23 Kasım 2023 Perşembe

YAHUDİ TARİHİ ÜZERİNE NOTLAR VE 2000 YIL SONRA KURULAN YAHUDİ DEVLETİ: İSRAİL II. BÖLÜM

 

Babil Sürgünü


I

Yahudiler, antik ve feodal çağların toplumsal ve siyasal kriz dönemlerinde, özellikle nefret nesnesi, günah keçisi haline getirilmiştir. Bu olgu özellikle de egemen üretim tarzlarının ve egemen sınıflarının yaşadığı toplumsal kriz ve çözülüş süreçlerinde daha da çarpıcıdır. Klasik anti-Semitizm, pre-kapitalizmin anti-Semitizmidir. Ve klasik anti-Semitizm kuşkusuz ki kapitalist tarihsel kesitin, emperyalizm döneminin anti-Semitizminden farklıdır ama Yahudilerin nefret nesnesi haline getirilmesi her dönemin ortak tarihsel karakteristiğidir.

Ticaret yolları boyunca yayılan ve yerleşen Yahudiler, doğal ve kaçınılmaz olarak, yabancı diyarlarda, yabancılar deryası içinde yaşamak zorunda kal. Bu diyarlar onları yabancı gördüğü kadar (ne kadar benimsemeye çalışsalar da) onlar da bu diyarları kendilerine yabancı görerek yaşadılar. Bu yabancılık olgusu Yahudilerin her yerde tefeci ve tüccar olarak oynadıkları seçkin rolle, kafir ve günahkar olarak görülen tek tanrılı dinleriyle, kendi gettoları ve ayrıksı giyim-kuşamlarıyla (ki kimi zaman da buna özellikle zorlandılar) birleşerek kolayca dikkat merkezi haline gelmelerini sağlar. Anavatanlarından kopuş ve yaşadıkları baskılar Yahudilerin sosyal, ulusal ve dinsel katı bir kastlaşmaya dayanarak şekillenmelerinde önemli bir faktör oldu. Getto yaşamı eski çağlarda yaygın bir olguydu ama getto, Yahudi topluluklar bakımından daha özel önem taşımaktaydı. Getto yaşamı bir yandan Yahudilerin kendilerini korumanın aracıdır. Diğer yandan yaşadıkları toplumlarda kendilerine koyulan kısıtların da ifadesiydi. Bu getto yaşamı gerek iç ilişkilerinde gerekse de dış dünyayla ilişkilerinde katı kurallarla biçimlenmişti. Yahudi gettoları dışa kapalı, kendi içinde özel bir tarzda örgütlenmiş bir yaşama dayanıyordu. Yahudi gettoların kendi okulları, ibadethaneleri, yargı kurumları, zanaatçıları, esnafı bulunuyordu. Gettolara giriş çıkışlar belli bir disiplin çerçevesinde gerçekleşiyordu. Yahudi din adamları kastı gettoların katı dinsel yaşamının ve değerlerinin gardiyanlarıydı. Yaşadıkları toplumlarda yerli toplulukların yaptığı işler, özellikle de önemli olan işler Yahudilere yasaktı. Ağır kuşatılmışlık ve tecrit koşullarında yaşayan Yahudiler, ağır vergiler ödemek zorunda kalıyordu. Kimi zaman bu vergiler özellikle ağırlaştırılıyordu. Kuşkusuz ki burada kendi yurdunda yaşayan bir topluluktan, onların ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal doğal yaşamından bahsetmiyoruz. Bu olgu, gittikleri her yerde Yahudi olmaktan kaynaklanan sorunlarla yaşamalarına yol açıyordu.

Antik ve Orta Çağ’da Yahudi sorununu ve anti-Semitizmi anlamak bakımından tefeci ve tüccar sermayesinin oynadığı tarihsel ve toplumsal rolü anlamak oldukça önemlidir. Her iki çağda da Yahudilik tefeci ve tüccar olarak büyük roller oynamış ve kendisini üretmiştir. Yahudilik tarih dışı, tarihsel maddi ve toplumsal gelişme süreçlerinin dışında bir olgu değildi(r). Tarihsel gelişme Yahudiliğin de tarihidir. O halde temel tarihsel gerçekler bilince çıkarılmadan Yahudi sorunu da anlaşılamaz.

Tefeci ve tüccar sermayesi, tarihte sermayenin en ilkel ve ilk biçimidir. Nasıl meta üretimi kapitalist meta üretiminden daha eskiyse, tefeci-tüccar sermayesi de modern tefeci-tüccar sermayesinden daha eskidir. Tefeci- tüccar sermayesi ilk sınıflı toplum olan köleci toplum dönemiyle doğar... Tefeci ve tüccar sermayesinin “Nuh Nebiden kalma” sermaye olarak tanımlanması bundandır.

Antik çağda sömürü artı emeğin, (“Doğrudan doğruya zora dayalı emek antik dünyanın temelidir” -Marks-) Ortaçağ da ise artı-ürünün gaspına dayanır. Her iki çağda da ticaret ve tefeci sermayesi bu sömürüden pay alır.

Tefeci sermaye, asalak karaktere sahip sermaye kategorisidir. Hiçbir maddi değer üretmez. Aksine, toplumsal emek sürecinde yaratılan emek ürünlerine, artı emeğe para ticareti yoluyla el koyarak semirir. Para ticareti, tefeci sermayenin işidir. Faiz, tefeci sermayenin üretilen artı emeğe el koyması ya da artı-emeğe, artı-ürüne el koyan egemen sınıf(lar)la bunu bölüşmenin aracıdır. Tefeci sermaye, antik ve orta çağda, para-servet yığılmasını temsil eder. Paradan para kazanır. Yani taş atmaz, kolu yorulmaz; ama havadan para servetine servet katar.

Tefeci tüccara, köle sahibine, büyük toprak sahiplerine, soylular takımına, emek araçlarına sahip küçük üreticilere, zanaatkarlara, köylülere borç para verir, onları borç batağına çeker; sonra tepesine biner, kanlarını bir sülük gibi emer.

Prekapitalist üretim tarzlarında tefeci sermaye, hem mülk sahibi, kendi emek araçlarına sahip emekçilerle hem de egemen sınıflarla ilişkilenir. Köleci ve feodal toplumlarda tefeci sermaye, ticaret sermayesi gibi bağımsız bir sermaye gücüdür. Üretimin bir unsuru değildir. Faiz getiren sermayenin tipik biçimini temsil eder. Üretim tarzlarının temellerine dokunmaz, çözmez, dağıtmaz; üretici güçleri geliştiren bir rol oynamaz. Antik ve feodal üretim tarzını sömürerek semirir. Meta üretimi ve meta ticareti ne kadar az gelişmişse o denli bağımsız bir güç halini alır. Üretici güçlerin az gelişmişlik düzeyi, emek üretkenliğinin düşük düzeyi, tefeci sömürünün üretim tarzlarını zayıf düşürmesine, yoksullaşmasına, yoksulluğun gelişmesine, büyümesine yol açar. Tefeci sermaye, yüksek faiz oranlarıyla artı-emeğe, artı-ürüne gitgide artan oranda el koyar. Böylece, yeniden üretim sürecinin temellerini güçten düşürür, geriletir.

Özgür bireysel üreticilerin, küçük ve orta ölçekli mülk sahiplerinin, zanaatçının, emek araçlarına sahip köylünün devlete, köle sahiplerine, büyük toprak sahiplerine, soylulara ödemesi gereken haraçları karşılama ve yeniden üretim sürecini (ki bu basit yeniden üretim sürecidir) devam ettirebilmek gereksinimi onları para serveti elde tutan tefecilerin kucağına iter. Bir kere tefeciliğe elini kaptıran emekçi kendini kolay kolay kurtaramaz. Tefeci böylece, önce bu geniş kesimin artı-emeğini artan oranda gasp eder. Giderek yeniden üretimi olanaksız kılacak tarzda artı-emeğin, artı-ürünün tümüne el koyar. Bununla da yetinmez, üretici emekçinin üretim araçlarına, arazisine, mülküne de tümden el koyar.

Bu olgu, geniş üretici kesimin, geniş emekçi kitlelerin yoksullaşmasına, iflasına, yıkımına, mülksüzleşmesine yol açar. Böylece bu katmanlar ya köle ya da serf haline gelir. Toplumun deklase kesimi büyür. Toplumsal sefalet yoğunlaşır ve yaygınlaşır.

İşte tefeci sermayeye, tefecilik ve faize karşı doğmuş olan geniş ve sürekli tarihsel tepki ve düşmanlığın ekonomik temel nedeni budur. Prekapitalist toplumların egemen sınıfları bakımında sorunu incelediğimizde ise aşağıda özetleyeceğimiz şu tarihsel ve iktisadi gerçekleri görmekteyiz.

Köle sahipleri, büyük toprak beyleri, feodal aristokrasi, tüccarlar para gereksinimleri için, para serveti elde tutan tefeciye başvurmak zorunda kalırlar. Başlıca olarak köle emeği ve köylünün artı emeğini gasp ederek yaşayan bu sömürücü sınıfların şatafatlı yaşamı, lüks tüketimi de onları giderek artan oranda tefecilerin boyunduruğu altına sokar. Tefeci sermayeye tutsak düşen egemen sınıflar, tefeciler tarafından yoğun bir şekilde sömürülür. Bu sömürü köle sahiplerini, toprak beyini, soyluları yoksullaştırır. Böylece tefeci sermaye artı-emeğe, artı-ürüne el koyan egemen sınıfın elinden daha büyük parçalar kopararak güçlenir. Dahası bu kesimlerin önemli bir bölüğü de eski konumunu kaybeder, yoksulların safına düşer, mülksüzleşir, yıkıma uğrar.

Egemen sınıfın tefeci sermayeye tutsaklığı, bir yandan egemen sınıfın köleleri, köylüleri daha yoğun sömürüsüne yol açar. Öyle ki, tefeci sömürü bu özelliğiyle de köylülerin geniş tabakasının iki kere daha yoksullaşmasına, iki kere daha hızlı yıkımına yol açar. Çünkü böylece köylü yeniden üretim için gerekli olan kendi payına düşen artı ürünü de kaybeder, yeniden üretim sürecinin dışına düşer. Bu durum egemen sınıfı ve üretim tarzını yoksullaştırır. Borç batağına saplanmış, elini verdiği için bedenini kurtarmaya çalışan egemen sınıf kesimleri, bu durumdan kurtulmak için emek sömürüsünü yoğunlaştırır, ama bu, geniş bir toplumsal tepkiye ve mücadelelere yol açar. Gerek sömürüyü yoğunlaştırmak gerekse de toplumsal tepkiyi bastırmak, daha sert, yoğun ve yaygın politik baskı ve ekonomik saldırılar eşliğinde yol alır. Sonuçta artan ekonomik sömürü ve politik baskının bütün yükü artı-ürünün yaratıcısı emekçilerin omuzlarına biner; onları iki kere, üç kere, dört kere daha fazla ezer tahrip eder...

Böylece, bir yandan geniş üretici kitleleri, öte yandan da egemen sınıfları zayıf düşüren tefeci sermaye gittikçe güçlenir; üretim araçlarına, toprak mülkiyetine, artı-ürüne gittikçe daha yoğun el koyar. Tefecinin para serveti, zenginliği büyür; iktisadi ve siyasi etkinliği artar. Bu durum sınırsız bir açgözlülükle daha büyük çapta sömürü yapan, daha yıkıcı ve saldırgan, kimsenin gözünün yaşına bakmayan tefecilere karşı büyüyen bir geniş toplumsal tepki ve nefreti yeniden ve yeniden üretir, güçlendirir. İşte prekapitalist sömürücü toplumlarda tefeciliğe ve faize karşı ortaya çıkmış olan ve gerek Hristiyanlık gerekse de İslam tarafından faizin haram sayılmasının ana nedeni bu tabloda yatar.

Yukarıda çizdiğimiz tablo, Antik ve Orta Çağ’da ticaret ve para sermayenin temsilcisi olan Yahudilerin neden hedefleştiğini, keza, Yahudi düşmanlığının neden geçerli akçe olarak kullanıldığını bizlere açıklamaktadır...

Yahudilerin devlet kurmadan kurtuluşunu olanaklı görmeyen ve politik Siyonizmin “babası” kabul edilen Thedor Herzl, şunları yazıyor:

Biz finans alanında üstün bir başarı sağladık, çünkü Ortaçağın şartları bizi buraya itti.” (Yahudi Devleti, s. 33, Ataş Yayınları, 2017, PDF)

Herzl laik-seküler yaşamdan yanadır. Yahudi sorununu Allah’a, kutsal kitaba bağlamaz. Ortaçağ’da Yahudiliğin “finans alanında”ki üstünlüğüne dikkat çekerken, bahsettiği Yahudilerin “finansal üstün”lüğü o çağda ticarettin yanı sıra, özellikle de Yahudi tefeci sermayenin gücünü vurgular. Yahudi tefeciliği, o çağın karakteristik olgularından birisidir. Ve tefeciler sevilmez...

II

Yahudiler tarihte aynı zamanda ana yurtlarından kopmuş Yahudi diasporasının varlığıyla da bilinir. Bu olgunun temelinde Yahudilerin, (tarihte yaşadıkları birkaç ağır ve yıkıcı sürgünden ziyade) tüccar bir topluluk olarak, ticari yolları izleyerek yayılmış olmaları bulunmaktadır. Tarihte doğu ve batıda değişik ülkelerde Yahudilerin pek çok saldırı ve katliama uğraması Yahudilerin geniş bir coğrafyaya yayılmış, yerleşmiş bir azınlık olmasıyla bağlıdır. Yaygınlık, azınlık ve tefeci-tüccar olmaları, yaygın bir coğrafyada anti-Semitizmin gelişmesinin ve sıkça katliamlara daha kolay maruz kalmasının gerçekleridir.

Kuşkusuz ki Yahudi tarihinde işgallere, baskı ve katliamlara karşı Yahudilerin direniş ve mücadeleleri de her zaman vardır. Yani Yahudileri direnmeyen, korkak, teslim olan, kendilerine yapılan her şeyi mübah gören bir halk olarak göstermek, anti-Semitizmin diğer görünümleridir. Ayrıca pre-kapitalist tarihte Yahudilerin dört büyük ayaklanmasına değinmeden geçmek doğru olmayacaktır.

MÖ 166’da “Makkabiler” önderliğinde büyük bir ayaklanma patlak verir. Ayaklanma MÖ 166-161 arası dönemde yer alır. Ayaklanma Seleukos devletine/krallığına karşı, bu devletin baskı ve Helenleştirme politikasına karşı Yahudi iktidarını kurma hedefiyle başlar. Nitekim bu ayaklanma geçici de olsa amacına varır...

İkinciyük Yahudi ayaklanması, MS 66’da patlak verir ve MS 70-73’e dek devam eder. Bu ayaklanma Roma İmparatorluğu’na karşı gelişir ve son tahlilde kanlı bir tarzda ezilir. Kudüs yıkılır. Halk kılıçtan geçirilir. On binlerce Yahudi köleleştirilir.

Üçüncü büyük Yahudi ayaklanması bir kez daha Roma İmparatorluğuna karşı gelişir. Ayaklanma MS 115-117 arasında yer alır ve kanlı bir tarzda bastırılır.

Dördüncü büyük ayaklanmanın da (“Bar Kohba Ayaklanması”) hedefinde Roma İmparatorluğu bulunur. MS 132-136 arasında yer alan ayaklanma, başlangıçta başarıyla ilerler, Kudüs ve Yahuda toprakları ele geçirilir, fakat yenilgiden kurtulamaz.

Bu ayaklanmalar Yahudi topraklarında egemenlik kurmuş dönemin yükselen güçlü imparatorluğu olan Roma’ya karşı patlak verip gelişen ayaklanmalar olarak önem taşır. Bu ayaklanmaların her birinde yüz binlerce Yahudi katledilir. Ayaklanmalar başlangıçta başarılı olur ve ele geçirilen yerlerde Yahudiler kendi iktidarlarını kurarlar fakat her ayaklanma yenilgiyle sonuçlanır.

Bu hatırlatmalardan sonra devam edelim.

Fransız yazar Michelet’i dinleyelim:

Ortaçağ’da insanların aklına ne zaman kiliseye bağlı bir dünyanın ideal cennetinin neden hep bu dünyada bir cehennem görünümünde gerçekleştiğini sormak gelse, sezinlediği itirazı hemen boğmak isteyen kilise şu yanıtı veriyordu: Bu tanrının gazabıdır! Bu Yahudilerin suçudur! Kurtarıcımızın (İsa’nın-ÇN) katillerinin cezası hala verilmemiştir! Böylece Yahudilerin üzerine saldırılıyordu.” (Aktaran O. Heller, age., s. 55)

Yahudiler üzerinde baskıları arttırmak, giderek katletmek, sürmek gerektiğinde din işlevli bir silah olarak kullanılır. Engizisyon hep iş başındadır. Kilise ve krallar, işin öncüsüdür... Roma’nın yıkılışından 11-12. yüz yıla kadar geçen süreçte Yahudilerin Avrupa’da “itibarlı” olduğu anlaşılıyor, çünkü üstlendikleri rol dönemin iktisadi gerekleriyle çakışmaktaydı. Buna karşın, yine de Yahudi düşmanlığı sopası elde tutulmuş, anti-Semitist kışkırtmalar eksik olmamıştır. Özellikle ekonomik, siyasal, toplumsal istikrarsızlıkların, köylü ayaklanmalarının geliştiği dönemlerde sinagoglar yıkılmış, Tevrat, kutsal metinler ve Yahudi kitaplarının yanı sıra Yahudiler yakılmış, din değiştirmeye zorlanmış, (din değiştirmek bile Yahudileri saldırıların hedefi olmaktan korumamıştır) ağır işkencelere maruz kalmış, her türlü iftiraya uğramış, dini sapkınlıkla, büyücülükle suçlanıp katledilmiş, kadınları tecavüze uğramış, mal ve mülkleri yağmalanmıştır.

Orta Çağ’da da pek çok Yahudi katliamı ve sürgünü gerçekleşir.

1290 yılında Yahudiler İngiltere’den toplu sürgün edilir. O dönemde İngiltere’de Yahudiler sınırlı bir nüfusa sahip olmakla birlikte tefeci ve tüccar olarak büyük ağırlıkları mevcuttur. Eh, her sürgün örneğinde olduğu gibi, Yahudilerin maddi ve parasal zenginliklerine el konulur...

1322 tarihinde Papalığa bağlı Comtat Venaissin bölgesinde yaşayan Yahudiler bilakis Papa tarafından alınan kararla mülksüzleştirilerek sürgün edilir.

1305-1306’da Yahudiler büyük kitleler halinde Fransa’dan sürgün edilir.

Yahudi tarihinin en trajik sayfalarından biri de Yahudilerin İspanya’dan sürgün edilmesidir. 1492’de Yahudiler “El Hamra Kararnamesi”yle zorla mülksüzleştirilerek İspanya’dan sürülür... Ki İspanya’da o dönem devasa bir Yahudi nüfusu bulunmaktadır. Yahudilerin bu ülkede iki yüz yıllık bir geçmişleri var. İspanya Yahudilerin yerleştikleri en önemli ve en büyük yerleşim merkezidir. Yahudiler bu ülkede dev bir ekonomik ve siyasi güce sahiptir.

1497’de Portekiz tarafından aynı muameleye maruz kalırlar.

1096 ile 1291 yılları arasında gerçekleşen 9 Haçlı Seferi’nde Yahudiler ağır saldırılara ve katliamlara maruz kalır... Yahudi tüccar ve tefeci sermayesinin Haçlı Seferleri’ni finanse etmesi (finanse eden önemli bir unsur) onları yağmadan ve katliamdan kurtaramaz.


Tarihteki Yahudi düşmanlığını ve sürgünleri (anti-Semitizm) dine, Yahudilerin dinsel inançlarına bağlayarak, sorunu dinlere, din savaşlarına indirgeyerek yapılan “analiz”ler tarihsel gerçeğin karşılığı değildir. Din örtüsünü üzerinde çekip aldığımızda meselenin önde gelen nedenin ekonomik çıkarlar, ekonomik çıkarların mücadelesi olduğu açığa çıkar...

Yahudiler sürgün edildikleri devletlerde tefeci ve tüccar olarak feodal aristokrasiyle, krallıklarla, ruhban sınıfıyla sıkı bağlara sahiptir. Paraya hükmettikleri için bu yapılar Yahudiye bağımlıdır. Sürgün demek Yahudiye ödenmesi gereken borçtan kurtulmak, dahası Yahudilerin taşınır ve taşınmaz malına-mülküne de el koymak demektir. Bu bir zenginleşme kaynağıdır kovuldukları ülkedeki egemen sınıflar bakımından.

Yahudi katliam ve sürgünlerinin gerçekleştiği kesitler aynı zamanda “iç karışıklıklar”ın yoğun olduğu dönemlerdir. Bu “iç karışıklık” çoğu zaman yoksulların ayaklanmalarıyla, feodal aristokrasi içerisindeki, krallıklarla soylular sınıfı arasındaki iç çekişme ve sert çatışmalarla ayırt edilir. Orta Çağ’ın çözülüş sürecinde, kapitalizmin ve burjuvazinin uç vererek geliştiği önemli anlar ve dönemeçlerde, feodal egemen sınıflarla burjuvazi ve kentli sınıf ve tabakalar arasındaki mücadelelerde de Yahudiler baskı ve saldırıların, katliam ve sürgünlerin hedefi haline gelir, getirilir. Buralarda politik güç dengeleri yerinden kaymış ya da yeniden şekillenmektedir. Bu “anarşi” demektir. Yahudiler de bu mücadelelerin, çekişmelerin ortasındadır. “Huzur, güven ve istikrar” için Yahudilerin ateşe atılması gerekmektedir ve atılmıştır. Din mefhumu daima bu süreçler ve mücadelelerde bir örtü olarak kullanılmıştır. Hikayenin özü ve özeti budur.

Sorunun daha iyi kavranmasına hizmet edeceği için Fransa ve İspanya örneklerinde bazı aktarmalar yapmak yararlı olacaktır.

Yahudiler Fransa'dan 1306 yılında katolik Kral IV. Philipp tarafından sürüldüler. Fransız Yahudilerinin çoğunluğu nerede oturuyordu? Güneyde. Atlantik Okyanusu henüz bir ulaşım yolu olarak açılmamışken, Akdeniz'e doğru ticaret sonucu, Fransa'nın ekonomik ve sosyal olarak en gelişmiş bölgesi olan bu Güney, yalnızca tüm kentlerinde büyük Yahudi cemaatlerine sahip olmak kalmıyordu. Roma Kilisesine karşı ilk dinsiz hareketlerinin de zeminiydi. Güney Fransa'da, Albigenliler ve Waldenliler hareketi ortaya çıktı. İlk haçlı seferleri Güney Fransa'ya gitti. Güney Fransa'da dinsiz hareketleri, güçlü sosyal güçlerin feodal sistemin karşı etkinliğinin ifadesiydi. Dinsizliğin temsilcileri burjuvalar ve zavallı köylülerdi. (Bu akımlar ve hareketler Kilise tarafından “dinsizler”, “din düşmanları” ilan edilmekle birlikte gerçekte yoksulların, ezilenlerin Kızılbaşlık inancında olduğu gibi panteist inancını temsil ediyordu; yani bir dinleri vardı ama resmi dinler olmadıkları gibi, ilerici, devrimci siyasal hareketlerdi. Bu bağlamda kitabın yazarının “dinsizler” ifadesi anlamlı değil. -Benim notum) Kilisenin yardımıyla bu hareketleri kendinden uzak tutmak zorunda olan feodalite, aynı zamanda Yahudilere ağır bir bağımlılık içindeydi. Fransa tahtı ya da zaman da sürekli para sıkıntısı içindeydi. Para kaynakları yalnızca Yahudilerde mevcuttu. Fransa'da da onlar tahtın köleleriydiler, çünkü taht onların kölesiydi. Fransa'da da onlar, taht ile feodal beyler arasındaki mücadelede ve bu ikisinin Albigenlilerle mücadelesinde bir kavga objesiydi. Öte yandan, yeryüzündeki cennetin neden bir cehennem görüntüsünde gerçekleştiği sorusuyla karşılaşan kilise, birliği kurtarmak için, dinsizlere karşı haçlı seferini vaaz etmek, ama aynı zamanda hedef olarak Yahudileri göstermek zorundaydı. Böylece Yahudilerin sürülmesi sözkonusu oldu.” (O. Heller, age., s. 55-56, iba.)

Yahudilerin Ispanya'da, çok büyük iki kısa gelişme dönemi vardır. Mağriplilerin egemenliği altında 10. ve 11. yüzyılda altın çağlarını yaşadılar. Ticari ilişkileri, o zaman bilenen dünyanın sınırlarına dek uzanıyordu, toplumsal, ekonomik doygunlukları onları, o zamanki bilimin tüm dallanda onurlu başarıların yaratıcısı yaptı. Mağriplilerin yok edilmesinden sonra, nispeten daha kısa bir zaman dilimi içinde, bu gelişimin bir tekrarı gözlemlenebiliyor. Yahudiler önce Kastilya ve Aragonya'nın hıristiyan kolonizasyon politikasına hizmet ediyorlar. Daha sonra, doğrudan borç verdikleri, servetlerini idare ettikleri katolik krallan yalnızca bankerleri değil, vergi mültezimi de olurlar, kent ekonomisine egemendirler, mali bağımsızlığa sahiptirler, orduya mal sağlarlar. Elbette toplumun üstyapı alanında da pozisyonlarını geliştirirler. Aralarında doktor, bilgin, bilimciler çıkarırlar...

Yahudilerin Ispanya'daki varlığının yokedilmesinin nedeni nerede aranmalıdır, nihayet 1492 yılında Ispanya'dan ve hemen sonra Portekiz'den neden sürüldüler? Bu, tarihin en büyük Yahudi sürgünüdür. Yahudilerin Ispanya ve Portekiz'de sayıları yüzbinleri buluyordu, orada tüccarların bir bölümü oluşturuyorlardı, bizatihi tüccarlardı, egemen sınıfın bir bölümüydüler. 15. yüzyılın sonunda doruğuna ulaşan bu çatışma, Portekiz sömürgeci imparatorluğunun ortaya çıkması ve Ispanya'nın okyanus ötesinde başlayan yayılmacılığıyla aynı anda gerçekleşiyordu. Amerika'nın Kolomb tarafından ‘keşfi’yle Yahudilerin Ispanya'dan sürgününün aynı zamana düşüşü kör bir rastlantı değildir.

Yahudilerin Ispanya'dan sürülmesinin dinsel biçimi, yalnızca bu imha mücadelesinin bu dönem için gerekli, kendi ideolojik ifadesidir. Yahudilerin Ispanya'dan ve Portekiz'den sürgünü, olası gelişimin en yüksek aşamasına varmış Ispanyol feodal toplumunun, bu feodal toplumu bağımlılığa zorlayan ve kendi elinde bulunan erken kapitalist para ekonomisinin gelişiminin önleyen sosyal ve ulusal olarak ona yabancı kastla çatışmasının sonucudur. Okyanus ötesine sürükleyen altın ve gümüş hevesiyle, Yahudi nefretinin kaynağı bir ve aynıdır. İç çelişkiler içine düşmüş feodal toplumun çaresizliği, artık dolduracağı boşluk olmayan kasta karşı imha savaşına yol açıyor.” (Age., s. 52-53, iba.)

Bu dönem, kapitalist gelişmenin uç vererek geliştiği, ilkel birikim evresinin belirdiği, kapitalist yayılmacılığın baş gösterdiği tarih kesittir. Batı Avrupa devletlerinin çoğu henüz feodaldir, feodal İslam İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve kapitalistleşme süreci yaşayan yarı-feodal ve kapitalist devletler arasındaki rekabet, hegemonya savaşları bu dönemin olgularıdır. “Amerikanın keşfi”, Ümit Burnu’ndan Hindistan’a yeni ve daha kısa bir deniz yolunun bulunması gibi gelişmeler, dönemeçler bu dönemi kavramada önemlidir. İspanya’da yaşanan mücadeleler, Yahudi sürgünü bu tablodan kopuk anlaşılamaz.

Yahudiler tarihsel evrimleri sürecinde pek çok kitlesel kırıma ve sürgüne maruz kaldıkları halde her seferinde ayağa kalkmayı başarır. Bu karmaşık ve çetrefilli tarihte yok olup gidişten onları koruyan şey, “Tanrının inayeti” değil, bir kez daha maddi-toplumsal koşullar ve koşulların gerektirdiği (üstlenmiş oldukları) ekonomik işlevleridir. Yahudilerin inatçı ve mücadeleci karakteri, yönetici yetenekleri tüccar bir topluluk olmalarında cisimleşmiştir. Her kırım ve sürgünden sonra tarihsel ve toplumsal olarak yetkinleştikleri ticaret yeteneğini başarıyla kullanırlar. Ve unutmamak gerekir ki, tüm bu süreçlerde Tevrat’ın birleştirici gücüyle şekillenmiş kast yaşamı ve cemaat sürekliliği onları yedi canlı kılmıştır. Yahudi cemaati, yaygın bir alana yayılmış olmakla birlikte aralarındaki etkileşim ve iletişimi, kordinasyonu, dayanışmayı korumasını bilmişlerdir.

Başlangıç evrelerinde “kan bağı/soyu” üzerinden gelen Yahudilik, Musevilik inancını benimseyen değişik milliyetlerden kesimlerin ortaya çıkışı ile zaman içinde önemli ölçüde bozulmaya; böylece Yahudilik kavramı “safkan” olmanın ötesine geçerek daha geniş anlam kazanmaya başlamıştır... Bugünkü Yahudi İsrail nüfusunun bileşimine bakıldığında bu olgu daha belirgindir...

Antik ve feodal çağların “doğal, kapalı ekonomisi” her şeye karşın onların kan bağını uzun süre korumalarında, bir kast olarak birliğini “safkan” olarak sürdürmesinde, gettolar kurarak kendi içlerinde sert kurallarla kapalı yaşamasında (örneğin dış evlilikler yasaktır) maddi-toplumsal bir temel sunmuştur. Yahudilerin “seçilmiş bir halk olarak” Tanrı tarafından kendilerine bahşedildiğini iddia ettikleri Kenan diyarına geri dönme, kutsal kent Kudüs’ü başkent yaparak Süleyman Mabedi’ni (tapınak) yeniden inşa etme dinsel ideali her zaman canlılığını korumuş ve son derece katı dinsel kurallara dayanan yaşam tarzı ile birleştirici rol oynamıştır.

Buna karşın Yahudilerin bir kesimi diğer Yahudiler karşısında üstünlük iddiasında bulunmuşlardır daima. Bugünkü İsrail’de de bu kesimler fiilen ikincil sınıf vatandaş konumundadırlar.

Yahudiler, gittikleri, yayıldıkları ülkelerde, tefeci-tüccar olarak oynadıkları iktisadi ve toplumsal rol, o devletler ve egemen sınıfları nezdinde gerekli ve faydalı görüldüğü, onları gerekli kıldığı müddetçe “hoşgörü”yle karşılanmıştır. Ne zamanki bu rolleri gereksizleşir, bu durumlarda toplu sürgünlerin, soykırımın hedefi olurlar. Hele de böyle dönemeçlerde anti-Semitizm sınır tanımaz...

Konu bağlamında I. Rennap’ın şu değerlendirmesi de aydınlatıcıdır:

Daha sonra Romalılar da Yahudi tüccarların büyük bilgisini kavrayacaktı. Yahudi cemaatleri, bu döneme gelindiğinde, zenginlik ve güçlerini çok büyük oranda arttırmış ve Roma'nın ülkesinde olan her ticari merkezde mevcut olmuşlardı. Güneydoğu Avrupa'nın büyük bir bölümü ve İberik yarımadasına zaten sığmamışlardı. Bunların geniş ticari ve finansal kurumlar ağı bir gereklilikti, çünkü uzak bölgelerle yayılmış bölgesel sömürgeleri ile Roma'nın ticaretinin gerçekleşmesine yardımcı oluyordu. Üstelik Yahudi bankacılar Roma imparatorlarına büyük borçlar veriyordu. Yahudi cemaatleri bu nedenle Roma egemen sınıfına toplumsal açıdan gerekliydi ve bu nedenle Yahudiler, İskender yönetimi altında olduğu gibi özel aycalıklar elde ettiler.

Bu nedenle, Yahudiler toplumsal olarak gerekli, yerleştikleri ülkelerdeki egemen sınıfları açısından önemli oldukları sürece, bir Yahudi sorunu olamazdı ve olmadı.

Ne var ki, Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla birlikte yeni koşullar ortaya çıktı. Ticaret küçüldü. Çökkün Roma egemen sınıfları halk üzerindeki sömürüyü artırdıkça, kitlelerin çektiği acı da arttı. Hoşnutsuzluk büyüdü ve hoşnutsuzluğu gidermek için bir günah keçisi gerekti. Üstelik, egemen sınıflar içinde Yahudi tüccar ve bankerlere borcu olanlar vardı. (Bba.) O sırada ticaret neredeyse durduğundan, Yahudiler artık vazgeçilmez, toplumsal olarak gerekli değildi.

Bu cemaat olarak korunmaz ve dolayısıyla saldırılması kolay, yaralanabilir bir azınlıktılar. Romalı toprak ağaları Yahudileri, ve isyancı halkı yatıştırmak ve aynı zamanda tek kuruş ödemeden Yahudilere olan borçlarını silmelerini için kullanabilirdi. Dolaysıyla Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ve dağılması sırasında M.S. birinci yüzyıldan beşinci yüzyıla kadar Yahudi pogromları sıradan bir özellikti.” (Age., s. 16, iRa.)

Bir hatırlatma yapmak yararsız olmayacaktır; Roma İmparatorluğu’nun toplam nüfusunun % 10’nunu Yahudiler oluşturmaktaydı. Eğer bu veri doğruysa, bu olgu, Roma İmparatorluğu’nda Yahudi soykırımının boyutlarına ışık tutar...

Yahudiler gerek antik gerekse de feodal çağlarda, büyük kitleler halinde ticaret yolları boyunca stratejik öneme sahip kentlere yerleşmiştir. Unutulmaması gereken nokta, bu kitlenin en büyük kesimini Yahudi emekçileri oluşturmaktaydı. Bunlar, zanaatkar, esnaf, eğitmen olarak yaşamını kazanıyordu. Tüccar ve tefeci kesim, Yahudi cemaatinin üst katmanlarını oluşturuyordu. Yahudiler gittikleri toplumlarda yerli değil yabancı bir unsur, dışlanan bir unsur, yerli toplulukların yararlandığı yasal haklardan mağdur bir topluluk, maddi üretim yapmalarına esasen izin verilmeyen ve insan sayılmayan bir topluluk, yerli localarda yer almasına izin verilmeyen, özel yasalara bağlı, çoğu zaman anti-Yahudi yasalarla kuşatma ve baskı altında yaşayan bir topluluk, aşağılanan ticaret ve tefeciliğin sınırlarına hapsedilmiş bir topluluk olarak yaşadılar. Anti-Semitizm Yahudileri bir bütün olarak hedef alan, Yahudilerin zengin ve yoksul tabakaları arasında da hiçbir ayrım gözetmeyen, sınırsız bir Yahudi düşmanlığı üzerinde yükselen bir politikaydı... Tarihte Yahudilerin maruz kaldığı, insanlık suçu olan tüm baskıların bu kezde, özellikle Yahudi devletleşmesinden sonra İsrail siyonizmi tarafından Filistinlilere (ve Araplara) karşı uygulanması ise tarihin ironisidir...

Roma İmparatorluğu’nun çözülüş ve yıkılışı antik çağın sonu, feodalitenin doğuş ve gelişmesinde bir dönemeçtir. Yahudi kastı feodal çağda da öncelikle, bir dönem, tüccar olarak temel bir işlev üstlenir. Doğudan Batıya ticari yollar boyunca köşe başlarını tutar; ticaret yollarındaki değişmeler Yahudi kastının da yeni yollar ve merkezler hattında yayılmasına yol açar. Bu yeni dönemde Doğu Akdeniz havzasının ticaretteki eski önemini yitirmesi, “İtalya ve İspanya arasındaki deniz, Atlantik kıyıları, Britanya adaları ağırlık kazanması” Yahudi göçünün de yönünü şekillendirir.

“ ‘Antik ve ortaçağ ticaret tarihini çok iyi bilen Kiesselbach:

Roma egemenliğinin yıkılışı sırasında, Yahudi tüccarların Asya ve Avrupa arasında bağlantı organlarını oluşturdukları ve böylece taşınabilir servetin temsilcisi olarak, Orta Avrupa’nın tarımsal varlığına ilk sosyal mayayı kattığı’nı (Kiesselbach, ‘Ticaret Yollarının Seyri’, s. 28) söylüyor.

Yahudi’ diyor Kiesselbach devamla, ‘Ortaçağ başlangıcında ekonomik bir gerekliliktir.’ (agy., s. 48)“ (Aktaran O. Heller, Yahudiliğin Çöküşü s. 46)

Burada önemli nokta Yahudilerin antik çağda olduğu gibi feodal çağda da “toplumsal bakımdan gerekli” bir topluluk-kast-cemaat olarak üstlendiği rol ve bu rolün yeni koşullarda devam etmesidir; aksi taktirde Yahudiliğin dağılması ya da görünmez hale gelmesi kaçınılmazdı. Bu ikinci dönemde İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya, Yahudilerin “belirleyici önem kazandık”ları ve yoğunlaştıkları merkezler haline gelmiştir.

O. Heller’in şu saptamaları tabloyu kavramamıza hizmet etmektedir:

Yahudiler, bir yüzyıldan fazla bir süredir sahip oldukları toplumsal işlevler içinde, feodal dönemde ortaya çıkıyorlar. Antik çağın enkazı üzerinde yükselen barbar ekonomi ve kültür dünyasındaki konumları, daha önce hiç gerçekleşmemiş tekelci bir konumdu. Yalnızca Avrupa'nın güneyinde ve güneydoğusunda Araplar, epey bir süre sonra onlara yaklaştı. Yahudiler, kralların ve ordu komutanlarının acilen gereksindiği en gizemli ve en önemli malın, kaybolmuş paranın temsilcisiydiler. Üretimin gelişmesinin başlamasıyla birlikte, işbölümü ve pazarlar, toplumun ayni mübadele ekonomilerinin zincirlerini sarstığında, el konmuş şatolar kent haline, mal için -en önemlisi de bazen için ekonomik olarak krallar ve kilise için- depo haline geldiğinde, Yahudiler artık uzun süre kalıcı kent sakiniydi, kent inşasının gerekli ve aranan öncüsüydü. Orta ve Batı Avrupa'da hangi önemli kent, Yahudilersiz kurulabilirdi? Hiç bir kent tüccarsız olmazdı. Tüccar ve Yahudi kavramları yüz yıllar boyunca tümüyle özdeşti. Magdeburg kentinde 10. yüzyılda Yahudi denildiğinde tüccardan başka bir şey kastedilmiyordu.” (Age., s. 46, iba.)

Roma’nın çöküşünden kapitalizmin doğuş ve gelişme sürecinde dek Yahudiler tüccar ve tefeci olarak rollerini oynamaya, gelişmeye devam ederler. Ticari zenginlik ve “para tekelcisi” olarak, “kent kuruluşunun öncüleri” olarak, “kralların ve düklerin bankerleridir, çoğunlukla, yalnızca kralların değil, kilisenin de taşınabilir ve taşınmaz servetinin yöneticisidirler.” Yahudiler kralların koruması altındadır; çünkü para onlardadır... Bir diğer ifadeyle Yahudi kastı feodal egemen sınıfın temsilcileriyle içli dışlıdır; bu durum krallıkları, soyluları, büyük toprak sahiplerini, kiliseyi, onlarla içli dışlı olan Yahudiyi sömürülen, ezilen, soyulan geniş köylü kitleleri ve kent emekçileri nezdinde nefret nesnesi haline getirdiği gibi, “iç karışıklıklar” dönemlerinde egemen sınıfın geniş kitlelerin tepkisini saptırmak için kullandığı bir araç haline getirmiştir. Bu olgu, Yahudi kastının nesnel ekonomik ve toplumsal konumuyla, tefeci ve tüccar tekelci konumu ve oynadığı rolle bağlıydı.

Yahudiler yalnızca ana ticaret yolları boyunca yönettikleri ticaret ağlarıyla ticari dolaşımı sağlamıyor, aynı zamanda kentle kır arasındaki ticaretin de ana unsuruydu ya da unsuru haline gelmişti. Kırlar-köylülük Yahudiyi kendi deneyimleriyle artan oranda tanıyordu. Kralların, soyluların, feodal beylerin borç aldığı en önemli kaynak da Yahudilerdi. Yahudi aynı zamanda para tekeli/kasası/”banker”i demekti. Asırlardır süregelen tefeciliğe, faize karşı duyulan nefret Yahudi kastına dönük nefreti de keskinleştiriyordu. Kapitalizmin feodal sistemin bağrında uç verip gelişmeye başladığı süreçte feodal egemen sınıfın artan para gereksinimi Yahudi zenginlerinin rolünü büyüttüğü vurgulanmalıdır.

Aşağıdaki analiz önemlidir, birlikte okuyalım:

Haçlı seferleri döneminden sonra, Yahudiler için bir soluklanma süresi geldi. Ama aynı zamanda para ekonomisinin giderek güçlenen önemiyle birlikte onlan transit ticareti para ticaretine geçişleri hızlanıyordu, kentlerin gelişimiyle birlikte, ticaretin artan ölçüde Yahudi olmayanlar tarafından da yapılma sözkonusu oldu.

13. yüzyılla birlikte krallıkla prenslikler ve prenslerin bütünü ile giderek daha büyük bir önem kazanan kentler arasında çatışma başlıyor. İşbölümü ilerliyor, el sanatla dallara aylıyor, yeni manifaktür ve el sanatla türleri ortaya çıkıyor. Mal ticareti büyüyor, ulaşım yolları Almanya'yı doğudan batıya ve kuzeyden güneye boydan boyaya geçiyor. İktidarlarını doğrudan ayakta tutabilmek, kiralık askerlerine ödeme yapmak, sarayların şatafatını sürdürmek, bağımlılıktan kurtulmak, başkalarını bağımlı kılmak için paraya gereksinim duyan imparator ve prensler için Yahudiler, para ticaretine yöneldikleri ölçüde, bir bankerler loncasıydılar. Onları, kişisel özgürlüklerinin hukuki durumlarının yasal sınırlamalarıyla, Alman nüfusunun onlara yakın tabakalarından soyutlamak ve böylece, isteğe göre ya büyümelerine izin vermek ya da belli bir servete ulaştıklarında, bütün sürecin yeniden başlayabileceği gibi onları sövüşlemek ve dara sokmak için sıkıca elde tutmak gerekiyordu. Böylece Yahudiler, Cesar'ın Roma'sına kadar geri giden, sosyal fonksiyonun eski görünümünü sürdürerek, Alman imparatorlarının ve krallarının özel uşağı, kraliyet tüccarı, Ingiltere, Fransa, İspanya krallarının koruması uşakları olduğu gibi, Alman krallığının koruma uşakları oldukları gibi Alman kralının koruma uşağı vs. oldular. Alman imparatoru Yahudileri Mainz Başpiskoposu'na, ya da Saksonya Prensine kiraya verildi. Yahudiler aranan dövizdiler. Onlarla ödeme yapılabilirdi. Ama bu biçimde, kralın ve prenslerin elinde, gelişen kent burjuvazisine karşı bir iktidar aracı oldular.

Kapalı kent ekonomisinin doğuşu, Yahudiler için, sonuçta ortaya çıkan felaketin yolunu açan sürekli çatışmaların başlangıcıydı. Bu ekonomik düzen, hıristiyan zanaatkarların ve tüccarların kapalı, dini etki altındaki lonca ve esnaf birliklerinin toplamı üzerinde yükselir, bunlar, kent çevresindeki ekonomi alanını bu kentle doğrudan -tüm ara ticareti dışlayarak- birleştirmek ve kent pazarını, asilzadelerin egemenliğindeki kent belediyesi üzerinden, düşük gıda maddeleri fiyatları, buna karşılık ürünlerine ve mallarına yüksek fiyatlar elde etmek ve mallarına yüksek fiyatlar elde etmek için mücadele ediyorlardı. Kapalı kent ekonomisi yavaş yavaş imparatora ve prenslere karşı bir güç haline gelmek zorundaydı. Ayrıca Yahudilerin mal ticareti ve para ekonomisi, Yahudilerin üye olamadıkları Lonca ve esnaf birliklerinin karşısında olduğu için, kent ekonomisi Yahudileri, kendi yaygınlaşmasını engelleyici bir unsur olarak görmek zorundaydı.” (O. Heller, age., s. 57, iba.)

Nispeten uzun olan bu alıntıda dikkati bir noktaya çekmek istiyoruz. Feodalizmin çözülmeye, kapitalizmin gelişmeye başladığı erken evrelerde, Yahudi sermayesi kapitalist gelişmenin önünde pre-kapitalist bir engeldir. Onun bu niteliği, tefeci-tüccar sermayesinin feodal toplumdaki rolü ile ilgilidir. O koşullarda bu sermaye kategorisi var olan toplumsal sistemi çözerek kapitalist gelişmenin önünü açan bir işleve sahip değildir ve çıkarları feodal aristokrasi ile iç içedir. Yazarın, “Kapalı kent ekonomisi yavaş yavaş imparatora ve prenslere karşı bir güç haline gelmek zorundaydı.” saptaması bu bağlama oturur. Kent, gelişmeye başlayan kapitalizm ve burjuvazinin anayurdudur çünkü... Feodal aristokrasi ve krallıklar, gelişen, zenginleşen, vergisini ödeyen, borç verecek duruma gelen, eşitlik, adalet, özgürlük talep eden ve rekabet etmek zorunda kaldığı burjuva yerine, borç parayı Yahudi tefeciden almayı tercih ediyordu; çünkü Yahudi tefeci ve tüccar, kendi konumunu biliyor, siyasi ayrıcalıklar ve eşitlik talep etmiyor, bir burjuva olarak feodal aristokrasinin karşısına dikilmiyordu.

Özellikle Batı Avrupa’da (“geç Orta Çağ”) feodalitenin temellerinin zayıflamaya başladığı ve çöküşe doğru gittiği süreçlerde, 12., 13. yy’da artan baskı ve katliamlar, sürgünler Yahudileri Doğu Avrupa, Rusya gibi bölge ve ülkelere yerleşmeye itti. Yahudiler gittikleri yerlerde de aynı işi (tüccar ve tefecilik) yaptılar. Zamanla bu ülkelerde de kapsamlı kitlesel katliamların (pogrom) nesnesi haline geldiler, getirildiler. Buralarda da yerli tüccar ve tefeci sermayesi zamanla gelişmeye başladıkça, Yahudiler artan oranda tefeciliğe itildi...


III

Kapitalizmin doğuş ve gelişmesi sürecinde feodal toplumun hizmetinde egemen sınıfla kaynaşmış olan tefeci-tüccar sermayesi, bu bağlamda Yahudi tefeci-tüccar sermayesi kastsal ayrıcalıklarla bağlandığı feodaliteye hizmet ederken, feodal toplum, doğal ve kaçınılmaz olarak, yavaş yavaş gelişmeye başlayan modern kapitalizmin ürünü ticari sermayenin ve banka-banker-finansal sektörün ve burjuvazinin hedefi haline gelir. Feodal toplumda tefeci-tüccar sermayesi, feodal toplumun bir bileşeni olarak feodalitenin çözülüşünü geciktirirken, modern kapitalist gelişmenin önünde bir ayak bağı haline dönüşür.

Kapitalizmin gelişimi ile feodalitenin tefeci-tüccar sermayesi çelişki ve çatışmalarla dolu bir tarihsel gelişmenin içinde çözülerek yeniden yapılanır. Bu çatışmalı süreç ve dönüşüm içinde, ticari ve tefeci sermayenin bir bölümü kapitalistleşerek kapitalist gelişmenin öncüllerine dönüşür. Söz konusu süreçte Yahudi kastının ticari ve tefeci tekeli, özel toplumsal ayrıcalıklı yeri ile yerel pazarlarda doğup gelişen ticari sermayenin üzerinde baskı unsuru olur... Feodal toplumun çözülüş sürecinde Yahudi sermayesinin kapitalistleşen öncü kapitalist unsurları kapitalist gelişmenin öncü bileşenlerine dönüşür... 1789 Fransız devrimi ile Yahudiler de eşit yurttaş kabul edilir. Kapitalizmin ve burjuvazinin zafer kazandığı her yerde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” bayrağı, anayasal eşitlik olarak Yahudileri de yaşadıkları toplumlarda eşit yurttaş kabul edilmesini sağlar. Aslında bu “Yahudi sorunu”nun yükselen kapitalizm çağındaki burjuva çözümü oldu. Yahudiler bir ulus değildi. Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılmış, yaşadıkları ülkede ulusal bir azınlığı oluşturuyordu. Bu azınlık eşit yurttaş kabul ediliyordu. Sorunun burjuva demokratik çözümü anayasal eşitlik ve yurttaşlık çözümü olarak gerçekleşmişti. Antik ve Orta Çağ’ın kaba saba anti-Semitizmi son buldu. Fakat her şeye karşın Yahudinin aşağılanması, değişik baskı ve saldırılara maruz kalması (anti-Semitizm) değişik biçimlerde sürdü. Yahudilerin üst tabakası burjuvalaştı. Yaşadıkları ülkelerin burjuvazisinin bir bileşenine dönüştü.

Fakat bu süreç, feodalizmden kapitalizme geçiş süreci sancılı bir süreç olarak, bir yanda Yahudi kastını artan oranda “anti-Semitizm” politikalarının nesnesi olarak hedefleştirirken, öte yandan da yüzlerce asır bir kast olarak yaşamış Yahudi kastını, cemaatini çözmeye başlar. Kastın, sınıfsal parçalanmışlığına karşın, asırlara dayanan yaşam ve kültürü yeniye karşı direnirken de çözülmekten ve ayrışmaktan kurtulamaz. Bu çözülme burjuvalaşma, kastın doruğunda bağdaş kurmuş kesimlerinin kimi daha erken, kimi göreli olarak daha geç burjuva sınıfa geçiş olgusunda; kastın, cemaatin, milliyetin sömürülen kesimlerinin proleterleşmesi sürecinde ifadesini bulur. Kapitalizm ve burjuvazi her türden feodal ayrıcalıklar sistemini, bu ayrıcalıkların bir görünümü olan feodal kast sistemiyle hesaplaşmadan kapitalist üretim ilişkilerinin özgürce gelişmesinin yolunu açamazdı. Bu olgu, doğal ve kaçınılmaz olarak feodal Yahudi kastını da hedefleştirir, öte yandan da yeni üretim tarzı üzerinde çözer...

Kapitalist sömürünün temeli kapitalist üretim tarzıdır. Gerek kapitalizm öncesi toplumlarda (köleci, feodal) gerekse de modern ücretli kölelik toplumu olan kapitalizmde, sömürü, sömürücülük şu veya bu etnik, ulusal, dinsel kökenle ilgili değildir; sorun düpedüz üretim tarzlarıdır... İnsanın insan üzerindeki sömürüsü (baskı ve zulmü, sömürgecilik), sözgelimi Yahudilikten kaynaklanmaz ve gelmez. Yahudi burjuvazisinin sömürüsünün nedeni Yahudiliği değil, kapitalist olmasıdır. Dolayısıyla Yahudilerin zaten sömürücü, zorba, kafir vs. olduğu gibi iddia ve propagandalar, sömürücü üretim tarzlarını, çağımızda kapitalizm ve emperyalizmi aklayan anti-Semitist propaganda olduğu unutulmamalıdır. Modern kapitalist çağda, Yahudi düşmanlığı din kılıfıyla yutturulmaya çalışılsa da, artık söz konusu olan semitizmin kapitalizm öncesi anti-Semitizm değil, modern milliyetçi, ırkçı, kapitalist anti-Semitizm olduğunu hatırlatmak isteriz. Yahudi sermayesinin etkin olduğu, rekabet yeteneği olduğu her yerde, rakip sermaye anti-Semitizme sarılır; ve Yahudi düşmanlığı kapitalist sistemin yıkıma uğrattığı küçük ölçekli mülk sahipleri başta gelmek üzere mülk sahibi yaygın kesimlerin ve sözcülerinin kapitalizmi aklama operasyonun aracı haline getirilir.

Burjuva ideolojisi olarak Siyonizmin nedenini anti-Semitizme bağlamak yanlıştır; bu faktör Yahudi ulusal bilincinin uyanışı ve gelişimi sürecini ivmeleyen bir olgudur sadece. Siyonizm kapitalizmin doğuş ve yükselişiyle birlikte Yahudi burjuvazisinin doğuşuyla, gelişmesiyle, Yahudi uluslaşmasının (modern milliyet) şekillenmesiyle, dolayısıyla Yahudi burjuvazisinin ideolojisi olarak gelişmesinin ürünüdür. Küçük burjuva aydın kesiminin, sosyalizm maskesi giymiş küçük burjuva aydın ve siyasal akımların Siyonizmin adeta öncülleri olması, Siyonizmin Yahudi burjuvazisinin ideolojisi olduğu gerçeğini değiştirmez.

Yer kürenin değişik ülkelerinde yaşayan Yahudi toplulukları üzerindeki modern ulusal baskılar, “Kenan diyarında” bir Yahudi devleti kurma hedefinin şekillenmesinde önemli bir etken olarak değerlendirilebilir Siyonizmin politikleşerek biçimlenmesinde. Hatırlatmak isteriz, Siyonist ideoloji, erken dönemlerinde sınırlı bazı eğilimleri hariç, başlangıçta Filistin’de bir Yahudi devleti kurarak Yahudi sorunun çözümünü hedeflemiyordu. Bu hedefe kilitlenmiş eğilimler 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, özellikle de 19. yüzyılın sonlarına doğru somutlaşır. (19. yüzyıl, aynı zamanda kendi ulusal pazarı üzerinde mutlak egemenlik kurmak isteyen ve uluslararası alanda yayılan burjuvaların anti-Semitizmi kışkırttıkları -Dreyfus davası bunun ifadelerinden birisiydi- bir dönemdir.) Bu hedefe kilitlenerek biçimlenmenin ifadesi de “politik Siyonizm”dir. Yani Siyonizm Yahudi sermayesinin ideolojisidir ve gelişimi içerisinde hızla politikleşerek uluslararası sermaye ile bağlaşma üzerinde Filistin’de bir Yahudi devleti kurma hedefine tabi olacak bir biçim kazanmıştır. Burada öyle saf, masum amaçlarla hareket eden bir Siyonizmden değil, emperyalizmin işbirlikçisi olan, Yahudi sermayesinin çıkarlarının özgün bir izdüşümüyle, daha baştan sömürgeci ırkçılıkla şekillenmiş bir programla karşı karşıyayız demektir. Bu projenin, ulusal topluluğun ve ulusçuluğun en tutucu kanadını oluşturan Yahudi küçük burjuvazisi tarafından ilk elden seslendirilmiş olması ana gerçeği değiştirmez... Sürece ve projeye damgasını basan ve yöneten Yahudi burjuvazisidir.

Gerek antik çağda gerekse de feodal çağda, eski toplumun çözülüşü süreçleri, Yahudi düşmanlığının gelişmesinde temel bir rol oynar.

Her iki çağda da Yahudi düşmanlığı, Yahudi sürgünleri, Yahudi katliamları Yahudi tarihselliğinin çok önemli gerçekleridir. Bu çağlarda Yahudi düşmanlığı, dinsel maskeler altında ortaya çıkar. İster paganizm, ister Hıristiyanlık, isterse de İslam/Müslümanlık giysileri giymiş olsun, dinsel baskı, içeriksel olarak Yahudilerin ekonomik, toplumsal, etnik temellerine yönelmiş; Yahudi dini olan Musevilik bu bağlamda da açık bir istismar aracı olarak kullanılmıştır.

Yahudi düşmanlığı salt Hıristiyan dünyaya ait bir olgu olarak görülemez. Girmeyeceğiz ve kısa bir hatırlatmanın ardından geçeceğiz ama anti-Semitizim İslam dünyasının da bir olgusudur. Gerek feodal Arap İslam imparatorlukları, gerekse de feodal Osmanlı İmparatorluğu döneminde Yahudiler (Hristiyan dünyada karşılaştıkları kadar yoğun, yaygın olmamakla birlikte) anti-Semitizmin hedefi olmuş, bir dizi baskı ve katliam yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürge, yarı-feodalleşme ve giderek imparatorluğun çöküş süreçlerinde ve gerek Türk burjuva cumhuriyetinin kurulmasından başlayarak gerçekleştirilen Rum, Ermeni, Yahudi-Musevi düşmanlığını, katliamlarını, soykırımlarını, mülksüzleştirilmelerini ise unutamayız...

IV

Yahudilerin gerek Mezopotamya, gerek “geniş Ortadoğu uygarlıkları (Sümer, Elam, Akad, Asur, Babil, Med, Pers, Mısır, Fenike) gerekse de Büyük İskender’in Hindistan’ı işgale dek uzayan imparatorluğu, Helenistik uygarlık merkezleriyle teması, gerekse Roma imparatorluğu döneminin çok değişik kültürleriyle yüz yüze gelmiş, bu uygarlıkları ve kültürleri tanımış bir milliyet olarak aynı zamanda kültürel gelişmesiyle, yüksek eğitim seviyeleriyle bilinen bir halktır tarihte ve bu, onların ileri, gelişkin özellikleridir. Fakat gerek pre-kapitalizm süreçlerinde gerekse de kapitalizmle açılan ve emperyalizme ulaşan tarihsel dönemlerde anti-Semitizm Yahudilerin tarihe ve kültüre, bilime yaptıkları katkıları ret ve inkar etmiş, Yahudiler-Yahudilik şeytanlaştırılmış, her melanetin kaynağı olarak gösterilebilmiştir...

Yahudilerin tarihi, kendi kadim ülkelerinde yerleşik, doğal-kapalı ekonominin sınırları içerisinde yaşamış çok sayıda milliyetten farklı olarak, her ne kadar kendi içine dönük katı şekillenmeleri olmuşsa da aynı zamanda Doğu ve Batı arasında yer alan geniş bir dünyanın gerçeklerini de bilme, tanıma üstünlüğüne kavuşmuş kültürlü bir milliyetin tarihidir. Aslında bu, onların bir üstünlüğü olmuştur tarihte. Ticaret ağı boyunca yayılmış kentler ve kent yaşamı Yahudilerin kent kültürüyle derinden tanıştığının göstergesidir. Biliyoruz ki uygarlık, kent, eğitim ve kültür demektir. Kent kültürü gerek antik çağ gerekse de orta çağda her zaman kır kültüründen yüksektir. Kentin kapitalizmdeki rolü ise tartışılmaz... Yahudilerin yüksek kültürlerle tanışık olması, etkilenmesi ve etkilemesi tüccar bir halk olarak onların yüksek eğitim ve kültürle donanmasında esaslı bir rol oynamıştır.

Şalom gazetesinde yayınlanmış olan “İslam Devletlerinde Yahudiler” başlıklı makaleden aktaracağımız bilgiler konu bağlamında aydınlatıcıdır. (Ki bu vb. bilgiler pek çok kaynakta yer almaktadır.) Bu bilgilerin önemi feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde Arap ve Yahudi filozoflarının, bilim insanların oynadığı role, burjuva aydınlanma harekatına yaptıkları öncü katkılara da ışık tutar niteliktedir.

Kuzey Afrika ülkelerinde ve Endülüs’te İslâm’ın Altın Çağı’nda yoğun tercüme hareketi sonucunda, klâsik bilimleri edinerek geliştiren ve yeni bilimler ortaya koyan Müslüman -Arap, Türk, İranlı ve Hint- bilim adamları yetişti. Bunların arasında Avrupa’nın da yakından tanıdığı RâziFarabîİbn SinaGazali ve İbn Rüşd gibi filozoflar; İdrisîİbn HavkalFerganî ve Birunî gibi coğrafyacılar; Taberî ve İbn Haldun gibi tarihçiler sayılabilir. Müslümanlar ve Hıristiyan Avrupa arasındaki en sürekli ilişki, İspanya’da 1125 - 1280 yıllarında yapılan çeviriler ile oluşmuştu. Bunlar çok önemlidir çünkü 10. ve 13. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen bu bilimsel çalışmalar, Rönesans’ın altyapısını ve Batı medeniyetinin köklerini oluşturdu. İtalya ve Fransa’da kurulan çeviri okullarında Endülüs’ten gelen Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan mütercimler görevlendirildi.

Kısa bir sürede Endülüs medeniyetinin bir parçası haline gelen İspanya Yahudileri, Ortaçağ boyunca Avrupa ve tüm dünyadaki Yahudileri etkileyecek bir kültürü ve özellikle dinsel konudaki araştırma ve yorumları yaydı. İslâm fetihleri sonrasında kısa sürede Arapça öğrenen Yahudi öğrenciler, 10. yüzyıldan itibaren Müslüman öğrencilerle beraber Endülüs medreselerinde okumaya başladı. İlk bilimsel etkinlikler de Cordoba’da başladı. Aslında 12. yüzyıl yalnızca İspanya’da yaşayanlar için değil tüm dünyadaki Yahudiler için de bir altın devirdi. Bu devirde yetişen Yahudi düşünür ve bilim adamları arasında Abraham Bar Hiyya (ö. 1150), Abraham İbn Ezra (1092-1167), İbn Davud (1090-1165) ve Musa İbn Maimon (Rambam, 1135-1204) sayılabilir. Rambam, gelmiş geçmiş en büyük Yahudi filozoflardandır. Çoğunluğu Yahudi olan mütercimlerin en ünlüleri ise: GonzalesYuhanna b. Davud el EsbanîHerman Alemanus’tu. Bu kişiler AristoPtolemyEuclidİbn Sina ve İbn Rüşd gibi Yunan fizikçilerin ve Müslüman astronomların eserlerini çevirdi. 13. yüzyılda Müslüman yöneticilerinin yanında çalışan Yahudi mütercimler, bu kez Hıristiyan krallar için görev aldı. Esasen Muvahhidlerin iktidara gelmesiyle, Endülüs Yahudilerinin ‘altın çağı’ bitmiş ve Avrupa ülkelerine de gidenleri olmuştu. Örneğin Padualı Yahudilerden Bonacosa, İbn Rüşd’ün külliyatını Arapçadan Latinceye çevirerek İtalyan tıp okuluna kazandırdı. Jacob ben Makir (ö. 1308), Arapçadan birçok eseri İbraniceye çevirmiş, daha sonra Latinceye çevrilen ve özellikle astronomi ile ilgili bu eserler, DanteCopernicus ve Kepler tarafından kullanılmıştı3.” (Yusuf Besalel, 11 Eylül 2019, https://www.salom.com.tr)

Endülüs İslam devleti (MS 756-1031), Orta Çağın önemli bir devleti olarak, Hristiyan Avrupa ile İslam dünyası arasındaki etkileşim ve iletişimde önemli bir halkadır.

Yaşadıkları her yerde aşağılanan Yahudiler feodal egemen sınıflara, feodal krallıklara, bilakis Avrupa’nın en büyük toprak sahibi olan kiliseye karşı burjuvazi önderliğinde gelişen rönensas, reformasyon, aydınlanma sürecinden hızla etkilenir, ileri unsurları üzerinden katkı yaparken kendi cephelerinde, özellikle 18. yüzyılHaskala(Yahudi Aydınlanması) adı verilen bir burjuva aydınlanma süreci başlar... Hatırlatmak gereksizdir ki, rönensas, reformasyon, aydınlanma, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde burjuvazinin dünya görüşünün gelişip olgunlaşma süreci, bu süreçte eski dünyaya karşı yeni dünyayı kurma mücadelesidir... Yahudi Aydınlanması süreci (Haskala) burjuvalaşan Yahudi kesimlerinin hareketi olarak, feodal Yahudi kastı ile çatışma süreci içerisinde gelişir...

Haskala” hareketi yeni çağın eşitlik, özgürlük, kardeşlik burjuva bayrağını elde tutmaktaydı. Dolayısıyla kapitalizmin feodalizme karşı mücadelesinin ifadesi olan değerleri temsil etmekteydi. Yahudi kültür ve eğitiminin laisizm temelinde bilim ve aklın egemenliğine dayalı geliştirilmesini savunmaktaydı. Burjuva aydınlanma hareketinin ilkelerini Yahudi milliyetine taşımaktaydı. Bu akım burjuva demokratik hareketin Yahudilik somutunda yansıması ve gelişmesiydi. Doğası gereği burjuva milliyetçi karaktere sahipti. Kenan diyarına dönüş ve ulusal devlet kurma ereğine dayanan bir hedef de gütmüyordu. Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde Yahudi sorununun burjuva demokratik çözümü temelinde yaşamasını savunuyordu. Haskala eğilimi ilerici-burjuva demokratik karaktere sahipti ve Yahudi ulusallığı olarak daha sonra şekillenen “boş topraklarda” Yahudi devletini kurmayı hedefleyen politik Siyonizmin de öncülü oldu.

Kuşkusuz ki Yahudi ulusal topluluğu sınıfsal olarak bölünmüş bir topluluktu. Bu eksende Yahudi aydınlanması sürecinde de değişik değerlendirmeler, eğilimler ortaya çıkar ama en önemli şey, binlerce yıla dayanan din-kast olgusunun çözülmesidir. Bu çözülme ve yıkılma sürecinde burjuva aydınlanmaya dönük en büyük tepkinin kastın ve ruhban sınıfının çıkarlarını ifade eden (kaskatı dindarlık ve “muhazafakar”lıkla şekillenmiş) kesimlerin tepkisidir... “Eski ile yeninin çatışması” doğal olarak her yerde ama kendi nesnesi ve nesnelliği içerisinde farklı biçimler alarak yaşanmıştır; Yahudiler bu gelişme yasasının dışında kalamazlardı ve kalmadılar. Eşitlik ve özgürlük, yurttaşlık, bireyin özgürlüğü Tevrat’ın, Yahudi kastının değil, kapitalizmin değerleridir ve çatışma kaçınılmazdı.

Yükselen kapitalizm ve burjuva demokratik devrimler çağında pek çok Yahudi aydını, bilim insanı, devrimcisi feodal gericiliğe karşı mücadelenin ya öncüsü olmuş ya da burjuva devrimci savaşın militanları olarak yer almıştır. Ezilen bir azınlık olmaları, Yahudilerde sayısız ilerici, devrimci aydın ve savaşçının yetişmesinde özel ve temel bir rol oynamıştır. İlerici, devrimci sayısız Yahudi 1789 devriminde, 1848 devrimlerinde ve sonraki devrimlerde yer aldı.

Anti-Semitizm Yahudilerin insanlık tarihine yaptığı önemli ve değerli katkıları da ret ve inkar eden gerici bir akım niteliği taşır. Yahudi tarihinde Yahudilerin ilerici, demokratik, devrimci gelenek ve birikimlerine sahip çıkarken, onda gerici olan her şey, istisna tanımaz bir şekilde ret ve mahkum edilmelidir. Bu ayrım çizgisinin “antisemitizm” adına mahkum edilmesi, tümüyle gerici, burjuva gericiliğin saldırganlığının ifadesidir.

Haskala, Yahudiliğin tarihinde önemli burjuva demokratik ilerici bir dönemeçtir. Irkçı, sömürgeci, militarist, yayılmacı, dinci, soykırımcı, emperyalist ırkçılıkla işbirliği içerisindeki İsrail devleti ve sermayesinin gerçeklerine baktığımızda Haskala akımının önemini daha iyi görebiliriz. Anti-Semitizm tarihsel bir olgudur. İlke olarak anti-Semitizme karşı ideolojik, pratik-politik savaşımı kesintisiz sürdürmek kuşkusuz ki vazgeçilmez devrimci görevdir. Ancak Yahudi burjuvazisinin sömürgeciliğine, soykırımcılığına karşı yürütülen her mücadelenin “Anti-Semitizm” olarak gösterilmesi de emperyalizm ve Yahudi sermayesinin iğrenç gerçeklerinden birisidir. Yahudi burjuvazisinin tarihi aynı zamanda anti-komünist, devrimci ve sosyalist savaşıma sınırsız bir düşmanlıkla belirlenmiş ve biçimlenmiş bir tarihtir; bu gerçeklerin de altı çizilmelidir. Bir ayı aşkındır dünyanın gözü önünde süregelen Filistin soykırımını “İsrail devletinin meşru müdafaa hakkı” ve “terörizme karşı savaş” olarak lanse eden “Batı demokrasileri” ve İsrail burjuvazisi, aynı emperyalist ırkçılığın temsilcileridir. İsrail sermayesi ve devletinin gerici ve faşist temsilcilerinin iç ve dış saldırgan politikasını dinle maskelemeleri ise sermayenin ekonomik, siyasal, toplumsal, askeri çıkarlarının gereğidir sadece.

V

Modern kapitalist çağda ve onun üst aşaması olan emperyalist aşamada anti-Semitizm son bulmak bir yana, yeni tarihsel dönemin gerçekliği üzerinde yaşam buldu. Dinsel maske ve söylem hiçbir zaman terkedilmemiş, fakat anti-Semitizm burjuva milliyetçi, ırkçı temele dayanarak şekillenmiştir. Din faktörü milliyetçiliğin ve ırkçılığın örtüsüdür sadece; bu olguyu anti-Semitizmde olduğu gibi Siyonist ideoloji ve politikada ve İsrail devletinin pratiğinde de görmekteyiz. Anti-Semitizm ve Siyonizm, aynı ırkçılığın iki görünümüdür. Anti-Semitizme karşı mücadele Siyonizme karşı mücadeleyle birleştirilerek ele alınmak zorundadır. Anti-Semitizm gibi Siyonizm de Yahudi halkının düşmanıdır. Yahudi sermayesinin ve devletinin ırkçılığı, sömürgeciliği, soykırımcılığı, emperyalist yayılmacılığı, özellikle de Ortadoğu çapında anti-Semitizmin kaynaklarından birisidir.

Milliyetçilik kapitalizmin ürünü ve burjuvazinin ideolojisidir. Kapitalist ve emperyalist milliyetçilik ve modern ırkçılık dinsel maskeyle olduğu kadar açık ırkçılık olarak da ortaya çıkabilmektedir. Kapitalist Batı dünyasının, Japonya’nın “vahşilere medeniyet götürme”si, uygarlığın Batıya barbarlığın Doğuya özgü kabul edilmesi ile Irkçı milliyetçi İsrail devletinin Ortadoğu’da “barbarlara medeniyet” götürmesi, “barbar Ortadoğu’da uygar”lığı temsil etmesi, farketmez, al birini vur ötekine. Sonuçta hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın ırkçılık bütün emperyalist devletlerin ve yayılmacı burjuva devletlerin iç ve dış politikadaki gerçeğidir. Burjuva devletlerin kendi sınırları içerisindeki ulus ve ulusal topluluklara, göçmenlere karşı politikası da ırkçı, şoven politikalardır...

Devam edecek olursak, kapitalist rekabet, anti-Semitizm maskesine bürünerek Yahudi kökenli sermayenin etkisizleştirilmesinin, Yahudi burjuvazisinin mülksüzleştirilmesinin, Yahudi emekçilerinin sömürülüp ezilmesinin, proleter sınıfın birliğini bozmanın, halklar arasında düşmanlık tohumları ekmenin (böl ve yönet) aracı olarak her yerde kullanılmıştır. Bu olgu, Yahudi sorununun kapitalizmin doğuşu ve gelişimi sürecinin değişik kesitlerinde değişik biçimler alan bir sorun olarak gündemde kalmasına yol açmıştır. Kapitalizm bir kast olarak Yahudiyi çözer ve dönüştürürken, Yahudi sermayesini uluslararası burjuvazinin birer bileşenine çevirmiş; Yahudilik, modern sınıfsal temelde, proletarya ile burjuvazi olarak parçalanmıştır. Yahudi milliyetinin işçi ve emekçileri her yerde sömürülen, ezilen bir kesim olurken, Yahudi burjuvazisi sömürücü bir sınıf olarak kapitalist, emperyalist toplumda yerini almıştır. 1948’de Filistin topraklarının ilhakı temelinde kurulmuş kapitalist İsrail devleti gerçeğinde de İsrail toplumu sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen, burjuvazi ve proletarya olarak konumlanmıştır. Yani İsrail devleti şahsında ya da İsrail toplumu nezdinde Yahudilik “sınıfsız, kaynaşmış” bir kitleden, homojen bir toplumdan oluşmuş değildir. İsrail halkı dünya halklarının bir bileşenidir. Sömürgeci, ırkçı, militarist, dinci, yayılmacı İsrail kapitalist devletini yıkmak, İsrail işçi sınıfının (ve emekçilerinin) bir numaralı temel ve güncel görevidir. Enternasyonal birlik ve mücadele olmadan İsrail işçi sınıfı ve emekçileri İsrail sermaye devletini yıkamaz. İsrail proleter sosyalist devrimi, diğer proleter devrimler gibi enternasyonalizm çizgisinde yükselecektir...

DEVAM EDECEK