Translate

21 Nisan 2023 Cuma

SEÇİMLER, TİP, “MİLLET İTTİFAKI”, YEDEKLENME, ÇANDAR VE CEMAL, “KÜRT AÇILIMI”...

14 Mayıs seçimlerine az bir süre kaldı. Seçim vesilesi ile politik saflaşmalar da netleşti. Genel seçimler ve cumhurbaşkanı seçimi aynı anda yapılacak.

Sermaye cephesi başlıca olarak iki burjuva blok halinde seçimlere katılmaktadır: “Cumhur ittifakı” ve “Millet ittifakı”.

İlerici demokratik, yurtsever demokratik, devrimci-demokratik, komünist cephede de politik saflaşmalar netleşti.

Sosyalist Güç Birliği” adı altında seçimlere katılan politik ittifak, sosyal reformcu ilerici politik bir bloğu temsil etmektedir. Bu blok, Sol Parti, TKP, TKH, DH ve TSİP’ten oluşmaktadır. TKP ve Sol Parti bu ittifakın merkezini oluşturmaktadır. Bu blok, sosyal pasifizmin, parlamentarizmin, egemen ulus küçük burjuva sosyal şövenizminin sözcülüğünü yapmaktadır. “Sol” olmadığını (bazen de bu görüşlerini yumuşatmak için “sosyalist değil” demektedirler) iddia ettikleri HDP’den uzak durmak bunların temel ilkelerinden birisidir. “HDP sultası”ndan uzak durmak, “HDP’nin kimlikçi/milliyetçi duruşu”nu mahkum etmek, “cumhuriyetin kazanımları”nı savunmak bu blok için olmazsa olmazdır. Hatta HDP’nin “net aydınlanmacı” çizgiye bile sahip olmadığını iddia etmektedirler. Bu blok cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu için oy kullanacağını deklare etti.

Lenin’in bir sözünü hatırlıyoruz; “Komünist erkeği kazıyın, altından ataerkil erkek çıkar.”

Sosyalist”, “enternasyonalist”, “Marksist sol”, “anti-emperyalist” geçinen sosyal şoven akımları biraz kazıyın, altından egemen ulusun egemen sınıfının, Türk burjuvazisinin şovenizmi ve sosyal şovenizmi çıkar: “Vatan bütündür, bölünmez!” “Sosyalist Güç Birliği”nin gerçeğidir bu. Sömürgeci boyunduruk altında yok edilmek istenen ve Ortadoğu çapında 45-50 milyon nüfusa sahip dört parçaya bölünmüş Kürt ulusunun ulusal demokratik başkaldırısını siyasal bakımdan desteklemek ve birleşik politik mücadele yolunda yürümek yerine, Kemalist Cumhuriyet’i, Kemalist laikliği, Kemalist aydınlamayı bayraklaştıranlar, Kürt ulusal başkaldırısının, Kürt ulusal devriminin Ortadoğu çapında yaygınlaşmasını, güçlenmesini alabildiğine horlarken, bu hareketin yarattığı, geliştirdiği ulusal devrimci demokratik aydınlanmayı utanç verici tarzda yadsıyarak, dahası yarım bile sayılmayacak Kemalist burjuva aydınlanmayı bayraklaştırmalarının utancını kimlikleriyle temsil etmektedirler. Bu da Türkiye’nin nesnel politik gerçeklerinden birisidir... Bunlar Kemalizmin “sol” kanadıdır; CHP’nin soluna oynamaktadırlar. Bunların Kürt ulusal devrimiyle, Kürt halkının meşru, haklı, devrimci mücadelesi ile araya çektikleri kalın kırmızı çizgi bu gerçeklerle bağlıdır...

PKK’nin ulusalcı çizgisini eleştirebilirsiniz, bu, ideolojik mücadele hakkınızdır. Ama “eleştiri” adına “Vatan Bölünmez!”in propagandasını yapıyorsanız, niyetiniz ne olursa olsun, Türk egemen sınıflarının egemenliğini savunuyorsunuz, Kürt ulusal devriminin boğulmasını meşru görüyorsunuz demektir.

Diğer blok, “Emek ve Özgürlük İttifakı”nı oluşturmakta ve Yeşil Sol Parti (YSP) çatısı altında seçimlere katılmaktadır. Bu ittifakta, bazı sosyal reformcu ilerici kuvvetler+yurtsever Kürt güçleri+devrimci hareketin bir bölümü yer almaktadır.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nda şu parti ve çevreler bulunmaktadır: HDP, YSP, EMEP, EHP, TİP, TÖP, SMF.

HDP’de yer alan bileşen parti ve çevreler ise şu kuvvetlerden oluşmaktadır:

ESP, SYKP, DBP, Devrimci Parti, SODAP ve Yeşil Sol Parti.

HDP’nin merkezde durduğu bu blok, gerek genel seçimde, gerekse de cumhurbaşkanı seçiminde belirleyici rollerden birisini oynayacaktır. HDP, YSP cumhurbaşkanlığı seçiminde kilit parti durumundadır; oluşacak yeni mecliste de kilit parti olma konumunu sürdürecektir.

Bu bloklardan herhangi birine katılmayan (bir kısmı devrimci) siyasi çevreler de mevcuttur; ancak bunu geçiyoruz.

Yukarıda işaret ettiğimiz cepheleşmeler, farklı politik yönelişlerin ve duruşların ifadesidir. En nihayetinde sınıflı bir toplumda yaşıyoruz; farklı sınıf ve tabakalarla karşı karşıyayız. Bu olgu, farklı politikaların ve politik güçlerin duruşunu şekillendirmektedir...

I

Bu tablo içerisinde merkezinde HDP’nin durduğu blok “Üçüncü Yol” politikasını temsil etme iddiasındadır. HDP, Emek ve Özgürlük İttifakı HDP’nin kapatılması tehdidine karşı seçimlere “Yeşil Sol Parti” (YPS) çatısı altında katılmaktadır.

Emek ve Özgürlük İttifakı, iki gerici, faşist burjuva blok karşısında halkların anti-faşist çizgisini temsil etmektedir. Bu blok, AKP ve CHP’nin liderliğini yaptığı iki burjuva bloğa karşı (üçüncü bir seçenek olarak) genel seçimlere kendi adaylarıyla katılmaktadır. “Burjuva partilere oy yok! Bütün oylar Emek ve Demokrasi Cephesine/YSP’ye!” sloganı ile seçim çalışmasını yürütmektedir.

Bu blok, (blok içinde görüş ayrılıkları var) cumhurbaşkanı adayı çıkarmadı. Cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın kaybetmesini belirleyici tavır olarak belirledi. Şimdilik “Kılıçdaroğlu’na oy ver!” çağrısı yapmadı. ESP (Ezilenlerin Sosyalist Partisi) blokta yer almakla birlikte cumhurbaşkanlığı seçiminde YPS’nin tavrına karşı çıkmakta, Erdoğan gibi Kılıçdaroğlu’na da oy verilmemesi gerektiğini savunmaktadır.

Bu bloğun, (blokta yer alan bazı devrimci yapıları ayrı tutuyoruz) emperyalizme bağımlılık ilişkilerini, egemen sınıfın egemenliğini, onların egemenlik aracı olan burjuva devleti devrimle yıkma, kesintisiz sosyalist devrim ve sosyalizme geçme gibi bir program hedefi yok. Nesnel olarak devrimci bir rol oynamasına karşın son tahlilde sosyal reformdan yana olan cephesel bir ittifaktır. Bugün için bu blok, anti-faşist mücadelenin odağıdır. Geniş anlamda ezilenlerin sözcülüğünü yapmaktadır. Bazı partiler bu blokta “Sinerji yaratarak Erdoğan’dan kurtulmak” isteğinin yanı sıra esasen kendi adaylarını meclise seçtirme hesabıyla yer almaktadır. Aslında ana ihtiyaç, bir seçim ittifakı değil, az-çok uzun erimli anti-faşist ve anti-emperyalist ittifaklardır...

YSP”, bütün zaaflarına karşın “dağ”a, Kürt halkına ve sokakların gücüne dayanmaktadır ya da bu kuvvetler tarafından desteklenmektedir. (Bu ittifakta yer almakla birlikte “Dağ”a, Kürt mücadelesine, sokakların meşru mücadelesine karşı mesafeli duran – EMEP, TİP vb. gibi – kuvvetleri hatırlatmadan geçmek doğru olmayacaktır.) Kürt ulusal burjuvazisinin sözcülüğünü yapan nispeten geniş bir kesim de HDP-YSP nezdinde bu cephenin içerisinde yer almaktadır. HDP’de, öteden beri devrimci mücadeleye dayanan devrimci-demokratik bir eğilimin yanı sıra, bu eğilime karşı liberal burjuva ve küçük burjuva çizgide politika yapan bir eğilim de mevcut olagelmiştir...

Kürt ulusal hareketinin merkezde olduğu bu ittifak içerisinde yer alan devrimci ve komünist politik kuvvetler sınırlı bir gücü temsil etmekte ve herhangi belirleyici bir rolleri de bulunmamaktadır. Bu böyle olmakla birlikte, HDP’nin anayasal, parlamenter hayaller yayan, liberal beklentiler uyandıran “toplumsal barış” propaganda ve ajitasyonuna karşı, bağımsız ideolojik tavır takınması, devrim hedefiyle bağlı (komünistler ise asgari programının yanı sıra azami programını...) farklılıklarını ortaya koyması, bunu kitleler nezdinde dile getirmesi gerekir. (Bu görevin hakkını vermemek, verememiş olmak onların zaafıdır.) HDP ile ittifak, politik mücadelede anti-emperyalist, anti-faşist, devrimci bir rol oynadığı müddetçe geçerli ve değerli bir tavırdır; bunun ötesine taşan, anayasal hayaller yayan ideoloji, politika ve ajitasyona karşı çıkmak gerekir. Komünistler parlamentoyu, parlamenter mücadeleyi kurtuluş yolu olarak sunan, devrim ve sosyalizm kavgası ve hedefini yadsıyan bütün reformist ve tasfiyeci eğilimlerle hesaplaşmak zorundadır. Bu görevi 5., 10. sıralara itenler çok ağır bir zaaf sergilemektedirler.

HDP ittifakı içerisinde yer alıp bu gerçekleri sınıf ve kitleler önünde sistemli ve açıkça ortaya koymayan, “kadrolar Kemalizmden kopuşmalıdır” demagoji ve manipülasyonun ardına sığınanlar ideolojik savrulmayı ve tasfiyeci yönelişi meşrulaştırma çabası içerisindedir. “HDP üzerinde önemli bir etkimiz var.”, “PKK üzerinde önemli bir etkimiz var” gibisinden doğrudan ya da dolaylı söylemlere ise inanmamak gerekir; ki bu bağlamda tersi doğrudur ve bu, bir zaaftır...

Mücadele ettiği sürece politik olarak birlikte vurma ama ideolojik ve siyasi ayrılıkları da sınıf ve kitleler, halklar nezdinde açık ve kesin bir tarzda ortaya koyma; politik ve örgütsel bağımsızlığa kesinkes en büyük önemi verme ve yedeklenmeme, gölgede kaybolmama; yapılacak şey budur. Tersi bir duruş ise tasfiye olmayı getirir ve getirmektedir.

Seçim sürecinde politik özgürlük için vuruşurken sosyalist-komünist görevleri asla ihmal etmemek, dahası bütün demokratik faaliyeti, propaganda, ajitasyonu sosyalist perspektiften şekillendirmek gerekir. Bunsuz “komünist” adı hak edilemez. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük ilkesi, kendimizi ifade etmek için temel bir ilkedir ama önemli olan bu ilke temelinde siyaset yaparken, ideolojik mücadelemizi de etkin bir tarzda sürdürmektir. Bu görevin ihmal edildiği açıktır; esas kaynağına girmeden, asıl muhattabı eleştirmeden ya da çevreden dolanarak eleştirmek ise tipik bir tasfiyecilik, oportünist pragmatizm ve korkaklıktan ibarettir.

II

Emek ve Özgürlük İttifakı” ile hareket eden TİP’e gelince, tipik bir küçük burjuva açık gözlülük ve dar grupçulukla karşı karşıyayız.

TİP’in gücü, esas olarak kitleler içerisinde örgütlü maddi bir güç olmaktan değil, “medyatik” olmaktan geliyor. Bu olgunun altı çizilmelidir. TİP’te bir baş dönmesi var. TİP, tipik bir oportünist fırsatçılık, dar çıkarcı pragmatizmle davranmaktadır.

HDP’yi zayıflatmak, giderek TİP’i bu cepheden koparmak isteyen burjuvazi ve sol liberaller TİP’i ya açıkça destekledi ya da yarı-dolaylı, dolaylı destekleyerek teşvik etti... Her şeye rağmen Erkan Baş’ların Okuyangillerden farklı olarak HDP’ye yakın durması pozitif bir durumdur.

TİP, politika düzeyinde çıkan görüş ayrılıklarını öncelikle muhatap platformlarda çözmek yerine, sorunu kamuoyu önüne taşıdı. TİP’in bu tutumu rastlantılarla, “politik acemilikle” vs. izah edilemez. TİP’in bu tutum ve manevrası, burjuvaziye verilen bir mesaj, HDP’ye ve devrimci harekete uzak duran kitlelerin belli bir kesimine berbat bir hesapçılıkla seslenen tutumuyla ilgilidir.

TİP’in kendine özgü politikası olabilir, seçimlere ayrı bir parti olarak da katılabilir; bu hakkı reddetmek yanlış ve anti-demokratik bir tavır olur. Üzerinde durduğumuz konu bir hakkı reddetmek değil, çözülebilecek sorunları çözmek mümkünken, bu süreci işletmeden oportünist hesaplarla sorunun kamuoyuna taşınması ve medyatik gösteri yapılmasıdır. TİP bunu yarın da yapacaktır, bu onun istikrarsız karakteridir. TİP’in, “seçimlerde kendimizi görmek istiyoruz”; Doğu’da siz, Batı’da biz; 20 milletvekili ile mecliste grup kurmak istiyoruz tutumları, TİP hakkında önemli veriler sunmaktadır. TİP, bloktan bağımsız seçimlere girerse ülke barajını geçemeyeceğini bildiğinden bloktan ayrılmadı. Ama öte yandan da fütursuzca “bana destek verin, 20 mebus çıkarıp grup kurayım” demektedir... Burada egemen ulusun “kent soylu” şımarık, esnaf kafalı küçük burjuva bir katmanı ile karşı karşıya bulunduğumuzu vurgulamak isteriz.

TİP’in kendini tek sosyalist alternatif olarak sunması, “sosyalizmi” sadece kendi temsil ediyormuş gibi gösteriler yapması; HDP’nin sadece Kürtlerden oy alan bir partiymiş gibi sunulması yaygın bir tepkiye yol açtı. Bu propaganda ve gösteri, sözgelimi “Sosyalist Güç Birliği” tarafından ve keza burjuva liberalleri tarafından yapılan, “HDP Kürt partisidir, milliyetçidir, kimlik siyaseti yapmanın ötesinde anlamı yoktur” propagandasının, bir başka formda, TİP eliyle yapılmasından ibarettir. Türk emekçileri, Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, ulusal azınlıklar, LGBT+’lar, işçiler, işsizler, yoksullar, çevreciler, depremzedeler, feministler vb. vb. bütün bu sınıf ve tabakalar, toplumsal kesimler HDP çalışmasının muhatap kitlesidir ve HDP’ye de oy vermektedir; TİP “bizim hitap ettiğimiz kesim farklı” derken, saydığımız kesimler dışında acaba hangi kesimleri hedef alıyor? Andığımız kategoriler TİP’in de kazanmaya çalıştığı kesimlerdir. Kendi logosuyla ve 50 civarında yerde kendi adaylarıyla seçimlere girmesine gerekçe üretirken, “Biz farklı kesimlere sesleniyoruz” derken TİP, esas olarak demagoji ve manipülasyon yaparak fırsatçılığını, faydacılığını, dar grupçuluğunu gizlemeye çalışmaktadır... TİP’in “Bizim tabanımız ile HDP’nin tabanı bir değil” derken, HDP’nin, çalışmasının bile olmadığı Karadeniz gibi bölgelerden de oy aldığını bilmiyor olamaz. “Bize oy verenler HDP’ye oy vermez” gibisinden yapılan açıklamalar ise, nalıncı keseri gibi kendinden yana yontma duruş ve karakterini açığa çıkarmaktadır. HDP yalnız Kürtlerden değil, Türkiye’nin her yanından oy almaktadır. Oy ağırlığını Kürtlerin oluşturmasında ise bir anormallik yoktur. Öncelikle de Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ında mücadeleci ileri katmanlar HDP’ye oy vermektedir. Peki HDP’nin “tabanı”? HDP’nin tabanı ne düşünüyor acaba TİP hakkında?! Eğer HDP’nin özel bir çabası olmazsa özellikle Kürt tabandan TİP’e oy zor gider; seçilmek için HDP-YSP tabanından “bana oy verin”, “ben bir bileşenim, tabii ki bana oy vereceksiniz” diyen TİP iki yüzlü davranmıştır. YPS altında şartlı olarak seçimlere katılan TİP, eğer baraj gibi bir sorunu olmasaydı kuşkusuz ki, HDP bloğu içinde daha baştan yer almayacaktı. Duruma göre davranma çıkarcılığı TİP ve TİP önderlerinin küçük burjuva sınıf karakterinin ürünüdür ve bu, TİP’te göz çıkarmaktadır. Ancak güvenilmez de olsa, tutarsız da olsa, politik mücadelede bu tip “yol arkadaş”ları her zaman olacaktır. Bu tip sallantılı yol arkadaşlarını da birleşik anti-faşist mücadeleye çekmek kaçınılmazdır; “çekme”nin biçimleri, yöntemleri ise değişebilir elbette ki.

Milletvekili seçimlerinde, tek bir oyumuzun heba olmaması perspektifiyle en çok milletvekili çıkarma hedefini gözeterek hareket edeceğiz.’’ diyen TİP, gerçeği çarpıtıyor. Özellikle dinci faşizmin özel hesaplarla yasallaştırdığı seçim yasası oylarda bölünme yaratarak “en çok milletvekili çıkarmayı” önlüyor... TİP’in dar grupçu hesa şu: Nasılsa HDP ve bağlaşıklarının “birliğe ihtiyacı var” ve beni dışlamayacaklardır; kendimi dayatır alabileceğimden daha çok mebus kazanırım... Ama bu dayatmayla, nesnel olarak, “sistem dışı değilim, Kürtlerle ittifakım bir yere kadardır, gerektiğinde bu ittifakı da bozarım” mesajını da burjuvaziye vermektedir.

Dolayısıyla, “Parti Meclisi, milletvekili dağılımında Emek ve Özgürlük İttifakı’nı güçlendirecek şekilde, seçimlere ittifak içerisinde kendi adımız, amblemimiz ve adaylarımızla girmemiz gereken illeri tespit etmiştir.’’ derken, geçtik “güçlendirme”yi, bile bile “Emek ve Özgürlük İttifakı”nı zayıflatmaktadır.

TİP’in oportünist fırsatçılığı, Kürt tabanından da ciddi tepkilere hedef oldu. “Sırtımızdan geldiler, üstelik hak etmedikleri ölçüde avantajlar sunulduğu halde, böyle kritik bir seçim döneminde ve seçim yasası koşullarında, durumu dikkate almadan sırt dönme anlamına gelen bir tutum takındılar” yorumları gelmektedir. Gerçekte Erkan Baş ve çevresinin üstündeki örtüler çekilirse, bu bloğa bir seçim bloğu olarak baktıkları görülecektir. Kürt sorunundaki anti-faşist duyarlılıkları onları Kürt hareketinden boylu boyunca uzak durmasını önlemektedir ama daha özel hesapları, yani kendince yeterli bir gelişme sağladıklarını düşündükleri anda HDP’yle, daha özel olarak PKK önderliğindeki ulusal mücadele ile aralarına daha kalın kırmızı çizgiler çekeceklerdir. Erkan Baş’ın Kemal Okuyan’la giriştiği dar grupçu rekabetin tartıştığımız konu bağlamında özel bir rolü olduğunu söylemek de abartı olmaz. Okuyanlar, berbat bir sosyal şovenizmin savunucularıdır... Erkan Baş söz konusu rekabette güçlenebilmek için HDP’ye yakınlaşmıştır. Bu önemli faktörü de gözden kaçırmamakta yarar var TİP’i değerlendirirken.

Devam etmeden belirtmek isteriz, sadece seçimlere endeksli anti-faşist bloklar da kurulabilir; bunda ilkesel açıdan bir sakınca da yoktur. Ancak sınıf mücadelesinin politik açıdan gereksindiği acil görev, bir seçim bloğu değil, uzun vadeli bir anti-emperyalist, anti-faşist birleşik mücadeledir; bu görevin gerektirdiği politik ittifaklardır...

Bizce TİP, küçük burjuva sosyalizminin reformist, parlamentarist sözcülerinden birisidir ve bunlardan Türkiye’de bol miktarda bulunmaktadır. Bu reformist, burjuva demokratik çizgi ve duruş, devrim ve sosyalizm çizgisine karşı tasfiyeci bir rol oynamaktadır. Ve bu yalnızca TİP’in değil, genel olarak tasfiyeci reformist solun gerçeğidir de. TİP Marksist-Leninist sosyalizm teori ve pratiğini yadsıyan bir sosyal reformizmin sözcüsüdür. Bilimsel Sosyalizm (ML) değil, sosyal reformizm TİP’in teorik-ideolojik temelidir. Teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede legalizme dayanmakta; illegal-meşru temelde örgütlenmeyi ve silahlı devrimi reddetmekte ya da böyle bir hedefi de bulunmamaktadır. Bir dizi akımın olduğu gibi TİP’in de muhalefeti, sistemi ve egemen sınırların egemenliğini yıkma mücadelesini içermeyen, Erdoğan rejimine karşı mücadeleyle sınırlı, parlamenter mücadeleye ve burjuva demokrasisine, sosyal reformcu kazanımları hedefleyen bir mücadele çizgisidir.

Bizce TİP’in kitleler içerisinde örgütlü ağırlığı yoktur. Politik mücadelenin gerektirdiği devrimci emek ve bedeli, mücadeleciliği temsil etmemektedir. TİP’i kuran Baş’ların, esas olarak HDP’nin sırtından Meclise girdikleri de doğrudur. Erkan Baş’lara gereğinden fazla tavizler verildiği açıktır; ki bu, yaygın bir kanıdır. Çok kritik bir seçim sürecinde yaptıkları çıkış ise, mücadeleyi geliştiren bir tutum olmadı...

Belirttiklerimizin yanı sıra, bir başka politik gerçeğin de altı çizilmelidir:

Kürt ulusal demokratik mücadelesine ve HDP’ye karşı mesafeli duran ama CHP’ye de, CHP etrafında oluşmuş olan burjuva bloğa da gitmeyen ve gitmek istemeyen nispeten geniş bir kesim var. Bu kesim bir arayış içerisinde. TİP bu kesimlere oynuyor. Keza bu kesim, ciddi bir şekilde Türk milliyetçiliğinin ve şövenizmin etkisi altında. Bu kesimin esas gövdesi devrime, sosyalizme kazanılmalıdır ya da kazanılacak özelliklere sahiptir. Saçma sapan bir şekilde iddia edildiği gibi bu kesim “korktuğu” için değil, birden fazla nedenle devrimci ve komünist harekete kaymıyor. “Korkuyorlar, bedel ödemek istemiyorlar, bunu göze alamıyorlar, bundan dolayı bize gelmiyorlar” türünden “analiz”ler, kendini aldatan küçük burjuva dar kafalılığın ürünüdür. Gerçekte kendi zaaflarını görmeyen, devrimi anlamayan devrimciliğin, kolay devrimciliğin ilkel kafasıdır bu “analiz”. Evet, korkan, korktuğu için yurtsever Kürt hareketinden ve devrimci hareketten uzak duran önemli bir kesim var ama sorunun esası burada değil ki, sorunun esası bu kesime gidemeyen, yüreklerine dokunamayan, örgütleyemeyen devrimci ve komünist harekettedir... Sen gitmezsen başkası gider ve bu kitleyi kendine çeker ya da bir kesimini örgütler. Önemli olan bu arayışa yanıt olabilmektir; bunu anlamadan, pratikte gereklerini yerine getirmeden “öncü”lük adına yapılacak yüzeysel, dar analizlerle kendimizi tatmin edebiliriz ama hayattan da kopmaya devam ederiz. Eleştirilerimize karşın, TİP’in bu kesimlere seslenmesine karşı çıkmak gerekmiyor. Zaten eleştirilerimiz bu bağlama oturmamaktadır...

Devrimci ve komünist hareket bir çekim merkezi değil, azçok güç olduğu, politik bakımdan azçok varlığını gösterdiği dönem ise, başlıca olarak tasfiyeciliğe sapıldığı için, geride kaldı. Seçim sürecine bir de bu gerçekle birlikte giriyoruz. TİP’in hesaplı-kitaplı, üzerine oynadığı, politik desteğini almaya çalıştığı kesimler de dahil, arayış içerisinde olan kitlelerin başta da proletarya ve halk kitlelerin ileri katmanlarının kazanılması sorunu açık bir şekilde önümüzde duruyor... Sınıf hareketinden ve genel demokratik halk hareketinden esaslı bir şekilde kopmuş olan, ağır bir kriz yaşayan devrimci ve komünist hareket, politik çarpışmanın bir evresi olan seçim süreçlerini yenilenerek, yeni bir dinamizm kazanarak politik ve örgütsel gelişmesi için değerlendirebilirse, buna sadece seviniriz.

III

Seçimlerde aday gösterilen Cengiz Çandar ve Hasan Cemal haklı tepki ve eleştirilerin hedefi oldu. Ancak bu iki liberal figürün HDP’de yer alması tesadüf değildir. Kandil’den, Öcalan’dan, “demokratik modernite paragdiması”ndan bağımsız bir seçim değildir; dahası, Ortadoğu cangılında, işin ucunun bir biçimde AB, ABD’ye kadar uzanan boyutları vardır... Bu gerçeğin üstünden atlayarak yapılan eleştiriler, nesnel olarak, oportünist bir tutumu tanımlar ve eleştiri sahiplerinin ya dar kafalılığından, ya cesaretsizliğinden ve pragmatizminden ya da tasfiyeci yöneliş ve duruşlarından kaynaklanan gerçeklerini ortaya koyar. Bu olgunun da altı çizilmelidir.

Sözü geçen iki figür, Kürt sorununun burjuva demokratik çözümünden yanadır. “Modernite”ye karşı “demokratik modernite”yi savunmaktadır. Bir diğer anlatımla, onlar “silahlı mücadele çağı”nın bittiğini, sorunun halkların devrimci mücadelesi ve silahlı mücadelesiyle çözülmeyeceğini, “Türkiyelileşmek”, “cumhuriyeti demokratikleştirmek” gerektiğini, çözümün “demokratik cumhuriyet”le olacağını savunmaktadır. Onlar bu kapsamda (diğer liberaller gibi), Türk sermayesinin ve burjuva devletin militarist çözümü terketmesi gerektiğini, “askeri çözüm”ün başarısız olduğunu, askeri çözümün yerine “barışçıl politik çözüm”ün geçirilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. En nihayetinde, son tahlilde bu savunu, TC’nin burjuva sosyal reformlarla restore edilerek, faşizm yerine burjuva demokrasisine geçilmesi savunusu anlamına gelmektedir. Yani emperyalizmi, kapitalizmi devrimle yıkmak yerine, sosyal reformist, burjuva demokratik bir çizgide Kürt sorununun çözülmesinden yanadırlar. Kürt ve Türk liberalleri, çözüm konusunun kapsamı, derinliği, Kürt hareketine verilecek tavizlerin derecesi hakkındaki farklılıklarına karşın, son tahlilde Kürt ulusal devrimini söndürme, bitirme politikasında birleşmektedir...

Bu politika ve tercih elbette ki eleştirilmelidir, fakat eleştiri yaparken bu iki figürün milletvekili adaylığının sanki yurtsever Kürt hareketinin izlediği çizgiden, özgün politik hedeflerinden ve hesaplarından kopukmuş gibi eleştirmek tümüyle yanlıştır ve manipülatiftir. Hem eleştirip hem de bu gerçeği ortaya koymamak ilkesiz bir tavırdır.

Kürt halkı on yıllardır kahramanca mücadele ediyor. Hareketin önderi Öcalan ve PKK’dir. Bu mücadelenin sayesinde Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası ölçekte varlığını dayatarak kabul ettirdi... Kürt halkı ve ulusal öncüsü kirli, haksız, sömürgeci savaşa karşı bugüne dek inanılmaz kayıplara, iniş ve çıkışlara karşın başarıyla direnerek, savaşarak geldi.

Şimdilik başlı başına girmeyeceğiz ama yurtsever hareketin “demokratik konfederalizm”, “demokratik modernite”, “Türkiyelileşme”, “cumhuriyeti demokratikleştirme”, “demokratik cumhuriyet” çizgisinin objektif anlamı, egemen sınıfın egemenliğini yıkmadan, Kürt hareketinin fiili kazanımlarını kabul ettirme temelinde “barışçıl demokratik çözüm”dür. Yani devrim ve sosyalizm perspektifi yoktur; İmralı çizgisi ile PKK’nin geçirdiği ideolojik ve siyasi dönüşümü hepimiz biliyoruz...

PKK devrimci rol oynamaya devam ediyor. Kürt sorununun anayasal çözümünü dayatıyor. Bu dayatma ve çözümü gerilla mücadelesine ve Serhildanlar çizgisine dayandırmaktadır. Bu inkar edilemez bir gerçek. Rojava Devrimi de PKK önderliğinde gerçekleşti. Öcalan’ın kırmızı çizgisi, Kürt ulusunun varlığının kabul edilmesi, anayasal bakımdan güvence altına alınmasıdır. Bu talep de meşrudur, haklıdır. Zaten bu kırmızı çizgi olmazsa Kürt ulusal hareketi kaybeder. Öcalan (ve PKK) bu kapsamda faşist diktatörlüğün ve Erdoğan’ın baskısına karşı direnmeye devam etmektedir. Öcalan ve PKK gerillasız, serhildansız bir çizginin kendi ölümleri olacağını bilmektedir. İşte burjuva liberalleri bu duruşun tasfiyesi için çalışmaktadır. Kazanımları anayasa katına yükselterek, kendi devrimci imkan ve araçlarına dayanarak bunu başarmak ile kazanımsız ya da birkaç küçük kazanımla sorunu “çözme” arasında çok temel yakıcı bir duruş farkı vardır. Yurtsever hareket, sorunun burjuva demokratik çözümü için devrimci eylem hattında yürümek zorundadır...

Çandarlar, Cemaller misyon insanı olarak oradalar. Kürt ve Türk liberallerinin “barışçıl demokratik çözüm” politikası ile Yurtsever Hareket’in “barışçıl demokratik çözüm” politikası arasında çok önemli ve bazı temel ayrımlar vardır. Birincilerin “çözüm” çizgisi, Kürt halkının devrimci kazanımlarını ve mücadelesini sönümlendirmek, ucuz yoldan tükettirmektir, ikincilerin yolu ise, silah ve sokak, milyonların gücü ve mücadelesine dayanarak kazanımlarını en ileri düzeye taşıyarak sorunu çözmektir. Bu farkı unutmak, oportünizm ve inkarcılık olur.

Kuşkusuz Kürt sorununun Kürt halkının mücadeleci gücü, tarihi, bedeli üzerinde burjuva demokratik sosyal reformcu çözümü de Türkiye’nin gerçekleri bakımından siyasal bakımdan çok önemli bir politik dönemeci oluşturacaktır eğer gerçekleşebilirse...

Konuyu uzatmayalım, bu yazının başlıca konusu ve sınırları bu sorunu tartışmak değildir, kısaca da olsa bazı temel gerçeklere işaret ettik ve eleştirilerimizi ortaya koyduk.

IV

Yukarıda belirttiğimiz iki burjuva bloktan herhangi biri desteklenemez, dahası, iki blok da devrim ve sosyalizmin hedefidir. İki blok da emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin sürmesinden, egemen sınıfın egemenliğinin korunmasından yanadır... “Bütün oylar YPS’ye!”...

İktidarda olan blok dinci faşist elebaşının önderliğinde “Cumhur ittifakı”dır. Doğal olarak esas darbe iktidarda olan AKP-MHP bloğuna indirilmelidir. Karşımızda yalnızca bir parti değil, bütün imkanları ve araçlarıyla faşist diktatörlük var. AKP-MHP hükümet olmanın ötesinde bir iktidar bloğunu oluşturmaktadır. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle temelleri atılan, yapısı kurulan politik rejim (yarı-başkanlık rejimi), AKP’nin iktidar ortağı ve giderek iktidar olmasıyla geliştirilerek yeni bir rejim inşasına, dinci faşist başkanlık sistemine dönüştürüldü. Dinci faşizm yeni bir politik rejim inşa etti... Karşımızda, örneğin 2000 öncesinin ya da 2010 öncesinin faşist politik rejimi yok...

Erdoğan diktatörlüğü yıkılmalıdır, en acil görev budur. Faşist diktatörlüğe en zayıf halkasından saldırmak gerekiyor...

CHP’nin önderlik ettiği burjuva blok ise, burjuva muhalefeti oluşturmaktadır. Bu blok, Erdoğan rejimine ve bloğuna karşı “iktidar olma” iddiasıyla bir seçim kampanyası yürütmektedir. Eğer bu blok seçimleri kazanabilirlerse, ilan ettiği sermayenin programını uygulayacaktır.

Millet İttifakı”nın liderliğini yapan CHP’nin “sol” bir parti olduğu iddiası doğru değildir; CHP “Neoliberal dünya”nın, Türk sermayesinin gereksinmelerine göre şekillenmiş, faşist olmamakla birlikte gerici, gerçekte “merkez sağ”da konumlanmış bir partidir.

Deniz Baykal’la CHP’nin giderek MHP’lileşmesi, CHP’nin etkilediği, kontrol ettiği, kendine çekebileceği geniş kitlelerin başı boş kalma ve önemli bir kesiminin devrimci harekete kayması tehlikesi yaratınca egemen sınıflar CHP’yi yeniden yapılandırmaya girişti. Alevi kitlelerin devrimci harekete kaymaması, Kürt hareketi ile yakınlaşmaması gibi çok önemli bir faktör de Kılıçdaroğlu seçimine dayanan operasyonda özel olarak hesaba katıldı.

Kılıçdaroğlu bir operasyonla CHP’nin başına getirildi; Baykal tasfiye edildi. ABD, AB, “derin devlet” ittifakına dayanan Kılıçdaroğlu operasyonu ile CHP yeniden yapılanarak “küreselleşme”yle, “Büyük Ortadoğu Politikası”yla (BOP), “ılımlı İslam”la uyumlu hale getirildi. Böylece bu çerçevede CHP berbat bir “majestelerin muhalefeti” rolü oynamaya; “muhalefet”ini de Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde oynamaya başladı. AKP’nin bu kadar uzun ömürlü iktidarda kalması aynı zamanda CHP sayesinde gerçekleşti... Sözgelimi CHP, 70’lerde sahiplendiği, (şu reformist solun bir kesimi tarafından oldukça yüceltilen) “cumhuriyetin kazanımları”nı da savunmaktan oldukça uzak. CHP “sol” imajını da kullanan bir partidir. CHP içerisinde yer alan “sosyal-demokrat çizgi”yi savunan sol bir kanadın varlığı CHP’nin “sol” imajını beslemekte ve nispeten geniş bir anti-faşist kesimin CHP’ye yedeklenmesinde işlevli bir rol oynamaktadır. “Milliyetçi”siyle milliyetçi, “dinci”siyle dinci, MHP’lilisiyle MHP’li vb. gözüken, her yöne çiçek atan bir CHP var. “Sağcı partiler”in öteden beri CHP’yi “sol parti” göstererek “sol seçmen” nezdinde CHP’ye sunduğu destek CHP’nin “sol parti” imajını kullanmasına hizmet edegeldi. Sağcı partilerin bugün de tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalizme, Kemalist diktatörlüğe karşı yönelmiş tarihsel tepkiyi sürekli sömürdüklerini biliyoruz. Bu demagoji ve manipülasyon, işçi ve emekçi solunu, ilerici, devrimci solu sağcı kitleler nezdinde teşhir etmede de işlevli olduğu gibi, CHP’nin de “sol” olarak pazarlanmasını kolaylaştırdığını biliyoruz.

Millet İttifakı” hakkında en ufak hayal yayılmamalıdır. “Gelecekler ve demokrasi getirecekler” propagandası liberal bir yanılgıdır ve sahte bir propagandadır. Başta CHP olmak üzere “Millet İttifakı” her yerde ve her fırsatta teşhir edilmelidir. Kılıçdaroğlu’na bağlanan umutlar boştur; o, sermayenin “restorasyon programı”nı uygulamaya geliyor...

Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmesi, Erdoğan’ın yenilgisi “faşizmden burjuva demokrasisine geçiş”i ifade etmiyor, etmeyecek. Keza “Millet İttifakı”nın kazanmasının Kürt sorununda burjuva demokratik, sosyal reformcu çözümü getireceği beklentisine de girilmemelidir. Her şey, sınıfın ve halkların kendi öz taleplerini ne ölçüde sahipleneceğine, eylem gücüne bağlıdır ve bu, Kürt sorununun “barışçıl-demokratik çözümü” için daha da geçerli bir durumdur. En ufak bir demokratik talebin kazanılması bile dişe diş bir mücadeleyi, koparıp almayı gerektirir... Sermaye ve sermaye devleti, (içerideki iç çelişki ve çatışmalarına karşın, bir eğilim olarak “Kürt sorununun barışçıl çözümüne istekli” bir kesim olmasına karşın) henüz “bütünü kurtarmak için parçayı feda” etmek için “yeni bir açılım” iradesi ortaya koyabilecek durumda değildir. Kürt sorununun çözümünde de belirleyici olacak ana kuvvet Türk halkının Kürt halkıyla birleşik mücadelesidir. “Doğu” “Batı”nın desteğini almak zorundadır, “Batı” “Doğuyu” savunmak zorundadır. Bu güç ortaya çıktığı oranda egemen sınıflar “sosyal reformcu çözüm”e doğru ağırlığını koyabilir. Dolayısıyla, burjuvazinin, burjuva muhalefetin taktik manevralarının tuzağına düşmemek önem taşımaktadır. Bu bağlamda “Millet İttifakı”, özellikle de CHP ile Kürt yurtsever çevrelerinin perde gerisinde ne gibi görüşmeler yaptıklarını ise bilmiyoruz. Bu tür görüşmelerin olmadığını düşünmek ise politik saflık olur.

Demek ki, seçimlerde darbeyi Erdoğancı dinci faşist rejime indirirken “Millet İttifakı”nın da teşhir edilmesi ve hayaller yayılmaması hattında yürümek gerekir. Parlamenter hayaller gerici hayallerdir; reformizme, parlementerizme karşı ısrarlı mücadele yürütmeyen herhangi bir akım komünist ve devrimci adını hakkedemez; evet, çözüm devrim ve sosyalizmdedir; bunu günlük gerçeklerle bağlayarak anlatmamız gerekir.

Böyle bir politika zorunlu olarak sınıfın ve halkların sokaklarda olması, eylem gücünü ortaya koymasını gerektirir. Bu duruş ve yöneliş, bugün de, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı kazanması durumunda da ısrarla izlenecek duruş ve yönelimi ifade etmektedir. Sınıfın ve kitlelerin, Kürtlerin ve ulusal toplulukların, Alevilerin, kadınların, LGBT+’ların, çevrecilerin, göçmenlerin, “depremzade”lerin, toplumun bütün ezilen kesimlerinin en yakıcı taleplerini içeren devrimci ve sosyalist bir çalışma ve mücadele hattında yürürken, güvenilecek tek güç kitlelerdir, kitlelerin öz gücüdür, öz örgütlenmesidir... Bütün propaganda, ajitasyon, siyasi teşhir kampanyalarında bu gerçek ısrarla vurgulanmalıdır. Sınıfın ve kitlelerin içinde olmadan, kitlelerle birlikte politika tarzına dayanmadan bu hattan başarıyla ilerlemek olanaklı değildir. Devrim, sınıfın ve kitlelerin eseridir; öncü bir kuvvetin başarısı da bu çizgiyi izlemekten geçer...

V

Seçim süreci aynı zamanda cumhurbaşkanının seçilmesi sürecidir. İki seçim iç içe geçmiş durumda. Cumhurbaşkanı seçiminde de yukarıda anlattığımız politik çerçeveye bağlı kalmak ve mücadele etmek zorunludur. Eğer bu duruş ve yöneliş olmazsa, Erdoğancı faşizme karşı “Millet İttifakı”na yedeklenmek kaçınılmaz hale gelecektir. “Ne olursa olsun, yeter ki Erdoğan gitsin” politikası, ruh hali kabul edilemez. Ki bu ruh hali dinci faşist diktatörlüğe karşı gelişen öfkenin, mücadele arzusunun, değişim isteğinin (ve aynı zamanda bir yorgunluğun, bıkkınlığın) ifadesidir. Devrimci ve komünist açıdan bu öfke, mücadele eğilimi devrimci çizgiye yönlendirilmeli ve güçlü bir anti-faşist savaş gücüne dönüştürülmelidir. Bu ise varlığı sınıf ve geniş kitleler tarafından hissedilen devrimci ve komünist maddi bir güç olmaya bağlıdır; diğer bir ifade ile, sınıfın ve kitlelerin içinde konumlanmış olarak devrimci politika yapan bir çekim merkezi olmayı gerektirmektedir... Devrimci hareket olduğu kadarıyla bu mücadeleyi yürütecektir, yürütmelidir. Ancak belli ki, bu ana eğilime yön verme kudretini burjuva muhalefet gösterecek; göstereceği bütün devrimci çabaya karşın, devrimciler ve komünistler zayıf kalacak. “Emek ve Özgürlük İttifakı” etrafında yürütülecek savaşım önemli ve değerli olmakla birlikte, bu bloğun yönlendirici etkisi özellikle Batıda ve Türk halkı içerisinde daha sınırlı kalacaktır. Bu bağlamda “sol” çığırtkanlığa dayanan, “Türkün Türke propagandası”nı yapan politika tarzından uzak durmak gerekir... Seçim süreci içerisinde ve sonrasında devrimci gelişmeye bakmak gerekir...

Hayaller yaymak doğru değildir; Kılıçdaroğlu da sermayenin temsilcisidir. Sermayenin ve emperyalizmin programını uygulamaya adaydır. Kılıçdaroğlu kurtuluş değildir, dahası proletarya ve emekçilerin tepkisini sisteme ve devlete yedeklemek, ateşini söndürmek peşindedir. Geride kalan sürecin deneylerinden de görülebileceği gibi, sokaklar CHP ve liderinin en büyük korkusudur; ısrarla sandığı, seçimleri, parlamentoyu, yıpranmış devleti onarmayı kurtuluş yolu olarak pazarlamaktadır...

HDP cumhurbaşkanı adayı göstermedi. Fakat “Kurtuluşumuz Millet İttifakı+Kılıçdaroğlu’dur” demedi. Kendi taleplerini dayatarak özellikle Türk halkına seslendi. İki burjuva blok arası çelişkilere oynadı...

Ortaya çıkmış bir politik tablo var; bu durumda ne yapmalı?

İktidarda olan Kılıçdaroğlu değil, Erdoğan, AKP-MHP bloğudur. Asıl darbe Erdoğan şahsında “Saray rejimi”ne indirilmelidir. Erdoğan’a inecek tokadın güçlü bir halk ayaklanmasıyla gerçekleştirilememesi acı gerçeklerimizden birisidir ve ne yazık ki bu durum öncelikle de devrimci ve komünist hareketimizin zaaflarıyla bağlıdır...

CHP-Kılıçdaroğlu ise umut olarak sunulmamalıdır. İki seçim iç içe geçmiştir. Seçim sürecinde CHP ve “Millet İttifakı”nın gerçekleri bütün boyutlarıyla sınıfa ve halklara anlatılmalıdır... Cumhurbaşkanı seçimini de bu eksen, bağlam ve genişlikte ele almak gerekmektedir. Bu temel duruş, devrimci ve komünist hareketin Kılıçdaroğlu hakkında hayaller yayılmasına karşı mücadelesi bakımdan çok önemlidir.

Var olan tablo şudur: Erdoğancı rejim silahı sınıfın ve halkların beynine ve yüreğine dayamış, tetiği peşpeşe çekmektedir. İlk yakıcı görev, durmaksızın tetiği çeken iktidarı vurmaktır.

Öte yanda iktidar olmayan, “Saray rejimi”ne “muhalefet eden”, ama bugüne dek ömrünü uzatma rolünü de oynayan, keza öte yandan kitlelerin toplumsal ve politik tepkisini nötralize ederek kendisine yedeklemeye çalışan gerici bir güç olan CHP gerçeği var. Ve “Millet İttifakı” sıranın kendisine geldiğini düşünüyor. Olağanüstü bir gelişme olmazsa, büyük olasılıkla Erdoğan yenilecek, Kılıçdaroğlu gelecek; buna rağmen AKP yeni mecliste ciddi bir güçle temsil edilecek... Kaldı ki, Erdoğan’ın yenileceği mutlak veya kesin değil henüz.

Evet, darbe Erdoğan’a ve dinci faşist diktatörlüğe indirilmelidir; durmaksızın yağmalayan, ezen, yok eden haydut ilk hedeftir; sırasının gelmesini bekleyen haydutlar ise umut olarak sunulamaz ve sunulmamalıdır.

HDP ve etrafındaki güçler, Kılıçdaroğlu’nu umut olarak sunmadan taktik manevra kapsamında darbeyi Erdoğancı diktatörlüğe indirmelidir. Yurtsever hareket ve HDP merkezli politik kuvvet, milyonlara dayanan bir kuvvettir. Maddi-politik bir güç olarak karşı-devrim içindeki parçalanmaya oynama yeteneğine sahiptir. Bu “oyun kuruculuk” lafla, lafazanlıkla olmuyor; sırtında yumurta küfesi taşımayanların “sol” çığırtkanlığı ise derde deva değil. Yaşam ak ve kara ikilemi içerisinde akmıyor... Taktik politikalar an’a, döneme göre değişen esnek politikalardır. Sözgelimi, Rojava Devrimi tam bir kuşatmanın ortasında bulunmaktadır... Yenilgi ve tasfiye tehdidi ile yakıcı bir şekilde karşı karşıyadır. Bu koşullarda bölgesel gericilik ve emperyalist güçler arasındaki parçalanmaya taktik manevralar kapsamında oynamasını ve yararlanmasını doğru buluyoruz. Bu taktiksel manevra ve ittifaklar stratejik ittifaklara dönüşme tehlikesini taşıyor, bu tehlikeye karşı siyasal (çizgi olarak) donanımlı olmazsan ve her an siyasal uyanıklıkla davranmazsan, bir de bakarsın ki, oraya yedeklenmiş ve tasfiye olmuş olursun ya da içinden berbat işbirlikçiler çıkar ve seni de harcamaya başlar. Peki böyle bir tehlike var diye, sözünü ettiğimiz taktiksel manevralardan uzak durmak mı gerekiyor? Kanımızca hayır!.. Peki böyle bir taktiği “ABD’ye yedeklenmek”, “anti-emperyalizmden vazgeçmek” olarak eleştirebilir miyiz? Bizce hayır... Devrimin gücüne dayanmakla birlikte, ayakta kalmak, yolu açmak bakımından manevralar yapmak zorundasın; elbette ki bu manevra, ABD emperyalizminin kendi politikasını yaşama geçirme olanağını da sunmaktadır bir ölçüde; sen bu amaçla değil, bu amaca karşı çıkarak yenilmemek, yıkılmamak, mevzilerini ayakta tutup daha ileri hamleler için taktiksel tutumlar geliştirmek zorundasın; her izlenen taktik politikanın bazı dezavantajları da kapsayabileceği reddedilemez, ancak sen, işin esas yanına bakacaksın; eğer bu esas sana değil de karşıya işliyorsa, bu durumda yanlış yapıyorsun demektir... Her taktik yaşama geçirildiği nesnel durumun, sınıflararası güç ilişkilerinin, yakıcı politik durumun damgasını taşır; yani taktikler dikensiz gül bahçesinde ya da masabaşı alemlerde değil, en yakıcı koşullar içerisinde yaşama geçirilir, geçiriliyor. Cangılda yürürken önemli yaralar da alacaksın, önemli olan bu değil, yara bereye karşın yürüdüğün doğru çizgi ve yoldan sapmaman; devrimci ve komünist ilkesel duruş ve konumlarını, stratejik hedeflerini terketmemendir. (Rojava’da gerçekleşen taktik ittifakın sadece “askeri bir ittifak” olduğu saptamasının gerçeği yansıtmadığını; askeri taktiksel ittifakın politikanın emrinde, onun uzantısı olduğunu hatırlatalım...)

Uzatmayalım, Rojava’da olunca başını dünya halklarının baş düşmanı olan Amerikan emperyalizminin çektiği Batılı emperyalist güçlerle taktiksel de olsa kurulan ittifakı doğru bulacaksın ve bir biçimde orada olacaksın, (bunun dolaylı bir yer alış olması bu nesnel gerçeği yok saymamızı gerektirmiyor; dolaylı ama yine de bir ittifak!); öte yandan kalkıp HDP’nin başkan adayı göstermemesini, tüm zaaflarına karşın karşı devrim içine de oynayan taktik politikasını, “sol” keskinlikle mahkum edeceksin!!! Peki buna ne demeli??? İnsanda, öncüde tutarlılık olmalıdır; olmadığında gözden düşersin; inandırıcılığını kaybedersin ya da kitleler, devrimciler düpedüz sana inanmaz; istediğin kadar “ben büyük öncüyüm” falan de...

Geçmeden vurgulamak isteriz: Gerek HDP-YSP ve gerekse de “Emek ve Özgürlük İttifakı” içerisinde yer alan önemli sayıda reformcu parti, özellikle de ve esasen Kılıçdaroğlu hakkında hayaller yayan tutumlar sergilemektedir; bu reformist politik tutumun eleştirilmesi gerektiği açıktır ve bu, ciddi bir zaaftır; bu eleştirilerin kamuoyu önünde açıkça ve güçlü bir tarzda yapılması gerekir; eylem birliği, blokta yer alıyor oluş, bunu önlemeli ve önleyemez; bu bağlamda belirleyici olan şey, işin gereğine uygun davranılıp davranılmaması olacaktır.

Millet İttifakı’na yedekleniyorsunuz!” eleştirisini yapanlara yöneltilen eleştiri de şudur: “Erdoğan’ın kazanmasını mı istiyorsunuz? Erdoğan’a yedekleniyorsunuz”...

Burada yöntem, bu tartışmayı ak-kara ikilemine indirgemeden tartışmak, analizler yapmak olmalıdır. Kuşkusuz ki her taktiksel tutumun da nesnel anlamı vardır ve “tartışma”ya buradan bakmamak yanlış olur.

HDP’nin tavrı, nesnel olarak, Kılıçdaroğlu’na sunulan politik bir destek anlamına gelir; belirleyici merkez olan yurtsever hareket, beğenelim ya da beğenmeyelim, bu tutumu, taktiksel bir manevra olarak kavramaktadır. (Ve Kılıçdaroğlu hakkında ciddi liberal beklentiler uyandıran açıklamaları da mevcuttur.) Kendi çizgisinde bu manevrayı ve manevraları yapacak güç ve yeteneğe de sahiptir. Ekleyelim, yurtsever hareket ve HDP, büyük bir olasılıkla seçimlerin ön gününde “Erdoğan’a kaybettirme” tutumunu “Kılıçdaroğlu’na oy verin!” çağrısıyla birleştirecektir. Biz cumhurbaşkanlığı seçiminde “Kılıçdaroğlu’na oy ver!” çağrısı yapmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz; ancak, “Erdoğan’a kaybettirme” taktiksel manevrası kapsamında, bu somut durumda, “dolaylı yedeklerden yararlanma” taktiği gereği “Kılıçdaroğlu’na oy verme” çağrısı da yapmamak gerektiğini düşünüyoruz. Erdoğan götürülmelidir; darbe Erdoğancı dinsel faşist politik rejime indirilmelidir; Kılıçdaroğlu, CHP ve “Millet İttifakı” hakkında en küçük hayal yaymadan, bu bloğu da sistemli teşhir ederek sınıfın ve halkların kendi talepleri için sokaklarda olması ve sonuna dek kendi talepleri için mücadele etmesi gerektiğini her saniye vurgulamalıyız. İki seçimin aynı sürede gerçekleştirilecek olması, iki bloğa karşı mücadele etmek ve CHP gerçeğini ortaya koymak bakımından da önemli bir avantaj sunmaktadır. Doğru olduğunu düşündüğümüz “dolaylı tavır” iki düşman arasında asıl darbeyi iktidara indirmeyi öngören bir taktik manevraya dayanıyor. Bu bağlamda seçim süreci boyunca CHP gerçeğini ortaya koyarken, Kılıçdaroğlu seçilirse “bizi kurtaracak” beklentisi yaratmadan, Kılıçdaroğlu ve CHP hakkında en ufak bir hayal yayılmasına fırsat vermeden, “oy ver” çağrısı yapmamakla birlikte, kitlelere Erdoğancı rejimi politik olarak yenilgiye uğratmayı öneriyoruz. Bu tavır, nesnel olarak, bir bakıma ve belli bir ölçekte Kılıçdaroğlu cephesine alan açmaktadır ama ne Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı hakkında hayaller yaymaktadır ne de darbenin Erdoğancı rejime indirilmesini zorlaştırmaktadır. Soruna buradan baktığımızda, bu taktiksel tutumu basitçe, “Millet İttifakı”na yedeklenme olarak kavrayıp propagandasını yapmanın subjektif bir “eleştiri” olacağı açıktır. Aslında bu konuyu da içerecek tarzda dönüp Komintern’in Hitler faşizmine karşı mücadele deneyimini, keza “Halk cephesi” taktiklerine; İspanya iç savaş deneyimine; Çin devriminin gelişme sürecinin deneyimlerine; Stalin ve SBKP’nin Hitler’in başını çektiği faşist kampla ABD-İngiltere-Fransa’nın oluşturduğu kamp arasındaki çelişki ve çatışmalara oynayan politik taktiklerine (strateji ve taktik bağlamında) bakmak, incelemek yararlı olacaktır...

Birkaç bin kitlesi olan devrimci parti ve çevrelerle, milyonlara hitap eden, seferber edebilen devrimci ya da objektif olarak devrimci rol oynayan politik yapıların pozisyonu-pratik-politik duruşu aynılaştırılamaz; büyük kitlelere dayanmayan, böyle bir mücadele deneyiminden geçmemiş dar devrimci politik yapıların “strateji ve taktik ustalığı” gelip belli dar sınırlara dayanmaktadır. Hele de, devrimci ve komünist hareketin “ustalık” adına pek bir başarısından bahsedemeyeceğimiz Türkiye gerçeğinde, politika bilimini ve tarihsel deneyimleri öğrenmede oldukça geride olduğunu-kaldığını saptadığımızda (gerçi kimse burnundan kıl aldırmıyor!), dikkat çektiğimiz olgu daha da anlamlı olmaktadır... Politik alanda liberalizme, reformizme, parlamenterizme, tasfiyeciliğe karşı mücadeleyi önde tutarken, sekter politika ve taktiklere de karşı mücadele etmek de gereklidir.

VI

Erdoğan kaybederse “toplum rahat nefes” alır mı? Çünkü bu yaygın bir beklenti. Dinci faşist diktatörlüğün iki on yıla yayılmış azgın yağması, yıkımı, terörü altında inim inim inleyen geniş kitlelerin, mücadele eden, her şeye karşın direnen kitlelerin, halkların, öncü kuvvetlerin nefes almaya ihtiyaç duyduğu da bir gerçektir. Karşımızda nefes aldırmaz bir diktatörlük var ve en aşağılık, rafine temsilcisi de Erdoğan’dır. Öyle ki, “sol” çığırtkanlık yapanlar bile, Erdoğan’ın tahtından düşürülmesi durumunda sevinecektir, “neyse iyi oldu” vs. diyecektir; bunu açıktan ifade etmeyecekler belki ama bu, böyle olacaktır...

Ekonomik yoksullaşma, ağır faşist terör, sınır tanımayan adaletsizlik ve toplumsal eşitsizlik; kadın haklarına dönük azgın saldırı ve gasplar; zindanların tıka basa doldurulması; tam bir faşist keyfiyet; komşu halklara ölümü dayatan emperyal politika; mafyalaşma, uyuşturucu tacirliği; korkunç bir yağma, rüşvet, yolsuzluk çarkı ve devasa boyutlara ulaşmış fuhuş, sınır tanımaz bir çürüme ve ahlaki çöküş; ağır bir göçmen sorunu, çevrenin yıkımı... Bunlar AKP-Erdoğan-MHP döneminde tavan yapmış olgulardır.

Kitlelerin beklentileri ve yürütegeldiği mücadeleler var. “Restorasyon” iddiasıyla gelecek olanlar birikmiş olan on milyonların toplumsal ve siyasal öfkesi ve mücadelelerin baskısıyla, istemleriyle doğrudan karşı karşıya kalacaklardır. “Toplumu” oyalama, yönünü saptırma, sistem içi asilime etme gereksinimi duyacaklardır. İşçilerin, halkların, aydınların, kadınların, gençliğin, işsizlerin, Kürtlerin, Alevilerin vb. vb. taleplerini hiç dikkate almadan Erdoğan gibi yollarına devam edemeyecekleri açıktır. Belli ki ilk dönemde beklentileri yedeklemek ve yönetmek için bazı manevralara girişeceklerdir ama bunun sınırlarını belirleyen olgu, sermayenin çıkarları ve ABD, AB gibi emperyalistlerin istemleri olacaktır. Eğer seçimleri kazanırlarsa işçi sınıfının ve halkların durumunu iyileştirmek için değil, iç ve uluslararası sermayenin programını uygulamak için yol almaya bakacaklardır. Örneğin geldiklerinde “enkaz devraldıkları” gerekçesine sığınarak hızla zam yağmuru yağdıracaklardır... Geçmişe sünger çekme manevraları yapacaklardır vb.

Rahat nefes alma” yalnızca ve yalnızca yüz binlerin, milyonların militan mücadelesine bağlıdır. Bu, bugün için de, yarın için de geçerli bir kıstastır. “Toplum”a anlatılması gereken budur. Yoksa, “Kılıçdaroğlu gelecek, toplum rahat nefes alacak” beklentisi ve bu beklentiye çanak tutan propagandalar tepeden tırnağa yanlıştır; bu eğilime karşı mücadele yaşamsal önemdedir; bu beklenti kitleleri pasif bir bekleyişe iter, eylem gücünün ortaya çıkarılmasını önler, faşizm ve sermayenin saldırılarını kolaylaştırır...

Gelen gideni aratır” denir, bu “Millet İttifakı” için de geçerlidir. Eğer “gelenin gideni aratacağı” bir tablonun ortaya çıkmasına karşıysanız, tek yol mücadele etmektir; kitlelere açıklanması gereken şey budur.

Sonuç itibari ile her şey proletarya ve halkların mücadelesine bağlıdır. Ya bu mücadeleyi Türkiye ve Kürdistan’da başarıyla geliştirirsiniz ya da ezilirsiniz. Seçim süreci de bu mücadelenin bir halkasıdır. 

6 Nisan 2023 Perşembe

TROÇKİSTLER, A. YAKOVLEV, YURİY AFANASİYEV, N. MALOV, MANDEL...

 

TROÇKİSTLER, A. YAKOVLEV, YURİY AFANASİYEV, N. MALOV, MANDEL...


Bizler SBKP XX. Kongresi’nin çocuklarıyız. 1960’lardaki Sovyetler Birliği bizi derinden etkilemiştir. Gençken partiye güven ve bağlılık duygularıyla katılmıştık. Ancak XX. Kongre’den sonra fikirlerimiz değişmeye başladı.(Gorbaçov, 2001)

SSCB dağıldıktan sonra bile, Rusya' da toplumsal düzenin bozulmasını önlemek, ahlaki ve kültürel çöküşü engellemek, eğitim sistemini iyileştirmek, suç oranlarını düşürmek, alkol ve uyuşturucu belasını ortadan kaldırmak isteyen enerjik yurtsever kişiler hemen Stalinci diye damgalanıyorlar.” (Rus tarihçi Y. Yemelyanov)

I

Önce bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.

Troçkizmin kaynağı Leninizm mi? Troçki Lenin’in Leninist çizgisinden dolayı mı Troçkizmi savundu?

Kuşkusuz ki hayır! Troçki küçük burjuvazinin temsilcisiydi. Leninizm ile Troçkizm iki ayrı sınıfın; birincisi nihai amacı komünizm olan kapitalizmin mezar kazıcısı proletaryanın, ikincisi ise ideolojik olarak burjuvaziye bağımlı, nihai hedefi demokratik bir kapitalist sistem kurmak olan küçük burjuvazinin ideolojisidir. Troçkizmin Marksizm-Leninizm düşmanlığının nedeni de budur.

Troçki Bolşevik Parti’ye bir Leninist olarak değil, Troçkist özünü koruyarak katıldı; kısa bir müddet sonra da burjuvazinin saflarına geçti.

Şu sözler Troçki’ye ait:

Kararla bir bütün olarak hem fikirim - ama sadece Rus B[olşevizm] inin enternasyonalist olduğu derecede.”

Bolşevikler Bolşevikliği terkettiler -ve ben kendimi B[olş]e[vi]k olarak tanımlayamam. Onların kararları, nitelemenin temeli olarak kullanılabilir (ve kullanılması gerekir).”

Ancak bizden B [olşev] izmi  tanımamız istenemez..”

Bu notlar Lenin’in birlik toplantısında aldığı notlardır. Bu bağlamı yazı dizimizin ilgili bölümünde incelemiştik...

Troçki ve Troçkizm sınırsız bir ikiyüzlülüğü temsil etmektedir. Kendisini Bolşevik olarak nitelemeyen ve buna karşı çıkan Troçki, Lenin’in ölümüyle birlikte keskin mi keskin “Bolşevik/Leninist” olarak ortaya çıktı; Stalin ve Bolşevik Parti’yi “Bolşevizme ihanet” etmekle suçladı...

Devam edelim.

Peki Buharin? Buharin’in çizgisinin kaynağı Stalin ve “Stalinizm” mi? “Buharinizm” Lenin’in ve Stalin’in Leninist çizgisinden mi kaynaklandı?

Elbette ki hayır! Buharin Bolşevizm’den, proletaryadan, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmden koparak burjuvazinin sözcüsü haline geldi. Onun anti-Leninist çizgisinin kaynağı Lenin ve Stalin değil, tasfiye edilmekte olan ve edilen kapitalizm ve burjuvaziydi.

Gerek Troçki, gerekse de Buharin proletarya diktatörlüğüne ve sosyalist inşaya karşı savaşırken içeride ve dışarıda kapitalizm ve burjuvazinin sözcüsü haline geldiler. Bu olgu onları zamanla (bir iç evrim geçirerek) gericiliğin ve emperyalizmin kucağına götürdü.

Yani Troçki’nin ve Buharin’in teori ve pratiğinin kaynağı ve suçlusu Leninizm, Lenin ve Stalin değildi.

Gerek Leninizm’in gerekse de Troçkizm ve Buharinizmin kaynağı, düşman sınıflarla parçalanmış sınıflı toplum gerçeğinde, toplumsal maddi gerçekte yatar. Bolşevizm/Leninizm’den farklı olarak her iki akım da içeride küçük burjuvaziye ve burjuvaziye, dışarıda emperyalist dünya sistemine ve bu sistemin yarattığı burjuva baskıya ve etkiye dayanır. Bir kaynak aranacaksa, (ki bu kaynak saptanmak zorunda) bu kaynak, Lenin ve Stalin’in çizgisi değil, kapitalizm ile sosyalizm, kapitalist yolla sosyalist yol arasında SSCB’de ve uluslararası arenada kıran kırana yürütülen mücadelede ve onların kapitalist yolcular olmalarında yatmaktadır...

Peki Kruşçevizm?

Kruşçev’in çizgisi (yeni tip burjuvazinin teori, program ve pratiği) Stalin’in Leninist çizgisinden mi kaynaklandı? Yine hayır! Kruşçevizmi yaratan, Gorbaçovculuk ve Yeltsincilikle doruğa ulaşan çizginin kaynağı, SSCB içinde yenilmiş burjuvazi ve uluslararası sermayenin baskısı ve etkisiyle beslenen ve yeni koşullarda gelişmiş olan yeni tip küçük burjuva katman ve bu sınıfsal kategorinin iktidarlaşma, sınıf atlama gerçeğinde yatmaktaydı.

Yani sorunun temeli bir kez daha toplumsal-maddi gerçektir. Sınıflar arası uzlaşmaz karşıtlığa dayanan sınıf mücadelesidir. Oportünizm, revizyonizm, reformizm ve onun tarihsel biçimleri ve modern revizyonist karşı devrim ne Marks-Engels’ten ne de Lenin ve Stalinden kaynaklanmıştır. Bu çizgiler, sınıflı toplum gerçeğinde burjuvaziyi ve küçük burjuvaziyi temsil etmektedir. Kaynağını kapitalizmde, küçük mülk sahibi sınıflarının nesnel gerçeğinde aramak ve bulmak gerekir.

Kruşçev çizgisi iddia edildiği gibi Stalin ve onun Leninist çizgisinden kaynaklanmış değil. Bu bir çarpıtma, demagoji, manipülasyondur.

Sözgelimi Brenstein revizyonizminin kaynağı ya da suçlusu olarak Marks ve Engelsin çizgisi; teori ve pratiği gösterilebilir mi?! Kuşkusuz ki hayır! Ancak bu bağlamda yapılan sözde “eleştiri”lerde sınır yok...

Oysa biliyoruz ki, revizyonizm kılık değiştirmiş burjuvazidir. Revizyonizm kendini “Marksist” ilan etmekten de geri durmayan bir akımdır. “Marksizm öncesi küçük burjuva teorilerin” iflas etmesi ve Marksizm’in kesin zafer kazanmasından sonra, burjuva ideolojisi (burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi) bu kez, yeni koşullar içerisinde, “Marksizm tabanı” üzerinde kendini üretmeye başladı. Hikayenin özü ve özeti budur. Bu gerçeğe karşın yine de istendikten sonra revizyonizmin Marksizm’in ürünü olduğunu iddia edebilirsiniz ve Marksizm’i suçlayabilirsiniz; ne de olsa Makyavelizmde sınır yok. Örneğin, proletaryanın ideolojisi ve kurtuluş hareketi olarak Marksizm olmasaydı ve zafer kazanmasaydı revizyonizm de olmazdı gibisinden demagojik eleştiriler yapabilirsiniz...

İnanacak olursak, Marks ve Engels “Hegelcilikten kopuş”amamıştır. Ya da Marksizm “sol Hegelcilik”tir. “Marksizm modernizmdir.” “Modernizmin bir biçimi”dir. “Bernsteincılığın kaynağı Marks-Engels’tir.”; özellikle “Marks’a ihanet eden Engels”tir vs.

Aynı ya da benzer “eleştiri”ler Lenin ve Leninizm’e de yöneltildi. Lenin’in “modernizmden kopamadığı”, Leninizm”in “modernizmin bir biçimi” olduğu propagandası yapıldı. İşi Marks’a götürmeden, üstelik berbat bir demagojiye dayalı “Marksist”lik iddiası arkasına sığınılarak, Lenin’in “Menşevizmden ve II. Enternasyonalcilikten yeterince kopamadığı”, Ekim Devrimi’nin “modernist bir devrim” olduğu vbg. sözde “eleştiri”ler yapıldı. Derken içeriği aynı olan bu vb “eleştiri”ler bu kez Stalin ve Stalin’in izlediği Leninist çizgiye yöneltildi. Stalin’in “Lenin’e ihanet ettiği”, Stalin’in bir “Menşevik”, “Stalinizm”in “Menşevizm”, “kapitalizme geri dönüş çizgisi” olduğu gibi incilerden bu olguyu görmekteyiz. Troçki ve Troçkizm de bu iddialara dayandı. Troçki’ye göre Lenin ve Leninizm zaten Ekim Devrimi öncesi ya da öngününe kadar Menşevizmdi. “Şubattan başlayarak” Lenin Troçkizme geldi...

Burjuvazi ve küçük burjuvazinin Marksizm-Leninizm’e saldırılarının biçimleri değişse de devam edecektir...

İyi biliniyor ki, Kruşçevizm Leninizm’in, Stalin’in Leninist çizgisinin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin açık, net, kesin mahkum edilmesi üzerinde yükselen bir modern revizyonizm ve modern revizyonist bir karşı-devrimdi. Troçkizm ve Buharinizm örneğinde olduğu gibi sınıfsal karakteri, maddi-toplumsal temeli belli olan bir akımdı... Kruşçevciliği “Stalincilik”, onun bir biçimi falan olarak pazarlamak da burjuvazinin ve dostlarının kara propagandasının gerçeğidir.

Nesnel süreçleri belirleyen ideolojiler değil, ideolojileri belirleyen nesnel yasalardır, toplumsal maddi gerçeklerdir. Sosyalizmin olgunlaşarak komünizme varışı uzun bir tarihsel sürece tekabül eder ve bu geçiş sürecinde her renkten anti-Leninist sapmanın, “komünizm”, “Marksizm” maskeli burjuva çizgilerin doğuş ve gelişme sürecinin maddi temelini de özel mülkiyet dünyası ve onun baskısı oluşturur. En nihayetinde modern revizyonizm de tarihsel ve toplumsal bir üründür; durup dururken ortaya çıkmadı ve gelişmedi...

Sosyalizm “olgunlaşmamış komünizm”dir; komünizme (sınıfsız toplum) geçişin alt evresidir. Troçkizmin sosyalizmi komünizm (sınıfsız toplum) olarak sunması bu akımın Marksizm-Leninizm düşmanı karakterini yansıtmaktadır. “Marksist-Leninist” olma iddiasına dayanarak tıpkı Troçkistler gibi komünizm aşamasında geçerli olacak ölçütlerle sosyalizmi ve geçiş sürecini yargılayamazsınız. Burada hayali, romantik, mükemmeliyetçi vs. “analiz”ler, “eleştiri”ler geçerli değildir ve olamaz. Tarihi, tarihsel süreçleri, dönemeçleri tarihsel gelişmenin nesnel hareket yasalarına ve mantığına, evrensel ve toplumsal gelişmenin temel çelişkisi olan çelişki yasasına göre değerlendirmek; her sorunu ve gelişmeyi kendi somut tarihsel gerçeği içerisinde ele almak zorundasınız. Kruşçevci karşı devrimi destekleyenler, işi Yeltsinciliği kutsamaya kadar götürenler, “her nedense”, ana dikkati “şeytan Stalin”e ve “Stalinizm”e yöneltmek için özel ve yaşamsal bir çaba sarfetmektedirler. Dikkatleri, bilinçli bir hedefleştirmeyle SSCB’nin sosyalist dönemine (“Stalinizm”) çekerek yeni dönemi rezilce alkışlayanlar, yıkılış sonrası dönemin bütün rezaletini de “Stalinizm”e, Stalin’e yüklemeye devam ediyorlar. Bu duruşun sınıfsal anlamını kavramamak için (eğer cahil değilseniz) beyinlerin, yüreklerin körleşmiş ve köleleşmiş olması gerekir. Anti-komünizm olan anti-Stalinizm çöküşle birlikte daha çıplak ortaya çıktığı gibi kapitalizm ve burjuvazi demektir.

Kruşçev, Stalin’in değil, Troçki’nin, Buharin’in öngördüğü yolun temsilcisi olarak öne çıktı, onlara “itibar”ını iade etti; 30’lu yılların mahkemelerini düzmece ve “Stalinist caniliği”nin ürünü olarak mahkum etti. Troçkizm ve Buharinizm kapitalizme geri dönüş, proletarya diktatörlüğünü ve sosyalizmi, Leninizm’i tasfiye çizgisiydi. Bunu Kruşçev ve ardılları başardı. Sosyalizmi yıkma, kapitalizmi kurma çizgisini Lenin’in, Stalin’in izledikleri çizgiyle izah etmek demagoji, idealizm ve saçmalıktır. Eklemek yararlı olacaktır; sosyalizm koşullarında iktidar olan modern revizyonizm olgusu daha önce tarihte görülmemiş bir deneyimdir. Stalin bu olgunun bazı öncellerini görmüşse de sorunu bütün açıklığıyla görecek kadar derinleşememiştir. Partinin, Molotov ve Kaganoviç gibi liderlerin modern revizyonist karşı-devrime hazırlıksız yakalanmış olması rastlantısal değildir...

II

Modern revizyonizmin iktidara gelişi bir kader değildir. Elimizde yeni bir tarihsel deneyim var. Bu deneyimden öğrenerek yeni sosyalist inşalar sürecinde modern revizyonizmin iktidarlaşması tümüyle önlenebilir. İlk büyük sosyalist devrimler ve sosyalist inşalar atılımının yenilgiyle sonuçlanmış olması bir son değil, aksine daha güçlü gelecek olan sosyalist atılımlara daha güvenilir ve daha bilinçli ve donanımlı savaş gücü ve yeni silahlar kazandıran geçici bir yenilgidir. Komünist proletaryanın yenilgilerden öğrenerek geleceğini kuracağını reddetmek ise pespayelikten ibaret bir çizgiye, burjuvazinin çizgisine savrulmak ve kapitalizmin ebediliğine inanmaktan ibarettir.

Lenin’in şu sözleri yolu aydınlatmaktadır:

Yenilgiyi kabul etmekten korkmayın. Yenilgiden öğrenin. Kötü yaptığınızı daha kapsamlı, daha dikkatli ve daha sistematik bir şekilde tekrar yapın.

Herhangi birimiz, yenilginin kabul edilmesinin- pozisyonların teslim edilmesi gibi- mücadelede umutsuzluğa ve çabanın gevşemesine neden olacağını söylerse, biz de onlara bu tür devrimcilerin hiçbir değeri olmadığı yanıtını veririz.” 

Yenilgilerin, teorinin ve tarihin eleştirel dersleri yaşamsaldır ve proletaryanın öncüleri nihai amacına er ya da geç varacaktır. Bunun güvencesi Marksizm-Leninizm’dir; tarihin dersleriyle zenginleşmiş, gelişmiş, güçlenmiş Marksizm-Leninizm’dir. Bunu reddetmek bilimi reddetmektir.

Bu konuda açık ve ilkeli bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Ucuz yoldan sorunu getirip Leninizm’e, Stalin’in Leninist çizgisine bağlamak tam bir saçmalıktan ibarettir. Sosyalist inşa sürecinde öznel alanda izlenen çizgideki hatalar, zaaflar, eksiklikler olsa olsa sözünü ettiğimiz çizgilerin ortaya çıkmasına yardımcı olabilir, işlerini kolaylaştırır ama bu, söz konusu akımları meşrulaştırmanın ana gerekçesi olamaz. Proletarya ve burjuvazi uluslararası sınıflardır. Dolayısıyla anti-proleter akımların varlığı da uluslararası karakter taşır. Her ülkenin özgün koşulları ise, bu akımlara rengini verir tıpkı SSCB deneyiminde olduğu gibi. Aşağıda inceleyeceğimiz gerçekler de bu konuda hiç olmazsa bazı bakımlardan aydınlatıcı olacaktır. Yakovlevler, Afanasiyevler, Malovlar, Mandeller tıpkı Troçki, Buharin, Kruşçevler gibi Leninizm’in ürünü olamazlar. Bunlar kapitalizmin, burjuvazinin ürünü olan bireyler ve akımlardır. Kavramları kendi nesnel ve bilimsel temellerinden ve anlamlarından arındırarak kullanmak öncesi bir yana, Troçki’den Kruşçev’e uzanan tarihsel evrimde de burjuvazi ve küçük burjuvazinin kirli silahı olagelmiştir. Bu tipik bir oportünizmi, tipik bir demagojiyi yansıtır.

III

Öğretici ve uyarıcı olduğu için A.Yakovlev’den bazı aktarmalar yapacağız. (Yıl 1990 bunu unutmayalım, bir yıl sonra SSCB tümüyle dağılacaktır.) A.Yakovlev Leninizm’in, sosyalizmin aşırı bilinçli düşmanı, klasik kapitalizmin tutkulu gerici bir militanıdır. SSCB’nin ve önderliğindeki kampın dağıtılmasına Gorbaçov’la birlikte önderlik eden kişidir. Kanımızca Yakovler’in, “Sovyetler Birliğinde Ne yapmak İstiyoruz?” (AFA 21. Yüzyıla Doğru Dizisi 14, AFA Yayınları) kitabının her okuyucu tarafından incelenmesi gerekir. Böyle bir incelemenin çok öğretici olacağına inanıyoruz.

Şunları yazmış bayımız:

Aslında beni korkutanlar sağcı yöneticiler –‘sağcı’ Sovyet şartlarında Stalin’ci–Brejnevci anlamına geliyor– (röportajı yapan gazetenin ekidir)– değil, onların arkasındakiler, onların yönlendirdiği, ekonomik durumdan hoşnut olmayan kitlelerdir. (Agk., s. 60, iba.)

Devrim, sınıfın ve kitlelerin eseridir. Kitlelerin devrimci hoşnutsuzluğu, öfkesi, mücadele arzusu, eylem gücü her zaman sömürücü sınıfları ve temsilcilerini korkuta gelmiştir. SSCB’yi dağıtmayı çoktan kararlaştırmış yeni tip burjuvazinin “liberal”, “özgürlükçü”, “devrimci” kanadının da en büyük korkusu yine Sovyet proletaryası ve halkıydı. Yakovlev bu gerçeği dile getirmektedir. Sovyet proletaryasının en büyük şansızlığı tıpkı Kruşçevci karşı-devrim döneminde olduğu gibi Gorbaçovcu karşı-devrim döneminde de Bolşevik önderlikten yoksun kalması ve yoksun olmasıydı ve her iki dönemde de bu çizgi (tekelci bürokratik kapitalizmin restorasyonu+tekelci bürokratik kapitalizmin dağılması) “Stalinizm” düşmanlığı ve “Leninizm’e dönüş” bayrağı altında uygulandı. Troçki’nin bu anti-komünist sloganı ve bayrağı yalnız Kruşçevizmin değil, Gorbaçovculuğun da sloganı ve bayrağı oldu. Soğuk savaş aydını ve Gorbaçovların sadık dostu IV. Enternasyonalin önderi Ernest Mandel bu gerçeği açıkça ilan etmişti.

Yakovlev, devam ediyor:

İdeolojilerin sonunun geldiğinden giderek daha sık söz ediliyor. Ben, daha ziyade efsanelerin sonu diyeceğim. XXVIII. Kongre hala komünist efsanelerin izlerini taşıyor. Elbette, serbest piyasa ekonomisine geçmeye karar verdik, bir hukuk devleti oluşturuyoruz… bugün çoğulcu sistemin varolma hakkı var. Bunların hepsi prestroika zihniyetinden kaynaklanıyor. Ama sanki bunların hiçbiri mevcut değilmiş gibi, XXVIII. Kongre (bu kongre 2 Temmuz ila 13 Temmuz 1990 toplandı -bn.) ‘program deklerasyonunda SBKP sosyalizm yolunu seçmiş ve komünizmi hedefleyen bir partidir’ diye yazıyor.” (Agk., s. 66)

Herhangi oportünist bir partinin ya da Marksizm-Leninizm’den vazgeçerek oportünizme geçmiş partinin de programında bu sahte söylemi görebiliriz ama burada söz konusu olan, burjuva sınıf bilinçli anti-komünizmin “sosyalizm”, “komünizm” maskesi takarak “komünizm”i tasfiye operasyonudur.

Kamuoyunda belli bir inandırıcılığa sahip olmak için bugün hala Lenin’e başvuruyoruz. Ülkede muhafazakar görüşler hala güçlü olduğundan, Lenin’e dayanmak gerektiğini düşünüyorum” diyor Yakovler. Troçki ya da Yakovler ya da Kruşçev farketmez, aynı sahtekarlıkla karşı karşıyayız; gerici hedeflere varmak için, gerektiği yerde Lenin adını kullanmak, Lenin’den alıntılar yapmak vs. Hatırlatmak isteriz, açık kapitalizme geçişe karşı bürokratik tekelci kapitalizmi yaşatmak isteyen bürokrat tekelci burjuvazi de “Leninist”, “Leninist/Bolşevik” geçiniyordu.

SSCB’de Kruşçev’le başlayan süreçle birlikte önce proletarya diktatörlüğü yok edildi. Buna koşut, yeni tip bürokratik burjuva diktatörlüğe dayanarak sosyalist üretim ilişkileri tasfiye edildi; bu süreç, 1970’e gelip dayandığında SSCB kapitalist/revizyonist bir ülkeye dönüştü. Yani birkaç on yıldır proletarya egemenliği ve sosyalizm tasfiye edilmiş olduğu halde Gorbaçovcu hainler hala (1990’da), Lenin’i araçsallaştırarak kullanmak, iğreti bir biçimde de olsa, programlarına “sosyalizm yolunu seçmiş, komünizmi hedefleyen bir parti” olduklarını yazma zorunluluğunu duymaktaydılar. Kapitalist/revizyonist sistem ve kampı dağıtmanın ön gününde oldukları halde, hala SSCB proletaryası ve halkını sosyalizmi savunduklarına, Leninist olduklarına, “daha iyi bir sosyalizm kurma” yolunda savaştıklarına inandırma zorunluluğu ve gereksinimi duymaktaydılar. Yani Kruşçev’den Gorbaçov’a aynı burjuva kurnazlık ve sınır tanımayan iki yüzlülükle karşı karşıyayız. Ne Troçki ve Kruşçev, ne de Brejnev ve Gorbaçov hiçbir zaman kendi sınıf bilinçli anti-komünist açık politik kimlikleriyle ortaya çıkmaya cesaret edemediler. Eğer Troçki, eğer Kruşçev, eğer Gorbaçov sosyalist-komünist-Leninist maskesinin arkasına gizlenmemiş olsaydılar, anti-Stalinizm maskesini kullanmadan açıkça ortaya çıksaydılar, kuşku yok ki, Sovyet işçi sınıfı ve Sovyet halkları bu hainleri bir kaşık suda boğardı. Bu hainler ve temsil ettikleri sınıflar Marksizm-Leninizm’in yüksek prestijini, bilakis Sovyet halklarının işçi sınıfı önderliğinde inşa ettikleri sosyalizmin görkemli başarılarını, kazanımlarını doğrudan karşılarına alıp saldırsaydılar SSCB’de ve sosyalist kampta tarih başka bir şekilde yazılacaktı. Ama bunu yapmadılar, yapamazlardı da. Onlar, böyle bir açık burjuva saldırı ve sosyalizmi yıkma harekatının sonları olacağını kavrayacak kadar zekiydiler. Bundan dolayı Marksizm-Leninizm, sosyalizm ve komünizm iddiasının arkasına alçakça sığınarak kapitalist restorasyonu örgütlediler.

Lenin ve Stalin sayısız defa kapitalizmin restorasyonunu gerçekleştirecek kuvvetlerin bu silahı (kaleyi içeriden fethetme) kullanacaklarını, eğer önlenemezse bunun sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü yıkıma götüreceğini vurgulamıştı. Stalin’in, “Leninizm”, “Leninist/Bolşevik” olma maskesiyle ortaya çıkan parti içi muhalefetin çizgisinin, keza bu muhalefetin aynı iddialarla, partiden koparak tümüyle anti-Leninist, anti-Sovyet evreye geçtiği koşullar da dahil, sosyalizmi yıkma, kapitalizmi kurma çizgisi olduğunu; bunların eni-sonu bu işlevi üstlendiklerini açıklıkla vurgulamıştı. Nitekim, Troçkizm, Buharinizm Kruşçevcilik olarak olgunlaştı ve iktidarlaşmayı başardı. Bu akımların, siyasi çizgilerinin özü ve özeti, proletarya diktatörlüğünü yıkmak, sosyalizmi tasfiye etmek, kapitalizmi yeniden kurmaktı. Adı geçen siyasal çizgilerin Kruşçevcilikten Gorbaçovculuğa, Yeltsinciliğe vararak kapitalizm ve burjuvaziyi temsil ettikleri ortaya çıktı. Yaşadığımız tarihsel deneyim, kalenin içeriden ele geçirilmesiyle sosyalizmi tasfiye etme silahının, iç savaş ve emperyalist, faşist işgal saldırılarıyla kıyaslanamayacak kadar güçlü bir silah olduğunu kanıtladı. Açık iç ve dış düşman saldırısı SSCB tarihinde etkili olamadı ve her seferinde ağır yenilgilere maruz kaldı ama “Leninizm”, “sosyalizm”, “işçi sınıfı”, “Marksist yenilenme”, “daha iyi sosyalizm ve daha çok demokrasi”, “dogmatizme karşı savaş”, “yaratıcı Marksizm” kamuflajıyla içeriden fetih harekatının ise başarılı olduğunu kanıtladı. Bu tehlike ve tehdidin etkinleşerek iktidarı ele geçirmesi, kapitalist restorasyonu gerçekleştirmesi, aynı zamanda Marksist-Leninist teorinin ve komünist siyasal çizginin bu gelişme karşısında mücadelenin gereksinmelerine yeterince yanıt veremeyen boşluklarının, hatalarının, zaaflarının olduğunu açığa çıkardı. Tarihin dersleri tamda burada Leninist yenilenmede, teori ve pratiği zenginleştirmede yaşamsal bir yer tutmaktadır...

Tarihin dersidir, birlikte okuyalım:

Sözde ‘Prag Baharı’, Çekoslovakyalı revizyonistlerin -Tito, Hruşçov, Gomulka ve Kadar’ın ruh ikizleri-, 1956 ilkbaharında Budapeşte’de başarısız olan şeyi, daha iyi hazırlanarak sonuna kadar başarıyla götürme çabasıydı. ‘Stalinist’ Novotny devrilecek ve artık revizyonistlerin eline geçen parti aygıtıyla burjuva cumhuriyete ‘barışçı’ geri dönüş yoluna girilecekti. Uysal gemi aslanı Dubcek’in birinci sekreterliğinde, Ağustos 1968′e gelindiğinde bu yolda hedeflerine neredeyse varmışlardı, ama bu adamlar halka bu yolun sonunun nereye varacağını elbette söylemiyor, daha iyi bir sosyalizm, ‘insan yüzlü’ bir sosyalizm kurmaktan bahsediyorlardı. 5 Kasım 1990 tarihli ‘Welt’ gazetesinde, bunun gerçek görüşlerini gizlemeye yaradığını açıkça söyleyen, bu karşı-devrimci komplonun elebaşlarından Ota Sik’ten başkası değildir: ‘Biz, ekonomik reformcuların çekirdeği’, demektedir, ‘o sırada Prag’da komünizmi düzeltmeyle pek ilgili değildik. Gerçek hedefimiz onu ortadan kaldırmak ve yeni bir sistem inşa etmekti. Açıkçası, sürekli olarak bir sosyalist demokrasi reformundan ya da sosyalist piyasa ekonomisinden söz etmek zorundaydık, çünkü başka türlü halka ulaşmak mümkün değildi.(Kurt Gossweiler, MLPD’nin Konumları Hakkında, Bir MLPD yöneticisine bugüne kadar yayınlanmamış bir mektuptan, 6 Kasım 1994, iba.)

Anti-komünist, kapitalizm savunucusu Ota Sik, Troçkiler, Kruşçevler, Yakovler, Gorbaçovlar gibi, halkı, proleterleri aldatmak, manipüle etmek, hedeflerine varmak için “Marksizm-Leninizm”, “sosyalizm”, “daha fazla sosyalizm”, “daha fazla sosyalist demokrasi” demagojisine başvurmak zorunda olduklarının bilinciyle davranmıştır. Nedeni mi, nedeni açık: “çünkü başka türlü halka ulaşmak mümkün değildi.” “O zamanki şartlarda bu mümkün değildi… Sovyet insanları Stalin’i devamlı, düşmanın vuruşlarına karşı SSCB’yi korumak için, sosyalizm davası için mücadele eden bir insan olarak biliyorlardı…. Bu koşullarda Stalin’e karşı her çıkış, halk tarafından kavranamazdı... Açık ki, bu atmosfer altında Stalin’e karşı çıkan hiç kimse halktan destek alamazdı.” (Kruşçev) Sözgelimi Troçki, “Ekim Devrimi”nin kazanımlarını korumak maskesine bürünmek zorundaydı. “Ben kapitalizmi kuracağım”, “ben sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü yıkacağım” diyemezdi. Bu onun ipliğinin hemen açığa çıkaracaktı. Kendini “Bolşevik-Leninist” olarak pazarlaması, SSCB devletini lafta da olsa “işçi devleti” olarak tanımlaması, ”SSCB’ye değil, Stalinist hizibe” karşı mücadele ettiğini söylemesi vs. bu gerçeklerle ilgilidir. “Çünkü başka türlü halka ulaşmak mümkün değildi.Yani halk, işçi sınıfı sosyalizmden yanaydı; Lenin ve Stalin kendi davalarını temsil eden, sosyalist dev kazanımların altına imzasını atan kendi liderleriydi. Bunu anlamamak, görmezden gelmek, üstünden atlamak, ret ve inkar etmek, tek kelimeyle cehalettir; dahası sınıf düşmanının tarih çarpıtıcılığı, anti-komünist, karşı devrimci saldırısıdır. Bu düpedüz burjuvazi ve yedeğindeki akımların kirli propagandasıdır. Troçki ve Troçkizmin “daha iyi bir sosyalizm, ‘insan yüzlü’ bir sosyalizm kurmak”, “ sosyalist demokrasiyisavunmak iddiasının arkasına sığınması,Gerçek hedefimiz onu ortadan kaldırmak ve yeni bir sistem inşa etmekti.”r dememek için kullandıkları bir demagojiydi...


IV

Troçkizm, “Stalinizm”i “karşı–devrim”, “bürokratik karşı–devrim” olarak tanımlar. Troçkizmin ve IV. Enternasyonal’in 1956’yı “destalinizasyon” yolunda olumlu bir dönemeç olarak gördüğünü ama Kruşçev ve ardıllarının Stalincilikten yeterince kopuşamayarak Stalin’in çizgisini, modelini bir biçimde devam ettirdiğini; Gorbaçovcu burjuvazinin program, teori ve pratiğinin “Stalinizm”den koparak “politik devrimi” gerçekleştirdiğini ve Gorbaçov-Yeltsin’le tam bir dayanışma halinde olduklarını (üstelik Lenin’den alıntılar yapmaya da devam ederek), Gorbaçov’un Troçkizmin programını uyguladığını savunduklarını biliyoruz.

Bakın açık burjuva kimliğiyle konuşan anti-komünist Yakovlev Stalin hakkında neler söylüyor:

Stalin’in benim için kötülük timsali olduğunu söylemeliyim.” (Agk., s. 30)

Stalin eleştirildikten sonra Stalinci modelde ısrar edildi.” (s. 24)

Stalin’in yaptığı gerçekten sosyalizmin bir ifadesi olarak görülebilir mi? Hayır! Tersine tam bir karşı–devrimdir.” (s. 29)

Kendisini “Leninist–Bolşevik”, “Devrimci Marksist”, “komünist” olarak pazarlayan Troçki, Troçkizmin; Marksizm–Leninizm’in, devrim ve komünizmin bilinçli azılı düşmanı A. Yakovlev’in Stalin’e karşı aynı cephede ve mevzide saf tutmuş olmaları ve aynı sözlerle saldırmaları burjuva sınıf kardeşliğini çarpıcı bir şekilde ele vermektedir. Evet, Troçkizm’in stratejik çekirdeği bilinçli anti–komünistlerden oluşmaktadır. Tarihsel deneyim bu gerçeği çok çarpıcı bir tarzda açığa çıkarmıştır.

Kruşçevizm ve ardılları revizyonist bürokratik karşı–devrimi simgelerken, Gorbaçovculuk ise 56’dan başlayarak revizyonist karşı–devrimin klasik kapitalist karşı–devrime yol açan doruk noktası olarak olgunlaşıp çürümesidir. Yeltsincilik ise karşı–devrim içinde karşı–devrimdir. İkincisi birincisinden doğmuş, birincisi yerini ikincisine bırakmıştır. Böylece miadını dolduran bürokratik tekelci devlet kapitalizmi, “tarihin gördüğü en büyük yağma harekatının” eşliğinde klasik kapitalist biçimler alarak dağılmış, çıplak kapitalist dönem yeni sürece damgasını basmıştır. Her halükarda kaybeden proletarya ve halklar olmuştur.

Karşı–devrim içinde karşı–devrim, Kruşçev–Brejnev dönemini “Stalincilik”, “neoStalinizm” dönemi olarak damgalamış; birinci karşı–devrim Gorbaçovculukla Stalin dönemini bir kez daha mahkum ederek, geniş çaplı anti Stalinist kampanyayla ikinci karşı–devrime yolu düzlemiştir. Her iki burjuva karşı–devrimin temsilcileri, her bir aşamada Stalin’e, sosyalizme ve Marksizm– Leninizm’e sınır tanımaz kin ve saldırıda dizginsizce birleşmiştir. Ve Troçkizm de her bir aşama ve dönemeçte Amerikan emperyalizminin önderliğindeki emperyalist kampın hedef ve amaçlarına bağlı olarak onları eleştirel(!) tarzda desteklemiş ve teşvik etmiştir. Gerçekler bunlardır.

Sovyet tarihçisi Yuriy Afanasiyev”, 10 Haziran 1987 yılında yapılan röportajda, “Bugün Stalinizm bir davranış biçimi, görüş ya da düşünce sistemi olarak hala varlığını sürdürüyor mu?” sorusunu, şöyle yanıtlıyor:

Bizim ülkemizde değişik nedenlerle Stalin’le ilgili olarak ‘iyi anıları olanlar’ hiç de az değildir. Tarihsel anlamda bellek düne ilişkin bilimsel olmayan ‘sıradan, günlük’ deneyim ve değerlendirmeleri de içerir. Bu düşüncelerin ortaya çıkışı, gelişimi kendiliğinden oldu genellikle, ama gelişmesine ve kuvvetlenmesine ideolojimiz de katkıda bulundu. Filmlerimize göz atmak, birkaç kitap okumak yeterli: Stalin yüce, bilge kişi olarak tanıtılıyor. Daha düne kadar otomobillerin camlarına da Stalin’in resmi yapıştırılırdı. Stalin’in doğrudan fotoğrafları, ya da fotoğraflı hediyelikler Gürcistan’da açık açık satılırdı da. Stalin’in adı birçok kimse için sağlam politika, disiplin ve düzenle eş anlamlı hale gelmişti. İnsanlar içtenlikle inanırlardı buna. Bu mirastan kurtulabilmemiz için yalnızca bilime değil, propagandaya da önemli görevler düşüyor.” (Bitirilmemiş Devrim, s. 128–29, iba., Amaç Yayınları)

Yuriy Afanasiyev’in açıklama ve değerlendirmesi, Stalin’in ölümünden bu yana süre gelen “de-Stalinizasyon”a, Stalin’i itibarsızlaştırma operasyonuna rağmen Stalin’in, Sovyet halkları ve işçi sınıfı nezdinde itibarının yaşamaya devam ettiğinin itirafıdır. Yıl 1987. Gorbaçov’la birlikte anti–Stalinist kampanya dizginlerinden boşanmış dörtnala yol almaktadır. Ama hala bay “Sovyet tarihçisi”, Stalin’den, “Stalinci miras”tan, “Bu mirastan kurtulabilmemiz için yalnız bilime değil, propagandaya da önemli görevler” düştüğünden bahsetme gereğini duymaktadır. Troçkizm de “bu mirastan”, “Stalinizm”den kurtulmak gerektiğinin ısrarla altını çizmektedir. Bayın bahsettiği “bilim ve propaganda” ise tümüyle anti-komünist demagoji ve manipülasyondan ibarettir. Söylemek isteği şey, sözde bilimin, bilimsel kılıf giydirilmiş manipülasyonun ve iliklerine kadar çürümüş ve kokuşmuş olan yalan ve demagojiye dayanan burjuva ve burjuva revizyonist propagandanın misliyle yoğunlaştırılarak, devrimin, sosyalizmin, Marksizm–Leninizm’in, Stalin’in proletarya ve halkların belleğinden tümüyle sökülüp atılmasıdır. Belli ki pek sayın tarihçimiz, 50’lerden 90’lara yaklaşmış tarihsel kesitte, emperyalizmin, modern revizyonizmin ve yeni burjuvazinin bin bir biçimde pratikleştirdiği anti–Stalinist kampanyayı, “bilim” ve “propaganda” adına, hala yetersiz bulmakta, “daha fazla yalan, daha fazla iftira için haydi ileri!” çığlığı atmaktadır. Eh, boşu boşuna “At sahibine göre kişner!”, dememişler.

Deutscher II. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan SSCB gerçekliğinde şunları yazıyor Stalin hakkında.

Halk, Stalin'e karşı büyük bir minnettarlık duyuyordu; takdir ediyordu onu. Resmi propagandanın doğurduğu duygular değildi bunlar; gerçek ve samimi duygulardı. ‘Stalin çağının başarıları’ hakkında durmadan tekrarlanmış olan sözler, sadece gençlerin değil eski neslin şüphecilerinin ve gayrı memnunlarının gözünde de yeni bir anlam kazanmıştı. Millet, Stalin'in kötü işlerini bile unutmak ve sadece iyi davranışlarını hatırlamak istiyordu. 1939-41 yıllarındaki hataları ve yanlış hesapları bile birçok kimseye, basiretli bir devlet adamının davranışla gibi görünüyordu şimdi. 1930 yıllarında işlenmiş zulümler, Sovyet halklanın yaşamasını sağlayan kurtarıcı müdahaleler gibi görünüyordu.” (Stalin, Bir Devrimcinin Hayatı C. II, s. 368, bba.)

Bu gerçeği ne Troçki ve Troçkistler ne de Kruşçevciler ve Gorbaçovlar silebilmiştir tarihten. Daha fazla, daha fazla, daha fazla “propaganda gerekiyor” diye çığlık atanların neden bunu yaptıkları ve neyi hedefledikleri belli...

Stalin ve “Stalinizm”in zorbalıkla, on milyonları katlederek, toplumu terörize ederek, köleleştirerek, düşünme yeteneği ve imkanlarını elinden alarak vb. ayakta kalabildiğini, Sovyet halklarının desteğini kaybettiğini iddia edenlerin sahte propagandasını şu tablo da açığa çıkarmaktadır:

Bu tür çok sayıda taziye ve başsağlığı mesajı gönderilmişti, ancak en derin acı ve matem ülkemizde yaşanıyordu. Ülkemizin bin yılı aşkın tarihinde böylesine bir kitlesel acı ve gerçek hüzün hiçbir zaman yaşanmamıştı. Rusya'da bazı hükümdarların ölümü ise, aksine, halkı gerçekten sevindirmişti. Mart 1801'de İmparator 1. Pavel'in öldürüldüğü duyulunca, Rusya'da halk bayram etmişti. Mart 1917'de çar tahttan vazgeçince, halk mutlakiyetin kalkmasından dolayı sevinmişti. Ancak 1953 Mar çok farklıydı; Sovyet halkı büyük bir keder içindeydi, sokaklarda, metroda, otobüs ve tramvaylarda, işletmelerde, okullarda, köylerde, kadınlar, erkekler, çocuklar hep ağlıyordu. Moskova'da onunla vedalaşmak için seferber olmuş yüz binlerce insan, daha Stalin'in cenazesi oraya getirilmeden Birlik Kompleksi Sütunlu Sarayı'na akın ediyordu. “ (Yuriy Yemelyanov, Stalin İktidarın Zirvesinde, s. 554)

Ki bu gerçeği pek çok burjuva yazar ve propagandist de doğrulamaktadır.

Bir ulus, bir halk zulmü altında inim inim inlediği, köleleştirildiği, askeri önlemlerle çalıştırıldığı iddia edilen bir “diktatör”ün arkasında böyle yas tutmaz...

Bakın Stalin’in düşmanı, modern revizyonist karşı-devrimin önderi Kruşçev, “Anılar”ında, şu SSCB halkını azgın bir diktatörlükle ezdiğini iddia ettiği Stalin ve “Stalinci diktatörlük” dönemiyle ilgili şunları yazma gereksinimi duymuş:

... Görevimiz bütün hayatımızı kapsıyordu. Dinlenme diye bir şey tanımıyorduk bile. Tatil günlerimizde sık sık kitle toplantıları düzenliyor ya da aramızda iş konuşmaları yapıyorduk. Gece yarılarına kadar durmadan çalışırdık. Yaptığımız işin gözlerimizde romantik bir yanı vardı. Herkes Lenin’in sözlerinin gerçekleşeceği günü bekliyordu: Varlığının ilk on yılından sonra Sovyet İktidarı yenilmez bir kuvvet olacaktı! Yazık ki, bugün o ülkücü ve fedakâr ruh Partiden uzaklaşmıştır; bugün hakim olan davranışların çoğunda bir parça küçük burjuva havası vardır. Ben Moskova şehrinin yönetimine yardımcı olduğum sıralar tek bir insan bile kendisinin bir daşa’sı (köy evi) olması hayaline kapılmasına izin vermezdi. Ne de olsa komünist'tik biz! Hep alelâde elbiselerle dolaşırdık. Hiçbirimiz takım elbise giymezdi. Üniformamız açık yakalı bir gömlek ya da beyaz bir köylü önlüğü idi. Stalin bize bu konuda iyi bir örnek olurdu.” (Anılar, C. I, s. 80, iba.)

İşte bu adanmışlık, bilinç ve sorumluluk, enerji, coşku, gönüllü, disiplinli yaşam tarzı Stalin döneminin gerçeğiyken, Kruşçev ve sonrası sönümlenip gitti. “Milyonların kanını döken, insanlıktan nasibini alma”dığı iddia edilen Stalin, “Stalinizm” döneminde sosyalist kurucu çalışmanın dev kazanımlarını açıklayan da bahsedilen tabloydu. Lenin’in yolunda, Stalin’in önderliğinde harikalar yaratan Sovyet proletaryası ve halkına ihanet edenlerin kara propaganda ve saldırılarının aksine, tablo bambaşkaydı...

V

Bakın bir Troçkist olan Boris Kagarlistkiy neler yazmış:

Halkın işlerin denetimini elinde bulundurduğu duygusunu, tarihsel olayları seyretmeyip onlara katıldığı bilincini kazanması, hem Kızıllar’ın İç Savaş’taki zaferini hem de SSCB’nin sonraki yıllardaki başarısını belirledi. Bunu ‘devrimci itilim’ diye adlandırabiliriz.” (Bitmemiş Devrim, Bianet, çeviren Ertuğrul Kürkçü.)

Eğer SSCB proletaryası ve halkı, Halkın işlerin denetimini elinde bulundurduğu duygusunu, tarihsel olayları seyretmeyip onlara katıldığı bilincini kazanma”saydı, sosyalizmin kuruluşu ve dev kazanımları gerçekleşemezdi. İşte söz konusu irade, Lenin ve Stalin döneminin gerçeğiydi, fakat modern revizyonist karşı devrimin zaferi, sosyalizmin tasfiyesi sürecinde ise böyle bir iradeden eser kalmadı; yeni tip burjuva diktatörlüğü ve kapitalizmin restorasyonu bu iradeye son verdi. Leninizm ve sosyalizm düşmanlığı “Stalinizm” düşmanlığıyla, teorinin, tarihin, deneyimin baştan aşağı çarpıtılmasıyla maskelendi.

İlerleyebilmek İçin Tarihten Dersler Çıkarmak Gerekiyor” başlığı altında yukarıdaki kitapta yayınlanan konuşmasında Nikolay Malov, “SBKP tarihini öğreten ders kitabı nasıl olmalıdır?” sorusu bağlamında, “Moskova’daki Parti Tarihi Kürsüleri eğitmenleri için düzenlenen seminerde” (yıl 1987), şu itirafta bulunur:

Parti yöneticilerine gelince: Lenin’den bu yana tek yönetici bile yok. Bu en azından son yıllarda yayınlanan ders kitaplarına göre böyle. Stalin ve Hruşçov bile en fazla, parti kongrelerinde rapor okuyan kişiler olarak anılıyor. Oysa onlar devletin ve partinin yönetiminde olan, karmaşık ve çelişkilere sahip kişiliklerdi. Bilimsel somutlulukta irdelenmeleri ve değerlendirilmeleri gerekmektedir. Roosevelt’e, Churchill’e ve Eden’e ilişkin kitaplar yayınlandı, ama Stalin’in politik kariyerini anlatan kitap hala yok. Oysa dünya çapında ona ilişkin yüzlerce kitap yayınlandı ve yayınlanıyor. Üstüne üstlük bu yayınlar antisovyetik, antikomünist görüşler temelinde hazırlanıyor. Bu başkaları için de geçerli.” (s. 133–134, iba.)

Nikolay Malov’un konuşması bir gerçeği dile getirmektedir. Modern revizyonist burjuvazinin Stalin, devrim, sosyalizm ve komünizm düşmanlığının tablosunu özlü ama çarpıcı bir tarzda yansıtmaktadır. Stalin ve sosyalizm adı belgelerden, kitaplardan vb. silinmiştir. O, yok sayılmıştır. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, artık SSCB yok! Ama meydanlara çıkan işçiler, emekçiler Troçki’nin, Kruşçevlerin, Brejnevlerin, Çernenkoların, Andropovların, Gorbaçovların değil, Lenin ve Stalin’in posterlerini taşıyarak yürümektedir. Eee, gerçekler inatçıdır ve siz onları kıvrak kalem darbeleriyle, demagoji ve manipülasyonla, zorla, satılmışların kuduz köpek misali havlamasıyla değiştiremezsiniz. Burada bir kez daha hatırlatmanın yeridir: Uluslararası sermaye, Troçkizm, sosyal–demokrasi, Titoculuk, başta Sovyet modern revizyonizmi olmak üzere modern revizyonizm, dikkat edilsin, herhangi bir SBKP kongresini değil, sözgelimi SBKP’nin 10. ya da 14., 15., 16., 17., 18., 19.* parti kongresini değil 20. Parti Kongresi’ni esin kaynağı olarak açıklamış ya da desteklemiş, övmüş, bir milat olarak almıştır. İşte Lenin ve Stalin dönemi ile 20. Kongre ve Kruşçev ve Kruşçevizm ile açılan dönem arasındaki fark bu kadar temel bir farktır. Çünkü Lenin ve Stalin döneminin SBKP’si ile Kruşçev, 20. Kongre ve ardılları dönemindeki SBKP arasındaki farklılık, proleter çizgi ile burjuva çizgi, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farktır. Vurgulamak isteriz, Lenin’e dayanan Stalin’in çizgisinden sosyalizm, sosyalist kamp çıktı. Önderlerinden birisinin Troçki olduğu Kruşçevizmin çizgisinden (“Stalinizm”e karşı mücadeleden) modern revizyonizm, revizyonist burjuvazi, sosyal emperyalizm, Gorbaçovculuk, derken Yeltsincilik çıktı...

Anti-Stalinci kutsal ittifak, dünya gericiliğinin kurduğu ittifaktır. Bu ittifakın ürünü olan “cephe birliği” tarihsel bir olgudur. “Stalinizmin öldüğü”nü ilan edenler, her nedense (!) kutsal ittifaklarına ve birleşik cephelerine son vermeden anti-komünist, anti-Leninist saldırılarını azgınca sürdürmektedir. Nedeni mi? Çok açık:

Yeni bir kızıl fırtına gelecek, “Stalinizm” burjuvazinin sonu demekti(r). Burjuvazi ve komünizm maskeli işbirlikçileri bu tarihsel gerçeğin derin bilincine sahiptirler; Stalin’den korkmayacaklar da kimden korkacaklar! Stalin bir tarihtir. Bugüne dek burjuvazi ve yardakçıları onu tarihten silip atamadılar. Yeni bir tarihsel kızıl atılım dalgası (Ekimler) mayalanıyor; tarih ve deneyim yükselecek bu fırtınanın ellerinde bayrak olacak; bir kez daha Leninizm’in bayrağı görkemle göndere çekilecek; burjuvaziye, kapitalist emperyalizme en ağır darbeleri indirmeye devam edecektir. Dev bir sosyalist inşaya önderlik eden, burjuvaziyi mezara gömen, faşizmi ezen Stalin’i kim unutturabilir ki!

Asla unutmamak gerekir:

Tarihsel materyalist analizin yerine ikame edilen romantik ve ahlaki değerlendirmelerle incelediğimiz sorunlar ve tarihsel evrim anlaşılamaz. Burjuva ve küçük burjuva kategori ve kavramsal çerçeveye de dayanılarak bilimsel ve devrimci değerlendirmeler yapılamaz. Bu vb. yöntemlere dayanarak ve bakış açılarını öne çıkararak sosyalizmin tarihi değerlendirilemez... Tartışılan şey tüm içsel çelişki ve çatışmalarıyla birlikte tarihsel bir süreçtir ve burada geçerli olan ana ölçüt, somut tarihsel koşulların diyalektik materyalist yöntemle bütünsel incelenmesidir. Nesnel koşullardan koparılmış öznel ölçütlerle, görüngülerden yola çıkarak yapılacak tanımlamalarla, yeşil olan yaşam ağacının yerine geçirilecek gri teorilerle yapılan “analiz”lerle bir milim bile ilerlemek, tarihsel derslerle donanmak, dersleri politik-pratik bir silaha çevirmek asla olanaklı değildir.

Tekrar vurgulamak isteriz: Nerede olursa olsun Post-Marksistlerin, “ezilenci Marksist”lerin, legal Marksistlerin, Troçkistlerin yeri hiçbir zaman Marksizm-Leninizm ve proletaryanın safları değildir. Altı çizilmelidir; Marksizm-Leninizm ne Marks döneminde ne de Lenin döneminde bir çeşitlilik değildi ve Marksizmi bir çeşitlilik olarak sunanlar Bernstenciler, oportünistler, modern revizyonistler, post-Marksistlerdir. Komünist kalmak, komünist işçi hareketi tarihinin devrimci kazanımlarına ve ilkelerine bağlı kalmak istiyorsak, uluslararası Bolşevizm’in ilkeli bir mücadeleyle öncelikle ideolojik olarak arınması; ideolojik ve örgütsel bunalımını aşması; tasfiyecilik demek olan post-Marksizmi, “Legal Marksizmi”, “ezilenlerin Marksizmini”, Troçkizmi komünist saflardan tasfiye etmesi gerekir. Tasfiyeciliği tasfiye etmeyen her komünist parti tasfiye olmaya mahkumdur. Kuşkusuz ki Türkiye bunun istisnası değildir...

Anti-Stalinist propagandanın sonu yoktur. Bu öyle bir utanmazlıktır ki, bugünkü Rusya’nın, yağmalanmış, oligarkların elinde inin inim inleyen Rusya’nın bile tüm suçlarından dolayı Stalin, “Stalinizm” suçlanıyor.

Rus tarihçi Y. Yemelyanov’u birlikte okuyalım.

SSCB dağıldıktan sonra bile, Rusya' da toplumsal düzenin bozulmasını önlemek, ahlaki ve kültürel çöküşü engellemek, eğitim sistemini iyileştirmek, suç oranlarını düşürmek, alkol ve uyuşturucu belasını ortadan kaldırmak isteyen enerjik yurtsever kişiler hemen Stalinci diye damgalanıyorlar. Bu tür provokasyon, yalan ve beyin yıkama yöntemleriyle, yeni Rusya'run sahipleri, ‘liberal özgür medya’n da katkılarıyla ülkeyi perişan ettiler. Bu ortamda sağlıklı düşünen, gerçek vatansever, deneyimli ve dürüst siyasetçi ve yöneticilerin yükselmeleri imkansız bir hale gelmiştir. Stalin'in nefret ettiği siyasi düzenbazlar, omurgasızlar, korkak bukalemunlar, dönekler, hatta ahlaki açıdan sapık denebilecek insanlar öne geçmişlerdir. İç Savaş sırasında ‘Beyaz hareket’in yenilgisini açıklarken, o dönemi yazan V.V. Şulgin, ‘Beyazlar'’ın aslında ‘gri ve kirliler'’e yenildiklerini söylüyordu. Bu sefer ise ‘Kızıl hareket’, ‘gri ve kirliler'’e yenik düşmüştür. ‘Gri ve kirliler' in Stalin'e karşı olan nefret ve öfkelerinin başlıca nedeni, kendilerinin yeteneksizliği ve basiretsizliğidir; çünkü onların ancak tahrip etme ve yıkma yetenekleri vardır, onlar tarihe hiçbir kalıcı eser bırakamamışlardır.” (Stalin İktidarın Zirvesinde, s. 565)

Unutmayalım ve her an hatırlayalım; emperyalistler ve Troçkistler, Rus burjuvazisi dağılıştan sonra hala ısrarla “Stalinizm” düşmanlığı yapmaya, bugünkü kapitalist Rusya’nın tüm rezilliklerinin suçlusu olarak Leninizm’i, sosyalist inşa dönemini, Stalin, “Stalinizm” olarak göstermeye devam etmektedirler. Sınıf düşmanları dün olduğu gibi bugün de, bugün olduğu gibi yarın da aynı aşağılık psikolojik savaşı, ideolojik saldırganlığı sürdürmekte ve sürdüreceklerdir. Sınıf düşmanlarımızı ve sınıf düşmanı Troçkizmi doğru tanıyalım. Bu, birbirine düşman iki sınıfın çağımızı ve geleceği belirleyen ve belirleyecek olan sınıf savaşımıdır. Burjuvazinin, emperyalist dünya sisteminin, dünya gericiliğinin proletaryaya, Marksizm-Leninizm’e, dünya proleter devrimine, proletarya enternasyonalizmine karşı, Marksist-Leninistlerin ve proletaryanın da kapitalizme, burjuvaziye, burjuva ideolojisine karşı verdiği sınıf savaşımıdır. Emperyalist dünya sisteminin ve burjuvazinin toprağa gömülmesinden sonra da, değişik koşullar altında sürecek sınıf savaşımıdır. Hatırlatmak gereksizdir, “Su uyur düşman uyumaz!” En büyük uyanıklık da ağacın içinde olan kurda karşı gösterilmelidir. Tarihsel deneyimin kanıtladığı gibi, en büyük tehlike kalenin içeriden fethedilmesidir. Bu yalnızca iktidarda olan proletarya için değil, muhalefette olan proletarya için de geçerli evrensel bir doğrudur.

Dünya proletaryasının ilk temel atılım ve zaferlerinin kesintiye uğrayarak ağır bir yenilgiyle sonuçlanması, tarihsel gelişmenin ve sınıf mücadelesinin mantığına, tarihin diyalektiğine ters değildir. Bu bir son değil, yeni ve daha güçlü atılımlara yeni bir donanım kazandıran ve kazandıracak bir gelişmedir. Ne tarih bitmiştir ne de proletarya ve sosyalizm.

Lenin’in şu güçlü açıklaması bir de sosyalizmin tasfiyesi deneyi tarafından doğrulanmıştır:

Sorunun özünü ele aldığımızda ise-tarihte hiçbir yeni üretim tarzının, uzun bir başarısızlıklar, hatalar, geri tepmeler dizisi olmadan bir çırpıda kök saldığı görülmüş müdür…'' (S. E. C. 9, s. 474)

Yenilgiye yenilenler, devrimci ve Marksist-Leninist inançlarını kaybederek enternasyonal proletaryayı terk ederek kapitalizmin ve oportünizmin safına geçenlere inat, yeni ve daha fırtınalı gelecek günlere hazırlanmak ve savaşmak gerekir.


VI

IV. Enternasyonalin lideri Ernest Mandel hakkında birkaç gerçeği hatırlatmak yararlı olacaktır.

Ernest Mandel, IV. Enternasyonal’in lideri, bir Soğuk Savaş elemanı; bakın o, Troçki’nin bir kitabına yazdığı (ve son derece aydınlatıcı ve değerli) 30 Eylül 1989 tarihli “Önsöz”de neler demiş, birlikte okuyalım:

Ancak SSCB'deki bugünkü tarihsel gelişim tarafından Troçki'nin itibarının iade edilmesi daha derin bir tarihsel değişime işaret etmektedir. Giderek artan sayıda Sovyet bilgini, eleştirel komünist, işçi ve gençlik Stalin'e ve 1923'te başlayan Sovyet ‘Termidor’a karşı Troçki'nin ve Sol Muhalefetin birlikte verdikleri mücadelede temelde haklı olduklarını öğrenmekte. Gerçek de Moskova Üniversitesi'nde Komünist Gençlik (Konsomol) bu yaz Troçki'nin Yeni Yolu’nu yayımladığında birçok okuyucu şöyle demiştir: ‘Bu Gorbaçov'un iddia ettikleriyle hemen hemen aynı. Üstelik daha açık ve tutarlı bir biçimde ifade edilmiş. Bir de Bolşevikler 1923-24’de ülkemiz ve dünya Stalinizmin en berbat suçlarından ve vahşetinden kurtarılabileceğini anlayabilselerdi.’

Böylece tarih dönüp dolaşıp aynı yere gelmiş gibi görünüyor. Stalin artık Sovyet sakinlerinin büyük çoğunluğu tarafından nefretle karşılanıyor. Troçki artık beğeniliyor ve saygıyla anılıyorsa bunun önemli nedeni onun bizzat Stalin'in bile kabul ettiği üzere, Stalin'in en tutarlı ve en amansız muhalifi olmasıdır.” (Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Ernest Mandel, Önsöz, s. 27 )

Mandel’i tebrik etmek lazım. Bu vb. açıklamalarıyla değerli bir iş yapmıştır. Anti-komünist nefreti, gözü dönük burjuva sevinci ona bu sözleri söyletmiştir.

Yukarıdaki açıklamalar açık bir itiraftır. Troçkizmin özü ve özeti Kruşçevizmdir, Gorbaçovculuktur, Yeltsinciliktir. Troçkizm tarihsel gelişimi içerisinde (Troçki’nin, Buharin’in vasiyeti demek olan) Kruşçevçilikten Gorbaçovculuğa evrilerek, burjuva sınıf karakterini, Leninizm ve sosyalizmi tasfiye ve yıkma duruşunda somutlaşmıştır; diğer bir ifadeyle, dünya burjuvazisinin komünizm maskeli anti-komünist bir kliği olan Troçkizm, Kruşçevci, Gorbaçovcu, Yeltsinci burjuva karşı devrimin özü olduğu gibi, Troçki’nin vasiyeti önce sosyalist kampın, sonra da kapitalist/revizyonist kampın dağılışı ile gerçekleşmiştir emperyalist gericiliğin alkışları arasında.

IV. Enternasyonal’in lideri Mandel’in yukarıdaki sözleri ve analizi saptamamızınzafer sarhoşluğu” eşliğinde önde gelen bir Troçkist tarafından altının çizilmesinden ibarettir.

Bazı Troçkist çevreler Mandel’e ateş püskürtmektedir. Çünkü Mandel'in açıklamaları “kral çıplaktır” anlamına gelmektedir. Yani bazı Troçkist çevrelerin Mandel'e ateş püskürmesi rastlantısal değildir. Onlar Mandel'e, Mandel'in yukarıdaki itiraflarına Troçki ve Troçkizmin maskesini indirdiği için tepki duymaktadırlar. Ne de olsa, ikiyüzlülük ikiyüzlülüktür. Bunu onlara öğretmenleri Troçki öğretmişti. Ama Mandel’e de hak vermemek mümkün değil, çünkü o da Batılı emperyalistlerin, Rus burjuvazisinin zaferi için tüm yaşam enerjisini sunmuş Troçki, Troçkizm ve kendisi için bu sevinci yaşamak istemektedir.

Stalin artık Sovyet sakinlerinin büyük çoğunluğu tarafından nefretle karşılanıyor.” iddiasında bulunuyor Mandel. Külliyen yalan! Emperyalizmin, Kruşçevciliğin, Gorbaçovcuğun, Yeltsinciliğin, Putinciliğin bütün kirli savaşına ve onun bir biçimi olan kara propagandasına karşı Stalin başta Rusya olmak üzere dünya çapında yeniden gündemleşme süreci yaşıyor. Bu kaçınılmazdır da...

Rusya araştırma şirketi ‘Levada-tsentr’ 16 Nisan’da ‘Stalin’e yaklaşım dinamiği’ anketi sonucunu açıkladı. Bu toplumsal anket verileri Josef Stalin’i onaylama reytinginin rekor yaptığını gösteriyor. Bu ankete katılan Rusya vatandaşlarının yüzde 70’i Stalin’in tarihsel rolünü olumlu olarak nitelendirdi. Bu düzeyde olumlu değerlendirme ilk defa oluyor.” (İşxan Mirovey, “İyi ki Döndün Stalin Yoldaş”, https://ozgurgelecek45.net)

Peki sınıf bilinçli düşman ve Troçkist zehirle uyuşturulmuş dar bir katman, yenilgiye teslim olmuş olan dar bir kesim dışında Troçki’yi kaç kişi anıyor ve sahip çıkıyor?!!!

O Stalin’den nefret ettiği söylenen Rusya halkının verdiği yanıt ise açık...

Ayrıca burjuva sınıf bilinçli bir Troçkist olan E. Çağlı’nın Mandel’le ilgili söylediği ve aktardığı şu sözleri birlikte okumak da konu bağlamında anlamsız değildir.

Uluslararası burjuvazinin SSCB’de kapitalizmin restorasyonunun fiilen başarıldığını kabul ettiği bir dönemde, Mandel Sovyetlerde türeyen antikomünist basının gözdesi haline geldi. Yüzsüzlüğü Gorbaçov’un Troçkist tezlere geri dönen büyük bir devrimci olduğunu iddia etme derecesine kadar vardırdı. Mandel bununla da yetinmedi, ona göre ‘şimdi dünyadaki bütün komünistler kimlerin gerçek devrimci ve kimlerin gerçek karşı-devrimci olduğunu daha iyi anlıyordu.’ Troçki, Troçkistler, Gorbaçov ve Gorbaçovcular devrim cephesini oluşturuyordu, bunun karşısında Stalin’in ve Stalincilerin karşı devrim cephesi yer alıyordu. Mandel Managua’da [Nikaragua’nın başkenti], Stalin’in ‘şiddetli bir karşı-devrimi’ temsil ettiğini söyledi.

İşte Mandel’in Temps Nouveaux dergisine verdiği demeç:
Temps Nouveaux: Mikhail Gorbaçov, perestroyka’nın hakiki bir yeni devrim olduğun ilan ediyor değil mi?

Ernest Mandel: Evet, bunu özellikle vurguluyor o, ve bu daha da iyi. Bizim hareketimiz aynı tezi 55 yıldır savunuyor, bu yüzden karşı-devrimci olarak damgalanıyorduk. Bugün her şey, SSCB’de, içinde gerçek karşı-devrimcilerin de gerçek devrimcilerin de bulunduğu uluslar arası komünist hareketin bir partisinin içinde daha açık anlaşılıyor.’ ”

“ ‘1989 başında Mandel Yeltsin’i işçilerin temsilcisi, SSCB’nin politik olarak bilinçli kesiminin fikirlerini ifade eden demokrasi adamı olarak sundu!
Gorbaçev üzerine kitabında şöyle yazar: ‘Yeltsin’in SBKP yöneticiliğinden el çektirilmesi (11 Kasım 1987) SSCB’deki demokratikleşme sürecinde atılmış ağır bir geri adımdır.’ ‘Yeltsin bugün Sovyet işçileri arasında en popüler politik kişilik durumundadır… On binlerce ‘Yeltsin’i Geri Getirin!’ yazılı rozetler bir anda üretildi. Bütün bunlar 1986-1988 arasında kazanılan demokratik özgürlükleri korumaya kararlı politik olarak bilinçli bir toplum kesiminin iradesine işaret ediyor.’

Hızını alamayan Mandel devam eder:
3 Nisan 1989’da Mandel ‘daha radikal ve daha kitlesel bir solun ortaya çıkışını’ selamlıyordu. ‘Yeltsin ve Saharov’un platformundan üç ilerici güç çizgisi çıkıyor: bürokrasinin ayrıcalıklarına karşı; eşitlikten yana; çok partili bir sistemden yana.’ “(Elif Çağlı)

Çağlı’dan aktardığımız alıntılara da yer veren Ludo Martinez, şunları da ekler:

Sovyetler birliği Çarcı ve amerikancı bir mafyanın eline düşüşüne, faşist ve Çarcı güçlerin  Rusya’da ve diğer cumhuriyetlerde yükselişine ve burjuvazinin farklı fraksiyonları arasında ülkelerin kanlı iç savaşlara sürüklenmesini görmek için yalnızca iki yıl beklemek gerekti. Bu olaylar glasnost’un ve perestroyka’nın gerçek yüzünü açığa çıkardı ve Mandel’in, bu profesyonel antikomünistin hangi güçler için çalıştığını gösterdi.

Catherine Samary, Troçkist 4. Enternasyonalin diğer bir yıldızı, Sovyet basınına Gorbaçev’in Troçki tarafından geliştirilen programı uyguladığını açıklıyordu. Glasnost’u şu sözlerle övmüştür: ‘Ülkenizde Stalin’e karşı savaşan Sol Muhalefetin Platform’unu hiçbir zaman yayınlamadılar. Aslında bugün onların fikirlerini benimsiyorsunuz: gerçek sosyalist demokrasiyi ve özyönetimi kurmak’.” [10]” (Troçkizm: CIA’in Hizmetinde Sosyalist Ülkelere Karşı
20 Ekim 1992,
Etudes Marxistes)

Mandel her zaman altını çizmiştir:

SSCB’nin bürokratik dejenerasyonu ve politik devrim kuramsallaştırmaları, Troçkist hareketin en önemli programatik kazanımlarıdır. politik devrim ve onun getirdiği görevler, onun hazırlanması, 4. Enternasyonal’in gerçek varlık nedenleridir.” (Agy.)

Kruşçev-Gorbaçov-Yeltsin’le birlikte Troçki’nin vasiyeti gerçekleşti. Alın size “Bolşevik/Leninist” Troçki ve Troçkizm!

Şu sözler de, Gorbaçov ve Yeltsin’in Troçkist çizgiyi uyguladığı için alkışlayan Mandel’e aittir:

Stalinizmin ve Brejnevizmin kabusu nihayet kesin olarak son buldu. Sovyet halkı, uluslar arası proletarya, bir bütün olarak insanlık şimdi artık rahatça bir nefes alabilir.” (Mandel, Gorbaçov SSCB'si nereye gidiyor, 1989)

Bütün ereğinin “komünizmi, Stalinizmi, totaliterizmi dağıtmaktı” açıklamasını yapan Gorbaçov da şöyle demişti:

Komünizm olmadan dünya daha iyiye gitmektedir. 2000 yılından sonra dünya daha iyi olacak, çünkü gelişecek ve zenginleşecek.”

27 Aralık 2021 tarihliSSCB resmi olarak 30 yıl önce dağıldı” başlıklı makalesinde Yücel Özdemir şunları yazıyor:

Dün, uzun yıllar dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların en büyük kurtuluş umudu olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) resmi olarak dağıldığı, dönemin Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in tabuta son çiviyi çaktığı gündü. Bu vesileyle çöküş süreci Alman basınında ballandıra ballandıra bir kez daha anlatıldı. Örneğin Süddeutsche Zeitung’dan Silke Bigalke, yıkılış döneminde Yeltsin’in dizinin dibindeki bir gazeteci, sonra da damadı olan Valentin Yumaşev’in peşine düşmüş ve “Nerede yanlış yapıldı?” sorusuna yanıt aramış. Bugün halen Yeltsin’in adını yaşatmak için kurulan bir vakfın başkanlığını yapan ve uzun yıllardır basına konuşmayan Yumaşev, SSCB’nin yıkılışını halen ‘İnsanlık için bir mutluluk’ olarak tanımlıyor.” (Evrensel gazetesi)

Yeltsin, Mandel’in sevgili dostu...

Peki Mandel’in ve “Yeltsin’in adını yaşatmak için kurulan vakfın başkanı Yumaşev”in dediği gibi dağılıştan sonra “Sovyet halkı rahatça bir nefes” mi aldı? “İnsanlık için bir mutluluk mu oldu?

İşte yanıtı:

Sovyet halkı, Rusya'da özellikle ağır olan muazzam bir bedel ödeyecekti. 1990'larda, kamu varlıkları hızla Batılı mali sermayenin gözüne giren bir burjuvazi tarafından ele geçirildiğinden, Rusya yaşam standartlarında derin bir düşüş yaşadı. GSYİH yüzde 40 oranında çöktü. Sanayi girdileri yarı yarıya düştü ve reel ücretler 1987'dekinin yarısına indi. Ve Ortalama yaşam süresi erkekler için beş yıl, kadınlar için üç yıl azaldı. 1989 ile 2002 yılları arasında özelleştirme rejimi ve şok tedavisi altında milyonlarca kişi öldü.  Batı kolonizasyonunun araçları her çatlaktan, yarıktan ve gözenekten sızmaya başladıkça, dağılmakta olan Birlik genelinde benzer hikayeler ortaya çıktı. Bu, Rusya'nın Batı'nın dostu olarak görüldüğü tek zamandı.” (Monthly Review, Paweł Wargan, NATO ve Üçüncü Dünya'ya Karşı Uzun Savaş, Ocak 2023)

Troçkist Mandel’in, IV. Enternasyonal’in dediği şey, hedeflediği şey işte bu tablo. Bunu unutmayalım.

Son olarak, iki istatistiği tarafsız bir biçimde karşılaştıralım. Stalin yönetiminde, otuz yıl boyunca 4 milyon kişi baskıya maruz kaldı ve bunların 800 bini öldürüldü. ‘Demokrasi’ 1991’de Sovyetler Birliği’ni yıktığında Rusya’nın nüfusu 15 milyon azaldı. Kaosu derinleştirmekten başka bir şey yapmayan ‘kapitalizmin inşası’nın bedelini, ülke kitlesel kırımlarla, feci nüfus düşüşleri ile ödedi. Bu süreçte nüfusun yok olan kısmı II. Dünya Savaşı’ndaki kayıplara yakındı. Stalin döneminde mahkeme kararı ile idam edilen 800 bin kişinin sistemin masum kurbanları olduklarına ilişkin kanıt olsa bile, kimse mevcut sistemin bunun yirmi katı kadar insan kaybına neden olduğunu, binlerce değil milyonlarca yurttaşın ülkesini yağmaladığını inkar edemez. Eğer ‘totaliter’ ve aşırı derecede gaddar bir Stalinist sistem ilan ediyorsanız, bu durumda mevcut sistem hangi unvanları hak ediyor? Daha önceki bir makalemizde ona bir isim vermiştik: ‘Toplu imha sistemi’…” (Gelenek, Gennadi Züganov, Gerçekler ve Rakamlarla Stalin Dönemi* Sayı 108, Ocak 2010)

Şu Mandellerin insanlığın ve Rusya proletaryasının artık rahat nefes alabileceği “anti bürokratik politik devrimi”nin neler getirdiğini okumaya devam edelim:

1990 yılı sonlarına kıyasla 1995 yılına gelindiğinde perakende satış fiyatları 3668 kat artmıştı, ortalama reel ücret ise 1990 yılına kıyasla %48’e kadar düşmüştü. Sadece resmi istatistiklere bakıldığında 1990’da 64 olan erkeklerin ortalama yaşam süresi, 1995 yılında 58’e kadar düşerken, kadınlarınki ise 74’ten 71,5’e gerilemiştir. Rusya’da kapitalizmin ortaya çıkışı kitlelerde büyük bir yoksulluğa yol açarken, sanayi üretiminde de büyük bir düşüşe neden oldu. Milyonlarca insan kendini sokağa atılmış halde buldu. Birçok insan kendi bahçelerinde çalışarak doğal ekonomiyle hayatta kalmaya çalıştılar. Yeltsin rejimi, potansiyel bir sosyal hoşnutsuzluğun kaynağı olarak gördüğü işçi sınıfını bilinçli bir şekilde, imha ve deklase etti. Yüzlerce fabrikanın kapatılması geniş kitlelerin lümpenleşmesine yol açtı, onları suça ya da sosyal çöküşe itti. İşçi sınıfının lümpenleştirilmesi 90’lı yıllar boyunca, sosyalist hareketin sosyal tabanını yok etmek için burjuva rejimin bilinçli bir politikasıydı. İşçilerin yaşam şartlarında keskin bir düşüşün olduğu koşullarda, birçok işçi kitlesel eylemler yerine, “oportünistçe davranarak” (ifade R. Dzarasov’a ait), üretimde hırsızlık, özel müşteriler için yasadışı çalışma vb. bireysel olarak hayatta kalmaya çalışıyordu.”

Devasa hammadde işletmelerinin banka sermayesiyle özelleştirilmesi neticesinde, Berezovski’nin adlandırmasıyla “semibankirişna” (yedi bankacılar) adıyla anılacak olan mali-oligarşi niteliğinde 7 grup ortaya çıktı.

  1. Boris Berezovskiy- LogoVAZ

  2. Mihail Hodorkovskiy- Menatep

  3. Alfa-Grup

  4. Grup “MOST”

  5. Vladimir Potanin- ONEKSİM-bank

  6. Aleksandr Smolenskiy- SBS-Agro (Bank Stolıçnıy)

  7. Vladimir Vinogradov- İnkombank.

Yukarıda sözü edilen Oligarklar Klanı ekonomiyi 90’lı yıllarda kendi aralarında paylaştılar ve gerçek iktidar gücünü ellerinde topladılar.” (Maksim Lebskiy, Mart-Haziran 2018, PerestroykaRusyaRusya Solu, http://isyandan.org)

İşte Mandel’in, Troçkizmin “Stalinizmin ve Brejnevizmin kabusu nihayet kesin olarak son buldu. Sovyet halkı, uluslar arası proletarya, bir bütün olarak insanlık şimdi artık rahatça bir nefes alabilir.” dediği (ve uğruna yaşam boyu mücadele ettikleri ve hedefledikleri sistem ve yıkımın tablosu) bu. Hitler’in başaramadığını Troçki’nin öğrencisi Kruşçevler, Gorbaçovlar, Yeltsinler, Mandeller başardı ABD ve emperyalist dünyanın, NATO’nun maddi ve manevi desteği ve baskısıyla.

İşte Troçkizm budur. Troçkizmin “sürekli devrim”, “proletarya enternasyonalizmi”, “uluslararası proleter devrim”, “Bolşevik-Leninist çizgi ve mücadele” dediği ve “Stalinizme karşı mücadele” adına şevkle istedikleri, hedefledikleri tablo budur, buydu. Bu tarihsel gerçeği, politik gerçeği bir an olsun bile akıldan çıkarmamak gerekir.

Troçki ve Kruşçev, Gorbaçovlar ve emperyalistler hep birlikte SSCB’yi yok ettiler. Hepsinin de elindeki bayrak “Kahrolsun Stalinizm!” bayrağı ve sloganı oldu. Komünizm maskeli ya da maskesiz, hep birlikte Sovyet proletaryasına, halkına, sosyalizme, dünya devrimine karşı birlikte savaştılar. Bu ortak gerici, karşıdevrimci savaş “Stalinizm”e karşı savaş çığırtkanlığıyla kamufle edilerek yürütüldü. Bu tarihsel olgudan eleştirel öğrenmeyenlerin “devrimcilik”, “komünistlik” iddiası hep dünya burjuvazisine hizmet etmeye devam edecektir.

Devam edelim.

Peki dağılıştan sonra dünya daha mı rahat nefes alıyor? Amerikan emperyalizminin dünyanın dört bir yanında artan saldırıları. Irak, Afganistan, Libya, Suriye işgal ve saldırıları. NATO’nun genişletilmesi. 850 milyar dolara çıkan ABD askeri bütçesi. “Neo-liberal küreselleşme” yağması. Ukrayna savaşı. Dünya çapında yükselen yeni bir emperyalist savaş tehlikesi. Dünya çapında yükselen militarizm, ırkçılık ve faşizm. Dünya çapında burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin, sosyal hakların tırpanlandığı “neo-liberal” devlet gerçeği. Birkaç yüz uluslararası tekelin hükmettiği, bilişim ve iletişim teknolojisiyle yaratılmakta olan “totaliter birey” ve devletler. Her tıkın öncelikle ABD’de de denetlendiği, kontrol edildiği bir dünya. Bir milyar işsiz, 6 milyar insanın açlık ve yoksulluk girdabına boğuluyor oluşu...

Mandel gibi Troçkistlerin övdüğü tablo bu; onlara göre bu tabloyla “Sovyet halkı, uluslar arası proletarya, bir bütün olarak insanlık şimdi artık rahatça bir nefes alabilir.” ve almaktadır. Troçkizmin emperyalizmin elinde oyuncak olduğunu, anti-Stalinizm politikasının bunun aracı olduğunu görmek için acaba daha hangi kanıtları istiyor “kanıt isterük!” diye çığlık atanlar!!! Troçkizmin “anti-kapitalizm”i, anti-komünizmini örtmek için kullandığı bir argümandan ibarettir.

Birlikte okumaya devam edelim:

Yıl 1992. ABD başkanı George Bushun şu açıklamayı yapar:

"Sovyetler Birliği artık yok. Bu, demokrasi ve özgürlüğün zaferidir. Bu, ahlakın gücünün, bizim değerlerimizin zaferidir. Ülkemizin silahlı kuvvetlerinde hizmet etmiş erkek ve kadın milyonlarca Amerikalıdan, dokuz başkan döneminde kendi ülkesini destekleyen ve savunmasını pekiştiren milyonlarca Amerikalıya kadar, her Amerikalı bu zaferle gurur duyabilir ... İstikrarsızlık ve kaosa karşı potansiyel olanaklara sahip olmasına karşın, SSCB'nin dağılması, açıkçası bizim ulusal çıkarlarımıza uygun düşen bir olaydır." (Aktaran Sovyetler Birliği Neden ve Nasıl Yıkıldı? İgor Gali - V. İ. Gromov G. A. Vasilyev - O. S. Şenin, s. 9)

Berlin'de olanlar beni gerçekten etkiledi. Rosa Lüxemburg'un, Lenin'in, Troçki'nin hayal ettikleri her şey ilk defa gerçekleşiyor. Hollanda'da 16. yüzyıldaki devrimlerden bu yana ilk kez yabancı müdahale tehdidiyle karşılaşmayan bir devrim oluyor.” (Hume, 21 Aralık 1989)

Ludo Martes’i dinleyelim:

“ ‘Eylül 1989’dan itibaren, Federal Almanya’nın intikamcı burjuvazisi muazzam finansal kaynaklarıyla, televizyon ve radyo istasyonlarıyla, DAC’de antikomünist ajitasyona destek verdi. Mandel grubuna göre “hakiki bir politik devrim başlamıştı.’

İki hafta sonra Mandel DAC’de ‘proleter devrimini’ ilan etti! “

13 Kasım 1989 tarihinde “IV. Enternasyonal”in yayın organında şunları yazan da Mandel’dir:

“ ‘DAC’deki kitle hareketi hakiki bir devrim derinliğine ulaştı. Bu hareket Avrupa’da mayıs 1968’den bu yana gördüklerimizin hepsini, hatta İspanyol devriminden bu yana gördüklerimizin hepsini aşmaktadır. DAC’de başlayan devrimin proleter karakteri, hareketlerin büyük çoşkusuyla bir kez daha kanıtlanmıştır.’ Bir ay sonra, Aralık 1989’da, Mandel’in hezeyanları en uç noktasına ulaştı:

Berlin'de olanlar beni gerçekten etkiledi. Rosa Lüxemburg'un, Lenin'in, Troçki'nin hayal ettikleri her şey ilk defa gerçekleşiyor. Hollanda'da 16. yüzyıldaki devrimlerden bu yana ilk kez yabancı müdahale tehdidiyle karşılaşmayan bir devrim oluyor.’ ” (Hume, 21 Aralık 1989)

Bugünkü koşullarda, devrimcilerin görevi Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde baslamış olan siyasal devrimin mümkün olduğunca çabuk zafere ulaşması için, akıntıya karşı gitmek, Demokratik Alman Cumhuriyeti’ndeki emekçilerin yardımına koşmak, tüm güçleriyle siyasal devrimi savunmak, korumak ve yardım etmektir.” (Troçkizm: CIA’in Hizmetinde Sosyalist Ülkelere Karşı)

Batı Alman emperyalist devletinin yutması için Demokratik Alman Cumhuriyeti’ndeki “emekçilerin yardımına koşan”, sözde DAC’de başlayan devrimin proleter karakteri”ni sınırsızca öven Mandellerin kimin hizmetinde olduğu o kadar açık ki...

Ve Mandel’i heyecanlandıran, Troçki’yi mezarında sevindiren ama Lenin ve Lüxemburg’un kemiklerini sızlatan Alman emperyalist devletinin zevkle midesine indirdiği Doğu Almanya’da gerçekleşen “proleter karaktere sahip” “politik devrim”... Bu Troçki’nin SSCB’de, ardıllarının SSCB ve sosyalist kampta gerçekleşmesi için bütün yaşam enerjilerini sundukları yolun ve idealin itirafı ve belgesidir... Troçki’nin vasiyetini gerçekleştirmenin yolunu Kruşçevci yeni tip burjuva karşıdevrim açtı...

Troçki ve Troçkist hareket, Gorbaçov kapitalizmin ve burjuvazinin sözcüleridir; Gorbaçov açık burjuva kimliği ile ortaya çıkmadan önce tıpkı Troçkistler gibi “anti-kapitalist ve Leninizm” savunucusu gözüküyor, “Stalinizm”e saldırıyordu. Ama dağılıştan sonra açık burjuva, anti-komünist kimliğiyle ortaya çıktı. Bu açık kimlik, kendi gerçek kimliğini gizleyerek devrim ve komünizme karşı mücadele yürüten Troçkizmin yüzüne de ışık tutan çarpıcı bir tarihsel deneyimdir. Bakın Troçkist akımın o çok yücelttiği Gorbaçov neler söylemiş:

"Komünizmin, insanlar üzerindeki dayanılmaz diktatörlüğün yok edilmesi, bütün yaşamımın ereği olmuştu . ... Ben parti içindeki ve ülkedeki konumumu, özellikle bu ereğe ulaşmak için kullandım. Zaten eşim de bu nedenle, ülkede giderek daha önemli bir konum kazanmam için beni hep teşvik ediyordu. Batıyla bizzat tanıştığım zaman da, belirlenen hedeften geri dönemeyeceğimi anladım. Ama bu hedefe ulaşmak için SBKP ile Sovyetler Birliği'nin bütün yönetimini, dahası bütün sosyalist ülkelerdeki yönetimleri değiştirmem gerekiyordu. Bu ereklerin gerçekleştirilmesinde kendime mücadele arkadaşları bulabildim. Bunlar arasında, ortak davamıza çok değerli katkılar sunan A. N. Yakovlev ile E. A. Şevardnadze özel bir yere sahipler. Dünya komünizmsiz daha güzel bir görünüm kazanacak ... Halkların gerçek özgürlüğe giden yolu zorlu ve uzun ama bu zorlu yol mutlaka aşılıp özgürlüğe ulaşılacak. Ancak bunun için bütün dünyanın komünizmden kurtulması gerek ... 2000 yılından sonra barış ve genel refah çağı başlayacak." (İstanbul Konuşması, http://www.revolutionarydemocracy.org/rdv6n1/gorbach.htm)

Açık burjuva kimliği ile ortaya çıkan Gorbaçov gibilerin Komünizmden kurtulmak” propaganda ve kirli savaşı, Troçki’de, Troçkistlerde “Stalinizmden kurtulmak”la eşdeğerdir. “... artık, 20. yüzyılda ortaya çıkmış bütün bürokratik işçi devletleri çökmüşken Stalin ve bir ideolojik-politik sistem olarak Stalinizm önemini yitirmiştir.” diye zevkle yazan Sungur Savran safını çoktan seçmiş bir politik figürdür. “Stalin, Marksizmin devasa önemi karşısında tarihte bir küçük ayrıntıdan başka bir şey değildir. Trotskiy ise sadece bürokrasinin değil emperyalist kapitalizmin de büyük kâbusudur.” (Gerçek Gazetesi, Ocak 2016, s. 75) derken de burjuva profesyonal demagoji bataklığına boylu boyunca saplanmış olduğunu itiraf etmektedir. Ha Mandel, ha Gorbaçov, ha Savran; hepsi Marksizm-Leninizm, sosyalizm, devrim düşmanlarının saflarında yer alan burjuva savaşçılardır. (Haydi yumuşatalım, S. Savran’ın “objektif konumu” bu diyelim.) Hepsinin de ortak korkusu, kabusu ve baş düşmanı “Stalinizm”dir. “Stalinizm”in geri gelişi kaçınılmazdır; burjuvazi ve Troçkistler bu gerçeğin rafine burjuva sınıf bilincinin keskin sözcüleridir.

İşte alın size Troçki’nin, IV. Enternasyonal’in, Troçkistlerin, Mandel gibilerinin “antibürokratik, antiStalinist politik devrimi”! Troçki ve Troçkizmin kimin hizmetkarı olduğunu sormaya gerek var mı! Ki bu soru hem tarih tarafından yanıtlanmış, hem de komünistler ve SSCB’nin mirasına devrimci açıdan sahiplenenler tarafından sayısız kez ortaya konulmuştur.

Ne demişti “totaliterizm”e, “Stalinizm”e karşı “demokratik Batı uygarlığı”nın temsilcisi ABD başkanı R. Nikson:

"Batı mümkün olan her şeyi yapmalı ... Yoksa ABD ve Batı bir yenilgiyle sonuçlanacak olan soğuk savaşta, zaferi ellerinden bırakma riskini göze alırlar ... Başarının anahtarı Rusya' dır. Soğuk savaşın son çarpışması, özellikle orada kazanılacak veya kaybedilecektir ... " (Sovyetler Birliği Neden ve Nasıl Yıkıldı?, s. 172)

Troçkizm, Mandel’ler bu bilinçle tıpkı Troçki zamanında olduğu gibi, sonra da “demokratik Batı uygarlığı”nın, “Hür dünya”nın aleti olarak Batı emperyalizmine karşı yükümlülüklerini yerine getirdi, bugün de aynı yolda yürümektedirler. Troçkizm, Hitler’in, Franko’nun, Hearst basınının, Churcill’in, Vatikan’ın, Robert Conquest’ların, Aleksandr Soljenitsin’lerin, Kennedy’lerin... hitap edemediği alanlarda Leninizm’e, devrim ve sosyalizme karşı kullanılan bir silahtır.

Marksist Tutum” dergisi yazarı Elif Çağlı da aynı yolun yolcusu; Leninizm düşmanlığında Mandelle yarışan biri. Troçki ve Troçkizm Çağlıların beyni ve yüreğidir. Mandeller, Çağlılar Lenin, Leninizm (“Stalinizm”) düşmanlığının değişik versiyonlarıdır ve Çağlıların Mandel “eleştirisi” de aynı Troçkist çizgi üzerinde yükselmektedir; gerçekte aynı temel Troçkist paradigmanın değişik türevleridir.

Çağlı’nın “mahkum” ettiği Mandel haklıdır:

Troçki, Troçkistler, Gorbaçov ve Gorbaçovcular devrim cephesini oluşturuyordu.

VII

Şu kısa hatırlatmayı da yapma gereksinimi duymaktayız.

Anti-revizyonist gelenekten” gelenler söz konusu olunca, AEP ve ASHC deneyimi ayrıca özel uyarıcı bir deneyimdir.

Daha önce yazmıştık:

Aliya revizyonizmi, kapitalist restorasyonu, ‘değişen koşullar’, ‘dogmatizme karşı mücadele’, ‘tutuculuğa karşı mücadele’, ‘Marksizm-Leninizmi geliştirme’, ‘eski ve tutucu zihniyeti aşma’, ‘yeni koşulları dikkate alma’, ‘bürokrasiye, liberalizme karşı mücadeleyi geliştirme’, ‘sosyalist demokrasiyi geliştirme’, ‘kitleleri yönetime katma’, ‘toplumsal yaşamı demokratikleştirme’, ‘kapitalist restorasyonun deneylerini geliştirme ve uygulama’, ‘bürokratik yozlaşmaya karşı mücadele’ vb. açıklamalar ve şiarlar altında örgütledi.” (Konuyla ilgili bakınız “Ramız Alıa, PLENUM KONUŞMALARI”, Karınca Yayıncılık.)

Evet ASCH’de de kale içten fethedildi. ASCH deneyinin özgün yanı, SSCB’den farklı olarak işe Enver Hoca’nın reddiyle başlanmadı, başlanamadı. Görünüşte hep E. Hoca yüceltildi. AEP’in, ASCH’nin Enver Hoca önderliği dönemi açık bir saldırıyla mahkum edecek kudreti gösteremedi Aliya ve kliği. Böyle bir yöntemin erken deşifre olmalarına yol açacağını ve kitlelerin desteğini kaybedeceklerinin bilincindeydi hainler şürekası. Kapitalizmin restorasyonu yoluna erken ve hızlı giren AEP ve ASCH’nin yöneticileri ve önderlerinin işe hemen ve doğrudan E. Hoca’ya saldırarak girmeye cüret edememeleri deneyi, aslında Enver yoldaş döneminde partiye, kadrolara, sınıfa ve kitlelere verilmiş olan eğitimin etki derecesiyle, kapitalist restorasyon deneyimlerinin sınıf savaşımında az-çok bir silaha dönüştürülmüş olmasıyla bağlıydı. Bu gerçeği saptamak ve görmek gerekir.”

Demek ki, R. Alıa örneğinde de görüleceği gibi, parlak tasfiyeci sloganlara yenik düşmemek; bu sloganların ve “Yaratıcı Marksizm” adına ortaya konulan pek yenilikçi “analiz”lerin perde arkasını anlamaya, gerçek içeriğine inmeye ve kavramaya özel önem vermek, bu donanım ve yeteneği kazanmak yaşamsal derecede önemlidir.

Kruşçevci karşı devrim “Kahrolsun Lenin ve Leninizm!”, “Kahrolsun Sosyalizm!”, “Yaşasın Kapitalizm!’” sloganları ile ortaya çıkmadı, ardılları da öyle. Her şey, “Leninizm”, “sosyalizm” adına yapıldı. Stalin saldırıların merkezine yerleştirildi. Bunu bile dobra dobra yapmayı göze alamadılar, özellikle Sovyet işçi ve emekçilerinin, sayısız SBKP üyesinin tepki ve öfkesinden dolayı... Brejnev’le devam eden dönemde Stalin’i sessizlikle unutturma politikası izlediler; bu, giderek Kruşçevsiz Kruşçevizm çizgisinde Gorbaçovculuğa vardı... Tüm bu dönemde anti-Stalinizm sürece damgasını bastı.

ASHC’nin yıkılması döneminde Kruşçevci, Gorbaçovcu sloganlar ve politika, Stalin ve Enver Hoca düşmanlığı yapılarak değil, dahası “sahip” çıkılıyor taktiği ile atıldı ve uygulandı. Teslimiyet ve yıkılış, “daha fazla sosyalizm”, “daha fazla demokrasi” vs. propagandasının eşliğinde örgütlendi. Emperyalist saldırı, kuşatma, özellikle kapitalist/revizyonist sistemin çözülerek dağılmasının yarattığı ağır baskıya karşı direnmek yerine, teslimiyet yolu seçildi.

Ve bu operasyon, kapitalizme karşı, SSCB’de ve sosyalist kampta gerçekleşen kapitalizmin restorasyonunun dersleri adına örgütlendi. Yani Marksizm-Leninizm’in, sosyalizm ve komünizmin düşmanları her kılıkta ortaya çıkabilmektedir. Bu çıkış ve hegemonya kurma harekatı duruma, koşullara göre şekillenmektedir. Tekrarlıyoruz; Alia önderliği Stalin’i, Enver Hoca’yı, “SSCB’de kapitalizmin restorasyonun dersleri”ni sahipleniyormuş gibi davrandı ve yıkılışı “dogmatizme karşı mücadele, yaratıcı Marksizm!” sloganları ardına gizleyerek gerçekleştirdi. Türkiye ve Kürdistanlı komünistlerin bu derslerle silahlanmaya gereksinimi var...


Kruşçevci modern revizyonist burjuva karşıdevrime karşı mücadelesinde çıkardığı dersler ışığında, Enver Hoca’nın “Sınıfın eğitimi ve ruhuyla donanmış olmayan bir kadro, eline fırsat geçtiğinde Parti’yi ve yığınları hiçe saymaya hazırdır.” saptaması yaşamsal önemdedir. Önce komünist sonra yöneticiolduğunu “unutan” tasfiyeciliğe, bürokratizme karşı mücadele etmenin önemini kavramamak bir partinin, komünist partilerin “güvenceli” ölüm yoludur.

Yağcı ve Sargın’ın, M. A. Aybar’ların;

"çağımızın Marksizmini yaratmak durumundayız (...) Marksizm'in Rusça formlarından sıyrılmak, Lenin'in düşüncelerine bu açıdan eleştirici yaklaşmak gerekir. Çağımız değişmiştir ve Marksizmin Leninist yorumunu aşmak gerekir." (Y.N. Yağcı/N. Sargın, Nokta, Yıl:7, No:52, S.87)... "İflas eden Leninizm'dir (...) Toprağı bol olsun" (M.A. Aybar, y.a.g.k, S.86) (Alıntılar Temel Demirer, "Marksizm ve Günümüz Dünyası") diyenlerin yoluna girenlerin ve gidenlerin hiçbiri komünist olamaz. 1989-1991 dönemecinden bu yana geçen 33 yılın tarihsel deneyimi de bunu kanıtlamaktadır.

VIII

Artık SSCB yok, sosyalist kamp, ASHC yok. Kapitalist/revizyonist kamp da yok. Emperyalist dünya sistemi, dünya burjuvazisi ve yeni tip burjuvazi bu devletleri yerin dibine gömdüğünü söylüyor; buna karşın en büyük korkuları proleter devrimler gerçeği olmaya devam ediyor; çünkü çağımız proleter devrim çağı... Dünya burjuvazisi, Troçkizm bunun farkında. O yüzden dünya burjuvazisinin intikam harekatı sürüyor ve sürecek.

Ortada dev bir tarihsel tecrübe var. Bütün mesele özellikle de kolektif proleter Leninist akılla ve irade gücüyle bu tecrübenin eleştirel dersleriyle silahlanmasını gerçekleştirebilmektir.

Kuşku yok ki, bu sorunlar her ülkede ve küresel çapta uzun zamandan beri tartışılıyor ve her sınıf kendi bakış açısından sorunu inceliyor, gerekli dersleri çıkarıyor, çıkarmaya çalışıyor. Bu bağlamda sorun şu: Biz komünistler işin neresindeyiz? Bu sorunun eleştirel incelenmesinde, derslerinin çıkarılmasında, pratik-politik silaha dönüştürülmesinde neredeyiz? Neden edilgenliğimizi, kendiliğindenciliğimiz aşamıyoruz? Gerek coğrafyamızda gerekse de dünya çapında, dünya proletaryasının yaşadığı bu en yıkıcı, en ağır sürecin ve dönemecin sorunlarını, tarihsel deneyimini militan ve derin bir araştırma, inceleme, teorik-politik zenginleşmeyle ileri atılarak çözemiyoruz? Neden bu görev ve tartışma sürüm sürüm süründürülüyor? Komünist olan bu soruları kendisine sorar, nedenlerini inceler ve mücadelesini verir. İhmal edilen hastalık en büyük hastalıktır. Üstelik bu alanda ihmal ettiğimiz, hafifsediğimiz, görmezden geldiğimiz bu hastalık bizleri azami derecede yıpratıyor; komünist/Bolşevik/Leninist öncülük iddiasını boşa düşürüyor. Bu sorunları çözerek yürümeyen hiçbir partinin geleceği yoktur. Proletaryanın genel, sürekli, nihai çıkarları bizden ilkeli ve enerjik çözümler istiyor, dahası bu gereksinimi dayattıkça dayatıyor. Kendi ellerimizle kendimizi mezara gömmek sadece ve sadece bizleri mezara koymak için yanıp tutuşan burjuvazinin işine gelmektedir.

Dünyayı sarsan dev altüst oluşların yaşandığı ve bu dev sarsıntı ve saldırının dünya çapında komünistlerin gündemine koyduğu ağır sorunlar var. Peki bu dev sarsıntı ve yenilginin devasa baskısı, lafta değil, sürüm sürüm süründürülen bir “tartışma”yla değil, gerçekten çözüm gücü olarak ortaya çıkmayı gerektiren ilkeli, radikal bir tarzda çözümü için bile bizi harekete geçiremiyorsa, başka ne geçirecek ki?

Herkesin bu “gariplik”in nedenleri, niçinleri, sonuçları hakkında süreci sorgulaması gerektiği açıktır. Küçük burjuva dar kafalılığı ile, idare-i maslahatçılıkla sorunların çözülemeyeceği açıktır; bu bir irade kırılmasıdır, küresel yenilgi sürecinin ve içerisinde geçilen tarihsel kesitin, yaşanan ve üzerinde savaşılan coğrafyanın gerçeğinde daha geç bir tarihte ete-kemiğe bürünen tasfiyeci irade kırılmasının eseridir. Kendimizi aldatmaktan vazgeçerek köklü bir ideolojik mücadele ile süreçten alın akıyla çıkılmalıdır.

ıx

İnternette bazı kitaplara ulaşmaya çalışırken tesadüfen bir makaleye rastladım. İlgimi çekti okudum. Makalenin yazarı, Ulaş Başar Gezgin. Gezgin, Semir Aslanyürek imzalı “Sovyetler Birliği’nde Yedi Yıl” kitabını çeşitli açılardan eleştiri süzgecinden geçirmiş. Makale okunmaya değer bir makale. İlgi çekici şeyler var yazdıklarında.

Sovyetler neden dağılmıştı?” alt başlığı altında yer alan bazı alıntıları birlikte okuyalım:

Kitabı okuyunca Sovyetlerin neden dağıldığını daha iyi anlıyoruz. Partiyi ve bütün yönetim kademelerini İvan İvanoviçler ele geçirirken, Pavlovlar ses çıkarmamış, yalnızca eleştirmiş. Bürokrasi, kayırmacılık, yavaşlık vb. bariz sorunların önüne geçilmemiş; parti devrimci niteliğini çoktan kaybetmiş. Ancak bu durumdan yalnızca kötüler değil, ‘durum kötü; yakında Sovyetler çöker’ diye şikayet edip hiçbirşey yapmayan sessiz çoğunluk da sorumlu. Üstelik sanıldığının tersine, bu dönemde Sovyetlerde devlete ve partiye yönelik eleştiri had safhada. Herşey eleştiri düzeyinde kalınca üçkağıtçılara gün doğuyor.” (İba.)

Kuşkusuz ki çöküş üzerine söylenecek şeyler (tek başına) yazarın ifade ettiği şeylerle sınırlı değil, katılırız ya da katılmayız ama irade kaybının, apolitikleşmenin, alışmanın, yalnızca eleştirip seyretmenin; “durumun kötülüğünden” yakınıp sessiz kalmanın, özneleşmek, böylece mücadele etmek yerine sessiz kalmanın, seyretmenin yarattığı, yaratacağı tehlike ve tehdidin SSCB deneyimindeki olumsuz, yıkıcı, çürütücü gerçeğine de dikkat çekiyor.

Apolitikleşen, bürokratlaşan, ruhunu yitiren, tepki duyan, eleştiren ama seyreden, inisiyatif almaktan kaçan, öz güvenini yitirmiş bir toplumun; bir toplumsal ve politik çürümenin çürüterek bitiren bir nitelik taşıdığının her zaman altı çizilmelidir. Ki bu tablo Kruşçevci karşı devrimle başlayarak gelişen ve Gorbaçovculuğa ulaşıp dağılışla noktalanan sürecin gerçeğidir ya da gerçeklerinden bir tanesidir.

Sosyalizmin tarihsel sorunları, çözümler, dersleri tartışmasının bu bakımdan da açığa çıkardığı ya da çıkaracağı devasa sonuçlar olacaktır.

Yazarı okumaya devam edelim.

Sovyetlerin dağılmasının bir diğer öne çıkan nedeni, israf. Kitapta yazar bunu israf edilen ekmek ve tahıl ve yurtlarda boşa harcanan elektrik üzerinden anlatıyor. Buradan, Sovyetlerde aslında sosyalist ekonominin tümüyle uygulanmadığını anlıyoruz; çünkü sosyalizm israf demek değildir. Dolayısıyla, burjuva iktisatçıların ileri sürdüğü gibi, Sovyetlerin sosyalist ekonomi modelinin uygulanması nedeniyle değil uygulanmaması nedeniyle dağıldığını çıkarsıyoruz.”

Bir parti komünist olduğu için değil, komünist olmaktan çıktığı için çöker. İşte SBKP deneyimi, işte AEP deneyimi...

Bir ülke sosyalist olduğu, sosyalizmi uyguladığı için değil, sosyalizmi terkettiği, sosyalizmden koptuğu için çöker.

İsraf” kelimesi ve deneyimi üzerinde de durmak gerekir. Bu israf salt maddi değerlerin israfı olarak ne sınırlandırılabilir ne de okunabilir. Devrimci değerlerin, devrimci kadroların, devrimci enerjinin, devrimci geleneklerin, on milyonların devrimci enerjisinin, devrimci kazanımların (vb.) israfı olarak genişçe okunma ve kavranmalıdır.

Burjuvazi içten ve dıştan proletarya diktatörlüğünü, sosyalizmi, Sovyet ülkelerini mezara gömmek için elinden geleni ardına koymadı.

Tarihin derslerinden öğreneceğimiz her şey, gündelik ajitasyon çalışmasından kadro politikasına, önderlik anlayışı, yönetme ve yönetilme tarzından iktidar ruhuna, programla günlük çalışmalar arasındaki ilişkiye vb. dek uzanan, teori ve pratiğin her zerresine işlemek zorundadır.

DEVAM EDECEK


* “Khrushchev’le başlayarak, parti nomenklaturası bu kongreye (19. P.K.-bn.) dair tüm anıları hafızalardan silmeye çalıştı ve orada kotarılan her şeyi derhal kökünden söküp atmaya yöneldi. Brezhnev döneminde, 18. Kongre de dâhil olmak üzere tüm parti kongrelerinin tutanakları yayımlandı. Fakat 19. Kongre’nin tutanakları bugüne kadar hiç yayımlanmadı. Stalin kongrede sadece kısa bir konuşma yaptı –ki bu yayımlanmıştır. Ama onu takip eden merkez komitesi plenumunda yaptığı konuşma 90 dakika sürdü. Bu ikinci konuşma, seçme bölümler hâlinde bile, hiç yayımlanmadı. Bu plenumun tutanakları da hiç basılmadı.” (G. Furr, Stalin ve Demokratik Reform Mücadelesi)

**SBKP Üyesi Nina Andrayeva ile Le Figaro'nun yaptığı röportajdan :

Le Flgaro: Sosyalizm o kadarıyla çözebildi mi?

N. Andreyeva: Büyük oranda evet. Ve şüphesiz hepsini çözmüş olurdu; eğer sapma ve çarpıtmalar olmasaydı. Sonun başlangıcı, ekonomiye kapitalist ögeler sokan ve tarımı tahrip eden Kruşçev' le başladı. Yılların sürecinde olağanüstü planlı aygıt kırıldı.

Le Figaro: Çok particiliğe geçiş aynı şekilde sosyalizme bir ihanet midir ?

N. Andreyeva: Bu bir burjuva düşüncesidir. Şaşırmamak gerekir. Zira burjuvazi, Sovyetler Birliği'nde, yeniden bir sınıfa dönüştü. Ülkemizde 150 bin milyoner var, hatta bazıları mülti-milyoner. Ve her sınıf gibi burjuvazi de politikasını yasallaştırmanın yolunu arıyor. Bu şu anda çok particiliğin yürürlüğü konması ile yapılmaya çalışılıyor."