EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN
PANORAMASI
4- Emperyalist Küreselleşme ve Sermaye
İhracı:
I
Emperyalizm ve sermaye ihracı, uluslararası tekellere dayanan
tekelci emperyalizm ve sermaye ihracı arasındaki ilişkiler sistemini ancak
Lenin’le, Marksizm-Leninizm ile anlayabiliriz.
Lenin,
emperyalizmi tahlil ederken “Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski
kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm
sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” der. Emperyalist ülkelerde “tekelci kapitalist
birleşmeler; sonra, sermaye birikimi dev ölçülere ulaşmış çok zengin bazı
ülkelerin kurduğu tekel durumu. Böylece ilerlemiş ülkelerde muazzam bir
‘sermaye fazlası’ meydana gelmiş bulunuyor.” saptamasını yapar.
Lenin, “kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası,
belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda
kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur-, dış ülkelere, geri
kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu karları arttırmaya yönelirler…
Sermayenin ihraç zorunluluğu, kapitalizmin birkaç ülkede fazla olgunlaşmış
olması olgusundan ve… sermayenin ‘karlı’ yatırım alanı bulamaması olgusundan
ileri gelir.” tahlilini yapar. Yine Lenin, tekelci kapitalizm çağında, sermaye
ihracının meta ihracını da harekete geçiren bir fenomen olduğunu vurgular.
Günümüzde
de emperyalist sermaye ihracı, tekelci kapitalizmin temel karakteristik
özelliklerinden birisi olmaya devam etmektedir. Özellikle 90’lar sonrası
sermaye ihracı, olağanüstü boyutlara ulaşmıştır. Borçlandırma, doğrudan
yatırımlar, ortak yatırımlar, “portföy yatırımları” emperyalist sermaye
ihracının çeşitli biçimleridir. Patent ve lisans sözleşmeleri ve satışları,
eşitsiz ticaret gibi yöntemler de emperyalist sömürünün değişik şekillerini
oluşturmaktadır. Keza tekeller, doğrudan yatırım yapmadıkları sektörleri bile
(örneğin Türkiye’de fındıkçılık sektörü) uluslararası kapitalist piyasa
fiyatları aracılığıyla kolayca soyabilmektedirler. Emperyalist sermaye
ihracının en önemli biçimini ise
borç verme, borçlandırarak mali
köleleştirme yöntemi oluşturmaktadır. Lenin döneminde olduğu gibi bugün uluslararası
tekellerin yönettiği emperyalizm döneminde de “Dünya, bir avuç tefeci devlet ve muazzam bir borçlu devletler
çoğunluğuna bölünmüştür”, bölünmüş durumdadır. Ve emperyalizm “bir avuç çok zengin ülkeye çok yüksek tekel
karları sağlamak demek”tir.
Dün olduğu gibi bugün de sermaye ihracı tekelini
elinde tutan başlıca güç emperyalist kapitalizmdir. Bugün dünyamız 20. asrın
başlarıyla kıyaslanamayacak kadar çok daha kapitalist bir dünya haline gelmiş
bulunuyor. Tarihsel öyküleri bir yana geçmişte emperyalizme bağımlı ya da
emperyalizmin sömürge tekelinin birer halkasını oluşturan pek çok ülke bugün şu
veya bu düzeyde kapitalist ülkeler konumuna yükselmiş durumda. Emperyalizme
bağımlılık temelinde de olsa bu ülkelerde kapitalizmin gelişimi sonucu önemli
bir sermaye birikimi oluşmuştur. Kapitalizmin orta derece geliştiği ülkeler
kategorisi de, örneğin bir 20’ler, 30’lardan vb. farklı olarak göreli de olsa
önemli bir sermaye ihracı yapabilmektedir. Örneğin DEİK’in (Dış Ekonomik
İlişkiler Kurulu) Ağustos 2012 tarihli raporunda bir dizi verinin ışığında şunlar
saptanmaktadır: “Gelişmekte olan ekonomilerin 2011-2025 arasında yüzde 4,7
oranında büyümesi öngörülmektedir. Önümüzdeki dönemde gelişmekte olan
ekonomilerin global GSYİH’deki oranı %36’dan % 45’e yükselmesi beklenmektedir.”
“Brezilya, Hindistan, Güney Kore ve Endonezya’nın Çin’i yakalaması ve ekonomik
dinamizm, büyüklük ve küresel ekonomiye entegrasyon hususlarında gelişmiş
ülkeleri yakalamaları beklenmektedir.” “Gelişmekte olan ülkeler kaynaklı
yatırımların % 60’nı oluşturan BRIC (Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan ve
Çin) ülkelerinin ağırlığının devam etmesi beklenmektedir.” “Gelişmekte olan
ülkeler (özellikle BRIC), 2000’ler ile birlikte ülkelerine çektikleri yatırımla
karşılaştırılabilecek ölçüde yurtdışında yatırım yaparak, birbirleriyle
benzeşen istatistiklere ulaşabilmiştir.” “Söz konusu gelişmekte olan ülkeler
yatırım evriminde ‘Olgunlaşma’ evresinin sonuna yaklaşmışlardır. Çin’in bu
evreyi de geçerek kısa bir süre içinde ‘Oyun kuruculuk’ evresinde yer alacağı
görülmektedir.” Türkiye de “Gelişmekte olan ülkeler” içerisinde
değerlendirmektedir. Ki Türkiye kapitalizmin orta derece geliştiği ülkeler kategorisi
içerisinde yer almaktadır. Türk burjuvazisinin de göreli de olsa yurtdışı
yatırımları bulunmaktadır. (Üçüncü ve dördüncü tablo) (www.ydy.gov.tr/dosya/up/OFDI_Turkiye.pdf)
Bu bir olgudur. Böyle de olsa, yine de küresel
arenada sermaye ihracı tekeli emperyalist ülkelerin özellikle de en güçlü
emperyalist ülkelerin ve uluslararası süper tekellerin elinde bulunmaktadır. Kapitalizmin
eşitsiz gelişmesi yasası bugün geçmişten daha güçlü ve keskin tepkimeye devam
etmektedir. Böylece emperyalist dünya ilişkiler sistemi içerisinde yer alan
ülkeler ve bu ülkelerin iç hiyerarşisi de yeniden ve yeniden şekillenmeye devam
etmektedir. Bu yasanın sonucudur ki bir yandan emperyalist ülkeler arası güç
dengeleri yerinden oynayarak yeni güç dengeleri oluşup gelişmekte, diğer yandan
da dünya pazarlarında emperyalist ülkelerle şu veya bu düzeyde rekabet eden
ülkeler tarih sahnesine çıkmakta, yeni kapitalist güç merkezleri olarak
yükselebilmektedirler. Lenin’in dediği gibi “Eşitsiz ekonomik ve
siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak yasasıdır.” Ve “Mali sermaye ve
tröstler, dünya ekonomisinin çeşitli unsurlarının gelişme hızındaki farkları
azaltmaz, çoğaltır.” “Çelişkilerin keskinleşmesi, uluslararası mali sermayenin
kesin zaferiyle açılmış olan tarihsel geçiş döneminin en büyük itici gücüdür.”
Evet, emperyalizm kapitalizmin en üst ve son aşaması olmaya,
çürüyen, gittikçe daha güçlü çürüyen, can çekişen kapitalizm olmaya devam
etmektedir. Bu asalaklaşmanın, çürümenin, can çekişmenin keskin olgularından
birisi olan “Burjuvazinin artan ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve
‘kupon kırpmak’la yaşadığı ‘rantiye devlet’, tefeci devlet, giderek daha
belirgin biçimde, emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkması”na karşın,
“bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini dışladığını sanmak yanlış
olur durum kesinlikle böyle değildir. Emperyalist dönemde bazı sanayi kolları,
burjuvazinin bazı kesimleri, bazı ülkeler, bu eğilimlerden kah birini, kah
ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm, eskiye
göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir, ne var ki bu gelişme sadece
genelde gittikçe daha eşitsiz hale gelmekle kalmıyor, eşitsiz gelişme kendini,
sermaye bakımından en zengin güçlerin (İngiltere) çürümesinde de özellikle
gösteriyor.” Bu saptamalar günümüz emperyalist kapitalizminin de gerçekleri
olmaya ve pratikte doğrulanmaya da devam etmektedir.
Lenin
bir tartışmasında “Eskiden sömürgeler ile Avrupa halkları -hiç değilse bunların
büyük çoğunluğu- arasındaki iktisadi fark, sömürgelerin meta değişimine
katılmakla birlikte henüz kapitalist üretime katılmamış olmalarıydı.
Emperyalizm bütün bunları değiştirdi. Emperyalizmin belli başlı niteliği, sermaye
ihracıdır. Kapitalist üretim; Avrupa mali-sermayesine bağımlılıktan
kurtulması olanaksız hale gelen sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök
salmaktadır.” (iLa.) der. Bugün, ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm döneminde
emperyalizme bağımlı “çevre”de kapitalizm derinlemesine ve genişlemesine
gelişmiş bulunuyor ve kapitalizm hızlı bir tempoda da gelişmeye devam
etmektedir. Artık sadece “meta değişimine katılmakla” yetinen, “henüz
kapitalist üretime katılmamış” olmakla belirlenen gelişme düzeyi çoktan aşılmış
bulunuyor. Bağımlı ülkeler artık yalnızca “meta değişimine” katılmıyor,
kapitalist maddi üretim temeli üzerinde dünya pazarları için üretiyor, kapitalist
maliyet fiyatları nerde ucuzsa orda üretmeye gidiyor ya da oraya bir kol salabiliyor,
çok önemli bir kesimi şöyle ya da böyle sermaye ihracı da yapabiliyor. Böylece dünya
pazarında önemli paylar alabiliyorlar. Dün bu pazarlarda ancak % 2-3’lük gibi
bir paya sahip olabilen bu ülkeler bugün dünya pazarında % 20-30’luk gibi bir
payın sahibidirler. Günümüzde hala emperyalizme bağımlılıkla, emperyalist sermayenin
ihraç edilmesiyle bu gelişmeleri bağdaştıramayan önemli sayıda birey ve akım
mevcut. Örneğin sömürge ve yarı sömürge ülkeler yarı-feodal ülkelerdir, bu
ülkelerde kapitalizm egemen hale de gelemez, bu ülkeler yarı-feodal ülkeler olarak
kalmaya devam edecek deniyor. İnsan bu “analiz”leri okudukça dogmatizmin siyasi
akımları nasıl da kör bir katılıkla tutsak alabildiğini daha çarpıcı
görebiliyor…
Bugün, ÇUŞ’lu emperyalist tekelci kapitalizmin gelişme
evresinde, sermaye ihracı olağanüstü boyutlara sıçramıştır. Uluslararası
tekellerin hegemonyalarını kurmaları ve emperyalist-kapitalist dünya pazarının
revizyonist/kapitalist pazarın çöküşüyle yeniden tek bir dünya pazar olarak
birleşmesi sermaye ihracını da ivmelemiştir. Emperyalist devletler ve uluslararası
tekeller, 1960’lar ve 70’lerle kıyaslanamayacak ölçüde, emperyalist sermaye
ihracı yoluyla, özellikle de yüksek faizle borç verme yöntemiyle aşırı karlar,
tekel karları elde etmektedirler. Örneğin, “Gelişmemiş ülkelerin emperyalist
devletlere olan borçları 1955 yılında sekiz buçuk milyar dolar iken, 1977’de
150 milyar doları aşmış”tır (Enver Hoca).
Ya peki bugün?
Konuya biraz daha yakından bakalım.
Birleşmiş Milletler Örgütü İnsan Hakları Konseyi, 2007 Mart’ında,
Cenova’da 4. Oturum’una bir tebliğ sunan P. Nakotini ve R. Herrera, “Güneyin
Kuzeye” olan borçlarını çoktan ödediğini IMF’nin verilerine dayanarak açıklarlar.
Söz konusu verilere göre, yoksul Güney ülkeleri zengin Kuzeye, 1980-2006
yılları arasında, “cari dolar değerleriyle ölçüldüğünde toplam olarak 7.673
trilyon dolar dış borç faizi” ödediler. Ancak, aynı dönem boyunca borçları da, Uluslararası
Para Fonu (IMF) tarafından yayınlanan rakamlara göre, “1980’de 618 milyar
dolardan 2006’da 3.150 trilyon dolara yükseldi… Bu ülkeler, 1980’de ödemeleri
gereken başlangıç miktarını, faizi ve anaparasıyla birlikte çoktan ödemiş
olmalarına karşın, şimdi dönemin başında karşı karşıya olduklarından çok daha
büyük bir borç yükünü sırtlamış durumdalar.” (Montly Review, Ağustos 2007,
Sayı: 15)
Keza, “Birleşmiş Milletler’e göre, 2006’da yoksul ülkelerden
zengin ülkelere yapılan net sermaye transferi, 2002 yılındaki 229 milyar
dolardan, 784 milyar dolara yükseldi… Sahra Altı Afrika’sındakiler gibi en
yoksul ülkeler bile şimdi (zengin ülkelere) para ihraç ediyorlar.” (Agd., New
York Times’in 25 Mart 2007 tarihli sayısından alıntıyı aktaran J.B. Foster, s.
144)
Bütün veriler, sermaye ihracı tekelinin emperyalist
devletlerin, başta da en güçlü emperyalist devletlerin ve süper tekellerin
tekelinde olduğunu kanıtlamaktadır. Örneğin, “2007 yılında dünyada
gerçekleşen uluslararası doğrudan yatırımların %85’i gelişmiş ülkeler
kaynaklıdır.”… Soros’un, bu büyük hayırseverin(!) şu vurgu ve
saptaması da söz konusu olguyu çarpıcı bir tarzda dile getirmektedir: “Önceden
küresel kapitalist sistemi, sermayeyi merkeze çeken ve çevreye pompalayan dev
bir dolaşım sistemi olarak tanımlamıştım. Egemen devletler, sistemdeki vanalar
gibi hareket ederler.” (Açık Toplum, s. 183) Emperyalist kapitalizmin temel
ekonomik yasası azami kar yasasıdır. Uluslararası tekellerin temel itici gücü
azami kardır. Dolayısıyla emperyalist sermaye ihracının da temel itici gücü azami kardır. Uluslararası tekelci
kapitalizm, uluslararası mali sermaye azami kar için dünya pazarına çıkmakta ve
çılgınca bir azami kar yarışı içerisinde sermaye ihracını gerçekleştirmektedir.
Bugün azami kar yarışı üretimin ve sermayenin çok daha yüksek bir temel
üzerinde yoğunlaşıp merkezileştiği ve çok daha yüksek tipten bir tekelci
kapitalizm evresinde dünya pazarı temeli üzerinde üretilmekte, üretilmeye
çalışılmaktadır. Evet, emperyalizm tekelci kapitalizm olmaya, azami kar onun
temel itici gücü olmaya devam etmektedir. Ve bu azami karı elde etme savaşımı kıran
kırana süren ve gitgide keskinleşen, derinleşen, genişleyen emperyalist rekabet
koşulları altında sürmekte ve gelişmektedir.
Bu kavgada en güçlü sanayi temeline sahip, üretimi ve
teknolojisi en güçlü ve gelişen, en büyük sermayeye sahip olan, azami kar
yarışında önde olan, azami kardan en büyük payı alan emperyalist devletler ve
süper tekeller kazanmaktadır ya da kazanacaktır. En büyük sermayeye sahip, gelişmesi
en dinamik, azami kardan en fazla payı alan, sermaye birikiminin en yüksek
olduğu, küresel rekabet mücadelesinde en başarılı olan emperyalist devletler
sermaye ihracında da öndedir, öne çıkmaya başlamakta ya da öne çıkacaktır.
Emperyalist devletler ve uluslararası tekeller, borçlandırma
silahı yoluyla da zayıf emperyalist devletler de dahil bağımlı ülkeleri
kendilerine bağımlı kılar, bu ülkelerden devasa karlar sızdırırlar. Dev
tekellerin, süper uluslararası tekellerin dünya pazarındaki artı-değer soygunu,
kar, faiz, rant vurgunu kapitalizmin tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş
ölçeklere ve keskinliğe ulaşmıştır. “Herkesin herkesle savaşımı”na dayanan,
zayıf olanın amansızca yıkıma uğradığı, maddi ve manevi yaşantının her düzeyde
sermayeleştirildiği günümüz dünyasında ÇUŞ’lu kapitalizm, azami kar için doğayı
da insanlığın geleceğini tehdit edecek düzeyde yıkım sürecine sokmuş durumda. Ama kapitalizm, nesnel doğası gereği, bu
yıkımın sonuçlarını da metalaştırarak sermayeleştirmenin peşindedir… Ve azami
kar neredeyse sermaye ihracı da orayadır ya da oraya gitmektedir. Ve ihraç
edilen sermaye, üretim anarşisi, ekonomik kriz, eşitsiz gelişme; bir yandan
yaşlanan, yaşlanmış emperyalist ülkeler diğer yandan yükselen, genç ve hırslı
emperyalist devletler ve gelişen kapitalist ülkeler; ulusal, bölgesel, kıtasal,
küresel ölçekte keskinleşen çelişki ve çatışmalar, büyüyen sınıfsal ve
toplumsal uçurumlar, azgın kar vurgunu, dizginsiz spekülasyon, doludizgin
rekabet ve hegemonya savaşları, dünya proletaryası ve halkların gelişen
mücadele dalgası ve dünya sosyalist devriminin alabildiğine olgunlaşmış nesnel
ekonomik ve toplumsal koşulları zemini ve ortamında yol almaya devam etmektedir.
Üretken sermayenin, ticari sermayenin, para sermayenin “küresel”leşerek
uluslararası ölçekte birleştiği, böylece artı değerin, karın, faizin dünya pazarı
temeli üzerinde üretildiği ve paylaşıldığı; sermayenin bu üç temel biçimine uluslararası
tekellerin hükmettiği günümüz dünyasında sermaye ihracı tekelinin, emme basma
tulumbasının uluslararası tekelci kapitalizm ya da mali sermayenin elinde
olması bir olgudur. Finans kapitalin (tekelci sermaye) finansal kapitalizme
dönüşerek başka bir şey haline geldiği saçma iddiasına dayanan sermaye ve
sermaye ihracı analizleri ise hiçbir bilimsel niteliğe sahip değildir.
“Ekonomilerin malileşmesi” eğiliminin, artan ve çarpıcı düzeylere sıçrayan rantiyeciliğin,
tefeciliğin varlığı, kendi maddi temelini yitirmiş salt para sermayeden oluşan
ve işleyen bir kapitalizm teorisi ya da analizi saf saçmalıktan ibarettir.
Günümüzde de faizin, rantın, ticari karın, sanayi karının kaynağı artı
değerdir, “Rant, faiz ve sınai kar, metaın
artı değerinin, yani metaın içerdiği ödenmemiş emeğin çeşitli
bölümlerine verilen adlardan başka bir şey değildir ve bunların hepsi de bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilir.” (K. Marks-F. Engels, S.Y.
İkinci Cilt, s. 58, iM-Ea., Eriş Yay.) Emperyalist sermaye ihracının önde gelen
biçiminin “UDY” (DYY-Doğrudan Yabancı Yatırım) olarak değil de borç ve kredi,
“portföy” yatırımları biçiminde gerçekleşmesi, Marx’ın vurgusunda dile gelen
gerçeği değiştirmemektedir.
Geçerken hatırlatmakla yetiniyoruz: Maddi üretim temeli,
sanayi temeli ve gelişimi zayıflayan emperyalist devletlerin tarih içerisinde
nasıl geriye düştüğünü, yükselen yeni kapitalist ve emperyalist devletlerin
onların yerini almaya başladıklarına ya da giderek aldıklarına tarihsel deneyim
açıkça eşlik etmekte ya da bu olguyu kanıtlamaktadır. Yani kapitalizmin eşitsiz
gelişim yasası esprisi. Bugün de tarih benzer bir gelişme sürecinden
geçmektedir… Paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşımı kavgasının gitgide
keskinleşmeye başladığı, emperyalist devletler ve tekeller arası güç dengesinin
yerinden oynayarak yeniden biçimlenme sürecinin yaşandığı, “yükselen
ülkeler”in, “gelişmekte olan piyasalar”ın ağırlığının giderek arttığı vb.
koşullarda yükselen ve gerileyen ekonomi ve ülkelerin ortaya çıkması, bunun da
sermaye ihracı ve sermaye ihracının öncelikleri bağıntısında önemli
değişikliklere yol açması, bu bakımdan da rekabet ve hegemonya mücadelelerini
her cephede şiddetlendirmesi kaçınılmazdır ve süreç gözlerimizin önünde cereyan
etmektedir… Kapitalist emperyalizmin genel ekonomik kriz sürecinin de söz
konusu süreci ivmelediği, keskinleştirdiği açıktır. Görüngülerle içerik birebir
çakışmaz, eğer böyle olsaydı, Marx’ın dediği gibi bilime gerek kalmazdı.
Ampirik olarak gözleyebildiğimiz, görebildiğimiz şeyle, şeylerle derinde olan
biten şeyleri, süreçleri, değişme ve gelişmeleri birleştirmek, nesnel hareket
yasalarının belirleyip şekillendirdiği şeyleri iç bütünlüklü olarak kavramak
gerekir. Yine Marx’ın vurguladığı gibi “dışsal bir hareketi, gerçek içsel bir
harekete indirgemek bilimin görevleri arasındadır.” Kapitalizmin mutlak yasası
olan eşitsiz gelişim yasasını anlamadan ya da reddederek olan biteni anlamak
olanaklı değildir. “Finansal kapitalizm”, “hizmet kapitalizmi”, “imparatorluk”,
“küreselleşme evresi” vb. gibi teorilerle, analizlerle olan biteni anlamak
olanaklı değildir…
Çağımızda sermaye ihracı, emperyalist hegemonya ve rekabet
mücadelesinin önde gelen temel biçimidir ya da en başta gelen temel biçimidir ve
özellikle keskinleşmiş bulunmaktadır. “Mali köleleştirme” politikası,
emperyalist sermaye ihracının en başta gelen aracıdır. Emperyalist sermaye
kapitalizmin propagandistlerinin, burjuva ve küçük burjuva liberallerin,
sermayenin ve emperyalizmin küçük burjuva reformist savunucularının iddia
ettiği gibi ülkeleri kalkındırmak için değil, ekonomik, siyasi, askeri
bağımlılık yaratmak, mali bakımdan köleleştirmek için gelmektedir. Sermaye
ihracı dünyanın paylaşımının, yeniden paylaşımının aracıdır. Paylaşım
kavgalarından yoksun bir sermaye ihracına tarih şahit olmamıştır.
“Kapitalistler dünyayı kötülüklerinden değil, yoğunlaşmanın ulaştığı seviye,
kar elde edebilmek için onları bu yola girmeye zorladığı için aralarında
paylaşıyorlar; ve bu paylaşım ‘sermayeye göre’, ‘güce göre’
gerçekleşmektedir-meta üretimi ve kapitalizm sisteminde başka bir paylaşım
yöntemi olamaz-“ (Lenin, Emperyalizm, s. 78) Yani emperyalist paylaşıma
endeksli rekabet ve hegemonya savaşları, kapitalist emperyalizmin nesnel
gelişme yasalarıyla bağlıdır ve bu cangılda da “güç”, ekonomik, siyasi askeri
güçtür, en önde de sermaye gücüdür. Bugün emperyalist sömürge politikası ve
sömürge tekeli, ÇUŞ’ların yönettiği emperyalist kapitalizmin gerçeklerine göre yeniden
şekillenmiş ve gelişmektedir. Bu bağıntıda emperyalist sermaye ihracı bu
politika ve tekelin ve yeniden şekillenme sürecine girmiş olan yeni güç
dengelerinin biçimlendirilmesinin ve inşasının aracıdır.
Revizyonist/kapitalist sistem ve kampın dağılışı da
emperyalist sermaye ihracını hızlandırdı ve yoğunlaştırdı. ABD önderliğindeki
emperyalist dünya dağılan Doğu bloğu ülkelerini hızla Batı kapitalizmine
entegre etti. Bu pastanın en büyük payını doğal olarak ABD, Almanya, AB aldı.
Yugoslavya’yı da emperyalist askeri müdahaleyle paramparça ederek bölüştüler,
vb. Kapitalist/revizyonist kampın dağılışıyla, dünya pazarı yeniden bütünleşti.
Çin sosyal emperyalizmi hızla emperyalist dünya sermayesiyle bütünleşme yoluna
girdi; kapılarını da emperyalist sermayeye ardına dek açtı ama SB’nin ve Doğu
bloğunun trajik dağılışının deneyimini bir an olsun unutmadı ve siyasal
istikrarını korumaya daima özel önem verdi. Bu paylaşım ve yeniden bütünleşme uluslararası
sermaye ihracının tempo ve hacminin büyümesinde itici faktörlerden birisi oldu.
Rus sosyal emperyalizminin önderliğindeki revizyonist kampın dağılışından sonra
Rusya hızla dibe vurdu ama Putin’le birlikte yeniden bir toparlanma sürecine
girerek bölgesinde ve dünya politikasında söz sahibi olmaya yöneldi. Çin,
“dünyanın atölyesi” olarak hızlı bir büyüme ve yükselme sürecini yaşadı. Çin
21. yüzyılın en önemli emperyalist ülkesi olma yolunda yürümektedir…
2013 Martında Türkiye’nin kredi notunu yükselten uluslararası
kredi derecelendirme kuruluşu Standard&Poor’s (S&P)’un, Ekim 2012 tarihli basına düşen şu
açıklamasını hep birlikte okuyalım:
“S&P’nin raporuna göre, mevcut mali politikalar temel
alındığında, 2050 yılı itibariyle dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasını
oluşturacak 49 ekonominin ortalama net borç oranı, Gayri Safi Yurtiçi
Hasılalarının (GSYH) yüzde 245’ine ulaşacak. Bu oran, 2007 yılında yüzde 148
düzeyindeydi.”
Anlaşılıyor ki bugünden geleceğe bakmaya çalışan çok sayın
küresel kredi derecelendirme kuruluşumuz gelecekte de karanlık bir tablo
görüyor. Ee, emperyalizmin çürümesi, asalaklaşması, tefeciliği sınır tanımıyor
ki…
Daha 90’lı yılların sonlarına doğru dünya ölçeğinde toplam borç
miktarının 33 trilyon doları aştığı söyleniyordu, 2009’a gelindiğinde ise,
Sabah İnternet Sitesi’nde “Dünya borç içinde yüzüyor” başlığıyla verilen habere
göre, “Dünyada toplam 51 trilyon dolar borç var.” Kuşku yok ki, 2013 yılına
gelen süreçte bu borç tutarı daha da artmıştır. Emperyalist dünya ekonomisinde
patlak veren ve aradan 5 yıl geçtiği halde hala aşılamamış olan genel ekonomik
kriz, dünya ölçeğinde aşırı bir borçlanma furyası da başlatmıştı ve bu durum
hala devam etmektedir. Ki sistemin çeşitli kurum ve temsilcileri değişik
zamanlarda yaptıkları açıklamalarla krizin 10-13-15 yıl kadar daha sürebileceğine
dair ön görülerini dile getirmişlerdir. Örneğin “IMF tarafından yayımlanan
Dünyanın Ekonomik Görünümü (World Economic Outlook) dokümanının tanıtımı
sırasında IMF Başekonomisti Olivier Blanchard’ın sözleri ürkütücü ve bir o kadar
da gerçekçidir: ‘Küresel krizden çıkış daha en az on yıl sürecektir.’” (Erinç
Yeldan, 7 Kasım 2012-Cumhuriyet)
Devam edecek olursak, veriler, emperyalist sermaye ihracının en
önemli biçiminin borçlandırma olduğunu
kanıtlıyor. Lenin’in vurguladığı gibi, sermaye ihracı ile “işin kaymağını”
sermaye ihraç eden ülkeler yemektedir. “Gelişmesine
küçük tefeci sermayeyle başlayan kapitalizm, bu gelişmeyi muazzam boyutlarda
tefeci sermayeyle sona erdirmektedir.” Dünya, sermayeye ve para sermayeye
hükmeden birkaç emperyalist devlete, birkaç yüz uluslararası süper tekele; bu
(ABD, İngiltere, Fransa, Japonya, Almanya gibi) “uluslararası banker ülkelere,
dünya mali sermayesinin bu” birkaç “direğine şu ya da bu biçimde borçlu
durumdadır ya da haraç vermektedir.” Bu olgu da emperyalizmin “bir avuç çok
zengin ülkeye çok yüksek tekel karları sağlamak demek” olduğunu kanıtlıyor.
Emperyalist
burjuvazinin, uluslararası mali sermaye ve tekellerin “artan ölçüde sermaye
ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı ‘rantiye devlet’,
tefeci devlet”in “giderek daha belirgin biçimde, emperyalizmin eğilimlerinden
biri olarak ortaya” çıktığını, dahası, bu eğilimin de, emperyalist
küreselleşmenin son dalgasıyla daha çarpıcı bir derinliğe, genişliğe, aşırı
çürümeye vardığını gösteriyor. Borç olgusu, örneğin “Keynesyen gelişme modeli”
ya da birikim rejimi kesitinden de farklı özellikler taşımaktadır. “Neoliberal
küreselleşme”yle ve esnek kapitalist birikim stratejisi ile borç verme ve borç
alma sistemi alabildiğine çeşitlenmiş, karmaşıklaşmış, kapsamlılaşmıştır.
Devletten devlete borç verme, kamunun özel sektörden ve tekil kapitalistlerden
borçlanması, “uluslararası piyasalar”da borçlanma, iç borçlanma, özel sektörün,
belediyelerin sayısız kaynaktan doğrudan borçlanması ilk anda akla gelenlerdir.
Yani dünya borç içerisinde yüzüyor. Kaldı ki borçlanma olgusu bireyleri,
aileleri, şirketleri, devletleri, akla gelebilecek özel ya da kamusal, gerçek
ya da tüzel sayısız çeşitliliğiyle sayısız platformda derinlik, genişlik
kazanmıştır. Kapitalist emperyalizmin 2007’de mali kriz olarak patlak veren, 2008’de
genel ekonomik krize dönüşen krizi sürecinde devreye, miktarı 30 trilyon doları
aşan “kurtarma paketleri”i girdi. Bu durum aşırı bir borçlanma sürecini
ivmeledi. Gerçi söz konusu paketler de görece hafifletmenin ötesinde
kapitalizmin krizine çare olamadı. Geçtik asırlık uluslararası tekellerin
iflasını, devreye devletlerin iflası girdi. İzlanda, Yunanistan, Güney Kıbrıs
gibi ülkelerin iflas etmesi, İrlanda, Portekiz, İspanya, İtalya gibi ülkelerin
sırada olduğunun vurgulanması çarpıcıdır… Ama tüm bu süreçten karlı çıkan en güçlü
emperyalist devletler ve uluslararası tekellerdir.
Borçlandıkça borç yükü hafiflemek bir yana artıyor, borçlanma yeni borçlanmalara kapı açıyor… Kapitalizmin cangılında “herkesin herkesle” rekabet ve mücadelesi keskinleşiyor, güçlü zayıfı eziyor, altta kalanın canı çıkıyor, AB örneğinde olduğu gibi; başta Almanya olmak üzere en güçlü birkaç emperyalist devlet AB üyesi diğer zayıf devletleri de iyice köleleştiriyor, Yunanistan gibi ülkeler bir tür açık sömürge, iç sömürge konumuna getiriliyor… Karşımızda 24 saat işleyen profesyonel bir mali dolandırılıcılık sistemi var, ama Yunanistan örneğinde olduğu gibi bir kez daha suçlanan Yunanistan işçi ve emekçileri oluyor. İnanacak olursak Yunanistan işçi ve emekçileri tembel mi tembel, gece gündüz sirtaki oynuyor, zamanını fiestada geçiriyor, yorulunca da siesta yapıyor!!! Ne yapsın mazlum ve mağdur Almanya, Fransa, İngiltere, AB emperyalizmi, pardon demokratik “AB, bu siestacı çocuğunu ekonomik uykusundan” (hani, T.C.’de de emperyalizmin az yaltakçısı yok yani!) uyandırmak için tabii ki gırtlağına çökecekti vs. Utanmazlığın bu kadarı da olmaz diyeceğiz ama kapitalizmde utanma denen bir şey yok...
Sadece borçlanmayla, kurtarma paketleriyle, tekellerin ararlarının, borçlarının devletleştirilmesiyle ekonomik krizden çıkılmayacağı açıktır… Örneğin Yunanistan… Örneğin “AB’nin beşinci büyük ekonomisi durumunda bulunan İspanya”. “İspanya, bugün büyük zararlar içinde olan bankaları, çöken gayrimenkul piyasası, %7.5’i geçen devlet borçlanma faiz oranlarıyla ‘genel’ bir kurtarılma bekleyen hasta ülke konumun”da; “Daha önce bankacılık sektörü için sağlanan 100 milyar Euro’luk fonun ötesinde, bugün ülkenin 300 milyar Euro’luk bir acil yardıma ihtiyacı olduğu hesaplanmaktadır.” (“AB’de Borç Krizi Derinleşirken”, Prof. Dr. Nahit TÖRE, Temmuz 2012, İşveren, tisk.org.tr ) Örneğin İtalya, “Euro Bölgesi'nin üçüncü büyük ekonomisinin durumuna dair, ekonomi uzmanları farklı görüşlere sahip. ABD’den ekonomist Nouriel Roubini Euro Bölgesi’nin en büyük üçüncü ekonomisinin, çoktan iflas etmiş olduğunu düşünüyor. Buna karşın Alman ekonomi uzmanı Wolfgang Franz ise İtalya’nın sağlam ve güçlü bir ekonomiye sahip olduğu görüşünde.” “Peki ama kim haklı? Bu soruyu, Alman Dış Ticaret Birliği Başkanı Anton Börner, ‘İkisi de’ diye yanıtlıyor. Bröner, İtalya devlet olarak iflas etmiştir. Ama ülke olarak Almanya’dan daha zengindir…’” “Durgunluk ve daralma, İtalyan ekonomisinde gündelik hayatın üzücü bir parçası haline geldi. 2008 yılında patlak veren küresel ekonomik krizin ardından, İtalya’nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası, yüzde 5 oranında geriledi. Sanayi, tüm gücünün dörtte birini kaybetti. O nedenle İtalya’nın kamu borçları dağ gibi büyüdü. İtalya’nın yeni borçlanması düşük seviyede olsa da kamu borçlarının, bu yıl tarihi bir rekora, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'nın yüzde 130’una ulaşması bekleniyor.” “Avrupa Ekonomi Araştırmaları Merkezi Başkanı Clemens Fuest”, “Ciddiye alınması gereken ekonomistler arasında, İtalya’nın kamu borçlarını hiçbir zaman geri ödeyemeyeceğini, aksine kamu borcu kotasının kaçınılamaz bir biçimde sürekli yükseleceğini söyleyenler var! diyor” . (İtalya'nın kriz çıkmazı | EKONOMİ | DW.DE | 30.04.2013 ww.dw.de/italyanın-kriz-çıkmazı/a-16782433)
Hep birlikte hatırlayalım: En fazla borç yükü
altında olan ülkeler krizin patlak verdiği ve sürdüğü ülkeler kategorisiydi,
burada da ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya başta geliyordu. “Dünya Bankası ve IMF’nin
Ekim ayı ‘Dünya Ekonomik Görünümü 2010’
raporuna göre, 2010 yılı ilk çeyrek itibariyle ABD’nin 13 trilyon 917 milyar dolar
toplam dış borcu (devlet ve özel sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD’yi 9 trilyon 123
milyar dolarla İngiltere, 5 trilyon 123 milyar dolarla Fransa
ve 4 trilyon 969 milyar dolarla Almanya
izliyor.” (Kredi derecelendirme kurumu S&P’nin
2010 raporu, Milliyet com.tr, 12 Ekim 2010) Ki bu borç yükü 2010 sonrası
daha da artmıştır (örneğin ABD’nin 2013 itibari ile kamu borcu 16 trilyon
doları aşmış bulunuyor). Gırtlaklarına kadar borç denizi içerisine batmış olan
burjuva devletlerin borcu borçla ödeme operasyonlarının sefasını tekeller ve
finansal sermaye sürerken, cefasını ve yükünü de her zamanki gibi işçi ve
emekçiler çekmektedir.
Emperyalist tekelci kapitalizmin çürümesi,
asalaklaşması, tefeciliği, spekülasyonculuğu sınır tanımıyor; ekonomik kriz
süreci söz konusu çürümeyi daha da keskinleştiriyor. Buyurun hep birlikte okuyalım:
“Bir avuç bankanın çiftliği
“Libor (Londra bankalar arası faiz) oranlarının saptanmasında
büyük bankaların anlaşarak piyasa sinyallerini tüm diğer yatırımcıların
aleyhine saptırdığının ortaya çıkmasıyla patlak veren skandalı anımsarsınız.
Büyük olasılıkla, Rolling Stone dergisindeki araştırmanın ortaya koyduğu bir
gerçeği sanırım siz de benim gibi bilmiyordunuz. New York mahkemesinde, Libor
skandalı bağlamında bankalara açılan dava, ‘tüketici ‘bankaların rekabet etmesi
gerekiyor’ gibi yanlış bir varsayımla hareket etmiştir’, ‘bankaların işbirliği
yapması -kartel gibi davranması E.Y- yasalara aykırı değildir’ savunması
karşısında çökmüş.
Daha bu 500 trilyon dolarlık yatırım enstrümanları piyasasını etkileyen skandalın tozu yatışmamışken bu kez aynı bankaların, 379 trilyon dolarlık kredi swap piyasasında, faizleri aralarında anlaşarak belirledikleri ortaya çıktı.
Karşımızda nereden baksak en fazla 10-15 banka var. Bunlar altın, gümüş piyasalarındaki fiyatları da etkiliyorlar. Neden bu piyasalardaki fiyatları da belirliyor olmasınlar diye düşünmek olanaklı.” (E. Yıldızoğlu, 29 Nisan 2013, Cumhuriyet, iba.)
Daha bu 500 trilyon dolarlık yatırım enstrümanları piyasasını etkileyen skandalın tozu yatışmamışken bu kez aynı bankaların, 379 trilyon dolarlık kredi swap piyasasında, faizleri aralarında anlaşarak belirledikleri ortaya çıktı.
Karşımızda nereden baksak en fazla 10-15 banka var. Bunlar altın, gümüş piyasalarındaki fiyatları da etkiliyorlar. Neden bu piyasalardaki fiyatları da belirliyor olmasınlar diye düşünmek olanaklı.” (E. Yıldızoğlu, 29 Nisan 2013, Cumhuriyet, iba.)
“En fazla toplam dış borcu olan 32 ülkenin 2010 yılı ilk çeyrek
itibarıyla toplam dış borçları, 2010 yılı tahmini GSYH’leri, dış borçlarının
GSYH’ye oranları ve kişi başına düşen borçları şöyle:
ÜLKE Toplam
(milyar dolar) 2010 GSMH Borcun
GSH'ye oranı Kişibaşı borç (bin dolar)
1- ABD
|
13.917,0
|
14.624,0
|
95,1
|
44.893
|
2-
İngiltere
|
9.123,0
|
2.258,0
|
404,0
|
146.620
|
3- Fransa
|
5.123,0
|
2.555,0
|
200,5
|
81.375
|
4- Almanya
|
4.969,0
|
3.305,0
|
150,3
|
60.892
|
5-
Hollanda
|
2.439,0
|
770,0
|
316,7
|
146.971
|
6- İspanya
|
2.409,0
|
1.374,0
|
175,3
|
52.349
|
7- İrlanda
|
2.250,0
|
204,0
|
1.102,9
|
503.018
|
8- İtalya
|
2.456,0
|
2.036,0
|
120,6
|
40.793
|
9- Japonya
|
2.038,0
|
5,390,0
|
37,8
|
16.000
|
10-
Belçika*
|
1.252,0
|
461,0
|
271,5
|
115.604
|
11-
İsviçre
|
1.191,0
|
522,0
|
228,1
|
152.907
|
12-
Avustralya
|
1.037,0
|
1.219,0
|
85,0
|
46.648
|
13- Kanada
|
1.015,0
|
1.563,0
|
64,9
|
29.786
|
14-
Avusturya
|
809,0
|
366,0
|
221,0
|
96.573
|
15- İsveç
|
893,0
|
444,0
|
201,1
|
95.743
|
16- Hong
Kong
|
678,0
|
226,0
|
300,0
|
95.197
|
17-
Danimarka
|
607,0
|
304,0
|
199,6
|
109.844
|
18-
Yunanistan
|
557,0
|
305,0
|
192,6
|
49.789
|
19- Norveç
|
558,0
|
413,0
|
135,1
|
114.087
|
20-
Portekiz
|
537,0
|
223,0
|
240,8
|
50.484
|
21- Rusya
|
469,0
|
1.476,0
|
31,7
|
3.341
|
22- Güney
Kore
|
409,0
|
986,0
|
41,4
|
8.632
|
23-
Finlandiya
|
383,0
|
231,0
|
165,8
|
71.216
|
24-
Brezilya
|
293,0
|
2.023,0
|
14,4
|
1.516
|
25-
Polonya
|
276,0
|
438,0
|
63,0
|
7.245
|
26-
Türkiye
|
266,0
|
729,0
|
36,4
|
3.724
|
27-
Hindistan
|
261,0
|
1.430,0
|
18,2
|
0.210
|
28-
Macaristan
|
224,0
|
132,0
|
169,6
|
22.370
|
29-
Meksika
|
205,0
|
1.004,0
|
20,4
|
1.887
|
30-
Endonezya
|
180,0
|
695,0
|
25,8
|
767
|
31-
Arjantin
|
118,0
|
351,0
|
33,6
|
2.912
|
32- Güney
Afrika
|
81,0
|
354,0
|
22,8
|
1.622
|
Geçmeden ekleyelim, Almanya Merkez Bankası Başkanı Weidman’ın
“Borç krizini aşmak on yıl sürecek” açıklaması boşuna değil… Üretimle borçlanma
arasındaki dengenin bozulması ve artan oranda bozulması “borç krizini “ de
keskinleştirmektedir. Ama Lenin’in haklı olarak vurguladığı gibi “Kapitalizmde
bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için sanayide krizden,
politikada savaştan başka araç yoktur.” (SE C. 5, s. 151, İnter Yayınları) Bu
saptama, emperyalist dünya sisteminin borç krizi için de geçerlidir.
“Bir anlamda Euro’ya katılmak için üye devletlerin uymak zorunda
oldukları Maastricht Kriterleri’ne dayanan bu pakt, bütçe açıklarının GSYH’ye
oranını %3’le, kamu borçlarının GSYH’ye oranını da %60’la sınırlayarak Euro
Bölgesi Ülkeleri arasında mali disiplin sağlamaya çalışmıştır. İstikrar ve
Büyüme Paktı, bu kriterlere uymayan üye ülkelere karşı dikkat çekme, uyarı ve
hatta para cezası gibi çeşitli yaptırımlar da içermektedir; fakat özellikle
kamu borçlarıyla ilgili %60’lık sınır konusunda, bugüne kadar söz konusu
yaptırımların pek uygulanmadığı ya da uygulanamadığı dikkati çekmektedir.
“Halen Euro Bölgesinde kamu borcunun GSYH’ya oranı 2012 yılı
sonunda %87.3’ten Mart ayı sonu itibariyle %88.2’ye çıkmış bulunuyor. 27’ler
Avrupası’nda ise oran %83.4’tür. Bu oran Yunanistan için %132.4, İtalya için
%123.3 ve Portekiz için %111.7’dir.” (İşveren, tisk.org.tr, “AB’de Borç
Krizi Derinleşirken”, Prof. Dr. Nahit TÖRE, Temmuz-Ağustos 2012)
“Kumarhane kapitalizmi”nde, “tıklama kapitalizmi”nde “Tahminler,
küresel döviz pazarlarında bir günde işlem gören döviz alım satım hacminin 4
trilyon dolara ulaştığını vurguluyor. Bundan sadece 10 yıl önce günde 1.8
trilyon olduğu tahmin edilen söz konusu işlemlerin günümüzdeki değeri,
yerküremizde bir sene boyunca yapılan ihracat-ithalat değerine yaklaşıyor.
“Küresel ekonomide her 1 dolarlık sanayi üretimine karşı
gelen, 25-30 dolarlık bir finansal işlem hacminin sürdürülmekte olduğu
hesaplanıyor. Finans dünyasının sanal değerleri reel ekonomiden koparıldıkça,
yeni balon köpüklerinin ve finansal varlıkların fiyatlarındaki temelsiz
şişkinliklerin ana nedeni haline dönüşüyor. İletişim teknolojisindeki baş
döndürücü gelişmeler, bir ‘tık’lamayla birlikte sermayenin küresel ekonominin
her köşesine ulaşabilmesini sağlıyor. Sermaye, kârını çoğaltabilmek için
gezegenimizin her köşesine serbestçe akıyor; yerkürenin bütün kaynaklarını
tahakkümü altına alıyor; ve gezegenimizi artık alınıp satılan bir ticari
işletmeye dönüştürüyor.” (E. Yeldan, 27 Haziran 2012-Cumhuriyet) Tablo bu!
Emperyalist tekelci kapitalizm, uluslararası mali sermaye, ideolojik
uşaklarının krizden “finansal kapitalizm”i, “yanlış politikalar”ı vs. sorumlu
tutan soğukkanlı manipülatif propagandasına takdirle bakarken, küçük burjuva
reformistlerin, “demokratik kapitalizm” savunucularının safiyene ama can
siperane krizden finansal sermayeyi sorumlu tutan, çözümü “refah kapitalizmi”ne
ve “sosyal devlet”e, “doğru politikalara” geri dönüşte bulan derin(!)
analizlerine ve propagandasına da bıyık altından gülümseyerek ama takdir dolu
bakışlarla baktığından da kuşku duyulamaz.
Emperyalist küreselleşmenin son atılımıyla Lenin’in
emperyalizm teorisi ve analizi, eskimek, günümüzü açıklayamamak bir yana, ne
denli tutarlı, derin, açıklıkla yol gösterme nitelik ve yeteneğine sahip
biricik bilimsel devrimci teori ve analiz olduğu bir kez daha ve çok daha
çarpıcı bir tarzda ortaya çıkmış bulunuyor. Uluslararası/küresel sermayenin her
türden ve renkten ideologlarının ve kalemşorlarının Marksizm-Leninizm’e,
Leninist emperyalizm teorisine saldırısının bir nedeni de budur zaten.
Bütün veriler, emperyalist devletlerden oluşan “merkez”le
(“zengin Kuzey”) emperyalizme bağımlı ülkelerden oluşan “çevre”nin (“Yoksul
Güney”) ilişkiler sisteminde “merkez”in olağanüstü ayrıcalıklı, hegemonik
üstünlük ve tekelini, sömürü ve baskısını, köleleştirici bağımlılığını, aradaki
uçurumu ve bu uçurumun büyüdüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Aynı veriler,
öteki şeylerin yanı sıra, ekonomik ve mali bakımdan köleleştirmeyi de pembe bir
tasvirle lanse eden, emperyalist dünya düzenini (“küreselleşme”yi) eşitlikçi,
özgürlükçü, “çevre”yi refaha ve Batı uygarlığı düzeyine çıkaracak,
kalkındıracak, iç çelişkilerden muaf bir düzen ve küreselleşme olarak
propaganda eden “neoliberal”, “postmodernist”, “postMarksist” akımın/akımların
da yüzündeki iğreti maskeyi çekip almaktadır. Böylece, maskenin arkasındaki “Made ın emperyalizm” damgası, uluslararası
emperyalist tekellerin vahşi ve çirkin yüzü bugün çok daha kolay görülür hale
gelmiş bulunmaktadır.
Emperyalist küreselleşmeyle emperyalist sermaye ihracı da
daha fazla küreselleşmiştir. Bu “küreselleşme”, dünya ekonomisinin aritmetik
değil, organik birliği olarak gelişmekte ve daha yüksek bir maddi-ekonomik
temel üzerinde yükselerek biçimlenmektedir. Emperyalist küreselleşmenin son
“neoliberal” dalgasıyla, yeryüzü, uluslararası tekellerin, emperyalist
sermayenin özgürce cirit atarak yağma ve istila seferlerini örgütlediği bir
evreye girmiş bulunuyor. Emperyalist sermayenin neredeyse girmediği, el
atmadığı yer kalmamıştır.
Gerek emperyalizm öncesi kapitalizm (serbest rekabetçi
kapitalizm) tarihsel aşamasında, gerekse de kapitalizmin emperyalizm (tekelci
kapitalizm) aşamasında uluslararası kapitalist işbölümünün merkezinde daima gelişmiş kapitalist ülkeler (kapitalizmin
metropolleri) durmaktaydı. Ekonomik üstünlükleri, ekonomik üstünlüklerine
dayanan siyasi ve askeri hegemonyaları daima gelişmiş kapitalist ülkelere küresel
işbölümünü belirleme ve biçimlendirme tarihsel üstünlüğünü sunmuştur.
Emperyalist ülkelerin sermaye ihracatçısı ülkeler olması da söz konusu
geleneksel tarihsel hegemonyalarının açık bir yansıması ve çarpıcı bir
göstergesidir. “Neoliberal küreselleşme” ve “neoliberal politika”lar sadece ve
sadece söz konusu tarihsel hegemonyanın
uluslararası tekeller döneminde yeniden yapılanarak katmerleşmesinden
başka bir şey değildir. Emperyalist, burjuva ve küçük burjuva yalanlar bu
gerçeği karartamaz. Artık mızrak çuvala
sığmıyor. Çünkü “kral çıplak”tır. Uluslararası sermayenin ve yedeğindeki
her renk ve tondan bağlaşıklarının 1980’ler sonrası politik konjonktürün
elverişli ortamına dayanarak yeryüzüne attıkları sis bombalarının etkisi artık
hızla dağılmaktadır…
Emperyalist kapitalizm, sermaye ihracıdır. “Sermaye ihracı
zorunluluğu, bazı ülkelerde kapitalizmin ‘çok olgunlaşmış’ olmasından ve
sermayenin… ‘karlı’ bir faaliyet için hareket alanının olmamasından
doğmaktadır.” (Lenin) Demek ki, sermaye ihracının ana nedeni, kardır; sermaye “karları arttırmak amacıyla dış ülkelere,
geri ülkelere ihraç edilir.” Sermaye ihracı, sermaye ihracatçısı ülkelere “ekstra kar” getirir. Emperyalist
tekelci burjuvazi salt kendi ülkesinin proletaryasını (ve emekçilerini)
sömürmekle yetinmez, doğası gereği o, dünya proletaryası ve halklarını da
sömürür. Kapitalizm bir dünya pazarıdır. Dolayısıyla kapitalizmin tarihsel
gelişiminin temel karakteristik özelliklerinden birisi de dünya pazarında
kapitalist sömürü yaparak sermaye birikimini geliştirmesidir. Kapitalistler,
kapitalist emperyalizm dünya pazarı tekelini elde tutmakla “kendi ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları kara ek olarak”,
küresel çapta, bağımlı ülkelerde “muazzam”
bir “ekstra kar” sızdırırlar. Kapitalizmin metropollerinde aşırı birikip
yığılan “fazla sermaye”, doğası
gereği, karlı pazarlara akar. Kapitalist üretim tarzının pazar için üretim, artı
değer ve kar için üretim tarzı olması olgusu “sermaye fazlası”nın çılgınca bir
kar arayışı içinde karlı pazarlara doğru akmasının nedenidir.
Kar oranlarının düşmesi eğilimi de sermaye fazlasının karlı
coğrafyalara, kar oranının yüksek olduğu pazarlara doğru göçe çıkmasını
koşullar ve ivmeler. “Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içerde
kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kar oranı ile
kullanılabildiği içindir. Ama böyle bir sermaye, çalışmakta olan işçi nüfusu
için ve genellikle sermayeyi gönderen ülke için, mutlak fazla sermayedir. Böyle
bir sermaye, nispi aşırı-nüfus ile yanyana bulunur ve bu durum, her ikisinin de
yanyana nasıl bulunduklarını ve karşılıklı olarak birbirlerini nasıl
etkilediklerini gösteren bir örnektir.” (Marx, Kapital C. III, s. 226-227)
Marx’ı izleyen Lenin de, konu bağlamında şunları yazar:
“Kuşkusuz kapitalizm,
bugün her yerde sanayiye göre çok geri kalmış tarımı geliştirebilseydi,
başdöndürücü teknik ilerlemeye rağmen her yerde yarı aç ve yoksulluk içinde bir
yaşam sürdüren halk kitlelerin yaşam düzeyini yükseltebilseydi, o zaman bir
‘sermaye fazlası’ndan söz edilemezdi. Kapitalizmin küçük burjuva
eleştirmenlerinin genel olarak ‘itirazları’ da budur. Fakat o zaman kapitalizm
kapitalizm olmazdı, çünkü eşitsiz gelişim gibi kitlelerin yarı aç durumları da,
bu üretim tarzının özsel, kaçınılmaz koşulları ve öncülleridir. Kapitalizm
kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, halk kitlelerinin yaşam
seviyesinin yükseltilmesi için kullanılmaz -bu, kapitalistlerin karlarında
azalma anlamına gelirdi-, karları arttırmak amacıyla dış ülkelere, geri
ülkelere ihraç edilir.” (Emperyalizm, s. 65)
Meselenin özü ve özeti işte böyledir.
Başkaya’nın açıkladığına göre, gelişmiş kapitalist ülkelere
verilen borç faiz oranı % 3.9 ile % 6 arasında oynarken, “Üçüncü Dünya Ülkeleri”ne verilen borcun faiz
oranı % 9 ile % 12 gibi yüksek bir oranı bulmaktadır. Prof. Dr. Çağlar
Kender’in Milliyet gazetesine yaptığı açıklamaya göre ise, Türkiye, uluslararası
piyasalardan % 18-20 gibi yüksek bir faiz oranıyla borçlanmaktadır. (Ki bu
oranlar konjonktürel olarak oynar...) Ayrıca borç veren devletler ve tekeller, yüksek
kar nedeniyle faiz oranı yüksek kısa vadeli borçlandırma yöntemine önem
vermektedirler. Yeni sömürge ülkeler borç ödedikçe daha fazla borçlanmaktadırlar.
Hatırlayalım: Emperyalizme bağımlı ülkelerin 1977’de sadece 150 milyar dolar
olan dış borç miktarı 2006’da 3 trilyon doların üstüne çıkmıştı. Bugün söz
konusu borç miktarının daha da yükselmiş olduğundan kuşku duyulamaz. Üstelik
son genel ekonomik krizle birlikte söz konusu borç yükünün ivmelenerek
arttığından ve hala artmaya devam ediyor oluşundan kuşku duyulamaz. Bu olgu ve
veriler yukarıda vurguladığımız saptamamızın somut kanıtını oluşturmaktadır.
Bir veriye göre, emperyalist tekeller ve devletler, emperyalizme bağımlı
ülkelerde, her yıl, 600 milyar dolarlık bir kar elde etmektedir.
Borçların, borç ana sermayesi ve faizlerinin zamanında ödenmesi,
zamanında ödenmeyen borçların anaparasını ödeme süresinin yeni/ek faiz yükü
bindirilerek sürece yayılması bu mekanizmanın içeriğini oluşturmaktadır.
Böylece mali bakımdan da köleleştirilmiş ekonomik sömürgelerin işi gücü, faiz
ödemek, ödedikçe de katlanan borçlar ve faizler olmaktadır. Dışa bağımlılık bu
mekanizmayı güvence altına alarak çarkları çevirmektedir. Emperyalist dünya
ekonomisine bağımlılık, “sermaye açığı”, azgın kapitalist rekabet koşulları
bağımlı ülkeleri, dahası zayıf emperyalist devletleri borç batağına
gömmektedir. Doğal olarak bu yük artan vergiler, yok edilen sosyal haklar,
sürekli ucuzlayan iş gücü, artan işsizlik, peş peşe gelen zamlar,
özelleştirmeler, yaşam koşullarının nispi ve mutlak yoksullaşması, katmerleşen
ekonomik ve siyasi saldırılar olarak yeryüzünün lanetlilerinin sırtına
bindirilmektedir.
Yeni kapitalist birikim modelinin sacayaklarından birisi de,
“borç yönetimi” politikaları ile borçlu ülkelerin borçlarını düzenli bir şekilde
ödemesini ve ödedikçe de borç yükünün yoğunlaşmasını güvence altına almaktır.
Nitekim bu yeniden yapılanma, “yapısal uyum programları” aracılığıyla, IMF, DB,
WTO, OECD, gibi emperyalist kurumlar eliyle uygulanmaktadır. IMF yeşil ışık
yakmadan, uluslararası kredi derecelendirme kurumlarının onayını almadan
herhangi bir ülkenin borç alması da olanaklı değildir. “Piyasalar”ın tepkisini
hesaba katmadan, “piyasalar ne der” diye sormadan adım dahi atılmaz ve
atılmamaktadır. Kar oranı yüksek olduğu için ve düşen kar oranlarını önlemenin
en başta gelen biçimini oluşturduğu için emperyalist devletler ve tekeller,
faizle borç vermek, paradan para kazanmak yöntemini fütursuzca
kullanmaktadırlar. Birikmiş ve değerlenme arayışında olan kronik sermaye
fazlası, değerlenmek, birikimini arttırmak, değersizleşerek çökmemek için
mali piyasalarda cirit atmaktadır. Maddi üretim alanında kar oranının düşük
olması bu sermayeyi üretim dışına yöneltmekte, sermaye açığı ve gereksinimi
olan coğrafyalara ve piyasalara doğru yelken açtırmaktadır. Böylece uluslararası
tekelci sermayenin denetimindeki bankalar, bankerler, sigorta şirketleri,
finansal tekeller, “yatırım fonları”, “Hegde fonlar”, “portföy yatırımlar”,
sayısız çeşitliliğiyle devasa fonlar, borçlanmanın en önemli kaynakları haline gelerek
büyük çaplı örgütlü soygunlar yapabilmekte, borçlanan devletlerin, küçük, orta,
büyük çaplı işletmelerin, zayıf düşen dev tekellerin kanını bir sülük gibi
emmekte ya da yıkıma uğratmaktadır.
Dünya gayri safi milli hasılasının tutarı 1980’de 10 trilyon
dolarken, 2006’da 48 trilyon dolara çıkmıştır. Dünya çapında her türlü mali
varlıkların miktarı ise 1980 yılında 12 trilyon dolarken 2006’da 167 trilyon
dolara sıçramıştır. Dünya çapında “UDY” olarak gerçekleşen yıllık sermaye
miktarı 1,5-2 trilyon dolarken para sermayenin sadece günlük işlem hareketleri/hacmi
ise 3-4 trilyon dolardır. Dünya ekonomisinde sermaye hareketleri bakımından öne
çıkanın para sermaye hareketleri ve borçlandırma silahı olduğu açıktır. Ki
burada da “portföy yatırımları”, “sıcak para hareketleri” öndedir ve dünya
ekonomisi özellikle de “sıcak para” hareketlerine bağımlı hale gelmiştir. Bu
tablo aşırı çürümekte ve asalaklaşmakta olan emperyalist dünya ekonomisinin
tablosudur. Geçmeden hatırlatmak yararsız olmasa gerek: IMF tarafından 2009
yılında yayınlanan “BMP6” portföy yatırımını, doğrudan yatırım ve rezerv
varlıkların dışında kalan borç ve hisse senedi şeklindeki menkul değerleri
içeren sınır ötesi işlem ve pozisyonlar olarak değerlendirilmektedir. Borsanın
ÇUŞ’lu tekelci kapitalizmle birlikte “üretimin mutlak düzenleyicisi” konumuna
yeniden yükseldiğini biliyoruz. “Portföy yatırımları” bir ülke borsasında işlem
gören şirketlerin hisselerinin bir başka ülke ya da ülkelerin kuruluşları
tarafından satın alınmasını ifade etmektedir. (Bkz. Sekizinci 5 Yıllık Kalkınma
Planı, Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT:
2514-ÖİK: 532, s.1) Borsa ve kamu kağıtlarına yapılan yatırımlar büyük bir
oranda bu kategoriye girmektedir. Borsa, devlet tahvilleri, döviz, repo
piyasası “portföy yatırımları”nın dizginsiz vurgun alanlarıdır. Portföy
yatırımları kısa vadeli finansal sermaye hareketleridir, çok hızlı bir
akışkanlığa sahiptir, kar nerdeyse hemen oraya yönelir, siler süpürür hızla
karın yükseldiği yeni alanlara “portföy” çeşitliliği içerisinde yol alır.
İMKB’de işlem gören hisse senetlerinin % 75’inin yabancı sermayenin elinde
olması TC’nin dışa bağımlılığın iyi bir göstergesidir. Sonuçta tüm bunlar
kategori olarak genelde sermaye ihracını ifade etmekte ya da içermektedir.
Emperyalist devletler, bankalar, mali tekeller, ÇUŞ’lar vb. borç
verirken sadece ekonomik çıkarlardan hareket etmezler. Ekonomik çıkarlarının
yanı sıra, gereksinim duydukları politik ve askeri çıkarları için taviz
kopartmanın, aldıkları ekonomik, politik ve askeri kararları kabul ettirmenin;
direnenlerin burnunu sürtmenin, diz çöktürüp aman diletmenin azami baskı aracı
olarak da bu silahı küstahça kullanmaktadırlar. Yanı sıra, borç verilen
paraların nerde, nasıl, niçin kullanılacağını da mali tekeller, emperyalist
devletler, onların kolektif temsilcisi olan IMF gibi kuruluşlar
belirlemektedir.
“Sermaye ihraç eden ülkeler, hemen her zaman, nitelikleri
mali sermaye ve tekeller döneminin özelliklerine ışık tutan belli ‘avantajlar’a
sahiptir.” “Mali sermaye tekeller dönemini yaratmıştır. Tekeller ise her yere
tekelci ilkeleri taşıyorlar: Serbest pazarda rekabetin yerini karlı bir iş
anlaşması yapmak için ‘ilişkiler’in kullanılması alıyor. Borç verirken alınan
paranın bir kısmının, borç veren ülkenin mallarını, özellikle de silah, gemi
vs. satın almak için kullanılması koşulunun öne sürülmesi olağandır.” Böylece,
“sermaye ihracı meta ihracını geliştirmenin bir aracı haline gelmektedir.” (Lenin)
Bu olgu da emperyalist kapitalizmin, mali sermaye ve tekeller çağının
karakteristiklerindedir. Lenin’in bu değerlendirmeleri emperyalizmin son
küreselleşme dalgasının da çarpıcı ifadelerinden biri olarak zaten göz
çıkarmaktadır. Geçmeden, Kennedy’in savunma bakanı zat-ı şahanelerinden Mc
Namara’nın “Dış yardım programı kendi üniformalı adamlarımızın savaşa gitmesini
engelleyecek en etkili silahtır.” sözlerini de hatırlatmak yararsız olmasa
gerek…
II
Emperyalist sermaye ihracının bir diğer biçimini de doğrudan
veya ortaklıklar biçiminde gerçekleştirilen yatırımlar yöntemi oluşturmaktadır.
Gayrimenkul alımı, şirketlerin satın alınması ve birleşmeler, özelleştirilen
devlet işletmelerinin iç edilmesi de bu kategorinin, DYY’nin (“Doğrudan Yabancı
Yatırım”) bileşenleri durumundadır.
1970-80 arası dönemde “Üçüncü Dünya Ülkeleri”ne yapılan doğrudan
yatırımlar 63 milyar dolardır. Buna karşın aynı dönemde emperyalizmin kar
transferi 140 milyar dolar civarındadır.
Yabancı doğrudan
yatırımların mevcudu (milyar dolar olarak)
|
Yıllar Dünya Sanayi ülkeleri Gelişen ülkeler
|
1980 616 375 241
|
1 1985 894 546 348
|
1990 1889 1398 491
|
1995 2938 2052 886
|
2000 6314
4210 2104”
|
(Kaynak: UNCTAD, aktaran Teoride Doğrultu, Sayı: 7)
Yukarıdaki tablo, dünya çapında doğrudan yatırımların 1990’dan
itibaren olağanüstü artığını; doğrudan yatırımlardan en büyük payı “sanayi
ülkeleri”nin aldığını ve 1995 sonrası, “gelişmekte olan ülkeler”deki doğrudan
sermaye yatırımlarının da arttığını göstermektedir. Ki “sıcak para”
hareketleri, “portföy yatırımları” bu tablonun dışındadır, çünkü “portföy
yatırımları”, “doğrudan yabancı sermaye yatımları” kategorisinde yer almaz ve
yer verilmez.
Hazine Müsteşarlığı
“Uluslararası Doğrudan Yatırımlar 2008 Yılı Raporu”nda şunlar belirtilmektedir:
“Birleşmiş Milletler Ticaret
ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) verilerine göre, 2006 yılında 1,41 olan
dünya toplam uluslararası doğrudan yatırım girişleri 2007 yılında bir önceki
yıla göre %30’luk bir artışla 1,83 trilyon dolar seviyesine ulaşmıştır.
“Bu artışta yüksek büyüme
rakamları ve güçlü kurumsal performanslar etkili olmuştur. Özellikle gelişmekte
olan ülkelerdeki uluslararası şirketlerin karlarının artması ile birlikte
yeniden yatırımda kullanılan kazançlar toplam uluslararası doğrudan yatırım girişlerinin
%30’una ulaşmıştır. Doların diğer para birimleri karşısındaki değerinin düşmesi
de 2007 yılındaki artışın bir diğer nedeni olmuştur. 2007 yılında, gelişmiş
ülkelere yapılan uluslararası doğrudan yatırımlar bir önceki yıla göre %33
oranında artarak 1,3 trilyon dolara, gelişmekte olan ülkelere yapılan
yatırımlar ise %21 oranında artarak 500 milyar dolarlık tarihi rekor seviyesine
ulaşmıştır.
“2007 yılında dünyada
gerçekleşen uluslararası doğrudan yatırımların %85’i gelişmiş ülkeler
kaynaklıdır. Gelişmiş ülkelerin yurt dışındaki doğrudan yatırımları 1,7 trilyon
dolar seviyesine ulaşmıştır. 2007 yılında da gelişmiş ülkeler en büyük uluslararası
doğrudan yatırımcı olma özelliklerini korumuşlardır.”
“2007 yılı itibarıyla dünya
toplam yurtiçi uluslararası yatırım stoku 15,2 trilyon dolara ulaşmıştır. ABD
(2,1 trilyon dolar) ve İngiltere (1,4 trilyon dolar) en fazla yatırım stokuna
sahip ülkeler arasında ilk 2 sırayı almaktadır.” (Haziran 2009, Yabancı Sermaye
Genel Müdürlüğü, www.hazine.gov.tr)
Burada durup, birkaç noktaya dikkat çekmek gerekir.
İlk olarak, yukarıdaki veriler sermaye ihracı tekelinin emperyalist
ülkelerde olduğunu açıklıkla doğruluyor. Bu tablo içerisinde özellikle 1995
sonrası emperyalizme bağımlı ülkelerde doğrudan sermaye yatırımlarının
arttığını görüyoruz. Bu artışın en başta gelen nedenini, yeni sermaye birikimi
modelinin temel bileşenlerinden birisi olan özelleştirmelerde aramak gerekir. Yeni sömürge ve
bağımlı ülkelerde özelleştirilen KİT’ler oldukça karlı işletmelerdir. Uluslararası
tekeller, bu yağlı-ballı işletmeleri sudan ucuza kapatarak üzerine yattılar ve
bu süreç hala devam etmektedir. Hammadde kaynaklarının, karlı devlet
işletmelerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi, emperyalist merkezlerde
aşırı birikmiş, değersizleşme ve çökme riskiyle yüz yüze olan ve yüksek kar
arayışı içerisinde çılgınca dört bir tarafa saldıran mali sermaye için can
simidi rolünü oynadı ya da bu arayışın karşılığını bulduğu alanlardan birisi
oldu. Dev ve oldukça karlı devlet işletmeleri, birkaç yıllık karlılığı
karşılığında küstahça ele geçirildi. Bu, aynı zamanda, uluslararası mali
sermayenin/mali oligarşinin, mali tekellerin bağımlı ülkelerin ulusal
zenginliklerine doğrudan el koyma harekatıydı. Yerli işbirlikçi
egemen sınıflar, bu yağma ve doğrudan ele geçirmenin tek tek ülkelerdeki en
büyük suç ortakları ve şakşakçıları oldular. Bunu, her günkü yaşantımızda
Türkiye’de de görmekteyiz…
Bağımlı ülkelerin “liberalleştirilmesi” ile bu ülkelerdeki
doğrudan sermaye yatırımlarının artışı arasında dolaysız bir bağ vardır.
Bağımlı ülkelerin yeni tip uluslararası işbölümü içerisindeki işlevlerine bağlı
olarak yeniden yapılandırılmasıyla bu ülkelere “yabancı sermaye” akışı her
alanda olduğu gibi, doğrudan sermaye yatırımları bakımından da arttı. Bu
doğrudan yatırımlarda, özelleştirmelerin, şirket satın alma ve şirket birleşmelerinin
çok temel bir yere ve ağırlığa sahip olduğunun altı çizilmelidir.
Sermaye
ihracında düşüş ya da yükseliş, hız kesme veya durağanlık, emperyalist tarihin
değişik konjonktürlerinde ortaya çıkabilen hareket biçimlerindendir. Önemli
olan bu değildir. Vurgulanması gereken şey emperyalizmin sermaye ihracı olmaksızın yapamayacağı ve sermaye
ihracının genel olarak yoğunlaşıp yaygınlaşacağı
gerçeğinin kavranmasıdır. Önemli olan, kapitalist uluslararasılaşmanın
hızlanmasıyla, ÇUŞ tipi tekelci kapitalizm aşamasında, emperyalist sermaye
ihracının uluslararası alanda üretildiğini, dünya pazarını temel alan bir gerçekleşmeye dayandığını kavrayabilmektir.
Önemli olan, yeni kapitalist birikim modeli aracılığıyla, yolun düzlendiğini
anlayabilmektir. Yeni emperyalist politikaların sermaye birikiminin azami
derecede gerçekleştirilmesinde, başlıca kaldıraç işlevini üstlendiğini ve
sermaye ihracının tarihte görülmemiş ölçeklere yükselmiş olduğu vb.
gerçeklerinin bilince çıkarılabilmesidir. Bu gerçeklerin yerine geçirilen
emperyalizm olmaktan çıkmış, insan evladı haline gelmiş “küreselleşme çağı”
üzerine ve “uluslararası eşit karşılıklı bağımlılık”lar üzerine güzellemeler
yapmak “postmodern” saçmalık ve manipülasyondan ibaret bir demagojidir. Lenin’in
dediği gibi, “Kapitalizmin en yüksek gelişme aşamasında…sömürgelerden, ‘etki
alanlarından, sermaye ihracından vazgeçmek mi? Bunu düşünmek, her pazar
zenginlere hıristiyanlığın yüceliğini vaaz eden ve onlara … yoksullara birkaç
milyar olmasa da birkaç yüz ruble vermelerini öğütleyen zavallı papazın
seviyesine düşmek demektir.”
Lenin, Buharin’in “Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi” kitabına
yazdığı “Giriş”te şunları söyler: “Mübadelenin gelişmesinin, büyük ölçekli
üretimin büyümesinin belli bir aşamasında yani, 19. yüzyılın sonu 20 yüzyılın
başlarında, emtia mübadelesi büyük ölçekli üretimle birlikte ekonomik
ilişkilerin ve sermayenin öylesine uluslararasılaşmasını yaratmıştır ki, serbest
rekabetin yerini tekel almıştır.” (s. 4, Spartaküs Yay.) Yani ekonomik
ilişkilerin uluslararasılaşması kapitalist üretim tarzının ve emperyalist
tekelci kapitalizmin bir özelliğidir. Ve ekonomik ilişkilerin bu uluslararasılaşması/küreselleşmesi
ilk kez ÇUŞ’lu kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bir olgu değildir. Üretici
güçler ulusal sınırları, ulus devletlerin sınırlarını aşarak çoktan
uluslararasılaşmaya başlamıştı. Emperyalizm bunun ifadesiydi. Lenin’in dediği
gibi “Sermaye uluslararası ve tekelci bir nitelik kazanmıştır.” ÇUŞ’lu
emperyalist tekelci kapitalizmle birlikte bugün üretici güçler daha yüksek bir
maddi-teknik temelde dünya ölçeğinde birleşmiş, uluslararasılaşmıştır. Böylece
ekonomiler daha yüksek bir temel üzerinde uluslararasılaşmıştır. Günümüzde
sermaye ihracı bu gerçekler üzerinde yükselmektedir.
ÇUŞ’lu
emperyalizm dönemiyle birlikte (göreli anlamlarını unutmadan) iç pazarlar dış
pazarlara, dış pazarlar iç pazarlara dönüşmüş durumda. “Küreselleşme” “yerel”leşmekte,
“yerelleşme” “küresel”leşmektedir. “İhracata dayalı sanayileşme stratejisi” ile
kapitalist ülkeler uluslararası pazar için üretmektedir. Ulusal ekonomiler, her
zerresine kadar emperyalist sermayeye, uluslararası tekellere derinlemesine ve
genişlemesine açılmaktadır. “Ulusal çitler” kapsamlı olarak yıkılmakta,
emperyalist sermayenin ve sermaye ihracının önündeki eski tip “ulusal” engeller
tasfiye edilmektedir. Dünya kapitalist ekonomisi dünya pazarı için
üretmektedir. Dünyamız sermaye ihracının özgürce cirit attığı küresel bir
vurgun, soygun, spekülasyon cennetine çevrilmiş durumda. “Sermaye ihracatı”
denen şey, zaten “fazla sermaye”dir, “yurtdışına” giden sermayedir. O, bu
özelliği nedeniyle zaten daha baştan uluslararası karaktere sahiptir. Dün yabancı
ülkelere borç verme ve dış ticaret, kısmi olarak da doğrudan yatırımlar
biçimlerini alarak dünya pazarına çıkan sermaye ihracı, bugün üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmesiyle birleşerek “küreselleşmiş”tir.
Üretim sermayesi dünya pazarını temel alacak, artı değeri dünya pazarında
üretecek denli uluslararasılaşmıştır. Artık, artı-değer üretimi dünya pazarı
temelinde örgütlenmektedir. Böylece süreç para sermaye, ticari sermaye, üretken
sermayenin birleşik uluslararasılaşmasıyla yüksek düzeyde “küresel”leşmiştir. Uluslararası
tekeller, ÇUŞ’lar bu süreç ve gelişmenin ifadesidirler. “Küresel fabrika” bunun
ifadesidir. P-M-P’ hareketinin
uluslararasılaşmış olması ÇUŞ’lu kapitalist gelişme evresinin temel
karakteristik özelliğidir ya da başta gelen özelliğidir. O halde, günümüzde M’-P’, P-P’ hareketinin ötesinde, R ... M'-P'-M ... R' hareketi de "küreselleş"miştir. Böylece P-M ... R ... M'-P' hareketi bütünlüğünde, daha kısa bir formülle P-M-P’ hareketinin küreselleştiği bir
emperyalist kapitalizm gerçekliğinde yaşıyoruz demektir. Kuşkusuz ki bu tabloya
kapitalist devrin, devir döneminin yüksek teknolojik temel üzerinde (üçüncü bilimsel
ve teknik devrim temelinde) alabildiğine hızlandığını, devir sayısının
arttığını da hatırlatarak eklemek gerekir*. Akılda tutulmalıdır: “Devir dönemi
ne kadar kısa olursa, sermayenin bütününe oranla atıl kalan bu kısmı o kadar
küçük ve bu nedenle, diğer koşullar aynı kalmak üzere, el konulan artı değer o
kadar büyük olur.” “Üretilen artı değer miktarının, devir döneminde ya da bunun
iki kesimi olan üretim zamanı ile dolaşım zamanındaki kısaltmalar” kar oranını
da arttırır. (K. Marks, Kapital Birinci Cilt, s. 67, Eriş Yay.) İşte günümüzde
sermaye ihracı bu temelde ve bu karakteristikler
temelinde yükselerek biçimlenmektedir. Bugün
emperyalist dünya ekonomisi zincirinin birer halkasını oluşturan ülkeler,
üretimin ve sermayenin
yoğunlaşmasının, merkezileşmesinin, uluslararasılaşmasının daha yüksek bir
gelişme evresine tekabül eden tekelci kapitalizm koşullarında emperyalizme has
tüm çelişki ve çatışmalarla birlikte küreselleşerek entegre olmuş durumdadır.
Kuşkusuz
ki bu gelişme, üretici güçlerin daha
yüksek bir gelişme düzeyine yükselerek uluslararasılaşmasıyla ya da
“küreselleşme”siyle bağlı bir olgudur. Gerek kapitalizmin artık üretici
güçleri hiç geliştirmediğini iddia eden, gerek kapitalizmin artık, artı değer
üretemediğini ve yakında zaten çökeceğini ya da kendiliğinden çökeceğini iddia
eden, gerek emperyalist kapitalizmin aşılarak böylece emperyalizmin “finansal
kapitalizme” dönüştüğünü iddia eden, gerek emperyalizmin kapitalizmin en üst ve
son aşaması ve sosyalist devrimin öngünü olmasıyla ÇUŞ’lu emperyalist
kapitalizmi bağdaştıramayan, gerek emperyalizm ile sosyalist dünya devrimi
arasına yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen ve bu yeni bir düzene tekabül eden
yeni bir aşama ya da evre yerleştiren, bu evreyi de kapitalizmin emperyalizm
olmaktan çıkmış, yeni bir kapitalizm aşaması ya da evresi yerleştiren ya da bu
aşamayı Kautsky’in izinden yürüyerek “ultra-emperyalizm”, Hobson’un izinden
yürüyerek “inter-emperyalizm”, Buharin’in izinden yürüyerek “örgütlü
kapitalizm”in bir biçimi ya da Negri’nin ayak izlerine basarak “imparatorluk”
ilan eden ya da emperyalist dünya sistemi içerisinde ulus devletlerin son
bulmaya başladığını, küresel yeni bir burjuvazinin oluştuğu, böylece tek dünya
devletine doğru gittiğimiz, dahası, tek bir dünya devletinin çekirdek halinde
zaten oluştuğunu iddia eden ve manipülasyona başvuran postmodern, tasfiyeci
revizyonist vb. tezlerle, gerekse de “emperyalist küreselleşme”yi bir “evre”
ilan eden tasfiyeci zihniyetlerle hesaplaşmamızı daha sonraki yazılarımıza
bırakarak şimdilik geçiyoruz.
İkinci olarak, yukarıdaki tabloda (başka bir dizi veriyle birlikte
incelendiğinde) dikkat çeken temel olgulardan birisi de, sermaye hareketinin ağırlıklı olarak emperyalist ülkeler arasında
gerçekleşiyor olmasıdır. Örneğin, 1982-2003 arası kesitte, OECD üyesi
ülkelerden çıkan toplam sermayenin % 75’i yine OECD ülkelerine gitmiştir. 2003
sonrası da tablo benzerdir. Bu olgunun temelinde yatan şey, bu ülkelerde ekonomik ve siyasi istikrarın
yüksek olmasının sunduğu avantajlardır. “Yatırım” için gerekli kapsamlı ve
yeterli altyapıların ve hukuksal işlevselliğin varlığıdır. “Yatırım iklimi”nin elverişliliği,
karlılık oranlarının yüksek olmasının yanı sıra, özellikle de küresel
emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinde, rakibi etkileyebilecek, zayıflatabilecek,
ekonomisi ve siyaseti üzerinde etkin olabilecek bir gücü
yakalayabilmek gereksinimidir. Vurgulamak gerekir ki, emperyalist ülkelerin
birbirlerinin iç pazarlarına yaptıkları doğrudan yatırımlar emek yoğun değil, bilgi/teknoloji/sermaye yoğun yatırımlardır. Dolayısıyla bu
bağlamda altyapı, yatırım, üretim, tüketim bakımından “gelişmiş ülkeler” uygun
ve en gelişmiş, satın alma gücünün
yüksek olduğu devasa pazarlardır.
Bu tabloyu bütünlüklü okuduğumuzda sanırız sorun daha anlaşılır hale
gelmektedir.
Konunun
daha iyi anlaşılabilmesi için, burada, bir kez daha vurgulamak isteriz ki,
bugün, dünya pazarını temel alan uluslararası tekeller tarafından yönetilen bir
tekelci kapitalizm aşamasındayız. Rekabet
ve hegemonya alanı bir bütün olarak
dünya pazarıdır. Emperyalist ülkelerin ulusal pazarı da dünya pazarının
temel bir bileşenidir. Artık ÇUŞ’lar, rekabeti hem birbirlerinin ulusal
pazarlarında, hem de küresel/uluslararası ölçekte örgütlemek
zorundadırlar ve örgütlemektedirler de. Artık tekeller için “yerel pazar”,
“ulusal pazar” dünya pazarıdır.
Kapitalist devir, sermayenin dönüşüm
zamanı dünya pazarı ekseni üzerinde yükselip biçimlenmektedir. Uluslararası
pazarda amansızca rekabet eden ÇUŞ’ların, birbirlerinin ulusal pazarını,
bölgesel bloklarını ihmal etmesi düşünülemez bile. Tek tek emperyalist
ülkelerin iç pazarı, rakip kapitalist blokların (“bölgeselleşme”) iç pazarları
emperyalist rekabetin dolaysız alanıdır. Bu mücadeleyi yürütemeyen
emperyalist devletlerin ve ÇUŞ’ların zaten ayakta kalma şansı da söz konusu
olamaz.
Lenin
emperyalizm olgusunu emperyalist hegemonya ve rekabet savaşlarının karakterini inceler
ve Kautsky’i eleştirirken açıklıkla vurgular: “Emperyalizm için karakteristik
olan sanayi sermayesi değil, bilakis mali
sermayedir… Emperyalizm için tam da, sadece tarım bölgelerini değil, aynı zamanda son derece gelişmiş
sanayi bölgelerini de ilhak istemesi karakteristiktir.… emperyalizm için
karakteristik olan, birkaç büyük gücün hegemonya yarışıdır; yani doğrudan
kendisi için değil de, rakibini zayıflatmak ve onun hegemonyasını sarsmak için toprak ilhak etmeleridir.”
(Emperyalizm, s. 94, iLa.) Döneme, koşullara göre biçimler, yöntemler vs. değişse
de Lenin’in vurgularının özü her zaman geçerlidir. ÇUŞ’lu kapitalizm döneminde
de özellikle en büyük emperyalist güçlerin rekabeti ve hegemonya savaşlarını en
gelişmiş sanayi ülkelerinde, bölgelerinde, birbirlerinin iç pazarında da örgütlemesi
anlaşılır bir olgudur. Kapitalizmin dengesiz ve eşitsiz ekonomik ve politik gelişimine
bağlı olarak sermaye ihracı da eşitsiz gelişir. “Mali sermaye egemenliğinin
dünya ekonomisindeki eşitsizlikleri ve çelişkileri azaltacağı fikri” de saçmalıktır;
dolayısıyla sermaye ihracı her halükarda hem eşitsizlikleri, hem de rekabet
mücadelelerini keskinleştirir. Mali sermayenin egemenliği “gerçekte”
emperyalist dünya sisteminin tüm çelişkilerini ve eşitsizliklerini
“güçlendirir.” Lenin’in bu vurgusu ÇUŞ’lu kapitalizm döneminin de keskin
gerçeklerini oluşturmaktadır. Sermaye ihracı savaşları, emperyalist dünya
sisteminde süren rekabet ve hegemonya savaşının bir görünümüdür; bu savaşım
güçlendikçe sermaye ihraç savaşları da gitgide keskinleşecektir. ÇUŞ’ların
hegemonyası ile belirlenen kapitalist emperyalizm döneminde sermaye ihracı
olağanüstü boyutlara yükselmiştir. Bu olgu, bir yandan “Burjuvazinin artan
ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı
‘rantiye devlet’, ‘tefeci devlet’(i), giderek daha belirgin biçimde,
emperyalizmin eğilimlerinden biri”si haline getirmektedir. Diğer yandan da
sermaye ihracı sermayenin ihraç edildiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini
hızlandırırken, sermaye ihraç eden ülkelerin ekonomisinin durgunluğa
saplanmasının da önemli bir nedeni olmaktadır.
Özellikle de 90’lar sonrası, sözde sosyalist gerçekte kapitalist/revizyonist
sistem ve kampın dağılışıyla birlikte, emperyalist devletlerin iç
çelişkilerinin daha görülür hale geldiğini, çok kutuplu dünya gerçeğinin
gelişmeye başladığını, emperyalistler arası hegemonya ve rekabetin artan oranda
şiddetlenerek devam etmekte olduğunu, çok kutuplu dünya gerçeğinin giderek daha
güçlü yükseldiğini bir an bile olsun unutmamalıyız. Bu koşullarda AB’nin yanı
sıra Amerikan emperyalizmi hala dünyamızın en büyük yatırımcısıdır da. ABD’nin
1990-98 arası dönemde, yurt dışında yaptığı doğrudan yatırımın miktarı 1
trilyon dolar civarındadır. Bu miktarın % 55’i AB’ye yatırılmıştır. 1990-98
arasında AB’nin doğrudan yatırım miktarı 1.6 trilyon dolardır ve bu miktarın
yarısı yurt dışına yatırılmıştır. Yurt dışına yatırılan AB yatırımlarının %
55’i ise ABD’de gerçekleştirilmiştir. (Bkz. Teoride Doğrultu, Sayı: 7, s. 91) Örneğin
“AB ve ABD arasında karşılıklı sermaye yatırımları 4 trilyon dolara yaklaşıyor”
(18 Şubat 2013-Cumhuriyet) Burada saptanması gereken olgu, emperyalist
ülkelerin birbirlerinin pazarlarına yaptığı yatırımların sermaye/bilgi/teknoloji
yoğun bir yatırım olmasıdır. (Ki bu bağıntıda “hizmet sektörü” de çok önemli
bir yer tutmaktadır.) Aynı zamanda bu olgu, rekabet ve hegemonya savaşlarında
önde yer alan ÇUŞ’ların birbirlerini tasfiye etme kavgasının ne denli keskin
olduğunu da ortaya koyan bir olgudur.
Toplam yabancı sermaye yatırımlarının % 80’ni zengin gelişmiş
kapitalist ülkelere yapılmaktadır. Yoksul Güney ülkelerine kalan pay, % 20’dir (F.
Başkaya). Dünya nüfusunun % 85’ini oluşturan yoksul ülkeler, diğer yanda dünya
nüfusunun % 15’ini oluşturan zengin Kuzey ülkeleri; işte toplam dünya üretiminin
% 80’nine yakını üreten ülkeler bu gelişmiş kapitalist ülkelerdir… Kuşkusuz ki
bu tablo sabit, donmuş bir tablo değildir, sürekli değişme ve gelişme
içerisindedir ama günümüzün temel bir gerçeğini vurgulaması bakımından bu
veriler çarpıcıdır…
Ezici
bir çoğunluğu emperyalist ülkelere ait olan ve dünya ticaretinin üçte ikisini
ellerinde bulunduran ÇUŞ’lar, 65.000 ana şirket ve bağlı 850.000 şirketle yer
küremizi bir ahtapot gibi sarmıştır. Dünya ticaretinin üçte biri ÇUŞ içi
ticaret olarak gerçekleşmektedir. Üçte biri ise ÇUŞ’lar arası
gerçekleştirilmektedir. Gerek bu olgu, gerekse de sermaye hareketlerinin esasen
emperyalist ülkeler arasında gerçekleşmesi, ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm
aşamasının özgün özellikleri
içerisinde yer almaktadır. Küresel üretim sistemlerini, tedarik zincirlerini, küresel
kaynak zincirini, AR-GE çalışmalarını, yeni teknoloji, marka ve logoları, sermaye
hareketlerini, sermaye ihracını ÇUŞ’lar koordine etmekte, yönetmekte ve yönlendirmektedirler.
Ve her devlet kendi uluslararası tekellerinin arkasında, yanında, önünde yer
almaktadır. IMF, DB, DTÖ, OECD vb.
uluslararası kurumlar uluslararası tekellerin çıkarlarının ifadesi olan
“küreselleşme”nin gereksinimleri doğrultusunda küresel çapta geçerli ve
bağlayıcı “uluslararası standartlar”ı da belirleyip geliştirmektediler.
Peki, uluslararası tekellerin kendi iç ticaretinin bu denli
gelişmiş olmasının nedeni ya da nedenleri nelerdir?
ÇUŞ içi ticaretin doğması ve bu denli gelişmiş olması, bu
yöntemin tekellere kazandırdığı olağanüstü avantajlardır. Böylece ÇUŞ’lar bir
dizi vergiden kurtulmakta, gümrük engellerini etkisizleştirmekte, ek teşvikler
elde etmekte, muhasebe sihirbazlıklarıyla vergi kaçırmakta, karlarının etkin
bir şekilde denetlenmesini önlemekte, aynı zamanda bu yolu kara ve kirli para
aklamada da kullanmaktadırlar. Doğal olarak bu yolla da aşırı vurgunlar
vurmakta ve kasalarını daha fazla doldurmaktadırlar.
Devam edecek olursak, kural olarak, kar oranları, yeni sömürge
ülkelerde daha yüksektir. Bu ülkelerde pazar ve iş gücü esnekleştirilmiştir. Gelişen
ya da gelişmekte olan bir pazar vardır. Sudan ucuz iş gücü piyasası, genç iş
gücü bolluğu, ucuz hammadde kaynakları, işbirlikçi devletlerin sayısız kolaylık
ve teşvik primleri, tekellerin istediği ve beklediği kolaylıkları rahatça
sunmaları, kar transferlerinin önündeki engellerin kaldırılmış olması, yabancı
sermayeye gereksinim duymaları, geniş bir nüfusa sahip olmaları vb. nedenlerle,
bu ülkelerde kar oranları yüksektir. Dolayısıyla emperyalist burjuvazi, hiçbir
dönem yeni sömürge ve bağımlı pazarlardaki yüksek ve tatlı karları tepip geçme
lüksüne sahip değildir; özellikle zengin hammadde, petrol ve enerji
kaynaklarına, mineral zenginliğine sahip ve jeopolitik ve jeostratejik bakımdan
önem taşıyan ülkeleri, havzaları, kıtaları ise asla terk etmez. Aksine bu
alanlar her zaman kıran kırana süren hegemonya ve rekabet mücadelesinin keskin
bir arenası olagelmiştir.
1990’ların başında dünya ölçeğinde doğrudan yabancı sermaye
yatırımları 200 milyar dolardır. 2000’ne gelindiğinde bu miktar 1,4 trilyon
dolara tırmanmıştır. UNCTAD’ın 2005 Dünya Yatırım Raporu’nda yer alan
açıklamalara göre, 2004 yılında dünya çapında, toplam 648 milyar dolarlık
yabancı sermaye yatırımı gerçekleşmiştir. Bu miktarın 233 milyar doları
“gelişmekte olan ülkeler”e yatırılmıştır; bu miktar, bir önceki yıla göre %
40’lık bir artışı içeriyor. “Gelişmiş ülkelere” yapılan doğrudan sermaye
yatırımları ise bir önceki yıla göre, % 14’lik bir gerilemeyle 380 milyar
dolarlık bir doğrudan yatırım olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Bu tablo,
yukarıdaki saptamamızı doğrulayan verilerden biri olarak okunabilir.
2000’lerin başında patlak veren kapitalizmin genel ekonomik
krizinin etkisiyle ciddi bir gerileme gösteren doğrudan yabancı sermaye
yatırımları, 2006’ya gelince yeniden yükselişe geçerek 1,2 trilyon dolara
yükselmiştir. 2007 yılında ise, bu miktar 1,8 trilyon dolara ulaşmıştır. Yine
UNCTAD verilerine göre söz konusu yatırımlardan en büyük payı alan ülkeler
“gelişmiş ülkeler” olmuştur ve burada da ABD, İngiltere, Fransa başı çekmiştir.
UNCTAD’ın verilerine göre, 2006’da “gelişmiş ülkeler”e 857,5 ve
2007’de 1001,9; “gelişmekte olan ülkeler”e 379,1 ve 438,4; “Asya ve Okyanusya”ya
259,8 ve 277; “Geçiş ekonomileri (Güneydoğu Avrupa+BDT)” 69,3 ve 97,6 milyar
dolarlık uluslararası doğrudan sermaye yatırılmıştır.
“Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IFF) açıkladığı verilere
göre, yükselmekte olan piyasalara, giden net sermaye miktarının 2010 yılında
daha önce ön görülen 709 milyar doları aşarak 825 milyar dolara ulaşmış (Los Angeles Times, 06/10)” (Ergin
Yıldızoğlu) “Yükselmekte olan piyasalar”ın ABD, AB vb. olmadığı açıktır. “Yükselmekte
olan piyasalar” öncelikle BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin+Güney Afrika) ülkeleridir.
Bugün ABD, AB, Japonya gibi emperyalist devletler ekonomik krizin pençesinde kıvranırken
söz konusu ülkeler dünya krizin etkilerine karşın yükselişlerini sürdürmeye
devam etmektedirler. “‘İngiltere
ve diğer gelişmiş ülkeler, büyüme kapasitelerinde uzun dönemli, yapısal bir
gerileme mi yaşıyorlar’ sorusu kafaları daha fazla meşgul ederken (Mcrae, The
Independent, 23/04), 2013 yılının birinci üç aylık dönemine ilişkin en son
veriler ‘büyük durgunluğun’ devam ettiğini gösteriyordu.” (E.
Yıldızoğlu, 29 Nisan 2013) Evet, İ. Okçuoğlu’nun da işaret ettiği gibi, söz
konusu emperyalist merkezler henüz ekonomik krizden çıkabilmiş değildirler…
(Bkz. “Dünya Ekonomisinin Seyri Ve Güçler Dengesinin Seyri” www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com/) “Financial
Times’ın bir yorumuna göre de “dünya ekonomisinin üzerindeki bulutlar
daha da kararıyor” (23/04).” (E. Yıldızoğlu) The New York Times’ın bir araştırması, “Kriz öncesi düzeye ne zaman dönebiliriz” sorusuna
karşılık uzmanların 10-13 yıldan söz ettiklerini aktarıyordu. (12/10)” (E.
Yıldızoğlu, 18 Ekim 2010, Cumhuriyet)
Bu koşullar içerisinde “Dünya Bankasının Ocak ayında yayınladığı
Küresel Ekonomik Beklentiler Raporunda ise gelişmekte olan ülkeler (GOÜ)
halen küresel büyümenin itici gücü olmaya devam etmekle birlikte, kriz
öncesindeki büyüme performansına henüz ulaşılamamıştır.” saptaması
yapılmaktadır. “Küresel alanda kur savaşları tartışması yeniden gündemdedir.” (T.C.
Kalkınma Bakanlığı, Dünya Ekonomisindeki Son Gelişmeler, Küresel Ekonomik
Gelişmeleri İzleme Değerlendirme Dairesi Mart 2013 Sayı: 1. www.dpt.gov.tr/DocObjects/View/14890/DEG-Mart-20Mart2013.pdf)
IMF’nin Ekim 2012 tarihli “Dünya Ekonomik Görünüm Raporu”nda yer
alan “Dünya Ekonomisine İlişkin Temel Göstergeler (Yüzde)” tablosuna göre,
“Dünya büyümesi” 2001’den (2,3’tür) 2007’e kadar (5,4’e) göreli de olsa bir
yükseliş süreci yaşamış. Bu süreçte dünya ekonomisinin büyümesinin tepe noktası
2007’dir, büyüme oranı 5,4’tür. Bu tarihten sonra büyüme, patlak veren mali ve
ekonomik krizinin pençesine düşerek gerilemeye başlamıştır. Buna göre, 2008’de
büyüme 2,8’e geriliyor, 2009’da -0,6’ya, yani iyice dibe vuruyor. 2010’da 5,1’e
çıkıyor, 2011’de 3,9’a düşüyor, 2012’de 3,2 olarak gerçekleşiyor; 2013’de 3,5
olacağı; 2014’de ise 4,1 olarak gerçekleşeceği ön görülüyor. Aynı tabloda yer
alan verilere göre, “Dünya Ticaret Hacmi”, 2001’de 0,0, 2002’de 3,6 olarak
gerçekleşiyor, göreli yükseliş sürerek 2007’de 7,7 oranına yükseliyor. Yani doruk
noktası 2007’dir. Bu tarihten sonra gerilemeye başlıyor. Buna göre, 2008’de
3,0’a geriliyor; 2009’da -10,7’ye düşerek dibe vuruyor. 2010 itibari ile
12,6’ya çıkıyor; 2011 itibari ile 5,9’a düşüyor. 2012’de bu oran daha da
gerileyerek 2,8’e kadar düşüyor. 2013 itibari ile bu oranın 3,8, 2014 için ise
5,5 olarak gerçekleşeceği ön görülüyor. (Kaynak: IMF Dünya Ekonomik Görünüm
Raporu, Ekim 2012, “Dünya Ekonomisinde Son Gelişmeler”, T.C. Kalkınma
Bakanlığı, Mart 2013, www.dpt.gov.tr/DocObjects/View/14890/DEG-Mart-20Mart2013.pdf)
T.C. Maliye Bakanlığı’nın “2012 Yıllık Raporu”nda uluslararası kurumların
verilerine dayanarak saptadığı gibi “Ülke grupları itibariyle ise küresel büyümenin
motorunun gelişmekte olan ekonomiler olduğu gözlenmektedir.” (www.maliye.gov.tr/.../Yıllık%20Ekonomik%20Rapor%202012.pdf)
IMF’nin verilerinden
görüleceği gibi kapitalizmin genel ekonomik krizi sürmektedir. Veriler 2014
yılı için de krizin devam edeceğini gösteriyor. Dünya ekonomisinin büyüme
trendi, kriz öncesi tepe noktasını yakaladığında ve aştığında dünya
kapitalizminin ekonomik krizden çıktığını saptamak gerekir. Ama bugünden
geleceğe bakan IMF, DB, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist kurumların ön
görüleri ve verileri şimdilik böyle bir çıkışı göstermemektedir. Bu tablonun
borç ve sermaye ihracı bakımından da derin etkileri olacağı, önemli sonuçlar
doğuracağı da açıktır. Brezilya, Meksika, Güney Afrika, Çin, Hindistan, Malezya,
Endonezya, Türkiye, Güney Kore vb. gibi ülkelerin ekonomik kriz içerisinde
olmaması genel ekonomik kriz yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Kapitalizmin
eşitsiz gelişimi yasasının gereği ya da bu yasanın keskinleşmesine bağlı olarak
dünyanın ağırlık merkezinin Asya-Pasifik havzasına doğru bir kayma süreci
yaşadığı gerçektir. Kapitalizmin 500 yıllık, son 300 yıllık tarihi sürecinde
dünyanın “merkezi”ni “Batı” oluşturuyordu, anlaşılıyor ki bu merkez,
kapitalizmin tarihinde ilk kez Batıdan Doğuya kayacak… Sürecin yönü budur.
Kapitalizmin
eşitsiz gelişme yasasının gitgide keskinleştiği, emperyalist rekabet ve
hegemonya mücadelesinin sertleştiği, ABD hegemonyasının temellerinin aşındığı,
Asya-Pasifik bölgesinin giderek öne çıktığı bir tarihsel kesitten geçiyoruz. Dünya
tekellerinin yönettiği emperyalist kapitalizminin genel ekonomik krizi sürmekte
ve ne zaman aşılacağı da belli değil. Kriz, yıkımlara devam etmektedir;
örneğin, “Dünyadaki küresel krizin en önemli sonuçlarında birisi, 75 milyonu 25
yaş altı olmak üzere toplam 200 milyon işsizin ortaya çıkması olmuştur.” (Bkz. T.C. Kalkınma Bakanlığı, “Dünya Ekonomisindeki Son
Gelişmeler” Raporu) Bu tablo içerisinde dünya proletaryası ve halklarının
mücadelesinin yönü yeni bir dünya devrimci atılımına işaret ediyor. Dünya
devriminin yeni bir atılımı olgunlaşma sürecinde. Bu koşullarda, “ABD’de
savunma, jeopolitik konularında isim yapmış Robert Kaplan’ın ‘Dünya Bir Anarşiye Doğru Gidiyor’” mu sorusunu sorması, analizleriyle emperyalist
ve neofaşist çığlıklar atması anlaşılırdır. Evet, emperyalist dünya sisteminin
bütün fay hatları hareketlidir ve kırılganlıkları gitgide artmaktadır.
Emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi, başlıca olarak,
mali sermaye grupları, ÇUŞ’lar ve arkalarındaki emperyalist devletler arasında
geçeceği için ve bu kavganın en önemli alanlarını ekonomik, mali, ticari,
politik ve askeri bakımdan stratejik önem taşıyan ülkeler, kavşaklar, kıtalar
oluşturacağı için ve bu emperyalist yaşam alanlarının ezici bir bölümü ya da
çoğu emperyalizme bağımlı ülkelerin oluşturduğu coğrafya olduğu için, bu büyük
kavganın yaşam alanlarını oluşturan ülkelere vb. politik, stratejik nedenlerle
de (ki, kar oranları zaten yüksektir) önümüzdeki süreçte daha fazla sermaye
ihracı gerçekleşebilecektir. Kuşkusuz ki, bu emperyalist duruş ve artan
yönelim, söz konusu ülke, havza ve kıta halklarına daha azgın bir ekonomik,
siyasi, askeri baskı ve zulüm getirecek, emperyalist boyunduruğu daha ezici
düzeye yükseltecektir. Ama öte yandan bu durum, enternasyonal proletarya ve
halkların devrimci ve sosyalist başkaldırısını da daha derinden mayalayarak
ateşleyecektir…
Ele aldığımız ve işlediğimiz sorunlar bağlamında Hazine
Müsteşarlığı’nın ve YASED’in yıllık raporlarını birlikte okumakta fayda vardır:
“Gelişmekte olan ülkeler dünya toplam yurtiçi uluslararası yatırım
stokunun %31’ine sahiptir. Söz konusu ülkeler arasında Hong Kong, Brezilya,
Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Meksika ve Singapur başı çekmektedir. Türkiye
145,6 milyar dolarlık stoku ile dünya genelinde 21. sırada yer almaktadır.” (“Uluslararası
Doğrudan Yatırımlar 2008 Yılı Raporu”, Hazine Müsteşarlığı www.hazine.gov.tr)
“UNCTAD’ın geçici verilerine göre,
2012 yılında global uluslararası doğrudan yatırım girişlerinin, 2011 yılına
göre %18 düşüş göstererek, 1.3 trilyon $ civarında gerçekleşmesi
öngörülmektedir. Bu düşüşe, makroekonomik kırılganlık ve Avro Krizi, ABD’deki
mali uçurum ve Hükümet değişiklikleri sonucu yaşanan siyasi belirsizlikler, asıl
neden olarak gösterilmektedir.”
“Rapora göre, 2012 yılında ilk defa gelişmekte olan
ülkeler gelişmiş ülkelerden -130 milyar $’lık fark ile– daha fazla UDY
çekebilmiştir. Bu ülkelere toplamda 680 milyar $ seviyesinde yatırım akışı
gerçeklemiştir. Buna karşın, gelişmiş ülkelerdeki UDY girişlerinde son 10 yılda
hiç görülmemiş sert düşüş kaydedilmiştir; AB ülkelerinin toplam UDY
girişlerinde 150 milyar $’lık kayıp yaşanmıştır. Sadece ABD’nin kaybı ise 80
milyar $’a ulaşmıştır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Batı Asya Bölgesinde
yaşanılan siyasi istikrarsızlığın ve küresel ekonomik ortamın yatırımcılar
üzerindeki ilave olumsuz etkisi ile birlikte, bu bölgeye UDY girişlerinde peş
peşe 4 yıldır düşüş gözlemlenmiştir. 2012 yılında 12,4 milyar $ UDY girişi ile
Türkiye, Saudi Arabistan’dan sonra en fazla UDY girişi olan ülke olmuştur. Makro
ekonomik belirsizlik ve güvensizlik ortamı, global sınır ötesi M&A işlemlerini
de etkilemiştir. 2012 yılında global M&A işlemlerinde %41 oranında düşüş
kaydedilmiştir. Aynı şekilde, yeni (greenfield) yatırımlar da %34 düşmüştür.”
“Rapora göre, 2013 yılında 1,4
trilyon $ ve 2014 yılında 1,6 trilyon $ olmak üzere global UDY akışlarında
kısmi bir artış öngörülmekte, ancak gelişmiş ülkelerdeki ve uluslararası finans
sistemindeki yapısal sorunlar, ve yatırımcı güvenini etkileyebilecek siyasi
istikrarsızlıklar gibi belirgin risklerin mevcudiyeti sebebiyle temkinli
yaklaşılmaktadır.” (www.yased.org.tr/.../Uluslararasi_Dogrudan%20Yatirimlar, iba.)
YASED’in UNCTAD’ın geçici
verileri üzerinde sunduğu veriler ve yaptığı değerlendirmelerden de
görülebileceği gibi, tablo karmaşıktır. Bunlar, ekonomik krizin etkisiyle dünya
çapında sermaye yatırımlarında bir düşüş olduğunu, bu düşüşten en fazla
etkilenen ülkelerin ise kriz içerisinde olan ülkeler olduğunu, istikrarsızlıklarla
birlikte sermaye yatırımlarının “gelişmekte olan ülkelere” yönelişinin
arttığını göstermektedir.
III
Konu bağlamında Türkiye’nin tablosuna biraz daha yakından bakmak
yararlı olacaktır.
Türkiye’nin dış borcu 1980 yılında sadece 13 milyar dolar iken,
bugün, 2012 itibari ile 340 milyar dolar civarına yükselmiştir. Oysa bu borç
miktarı, Hazine’nin verilerine göre, 1991’de sadece 53 milyar 623 milyon dolar;
2000’de ise 118 milyar 602 milyon dolardı. Türkiye’de doğrudan ve ortaklık
biçiminde üretime yatırılan emperyalist sermaye miktarı önemli ve artmakta
birlikte daha sınırlı bir yer tutmaktadır. Son yıllarda, sudan ucuza
özelleştirmeler yoluyla, şirket satın alma ve birleşmeler yoluyla Türkiye’ye
giren emperyalist sermaye miktarı daha da artmış bulunuyor. Ki Türkiye
“gelişmekte olan ülkeler” kategorisinde gösterilmektedir.
TCMB’nın verilerine göre, T.C.’ye “doğrudan yabancı
yatırım girişleri”, yıllar itibari ile özetle şöyledir: 1980: 18 milyon dolar.
1990: 684 milyon dolar. 1995: 885 milyon dolar. 2000: 982 milyon dolar. 2001: 3
milyar 352 milyon dolar. 2002: 1 milyar 133 milyon dolar; 2003: 1,752; 2004:
2,885; 2005: 10. 029; 2006: 19,918; 2007: 21 milyar 873 milyon dolar. Bu
süreçte, 1980’de 408 milyon dolar olan cari açık da sürekli büyüyerek 2002’de 1
milyar 519 milyon dolara, 2003’de 8 milyar 036 milyon dolara, 2005’de 15 milyar
599 milyon dolara, 2006’da 32,193; 2007’de 37 milyar 966 milyon dolara
sıçramıştır. Ki Türkiye’de “kamu borç stoku”nun en bölümünü (% 70-75 gibi) “iç
borçlanma”, “iç borç”lar oluşturmaktadır.
YASED’in “2012 Yıl Sonu Uluslararası Doğrudan
Yatırımlar Raporu”na göre, “2012 yıl sonu itibari ile Türkiye’ye uluslararası
doğrudan yatırım (UDY) girişleri 12,4 milyar $ olmuştur. UDY girişleri, global
UDY akışları paralelinde, 2012 yılında, bir önceki yıla göre %23 oranında düşüş
göstermiştir. 2013 yılında, uluslararası yatırımcıların ilgisinin sürmesi
beklenmekte, stratejik yatırımların yanısıra özel sermaye fonlarındaki artış
trendinin sürmesi ile birlikte, 15-20 milyar $ arasında bir giriş
öngörülmektedir. 2013 yılının yoğun özelleştirme programı paralelinde,
ihalelerinin başarıyla tamamlanması durumunda bu miktar daha da artabilecektir.” (“Şubat 2013- No: 4”, www.yased.org.tr/) Aynı rapora göre, 2007’de tepe
noktası olan 22 milyar dolarlık “uluslararası doğrudan sermaye girişi” 2008’de
19.8’e, 2009’da 8.7’ye gerilerken, 2010’da 9.0’a, 2011’de 16.0’a, 2012’de
12.4’e doğru yeniden yükseliş eğrisi çizmiştir. Söz konusu iniş ve çıkışların Türkiye’nin
de bir parçası olduğu küresel çapta yaşanan ekonomik krizle bağlı olduğu
açıktır* (Tablonun daha iyi anlaşılabilmesi için 2011
yılında TC’ye giren “portföy” yatırımlarının-sıcak para- ise 19 milyar dolar
civarında olduğunu hatırlatalım.)
Rapor’dan okumaya devam edelim:
“Türkiye’ye 12,4 milyar $’lık
girişin 9,3 milyar $’ını net doğrudan yabancı sermaye girişleri oluşturmuştur.
Girişlerin 416 milyon $’lık kısmı kredilerin de yer aldığı diğer sermaye ve 2,6
milyar dolarlık kısmı ise yurtdışında yerleşik kişilerin gayrimenkul
alımlarıdır.” “Türkiye’deki UDY stok değeri - gösterge niteliğindeki geçici
verilere göre - 2012 sonu itibari ile 181 milyar $’dır. Ekonomi Bakanlığı verilerine
göre, Türkiye’deki toplam uluslararası sermayeli şirket sayısı ise, 2012
sonu itibari ile, 32,604’e ulaşmıştır. 2012 yılında toplam girişlerin %55’ini
sanayi sektörlerine girişler, %45’ini ise hizmet sektörlerine girişler oluşturmuştur.”
Geçmeden biz ekleyelim, 1924
yılında T.C.’de yabancı sermayeli şirket sayısı sadece 94’tür. 1929’da ise bu
sayı 114’tür. 1954-2002 arası toplam yabancı sermayeli şirket sayısı 5294’tür. 2007
yılı sonu itibariyle bu sayı 18, 308’dir. 2012 sonu itibari ile uluslararası
sermayeli şirket sayısının 32 bini aşmış olması, Türkiye’de emperyalist sömürü
ve tahakkümün hızla derinleştiğinin açık bir kanıtıdır. Burada da 12 Eylül
askeri faşist darbesinin ve askeri faşist cuntanın rolünün altının ayrıca
çizilmesi gerekir… Yabancı sermayeli şirket sayısındaki en hızlı artış ve
kapsamlı gelişmenin 2002 sonrası özellikle AKP hükümetleri döneminde
gerçekleştiğini vurgulamak gerekmektedir. Erdoğan boşu boşuna “Tabii ki görevim
memleketi tüccar gibi pazarlamaktır” dememişti yani…
Türkiye’deki DYY’lerin çok önemli bir bölümü satın
almalar ve birleşmeler biçiminde gerçekleşmektedir. (Ki bu, uluslararası DYY
hareketinde de çok temel bir yere, ağırlıklı yere sahiptir, yani salt
Türkiye’yle sınırlı bir hareket değildir.)
YASED’i birlikte dinleyelim:
“Deloitte tarafından hazırlanan ve Türkiye’de birleşme ve satın
almaların genel görünümünü ortaya koyan Annual Turkish M&A Review 2012
Raporu’na göre, Türkiye’nin ekonomik performansının olumlu etkisiyle, 2012 yılı
M&A açısından bugüne kadar en fazla işlem gerçekleştirdiği dönemini
oluşturmuştur. Yılın son çeyreğinde yoğunlaşan özelleştirmelerin de etkisiyle,
işlem hacminde kriz sonrası dönemin en yüksek seviyesi gerçekleşmiştir.
“Rapora göre, 2012 yılında toplam değeri yaklaşık 28 milyar $
olan 259 işlem kaydedilmiştir. Böylelikle, 2011 yılına kıyasla, toplam değerde
%87’lik artış kaydedilmiş ve ilave 18 işlem daha gerçekleşmiştir.
“Uluslararası yatırımcılar, 259 işlemin 119 tanesine taraf
olmuş, 13 milyar $’lık (henüz açıklanmamış satışların işlem değeri
öngörüleri dahil olarak) işlem hacmiyle özelleştirmeler ayrı tutulduğunda
toplam işlem hacminin %82’sini oluşturmuştur. Bu oran 2011’de %74, 2010 yılında
%36, 2009 yılında %38, 2008 ve 2007 yıllarında ise %75 seviyelerinde
gerçekleşmiştir. İşlem hacmi üzerinde belirleyici olan özelleştirmeler, 2012
yılında toplam değeri 12,1 milyar $ olan 19 işlem gerçekleştirmiştir.
Böylelikle, özelleştirmelerin toplam işlem hacmindeki payı %43’e ulaşmıştır.
Türk Telekom’un satışı ardından Türkiye’de ikinci büyük özelleştirmeyi, daha
sonra iptal edilen Koç Holding-Gözde Girişim-UEM Group Berhad ortaklığı
sağlamaktaydı. Geri kalan özelleştirmeler ise ağırlıklı olarak E. On Enerjisa; Goldman
Sachs – Aksa Enerji and Inter RAO – AEI gibi enerji üretim ve dağıtım
şirketlerinin satışlarıdır. 2012 yılında, sırasıyla, Sberbank-Denizbank, SAB
Miller-Anadolu Efes, Aeroports de Paris Group-TAV Havalimanları Holding,
Amgen-Mustafa Nevzat İlaç, ve Burgan Bank-Eurobank Tefken, yılın öne çıkan uluslararası
büyük ölçekli işlemlerini oluşturmuştur.
“Buna karşın, özel sermaye fonu işlemleri açısından yine
hareketli bir yıl gerçekleşmiştir. 2012 yılında özel sermaye fonları, 1,6
milyar $ olan ve 57 işlem adedi ile (bugüne kadarki en yüksek işlem adedi) 2012
yılında M&A işlemlerinde etkili olmuştur. Uluslararası fonlar yoğunlukla
e-ticaret, perakende, imalat ve hizmetler sektörlerine yönelmiştir.” ((Bkz. (www.yased.org.tr/.../Uluslararasi_Dogrudan%20Yatirimlar_Degerlendir...,
abç.)
Özel bir yoruma gerek yok; birleşme ve satın almalarda yabancı
sermayenin yeri, ağırlığı açıktır.
IMF’nin yayınlamış
olduğu bir rapora göre, 2010 yılı sonu itibari ile tüm ülkelerin diğer ülkelere
yaptığı portföy yatırımların toplam tutarı 40 trilyon 3 milyar dolardır. Bu
yatırımların toplam üçte ikisi AB+ABD+Japonya tarafından yapılmıştır. Türkiye’ye
yapılan toplam portföy yatırımları ise 124, 8 milyar dolardır. Türkiye’ye gelen
portföy yatırımları içerisinde “bıyıklı sermaye”de vardır ve bu sermaye, vergi
kaçakçısı Türk kapitalistlerine ait sermayedir.
“Son 10 yılda, dış kredilere ödenen faizler,
yabancıların Türkiye'deki doğrudan yatırımlardan kar transferleri, sıcak para fonların hisse senedi, DİBS gibi
araçlara park etmiş portföy yatırımlarından elde ederek ülkelerine aktardıkları
kazançlar ve Türkiye'de çalışan yabancıların aldığı ücret ve primlerden
aktarmalar yoluyla yurtdışına gerçekleşen toplam kaynak transferi miktarı 114.2
milyar dolara ulaştı.”
2012 yılında “faiz transferi 11.8 milyar
dolar”dır. “Portföy kazancı yatırım
karını aştı
2003-2012'yi kapsayan son on yıllık dönemde; Türkiye'de doğrudan yatırımı bulanan yabancı yatırımcılar yaklaşık 20 milyar dolar kar transferi gerçekleştirirken, sıcak para olarak adlandırılan kısa vadeli spekülatif yabancı sermayenin portföy yatırımlarından elde ederek yurt dışına aktardığı tutar 32.7 milyar dolara ulaştı. Son on yılda doğrudan yatırımlardan kar transferi, aynı dönemde ortaktan kredi kullanımı ve taşınmaz alımları da dahil toplam doğrudan yatırım girişinin yüzde 16'sı düzeyinde gerçekleşirken, portföy yatırımlarından yapılan transferler ise bu dönemdeki toplam 118.3 milyar dolarlık girişin yüzde 28'ine ulaştı. Buna göre parayla para kazanmak için gelen ve borsa ve kamu kağıtlarına yatırım yapan sıcak paracılar, Türkiye'de katma değer yaratan, istihdamı artıran ve cari açığı küçülten ‘doğrudan yatırımlar’ı gerçekleştiren yabancı yatırımcılardan daha karlı çıktı.” (9/2/2013, Dünya Gazetesi)
2003-2012'yi kapsayan son on yıllık dönemde; Türkiye'de doğrudan yatırımı bulanan yabancı yatırımcılar yaklaşık 20 milyar dolar kar transferi gerçekleştirirken, sıcak para olarak adlandırılan kısa vadeli spekülatif yabancı sermayenin portföy yatırımlarından elde ederek yurt dışına aktardığı tutar 32.7 milyar dolara ulaştı. Son on yılda doğrudan yatırımlardan kar transferi, aynı dönemde ortaktan kredi kullanımı ve taşınmaz alımları da dahil toplam doğrudan yatırım girişinin yüzde 16'sı düzeyinde gerçekleşirken, portföy yatırımlarından yapılan transferler ise bu dönemdeki toplam 118.3 milyar dolarlık girişin yüzde 28'ine ulaştı. Buna göre parayla para kazanmak için gelen ve borsa ve kamu kağıtlarına yatırım yapan sıcak paracılar, Türkiye'de katma değer yaratan, istihdamı artıran ve cari açığı küçülten ‘doğrudan yatırımlar’ı gerçekleştiren yabancı yatırımcılardan daha karlı çıktı.” (9/2/2013, Dünya Gazetesi)
AA. muhabirlerinin verdiği habere göre, 2012’nin ilk dokuz ayı
itibari ile “Portföy yatırımları 24,9 milyar dolarla tarihi zirvesini” yapmıştır.
2012’de Türkiye pazarına giren yabancı DYY 9 milyar dolardır, oysa
aynı yılda portföy yatırımı olarak gelen sermaye ise 25 milyar dolar gibi
yüksek bir meblağa yükselmiştir. Bu, aynı zamanda TC’nin sıcak para
hareketlerine ne denli bağımlı hale geldiğinin de çarpıcı bir kanıtıdır.
Yukarıdaki
olgular, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını gösteren verilerdir. Keza, T.C.’nin
“yabancı sermaye” bakımından ilgi çeken ülkelerden biri olduğunu da
sergilemektedir. Temeli “24 Ocak Kararları”yla (1979) atılan ama özellikle 1980
askeri faşist darbesiyle açılan süreçten sonra “ekonominin liberalizasyonu”
politikaları ekseninde başlayan ve gelişen süreçle birlikte, açık ki Türkiye’ye
yabancı sermaye girişleri her bakımdan artmıştır. Bu artış “doğrudan yatırımlar”
bağlamında da gerçekleşmiştir. Bu durum T.C.’nin emperyalizme artan
bağımlılığının da bir göstergesidir. Türkiye bakımından sürekli büyüyen ithalat,
ithalat ve ihracat arasındaki sürekli artan açık ya da sürekli büyüyen “cari
açık” da söz konusu bağımlılığın göstergelerinden birisidir. “Örneğin İhracat
açısından başarılı sayılan 2012 yılında bile ihracat ithalatın ancak yüzde
65.0’ini karşılayabiliyor.” “Ekonominin liberalizasyonu” ile, bir diğer
ifadeyle Türkiye pazarının uluslararası tekellere ardına dek açılmasıyla
ihracatın atılım yaptığı doğrudur. Ama bu gerçeğin sadece bir yanıdır. Oysa
aynı gelişme ithalattaki atılımla, cari açığın iniş veya çıkışlara karşın,
büyümesiyle, ihracatın ithalatı karşılama oranlarının geriden seyretmesiyle,
eksi açık vermesiyle, böylece dışarıya yabancı sermaye lehine net kaynak
transferlerinin gerçekleşmesiyle el ele geliştiği ise kamuoyunun gözünden
gizlenmeye çalışılmıştır. Tabii ki burada “kamuoyu” tekeller, holdingler, kredi
derecelendirme kuruluşları değil, emekçi kitleler oluyor.
Türkiye’nin imalat sanayinin ithalata
bağımlılığı % 40’dır. Bu oran 2008’de % 35, 2011’de ise % 40’ın üzerinde %
45’ler civarındadır. İthalatın, % 70’ler civarında makine, demir çelik, kimya, otomotiv,
tekstil, gıda, tarım sektörlerinde gerçekleşmesi ithalatın kapsamını
göstermektedir. 2011 itibari ile Türkiye’nin ihracatı 81 milyar 432 milyon
dolardır, ithalatı ise 135 milyar 884 milyon dolardır. Böylece dış ticaret
açığı 54 milyar 432 milyon dolardır. (Kaynak TCMB) TCMB’nin “Finansal İstikrar
Raporu”nda ise (Kasım 2012) “2012 yılı Mart ayı itibari ile yıllık 85,2 milyar
ABD doları olan dış ticaret açığı”ndan bahsediliyor ve “2012 yılı Eylül ayı
itibarıyla yıllık 70,1 milyar ABD dolarına gerile”diği saptanıyor. (Bkz. www.tcmb.gov.tr) Yüksek ithal girdi,
ihracatın ithalatı karşılama oranını düşürmekte cari açık büyümekte, dış
ticaret hadleri kötüleşmekte, cari açığın finansmanı için yeni borçlanmayı
gerekli kılmakta, böylece borçlanma sürecini de ivmelemektedir. O halde
“ithalata bağımlı büyüme” “Türkiye’nin uluslararası rekabet gücü”nü de negatif
yönde etkilemektedir. Ama bu durum dışa bağımlılığın bir göstergesidir sadece.
TC’nin enerji alanında dışa bağımlılığının % 70’lerde dolanması, enerji kaynaklarının “ulusal
ekonomi” bakımından da yaşamsal bir yere sahip olması, Amerikancı faşist
diktatörlüğün, azgın bir emperyalizm işbirlikçiliğiyle tanınan AKP’nin ve
hükümetlerinin özelde Ortadoğu’da Kürdistan petrollerine neden bu kadar göz diktiğinin, “Ortadoğu benim çiftliğimdir” türünden
efelendiğinin de bir verisini bizlere sunmaktadır.
Şubat
2009 Sabah İnternet Sitesi’nde yer alan “Dünya borç içinde yüzüyor” başlığıyla
verilen haberde, şunlar yazılıyor:
“Türkiye,
247,1 milyar dolarlık toplam dış borç stokuyla dünya sıralamasında 23. sırada.”
“Türkiye'nin
iç borcunun milli gelire oranı da yüzde 29,81. Bununla Türkiye
51 ülkenin bulunduğu sıralamada en borçlu ülkeler sıralamasında 22. sırada yer
alıyor.”
Milliyet’in internet sitesinde 12 Ekim 2010 tarihinde yer alan
“İşte dünyanın en borçlu ülkeleri” başlıklı haberde, “Dünya Bankası ve IMF’nin
Ekim ayı ‘Dünya Ekonomik Görünümü 2010’
raporuna göre” “Türkiye ise bu listede
26'ıncı sırada ve kişi başı dış borç ise 3 bin 724 dolar.”
Yapılan değerlendirmelere göre “Türkiye'nin dış borcu
2002'den 2011'e gelinceye yüzde 137 arttı. 2011 sonundaki 306.6 milyar dolarlık
borç stoku” bulunmaktadır. “2002-2011 döneminde özellikle kısa vadeli borçlarda
inanılmaz bir artış oldu. Bu dönemde kısa vadeli dış borçlar tam yüzde 410
artış gösterdi. Kısa vadeli dış borçlarda sanılanın aksine asıl hızlı artış
özel sektörde değil, kamu sektöründe kaydedildi. Bu dönemde kamunun kısa vadeli
dış borçlarında yüzde 666 oranında artış ortaya çıktı. Özel sektörün kısa
vadeli borcu ise yüzde 445 oranında arttı.” Ki bu dönem AKP hükümetleri
dönemidir…
Cumhuriyet yazarı Mustafa Pamukoğlu, “Ekonomide
Kırılganlık Artıyor” başlıklı yazısında şunları söylüyor:
“CHP Genel Başkan
Yardımcısı Faik Öztrak ekonomiyi geçen gün değerlendirirken önemli tespitler
yaptı.
Finansman açığımız büyüyor
Türkiye’nin bir yıldan az sürede ödeyeceği dış borçlar 2013’ün ilk ayında 7 milyar dolar artarak 107.6 milyar dolara çıktı. Buna uzun vadeli borçlardan kısa vadeye düşenleri de eklersek önümüzdeki bir yılda ödenecek toplam borç 150 milyar dolar olacak. Buna 67 milyar dolarlık 2013 cari açığını eklediğimizde ekonomide çarkların dönebilmesi için 217 milyar dolarlık finansmana ihtiyacı ortaya çıkıyor.
Merkez Bankası rezervleri bu açığı kapamaya yetmiyor
Bu yılın ocak ayında ise Merkez Bankası kasasında 125 milyar dolar rezerv, buna karşılık 107.5 milyar dolarlık kısa vadeli dış borç ve 46.8 milyar dolarlık cari açık var. Yani her 100 dolarlık borç ve cari açık karşılığında devletin kasasındaki döviz ve altın rezervi 81 dolar. Bu yeterli mi, hayır...
Döviz açık pozisyonumuz artıyor
Türkiye’nin yurtdışına yükümlülükleri ocak ayında 643 milyar dolara ulaşmış durumda.
Yurtdışından alacak ve rezervlerimizin toplamı ise 217 milyar dolar olmuş.
Böylece Türkiye’nin net finansal yükümlülüğü yani döviz açık pozisyonu 426 milyar dolar.
Bu döviz pozisyon açığının GSYH’ye oranının % 54’e çıktığı anlamına geliyor. Uluslararası Para Fonu % 40’lık oranın üstünü tehlikeli olarak tanımlıyor. Bu nedenle döviz açık pozisyonumuz bakımından tehlikeli durumdayız.” (26 Mart 2013)
Finansman açığımız büyüyor
Türkiye’nin bir yıldan az sürede ödeyeceği dış borçlar 2013’ün ilk ayında 7 milyar dolar artarak 107.6 milyar dolara çıktı. Buna uzun vadeli borçlardan kısa vadeye düşenleri de eklersek önümüzdeki bir yılda ödenecek toplam borç 150 milyar dolar olacak. Buna 67 milyar dolarlık 2013 cari açığını eklediğimizde ekonomide çarkların dönebilmesi için 217 milyar dolarlık finansmana ihtiyacı ortaya çıkıyor.
Merkez Bankası rezervleri bu açığı kapamaya yetmiyor
Bu yılın ocak ayında ise Merkez Bankası kasasında 125 milyar dolar rezerv, buna karşılık 107.5 milyar dolarlık kısa vadeli dış borç ve 46.8 milyar dolarlık cari açık var. Yani her 100 dolarlık borç ve cari açık karşılığında devletin kasasındaki döviz ve altın rezervi 81 dolar. Bu yeterli mi, hayır...
Döviz açık pozisyonumuz artıyor
Türkiye’nin yurtdışına yükümlülükleri ocak ayında 643 milyar dolara ulaşmış durumda.
Yurtdışından alacak ve rezervlerimizin toplamı ise 217 milyar dolar olmuş.
Böylece Türkiye’nin net finansal yükümlülüğü yani döviz açık pozisyonu 426 milyar dolar.
Bu döviz pozisyon açığının GSYH’ye oranının % 54’e çıktığı anlamına geliyor. Uluslararası Para Fonu % 40’lık oranın üstünü tehlikeli olarak tanımlıyor. Bu nedenle döviz açık pozisyonumuz bakımından tehlikeli durumdayız.” (26 Mart 2013)
“Muhalefet”in abartma, “iktidar”ın da örtbas etme, gerçekleri
çarpıtarak kamuoyunu yedekleme operasyonunu, psikolojik harekatını unutmamak
koşuluyla yapılan açıklamalar önemlidir ve önemli bir fikir vermektedir tablo
hakkında.
Yine bir diğer Cumhuriyet yazarı konu babında şunları
söylemektedir:
“Türkiye’nin ulusal geliri (gayri safi yurtiçi hasıla, GSYH)
2008’de 742.1 milyar düzeyinde; toplam dış borç stoku ise 281 milyar dolar idi.
Bu borcun 52.5 milyar doları kısa vadeli borç niteliğinde idi. Aşağıda TÜİK ve
TC Merkez Bankası’ndan derlediğimiz veriler, Türk ekonomisinin küresel büyük
durgunluk sürecinde (2008-2012) dış borçlanma ve büyüme serüvenini
sergilemektedir.
“ Türkiye 2008’den 2012’ye toplam 55.8 milyar dolar net yeni dış borç biriktirmiştir. Bu dönemde ulusal gelirimiz dolar bazında toplam 44.3 milyar artış göstererek 786.4 milyar dolara yükselmiştir.
“Yani, 2008 sonrasında Türkiye ekonomisi ulusal gelirini 44.3 milyar; dış borçlarını ise 55.8 milyar dolar yükseltmiştir. Dış borçlanmadaki toplam net artış, ulusal gelirdeki toplam artıştan daha fazladır. (Söz konusu dönemde, zaman zaman Türkiye’nin Çin’den sonra dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi diye içeride ve dışarıda pazarlanmakta olduğunu anımsatalım).
“Türkiye’yi baş döndürücü bir hızda dış borç batağına sürükleyen bu başarı mucizesinin çok çarpıcı bir diğer niteliği ise dış borçlanmanın büyük oranda kısa vadeli yapıda olmasıdır. Kısa vadeli dış borçlanmadaki net artış 48.4 milyar dolar ile toplam dış borç artışının yüzde 87’sini vermektedir.” (Erinç Yeldan, Borçlanarak Büyüme, 10 Nisan 2013)
“ Türkiye 2008’den 2012’ye toplam 55.8 milyar dolar net yeni dış borç biriktirmiştir. Bu dönemde ulusal gelirimiz dolar bazında toplam 44.3 milyar artış göstererek 786.4 milyar dolara yükselmiştir.
“Yani, 2008 sonrasında Türkiye ekonomisi ulusal gelirini 44.3 milyar; dış borçlarını ise 55.8 milyar dolar yükseltmiştir. Dış borçlanmadaki toplam net artış, ulusal gelirdeki toplam artıştan daha fazladır. (Söz konusu dönemde, zaman zaman Türkiye’nin Çin’den sonra dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi diye içeride ve dışarıda pazarlanmakta olduğunu anımsatalım).
“Türkiye’yi baş döndürücü bir hızda dış borç batağına sürükleyen bu başarı mucizesinin çok çarpıcı bir diğer niteliği ise dış borçlanmanın büyük oranda kısa vadeli yapıda olmasıdır. Kısa vadeli dış borçlanmadaki net artış 48.4 milyar dolar ile toplam dış borç artışının yüzde 87’sini vermektedir.” (Erinç Yeldan, Borçlanarak Büyüme, 10 Nisan 2013)
Ekonomiyi ve ekonomik gelişmeleri yakından takip etmesiyle de
bilinen Yeldan bir diğer yazısında ise şunları dile getirmektedir:
“Kredi derecelendirme kuruluşu S&P Türkiye’nin kredi notunu
bir kademe yükselterek BB+’ya yükseltildiğini duyurdu. Böylelikle Türkiye “yatırım
yapılabilir ekonomi” konumuna bir adım daha yaklaştı.
“İlginçtir ki, S&P’nin söz konusu kararına ilişkin
gerekçeleri, Türkiye ekonomisinin ileriye dönük “olumlu beklentilerden”
ziyade, süregelen risklerine daha fazla vurgu yapmaktaydı. Örneğin, 2013 Ocak
ayı verilerine göre cari işlemler açığının 12 aylık toplamı 46.8 milyar dolar
düzeyinde süregelmekteydi. Dahası, 2013’ün ilk çeyrek dönemine ait öncü veriler
dış açığın tekrar yükselme eğilimi içinde bulunduğunu; dahası, finansman
kalitesindeki bozukluğun da sürmekte olduğunu göstermekteydi.
“Kamu maliyesinde ise büyüme hızındaki durgunluğa bağlı olarak
bozulma eğilimi devam etmekteydi. Milli gelire oran olarak yüzde 2 civarında
olan faiz dışı birincil bütçe fazlası erimiş ve 2012 sonunda sıfırlanmış
durumdaydı.
“2012 yılının bütününde bu koşullar sürerken ulusal ekonominin
dış borç gereksinimi hızla artmış ve özellikle kısa vadeli dış borç stoku
yeniden Merkez Bankası’nın (brüt) rezervlerinin üstüne taşmıştı. Kısa vadeli
dış borçların rezervlere oranı 2012’nin mayıs ayında yüzde 120 ile tepe
noktasına ulaşmış, daha sonra düşmesine karşın, eylül ayıyla birlikte yeniden
yükselme eğilimine girmişti. Ocak 2013 itibarıyla söz konusu oran yüzde 103 ile
Merkez Bankası rezervlerinin üstünde seyretmektedir.
“Kısa vadeli dış borç stoku 2012 boyunca 85.2 milyar dolardan,
107.5 milyar dolara yükselmiştir. Yani 2012’de kısa vadeli dış borçlar net olarak
22.3 milyar dolar artmıştır. Pazartesi günü yayımlanan verilere göre ise, 2012
yılı boyunca ulusal gelirde dolar bazındaki artış miktarı ise sadece 12.2
milyar dolar olmuştur. Yani, 2012’de Türkiye ulusal gelirinin neredeyse iki
misli hızda kısa vadeli dış borç biriktirmiştir!
“Nitekim, büyüme hızındaki yavaşlama 2012’yi açıklayan net bir
göstergedir: 2012’nin son çeyreğini sadece yüzde 1.4’lük büyüme ile kapatan
ulusal ekonominin sert iniş koşulları ortaya saçılmış, büyüme balonu
sönme sürecini sürdürmüştür...” (Not artışı Öncesi ve Sonrası, 3 Nisan
2013)
Şu veriler de TC’nin emperyalizme bağımlılığını
gösteren önemli verilerdir. “Gelişmekte olan ülkeler dünya toplam yurtiçi
uluslararası yatırım stokunun %31’ine sahiptir. Söz konusu ülkeler arasında Hong
Kong, Brezilya, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Meksika ve Singapur başı
çekmektedir. Türkiye 145,6 milyar dolarlık stoku ile dünya genelinde 21. sırada
yer almaktadır.” YASED tarafından 2013’de yayınlanan rapora göre ise “Türkiye’deki
UDY stok değeri - gösterge niteliğindeki geçici verilere göre - 2012 sonu itibari
ile 181 milyar $’dır.” Borç yükü+potföy “yatırım”ları+doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını+teknolojik
bağımlılığı+eşitsiz ticareti birlikte düşündüğümüzde Türkiye’nin emperyalizme
ekonomik, mali, ticari bağımlılığının derinliğini daha iyi görebiliriz. Demek
ki emperyalist sermaye Türkiye’ye Türkiye işçi sınıfının ve halklarının gül
hatırı için gelmemektedir…
ÇUŞ’lu emperyalizm döneminde ülkeler arasında yabancı sermaye
çekme rekabeti de keskin bir olgudur. Rekabet her düzeydedir, her yerdedir. “Ekonomilerin
liberalizasyonu” ile yabancı sermaye çekme yarışı birbirini tamamlamaktadır. Zaten
uluslararası sermaye, emperyalist devletler, uluslararası bankalar ve mali
tekeller, ÇUŞ’lar, ekonomilerini “neoliberalizm”in gereklerine göre
yapılandırmayan ülkelere gitmemekte ya da ellerindeki mali, teknolojik vb.
ayrıcalıkları baskı ve şantaj aracı olarak kullanarak, “liberalizasyon”a karşı direnen
ya da direnebilecek ülkelere karşı keskin bir saldırı harekatı
örgütlemektedirler. Buna karşı şu veya bu nedenle direnen ülkeler ise, örneğin
Libya, Suriye örneklerinde olduğu gibi yerle bir edilmektedir.
Diğer
ülkeler gibi Türkiye de yabancı sermaye çekme yarışı içerisinde olan ülkelerden
birisidir. YASED türü “sivil toplum örgüt”leri bunun için var ve işlevli de
çalışmaktadırlar. YASED, 1980’de “14 uluslararası şirket tarafından” kurulur. YASED’in
(Uluslararası Yatırımcılar Derneği) 30. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle
çıkarılan “30. Yıl Özel Sayısı”nda, YASED’in eski başkanlarından (1998-2003)
Faruk Yöneyman, tiksinti verici bir iştahla, “Dün emperyalizmin bir vasıtası
sayılan Yabancı Sermaye, bugün her yerde aranır durumdadır” saptamasını
yapmaktadır. Yöneyman, kendi başkanlığı döneminde, “uluslararası yatırımlar
açısından Türkiye’deki ana sorunları” özetlerken, ikinci maddede, “ ‘Yabancı’
kelimesine karşı toplumdaki algılama ve devlet kademelerindeki çekimser tavır” vurgusunda
bulunur ve öğünerek, “ ‘Yabancı sermaye’ yerine ‘Uluslararası Doğrudan Yatırım’
konsepti vurgulanarak toplumdaki yanlış algılamanın değiştirilmesi için
çalışmalar” yaptığını ve yaptıklarını dile getirir. Burada, “halkla ilişkiler uzmanlığı”na,
“toplum mühendisliği”ne dayanan bir çalışmasıyla, iğrenç bir demagoji ve
ideolojik manipülasyonla karşı karşıya olduğumuz açıktır… YASED’in “vizyonu”na
girmek gerekmiyor, o zaten bellidir…
“Uluslararası yatırımcılar gözünde Türkiye’nin
bir cazibe merkezi”, “dünya devleri için bölgesel üs konumuna”, bir “enerji
koridoruna” çevrilmesi, emperyalist sermayenin özgürce cirit attığı bir ülke
haline getirilmesi zaten uluslararası sermayenin, işbirlikçi yerli sermayenin-devletin-hükümetlerin-“STK”ların
asli görevidir… “Özel Sayı”da ittifakla vurgulanan “yükselen piyasalar
içerisinde değerlendirilen ülkemizde” “yabancı sermaye hayati önem taşıyan bir
unsurdur”, “uluslararası pazarlara açılım ve küresel rekabet gücü bakımından ülkemiz
ekonomisinin güçlenmesi ve dünyayla entegre olması açısından katalizör” bir
rolü bulunmaktadır saptaması sistem temsilcilerinin emperyalizm
işbirlikçilerinde sınır tanımadıklarının çarpıcı bir ifadesidir. “Özel Sayı”da
yazan eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın “sermaye, verimin (siz kar,
kar oranı diye okuyun) düşük olduğu gelişmiş ülkelerden verimin daha yüksek
olduğu ülkelere yönelmektedir” vurgusu yabancı sermayenin T.C.’de ne aradığının
iyi bir ifadesidir. YASED Eski Başkanı Yavuz Canevi’nin yazısının başlığı olan
“Yabancı sermaye artık Türkiye’de Yabancılık çekmiyor” sözleri T:C.’nin
çoktandır emperyalist sermayenin konforlu evi haline getirilmiş olduğunun da
çarpıcı bir ifadesidir. Keza, “İstanbul
Finans Merkezi projesi” de yukarıdaki perspektifle bağlıdır ve İstanbul’u
Türkiye’yi hem onu çevreleyen bölgede hem de dünya çapında finansal bir merkez
haline getirme stratejisi ile bağlıdır. Ki bu proje AKP Hükümeti tarafından
onaylanmıştır. İstanbul’un rantsal, pardon “kentsel dönüşümü” stratejisi aynı
zamanda bu olguyla bağlıdır.
“Özel
Sayı”da yayınlanan yazısında DPT Eski Müsteşarı Ali Tigrel’in belirttiği gibi, “ekonomimizin
dış açığı hızla artmakta ve bunun finansmanı büyük ölçüde sıcak para ile
olmaktadır.” Ve unutmayalım ki “İMKB’de işlem gören hisse senetlerinin üçte
ikisi yabancı yatırımcıların sahipliğindedir.” “Son 30 yılda yabancı sermaye”
başlığı atarak yazısını yazmış olan Hazine ve Dış Ticaret Eski Müsteşarı Dr.
Namık Kemal Kılıç, “1954 ile 1980 yılları arasında
Türkiye’ye gelen kümülatif yabancı sermaye 278 milyon dolar iken; bu rakam 1992
yılında 4,3 milyar dolara, 2002 yılında 15,1 milyar dolara çıkmış olup, 2010
sonunda 104 milyar dolara ulaşacağı öngörülmektedir. Görülebileceği gibi
yabancı sermaye girişleri 1980 yılından sonra katlanarak artmıştır.” diyerek
öğünmektedir. “30 yılda Türkiye ekonomisinde yaşanan değişim” başlığı altında
yazan Hazine Müsteşarı İbrahim H. Çanakçı, “2000’li yılların başından beri
ekonomi politikalar ile” gerçekleştirilen “yapısal dönüşümün” sonucu, “Global
finans krizinin Türkiye ekonomisini çeşitli kanallarla etkilemesinden önceki
dönemde”, T.C.’nin “hem ticari hem finansal hem de doğrudan yabancı yatırımlar
bağlamında dünya ekonomisi ile entegre olmuştur” değerlendirmesini yapmaktadır.
Çanakçı da “Geçen 30 yıllık süreçte, uluslararası yatırımcıların Türkiye
algısında ciddi değişimler gerçekleşmiş ve Türkiye bugün tercih edilen yatırım
merkezleri arasında yerini almıştır. 1980’li yıllarda Türkiye’deki uluslararası
doğrudan yatırım girişleri 500 milyon dolar seviyesinin altındayken, 2000’li
yıllarda bu girişler 20 milyar dolar seviyesini aşmıştır.” vurgusunda
bulunmaktadır. “1980’den 2010’a ve geleceğe... Türkiye’nin yabancı yatırım
yolculuğu” başlığı altında yazan Hazine Müsteşarlığı Müsteşarlık Müşaviri
(2006-2010 Yabancı Sermaye Genel Müdürü) Berrin Bingöl “Doğrudan yabancı
yatırımlarda beklenen gelişme, 2003 yılında gerçekleşen 1,7 milyar dolarlık
girişle başlamıştır. İzleyen yıllarda rakamlar ciddi bir artış eğilimi
göstermiş olup 2004 yılında 2,8 milyar dolar, 2005 yılında 10 milyar dolar,
2006 yılında 20 milyar dolarlık DYY girişleri gerçekleşmiştir. 2007 yılındaki
22 milyar dolarlık DYY girişi ile, bir anda uluslararası yatırımcıların gözleri
Türkiye’ye çevrilmiştir. Ekonomik ve siyasi istikrarın yanısıra, AB üyelik
müzakerelerine başlanmış olması ve en önemlisi yabancı yatırımcı dostu bir
politika anlayışının tüm dünyaya duyurulması, bu sonucu doğuran en önemli
etkenlerdir.” saptamasını yapmaktadır.
“Türkiye’de
dolaysız yabancı yatırım ihtiyacı tartışılamaz” başlığı altında yazan TİSK
Başkanı Tuğrul Kudatgobilik ise şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“1995–2004 yılları arasında yılda
ortalama 1,4 milyar dolarlık DYY çekebilen ülkemizde, bu rakamın özelleştirme
ve gayrimenkul satışlarının da yardımıyla 2005 yılında 10 milyar, 2006’da 20,2
milyar, 2007 yılında 22 milyar dolara yükselmesi hepimizi umutlandırmıştır.
Fakat küresel krizin etkisiyle 2008 yılında 18,3 milyar dolara gerileyen DYY
girişleri, 2009’da 7,6 milyara kadar düşmüştür. 2010 yılının ilk yarısında ise
3,2 milyar dolar şeklinde karşımıza çıkan bu rakam ister istemez kafalarda
‘geçmişe mi dönüyoruz?’ sorununun belirmesine neden olmuştur.
“Son
tahminler bu yıl ülkemize gelecek DYY’nin geçen yılın da altında kalarak 7
milyarı geçemeyeceği merkezindedir. Aslında küresel kriz DYY hareketlerini
dünya ölçeğinde olumsuz etkilemiş ve daraltmıştır. Söz gelişi, 2008 yılında %
16 olan düşüş, 2009 yılında % 37’yi bulmuş ve DYY girişleri dünya genelinde 1,1
trilyon dolara gerilemiştir. Türkiye için DYY girişlerindeki düşüşler ise 2008
yılında % 18, 2009’da % 58 olmuştur. Bunun anlamı, Türkiye’ye DYY
girişinin dünya genelinin hayli üzerinde azalmış olmasıdır. Bu durumun salt
küresel krizden mi kaynaklandığı, yoksa onun yanında başka nedenler de mi
bulunduğu konusunda hepimiz düşünmek ve kafa yormak zorundayız.
“Çin’in
95, Rusya’nın 38,7, Hindistan’ın 34,6, Brezilya’nın 25,9 milyar dolarlık DYY
çektiği 2009 yılında bizim neden 7,6 milyar dolarla bir yıl önce dünya
20.liğinden bir yıl sonra 32.liğe gerilediğimiz sorusu halen yanıt
beklemektedir.”
Yanıt
bekleyen ve benzer soruları soranların ortak yanıtı özünde şöyledir: Yabancı
sermaye çekmek için daha fazla liberalleşmeliyiz. “Uluslararası piyasalar”ın
beklentileri var, geciktirmeden yolu fütursuzca düzlemeliyiz vs. vb.
Babacan’ın “‘İhracatın Yıldızları 2012-İhracatı Teşvik Ödülleri’
töreninde” yaptığı şu konuşmada ilgiye değerdir; Babacan konuşmasında, “Türk iş
dünyası elin taşıyla elin kuşunu vuruyor” dedikten sonra “şunları kaydetti:
‘Ülke olarak sermaye birikimimiz hala istediğimiz düzeylerde değil. Tasarruf oranlarımız çok düşük. Türkiye'ye dışarıdan finansman cezbederek bu ekonomik çark dönüyor. Tasarruf açığımız olduğu için başka ülkelerdeki tasarrufları Türkiye'ye cezbederek bu büyümeyi finanse edebiliyoruz. Türkiye'ye her sene en az cari açığımız kadar finansman girmesi gerekiyor ki bu büyüme, bu istihdam, bu refah sağlansın.” Bu açıklamalar ve saptamalar, T.C.’nin emperyalist dünya sistemine, uluslararası mali sermayeye bağımlılığının açık ifadeleridir. Daha fazla söze gerek yok.
‘Ülke olarak sermaye birikimimiz hala istediğimiz düzeylerde değil. Tasarruf oranlarımız çok düşük. Türkiye'ye dışarıdan finansman cezbederek bu ekonomik çark dönüyor. Tasarruf açığımız olduğu için başka ülkelerdeki tasarrufları Türkiye'ye cezbederek bu büyümeyi finanse edebiliyoruz. Türkiye'ye her sene en az cari açığımız kadar finansman girmesi gerekiyor ki bu büyüme, bu istihdam, bu refah sağlansın.” Bu açıklamalar ve saptamalar, T.C.’nin emperyalist dünya sistemine, uluslararası mali sermayeye bağımlılığının açık ifadeleridir. Daha fazla söze gerek yok.
*Bkz. BİLİMSEL TEKNOLOJİK
DEVRİM VE POST KAPİTALİZM;
Hasan OZAN EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DÜNYA DEVRİMİ DEĞİŞEN NE?,
Ceylan-Akademi Yayın