu, aynı zamanda, daha doğrusu öncelikle Türk işçi ve sömürülen emekçilerinin kendi tarihleriyle yüzleşmeleri, Osmanlı-Türk egemen sınıflarının ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtulmaları ve devrimci ve anti-kapitalist bir siyasal bilinç edinmeleri için gereklidir. Türk ve Kürt halklarının da jenosid suçuna bir biçimde ve bir ölçüde bulaştırıldığı dikkate alındığında, bu uzun ve karmaşık sürecin, işçi sınıfının ve Kürt halkının öncü ve ileri güçleri tarafından başlatılmasını beklemek ve talep etmek hiç de yersiz olmayacaktır.

Türk gericileri, gündeme gelebilecek bir özür dilemenin ardından tazminat ve toprak taleplerinin geleceğini ileri sürmekte, bununsa Türkiye'nin parçalanmasının yolunu açacağını yineleyip durmaktadırlar. Bazı milliyetçi Ermeni çevrelerinin ve Ermenistan'ın bu türden birtakım talepleri olduğu gibi Güney Kürdistan'da oluşan ABD-İsrail destekli Kürt devletinin de ilerde Türkiye'den bu tür taleplerde bulunabileceği söylenebilir. Ancak, Sevr sendromunun canlanmasına yolaçan gelişmelerin kökeni, Türk egemen sınıflarının yıllardır, onyıllardır izlediği Kürt halkına düşmanlık ve ABD emperyalizminin ve siyonist İsrail'in kuyruğunda gitme politikalarında yatmaktadır. Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorunlarını enternasyonalist ve tutarlı demokratik bir tarzda çözmeye girişecek, emperyalist-siyonist saldırganlığa cepheden tavır alacak, komşularının toprağına göz dikmekten kesinkes vazgeçmiş ve bölge işçi sınıfları ve halklarının yanında saf tutacak devrimci bir Türkiye'nin, bölünme korkusu kalmayacaktır. Bununsa bir devrim sorunu olduğu ve işçi ve emekçilerin kendi iktidarlarını kurmasından geçtiği söylenebilir ve söylenmelidir.

Mayıs 1998'de kaleme almış olduğum Ermeni Sorunu Üzerine Eleştirel Notlar” adlı yazıda, “Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle birlikte ortadan kaldıracak bir çözüm”ü savunan bir yazarı eleştirirken şöyle diyordum:

Soykırıma uğramış olan Ermeni halkı yeniden yaşama döndürülemeyeceğine göre, yazar arkadaşımızın ‘Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle birlikte ortadan kaldıracak bir çözüm'ü olsa olsa, ‘Batı Ermenistan' denen bölgenin Ermeniler'in yerleşimine açılması ve bu bölgede bir Ermeni devletinin kurulmasına olanak verilmesi olmalıdır. Türk işçi ve emekçileri üzerinde Ermeni-karşıtı Türk ulusalcılığı ve şovenizminin önemli bir etkisinin bulunduğu, bu ulusalcılık ve şovenizmin Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen bölücülük demagojisiyle daha da beslendiği gözönüne alındığında böyle bir istemin ileri sürülmesi, Türk gerici egemen sınıflarının ekmeğine yağ sürmekten ve Türk işçi ve emekçileri üzerindeki zaten zayıf olan devrimci ve komünist etkiyi daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz.
Öte yandan, ‘Batı Ermenistan' denen bölgede, bugün esas olarak Kürt halkının yerleşik bulunduğu ve Kuzey Kürdistan'da bir ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü gözönüne alındığında, böyle bir çağrının bir başka açıdan da Türk gericiliğinin değirmenine su taşıyacağı bellidir. Böyle bir çağrı, egemen sınıflara, Kürt ve Ermeni halkları arasında bir gerilim yaratma fırsatı sunacak, Kürt halkının siyasal bakımdan daha geri kesimlerini Türk gericiliğinin demagojik propagandasının etkisine daha açık hale getirecek ve Kürt ulusal kurtuluş davasının tutarsız ve kararsız destekçilerini, daha geri bir noktaya çekilmeye özendirecektir. Türk Genelkurmayı'nın ve istihbarat servislerinin, Kürt ulusal hareketiyle Ermeniler'in sözümona Türkiye-karşıtı planları arasındaki bağlar üzerinde yıllardır psikolojik savaş yürütmekte olmaları bizlere bir şeyler anlatmalıdır. İşçilerin ve diğer sömürülen yığınların dikkatlerini toplumsal sorundan uzaklaştırmak ve ulusal soruna çekmek, hemen hemen her zaman bizim değil, burjuvazinin ve gericiliğin işine yarar. Tartıştığımız sorunda, bunun tam da böyle bir sonuç vereceğini kestirmek için herhalde, ilkokul diplomasına sahip olmak yeterli olmalıdır.
Üçüncüsü, yazar arkadaşımızı gerçekçi olmaya ve ona bugün Türkiye'de sözcüğün gerçek anlamında bir Ermeni sorununun bulunmadığını anlamaya çağırmamız gerekiyor. Kendisinin de dile getirdiği gibi, geçmişte yapılan soykırım, göçertme vb.nin sonucu olarak bugün Türkiye'de -büyük çoğunluğu metropollerde yaşayan- 50.000 dolayında Ermeni kalmıştır. Ne bu Ermeniler'de, ne de Ermeni diyasporasında ciddiye alınır bir ‘Batı Ermenistana dönüş' özlemi bulunmamaktadır. Yani bugün, nasıl ABD'nde edimsel olarak bir Kızılderili sorunu yoksa, Türkiye'de de edimsel olarak bir Ermeni sorunu yoktur. Bütün bu nedenlerden ötürü, bugün ‘Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle ortadan kaldıracak bir çözüm' çağrısı, teoride saçma ve hatalı, pratikte ise gerici siyasal rol oynayacak bir çağrı olacaktır.
Bunun böyle olması, geçmişte şu ya da bu halka karşı yapılan tarihsel haksızlıkları unutmamız, bu haksızlıklara karşı çıkmaktan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmiyor elbet. Ancak biz, masabaşı devrimcileri ya da nostaljik ulusalcılar değilsek ve gerçekten devrim yapma gibi bir derdimiz varsa, ülkemizin ve toplumumuzun bilimsel bir sınıf analizinden yola çıkmak zorundayız. Devrimci politika, gerçek durumun bilimsel analizi zemini üzerinde yükselir. Artık olmayan ve hangi biçimde ve hangi nedenle olursa olsun tarihin gündeminden düşmüş sorunları yapay bir tarzda diriltmeye çalışarak devrimci politika yapılamaz. Osmanlı-Türk gericiliğinin Ermeni halkına ve Kürt ve Türk halkları da içinde olmak üzere diğer halklara karşı işlediği suçların ve cinayetlerin hesabının sorulması, bu topraklarda proleter devrimini zafere ulaştırmaktan geçer. O halde biz dikkat ve enerjimizi gerçek sorunlar ve onların çözümünü gerçekleştirebilecek güçler üzerinde, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve onun bağlaşıkları ve onların demokrasi ve sosyalizm kavgası üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Ulusal sorunun çözümünün anahtarı, dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de proleter devriminin zaferinden ve proletaryanın diktatörlüğünün kurulmasında yatmaktadır.”

Ulusal soruna doğru yaklaşım

Bu koşullarda, öteden beri olduğu gibi, Türk gericiliğinin politikalarına basit bir reaksiyon vermekle yetinmek ve ulusal sorunda bir yandan sosyal-şovenizmin, bir yandan da nihilizmin etkisi altında politika yapmak; egemen sınıfların, askeri kliğin ve onların “sivil” faşist uzantılarının konumunu güçlendirecek, onların geniş işçi ve emekçi yığınlarının berrak bir nitelik taşımayan yurtsever duygu ve eğilimlerini sömürmesine ve şovenist-faşist kanallara akıtmalarına yardımcı olacaktır ve olmaktadır. Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin önemli bölümünü etkisi altına alan Kürt halkına ve ulusal hareketine yaslanarak ve onların kuyruğuna takılarak güç kazanma ve siyaset yapma çizgisi, özellikle PKK'nın teslimiyet yolunu tuttuğu ve Güney Kürdistan halkının KDP ve KYB gericiliği eliyle ABD emperyalizminin vurucu gücü haline getirildiği son yıllarda bu hareketten geriye kalan güçlerin Türk işçi ve emekçileriyle olan çok sınırlı bağlarının daha da zayıflamasına ve onların daha da marjinalleşmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır. Her ne kadar Türk işçileri, Büyük-Rus işçilerinin o tarihte elde etmiş oldukları başarıları elde etmiş olmaktan uzak iseler de, burada, Lenin'in Aralık 1914'de kaleme aldığı “Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine” başlıklı yazısında söylediği şu sözleri anımsamak gerekiyor:

Ulusal gurur duygusu, bize, biz bilinçli Büyük-Rus proleterlerine yabancı bir duygu mudur? Elbette ki değildir! Biz, dilimizi ve yurdumuzu severiz; biz, yurdumuzun emekçi yığınlarını (yani yurdumuz nüfusunun onda-dokuzunu) demokratik ve sosyalist bilinç düzeyine yükseltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Çarın kasapları, soylular ve kapitalistler elinde, güzel yurdumuzun uğradığı hakaretleri, zulüm ve aşağılamaları görmek ve duymak bizim için çok acıdır... Büyük-Rus işçi sınıfının, 1905'te yığınların güçlü devrimci partisini yaratmış olmasından ötürü; Büyük-Rus köylülüğünün demokrasiyi benimsemeye başlamasından, papazların ve büyük toprak sahiplerinin boyunduruğunu kırma işine girişmesinden ötürü, gurur duyuyoruz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 132-33)

Türk-Ermeni sorununun çözümü ve onun hala yaşamakta olan Türk işçi ve emekçilerini zehirleyen etkilerinin ortadan kaldırılması görevleri, sınıf savaşımının güncel görevleriyle sımsıkı bir ilişki içinde ele alınmadan ve proleter enternasyonalizmi ruhunu lafta değil, gerçekten kuşanmaksızın yerine getirilemez. Bu sorunun çözümü, bugün Ortadoğu ve dünya işçi sınıfı ve halklarınan merkezi görevinin yerine getirilmesinden, yani neo-faşist ABD-Britanya-İsrail blokuna ve onun kuyruğunda giden güçlere karşı, Arap ve İslam halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halkların devrimci direnişinin örgütlenmesi ve yükseltilmesinden ve devrimci proletaryanın bu direnişe kendi ideolojik ve siyasal damgasını vurmasından geçmektedir. Buna herhalde, Türkiye işçi sınıfının devrimci öncüsünün, Kürt ulusal hareketi içindeki diri güçlerin ve tüm tutarlı demokratların; emperyalist savaşa, rejimin faşist bir kitle temeli oluşturma yolundaki girişimlerine, Türk gericiliğinin ABD'nin direktifleri doğrultusunda ve/ ya da kendi inisiyatifiyle Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar'da hegemonyasını yayma ve bu bölgelerdeki halkların içişlerine karışma çabalarına ve işçilerin ve diğer kent ve kır emekçilerinin sistemli bir biçimde soyulmasını öngören IMF destekli ekonomi politikalarına, işsizliğe ve yoksulluğa karşı geniş bir devrimci birleşik cephe oluşturma görevi eşlik edecektir ve etmelidir.

Diğer aktörler ve sonuç

Burjuvazinin hiçbir fraksiyonunun Türk-Ermeni ulusal sorununu tutarlı demokrasi ruhuyla çözemeyeceği saptaması, ezilen Ermeni ulusunun burjuva temsilcileri olan Ermenistan devleti ve Ermeni diyasporası için de geçerlidir. Ermeni diyasporası ve Ermenistan devleti, Türk gericiliğini esas olarak ABD ve AB emperyalistlerinin ve genel olarak emperyalistlerin denetimindeki uluslararası örgütlerin yardımıyla köşeye sıkıştırmaya çalışmakta, TARC (=Türk-Ermeni Uzlaştırma Komisyonu) örneğinde olduğu gibi rezilce uzlaşma yolları aramakta ve hatta Türk gericileriyle dolaylı ve/ya da gizli pazarlıklar sürdürmektedirler. Bu yol, ilkesel açıdan olduğu gibi taktiksel açıdan da yanlış ve sonuç vermemeye mahkum bir yoldur.

Ne dünya halklarının baş düşmanı, celladı ve gardiyanı ABD emperyalistlerinin, ne de Afganistan'ın işgaline katılmış, Irak'ın işgalini -belirli rezervler koyarak da olsa- desteklemiş, ABD'nin kuyruğuna takılarak Lübnan'da iç savaşın alevlerinin yeniden tutuşturulması çabalarına katkıda bulunmuş, Suriye ve İran'a yönelik ABD-İsrail tehditlerine ikircimli bir tarzda da olsa onay vermiş, Haiti'nin ABD esinli bir darbe sonucu BM bayrağı altında askeri işgal altına sokulmasını desteklemiş olan, yani sadece uzak geçmişi değil, bugünü de ezilen halkların terörize edilmesi ve kanının oluk oluk akıtılmasıyla nitelenen AB emperyalistlerinin Ermeni halkının jenosidi konusunda döktükleri timsah gözyaşları kimseyi aldatmamalıdır. Onlar da Washington'daki ağabeyleri gibi Ermeni jenosidini, esas itibariyle kendi emperyalist çıkarlarını korumak için kullanmakta, bu halkın yaşamış olduğu felaketi Türk gericilerinden çeşitli ödünler koparmanın, onun üzerindeki hegemonyalarını güçlendirmenin ve Türkiye'yi AB kapısında bekletmenin bir aracı haline dönüştürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

Yahudi jenosidine ilişkin çok sayıda belgesel, film ve haberle hemen hemen her gün adeta dolup taşan ABD ve Batı Avrupa yazılı medyasının ve TV kanallarının, 90. yıldönümü anılan Ermeni jenosidine ilişkin yayınlarının neredeyse hiç mesabesinde olması, ABD Başkanı George Bush'un 24 Nisan vesilesiyle yaptığı konuşmada jenosid sözcüğünü kullanmaması, sözümona Ermeni halkını savunan ve onun tarihsel acısını paylaşan ABD ve AB emperyalistlerinin tutumlarının ikiyüzlülüğünün ve umutlarını onlara bağlayan Ermeni burjuva milliyetçilerinin politikalarının bir kez daha iflas ettiğinin en taze kanıtlarındır. Son onyılların toplumsal pratiği, ABD ve AB emperyalistlerinin Ermeni ulusal sorununa ve Ermeni halkının çekmiş ve çekmekte olduğu acılara duyarlılığının, Filistin ulusal sorununa ve Filistin halkının çekmiş ve çekmekte olduğu acılara karşı sergilediği duyarlılıktan çok da fazla olmadığını ve olamayacağını fazlasıyla göstermiştir.

Tarihsel deneyimin de göstermiş olduğu gibi, burjuvazinin hiçbir fraksiyonu, çok kaba çizgilerle özetlediğim bu genel çerçeve içinde ele alınması gereken Ermeni sorununu, daha doğrusu Türk-Ermeni sorununu tutarlı demokratizm temelinde çözemez. Bütün ulusal sorunlar gibi Türk-Ermeni sorunu da milliyetçilikten yola çıkılarak çözülemez.

25-26 Nisan 2005

* Ermeni jenosidinin İttihat ve Terakki kliği eliyle ve onun iktidarı sırasında gerçekleştirilmesi, bu trajedinin tek sorumlusunun Enver-Talat-Cemal çetesi olduğu anlamına gelmemektedir. Aslında 1915-16 jenosidi, Osmanlı egemen sınıflarının ve İkinci Abdülhamit'in 1880'lerden bu yana uyguladığı Ermeni-düşmanı siyaset ve katliamların bir doruk noktası gibi ele alınmalıdır. Kürt aşiretlerinden oluşan Hamidiye Alayları'nın mucidi Abdülhamit bir kezinde şöyle demişti:

Yunanistan ve Romanya'nın alınmasıyla Avrupa Türk devletinin ayaklarını kesmiştir. Bulgaristan, Sırbistan ve Mısır'ın kaybı bizden ellerimizi götürmüştür ve şimdi Ermeniler arasında propaganda ile bizim hayati önemi olan organlarımıza yanaşmak, hatta bağırsaklarımızı koparmak istemektedirler.” (Joan Haslip'ten aktaran Tamer Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, s.98)


*Bu yazı Garbis Altınoğlu'nun sitesinden alınmıştır. 

21 Nisan 2021 Çarşamba

''YENİ EMPERYALİZM'' TEORİSİ VE HARVEY -VI

 

''Özelleştirme: El Koyarak Birikimin Ulaştığı Son Nokta'' (Harvey)

Harvey'in Marks'ın ''ilkelsel birikim'' dediği ama kendisinin ''el koyarak birikim'' kavramsallaştırmasını tercih ettiği* soruna daha yakından bakalım.

İlkel birikim aşaması, kapitalizmin gelişmesinin ilk aşamasıdır. Kapitalizmin içerisinde doğduğu ilksel ekonomik-toplumsal koşulları ifade eder. Bu aşama, bir yanda doğuş ve gelişme aşamasında olan burjuvazinin, diğer yanda iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan ücretli köleler sınıfı olan proletaryanın doğduğu ilk aşamadır. Bu süreç, kapitalizmin gereksindiği iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan özgür emekçilerin (proletarya) pazarının zorla, baskıyla yaratıldığı bir süreçtir. Diğer bir ifadeyle bu süreç, ekonomik baskı dışında zora dayanan bir süreçtir.

Marks, ''SERMAYENİN ilkel birikimi, yani tarihsel doğuşu nasıl olmuştur?'' sorusunu sorarak kapitalist tarihin ilk aşamasını derinlemesine inceler.

Sürecin tahlilini, çarpıcı bir tarzda ortaya koyan Marks'tır. Yorumlamak yerine geniş aktarmaların eşliğinde Marks'ı birlikte okumak daha doğru olacaktır.

''Üretim ve geçim araçları kendiliklerinden nasıl sermaye değilse, para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir.'' (Kapital C. III, s. 678, Sol Yayınları)

''İlkel birikimin tarihinde, bütün devrimler, kapitalist sınıfın oluşması yolunda kaldıraç görevi gören çağ açıcı devrimlerdir; ama her şeyden çok, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla geçim araçlarından kopartılarak, özgür ve 'bağlantısız' proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı anlar önem taşır. Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları, bütün bu sürecin temelidir. Bu mülksüzleştirmenin tarihi, farklı ülkelerde, farklı yönler alır ve farklı evrelerini farklı sıralar izleyerek farklı dönemlerde tamamlarlar. Yalnız örnek aldığımız İngiltere'de klasik biçimde görülür.'' (age., s. 680)

''Kapitalist sistem, emekçilerin, emeklerini gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörür. Kapitalist üretim, ayakları üzerinde doğrulur doğrulmaz, yalnız bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, bunu gitgide artan boyutta yeniden-üretir de. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür.'' ( Age., s. 678-679)

Marks, ''İlkel birikim''i, ''bu üretim tarzının (kapitalizm-bn.) sonucu değil, çıkış noktası'' olarak kavrar. Oysa Harveyler, ilkel birikimin, 70'li yıllardan sonra kapitalist emperyalizmin yeni temeli haline geldiğini ileri sürmektedir. Emperyalizmi kapitalizmin üst ve son aşaması, sosyalist devrimin ön günü görmeyen, dahası emperyalizmi ''siyasal iktidarın aşamaları'' olarak (siyasal bir görüngüye indirgeyerek) değerlendiren Harvey, anlaşılıyor ki kapitalizmi adeta yıkılmaz, mezara gömülemez bir üretim tarzı olarak kavrıyor. Emperyalizme ve gericiliğe karşı devrimin, sosyalizmin zaferi gibi bir teorisi olmayan Harvey'in kapitalizmi kötülüklerinden arındırarak yaşatmak istemesi bu bağlamda daha da anlaşılırdır.

Marks, ilkel birikim sürecini ''Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu öykü, insanlık tarihine, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.'' der.

''Bu düzenin (feodalizm-bn.) yokedilmesi gerekir ve yokedilir. Bunun yokedilmesi, yani bireylerin malı olan dağınık üretim araçlarının toplumsal ve yoğunlaşmış birimler haline, pek çok insanin cüce mülkiyetinin birkaç kişinin dev mülkiyeti haline dönüştürülmesi, büyük halk yığınlarının, topraktan, geçim araçlarından ve emek araçlarından yoksun hale getirilmesi; halk yığınlarının bu korkunç ve ıstıraplı mülksüzIeştirilmesi işlemi, sermayenin tarihinin başlangıcını oluşturur. Bu, bir dizi, zor yöntemlerini içerir ve biz, bunlardan, yalnızca, ilkel sermaye birikimi yöntemi olarak çağ açıcı olan bazılarını gözden geçirmiş bulunuyoruz. Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız bir vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Tecrit edilmiş, bağımsız emekçi bireyin, deyim yerindeyse, kendi emek koşullarıyla kaynaşmasının sonucu olan özel mülkiyetin yerini, öbürlerinin itibari olarak özgür emeğinin, yani ücretli-emeğin sömürülmesine dayanan kapitalist özel mülkiyet alır.'' (Age., s. 726, iba.)

Marks anlatmaya devam eder;

''Kilise mallarının yağmalanması, devlet mülkünün hileli yollardan ele geçirilmesi, ortak toprakların çalınması, feodal ve klan emlâkının gaspedilerek, başıboş bir terör havası içinde modern özel mülkiyet haline getirilmesi, ilkel birikimin birçok (sayfa 749) sevimli yöntemlerinden bazılarıydı. Kapitalist tarım için gerekli alan ele geçirilmiş; toprak, sermayenin bir parçası haline getirilmiş ve kent sanayileri için gerekli, 'özgür' ve yasa-dışı[20*]proletarya sağlanmıştı.'' (Age., s. 696)

''Kapitalist üretim tarzınin 'ebedi doğal yasalarının' yerleşmesi, emekçiler ile emek koşulları arasındaki ayrılma sürecinin tamamlanması, bir kutupta, toplumsal üretim ve geçim araçlarının sermayeye, karşıt kutupta, halk kitlelerinin ücretli-emekçiler, 'özgür emekçi yoksullar'[65] modern toplumun yapay ürünleri haline dönüştürülmesi tantæ molis erat[4*]. Eğer para, Augier'in[66] dediği gibi, 'dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor'sa, sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak geliyor.[67]''(Age., s. 723-24)

''Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye, ticari savaşlar vb., gerçek manüfaktür döneminin bu çocukları, büyük sanayiin çocukluk çağı boyunca dev gibi büyüdüler. Masum insanların uğradıkları büyük katliam, bu sanayiin doğuşunun habercisiydi. Krallık donanması gibi, fabrikalar da, gerekli insanları, zor ve baskı yoluyla sağlıyordu. 15. yüzyılın son üçte-birinden kendi zamanına kadar, tarımsal nüfusun topraklarından yoksun bırakılmasının dehşeti karşısında blasé[3*] olan; bu süreci, kapitalist tarımın yerleşmesi ve 'ekilebilir topraklar ile otlaklar arasındaki gerekli oranın' kurulması için 'zorunlu' gördüğünden, sevinçle karşılayan Sir F. M. Eden, manüfaktür tipi sömürünün fabrika sömürüsüne dönüşmesi, sermaye ile emek-gücü arasında 'gerçek ilişkinin' kurulması için, çocuk hırsızlığı ve çocuk köleliğinin zorunluluğu konusunda aynı ekonomik görüş keskinliğini gösteremiyor. Şöyle diyor: 'Herhangi bir manüfaktürün başarıyla yürütülebilmesi için yoksul çocuklara elkoymak üzere kulübeler ile işevlerinin yağmalanmasının; gecenin büyük bir kısmında sırayla çalıştırılarak herkes için gerekli, ama genç insanlar için daha da gerekli dinlenmeden yoksun bırakılmalarının; her iki cinsiyetten farklı yaşta ve durumda bir yığın insanın birbirlerini baştan çıkarmaya ve hayasızlaşma örneği olacak şekilde aynı yerde toplanmalarına zorunluluk bulunup bulunmadığının; ve böyle bir manüfaktürün, ulusun ve bireylerin mutluluğuna katkısı olup olmayacağının incelenmesi herhalde kamunun dikkatine değer bir konudur.' "[62] (Age., s. 721)

''Kapitalist üretimin manüfaktür dönemi boyunca gelişmesiyle birlikte, Avrupa kamuoyu, utanç ve vicdan denen şeyin son kalıntılarını da yitirmişti. Uluslar, kapitalist birikim aracı olarak kendilerine hizmet eden her türlü utancı, sinsi bir tebessümle övüyorlardı. Örneğin, saygıdeğer A. Anderson'un, şu bönce Annals of Commerce'ını okuyunuz. Burada, Utrecht barışında İngilizlerin İspanyollardan, Asiento sözleşmesi ile, o zamana kadar yalnızca Afrika ile İngiliz Batı Hint adaları arasında yapılan zenci ticaretinin bundan böyle Afrika ile İspanyol Amerikası arasında yapılması ayrıcalığının koparılması, İngiliz devlet yönetiminin bir zaferi olarak ilân ediliyordu. Böylece, İngiltere, 1743 yılına kadar İspanyol Amerikasına, yılda 4.800 zenci gönderme hakkını elde etmiş oluyordu. Bu, aynı zaman da, İngiliz kaçakçılığı için bir örtü de oluyordu. Liverpool, köle ticareti ile göbek bağlamıştı. Bu, onun, ilkel birikim yöntemiydi. Ve hatta bugüne kadar Liverpool, köle ticaretinin cenneti olarak 'saygınlığını' devam ettirmiştir ve —Aikin'in (1795) sözü edilen yapıtına göre— 'bu durum, Liverpool ticaretinin özelliği olan ve onu bugünkü gönence hızla kavuşturan, cesur serüven ruhu ile aynı zamana raslamış; deniz ticaret gemileri ile denizcilere büyük iş alanları sağlamış, ülkenin sınai ürünlerine olan talep geniş ölçüde artmıştır' (s. 339). Liverpool köle ticaretinde, 1730 yılında 15 gemi, 1751'de 53 gemi, 1760'ta 74 gemi, 1770'te 96 gemi ve 1792'de 132 gemi çalıştırmıştır.

Pamuklu sanayii İngiltere'ye çocuk köleliğini getirdiği gibi, Birleşik Devletler için de, daha önce azçok ataerkil bir nitelik taşıyan kölelik düzenini, ticari bir sömürü sistemi haline getirmesi için bir dürtü olmuştur. Gerçekten de, Avrupa'da ücretli işçilerin örtülü köleliği, yeni dünyada kendisine taban olarak, katıksız ve düpedüz bir kölelik düzeninin bulunmasını gerektiriyordu.[64]'' (Age., s. 723)

''Kamusal borçlanma, ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır. .... borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasinin doğmasına yolaçmıştır.'' ( Age., s. 718)

''İlkel birikimin farklı önemli anları, şimdi, azçok bir tarih sırasıyla, özellikle, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere üzerinde dağılmış bulunuyor. Bunlar 17. yüzyılın sonunda, İngiltere'de, sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar. Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.'' ( Age., s. 715-716)


''Hıristiyanlık konusunda uzman W. Howitt, hıristiyan sömürgecilik sistemi hakkında şöyle diyor: 'Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dörtbir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiç bir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiç bir soyda ra'slanamaz."[56] Hollanda sömürge yönetiminin tarihi —Hollanda 17. yüzyılın başta gelen kapitalist ulusuydu— 'en görülmemiş türden ihanetlerin, rüşvetlerin, kırımların ve bayağılıkların tarihidir'.[57] Bunların, Cava'da köle olarak kullanmak üzere giriştikleri insan hırsızlığından daha karakteristik bir şey olamaz. Bu amaçla insan hırsızları yetiştiriliyordu. Hırsız, tercüman ve satıcı, bu ticaretin başlıca ajanları, yerli prensler de, başlıca satıcılarıydı. Kaçırılan genç insanlar, köle vapurlarına gönderilecek duruma gelinceye kadar, Celebes'deki gizli zindanlara atılıyordu. Resmi bir raporda şunlar yazılı: 'Örneğin Macassar'ın bu kenti, gözü doymaz bir hırsın ve zalimliğin kurbanı olan ve ailelerinden zorla koparılan, zincire vurulmuş talihsiz insanların doldurduğu birbirinden korkunç, gizli zindanlarla doludur.' Malaka'yı ele geçirmek için Hollandalılar Portekizli valiyi satınalmışlardı. Vali, bunları, 1641 yılında kente soktu. İhanetinin fiyatı olan 21.875 sterlini ödemekten kurtulmak için Hollandalılar hemen vali konağına gidip adamı öldürdüler. Adımlarını attıkları bu yeri kurutup, insandan yoksun hale getirdiler. Cava'nın bir eyaleti Bancuvangi'de 1750 yılında nüfus 80.000'in üzerinde iken, 1811'de 8.000'e indi. Tatlı ticaret!'' ( Age., s. 716)


''Amerika'da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika'nın, kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin bellibaşlı adımlarıydı.

Bunu,  savaş alanı bütün yeryuvarlağı olan, Avrupalı ulusların ticaret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda'nın İspanya'ya karşı başkaldırmasıyla başlar, İngiltere'de jakobenlere karşı savaşta dev boyutlara ulaşır ve Çin'e karşı afyon savaşı ile hâlâ sürer gider.'' ( Age., s. 715-716)

Marks bu süreci diyalektik materyalizme ve tarihi materyalizme dayanarak Kapital'de kapsamlı bir analize tabi tutmuştur.

''Yeni emperyalizm'' teorisyenlerinin somut tarihsel koşulları görmezden gelerek ''neoliberal emperyalizm''le ortaya çıkan süreci çözümlerken Marks'a dayanma çabaları nesnel durumu çarpıtarak lanse etmelerine yol açıyor. 16. yy'da ortaya çıkan ve kapitalizmin ''arkaik'' bir dönemindeki mülksüzleştirme sürecine dayanarak günümüzü açıklamaya çalışmaları bilimsel değildir. O tarihsel aşama birkaç yy. öncesinde kalmıştır. Tarihsel rolünü oynayarak sonlanmıştır. Tarihin tekerliği ne o zamana çevrilebilir ne de uluslararası tekellerin emperyalizmi ilkel birikim temelinde izah edilebilir. İlkel birikim aşaması, kapitalizmin tarihte ilk doğuş koşullarını, ayakları üzerinde durmaya yöneldiği bir evreyi anlatmakta ve simgelemektedir. Bu bağlamda tarihsel paralelikler kurarak günümüz anlaşılamaz. Benzerlikler ise ölçü değildir. Her bir dönemin analizi kendi özgün somut tarihsel koşulları içerisinde yapılabilir ancak. Ve bu inceleme yöntemi, görüngülerle yetinen pozitivist ve metafizik yönteme dayanılarak anlaşılamaz; her durumda belirleyici olan tüm görüngeleri yöneten nesnel yasaları, hareketin, toplumsal maddi hareketin biçimlerini yöneten nesnel gelişme yasalarını bulmaktır. Kapitalist emperyalizmin, kapitalizmin nesnel yasalarıyla, kapitalist genişletilmiş yeniden üretimle, azami kar yasası ile ilgili olmadığını düşünmek ve emperyalizmi siyasi bir görüngüye indirgemek, kapitalizmi, kapitalist emperyalizmi aklamak demektir.

Kapitalist ilkel birikim, mülksüzleştirerek el koyma aşaması, kapitalizmin doğum sürecini ve sancılarını anlatır. Sözde ilkel birikim, ''sermaye ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih-öncesi aşamasını oluşturur.'' (Marx) İlkel birikim kapitalist üretim tarzına özgü olmayan bir geçiş evresiydi. Kapitalist üretim tarzı, artı-değer sömürüsüne dayanır ve ücretli emeğin/ücretli iş gücünün sömürülmesi üzerinde yükselir. O dönem kapitalizm, henüz doğum ve emekleme aşamasındaydı, ''özgür kapitalist pazar'' henüz oluşmamıştı. Kapitalizm, özellikle de sanayi kapitalizmiyle kendine özgü üretim temeline oturdu ve üretim tarzı olarak sağlamca yerleşti. Günümüzün kapitalizmini ilkel birikim dönemiyle, o dönemin mülksüzleştirmeyle el koyma içeriğiyle ilişkilendirilerek anlamak olanaklı değildir. Söz gelimi Harvey, 73'ten beri kronik bir sermaye fazlası olduğu saptıyor, çok güzel, peki sermayenin ilkel birikim aşamasında böyle bir aşırı sermaye birikiminden, kronik sermaye birikiminden bahsedebilir miyiz!!! Bu sorular çoğaltılabilir ama gerekmiyor.

Emperyalizm çağında, uluslararası tekellere dayanan emperyalizmde ise, tekelci kapitalist bir dünya pazarı evrensel bir olgudur. Üretici güçler küresel ölçekte dünya pazarını açık bir pazar olarak örgütleyecek kadar gelişmiştir. Emperyalizm proleter devrimin ön günü olarak keskin bir şekilde sosyalist devrim için daha keskin olgunlaşmıştır vs. vb.

Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında da zor, baskı, yağma, spekülasyon, hile, ilhak ve işgal kapitalist emperyalizme içselleşmiş olarak sürmektedir. Dolayısıyla ''neoliberal emperyalizm'' sürecini de tarihsel paralellikler kurarak ilkel birikim, mülksüzleştirme yoluyla birikim, el koyarak birikim gibi formülasyonlarda dile getirilen düşüncelerle izah edemeyiz. Kapitalizmin ve emperyalizmin zor ve işgalle, yağmayla bağdaşmadığını düşünmek saçmalıktır. Tüm kapitalizmin, tüm emperyalizmin tarihsel deneyimi buna tanıktır.

Emperyalizm çağında, tekelci burjuvaziye, ÇUŞ'lara dayanan tekeller döneminde kapitalizm dünya çapında derinlemesine ve genişlemesine gelişmiştir. 80 sonrası bu gelişimin temposu alabildiğine ivme kazanmıştır. Bu süreçler kaçınılmaz olarak küresel ölçekte proleterleşme sürecini yoğunlaştırıp geliştirmiştir. Dev bir proleter ordu gelişmiştir. Küçük meta ekonomisinin kapsamlı ve hızlı yıkımı, ''orta sınıfl''arın en geniş kesimlerinin mülksüzleştirilmesi bu süreçlerin tipik olgusu olmuştur. ''Keynesyen paradigma''nın tasfiyesi süreci burjuva devletin mülkünde olan ve kolektif kapitalist mülkiyet karakteri taşıyan kapitalist işletmelerin tekellere devri, sağlık, eğitim vbg. sektörlerin özelleştirilmesi, ''neoliberal'' saldırganlık döneminin çarpıcı gerçekleridir. Burjuva devlet, kronik sermaye fazlası, eğilimli düşen kar oranları, sermayenin değersizleşerek çöküşünü engellemek için özelleştirme politikasını etkin bir tarzda yaşama geçirmiştir. Maddi üretimde düşen kar oranları, sermayenin, başta da para sermayenin ezici bir tarzda mali piyasalara yoğunlaşarak sayısız biçimlerde vurguna yöneltmiştir. Ancak tüm bu görüngüler, yönelimler, politikalar ilkel birikim döneminin 70'lerle başlayarak emperyalist sömürünün temel biçimi haline geldiğini göstermez. Bu vb. teoriler, kapitalist üretim tarzına dayanan, tekelci sermaye temeli üzerinde yükselen emperyalist kapitalizmi aklayan teorilerdir.

DEVAM EDECEK

Hasan OZAN İLTEMUR


* ''Çeşitli araştırmacıların son zamanlarda gözlemlediği gibi, sermaye birikiminin uzun tarihsel coğrafyası içinde "ilkel" ya da "orijinal" birikimin yağmacı uygulamalarının sürekliliği ve kalıcılığının genel bir yeniden evrimi mümkündür.63 Bunun için, "ilkel" ya da "orijinal" birikim sürecinin yerine, ilerleyen satırlarda, "el koyarak birikim" kavramını kullanacağım.'' (iba.)


16 Nisan 2021 Cuma

''YENİ EMPERYALİZM'' TEORİSİ VE HARVEY -V

 

Kapitalizmin doğuş, yükseliş, çöküş süreci dahil tüm süreçlerinde mülksüzleştirme, herşeyi metalaştırma, ekonomik zor da dahil zora dayanan soygun kapitalist üretim tarzının karakteristiğidir. Üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesi yasası kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Yerel ve dağınık pazarlardan dünya tekellerine dayan pazar ekonomisine yükseliş bu olgunun anlatımıdır. Sermaye birikimi sürecinin temelinde kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci ve artı-değer (P-M-P') gasbı yatar. Mülksüzleştirme, sömürgeleştirme, mali spekülasyon, paradan para kazanma, sermayenin, tekellerin, günümüzde ise dünya tekellerinin kamusal mülkiyete ve özel mülkiyete dayanan işletmelere el koyması, sermaye birleşmeleri, satın almaları vb. bu sürece içkindir...


Kapitalizmin insancıl, adil dağıtıma vs. dayanan bir sistem olmadığı açıktır. Ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmin tarihi aynı baskı ve zorun, rüşvet ve yolsuzluğun tarihidir. Bu tarih, aynı zamanda sermayenin merkezileşmesi sürecidir. Sermayenin merkezileşmesi süreci sermaye birikiminin temelini oluşturmaz. Üretimin yoğunlaşması ile el ele giden artı değer, maddi üretim sektörlerinde yaratılır; bu bağlamda sermaye birikiminin temelini mülksüzleştirmeye dayandırmak kapitalizmin gerçeklerinden kopmayı ifade eder. Kapitalist merkezileşme artı-değer yaratmaz. Merkezileşme eğilimi, kapitalist mülkü ve sermayeyi belli sermaye çevrelerinin ellerinde toplar. Sermaye birikimini maddi temelinden kopararak sermayenin merkezileşmesine dayandırmak kapitalizmi, sermaye birikimini anlamamak demektir. Bu bağlamda kapitalist üretim tarzı kendi nesnel yasaları, iç dinamizmi temelinde sermaye birikimi yaratarak ilerler. Mülksüzleştirme kapitalizmin nedeni değil, sonucudur...


Genişletilmiş kapitalist yeniden üretim sürecinden koparılmış ''el koyarak birikim'' teorisi kapitalizmin özsel içeriğini artı-değer ve karın üretimine değil de mülksüzleştirmeye dayandırarak Marksist kapitalizm teorisini yadsımaktadır. Mülksüzleştirme kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecine bağlı gelişen bir süreçtir. Ekonomi dışı zor da bu sürece eşlik eder. İlksel birikim döneminde ise zora dayalı mülksüzleştirme özel bir tarihsel rol oynar. Emperyalizmi ilhak ekonomisine indirgemek, emperyalizmin bir eğilimini (''Emperyalizm, bir ilhak eğilimidir; doğru, ama çok eksik bir tanım; çünkü emperyalizm, genellikle, bir şiddet ve gericilik eğilimidir'' -Lenin) temel almak kapitalist emperyalizmi anlamamaktır.


Harvey'in yukarda aktardığımız uzun alıntıda bahsettiği görüngüler gerçektir ve kapitalizmin tarihinin tanık olduğu en büyük metalaşma, sermayeleştirme, gasp saldırısının biçimleridir. Dünyanın dört bir yanının kapitalist sömürüye, yağmaya, spekülasyona açılması, emlak vurgunu, borç köleliği, yerküremizin açık pazara dönüştürülmesi; dünya tekellerinin bir ahtopot gibi dünyanın en ücra köşelerine dek nüfuz ederek hortumlaması ''neoliberal dönem''in göz çıkaran gerçekleridir. Fakat bu tablo, emperyalist kapitalizmin tablosudur. Uluslararası tekelci kapitalizme, uluslararası tekellere dayanan kapitalizmin tablosudur. ''Neoliberalizm'' olarak tanımlanan politika, uluslararası tekellerin ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarını temsil eden politika ve çözüm programıdır. Yani Harveylerin reformlarla ıslah etmeyi önerdikleri üretim tarzının tarihsel olarak geldiği dönüm noktası ve dönemecinde nesnel zorunluluklarının, gereklerinin, gereksinmelerinin ürünüdür bu politika ve saldırı. Bu nesnel gerçeği, nesnel hareket yasalarını reddederek, emperyalizmin politikasını ekonomik temelinden kopararak onu ''burjuva iktidarın bir aşaması'' olarak tanımlayanların neo-liberalizmi, kötü kapitalistlerin tercihi olarak sunması, kötülerin yerine ''iyi kapitalistler''i geçirerek çözüm önermeleri, sorunu bir politik tercih düzeyine indirgemeleri, bu gerçekleri anlamaktan ne denli uzak olduklarını göstermektedir.


Harvey'in, ''El Koyarak Birikim Biçimindeki Emperyalizm'' alt başlığı altında yer alan çözümlemelerinde şu sözler de dikkat çekmektedir;


''Genişlemiş yeniden üretimin yol açtığı kronik aşırı birikim sorunları ortaya çıkmasaydı ve iç reformlarla çözüm yolları üretilmesine siyasi olarak burun kıvrılarak bu sorunlar çözümsüz bırakılmasaydı elbette bunların hiçbiri önem taşımayacaktı. Bir çözüm yolu olarak, neo-liberalizm ve özelleştirme politikalarıyla simgelenen el koyarak birikimin önem kazanması, dünyanın şu ya da bu bölgesinde dönem dönem patlak veren devalüasyonlarla ilgilidir. Çağdaş emperyalist uygulamanın merkezinde bu devalüasyonlar yatmaktadır. Kısaca, İngiliz burjuvazisinin 19. yüzyılın son otuz yılında keşfettiği olguyu Amerikan burjuvazisi yeniden keşfetmiştir. Arendt'in anlatımıyla bu, 'birikimin motoru aniden durmasın diye', ilkel sermaye birikimini mümkün kılan 'adi hırsızlığa nihayetinde yeniden başvurulmak zorunda kalınmasıdır.' 101 Eğer durum buysa, 'yeni emperyalizm' eskinin tekrarından başka bir şey değildir, tek fark değişik bir yer ve zamanda ortaya çıkmasıdır. Mevcut sorunlarla ilgili olarak bunun yeterli bir kavramlaştırma olup olmadığı, değerlendirilmeyi beklemektedir.'' (Agk., s. 150-51)


Ancak onun ''yeni emperyalizmi'' ''eskinin bir tekrarı'' olan bir emperyalizm olarak görmediğini biliyoruz. O, düşüncelerini izlediği Arendt'in ''ilkel sermaye birikimini mümkün kılan 'adi hırsızlığa nihayetinde yeniden başvurulmak zorunda kalınmasıdır.' '' tezini, kitabının bir başka yerinde söylediği ''İngiliz burjuvazisinin 19. yüzyılın son otuz yılında keşfettiği olguyu Amerikan burjuvazisi yeniden keşfetmiştir.'' sözlerinden de görmekteyiz.


Harvey'in ''Genişlemiş yeniden üretimin yol açtığı kronik aşırı birikim sorunları ortaya çıkmasaydı ve iç reformlarla çözüm yolları üretilmesine siyasi olarak burun kıvrılarak bu sorunlar çözümsüz bırakılmasaydı elbette bunların hiçbiri önem taşımayacaktı.'' sözleri diyalektik materyalist yöntemle bağdaşmayan, Marksist politik-ekonomi bilimini yadsıyan sözlerdir. ''Eğer'' şu olmasaydı, ''eğer'' bu olmasaydı vs. Oysa emperyalist kapitalizmin uluslararası tekelci evreye yükselmesi, dünya tekellerine dayanan uluslararası iş bölümünün şekillenmesi, neoliberal saldırganlık, kapitalist evrimin nesnel gerçeğidir; yani ''ihmalkarlık'' gösterildiği, ''burun kıvrıl''dığı için bu aşamalara gelinmedi. Bu küçük burjuva ütopik bir yaklaşımdır. Kapitalizmin nesnel hareket yasalarını reddeden ya da anlayamayan Harvey'in izahı idealist karakterdedir. Zaten emperyalizmi bir devlet tercihi, sermayenin bir bölümünün tercih ettiği politikalardan biri olarak tanımlayan, emperyalizmi siyasi bir görüngüye indirgeyen, emperyalizmi kapitalizmle bağdaşmaz bir politika gören Harvey'in bunun ötesinde bir değerlendirmede bulunması da beklenmemelidir.


Post-Marksist akımlar, aydınlar, emperyalizmi nesnel ekonomik yasaları olan bir ekonomik-toplumsal düzen, bir üretim ilişkileri sistemi olarak ele almamaktadırlar. Böyle olunca da emperyalizmi bir politikaya indirgemekte, sermayenin tercih edebileceği ''yanlış'' ve düzeltilmesi gereken bir politika olarak görmektedirler. Üstelik Dinazorlar çağında kalma, çöpe gitmiş teorileri de ''yeni koşullar'' adına, ''yenilik, yeni açılım, yaratıcı Marksizm, Marksizm'e katkı'' vs. olarak pazarlayabilmektedirler. Onlar, emperyalizmin bilimsel açıklanması adına Kautsky gibi emperyalizm sözcüğüne ''salt siyasal bir anlam'' vererek, Kautsky gibi ''emperyalizmin ekonominin bir 'evre'si ya da aşaması değil de mali sermayenin 'yeğlediği' bir politika, belirlenmiş bir politika olduğunu'' savunarak, ''klasik emperyalizm çağında'' kalma sözde emperyalizm teorilerini diriltilip piyasaya sürmektedirler. Leninizm'i, Leninist emperyalizm ve proleter devrimler teorisini unutturmak için tüm yeteneklerini seferber ederek burjuvazinin sunduğu olanakları tepe tepe kullanmaktadırlar.


Emperyalizmin ve entelektüellerinin burjuva neoliberal ''Büyük anlatıların sonu'', ''Tarihin sonu'', ''Elveda proletarya'' ideolojik saldırısı, post-Marksizm tarafından ''Marksçılık'', ''yaratıcı Marksizm'', ''21. yüzyılın sosyalizmi'', ''21. yüzyılda Marksizmin yeniden üretilmesi'' vb teorilerle sol söylem altında yeniden üretildi ve daha radikal görüntüler altında yeniden üretilmeye, propaganda edilmeye devam edilmektedir. Bu teori ve propagandaların, diğer bir ifadeyle proletarya sosyalizmine, Bilimsel Komünizme dönük burjuvazinin ve küçük burjuvazinin gerici ideolojik saldırısı ve baskısı komünist hareketi de etkiledi ve derinden etkilemeye de devam etmektedir.

Marksizm-Leninizm'in, Lenin'in emperyalizm ve çağ teorisinin ''emperyalist kapitalizm de olmayan emperyalist küreselleşme'' çağında aşıldığı, eskidiği; proletaryanın değil, ezilenlerin temel alınması gerektiği; kapitalist emperyalizmin nesnel ekonomik yasalarının olmadığı/küreselleşmeyle sonlandığı, kapitalizmin artık artı-değer üretmediği; Marksizm-Leninizm'in ''Stalinist sosyalizmin'', ''Stalinist dogmatik Marksizmine karşı mücadele'' adı altında mahkum edilmesi, 20. asırdaki ''tek tek ülkelerde sosyalizm girişimlerinin, sosyalizmi kurma mücadelesinin Marksizmi ve sosyalizmi güçten düşürdüğü''; ''20. asrın Marksizminin ve sosyalizminin çöktüğü'' vs teorileştirmelerinin komünist saflarda ortaya çıkarak gelişmiş olması, söz konusu teorik-ideolojik-programatik-stratejik çerçeveye ve temele dayanma çabasını ve dahası dayanıldığını kanıtlamaktadır.


Açık ki, ''büyük anlatıların sonu'', ''öznenin sonu'', ''tarihin sonu'' vb anlatıları, Marksizm-Leninizm'in sonu, proletaryanın sonu, proleter öznenin sonu, sosyalizmin sonu, Leninist emperyalizm teorisinin sonu biçimlerine bürünen ''yeni'' bir ''anlatı''dır ve ''bütünlüklü anlatıların sonu'' teorisi, yerini, yeni bir biçimde kendini ortaya koyan revizyonizm, tasfiyeci oportünizm ve inkarcılık olarak gündemleşmiş ve komünist hareketteki değişik versiyonlarıyla oportünizmin birleşik çabası, cephesi ve sapmasıyla komünist hareketi ideolojik ve örgütsel olarak küçük burjuva bataklığa sürüklemiştir. Harveyciliği sadece Harvey'den, post-Marksizmi sadece post-Marksizmin açık savunucularından ibaret görmek ya cehalet ya da oportünizm ve tasfiyeciliktir. Komünist hareket, cam bir fanus içerisinde yaşamamaktır ve o, her zaman burjuva saldırı, baskı, kuşatma altında yaşamaktadır. Marksizm-Leninizm'e ilkeli bir teorik ve pratik duruş ve istikrarlı yönelimle, kendini/niteliğini kesintisiz üretip geliştiremediği koşullarda, bu baskı onun saflarında her zaman ortaya çıkacak, alıcıları tarafından içerden de pazarlanacaktır. Bugün de yaşadıklarımız bu gerçeğin somutlanışıdır.


DEVAM EDECEK

Hasan OZAN İLTEMUR