-İKİNCİ TURUN SONUÇLARI
-MAKYAVELİZMDE SINIR TANIMAYAN ERDOĞAN’IN “DEMOKRASİ ŞÖLENİ”...
-“DEMOKRATİK BATI”...
-“EKONOMİK KRİZ”, YOKSULLAŞMA VE SEÇİMLER
-“MİLLİYETÇİ PATLAMA”...
-YURTTAŞLIĞIN TASFİYESİ VE SEÇİMLER
-MUHARREM İNCE OPERASYONU...
İKİNCİ TURUN SONUÇLARI
Parlamento seçimlerinde çoğunluğu ele geçiren “Cumhur İttifakı”, 2. tura kalan cumhurbaşkanlığı seçimini de kazandı. Böylece dinsel faşist diktatörlüğün ve AKP’nin lideri Erdoğan (anayasaya aykırı olmasına karşın) 3. kez cumhurbaşkanı seçildi. Hatırlanacağı üzere, geçmişte cumhurbaşkanları parlamentoda seçilmekteydi ve cumhurbaşkanlığı kurumu, en azından biçimsel olarak partiler üstü, “tarafsız”, “tüm toplumu temsil eden” bir kimliği temsil etmekteydi. Başkanlık sistemine geçildikten sonra bu statü tasfiye edildi. Dolayısıyla AKP’li Erdoğan bir kez daha (“toplum”un, “milletin” değil ama) “Cumhur İttifakı”nın ve AKP’nin cumhurbaşkanı olarak seçildi.
YSK açıklamasına göre 2. tur seçimin kesin sonuçları şöyledir:
1 . tur cumhurbaşkanlığı seçimine katılım oranı %87,04 iken, 2. turda bu oran, % 84,15’e düşmüştür. Oysa beklenti, 2. turda sandık başına gidecek seçmen sayısı ve oranın artmasıydı.
1. tur cumhurbaşkanlığı seçiminde kesinleşen sonuçları hatırlatmak gereksiz olmayacaktır; YSK’nın resmi sitesinde, 1. tur cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları şöyle verilmektedir:
Dileyen okur yukarıda yer alan tablolardaki verileri karşılaştırarak sorunu ayrıca inceleyebilir.
Aslında Kılıçdaroğlu, gerek 1. turda gerekse de 2. turda kazanılabilecek bir seçimi kaybetti.
2. turda sandık başına gitmeyen seçmenlerin hiç olmazsa büyük bir çoğunluğunun “sol seçmen” olduğu anlaşılıyor. Bu tutum esas olarak Kılıçdaroğlu’nun 2. turda Zafer Partisi, Erdoğan ve Cumhur İttifakı argümanlarına ve sloganlarına fütursuzca sarılmasına karşı duyulan haklı öfkeye dayanmaktadır. Özellikle de Zafer Partisi denen azgın ırkçı, Kürt, göçmen düşmanı faşist partiyle imzalanan protokol haklı yaygın tepkilere yol açtı. Bu anlaşma, 2. turda Kılıçdaroğlu lehine bir katkı yapmadı; söz konusu oylar, aslı varken (MHP gibi) Kılıçdaroğlu’na gitmedi. Kılıçdaroğlu’nun 2. tur kampanyası Erdoğan’ın ve ittifakının propagandasına da meşruiyet kazandırdı.
AKP ve Cumhur İttifakı’nın, “Ata bloku”, Zafer Partisi’nin minderinde kalarak güreşen Kılıçdaroğlu’nun (CHP, Millet İttifakı) kazanılabilecek seçimi kaybetmesi anormal değildir.
Sonucu belirlemekten uzak olmakla birlikte sandığı protesto eden seçmenlerin önemli bir kesimini Kürt seçmen oluşturdu. 2. turda Kürdistan’da düşen Kılıçdaroğlu oyları bunu göstermektedir. 2. turda Kılıçdaroğlu’na Kuzey Kürdistan’da gitmeyen oy sayısı 400 bindir. (Ki bu konuda verilen rakamlar arasında önemli farklılıklar da vardır.) Örneğin Diyarbakır’da katılım % 81,7’den yüzde 75,4’e, Van’da yüzde 78,6’dan yüzde 71,9’a düşmüştür.
Böyle olmakla birlikte Kürt seçmen HDP-YPS’nin (ve Emek ve Özgürlük İttifakı) “Erdoğan’a kaybettirme” politikasına bağlı kalarak “yüreğine taş basma” pahasına Kılıçdaroğlu için oy kullandı. Her iki turda da Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy oranlarına Kürdistan’da ulaşması bunu göstermektedir. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun kazanamamasının faturasının Kürtlere, HDP-YSP’ye kesilmesi faşizm ve sermaye, liberaller tarafından yürütülen şöven kirli psikolojik savaştan ibarettir.
Yukarıda verdiğimiz YSK tablosunda görüleceği üzere 2. turda iki adayın oy oranında da artış var; “yarışı önde tamamlayan” ise Erdoğan’dır. Kılıçdaroğlu-CHP liderliğindeki bloğun hem milletvekili seçiminde hem de cumhurbaşkanlığı seçiminde İstanbul, Ankara, Trakya, Ege, Akdeniz bölgelerinde en yüksek oy sayısı ve oranını yakaladığını; Erdoğan ve liderliğindeki bloğun ise, İç Anadolu, Karadeniz bölgelerinde ve Kuzey Kürdistan’ın bazı kentlerinde en yüksek oy oranını yakaladığı anlaşılıyor. Kuzey Kürdistan’da 2. turda Kılıçdaroğlu’nun oylarında düşüş varken Erdoğan oyları artmıştır; bu artış sandık başına giden “muhafazakar Kürt oyları”nın artışından kaynaklanmış gibi gözükmektedir.
“Terörle araya mesafe koyan”, “devletin bekası” için yaşayan, Ümit Özdağ’la ırkçı faşist protokol imzalayan Kılıçdaroğlu’nun ve partisinin gerek 1. tur, gerekse de 2. tur seçim sonuçları için Kürtlere laf olsun beri gelsin babında ya da “diplomatik nezaket” gereği bile teşekkür etmemesi bir CHP klasiğidir ve bu tutum CHP’nin politik çizgisini iyi yansıtmaktadır...
Erdoğan’ın kazanmasında (iki tur da içinde, bu tabloya “Cumhur İttifak”ını da eklemek gerekir) ne kadar olduğu netleşmese de ciddi bir oy oranının Erdoğan lehine gasp edilmesinin rolü olduğu da kesindir. (Sahte seçmen kayıtları, “Vatandaş”lık verilmiş yabancılar ve mülteciler, burjuva muhalefetin olmadığı ya da zayıf olduğu alanlarda oy çalınması, deprem bölgesinde göç nedeniyle kaydını yaptırmamış seçmen adına oy kullanılması vs.) Kuşkusuz ki hikayenin özü, pısırık, beceriksiz, bürokratik, lider oligarşisine dayanan, daha geniş kitlelerin desteğini alamayan, elindeki imkanları ve doğan fırsatları kendi lehine kullanamayan burjuva muhalefetin yetersizliğinde yatmaktadır...
Kılıçdaroğlu ve burjuva muhalefet “Kararsız seçmen oyları”nı yeterince kendisine çekemedi. Erdoğan karşıtı olmakla birlikte sandık başına gitmeyen seçmenlerin 2. turda oy kullanmasını da başaramadı. Bunlar olgulardır. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesinin faturasının yurtdışı seçmenine, keza Kürde olduğu gibi sıradan vatandaşa kesilmesi burjuva açık gözlülüğüdür ve teşhir edilmedir.
Gerek meclis seçimi gerekse de cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarından görüldüğü gibi Erdoğan’ın kurduğu “birleşik cephe” olmasa AKP ne mecliste çoğunluğu sağlayabilirdi ne de Erdoğan başkanlığı kazanabilirdi... Erdoğan’ın kurduğu ittifaklar Erdoğan’ın ayakta kalmasını sağlamıştır.
Burada, meclis seçimlerinde 12 Eylül askeri faşist darbesiyle ve sonrasında yapılan düzenlemelerle pekiştirilen ve esasen en büyük parti lehine sonuçların çıkmasını sağlayan seçim sisteminin özel rolüne de işaret etmek gerekir. Hatırlayalım, 2002 genel seçimlerinde toplam oyların %35’ini alan AKP, meclis milletvekilliğinin % 66’sını kazanmıştı; benzer tablo AKP eliyle yapılan yeni düzenlemelerle her seçimde tekrarlanmıştır. Bugün de oyların % 35 (ya da %35. 5’ini) alan AKP, milletvekilliğinin % 45’ini ele geçirmiştir...
Liderliğini Kılıçdaroğlu’nun yaptığı Millet İttifakı’nın başkanlık seçiminde geniş anlamda Erdoğan karşıtlığı ekseninde ve cephesinden gelen destekle % 47,82’yi bulması önemlidir. Bu oran, burjuva muhalefetin Kılıçdaroğlu liderliğinde aldığı en yüksek oy oranıdır. Bu sonuç, ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel olarak birikmiş ve büyümüş olan toplumsal ve siyasal öfkenin, siyasal değişim isteğinin ürünüdür. AKP iktidarı boyunca proletarya ve halkların, anti-faşist ve devrimci kuvvetlerin, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların yürütegeldiği önemli mücadelelerin rolünü görmeden, bu sonucun salt Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’na mal edilmesi açık bir dar görüşlülük olduğu gibi, burjuvazinin rolünü tek yanlı abartarak sisteme yapılan bir hizmeti ifade etmektedir. “Politika” deyince bundan burjuva partilerin iç dalaşını, it dalaşını anlayan, halkların ve sınıfın dikkatini bu sınırlara hapsederek manipüle eden başta sol liberaller olmak üzere sermayenin propagandistlerini teşhir etmek; proletarya ve halkların dikkatini kendi öz sorunlarına ve taleplerine yönlendirmek acil bir görevdir. Ve bu görevin, anlık ya da dönemsel bir yükümlülüğün ötesinde, sistematik bir kapsam ve derinliğe, kesintisizliğe sahip olduğu unutulmamalıdır. Dikkat edilirse, sol liberaller, liberaller, sermaye partileri kitlelerin dikkatini başlıca olarak bu dar çerçeveye hapseden ve yönlendiren seçim analizleri ile öne çıkmaktadır...
Devam edecek olursak, kazanılan % 47,82’lik oy oranı, Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’nın izlediği çizgi, özellikle de 2. turda aslı varken aslına karşı kurduğu “oyun”daki duruşu dikkate alındığında kötü bir sonuç değildir. Böyle de olsa kazanılabilecek bir seçimi Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı kaybetti. Kılıçdaroğlu’nun kazanamamasının geniş kitlelerde hayal kırıklığı, moral bozukluğu ve öfke yarattığı kesindir. Bu ruh hali 14 Mayıs seçim sonuçları açığa çıktığında başladı ve 28 Mayıs 2. tur başkanlık seçim sonuçlarının ardından ağırlaşarak sürdü. Daha ilk turda ortaya çıkan sonuçlar (parlamentoda çoğunluğun Erdoğan blokuna kaptırılması ve Kılıçdaroğlu’nun ilk turda seçilmemesi) 2. tur için gerekli motivasyonu zayıflatmış; Zafer Partisi denen ırkçı faşist partiyle imzalanan protokol, Kılıçdaroğlu’nun “kalp işareti”ni geride bırakıp, Erdoğan’la ırkçı milliyetçilikle vs. yarışır yola girmesiyle önemsenmesi gereken bir sol seçmen sandığı boykot etmiş; 1. turda oy kullanmayan ama 2. turda sandığa çekilebilecek önemli bir seçmen kitlesinden de uzaklaşılmıştır.
Akşener ve partisinin uzun süre “seçilecek aday” tartışmalarıyla Kılıçdaroğlu aleyhine yürüttüğü kampanyanın Kılıçdaroğlu’nun seçilememesinde önemli bir faktör olduğu da unutulmamalıdır.
CHP dışında kalan (milletvekili seçiminde 40’a yakın mebusu cebine koyan) “Millet İttifakı” partilerinin kendi kitlesinden Kılıçdaroğlu’na fazla bir oy gitmediği görülüyor. Bu partiler öteden beri CHP karşıtlığı ve düşmanlığı üzerinde şekillenmiş kitlelere yaslanmaktadır. İttifak kurulmuş olmasına karşın sözü geçen kitle “Kürt, Alevi, kafir, hain ve terörle ittifak kuran” Kılıçdaroğlu’na karşı mesafesini büyük bir oranda korumuştur. Aslında ittifak partileri bu tarihsel ve politik önyargıları kırmak için aktif bir çalışma da yürütmediler; kaldı ki, bu partilerin gerçekleri ve politik hesapları gereği söz konusu aşırı önyargıları kırmak işlerine de gelmemiştir... Osmanlıdan bu yana Sünni İslamcı gericiliğin süregelen özel ve amansız kin ve nefretinin Alevi olmasından dolayı geri kitleler nezdinde Kılıçdaroğlu’na karşı görünen ve görünmeyen biçimlerde etkili bir şekilde kullanıldığını da buraya eklemeliyiz. Bilindiği gibi, Alevilik, hala “küffar” ilan edilen inançlardan (Yahudi, Hristiyan, Budist vb) daha tehlikeli, lanetli, katli vacip bir inanç (ve insan türü) olarak lanse edilmektedir...
Hatırlayalım; Millet İttifakı meclis çoğunluğunu da yakalayamamıştı.
YSK’nın açıkladığı tablodan da görüldüğü üzere, Millet İttifakı’nın mebus sayısı toplam 212’dir; Cumhur İttifakı’nın ise 323’tür.
MAKYAVELİZMDE SINIR TANIMAYAN ERDOĞAN’IN “DEMOKRASİ ŞÖLENİ”...
21 yıllık AKP iktidarı, zorbalıkla bir beş yıl daha “memleketi ve milleti” yönetmek imkanını kazandı. Anayasaya aykırı olmasına karşın dinci faşist ele başı, 3. kez cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladı. Burjuva muhalefet cephesi ciddiye alınabilecek bir karşı tutum almadı; dahası, Erdoğan’ın korsanlığına çanak tuttu. “Peygamber, halife, padişah, İslam aleminin büyük kumandanı, küffar Hristiyan dünyasının korkulu rüyası, anti-emperyalist” vs. olarak propaganda edilen Erdoğan, korsanca adaylığını ilan ettiğinde burjuva muhalefet cephesinden ciddi bir itiraz gelmeyeceğini biliyordu. Erdoğan’ın ve dinci faşist rejimin çizdiği çerçevede ve kulvarda “muhalefet” yapan Millet İttifakı’nın başka bir tavır takınmamasının tesadüfi olmadığı açıktır. Bu muhalefet tarzı ve çizgisi, Erdoğan’ın ve rejiminin seçimleri kazanmasının da temel bir sebebidir. Erdoğan daima “Böyle muhalefete can kurban” demiştir. Erdoğancı rejimin ve AKP’nin çizdiği çerçevede ve minderde güreşen Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’nın altta kalması anlaşılırdır; kendi dar burjuva çıkarları için bile geniş kitlelerin en yakıcı taleplerini doğru dürüst seslendirmeyen; toplumsal ve politik öfkenin patlamasının önüne “aman Erdoğan’ın tuzaklarına düşmeyelim, provokasyona gelmeyelim” propagandasıyla barikat kuran; sokakları devletin ve sermayenin bekası için büyük tehlike gören; demokrasiden 5 yılda bir sandık başına gitmeyi anlayan ve kitleleri buna göre yönlendiren bir Kılıçdaroğlu-CHP-burjuva muhalefet gerçeği karşısında Erdoğan’ın üstünlüğü elde tutmaya devam etmesinde çok da karmaşık bir durum yoktur.
Başlıca olarak AKP-MHP ittifakına dayanan dinci faşist rejim, özellikle “Türk usulü cumhurbaşkanlığı rejimi”nin inşasıyla içeride ve dışarıda faşist terör ve demagojiye ve yayılmacılığa dayandı. Bu dönemle birlikte dinciliğin, ırkçı milliyetçiliğin, şövenizmin, militarizmin, Kürt ve Alevi, kadın, LGBT+ düşmanlığının tavan yaptığını biliyoruz. Geride kalan seçim sürecinde aynı azgınlık daha beterinden sergilendi.
Camiler miting alanlarına çevrildi. Tümüyle asalak ve aşırı çürümüş, yozlaşmış Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle her türlü çirkin propaganda yapıldı. Hizbul-kontra HÜDAPAR’la ittifak kurularak “domuzbağcılığı” meşrulaştırılmaya çalışıldı. Keza Erdoğan’la yapılan pazarlıkta özellikle kadın düşmanlığıyla öne çıkan oğul Erbakan’ın Yeniden Refah Partisi ile kara blok tahkim edildi. Erdoğan bloku kara propagandayı daha da koyulaştırarak “toplumun yarısı”nı küstahça “kafir, terörist, vatan haini, darbeci” ilan etti. HDP-YPS özellikle terörist ilan edilerek kriminalize edildi. İşlevsizleştirmek, seçimlere katılmasını önlemek için sahte gerekçelerle açılan HDP’nin kapatılması davası alçakça kullanıldı. Burjuva muhalefetin “Kandil’den, FETÖ’den emir alarak” hareket ettiği demagojisi yapıldı. Erdoğan ve tayfasının, “Gerektiğinde 15 Temmuz gecesi olduğu gibi, hayatımız pahasına istiklal ve istikbalimize sahip çıkarız” açıklamasıyla; “devleti yıktırmayacağız, gerekirse hepimiz Topal Osman olur, vatana göğsümüzü siper ederiz” (Bahçeli) propagandasıyla eğer kaybederlerse tüm muhalifleri toplu katletmekle tehdit ettiler. “Beka, din, bayrak, vatan elden gidiyor”, “gelirlerse camileri kapatacaklar”, “iç düşmanlar, dış düşmanlar” vs. demagojisi tavan yaptı. “Güvenlikçi politika”lar üzerinde azgın bir psikolojik hareket örgütlendi. Terörize etme, korku iklimini canlı tutma, dizginsiz tehdit ve şantaj Erdoğan karşıtı cephenin ensesinde demoklesin kılıcı gibi sallanıp durdu. Mafyalaşmış Saray ve devlet mafyayı, uyuşturucu şebekelerini de enerjik bir şekilde seferber etti.
Yani “Taşların bağlandığı, itlerin serbest bırakıldığı” ortamda sözde “demokratik, adil seçim yarışı” gerçekleştirildi. Devletin bütün imkanları fütursuzca sahaya sürüldü. “Seçim ekonomisi” (kamu işçilerine ve memurlara zam yapılması, asgari ücrete zam yapılması, Emeklilikte Yaşa Takılanlar yasasının çıkarılması, doğal gaz indirimi, Kredi Yurtlar Kurumu faizlerinin silinmesi, sözleşmeli işçi ve memurların kadrolu yapılması vb. gibi) devreye koyuldu. Medya tekelini elde tutan Erdoğan, en katı sansür eşliğinde bu gücü manipülasyonun öncü saldırı gücü olarak kullandı. İletişim Başkanlığı’nın “AK trolleri” tam kapasiteyle harekete geçirildi. Erzurum örneğinde olduğu gibi provokasyonlar tezgahlandı. Anti-faşist cephe üzerindeki baskı, kuşatma, terör ihmal edilmedi. Düzmece videolarla, broşürlerle, her türlü kara propagandayla kitlelerin çok önemli bir kesimi maniple edildi. Kirlilikte sınır tanımayan psikolojik savaşla iktidar ve Erdoğan karşıtlarına ve ilerici, devrimci, yurtsever muhalefete ve direnenlere saldırıldı. Seçimler düpedüz OHAL altında gerçekleştirildi. Olağanüstü kriz yönetim politikası uygulandı.
Erdoğan yüzsüzce “Seloya İdam!” sloganları arasında, adeta tek kale yapılan seçimleri “demokrasi şöleni” olarak tanımladı.
Şu “Türkiye’nın uluslararası itibarı” ve “demokrasi şöleni” hakkında yapılan bir değerlendirmeyi buraya aktarmak yararlı olacaktır:
“Türkiye’deki demokrasi konusundaki gelişmeleri de takibe almış olan V-Dem Enstitüsü mart ayında yayımlanan ‘Demokrasi Raporu’nda’ yer alan veriler, ‘seçimli otokrasinin’ küresel çapta ne durumda olduğunu ortaya koyarken, devletlerin resmi açıklamalarını değil, asıl olarak ‘özgür ve adil seçimler’, ‘hukukun üstünlüğü’, ‘bilgi edinme hakkı ve örgütlenme özgürlüğü’ ve ‘ifade özgürlüğü’ gibi göstergeler ışığında değerlendirmeler yapar. Bu veriler, son 10 yılda demokratik seçimlerin en fazla aşınmaya uğradığı ya da demokratik seçimlerden en fazla uzaklaşan ülkeler sıralamasında Türkiye’nin ilk 4 ülke arasına girdiğini gösteriyor.
Dahası Türkiye, ‘Demokrasi Endeksi’nin en alttaki grubunu oluşturan, Ruanda, Vietnam, Mısır, El Salvador, Kazakistan, Etiyopya gibi ülkelerin arasında yer alıyor.” (Ergin Yıldızoğlu)
Devam edelim.
Özellikle geniş kitlelerin mutlak ve göreli olarak hızla yoksullaştığı koşullarda “Yoksulluğu yönetme” politikası başarıyla uygulandı. Cebinde bir ayrıcalık ve üstünlük olarak AKP üyeliği kartı taşıyan 12 milyon kişi bulunması AKP’yi ve seçim sonuçlarını anlamak bakımından son derece anlamlı ve açıklayıcı bir durumdur. Devlet eliyle önlerine kemik atılan geniş bir kitle mevcut. Keza vakıflar, dinci dernekler, tarikatlar, cemaatlar eliyle dağıtılan “ekmek”, proletarya ve halkların ekonomik sıkıntılarının aşırı arttığı koşullarda oldukça işlevli bir rol oynamaya devam etti. Tüm yıpranmışlığına karşın Erdoğan ve rejiminin işsizliği, açlığı, yoksulluğu, sefaleti, aşırı çürümeyi, her türlü ahlaksızlığı kendi lehine kullanmayı becerdiği görüldü.
“Güçlü devlet”, “güçlü ordu”, “güçlü askeri sanayi”, İHA, SİHA, TOGG böbürlenmesi, “güçlü lider”, “güçlü lider Türkiye”, “İslam ve Türk aleminin lideri ve hamisi güçlü Türkiye”, Osmanlıcılık, “din elden gidiyor”, “vatan elden gidiyor” propagandası egemen ulus halkında ve pek çok ulusal toplulukta hala güçlü ve geçerli bir akçe olarak Erdoğan’a ve bloğuna kazandırdı. “Cumhurbaşkanımız Ay’a dört şeritli yol yapacağım dese inanacak seçmenlerimiz var” açıklamasını yapan Berat Albayrak boş laf etmiyor. AKP’nin arkasındaki seçmenin büyük bir çoğunluğunun, (hadi önemli bir kesimi diyelim) buna inandığını, son derece fanatik, eğitimsiz, ilkel bir dinsel propagandayla uyuşturulmuş, alıklaştırılmış olduğunu söylememek için bir nedenimiz yoktur; bu kategori son derece fanatik, takım tutar gibi “ideolojik oy” kullanan kategoridir ve AKP’den, özellikle de Erdoğan’dan kolay kolay kopmamaktadır.
Ayrıca unutmamalıyız ki, eğer bir dönemeç olarak alırsak, geleneksel dindarlık Özal’lı yıllardan başlayarak özellikle de Erdoğan ve AKP’siyle yerini çoktan dünya nimetlerine, maddi, parasal çıkarlara, kapitalist açgözlülüğe dayanan dindarlığa; rüşveti, yolsuzluğu, yağmalamayı, köşe dönücülüğünü, komşusu açken tok yaşamayı normal gören, fütursuzca söylenen yalanları meşru gören bir dindarlığa, belki de doğrusu dinciliğe dönüşmüştür. Bu, Erdoğan’ın kapitalizme, neoliberal değerler sistemine yaptığı en büyük katkılardan birisidir. AKP’ye muhalefet eden dinci medyada sıkça dile getirilen “eskiden dindarlığın bir saygınlığı vardı, AKP bunu yıktı” tepkisi rastlantısal değildir... Sıradan dindarlığı yaşayan geleneksel dindarlık (ki din tüccarları her zaman vardı) yerini büyük bir oranda aşırı bencilliğin buz gibi karakterine ve değerler sistemine bırakmıştır. Burada din ve dindarlık iğreti bir örtüye; zenginleşmenin, köşe dönücülüğün, kazık atmanın, iktidar mücadelesinin, kirli propagandanın kara örtüsüne dönüşmüştür. En gerici Ortaçağcıllık en çürümüş kapitalist saldırganlık ve çürümüşlükle kaynaşmıştır.
Siyasal İslam Erdoğan liderliğinde, emperyalizme bağımlılığın ve kapitalist sistemin yarattığı sonuçları ustaca kullanmıştır. Taşların bağlandığı, itlerin serbest bırakıldığı koşullar sayesinde hem kapitalist sistem aklanmış hem de dinsel sermayenin yükselişi güvence altına alınmıştır. Bu bağlamda dinsel örtü, Ortaçağ değerleri artı-değer, kar, rant, faiz sömürü ve soygunu ve dinci faşist iktidarın aracı olarak rezilce kullanılmaktadır. Şu “bir lokma, bir hırka” felsefesiyle yaşadığını iddia eden Sünni cemaat ve tarikatların özellikle 12 Eylül sonrası birer sermaye grubuna dönüşmesinin, en azgınından sömürü ve vurgun yapmasının öyküsü orta yerde durmaktadır...
AKP’ye oy vermekle birlikte herhangi bir tarikat ve cemaata mensup olmayan, sıradan bir yaşamı olan önemli bir kitle de bulunmaktadır. Bu kesim her şeye karşın sıradan dindarlığı bir biçimde yaşamaya çalışan, Erdoğan’ın ve rejiminin aşırılıklarından memnun olmayan, kimi zaman tepki de gösterebilen bir kesimdir. Bu gerçeği de görmezden gelmemek gerekir. Kaldı ki, AKP’nin tabanı büyük bir oranda emekçidir ve bu emekçi tabanı da kazanmak devrimci hareketin görevidir.
Karar gazetesi yazarı Karaalioğlu, “Kılıçdaroğlu’nun neden kaybettiğini Erdoğan’ın nasıl kazandığını analiz ederken söylenecek çok şey var ama hiçbirisi ülkede yüzde 65 muhafazakar/milliyetçi/sağcı çoğunluğa sahip bir sosyolojinin hakim olduğu gerçeğinden önemli değildir. Buna rağmen yüzde 30’luk laik bloku aşıp yüzde 48’e kadar ulaşmak bir başarı ama söz konusu yüzde 50+1 gerektiren seçim olduğunda bu rakam da anlamını yitiriyor.” derken “sosyolojik” bir gerçeğe dikkat çekmektedir. Ayrıca artık 1960’ların, 1970’lerin bilinen kavramlarıyla sermayenin “sağ”ı ve “sol”u kavramları da alt-üst oldu. “Küreselleşme” ve değişen güç dengeleriyle, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle, giderek siyasal İslamın yükselişi ve iktidarlaşmasıyla bu kavramların epeyce değiştiğini görmek gerek; sözgelimi, şu CHP’ye ve Millet İttifakı tablosuna/bileşimine bakın...
“Muhafazakar değerler”, “milliyetçilik”, “dincilik” egemen ve geniş kitleleri yöneten hegemonik değerler sistemi olmaya devam etmektedir. Bir-iki istisnası hariç (1973 ve 1977), 1950’den bu yana “demokrasimiz”de oy dağılımında ortaya çıkan “% 65 muhafazakar, sağcı”, % 30-35 “sol, laik” dengesi bu seçimlerde de rolünü oynadı. Bu “denge”leri yıkma ve tarihin yolunu açma işlevi burjuvazinin değişik kanatlarından beklenemez; bu görev devrimci ve komünist hareketin omuzlarındadır... Devrimci hareketin zayıflığının, sınıfın ve geniş kitlelerin örgütsüzlüğünün faşizm ve sermayeye ne yaman alan açtığını hayatın her alanında olduğu gibi 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerinde de yaşadık.
Geçerken hatırlatmak yararsız olmayacaktır:
Devrimci ve komünist hareketin tarihsel ve politik başarısızlığı sürdükçe, geniş kitleler ve sınıf içerisinde kendini üreterek sürece öncülük yapacak bir politik güç haline gelmedikçe bu tablonun değişmeyeceğini görmek zor değildir. Kendi gettolarında, üstelik daraldıkça daralan bir gettoda dar bürokratik yapılara dönüşen, ne denirse densin gerçekte öz gücüne güvenini epeyce kaybetmiş devrimci gerçekliğimizde, son seçim süreçlerinde de sürüklenmek ya da zaten kayda değer bir etkisi olmayan yapısal gerçekliğimizle birlikte seçim sürecinde etkisiz kalmakta da anlaşılmaz bir durum yoktur. Sorunun bu yanı, yani devrim ve sosyalizmin zaferini arzulayan, başarısız da olsa bu konumlarını koruyan ya da korumaya çalışan devrimci ve komünist hareketin kendini yenileme gereksinimi gerçekleşmeden de sınıfsal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde söz sahibi bir güç haline gelmek olanaklı olmayacaktır. Hamasetle bu gerçekleri kendinden azade gören ve gösteren ya da kendi gerçekliğine göz yuman, kendini de kandıran romantik ajitasyonla görmemeyi tercih eden bir kafa ve pratikle böyle bir güç haline gelmek ise olanaklı değildir.
Burjuva muhalefet, iktidar güçleri, sıradan kitleler üzerine keskin analizler yapabilir, görevlerimiz üzerine parlak formülasyonlar geliştirebilir, parıltılı sloganlar atabiliriz, ama bütün bunların yol açmak bakımından fazlaca bir anlamı yok, dahası kendimizi “ajite” etmeye yarar sadece; ana sorun devrimci ve sosyalist hedeflere ve amaçlara kilitlenmiş olarak sınıfsal ve toplumsal mücadelenin genel ve güncel gereklerine ve gereksinmelerine yanıt veren bir yenilenmeyle kendimizi aşıp aşamayacağımızdır...
Seçim süreci ve sonuçları ve özgül deneyimi özellikle bu bakımdan inceleme, dersler çıkarma aracı olmasını dileriz.
“DEMOKRATİK BATI”...Erdoğan’ın seçimleri aşırı eşitsiz, adaletsiz, anti-demokratik koşullar altında kazanmasında Türk tekelci burjuvazisinin ve uluslararası sermaye çevrelerinin desteğini (zayıflamakla birlikte) hala büyük bir oranda koruyor olmasının rolünü görmemek olanaklı değil. “Bizim için gerekli olan demokrasi değil, Fujimoru tipi otoriter rejimdir” diyen Rahmi Koç’u unutmuş değiliz.
“Otoriter rejim” olarak tanımlanan dinci faşist diktatörlük, iç ve dış sermayeye hizmet etti ve etmeye devam etmektedir. Siz bakmayın Erdoğan’ın “Batıya kafa tutması”na; “milliyetçi, mukaddesatçı” Batı karşıtı söylem, geniş kitleleri manipüle ederek kullanılan ve gerektiğinde de uluslararası sermaye çevreleriyle, bazı Batılı emperyalist devletlerle pazarlıkta kullanılan bir silahtır sadece. Erdoğan ve rejimi emperyalizmden bağımsız bir ülkeyi temsil etmemekte; o ve rejimi, faşist diktatörlük ABD-NATO işbirlikçisi, AB, İsrail dostu merkezi temsil etmeye devam etmektedir. Bir takım önemli iç çelişki ve çatışmaların varlığı, Türk tekelci burjuvazisinin çıkarları gerektiğinde Erdoğan’ın diklenmesi ise anlaşılırdır. Biliniyor; “anti-emperyalist” Erdoğan ve rejimi emperyalist devletler, uluslararası sermaye, NATO için kullanışlı bir araçtır. Erdoğancı rejimin yıpranması, gerilemesi ya da zayıflaması ise Erdoğan karşısında emperyalist devletlerin elini güçlendirmektedir. Emperyalist devletler için belirleyici olan ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarıdır. Ve bu çıkarlar emperyalist devletlerin çok kutuplu dünya gerçeğinde şekillenmektedir ve bu bağlam, Erdoğancı rejime de manevra yapma imkanı tanımaktadır ne de olsa Türkiye kapitalizmin orta derece geliştiği ülkeler kategorisinde yer alan bir ülkedir...
“Batının, AB ve ABD’nin Türkiye’de demokrasi istediği” burjuva liberal bir yalandan ibarettir. Özellikle de 1989/1991 dönemecinden bu yana, proleter ve emekçilerin, Ekim Devrimi ile açılan süreçte SSCB’nin ve 1945’de faşizmin ezilmesinden sonra, sosyalist bir kampın doğmasının baskısıyla kazanılmış ekonomik, demokratik ve sosyal haklar bilakis “demokratik Batı”da küresel neoliberal saldırı politikalarıyla kapsamlı bir şekilde gasp edildi ve bu yöneliş devam etmektedir. Emperyalizm ve uluslararası tekellerin, neoliberal burjuva devletlerin bu gasp ve saldırı harekatı, yükselen ırkçı, faşist, militarist dalgayla pekiştirilerek devam etmektedir... “Demokratik Batı dünyası Türkiye için demokrasi istiyor, mücadelemizi destekliyor” palavralarını acımasızca teşhir etmek gerekiyor. Gerek Türk sermayesi gerekse de emperyalist sermaye ve devletler Türkiye için “demokrasi” değil, özünde 12 Eylül tipi, Erdoğan tipi bir “demokrasi” istiyor ve destekliyor.
Türkiye ve Kürdistan’da devrimci siyasal özgürlüğü kazanmanın tek yolu devrimin zaferiyle mümkündür; geçtik devrimi, faşist devlet biçiminin yıkılarak yerini kısmi bir burjuva demokrasisine (dayan sermaye devletine) bırakması bile proletarya ve halkların yüksek bedeller isteyen ısrarlı devrimci mücadelesini gerektirmektedir...
İç ve uluslararası sermayeden demokrasi dilemek ve beklemek burjuva liberal gerici bir beklentidir. Bu propaganda ve ajitasyon kitleleri silahsızlandırmanın, pasife etmenin, sermaye düzenine bağlamanın, devrimci gelişme yolunu kapatmanın, devrimi önlemenin aracıdır.
“EKONOMİK KRİZ”, YOKSULLAŞMA VE SEÇİMLER
Seçim sürecinde yapılan “ekonomik kriz ve deprem Erdoğan’ı götürecek” beklentilerinin aşırı abartıldığı açığa çıkmıştır.
Deprem faciasına karşın (o da resmi açıklamaya göre 50 bin insanımız öldü) AKP’nin kaleleri olan Maraş ve Adıyaman gibi yerler de yüzde 1-2’lik oy kaybı dışında bir kaybı olmadı. Depremin yıkımı ve ağır sonuçları şimdilik “Kader ve yaparsa Erdoğan yapar” inancına göre şekillenirken CHP’nin “Bedava konut” çağrısı karşılık bulmamıştır. Erdoğan Diyarbakır ve Adana hariç, 11 ilin dokuzunda “yarışı” önde tamamlamıştır. Örneğin Erdoğan depremin üssü olan Maraş’ta % 75, Adıyaman’da % 69 oranında oy almıştır... Depremin en kritik ilk 2-3 gününde herhangi bir müdahalede bulunmamasına, Kızılay’ın kan ve çadır satmasına karşın Erdoğan ve devleti deprem felaketini kendi lehine istismar etmeyi başarabilmiştir. Deprem bölgelerine yardıma ilk koşanlar ilerici, devrimci, yutsever hareketler, DKÖ’ler, CHP belediyeleri olmasına karşın, bu müdahale ve depremin korkunç yıkımı seçim sandıklarında karşılığını bulmamıştır. Kuşkusuz ki, bu bağlamda depremzadeler suçlanamaz; yaşamın başka gerçekleri vardır... Gerek deprem faciasında, gerekse de sandıklara gidilirken “öğretilmiş çaresizlik”in seçmen davranışlarını şekillendiren çok önemli bir faktör olduğunu, dinci faşist diktatörlüğün bu zaafı etkin bir tarzda istismar ederek yönlendirici bir inisiyatif koyduğu unutulmamalıdır. Bu “öğretilmiş” çaresizliğin toplumun önemli bir kesimini etkilediğini seçim sonuçlarından da görmekteyiz.
Bir gerçeğin daha altı çizilmelidir. Seçim süreci iddia edildiği gibi bir ekonomik kriz döneminde gerçekleşmedi. Türkiye’de bir ekonomik kriz (aşırı üretim krizi) yok. Sermayenin ekonomik sorunlarının büyümesi ise ekonomik kriz anlamına gelmemektedir. Sınıfın ve emekçi kitlelerin mutlak ve göreli yoksullaşması ise kapitalizmin gelişme yasasıdır ve bu yasanın ekonomik krize indirgenmesi ya da başlı başına ekonomik kriz olarak lanse edilmesi hem teorik geriliği yansıtmakta hem de realite ile bağdaşmayan ve abartılı beklentileri inşa eden bir işlev oynamaktadır...
“Göreli yoksullaşma” işçi sınıfının (emekçilerin) ulusal gelirde aldığı payın düşmesi, sömürücü sınıfların ulusal gelirden aldığı payın artması; “mutlak yoksullaşma“ ise, proletaryanın (ve emekçilerin) yaşam standardının doğrudan düşmesi demektir. Mutlak yoksullaşma işçi sınıfının geçmişe göre daha yoksullaşması, satın alma gücünün düşmesi, beslenme, barınma koşullarının daha da kötüleşmesi, işsizliğin ve açlığın girdabına daha fazla batması, aç kalmasına yol açar. Buna koşut burjuvazinin zenginliği de o ölçüde artar...
Bu iki olgu seçime giderken de çarpıcı bir tarzda işçi sınıfının (ve emekçilerin) gereğini yansıtmaktaydı.
Sermaye birikimi, bir kutupta zenginliğin, lüksün, asalaklığın birikmesi, diğer kutupta yoksulluğun, işsizliğin birikmesi demektir. Bu, sermaye birikiminin genel yasasıdır. Kapitalizmin gelişmesi, gelişmesinin hızlanması kapitalizmin bu iktisadi yasasını daha etkin hale getirir...
Şu geride kalan seçim dönemine de bu koşullarda girdik... Peş peşe gelen zamlar, kira fiyatlarının artışı, yüksek enflasyon, ücretlilerin yaşam koşullarının hızla kötüleşmesi, “tencerede yemek yerine dert kaynaması”, bunlar gerçeklerdir.
Kapitalizm, kölelikten, toprak köleliğinden farklı olarak modern ücretli kölelik düzenidir. Ve Türkiye’de işçi sınıfının (emeğinin değil) iş gücünün fiyatı olan iş ücreti, sınıfın fiziki varlığını tehdit edecek düzeydedir. Ve bu ücretin (ve maaşların) değeri de sürekli ucuzlatılmaktadır. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mustafa Gültepe’nin, seçimlerin ardından yaptığı “Asgari ücrette maksimum dolar bazında 300-400 dolar arasındaki seviyeyi koruyabilmeliyiz.” açıklaması tesadüfi değildir ve yeni döneme de ışık tutmaktadır. Bu açıklama, kapitalist aç gözlülükte ve gözü dönük kar hırsında sınır tanımayan kapitalistlerin ve bu kapitalistlerin “ihracata dönük sanayileşme” politikasının öncü gücünün “bu demeci verdiği an itibariyle ücretlerde en az dörtte bir oranında bir gerileme talep” ettiği anlamına gelmektedir.
Proletarya ve emekçi kitlelerin ekonomik yoksullaşmaya karşı tepkisi (tek başına olmasa da) örneğin AKP’nin oy oranının %42’den %35’e düşmesinde çok önemli bir faktör oldu ama Erdoğan’ın yenilgisini getirmedi. Zaten tek başına yoksullaşma, ekonomik kriz, mali kriz, ticari kriz gibi krizlere bel bağlanarak politik mücadele de yürütülemez. Bu, kendiliğindenlik önünde secdeye götürür. Burjuvazi, onu yıkacak sınıf hareketi olmadıkça bütün krizlerden çıkma yolunu bulur...
Aziz Çelik’in “Boş Tencere ve Sandık” başlıklı yazısında verdiği şu bilgiler aydınlatıcıdır:
“2022 yılı itibariyle tüm sosyal yardımların tutarı 152 milyar, Sosyal Yardımlaşma Genel Müdürlüğü tarafından yapılan yardımların tutarı 87 milyar TL’dir. Sosyal yardımlardan yararlanan toplam hane sayısı ise 4,4 milyondur. 65 yaş ve engelli aylığı alanların sayısı 1,5 milyondur. 9,5 milyon kişinin genel sağlık sigortası primi devlet tarafından sağlanmaktadır. Son yıllarda yoğunlaşan Ulusal Hane Ziyareti Yardım Programı ile milyonlarca yoksul aile ziyaret edildi. Nail Dertli’nin vurguladığı gibi bu ziyaretler iktidarın yoksullarla, emeklilerle birebir iletişim kurmasına olanak sağlıyor.”
Türkiye “yaşam endeksi”nin, “mutluluk endeksi”nin, “demokrasi endeksi”nin, “güven endeksi”nin yerlerde süründüğü ülkelerden biridir. Belirsizlik, güvensizlik, güvencesizlik, gelecek kaygıları “istikrar”, “güvence”, “mutluluk” arayışında olan geniş kitlelerin bu arayışın devrimci bir alternatifle buluşarak bir mücadele gücüne dönüşemediği koşullarda, bu yönelimin “otoriter lider”ler ve “otoriter yönetim”ler tarafından “toplumun aşırı kutuplaştırılması” üzerinden manipüle edilmesi yalnızca Türkiye için geçerli bir durum değildir; dahası uluslararası bir olgudur. Bu eğilim hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda alanda giderek güçlenmeye devam etmektedir. Yukarıda işaret ettiğimiz arayışın, burjuva muhalefet tarafından karşılanmamasının sonuçlarından birisi de seçimlerin kaybedilmesidir.
AKP yükseliş dönemindeki dinamizmini, “o ruhu”nu çoktan yitirmiştir. Aşırı çürümüş bir soyguncu şebekesine dönüşmüş olan AKP, devlet imkanlarına, rant dağıtımına dayanan, sayısız vakıf, cemaat ve tarikatla “yoksulluğu yönetme” politikasını hala etkin bir şekilde kullanabilmektedir. Kitlelerin, işçi sınıfının, halkların geri, muhafazakar, yoksul kesimleri, üstelik büyük mücadelelerin olmadığı, burjuva muhalefete de güven duyulmadığı bu dönemde, yüksek enflasyona, yaşam pahalılığına, işsizliğe rağmen, elde avuçta olanı da kaybetmeme ve “yine de bu sorunları Erdoğan çözer” minvalinde AKP ve liderlik ettiği blok lehine oylarını kullanmıştır. Hele de ortada devrimci ve komünist hareketin sınıf ve geniş kitlelerle birlikte etkin bir mücadele geliştiremediği koşullarda yoksullaşma tek başına “iktidar”ları götürmüyor. Dahası Erdoğan’ın kaybetmesini önleyen koşullarda, yoksullaşma iktidar için kullanılan bir manivela rolü oynamıştır. Yoksulluk ve yoksullaşma eğer faşizm ve sermayeye karşı mücadelele eden adını hak edecek güçlü bir devrimci hareket varsa devrimin bir kaldıracına dönüştürülebilir. Kaldı ki bu konu her ülkenin kendi somut tarihsel ve güncel koşullarında anlamını bulur... Örneğin “Arap baharı”nı hatırlayalım...
Yukarıdaki tablodan AKP’nin 1 Kasım 2015, 24 Haziran 2018, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde aldığı oy oranındaki gerilemeyi görmekteyiz.
“MİLLİYETÇİ PATLAMA”...
Yaygın bir şekilde yapılan değerlendirmelere göre, bu seçimlerde, özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminde “milliyetçi patlama yaşandı”.
1. turda elenmekle birlikte “Ata İttifakı”nın adayı Oğan’ın aldığı % 5’lik oy bu bağlamda özellikle vurgulanmaktadır.
MHP+İYİ Parti+Oğan+Zafer Partisi... Bunların oy toplamı (%25) üzerinden yapılan değerlendirmeler...
Bu seçimlerde (parlamento) MHP oylarında ciddi bir düşme beklenirken durumun böyle olmadığı açığa çıktı. MHP %10,07 oy aldı ve bir önceki seçime göre (%11. 10) oy kaybı da sınırlı (%1). Bu oranın çıkmasında MHP’ye oy kaydırmanın da rolü vardır ama sorun bunun ötesindedir. Başta Meral Akşener olmak üzere MHP’den kopuşlara ve eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesinin MHP’de ciddi oy kaybına yol açtığı ve açacağı beklentilerinin gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmıştır.
Bu tablo, MHP’nin 2015-2023 arası en önemli kentlerde aldığı oy oranlarını ve gerilemesini göstermektedir.Hatırlanacak olursa, MHP oylarının %7 civarlarında olduğu söyleniyordu. MHP’nin %10’luk barajı geçemeyeceği olasılığı karşısında seçim barajı yapılan yeni düzenlemeyle %7’ye çekilmişti.
MHP, “muhalefet”te olduğu 2011 genel seçiminde % 13.01, 2015 Haziran’ında %16.29, 2015 Kasım’ında % 11.90 oranında oy almıştı. AKP ile ortaklık kurduktan sonra ise, 2018 seçimlerinde %11.10 almıştı. 2023 14 Mayıs seçimlerinde ise bu oran %10.07 oranına gerilemiştir. Bu tablo MHP’nin %10’luk barajın üstünde kalabildiğini göstermektedir. Anlaşılıyor ki MHP’nin yıpranması ve gerilemesi hakkında yapılan değerlendirmeler abartılıdır.
Gözden kaçırılmaması gereken şudur: MHP 2011’den 2015 yılına kadar muhalefetteydi; sonraki süreçte ise iktidar ortağı olan bir parti konumuna yükselmiştir. Birinci kesitten farklı olarak MHP, ikinci süreçte AKP’nin desteği, mafya ve devlet olanaklarını da fütursuzca kullanarak söz konusu oy oranlarını tutturabilmiştir... “Yıpranıp yıpranmama” meselesine bu açıdan (da) bakmak gerekir...
Arada kısaca ekleyelim, propagandası yapıldığı gibi Oğan’a 1. turda oy veren seçmenlerin çoğu genç seçmenler değildir, genç seçmenin verdiği destek % 20-25 arası görünüyor. Bu propagandayla bilinçli bir manipülasyon yapılmaktadır. Hedef, gençliği “milliyetçi” göstermek ve ırkçı milliyetçi bataklığa çekmektir. “Ağırlığımca altın isterim”, “kim daha fazla verirse orada olacağım” diyerek kendini pazarlayan Oğan Erdoğan tarafından satın alınmıştır. Oğan’ın Erdoğan’ın kucağına atlamasında da garip bir durum yoktur. Oğan’ın da “neoliberal-neomuhafazakar-siyasal İslamcı rejim”le bir sorunu yoktur. Burjuva siyaset dünyası bu, kokuşma ve çürümede de sınır yoktur...
Öncelikle belirtmek gerekir ki milliyetçilik burjuvazinin ideolojidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasının temelinde “milliyetçilik ilkesi” durmaktadır. Kemalist diktatörlüğün ideolojisi Türkçülük ideolojisiydi. Bu ideoloji, Türk burjuvazisinin gelişmesinin, iktidarlaşmasının gereklerine ve gereksinmelerine dayanan ve yanıt veren bir ideolojiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde, sınırlı bir demokratik ve anti-emperyalist içeriğe sahip ulusal kurtuluş savaşıyla 1923’de iktidarlaşan Türk burjuvazisi, doğası gereği, milliyetçi bir sınıftı. Dahası eklemek ve vurgulamak gerekir ki, Kemalist milliyetçilik, daha Türk ulusal kurtuluş savaşının gelişimi içerisinde ırkçı milliyetçilik özelliğine de sahipti ve tarihsel arka planını özellikle İttihatçı milliyetçilikte bulmaktaydı... Ulusal savaşın gelişimi içerisinde daha baştan (örneğin 1921 Koçgiri ayaklanmasını hatırlayalım) Kürt soykırımına yönelmiş, geliştiği ve ve giderek iktidarlaştığı süreçte Ermeni, Rum soykırımlarıyla beslenmiş; Kürt ulusal varlığının yadsınması ve ulusal zulümle şekillenmiş bir milliyetçiliktir. Özellikle de Hitler faşizmine yakınlaşmadan başlayarak, 1930’ların başlarında ortaya koyulan ve resmi devlet ideolojisi olan “Türk tarih tezi”, “Güneş dil teorisi” tipik ırkçı milliyetçi bir ideoloji ve politikaydı... Unutmayalım, genç Türk burjuva cumhuriyetinin hemen yanı başında SSCB durmaktaydı...
Türk egemen sınıflarının milliyetçiliği ırkçı, şöven, militarist, asimlasyoncu, anti-demokratik, antikomünist bir milliyetçilik olagelmiştir öteden beri. Ekonomik, siyasal, kültürel hegemonyayı elde tutan Türk egemen sınıflarının, kapitalizmin gelişimi, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin gelişimi, iç, bölgesel, uluslararası sınıf mücadelesinin gelişimi seyrinde milliyetçiliği de kendine has bir biçimlenme, “yenilenme” süreci yaşamıştır. 1950’ler sonrası bu milliyetçilik dinsel propagandayla sarmaş dolaş hale gelerek yükselmiş; 12 Eylül faşist darbesiyle “Türk-İslam sentezi”ne dönüşmüş; “Yeşil kuşak projesi”yle, 12 Eylül’le, ANAP ve Özal’la, önü açılan politik İslamcı hareketlerle, tarikatlarla daha fazla bütünleşerek gelişmiş; özellikle siyasal İslamcı AKP ve “Büyük Ortadoğu projesi”, “2. Cumhuriyet projesi”yle, giderek “İslam-Türk sentezi”yle derinleşmiş; derken “Neo-Osmanlıcılık”, “Mavi Vatan” minvalinde devam etmiştir. Eksik ve çok kaba bir biçimde hatırlatmak zorunda kaldığımız bu tablo, TC tarihinde egemen olan ideolojinin ırkçı milliyetçilik ve giderek ırkçı milliyetçilikle bağlaşmaya girerek ve yeniden yapılanarak siyasal İslamla iç içe geçen bir “milliyetçi”liğe işaret etmektedir. Kuşkusuz bu süreç, SSCB’nin varlığı, giderek sosyalist kampın varlığı, küresel alanda süren iki blok arasındaki hegemonya ve rekabet, özellikle 1960 sonrası gelişen sınıf mücadelesi ile ilişkilidir ya da iç içedir... 1923-1950 döneminden farklı olarak Türkiye’de siyasal İslamın önü boşu boşuna açılmadı yani.
Cumhuriyet tarihi boyunca hegemonik ideoloji olan ırkçı milliyetçiliğe ve milliyetçi ideolojiye göre çok daha gerilere giden (600 yıllık Osmanlığı İmparatorluğu; teokratik askeri bir devlet olan ve Yavuz Sultan Selim’le birlikte İslam aleminin halifeliği kurumunu ve bayrağını da ele geçiren) bir tarihsel arka plana sahip olan dincilik ve sunni İslamcılık da Türk sermayesinin çıkarlarına göre şekillenen bir yeniden yapılanma süreci yaşamıştır...
Uzatmadan söyleyelim; dinci ideoloji ve milliyetçilik yaşadığımız toplumun somut tarihsel gerçeğidir ve 1984’de Kürt gerilla hareketinin başlamasından bu yana geçen tarihsel-politik kesitte bu zehir özel olarak her saniye sınıfa ve Türk halkına, ulusal topluluklara zerk edilmiştir... Irkçı milliyetçilik ve (din tüccarı) dinci gericilik, küresel alanda özellikle de 1989/91’de “Doğu bloku”nun çöküşüyle yükselen “modern Ortaçağ” fırtınasıyla, devrim dalgasının yenilgisi ve diplere vurmasıyla da, küresel çapta günümüzün yükselen değerleri olan ırkçılıkla, militarizmle, faşizmle de beslenerek toplumu daha güçlü zehirlemeye devam etmektedir. Başta Suriyeliler olmak üzere sayısını tam olarak bilmesek de, milyonlarca göçmenin varlığı milliyetçiliği, özel de ırkçı milliyetçiliği diri tutmada kullanılan bir argümandır Türk burjuvazisi, özellikle de tekelci sermaye ve devleti, partileri tarafından.
Seçim sürecinde özellikle Erdoğancı dinci faşist diktatörlük ve bloğu, “Ata İttifakı” Türk-Kürt, Alevi-Sunni, Laik-antilaik çelişkilerine sistematik bir politik ve psikolojik saldırganlıkla oynadı. Toplumun sınıfsal temelde ayrışmasını önlemek, devrimci hareketin güçlenmesinin önüne geçmek için söz konusu “kimlik politikası” öne çıkarıldı. Toplumsal bölünmenin sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilenler temelinde bölünmesi, proletarya ve halkların, ezilen kimliklerin politik özgürlük ekseninde birleşmesini önlemek için bu gerici ve faşist propaganda enerjik bir tarzda kullanıldı. Bu silah, her zaman için Türk sermayesinin ve devletinin, partilerinin elinde güçlü bir silah olageldi... Güçlü, söz sahibi bir devrimci ve komünist hareketin olmadığı ve Kürt ulusal mücadelesinin Türk halkının desteğini alamadığı koşullarda, bu çelişkilere oynamanın ne denli etkili olduğunu seçim sürecinde bir kez daha çarpıcı bir tarzda yaşadık.
“Milliyetçiliğin patlaması, yükselişi” saptamasını tarihsel temellerinden, Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülegelen kirli, haksız, sömürgeci savaşın gerçeğinden koparılarak yapılan “analizler”in gerici karakterine özel olarak dikkat çekmek isteriz. Kuşkusuz ki, Erdoğan’ın, AKP’sinin, “Cumhur İttifakı” denen ucubenin iktidarı kaybetme tehdidi karşısında olması onları kudurmuş yaratıklar gibi ırkçı milliyetçiliğe, dinciliğe, militarizme, şovenizme sarılmasına yol açmıştır özel bir motivasyon kaynağı olarak. Ancak bu saldırganlığın ideolojik ve politik tezahürleri, daha geniş anlamda Türk egemen sermayesinin bölgesel emperyal yayılma, giderek emperyalizme atlama isteği gerçeği ve hedefiyle özel içsel bağı olduğunu da bilmek gerekir...
Kısacası, ırkçı milliyetçiliğin önemli ama göreli bir gelişmesinin ötesinde milliyetçi patlamadan bahsetmek objektif bir analiz değildir; sistemin yapısal ve politik krizi burjuva cepheyi parçalar ve yeniden yapılandırırken, AKP, MHP bünyesinde toparlanabilecek “milliyetçi oylar”ı da değişik seçeneklere yöneltmiştir. Zafer Partisi ve “Ata İttifakı” tarafından desteklenen Oğan “Cumhur İttifakı”na katılmıştır. Ve hatırlatmak isteriz ki, her iki burjuva blok da (Cİ ve Mİ) değişik dozlarda ırkçı milliyetçi karaktere sahiptirler ama en azgınını Erdoğan ve onun bağlaşma kurduğu kesimler temsil etmektedir; ne de olsa politik iktidar tekelini elde tutan Erdoğan, Bahçeli’dir. Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ’la kol kola girerek Erdoğan ve Bahçeli’yle milliyetçilik, militarizm, göçmen düşmanlığı yarıştırmaya kalkması “Cumhur İttifakı”na hizmet etmiştir.
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oyların % 50’lere yaklaşması, her şeye karşın, Erdoğan ve cephesinin en azgınından yaptığı milliyetçilik ve dincilik propagandası ve kışkırtmasının istediği gibi karşılık bulmadığını göstermektedir. Bu karşılık bulmamanın birden fazla nedeni var kuşkusuz, değişik eğilimlerin Erdoğan’a kaybettirme politikası etrafındaki kenetlenmeyi yansıttığı gibi, “toplumun yarısının değişim istemi”ni ve bu istek ve mücadelede direndiğini göstermektedir. Aslında bu tablo, negatif ve pozitif açılardan okunduğunda, tablonun nesnel gerçeğinde anti-faşist mücadele bakımından önemli bir potansiyelin ve değerlendirilecek imkanların varlığını göstermektedir...
YURTTAŞLIĞIN TASFİYESİ VE SEÇİMLER
Demokratik hak ve özgürlükler ve yurttaşlık kavramı, uluslararası tekellerin hegemonyası ve neo-liberal saldırı dalgasıyla dünya çapında adım adım tasfiye edilmeye çalışıldı. Hak gasplarının eşliğinde yurttaşlığın yerine, müşteri aidiyeti ve ilişkilenişi geçirilmeye başlandı. Yurttaşlığın yerine “kimlik politikası”nın, cemaatleşmenin geçirilmesi yönelimi de bu yeniden yapılandırma sürecinin bir diğer sac ayağı oldu... Ve bu yönelimler yurttaşlığı ekonomik, sosyal, siyasal haklardan yoksun, “paran kadar yurttaşsın” derekesine indirgeyen bir yönelimin ifadesidir. Bu dönüşüm, yurttaşlığın kamusal ve bireysel içeriğini boşaltan, hak ve özgürlüklerini yok sayan bir dönüşümdür...
Yazımızın başlıca konusu olmadığı için Antik Yunan’ın kent devletlerinden bu yana, Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihsel kesitte “vatandaşlık” hikayesinin evrimine ve değerlendirmesine girmeyecek, sadece birkaç kaba saptamayla yetineceğiz.
Kuşkusuz ki tanrı-kul, devlet-tebaa, devlet-ümmet ilişkisinin yıkılışı, yerine ulus, anayasa, hukuksal yurttaşlığın geçmesi toplumsal, politik bakımından dev bir tarihsel kazanım ve ilerleyişi simgelemekteydi. Bu süreç, feodalizmin, feodal aristokrasinin yıkılışı kapitalizmin gelişimi, burjuvazinin yükselişi, burjuva demokratik devrimler çağının mücadeleleri süreci üzerinde yükseldi... Geçmeden hatırlatmak isteriz ki, burjuva hukuksal eşitlik ve yurttaşlık kavramının tarihsel evrimi karmaşıktır, sözgelimi yurttaşlık bir zamanlar yalnızca vergi verenleri (mülk sahibi sınıf ve tabakaları) kapsıyordu; bir zamanlar kadınların yurttaşlık hakkı, seçme ve seçilme hakları yoktu...
Tarihsel ve siyasal bakımdan miadını doldurarak emperyalistler arası hegemonya ve rekabet mücadeleleri sürecinde (I. Emperyalist Dünya Savaşı) çöken teokratik Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde inşa edilen Türk burjuva cumhuriyeti, kapitalizmin ve Türk burjuvazisinin maddi ve kültürel gereksinimleri gereği cumhuriyeti ve “eşit” yurttaşlığı ilan etti. TC’nin ilk “vatandaşlık yasası” 1924 yılında çıkarılmıştır. 1921 Anayasası’nda henüz bir vatandaşlık tanımının yer almadığını biliyoruz. Kemalist diktatörlük, yurttaşlığı kan bağına (Türk) bağlı olarak tanımlamıştır. Tek soy, tek ulus, tek dil, tek devlet, tek bayrak; dolayısıyla TC’de yaşayan herkes Türktür. Ve vatandaş demek devlete ve yasalarına Türk olarak itaat eden kişidir vs.
Konumuz bağlamında girmeyeceğimiz ama değinemeden de geçemeyeceğimiz bir tarihsel ve politik gerçek de, bu cumhuriyetin ve yurttaşlık hakkının Kürt ve ulusal azınlık kategorisine girenlerin zorla Türkleştirilmesine dayanmasıdır... Dolayısıyla bu topraklarda yurttaşlık Türkle, Türkçülükle özdeşleşmiş olarak inşa edilmiştir. Bugün en azgın terör, topyekün savaş, sömürgeci ulusal zulüm, ulusal kimliklerin ret ve inkarı temeline dayanmakla birlikte, Kürdün ve diğer ulusal toplulukların (Ermeni, Rum vb.) “vatandaş/yurttaş” kabul edilmesine dayalı olarak genel oy hakkını şöyle ya da böyle kullanabilmesi, nesnel olarak, önemlidir. Bu durum ulusal varlıkları inkar edilen ve asimile edilen, edilmeye çalışılan Kürtlerin ağır terör ve kuşatmaya karşın şöyle ya da böyle partileşebilmesine, oy kullanabilmesine imkan sunmaktadır büyük bedeller ödemeye ve direnmeye dayalı temelde. Aleviliğin “kafir’lik ilan edilmesinin, Sünni İslamın ve Türk olmanın resmi ideolojiyi oluşturduğu, bu çarpıklığın “yurttaşlık” kabulündeki anlamına girmeden geçiyoruz. Ki TC tarihinin bu bakımdan asimlasyona, imha ve inkara dayandığını sadece hatırlatmakla yetiniyoruz.
Bu ön hatırlatmaların ardında devam edelim.
Erdoğancı dinci faşist diktatörlük, kendi çıkarlarına dokunan her muhalefet hareketini ve arkasındaki kitleleri “terörist, vatan haini, kafir, müşrik, zındık” ilan etmekle, yurttaşlık hakkını tanımadığını, burjuva yurttaşlığını tasfiye etmek istediğini, dahası (her istediğini yapamamakla birlikte) pratik-politik olarak buna göre davrandığını görüyoruz. Erdoğancı dinci faşizme göre, lider, devlet, toplum, birey aidiyeti, halife-padişah-devlet kul-ümmet, biat, tebaa aidiyetine göre yeniden kurulmalıdır. Yurttaşlığın tasfiyesi operasyonu cemaatlaşmanın, Sünni İslamcı tarikatların teşviki ve meşrulaştırılmasıyla, devlet içi iktidarlaşmayla her cephede iç içe gitmektedir. TC tarihinin yurttaşlık anlayışında birey ve yurttaşların demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma, mücadelesini verme, alanını genişletme, özgürce kullanma çizgisi yoktur; aksine ve özellikle “yurttaş”, “yurttaşlık” sadece devletin sınırlarını çizdiği görevlerin kayıtsız şartsız yerine getirmesi gereken bir şeydir... Demokratik devrim deneyiminden geçmemiş, burjuva demokrasisi ile doğru dürüst tanışamamış toplumsal gerçeğimiz, her alanda olduğu gibi “yurttaş” kavramına da damgasını basmıştır. Erdoğancı dinsel faşizm aynı zamanda bu çizgiden beslenerek yurttaşlığın yerine “kul” olmayı, “biat”ı dayatmaktadır...
“Balkon konuşması”nda sınır tanımaz bir sahtekarlıkla “Hangi siyasi görüşe, kökene, meşrep ve mezhebe mensup olursa olsun, 85 milyonun tamamını bağrımıza basacağız.” “zaten hep bunu yaptık” diyen Erdoğan’ın “85 milyon”a çağrısı ideolojik ve maddi olarak, şu yandaş kapitalist çakalın deşifre olarak kamuoyuna yansıyan “Milletin a... k... geldik” sözleri ve politikasıdır. Bunların Allah’ı, Kuran’ı, Kabesi, camisi, ibadeti yalnızca para ve iktidardır... Bu uğurda yapmayacakları hiçbir şey yoktur.
TC tarihinin gelmiş geçmiş en yüzsüz kişisi olan Erdoğan, “Ülkemizde biraz çekişmeli geçen siyasi rekabetin, siyasi husumete dönüşmesine fırsat verilmemelidir”, “Muhalefetin hatalarından ders alarak özellikle vatanımızın bekası, milletimizin istikbaline dair konularda artık daha hassas davranmasını” beklediğini söylerken mutlak biat istemekte ve dayatmaktadır. Üstelik bu sözleri, oy kullanmamış seçmenler de içerisinde olmak üzere toplumun %60’nın karşısında olduğu ortaya çıkmışken söyleyebilmektedir.
“Demokrasinin göstergesi sivil toplum örgütleri”nden Erdoğan’ın, siyasal İslamın anladığı şey, cemaatler, tarikatlar, vakıflar, camiler, Kuran kursları vb. gibi dinci örgütlerdir. Ve emek ve kadın düşmanı, anti-demokratik, siyasal özgürlüklere, DKÖ’lere düşman, mutlak biat ve kölelik isteyen bu zihniyet ve aygıt, tüm toplumsal yapıyı dincileştirmenin, ideolojik ve kültürel hegemonya kurmanın, dinci faşist politik iktidar tekelini güvence altına almanın sacayaklarından biri olarak, maddi ve manevi açıdan küstahça desteklenip meşrulaştırılmıştır. Erdoğan ve AKP’sinin “ideolojik fanatizm”i temsil eden, göbekten Erdoğan diktasına bağlı, her türlü politik çakallığı da yapan bu kesimlerin Erdoğan’ı canhıraş savunması da anlaşılırdır. Aşırı çürümüş, ahlaki olarak çökmüş, tam bir fitne yuvasına dönmüş, dünya nimetleri için her türlü rezaleti fütursuzca sergileyen bu kesim ve kategorilerin Erdoğan için çok önemli oy deposu olduğunu bu seçimlerde de gördük.
Karar gazetesi yazarı İslamcı Ahmet Taşgetiren’in “Seçimler Bitti Arkadaşlar” başlıklı makalesinde dile getirdiği şu sözler de durumu anlamamıza yardımcı olmaktadır:
“Hani ‘sivil toplum’ diye bir şey var. Bizde onun yerini ‘islâmî stk’lar’ ve ‘Cemaatler’ tutuyor deniliyor. O alandaki akademik tartışmaları önemsiyorum. Evet, epeyce bir ‘islâmî stk’ ve çok yaygın bir ‘cemaat alanı’ var ve bunların, son seçimde çok etkili olduğu da görüldü.”
Aslında Erdoğancı siyasal İslamın, gerici siyasal İslamcı çevrelerle kurduğu politik ittifakın istediği şey, şeriatçı bir faşist diktatörlüktür. Kemalizmin ve Kemalist diktatörlüğün biçimsel laisizm ilkesinin, kadınların kazanımlarının pratikte zaten olmayan anayasadan ve yasalardan tümden kaldırılmasını istemesi ve çabası da bu gerçekle bağlıdır. Ki tüm direniş ve mücadeleye karşın Erdoğancı faşizmin bu ve pek çok konuda epey yol aldığını, ırkçı faşist değerler sistemi ile iç içe geçmiş dinsel bir faşist diktatörlük kurmuş olduğu gerçeği ret edilemez.
Türkiye’de örneğin bir Suudi Arabistan tipi bir şeriatçı diktatörlüğün inşası arzulansa bile, bunu önleyen dinamikler var. Dolayısıyla Erdoğancı siyasal İslam bunu tek başına başaracak güçte değildir...
Ayrıca hatırlatalım, şeriatçı bir diktatörlüğün kurulmasını kapitalizmle, Türkiye’deki kapitalist gelişmenin çıkarları ve gelişme düzeyiyle bağdaşmadığını düşünen ve savunan çevreler tek kelimeyle yanılmaktadır...
Cumhurbaşkanlığı seçimin 1 turunun 2. tura yerini bıraktığı süreçte İlahiyatçi İhsan Eliaçık’ın şu açıklamasına boş verilmemelidir:
“Ben dini grupları tanıyorum. Mesela Erdoğan ailesini hanedanlık ilan edip Osmanoğulları Hanedanlığı’nın yerine Erdoğan Hanedanı’nın gelip memleketi bir islam devleti şeklinde görüp, ‘şeriat kurallarını uyguluyoruz’ diye bir dini şiddet ve diktatörlük dönemi başlayabilir. Laik, seküler, cumhuriyetçi çevreler iyice sindirildiğinde ve akın akın memleketi terk ettiklerinde, ‘hepsine diz çöktürdük’ dedikleri anda bunu yapacaklardır, emin olunuz. Şu anda yapamazlar çünkü yüzde 50’yi geçemediler. Hileyle, oy çalmayla zar zor kendilerini yüze 49.50 gösterdiler. Aslında yenildiler, Türkiye’de var olan potansiyel mevcut iktidara ve Tayyip Erdoğan’a geçit vermedi. Onu istemeyenler şu anda çoğunlukta ama ben gelecek için söylüyorum. İslam dünyasının şu anda bu tür dini oluşumlara karşı direndiği tek yer burası. Taliban Afganistan’ını, İran’ı görüyorsunuz, kendini kazandı ilan eden diktatör, otoriter yönetimlerle idare ediliyorlar. Türkiye de oraya doğru kayıyor. O nedenle bu önümüzdeki seçim çok hayati.”
İran “seçimli otokrasi” olarak adlandırılıyor. İran’da şeriatçı bir diktatörlük var. Bu şeriatçılık Şii özelliği taşımakla birlikte, özellikle Humeyni ile birlikte İslamın Sünni yorumuna oldukça yakınlaştırılmış bir şeriatçılıktır.
Burada özellikle bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz.
Şeriatçı diktatörlük deyince özellikle İran’ın öne çıkarılması pek çok insan farkında olmayabilir ama Amerika emperyalizminin ve “Batılı demokrasi” devletlerinin bilinçli bir tercihidir. İran ABD ve müttefiklerinin hedefindedir. İran’ı bağımlı hale getirerek yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamak; Amerikan ve NATO’nun savaş arabasına bağlamak, Rus-Çin bloğuna bağlanmasını engellemek; İsrail’in güvenliğini güvence altına alma; Suudi Arabistan gibi müttefiklerini İran tehlikesinden kurtarmak için bu tip hiçbir fırsat kaçırılmadan ya da “fırsat yarat”ılarak “şeriatçı İran kabusu” bilinç altına dek işlenmek işlenmektedir. Örneğin Suudi Arabistan gibi bir şeriatçı diktatörlük dururken, ısrarla İran’ın vurgulanması dikkat çekmektedir. Türkiye’de de bu psikolojik hareket sürekli örgütlenmektedir ve seçim süreci bu bakımdan bir istisna değildir.
Kuşkusuz ki İran’da kanlı şeriatçı bir diktatörlük var ve İran devleti ve egemen sınıfı İran proletaryası ve halklarının devrimi ile yıkılmalıdır. Bunu söylememek olmaz ama sorun bunun ötesindedir. Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Pakistan gibi ülkeler “şeriatçı diktatörlük” olarak doğru dürüst ağza alınmazken, ısrarla İran’ın öne çıkarılması bir Amerikan operasyonudur. İşin bu yanını bilince çıkarmak gerekir. Yoksa İran burjuva devleti de halkların düşmanı olan bir devlettir.
Aslında bu sorun, bir ölçekte Taliban için de geçerlidir. İran gibi Talibancı şeriatçı diktatörlüğün de özel bir şekilde şeytanlaştırılması dikkatten kaçmamalıdır...
İran emperyalist dünyayla bağlarına karşın emperyalizmin yeni sömürgesi değildir. Taliban bir dizi tarihsel değişmelerin arkasında, ABD ve NATO’yu yenen bir gücü simgelediği gibi, emperyalizme bağımlı bir güç değildir henüz.
Amerika ve Batılı emperyalist devletler için sorun şeriatçı diktatörlüklerin varlığı değildir ve zaten bu devletlerin arkasında “Batılı demokrasiler” durmaktadır. Bu bağlamda sorun Amerikan emperyalizmin ve emperyalist Batının ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarıdır; bu çıkarlarla bağdaşmayan, sorun çıkaran ya da İran gibi kafa tutan, Amerikan hegemonyasına karşı direnen ve mücadele eden devletler doğrudan hedefleştirilerek teşhir ve imha edilmektedir ya da edilmek istenmektedir. Onlar için sorun İran’daki, Afganistan’daki şeriatçı diktatörlükler değil, bu ülkelerin ABD, AB gibi devletlerin işbirlikçileri olmayı kabul etmemeleri ve buna karşı direnmeleridir. Böyle olunca “şeriatçı otoriter devletler”, “radikal İslam”, “Medeniyetler savaşı” falan filan hemen gündemlerine girmektedir... Herkes biliyor ki, Batılı emperyalizmin ve emperyalizmin tarihi her türlü sahtekarlığın da tarihidir...
MUHARREM İNCE OPERASYONU...
Bu arada eklemek gerekir ki, Muharrem İnce operasyonu (bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde “Adam kazandı” deyip “ilginç” bir şekilde geri çekilmesi, sonra CHP’yi parçalamak için ayrı partileşmesi, ardından cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etmesi, cumhurbaşkanlığı seçiminden çekilmesinden sonra Kılıçdaroğlu lehine açıklama yapmak bir yana, Erdoğan lehine bir duruş sergilemesi) değişik faktörlerin etkisiyle şekillenen bir Erdoğan operasyonuydu.
“Meramımızı en yakınlarımıza anlatamadık. En yakın dostlardan gelen şüpheli bakışlar kadar yaralayıcı bir şey olamaz.” diyen İnce, mazlumu oynayarak cumhurbaşkanlığı seçiminden çekildi. Bu operasyonda en önemli, önde gelen faktörün “sosyete genelevleri”nde çekilmiş videoların bir şantaj aracı olarak kullanılması açık tehdidi olduğu anlaşılıyor. Memleket Partisi başkanı İnce’nin “Görüntülerin hepsi montajdır.” “FETÖ ve PKK ile irtibatlı kaynaklardan bize bu yapılanlar karşısında demokrat olma iddiasındaki bazı siyasiler ve bazı gazeteciler ellerini ovuşturmuş, gizliden gizliye zevk almışlardır.” açıklaması İnce’nin “vatan, millet” edebiyatı ile, sahtekarlıkta sınır tanımayan bir tarzda bu operasyonu PKK ve “FETÖ”ye bağlaması aldatıcıdır. Oysa “sosyete genelevleri” operasyonu doğrudan Erdoğan (MİT ve mafya) eliyle örgütlendiği kesindir; ki bu tür operasyonların başındaki kişinin Erdoğan’a bağlı Saraydaki bir görevli olduğu deşifre olmuştur. Ki bu görevlinin ismi de basında yer aldı. Bu bağıntıda MİT, mafya, Saray bağlamı aktif bir şekilde işi organize etmektedir. Bu şantajın Deniz Baykal’ı, 15 kişiden oluşan MHP Genel İdare Kurulu’nun 14 elemanını nasıl götürdüğünü biliyoruz... Genel İdare Kurulu’nun başındaki isim olan MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin de kasetleri bulunmakta ama “derin devletin adamı”, MİT elemanı olduğu ve devlet nezdinde özel bir misyonu üstlenmiş olduğu için bu kasetlerin kamuoyuna servis edilmediği biliniyor. (Belki sırası gelince Bahçeli’nin de kasetleri kamuoyuna servis edilecektir.)
Azılı ırkçı faşist İP Başkanı Doğu Perinçek’in İnce’nin çekilmesi karşısında bu operasyonu Amerika’nın operasyonu olarak lanse ettikten sonra, ““2010'dan beri Türkiye kasetlerle yönlendiriliyor. Yani 2010 yılında CHP Genel Başkanı kasetle indirildi. Kılıçdaroğlu, kasetle genel başkanlığa atandı. Milliyetçi Hareket Partisi'nin listeleri kasetlerle belirlendi. Çok değerli şahsiyetler vardı. Kasetler falan çıktı, Milliyetçi Hareket Partisi'nin listeleri değişti.”, “Niye kaseti görünce istifa ediyorsunuz. CHP 2010'da kaset önünde neden boyun eğdi? Teslim olundu... Neden CHP içinden bir kuvvet çıkmadı? Biz kasetlere teslim olmayız, meydan okuyoruz demiyor. Hani bunlar vatan için, millet için, cumhuriyet için başlarını ortaya koymuşlardı. Bir kasetle devrilebiliyorlar. Bir kasetle istifaya zorlanabiliyorlar. Yani bir kasetten korkanlar mı Türkiye'yi yönetecek?” derken Erdoğan-Fetullah Gülen ittifakı döneminde yapılan operasyonların yanı sıra İnce operasyonunu da Amerika ve “FETÖ”ye yüklemektedir. Perinçek bu açıklamalarıyla Erdoğan’ı bilinçli bir tarzda korumakta, rolünü gizlemekte ve dikkati şöven propagandayla “dış güçlere”, “Türkiye’nin düşmanları”na çekmektedir. Bu bir yana, söyledikleri açıktır: Kasetler varsa var, cesur olun, bırakın kasetleriniz ortaya çıksın, “yiğit” olun, bırakın istifayı-mistifayı, “direnin” demektedir. Aslında Perinçek’in konu babında yaptığı açıklama bu kasetlerin varlığını doğruladığı gibi, daha da önemlisi kapitalist sistemin, sermaye devletinin, Türk burjuva politikasının aşırı çürümüş karakterini örterek aklama, dahası bu yozlaşmayı meşrulaştırma tavrını yansıtmaktadır.
Gladyo’nun elemanı Perinçek;
“NATO'nun, Gladyo'nun, FETÖ'nün tertipçilerin ellerinde kasetler var ve bunu siyasette kullanıyorlar. Amerika'da da kullanıyorlar. Sürekli sistem bu. Ama bu sistemin içinde olanlarda kasetlere boyun eğiyor. Kasetlerle yönetilebiliyorlar. Ben bunun üzerinde duruyorum. Vatan Partisi'ni kimse kasetlerle yönetebilir mi? Vatan Partisi'ne yüz bin tane kaset getirsinler Vatan Partisi'nin yolunu değiştirebilirler mi?” diyor.
Eğer iktidarı alabilse, Perinçek de Makyavelizmde, ahlaksızlıkta, çürümede, seks kasetleri operasyonunda Fetullah Gülen’le, Erdoğan’la, ABD ile yarışacak karaktere sahip olacağı kesindir...
Seks şantaj kasetlerinin burjuvazinin iç hesaplaşmasında, değişik kanatların politik hesaplarında önemli bir silah olarak kullanıldığı ve bu bağıntıda özellikle “Allah sevgisinden” ve “İslam’ın merhameti”nden, “İslam’ın temiz ahlakı”ndan vs. sürekli bahseden Erdoğan ve AKP’si döneminde tam bir patlama yaptığı açık ve kesindir. Bu operasyonların Amerikan emperyalizmine uzanan bağları olduğu da kesindir ve bunda anlaşılmayacak bir şey de bulunmamaktadır; bunların hepsi aynı mayanın (kapitalizm) “insan”ları; hepsi proletarya ve halkların düşmanı; hepsi ahlaksız ve şantajcı... Fetullah Gülen cemaatından Erdoğan’ın seks şantajı konusunda da çok şey öğrendiği ise kesindir.
Kaset şantajları, burjuva politikasındaki ve özellikle de AKP iktidarındaki aşırı çürüme ve kokuşmayı anlatması bakımından önemlidir. AKP döneminde fuhuş da patlama yaptı tıpkı gözü dönük vurgun, yağma, rüşvet, yolsuzluk, uyuşturucu kullanımı gibi... Sistemin ve egemen sınıfın, devletin bu aşırı çürümesi, başta dinci kesimde olmak üzere her türlü ahlaksızlığın ve çürümenin toplumda meşrulaşması ve meşrulaştırılması ürkütücü bir gerçeği ifade etmektedir...
DEVAM EDECEK
* Analiz yazımızın ikinci bölümünü (“Sol hareket”in analizi) daha sonra yayınlayacağız.