20 Mayıs 2023 Cumartesi

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNDE 2. TUR VE POLİTİK TUTUM

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNDE 2. TUR VE POLİTİK TUTUM

Bolşeviklerin temel niteliklerinden birisi [...] ve devrimci stratejimizin temel öğelerinden birisi, herhangi verili bir anda baş düşmanın kim olduğunu anlama ve tüm gücümüzü bu düşmana karşı nasıl odaklayacağımızı bilme yeteneğimizdir.ʺ (Lenin, Komünist Enternasyonalʹin VII Kongresine Rapor)

I

YSK resmi açıklamasına göre, cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan % 49,52 (27.133.849 oy), Kılıçdaroğlu % 44,88 (24.595.178 oy), Sinan Oğan ise oyların % 5,17 (2.831.239 oy) aldı.

Tablodan görüldüğü gibi cumhurbaşkanı seçimi ikinci tura kaldı. 28 Mayıs tarihinde gerçekleşecek ikinci tur seçim, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasında geçecek ve en fazla oyu alacak aday cumhurbaşkanı seçilecektir.

Kısaca hatırlatalım: YSK tarafından açıklanan resmi verilere göre; Toplam Seçmen Sayısı: 60.721.504. Seçmenler, toplam 192.214 sandıkta oyunu kullandı. Kullanılan Oy: 53.993.683. Geçerli Oy: 52.972.386. Geçersiz oy: 1.037.104. Seçimlere katılım oranı ise % 88.92’dir. Yurt dışında toplam kayıtlı seçmen sayısı: 3.425.759. Kullanılan oy: 1.691.287. Geçersiz oy: 15 bin 19. Yurt dışında katılım oranı: %49,40.

II

Yaygın beklenti, arada önemli bir oy farkı gözükmemekle birlikte cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turda Kılıçdaroğlu lehine sonlanmasıydı... Bu beklenti anket şirketlerinin açıklamasıyla da çakışıyordu ya da önemli bir faktör olarak anket sonuçları ve “Millet İttifakı”nın yaptığı mitinglerin kitlesel ve coşkulu geçmesi bu beklentiyi güçlendirmişti. Seçim öncesi iki aday arasında, Kılıçdaroğlu lehine üstü örtüleyemeyecek bir oy oranı kazanılamazsa, Erdoğancı faşist rejimin manipülasyon, gasp yoluyla tabloyu lehine düzenleyeceği görülebiliyordu.

Fakat sosyolojik ve politik gerçekler farklı bir tabloyu ortaya koydu... Ortaya çıkan tabloyu esasen Erdoğancı rejimin komplosuyla izah edemeyiz. Geçmiş seçimlerde olduğu gibi bu seçimlerde de ciddi tezgahların kurulmasıyla Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na önemli oy akışının (gasp) örgütlendiği kesindir ama asıl sorun, siyasal rejimin hala büyük bir oranda korumayı başardığı kitle desteğidir... Kurulan ve etkili olan tezgahlar bu ana eğilime dayanmaktadır. Bu bakış açısı gözden yitirilmeden sorunlar tartışılmalıdır.

Dinci/İslamcı faşist diktatörlüğün elebaşı Erdoğan, AKP-MHP ittifakı, “Cumhur Bloğu” sol çevrelerin, dahası önemli bir sağ kesimin beklentilerinin aksine, “yarışı”ı önde tamamladı. Bu durumun yaygın bir hayal kırıklığına, öfkeye, “bu halk adam olmaz” tepkisine yol açtığını görüyoruz.

Derin bir öfkeyle birlikte moral bozukluğu içerisine sürüklenen geniş kitlelerin bu pozisyondan çıkması ve çıkarılması yaşamsal önemdedir. Her şeye karşın HDP/YSP etrafındaki blok, bu bakımdan mücadeleci pozisyonunu koruyacaktır; ciddi bir oy kaybına, moral bakımından önemli bir yıpranmaya karşın, bu pozisyon yüksek bir avantajdır ve bu avantaj, anti-faşist blokun faşizme karşı mücadelede en diri, en direngen ve önde gelen gücü olmasıyla bağlıdır.

Hatırlatmak gereksizdir ki, Erdoğan’ın 1. turu “önde” tamamlaması, faşist teröre ve demagojiye, özellikle psikolojik teröre; devletin bütün imkanlarının sınırsızca seferber edilmesine, “seçim ekonomisi”ne dayandı. “Normal koşullar”da Erdoğan’ın “seçim yarışı”nı önde tamamlaması olanaklı değildi. Ortada seçim yarışından çok, “seçim yarışı” (sözde seçim yarışı) vardı...

Soylu’nun şu “tahmin”i tesadüfi olamaz:

İktidara yakın Sabah gazetesi yazarı Mahmut Övür bugünkü köşe yazısında şunları kaydetti:

Araştırma şirketleri ve anketler bu seçimde çok tartışıldı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun siyasi araştırma ve analiz konusunda iddialı olduğunu yakın geçmişten biliyorum. Bugün değil 2 binli yılların başından beri her seçim öncesi konuştuğumda aşağı yukarı gidişata ilişkin söyledikleri büyük oranda tutardı. Ama bu seçim öncesi söylediklerine gerçekten şaşırdım. Seçim günü bile aynen şöyle diyordu: ‘Seçim yüzde 49.50 gibi biter. Çok uğraştık ama yarım puan ileri götüremedik. Sahada biraz farklı görünse de sonuç böyle olacak gibi. Mecliste’yse rahatız. Cumhur ittifakı 320-325 arası milletvekili çıkartır.’ (Diken)

Bu açıklama ve bilgiler, seçimlerin özel bir tarzda manipülasyona uğradığını gösteren çok ciddi bir veri olarak okunmalıdır... Meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarının neredeyse aynı çıkmasının normal olmadığı açıktır.

Bunu geçiyoruz.

Erdoğangiller familyası”, gerek Erdoğan’ın 1. turu önde tamamlaması, gerekse de (bir önceki seçimlere göre oy ve mebus kaybına karşın) parlamento seçimlerinde çoğunluğu ele geçirmesi itibari ile 2. tura avantajlı girmektedir.

Kuşkusuz ki, seçim sonuçları önümüzdeki dönemde yoğun bir tartışma konusu olacak. Biz bu yazımızda başlı başına seçim sürecinin değerlendirmesine girmeyeceğiz. Sorunu ikinci tur bağlamıyla sınırlayacağız.

Erdoğan 1. turda seçilemedi ya da 1. turu kaybetti. 2014 (%51.79) ve 2018 cumhurbaşkanlığı (%52.29) seçimlerine göre de oy kaybetti. AKP’nin oy kaybı ise % 7. Somutlaşmış bir veri olmamakla birlikte Erdoğan’ın aldığı oyların önemli bir oranının oy hırsızlığına/oy gaspına dayandığı kesindir...

AKP’nin oyu yüzde 35.6, Erdoğan’ın ise 49,52 Aradaki fark % 14’tür.

Erdoğan AKP’si, 2002 tarihli oy oranına gerilemiş durumda ve o dönemden farklı olarak, devletin bütün imkanlarıyla ancak bu oy oranını bulabilmiştir. Bu olgu, Erdoğan ve AKP faciasının feci durumunu, erime gerçeğini yansıtmaktadır. Bu tablo, AKP ve Erdoğan’ın gücüne değil, 2014’lerden bu yana gerileyen gücüne işaret etmektedir. Aslında bu olgu, siyasal İslamcılığın iktidar sürecindeki tüm kazanımlarına karşın, ağır bir darbe aldığını, prestij yitirdiğini, ağır bir çürüme süreci yaşadığını göstermektedir...

Erdoğan’ın oyu 49.52. Ama bu oran bütün seçmenlerin yüzde 42’sine tekabül etmektedir. Yani Erdoğan toplumun çoğundan (%56!) destek alamamaktadır. Erdoğan ve AKP, MHP ve ittifakında yer alan diğer partiler olmasa ne meclis çoğunluğunu ne de cumhurbaşkanlığını kazanamaz, kazanamıyor.

III

Ne yapmalı?

Her şey bir yana, somut bir gerçekle karşı karşıyayız: 28 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı seçilecek. Adaylar belli*... “Öncülük” iddiası ile ortaya çıkanlar “faşist şeflik rejimi”ne “Artık Yeter!” diyen, değişim isteyen, sınıfa, halklara, ezilenlere nasıl bir seçenek önermeli? 2013 Haziran ayaklanmasından bu yana (ki Bayburt hariç tüm illerde milyonlarca insan Erdoğancı dinci faşist rejimi protesto etmişti) Erdoğan yıpranma sürecine girdi ve bugünlere geldi...

28 Mayıs seçimi karşısında takınılacak politik tutum, Erdoğan’a kaybettirme tutumu olmalıdır.

Daha önce yayınladığımız yazılarımızda da** vurguladığımız gibi, Baş düşman Erdoğancı faşist politik rejimdir. Darbe Erdoğancı dinci faşist iktidara ve “Cumhur İttifakı”na indirilmelidir.

Politik mücadelenin bu keskin dönemecinde, taktiksel bir tutum olarak “Oylar Kılıçdaroğlu’na!” demeliyiz. Bunu, Kılıçdaroğlu önderliğindeki burjuva blok dost olduğu, sınıfın ve halkların sorunlarını çözeceği için değil, düpedüz Erdoğancı rejime ve blokuna kaybettirmek için söylemeliyiz.

Erdoğancı dinci faşist rejim kendi tarihinin en zayıf dönemini yaşamaktadır... Erdoğancı rejime ağır bir darbe indirme imkanı, burjuva muhalefetten ve lideri Kılıçdaroğlu’dan ayrı olarak, güçlü ve karşı devrimin iç çelişkilerini keskinleştirecek, politik rejime ağır bir darbe indirecek anti-faşist bir blokun (YPS liderliğindeki blok-emek ve Özgürlük İttifakı) varlığında somutlaşıyor. Bu bloğun zaafları ne olursa olsun, nesnel olarak devrimci bir rol oynayan anti-faşist bir merkezdir... Bu merkez, burjuva muhalefet bloğu ile fiili olarak Erdoğan’a kaybettirme ortak hedefinde birleşse de, iki ayrı düşman bloğu, iki ayrı politik çizgiyi temsil etmektedir. Bu gerçek her zaman dile getirilmelidir.

Taşların bağlanıp itlerin serbest bırakıldığı koşullarda yapılan “yarış”ı önde tamamlamasına rağmen, Erdoğan kazanamadı ve ikinci turda kaybetme olasılığı da hala mevcut. Erdoğan ilk defa ilk turda seçimi kazanamadı ya da ilk tur seçimini kaybetti. İkinci turda seçimi kaybedip kaybetmeyeceği “değişim” talep eden, Erdoğancı rejime “Artık Yeter!” diye haykıran ve mücadele eden kitlelerin ve “Erdoğan karşıtları”nın göstereceği çabaya bağlıdır...

Geçmeden hatırlatalım: İki blok/aday dışında kalan oylar+sandık başına gitmeyen seçmenlerin oyları+iptal edilen, geçersiz sayılan oylar 9 milyonu aşmaktadır. İkinci tur seçimde bu oyların nasıl dağılacağı, hangi adaya yöneleceği vs. şimdilik net değildir; bu oyların hiç olmazsa esas ağırlığı, ikinci turun kaderini belirleyecek gibi görünüyor. Keza başkanlık seçiminde CHP dışındaki “Millet İttifakı” partilerinden, başta da İYİP’ten 1. turda Kılıçdaroğlu’na verilmeyen/gitmeyen oyların Kılıçdaroğlu’na ne kadar yönelip yönelmeyeceği de bu denklemde önemli bir yer tutacaktır.

Evet Oylar Kılıçdaroğlu’na!” demeliyiz. “Ölüm ya da sıtma” dayatılıyor, bu doğru, ama ikisini de kabul etmiyoruz; ilk adım “ölüm”den kurtulmaktır, bu, “sıtma” ile baş etmek ve vuruşmak için elimize bir imkanın geçmesi demektir. Kesinkes vurgulanmalıdır: Erdoğancı dinci faşist rejimin kaybetmesi proletarya ve halkların, ezilenlerin yararınadır. “Devrimcilik” adına bu gerçeği reddetmek saçmalıktır. Genel seçimlerden farklı olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “3. yol”u temsil eden alternatif bir aday yoktur. Ortada iki aday var ve iktidarın tepesine çöreklenmiş, çökmüş olan Erdoğan’a kaybettirilmelidir. İkisi de düşman, ama karşımızda taktik olarak eşit derecede iki düşman yok. Baş düşman Erdoğancı rejimdir. Gerçek durum bu. Rejimin güvencesi, (2014’ten, 2018’den bu yana tek başına iktidar gücü olmaktan çıkmış, oyları sürekli gerileyen, konumunu ancak koalisyonlarla -AKP-MHP bloğu- koruyabilen) Erdoğan’dır. Erdoğan’ın kaybetmesi, dinci faşist diktatörlüğün kaybetmesinin yolunu da açacaktır. Bunun böyle olmayacağını düşünenler buyursun aksini ispat etsinler.

Başkanlık seçiminde iki düşman burjuva bloktan birisi kazanacaktır. Hangisinin kaybetmesi, hangisinin kazanması objektif olarak “ezilenler”in yararınadır? Bu soruya net yanıt verilmelidir. Şunu diyebilir miyiz: “Hayır, ortada böyle bir sorun yok, kimin kazanacağı veya kaybedeceği bizim sorunumuz değil” vs. Böyle bir yanıt ya da aynı kapıya çıkan bir yanıt, aslında “öğretilmiş çaresiz”liğin sol versiyonudur.

Milyonların Erdoğancı faşist diktatörlüğe kaybettirme politik tutumunu görmezden gelemeyiz, hiçe sayamayız. Her durumda devrimci ve sosyalist propaganda ve ajitasyonu yapacağız. Onlara kurtuluşlarının yalnızca kendi ellerinde olduğunu, eğer kazanırsa Kılıçdaroğlu önderliğindeki bloğun da sermayenin programını uygulayacağını, dün olduğu gibi bugün de, yarın da sokaklarda olmak gerektiğini anlatmaya ve birlikte savaşmaya devam edeceğiz ama birinci düşmanı devirmek için ikinci düşmana, muhalefette olan düşman blokun liderine sadece ve sırf bu nedenle, oy verilmesi gerektiğini söylemeliyiz. Böyle bir taktik tutumu yadsımak devrimci duygularımızı ve devrimci öfkemizi tatmin edebilir ama bu, politika değil, “politika”dır; apolitisizmin tersyüz edilmiş, “sol” keskinlik sosuna bulanmış bir biçimidir.

Demokratik ve sosyalist görevleri ve çalışmayı bir an olsun bile ihmal etmeden geliştiren, cumhurbaşkanlığı seçiminin sınıfsal ve politik karakterini ortaya koyan bir siyasi teşhir kampanyası, ne devrimciliğimize helal getirecektir ne de Kılıçdaroğlu ve ittifakı hakkında hayaller yayacaktır. Zaten bu duruş olmadan yapılacak “Kılıçdaroğlu’a oy ver!” çağrısı, düpedüz CHP’ye, “Millet İttifakı”na yedeklenmek olacaktır. Dolayısıyla ifade ettiğimiz duruşa aykırı her tutum ve tarz reformizmdir, kabul edilemez... CHP ve Millet İttifakı ile birleşik cephe kurma, bu blokla ortak hükümet kurma gibi politik taktikler devrimci değil, gerici olacaktır. Bu blokun emek düşmanı neoliberal ekonomi-politikasını, sermayenin bölgesel yayılmacı politikasını, şöven, milliyetçi, Kürt düşmanı, göçmen düşmanı politikasını, siyasal özgürlüğe düşman politikasını desteklemek söz konusu olamaz, dahası etkince teşhir edilmelidir...

Ancak, sözgelimi, meclis çalışmaları başladığında meclis zemininde, İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanması için, hangi saikle olursa olsun, sözleşmeyi onaylayan, sözleşmenin yürürlüğe girmesini isteyen burjuva partilerle taktiksel ortaklıklar kurulacaktır; bu bağlamda da mecliste düşmanın iç çelişki ve çatışmalarına oynanacaktır; anti-faşist blokun ciddi bir temsiliyetle meclisteki varlığı ve bu odağın parlamento dışı muhalefete dayanma pratiği bunu sağlayacaktır. Yani bunu gerçekleştirebilecek maddi-politik bir güç vardır...

Bu örnekleri geliştirebilirsiniz ama burada olan şey, faşizm ve sermayeyle uzlaşmak değil, ezilen cinsin ve toplumsal-siyasal ilerici, anti-faşist mücadelenin dinamiğine dayalı olarak bir kazanımın elde edilmesidir. Bu bağlamda fiilen ya da resmen burjuva partilerle ortak davranışlar gündeme gelebilecektir. Sözgelimi bu duruşu “reformizm”, “sermaye cephesine yedeklenmek”, “burjuvaziyle uzlaşmak” falan filan olarak görebilir miyiz? Kuşkusuz ki hayır! Fakat bu tutumu, esnek taktik ve politik manevraları “burjuvaziye ya da bir kanadına yedeklenmek” olarak lanse edenler, edecek olanlar her zaman olacaktır; dahası bu “sol”cu tutum ve duruşlarını en devrimci, en Marksist kavram ve propagandayla süsleyeceklerdir... Kuşkusuz ki bu, “sol çocukluk” hastalığıdır...

Yukarıda cumhurbaşkanı seçiminin 2. turu ile ilgili ayrım çizgisini belirledik. Bu ilkesel ve taktiksel hatta durarak ilerlemek yanlış olmayacaktır. Varsın Erdoğancı faşist diktatörlüğe objektif olarak hizmet eden keskinlik yapanların boş çığırtkanlığı boşluğa boca olsun...


*HDP-YPS önderliğindeki blokunun ilk tura kendi adayıyla girmemesi doğru olmamıştır...

**SEÇİMLER, TİP, “MİLLET İTTİFAKI”, YEDEKLENME, ÇANDAR VE CEMAL, “KÜRT AÇILIMI”... (21 NİSAN 2023 CUMA)

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE BAŞ DÜŞMAN... (11 MAYIS 2023 PERŞEMBE)







11 Mayıs 2023 Perşembe

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE BAŞ DÜŞMAN...

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE BAŞ DÜŞMAN...

Gerçek devrimci için en büyük, hatta belki de tek tehlike, abartılmış devrimciliktir, devrimci yöntemlerin uygun olduğu ve başarıyla uygulanabileceği sınırları ve koşulları tanımamaktır. Gerçek devrimciler ‘devrim’ sözünü büyük D’ ile yazmaya, devrim’i neredeyse kutsal bir yere çıkarmaya ve akılları başlarından gitmeye, ne zaman, hangi koşullarda ve hangi eylem alanında devrimci davranmak, ne zaman hangi koşullarda reformist eyleme dönmek gerektiğini serinkanlılıkla ve duygusallıktan uzak olarak düşünme, tartışma ve değerlendirme yeteneklerini kaybetmeye başlayınca tepe üstü düşüyorlar, bozgundalar demektir.” (Lenin)




I

Her koşulda (seçimli ya da seçimsiz) devrimci ve komünist hareketin yapması gereken şey, proletarya ve halklara devrim ve sosyalizmi hedef göstermek; tüm propaganda, ajitasyon, örgütleme, eylem çalışmasını bu temele çizgiye oturtmak olmalıdır. Devrimci ve komünist hareket, doğal olarak, her koşulda proletarya ve halkların güncel talep ve mücadelelerini devrim ve sosyalizm alternatifine bağlı alarak politik faaliyetlerini sürdürecektir.

Salt günlük talepler için bir mücadele hattı, ekonomizm ve reformizmdir. Salt devrimci ve sosyalist hedefler için propaganda ise gündelik mücadeleden ve geniş kitlelerin gerçeğinden ve mücadelesinden kopmaktır.

Sınıfın ve kitlelerin gündelik talepleri ve mücadelesi devrim ve sosyalizm mücadelesinin genel, sürekli, ana hedeflerine ve çıkarlarına bağlı ele alınmak ve yönlendirilmek zorundadır. Aksi taktirde devrimci öncülükten ve çizgiden bahsedilemez.

II

Genel devrimci çağrılar; taktiğin yerine ikame edilen stratejik, programatik hedef ve amaçlarla politika yapma tutumu, aslında politika yapmak değil, “politika yapmak”tır. Strateji ve taktik, Stalin’in dediği gibi, proletaryanın sınıf mücadelesinin politik önderlik bilimidir. Teori, program, strateji, taktik proletaryanın politik çizgisinin, teori ve pratiğinin bütünsel, içsel yönelim ve duruşunu ifade eder ve hiçbiri birbirinin yerine ikame edilemez...

Bu perspektifin 14 Mayıs seçimlerinde de ilkesel ve pratik-politik duruşta anlamını bulması gerekir.

Egemen sınıflar ve burjuvazi için sorun, her koşulda proletarya ve halkları yedeklemek ve kendi amaçları için kullanmaktır. Onların politikası, sınıfın ve kitlelerin dikkatini kendi iç kavgalarına endeksleyerek kendi talepleri için faşizm ve sermayeye karşı mücadelesini ve olası devrimci gelişmeleri önlemek; devrim ve sosyalizm kavgasının öznesi haline gelmesini engellemek; sandık ve parlamentoyu kurtuluş olarak sunmak; sistemin ve egemen sınıfların siyasal ve toplumsal krizini kapitalizm lehine çözmektir.

Kuşkusuz ki, 14 Mayıs seçimlerinde de hiçbir burjuva klik ve blok, sandık ve meclis kurtuluş olarak gösterilemez; aksine sermaye ve faşizme karşı proletaryanın bağımsız siyasal gücünü ısrarla geliştirmek, halkların mücadelesini büyütmek, devrimci seçenekler doğrultusunda sıçratmak gerekir...

Fakat bunları söylemek, temel bir gerçeğin altını çizmek, tek başına sınıfa ve kitlelere fazla bir şey anlatmaz ve bu ısrar ve vurgu devrimci de olsa, devrimin yolunu açmaz... Somut koşulların somut tahlili Marksizm-Leninizm’in yaşayan ruhudur. Devrimci ve sosyalist hedefler somut siyasal mücadelenin gelişim sürecinde en yakıcı görevlerde anlamını bulur ve politik stratejinin zaferini kolaylaştırır. “Radikalizm” devrimci ve komünist militanlığı ifade etmez, aksine onun yadsınmasıdır. Militanlık sadece ve sadece sınıf mücadelesinin tarihsel ve güncel gereksinmelerine yanıt vermeyi ifade eder. Devrimci duygularımıza ve isteklerimize dayanan bir politika tarzı ve taktik belirlemenin somut şartların somut tahliliyle bir ilişkisi yoktur. “Sol çığırtkanlık”, tıpkı sağ oportünizm gibi tarihin çağrısına yanıt vermekten uzaktır. “Sol” çığırtkanlık ve keskinliğin özü ve özeti, mücadelenin gerisinde kalmaktan, kendiliğindenliğin önünde boyun eğmekten, “öncülük” iddiasını hiçe saymaktan ibarettir.

III

14 Mayıs seçimlerine giderken iki burjuva bloktan biri desteklenemez. Ancak iki düşman burjuva blok taktik olarak eşit ölçüde hedefleştirilemez. Her ikisi baş düşman olarak değerlendirilemez. Bunlardan biri iktidardır, diğeri ise muhalefettedir ve sıranın kendisine gelmesini ummaktadır... Bu tablo içerisinde, faşizm ve sermayeye karşı mücadelede politik darbe politik iktidar tekeli kurmuş olan “faşist şeflik rejimi”ne indirilmelidir. Bu taktik, muhalefette olan burjuva kliği ya da klikleri/partileri dost görmek, onlar hakkında hayaller yaymak anlamına gelmemektedir. Bu taktiği “CHP ve Millet İttifakı hakkında hayaller yayma, yedeklenme” olarak propaganda edenler, eğer dar kafalılıklarından değilse, bilinçli demagoji ve manipülasyon yapmaktadır. Faşist diktatörlüğe karşı mücadelede kavranacak halka, “Saray rejimi”ni, “faşist şeflik rejimi”ni yıkmaktır. Faşist diktatörlüğün en zayıf halkası AKP-MHP ittifakına dayanan dinsel faşist politik rejimdir. Erdoğancı rejime kaybettirmek olanaklıdır, dahası, 20 yıllık Erdoğancı rejime kaybettirme olanağı ilk kez bu kadar yüksek bir olasılık olarak gündeme girmiştir. Dinci faşist kliğe kaybettirme eğilimi geniş kitleler içinde ilk defa bu kadar geniş bir eğilime ve değişim isteğine dönüşmüş durumda. Erdoğan ve AKP yeniden kazanırsa, bunun geniş kitlelerde moral bozucu etkisi, herhangi bir zamandan daha çok, daha güçlü ve daha yıpratıcı olacağı açıktır. “Biz devrimciyiz, bu bizi ilgilendirmez!” diyenler varsa eğer, ya zır cahildirler ya da kendi zayıflıklarının bilince olan oportünistler olarak konuşmaktadırlar. Yıpranmış, azgın faşist teröre dayanan; içeride ve dışarıda maceracı, keyfilikte sınır tanımayan saldırganlık ve yayılmacılıkla yol almakta olan dinci faşist elebaşı ve dinci (İslamcı) faşist rejim, zora, darbeye, hileye dayalı vs. seçimleri gaspederse, ki yönelim ve duruşu bu, yeni dönemde daha azgın, daha katmerli, daha saldırgan çizgide ilerleyeceği; bunun sınıfın ve halkların, kadınların, Kürtlerin vb mücadelesini daha zorlaştıracağı çok açıktır... Bu gerçeği de görmek yerine, “Olsun biz boyun eğmez devrimcileriz, mücadelemize devam ederiz, burjuva muhalefet de gelse hiçbir şey değişmez” aymazlığıyla davranmak alabildiğine yüzeysel, keyfi, somut gerçeğe gözlerini kapayan vb. bir “analiz” ve tutum olur. Dinsel faşist politik rejimin yıkılması Erdoğan’ın kaybetmesiyle bir çırpıda gerçekleşemez; bu bakımdan hayallere de kapılmamalı ama, yıkma mücadelesinde daha elverişli bazı olanaklara kavuşmak tümüyle olanaklıdır. Eğer burjuva muhalefet bloku başkanlık seçimlerini kazanır, mecliste de güçlü bir şekilde yer alırsa, istese de Erdoğancı saldırganlığı olduğu gibi devam ettiremez... Bu gerçeği görmemek olanaklı değil.

IV

Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi stratejik düşmanlarımızdır; devrimimizin stratejik hedefleridir. Stratejik düşmanların taktiksel hedefe dönüşmesi, bir devrimin patlak vererek geliştiği dönemlerdir... Bugün stratejik düşmanlara karşı mücadeleyi kolaylaştıran şey, taktiksel olarak dinci faşist Erdoğancı rejimi vurmak ve yıkmaktır. Tepesinde cunta başı Erdoğan’ın durduğu İslamcı faşist diktatörlük, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının, Türkiye ve Kürdistan halklarının baş düşmanıdır. Eğer baş düşman eşittir stratejik düşmanlardır deniyorsa o zaman başka; bu durumda tartışma ve eleştiri başlı başına “sol” oportünizmin mahkum edilmesi eksenine oturur. Ancak “baş düşman”la, “stratejik düşmanlar” arasında stratejik ve taktik olarak ayrım yaptıklarını söyleyenler, örneğin iş 14 Mayıs seçimlerine gelince, “baş düşman” analizlerini unutup “radikal çıkışlar” yapınca, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” atasözünü akıllara getirmektedir... Emeğin sermayeye, halkların ve Kürt ulusunun emperyalizme, sömürgeci faşist diktatörlüğe karşı mücadelesi karşısında, ikinciler düşmandır ve stratejik olarak ulusal ve toplumsal devrimle yok edilmelidirler. Ancak bu mücadelede düşman kampta, karşı-devrim içerisinde hiçbir ayrım yapılmaksızın salt stratejik savaşla mücadeleyi geliştiremezsin; her bir gelişme evresinde, stratejik hedeflerine varana dek, somut koşullara dayanan taktiksel mücadeleler, taktiksel ayrımlar, taktiksel manevralar yapmadan zafere ulaşılacağını düşünen ya da buna uygun davranan bir teori ve pratik, politik mücadeleden bir şey anlamamış demektir. Karşımızda eşit derecede bir düşman yok; biri iktidarda, diğeri muhalefette. Muhalefette olan hakkında en ufak bir hayal yaratmadan iktidarda olanı vuracaksın. Mesele bundan ibarettir. Aksi durumda özü sağ oportünizm olan “sol” keskinlikle sadece kendini kandırırsın... Duygulara dayalı siyaset, duygulara seslenen romantik çığlıklardan ibarettir; devrimci romantizmle yapılan politika Marksist-Leninist politika değildir ve politik mücadelenin nesnel somut gereksinmelerini yanıtlayan taktiksel politikanın da zaten orada yeri yoktur. Dar kafalılık, kaygılarla davranma, kendini tatmin, “namusu kurtarma”, bunlar proletaryanın teori ve pratiğine aykırıdır.

V

İki burjuva blok çarpışırken, proletarya ve halklara devrim ve sosyalizm temel seçenek olarak sunulacaktır doğal olarak. Bu iki gerici-faşist blok, halkların çıkarları için değil, kendi sınıfları ve temsil ettikleri klikler için çarpışmaktadır. Bu, düşman cephesindeki yarılmayı derinleştirmekte, iç çelişkilerini keskinleştirmektedir. Nesnel olarak bu durum, bir dizi dezavantaja karşın, anti-faşist cepheye, “Emek ve Özgürlük İttifakı”na alan açmakta ve eğer değerlendirilebilirse, iki burjuva bloğun teşhirini kolaylaştırırken, taktiksel “ana darbe”yi dinci faşist cuntaya indirmeye daha elverişli ortam sağlamaktadır. Devrim ve sosyalizm düşmanlığı hakkında en ufak kuşku duymadığımız “Millet İttifakı”, karşı-devrimci karakterine karşın, “Cumhur İttifakı”na karşı yürüttüğü mücadele ile, dinci “faşist şeflik rejimi”ni zayıflatıyor ve ona karşı mücadeleyi kolaylaştırıyor. Bunun Yeşil Sol Parti’nin merkezde olduğu ittifak güçlerine yaramadığını kim söyleyebilir ki! Yeter ki hakkı verilerek bu imkan avantaj olarak kullanılabilsin. Dinci faşist iktidarın seçimleri kaybederek yenilmesi, objektif olarak proletarya ve halkların, Kürt ulusunun, ulusal toplulukların, ezilen inançların, ezilen cinsin, farklı cinsel yönelimlerin, ezilen kültürlerin lehinedir. Gönül ister ki “faşist şeflik rejimi” devrimci bir halk harekatı ile yıkılsın ama gerçek durum ortada; keskinlik yaparak, yüksekten atarak bu olmuyor. Burjuva muhalefetin seçimleri kazanması, nesnel olarak, devrim cephesinin yararınadır. Kim ki Erdoğancı diktatörlüğün, “Cumhur İttifak”nın yenilgisi aleyhimizedir diyorsa, o ya yalan söylüyor ya da duygulara dayalı dar kafalı politika yapıyordur. Burjuva muhalefetin kazanması, geniş kitlelerin birikmiş, yükselen ekonomik, toplumsal ve politik öfkesinin, tepkisinin, “değişim isteği”nin yansımasıdır. Bu öfke ve mücadelenin, değişim isteğinin gerisinde aynı zamanda dünden bugüne yürütülen mücadelelerin rolü vardır. Yani burjuva muhalefetin seçimleri kazanması, Allah’ın lütfu değil, geniş kitlelerin gözü dönük ekonomik, siyasi, toplumsal saldırılara karşı öfke ve mücadelesinin baskısıyla olacaktır. Eğer sen bu değişim isteğini kucaklayamıyorsan, suç sende; suçu başka yerde arama, ilkeli ve ahlaklı bir şekilde kendi özeleştirini ver... Sınıfa ve kitlelere her durumda söylenecek şey bellidir: Kurtuluşun öz gücünde, öz örgütlenmende, kendi kollarında, kendi mücadelende, devrimde ve sosyalizmdedir. Burjuvazinin hiçbir kanadı senin kazanmanı istemez, hepsi sana düşman ve sana karşı; umut sensin, öncü devrimci kuvvetlerdir... Bu yolun etkili olması ve yol açması ise, söz konusu siyasal ve toplumsal öfkenin örgütlenmesinden ve yönlendirilmesinden geçmektedir... Sen yapmazsan, bu boşluğu burjuvazi ve değişik klikleri, blokları doldurur...

14 Mayıs seçimlerinde en azından anti-faşist bir blok var. “Burjuva partilere oy yok, oylar Emek ve Özgürlük blokuna!” diyeceğiz. Bu blokun ne kadar “3. yol” olduğu ayrı bir tartışma konusu ama iki burjuva blok karşısında somut ve etkin anti-faşist bir seçenek, direniş, mücadele odağı olarak var ve zaaflarına karşın mücadele etmektedir. Bu bloğun parlamentoya olabildiğince güçlü bir tarzda girmesi önemlidir; önemlidir çünkü sokakların, dağların mücadelesi bu temsiliyeti de işlevleştirmekte, alınacak milyonlarca oyun gücüyle, burjuva partiler ve bloklar üzerinde baskı kurma, burjuva saldırganlığı sınırlama ve geri adım attırma imkanı sunmaktadır. Düzenin sınırları içerisinde ama meşru mücadele temelinde aktif bir duruşla, yeni meclisin de kilit partisi olarak, önemli mücadeleler geliştirme olanağını sunmakta ve güçlendirmektedir.

VI

Özgül sorun cumhurbaşkanı seçiminde ortaya çıkmaktadır. Baş hedef, baş düşman Erdoğan ve blokudur. Darbe iktidar çetesine inecektir ve inmelidir. Kılıçdaroğlu ve Erdoğan eşit ağırlığı temsil etmediği gibi, eşitlenemez de. Başkan seçimi somutunda, Erdoğan-Bahçeli kliğine dayanan iktidar karşısında, açık ve net söylemek gerekir ki, Erdoğan’ın kaybetmesi politikasını izlemek lazım. “Hayır biz ikisine de kaybettireceğiz” diyorsan buyurun yapın, elinizi tutan mı var; ama böyle bir gücün, kudretin olmadığını ise herkes biliyor; tablo böyle olunca geriye boş lafazanlık kalıyor. Bu bağlamda karşı-devrimin iç çatışması ve parçalanması gerçeğine oynamak, taktiksel manevralar yapmak gerekir. Muhalif burjuva lider hakkında en ufak bir hayal yaymadan darbe Erdoğancı rejime yöneltilmelidir. “Kılıçdaroğluna oy ver” dememek ama tersi bir çağrı yapmadan da, başkanlık için Erdoğan’ın kaybetmesi taktiği izlemek gerekir. Burada devrimci duygusallığa yer yoktur. Stratejinin hizmetinde olan taktikler belirlenirken, taktik politika ve taktiksel manevralar devrimci duygulara dayanarak belirlenemez. Belirleyici olan iç, bölgesel, uluslararası politik kuvvet ilişkileridir, nesnel durumdur. 14 Mayıs seçim sürecinde izlenecek taktiksel politika, parlamento seçimlerine katılma, iki burjuva bloğa karşı oyları “Emek ve Özgürlük İttifakı”na yönlendirmektir. Cumhurbaşkanı seçimi söz konusu olduğunda, taktiksel politikanın bir unsuru olarak, Erdoğan’a kaybettirme hattında ilerlemek ve dolaylı bir taktiksel manevrayla Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinin önünü de kesmemek gerekir. Bu tip taktiksel manevrayı yapabilecek tek güç, HDP-YSP’dir; yoksa konu üzerinde konuşmak boş laf olur. Yeşil Sol Parti’nin, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, niyet okumaya girmeksizin ifade etmeye çalışırsak, objektif olarak CHP ve özelde Kılıçdaroğlu hakkında liberal hayaller yayan tutumları eleştirilmelidir ama asıl darbeyi Erdoğan’a ve kaybetmesine yöneltme taktiği doğrudur. Her aşamada darbe, baş düşman üzerinde yoğunlaştırılmalıdır ve bu, kapitalizm ve emperyalizmin siyasi teşhiri ve tecridi ile iç içe yapılmalıdır. En gerici, en saldırgan, en yıkıcı, en maceracı güçler iktidar gücü olan “Cumhur İttifakı”nda toplaşmış, örgütlenmiş durumdadır. Burjuva muhalefetin (Millet İttifakı) tarihsel ve güncel suçları, gerici ve faşist bir blok olması, geldiklerinde sermayenin politikalarını uygulayacakları gerçeği, şimdilik onları baş düşman ya da Erdoğancı cepheyle birlikte baş düşman görmemizi gerektirmiyor. Objektif durum böyle değildir. “Baş düşman” taktiksel bir kavram ve hedeftir; stratejik düşmana “an”da indirilecek darbeyi, hedefi gösterir; baş düşman, stratejik düşmanı yıkma hedefine götürmede kavranacak zayıf halkadır; düşmana en zayıf halkasından saldırmak, politika biliminin gereklerinden birisidir. Baş düşman bütün zinciri yakalamada ve kırmada ilk saldırılacak taktiksel hedeftir. Stratejik düşmanlara karşı mücadelede, devrimci gelişmenin değişik dönemeçlerinde baş düşmana karşı mücadelede taktiksel bağlaşmalar da gündeme gelebilir. Bu bağlamda III. Enternasyonal’in deneyimleri oldukça öğreticidir...

Devrimin “dolaylı yedeği” olan karşı-devrim cephesindeki parçalanma ve çatışmadan ancak politikayı ülke çapında, Türkiye ve Kürdistan çapında etkileyebilecek maddi-politik bir kuvvet yararlanabilir. Böyle bir güç değilsen, ki devrimci hareket zaten böyle bir güç değildir, böyle bir taktiksel harekatı gerçekleştiremezsin. Ülke çapında politik gündemi ciddi bir şekilde etkileyecek bir politik güç olma, proletarya hareketiyle, genel demokratik halk hareketi ile güçlü bağlara sahip olmaya, hareket içinde öncü bir kuvvet olarak hareketi ciddi bir biçimde yönlendirebilecek bir güç olmaya bağlıdır ya da bunu gerektirir. Eğer durum böyle değilse, bu koşullarda, “karşı-devrim içi çelişkilere oynama”, “karşı-devrimin iç çelişkilerini derinleştirme”, “taktiksel manevralar” yapma gibi sözlerin de bir karşılığı ve anlamı yoktur. Uluslararası komünist, devrimci-demokratik, ulusal demokratik hareketlerin deneyimlerinden bunu bilmekteyiz.

Devrimci ve komünist hareketin, uzun süredir tasfiyeci oportünizmin girdabına kapıldığını, ağır bir krizin pençesinde kıvrandığını, bu girdaptan çıkma iradesinin de son derece zayıf olduğunu; bu kadar erimeye, gerilemeye, güç kaybetmeye, ağır tahribatlara karşın, hala doğru dürüst bir irade geliştiremediğini biliyoruz. Kuşkusuz ki bunun tarihsel ve güncel nedenleri var, sorunu sadece “düşmanın darbeleri”yle izah edemeyiz; konunun bu yanını geçiyoruz.

Türkiye ve Kürdistan’da devrimci hareketi esas tehdit eden liberalizm, reformizm, legalizm, revizyonizmdir. Kuşkusuz ki, esas darbe tasfiyeciliğe indirilmelidir. Bu olgu, devrimci hareketin tarihsel dar kafalılığı ve kolay devrimciliği (yani devrimi anlamayan dar kafalı devrimcilik) ile birleştiğinde, meclis ve başkanlık seçiminde nesnel duruma ve kendi gerçeğine dayanmak yerine devrimci duygulara göre “taktiksel politika” belirlemeye yol açmaktadır. Sağ oportünizme, sosyal reformizme karşı duyulan haklı devrimci öfkenin de burada altını çizmeliyiz. Fakat taktikler devrimci duygulara, haklı öfkelere dayanmaz ve dayanmamalıdır. Bu konuda Marksçı-Leninci teori ve pratiği, tarihsel deneyimi hepimizin daha iyi incelemeye gereksinimi olduğu açıktır... “Abartılı devrimcilik”in Marksist Leninist komünist politikada yeri yoktur ve tıpkı abartılmış, aşırı feda ruhu vurgusunda olduğu gibi, küçük burjuva sınıf karakterine, özünde gizli bir zayıflığa işaret eder.

Devrimcinin görevi devrim yapmaktır” ama devrim düz bir yoldan yürümekle yapılmaz, yapılmıyor. Devrim denen tarihsel ve politik alt üst oluş, sınıflar mücadelesinin karmaşık yollarından yürümeyi, amaçlara ve ilkelere ters düşmeyecek, somut koşullara dayalı her türlü mücadele biçimlerini kullanmayı, taktiksel esnekliği gerektirmektedir. 14 Mayıs seçimlerine giden politik kesitte de bunu başarmak gerekir. Devrim yapmak iddiası düşman ile baş düşman arasındaki ayrım çizgilerini yadsımanın gerekçesi olamaz, aksine bu olgu, strateji ve taktik biliminin, politik mücadelenin bir gereksinimidir. Erdoğancı faşist iktidarın yıkılması devrimin aleyhine değil, lehine bir gelişmedir; devrimci ve komünist program ve stratejiden kopmadan politik darbe “Erdoğan’a kaybettirmeye yoğunlaşmalıdır. İki burjuva blokun eşit derece düşman ilan edilerek hedefleştirilmesi, Erdoğancı faşist iktidara ve bloğa yarar. Ve biliyoruz ki, Erdoğan’ın kaybetmesi, ağır bir gedik açsa da dinsel faşist diktatörlüğün sonu olmayacaktır ve bu görev, yeni durumda da sürecektir. Yapılacak şey, sokakların gücüyle, milyonların mücadelesiyle, (yani her durumda yapacağımız şey/görev) Erdoğancı dinci faşist rejimin güçlü köklerine, mevzilerine saldırmak ve bu mücadelenin burjuva devletin devrimle yıkılması çizgisinde savaşı geliştirmektir. Gelmesi durumunda burjuva muhalefetin geçmişe sünger çekme politikası ile hesaplaşılarak Erdoğan ve kliğinin yargılanmasını ve cezalandırılmasını sağlamak/başarmak bile çok önemli bir kazanım olacaktır...

VII

Diyelim ki, Erdoğancı dinci faşist iktidar, kaybettiği halde seçim sonuçlarını tanımadı, ki bunu açıktan ilan ettiklerini hepimiz biliyoruz, 7 Haziran seçimlerinde azınlığa düşünce seçimleri darbeci tarzda iptal ettiklerini, ikinci cumhurbaşkanlığı seçimini kaybettiği halde darbeci tarzda sonuçları tanımadığını, zorla iktidarı elde tuttuğunu biliyoruz; peki bu durumda devrimci hareket acaba ne yapacak? Biz söyleyelim, “sokaklara” çağrısı yapacak, ki yapılması gereken de budur; bu çağrıyı daha bugünden yapmak gerektiği de açıktır...

Peki bu durumda, diyelim ki, milyonların protestosu, mücadelesi sonucu Erdoğancı rejim geri adım atarak, seçim sonucunu tanıdığı koşullarda, bizim keskin mi keskin devrimcilerimiz, seçimleri burjuva muhalefet kazandığına göre, bu durumda, “Hayır, iki blokta baş düşmandır, iki bloku reddediyoruz, ha Erdoğan ha Kılıçdaroğlu; seçimlerin iptal edilmesi burjuva muhalefete yarar ya da bizi ilgilendirmez” diyebilecek mi?!!! En azından ezici bir kesimin bunu demeyeceğini biliyoruz. Bu örnek, “bütün düşmanlar baş düşmandır” vs. gibi bir “politika”nın sorgulanmasına vesile olmalıdır.

Eklektisizim, duruma göre davranma oportünizmi zaten oportünist sekterlikle iç içedir ve bu, ilk değildir...

İstanbul seçimlerini hatırlayalım, Erdoğan iktidarı seçimleri kaybedince faşist zorbalıkla seçimleri geçersiz saydı. Ama tekrarlanan seçimde daha büyük bir yenilgi aldı...

Şimdi düşünelim; o seçimlerde baş düşman kimdi? İptal edilerek yeniden yapılan seçimlerde açık ara ile Erdoğan’ın sadık finosu, kirli işler memuru Binali Yıldırım’ın yenilgisine yol açan neydi? Faşist zorbalık karşısında patlak veren öfke, anti-faşist tepki ve öfkeydi; bu öfke objektif olarak devrimci bir rol oynadı; bu anti-faşist öfke “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder!” diyen Erdoğan faşizmin yenilgisine yol açtı. Keskin mi keskin devrimcilik yapanlar için (lafazanlık düzeyinde) bu önemli değildir, gelen de giden gibidir; her ikisi arasında bir ayrımın yapılması yanlıştır, ikisi de düşmandır, ikisinden biri de desteklenemez, dolaylı taktikler izlenemez vs. Bu boş lafları bir yana bırakarak söylersek, İstanbul’da Erdoğancı faşizmin kaybetmesinin önemli olduğunu, iki aday arasında, Erdoğan’a kaybettirme taktiksel tutumunun doğru olduğunu belirtmek isteriz. CHP adayının bir burjuva olması, burjuva partiler ve adaylar etrafında ve içinde manevralar yapmayı engellemez. Sözgelimi, geçen yerel seçimlerde “muhalefet partisi” olan İYİ PARTİ’nin aday gösterdiği her yerde HDP, kendi adaylarıyla çıktı...