Translate

16 Aralık 2024 Pazartesi

IV. BÖLÜM ORTA DOĞU VE İRAN...

 

IV. BÖLÜM

ORTA DOĞU VE İRAN...





Orta Doğu Üzerine Notlar” başlıklı yazı dizimizin bu bölümü yayınlanmak üzere sırasını beklerken, Suriye’de Esad rejimi çöktü. Esad rejiminin beklenmeyen hızlı çöküşü bölgede güç dengelerini yeniden şekillendirmeye başladı. Rusya ve İran savaşın kaybeden tarafı oldu. ABD ve İsrail’in bölgede hegemonyası pekişir, TC’nin etki gücü gelişirken İran Lübnan’dan sonra Suriye’de de esaslı darbeler yedi. Açık ki bu gelişme Filistin ulusal davası adına da ağır bir kayıptır. Radikal İslamist çetelerin Suriye’de iktidarı sudan ucuza ele geçirmesi gerek küresel ölçekte gerekse de GOP coğrafyasında radikal İslami çetelere politik ve moral güç taşıyacak. Kesin olan şudur, İran etrafındaki çember daralacak, baskı ve saldırganlık cenderesi yoğunlaşacak. Esad iktidarının çöküşü İran’ın bölgesel bir güç, oyun kurucu bir devlet olarak rolünü ağır bir şekilde geriletecek. İran’ın Irak üzerindeki etki gücü de gerileyecek. Kısacası Trump’un da gelişi ile birleşen bu yeni durumda İran’ı ve bölge halklarını daha belalı bir gelecek bekliyor...

I

Şer ekseni”nin lideri ABD’de seçimleri neofaşist Trump (kliği) kazandı. Fehim Taştekin, “Trump’ın önceliği İran’ın kollarını kesmek, operasyonel kapasitesini felç etmek. Azami baskı stratejisine daha sert dönmek istiyor.” “İroni mi, trajedi mi? ABD’de ikinci kez başkan seçilen Donald Trump, ‘Savaşları sonlandıracağım’ derken Orta Doğu’yu yangın yerine çevirebilecek isimlerle yola çıkıyor. Benyamin Netanyahu’nun dinci faşist kabinesindeki Bezalel Smotrich ve İtamar Ben-Gvir, güya Beyaz Saray açısından baş ağrısı olarak görülürken şimdi bunların ‘Hıristiyan Siyonist’ versiyonları ABD’de dümene geçiyor. Trump en azılılarla barışı inşa edecek! Vay be!”, “Seçilen isimler İsrail’den yana ağırlığını artıran, İran etrafında çemberi daraltan ve Çin’i çevreleyen bir sert döneme girildiğini gösteriyor.” diye yazdı.

Evet, İsrail tarafından büyük bir coşkuyla alkışlanan Bugün Siyonizm ve Amerikanizm Batı medeniyeti ve özgürlüğün ön cephesidir diyen bir Trump ve kliğiyle karşı karşıyayız. Her ne kadar Trump, seçim kampanyası sırasında, “İran’la anlaşmaktan yana olduğunu birçok kez dile getir”se de, “İran’a zarar verme niyetinde değilim. Şartım çok basit. Nükleer silah edinmesinler. İran’ın başarılı bir ülke olmasını istiyorum.” dese de ABD stratejisi değişmeyecektir. ABD ve Trump’a göre İran “başarısız devlet” örneğidir, “başarısız devletler”in ise yaşama hakkı yoktur. “Başarısız devlettir”, çünkü “ABD nüfuz alanı”na, “İsrail’in güvenliği”ne karşı çıkmaktadır vb.

II

İran 1. Trump döneminin “yüksek gerilimli” çizgisini unutmuş değil. Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani Trump yönetimi döneminde katledilmişti. İran Devrim Ordusu Trump yönetimi tarafından “terörist” ilan edilmişti. İran yeni Trump döneminde de ABD ile ilişkilerinin daha fazla gerilmesinden yana değildir ama bu, İran’dan çok ABD ve İsrail’e bağlıdır ve Hizbullah gibi güçlü bir müttefiğinin ağır yaralar aldığı bir dönemde İran etrafındaki kuşatmanın daha da ağırlaşacağı açıktır. Belli ki, yeni süreçte de İran’ın ekonomik alandaki sıkıntıları büyümeye devam edecek. Rejim büyümekte olan toplumsal ve siyasal öfkenin daha güçlü hedefi olacak. Karşılıklı yapılabilecek taktiksel manevralar ne olursa olsun açık ki İran’ı daha zor günler bekliyor. Kuşkusuz ki sadece İran’ı değil... Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un “Trump'ın dönüşü Ortadoğu'yu nasıl etkileyecek?” başlıklı makalesi (Salı 12 Kasım 2024) Independent Türkçe’de yayınlandı. Bolton, “20 Ocak'ta bölgedeki temel kriz, İran’ın İsrail'e karşı süregelen ‘ateş çemberi’ stratejisi olacak.” saptamasında bulunuyor. İran krizi”nin hangi yöntemlerle “çözüleceği”ni Trump’un 20 Ocak’ta göreve başlamasıyla göreceğiz.

Amerikan emperyalizminin, İsrail Siyonizminin ve bağlaşıklarının hedefinde olan İran sıkı bir abluka ve yaptırım altında yaşamaktadır. “Bölgenin istikrar ve güvenliği” adı altında İran kalesi yıkılmak, ele geçirilmek isteniyor. İran’ın ABD-AB-İsrail’e boyun eğmemesi, ABD’ci “küreselleşme”nin bir parçası olmayı ret etmesi, ABD ve İsrail karşısında “Direniş ekseni”yle dikilmesi, Çin ve Rusya’ya yakın durması, Suriye rejimini yıkmaya çalışan kuvvetlere karşı savaşması, Filistin davasını sahiplenmesi İran’ın neden etkisizleştirilmesi, çökertilmesi gereken bir güç olduğuna ışık tutmaktadır. İran, Irak’ı dışta tutacak olursak ya düşman devletler ya da hiç de dost olmayan devletler tarafından da kuşatılmış durumda.

İran, bir yandan ABD ve İsrail’in bölgesel savaş kışkırtıcılığına karşı “barış ve istikrardan”, normalleşmeden yana açıklamalar yaparken öte yandan da güç dengeleri üzerinde manevralar yapmakta, “stratejik sabır” politikasında ısrar etmekte, savunmasını güçlendirmekte, elini güçlendirecek kararlılık gösterisine de (örneğin aşılmazlık mitiyle lanse edilen demir kubbeleri etkisizleştirip geçen blastik füzelerle İsrail’i vurması) başvurmaktadır. İran bölgesel bir savaştan yana değildir. Çünkü İran böyle bir kapışmaya ve savaşa hazır değildir. Yoksa İran askeri kapasitesiyle, elindeki füzelerle İsrail’e ağır kayıplar verdirecek imkanlara sahiptir. Gerek İran’ın gerek Hizbullah’ın gerekse de Hamas’ın askeri vuruşları ile İsrail’in “aşılması mümkün olmayan Demir Kubbe”lerinin nasıl da aşıldığı ortaya çıktı. Bilakis Hizbullah, Netanyahu’nun binbir askeri önlemle korunan evini iki kez etkili bir şekilde vurdu. Füzelerle Tel Aviv’in vurulmasından dolayı Netanyahu’nun ve kabinesinin sığınaklara kaçmak ve kabine toplantılarını yeraltı sığınaklarında yapmak zorunda kaldığını bilakis medya üzerinden izledik. Bu vuruşlarla Demir Kubbelerin aşılmazlık efsanesi ağır bir yara aldı. ABD hızla İsrail’e yeni ve daha gelişkin füzesavar sistemleri vermek zorunda kaldı. Ki, ABD’nin bu askeri desteği vermesi İsrail’in Demir kubbe sisteminin yetersizliğinin de bir diğer kanıtı oldu. Her halükarda Demir kubbelerin İsrail için işlevli önemli bir savunma sistemi olmaya devam ettiğini görmezden de gelmemek gerekir.

Şeriatçı gerici İran devleti dünyanın barışa, demokrasiye değil, faşizme, militarizme, acımasız rekabet savaşlarına doğru gittiğini iyi bilmektedir. Bu, Orta Doğu için de bir olgudur. İran nükleer tesislerini, stratejik askeri üslerini, petrol tesislerini, altyapısını kapsamlı vurmadığı müddetçe İsrail’le savaştan yana değildir. Keza, İran’ın çökertilmesinden yana olmakla birlikte en azından yakın dönemde İran’ın geniş kapsamlı yıkımına yol açacak bir savaşı gerici işbirlikçi Arap devletleri de istememektedir. Böyle bir savaşın bölgede ve kendi iç yaşamlarında ağır istikrarsızlıklara yol açacağını bilmektedirler. Gerici Arap rejimleri İran rejiminin bu aşamada kapsamlı bir savaşla değil, Batı, ABD, İsrail yanlısı veya bu bağlaşmayla uzlaşan bir rejim değişikliği sağlanarak etkisizleştirilmesinden, dize getirilmesinden yanadırlar.

Sonuç itibari ile İran mecbur kalmadığı müddetçe bölgesel bir savaş istemediği gibi İsrail’e belli sınırlar içerisinde askeri yanıt vermenin ötesine geçmeyecektir.

III

Çok net vurgulanması gerekir: ABD-İsrail (ve TC) Orta Doğu’da saldırgan devletleri temsil etmektedir. Filistin ulusal direnişi, Hizbullah liderliğindeki Lübnan ulusal direnişi, Ensarullah Hareketi önderliğindeki Yemen ulusal direnişi, Suriye ulusal direnişi, Direniş Cephesi’nin lideri İran, söz konusu saldırgan devletlerin haksız, sömürgeci, soykırımcı saldırganlığının doğrudan hedefidir. Avrupa Birliği de saldırgan devletler olan ABD ve İsrail’in suç ortağıdır. Batı işbirlikçisi gerici Arap devletleri de şer ekseninin dostlarıdır ve direniş cephesinin tasfiye edilmesi için saldırgan cepheyi dolaylı, yarı-dolaylı kimi zaman da açık desteklemektedir. Direniş cephesinin mücadelesi ABD-AB-İsrail-baskı ve saldırılarına karşı yönelmiştir. Keza direniş cephesinin duruşu işbirlikçi Arap devletlerinin yüzündeki maskeyi de düşürerek haydutlar cephesini teşhir ederek zayıflatmaktadır. Bu, halkların lehinedir, yeter ki değerlendirilebilsin. Halkların olacağı yer, destekleyeceği cephe şer ekseni cephesi değil, direniş cephesi olmalıdır. Halklar emperyalizmin, Siyonizmin, bölgenin saldırgan devletlerinden biri olan TC devletinin, Erdoğancı dinci faşist diktatörlüğün bölgeye müdahalesine karşı çıkmalıdır. İran gerici egemen sınıfıyla hesaplaşmak ise İran halklarının görevidir.

ABD ve İsrail, İran’ı itibarsızlaştırmak için her yol ve yönteme başvurmaktadır. İsrail İran’ı füzelerle, insansız hava araçlarıyla ve İran içerisinde terörist suikastlarla, sabotajlarla, siber saldırılarla vurarak, İran devletine derin sızmalar yaparak İran’ı güçsüz devlet gösterme operasyonuna da önem vermektedir. İsrail’in İran tarafından aktif bir şekilde desteklediği HAMAS’a, Hizbullah’a indirdiği ağır darbeler de İran’ı güçsüz gösterme rolünü oynamaktadır. İsrail’in askeri saldırılarına hızla ve etkili yanıt veremeyen, İsrail karşısında savunmada kalan İran’ın ciddi bir güçsüzlük sergilediği açıktır. ABD-İsrail stratejisi bu bakımdan önemli bir başarı da gösterdi. Böyle olmakla birlikte İsrail’in tek başına İsrail olmadığını, arkasından bütün Batılı emperyalist devletlerin başta askeri olmak üzere her cephede kutsal koruma zırhının ve yardımlarının durduğunu biliyoruz. Dolayısıyla İsrail başarılarını öncelikle ABD ve ittifakına borçludur. Yani bu bağlamda İsrail’le karşı karşıya kalan ve mücadele eden İran aslında tüm Batılı emperyalist ve işbirlikçi devletlerle karşı karşıyadır ve hepsiyle mücadele etmektedir. Objektif durum budur. Emperyalistlerin ve Siyonist İsrail devletinin İran’ın iç işlerine karışmasına, askeri saldırılarına karşı çıkmak gerekir.

IV

Bir ön uyarıyla devam edeceğiz.

Orta Doğu dinsel ve mezhepsel parçalanması ve çelişkileriyle de ünlü bir yerdir. İster bölgede isterse küresel alanda olsun, din ve mezhep savaşları biçiminde ortaya çıkan kışkırtmaların ve sloganların, mücadelelerin temelinde sınıfsal gerçekler, devletsel çıkarlar, politik stratejiler, taktiksel manevralar, hegemonya ve rekabet mücadeleleri durmaktadır. Orta Doğu’da Sünni ve Şii rekabetinin, İsrail’in, “Siyonist Hristiyanlar”ın, sayısız mezhebin, IŞİD türü paralı çetelerin dinsel kisvelere sığınan mücadeleleri nesnel gerçeklerin üstüne çekilen şaldan ibarettir ama hala işlevli bir silah olarak rolünü oynamaya devam etmektedir.

HAMAS’ın, Hizbullah’ın, Haşti Şabi’nin, Yemen Husilerinin, Suriye’nin tasfiyesi operasyonu İran’ı tecrit etme, zayıf düşürüp yıkma stratejisinin çok önemli bir bileşendir. İran liderliğinde direniş eksenini oluşturan ittifakın dağıtılması ve ezilmesi, İran’ın işinin bitirilmesi için zorunludur. Şii ekseni”ne karşı “Sünni ekseni” sözünü ettiğimiz stratejinin önemli bir görünümüdür ancak bu eksende kutuplaştırarak İran’ı etkisizleştirme operasyonu istenen ve özlenen başarıyı getirmedi emperyalist Batı dünyasına. Kuşkusuz ki ABD ve müttefiklerinin İran’a dönük saldırı ve baskıları yeni değildir. Hatırlanacağı gibi 1979 yılında ABD’nin bölgedeki jandarması olan faşist monarşist İran devleti bir büyük halk devrimle yıkıldı. İran devriminin zaferi, ABD’nin ve Batılı emperyalist dünyanın Orta Doğu’daki ana kalelerinden birisini yitirmesine yol açtı. O günden bu güne İran sürekli baskı, saldırı, kuşatma altında yaşa. Saddam Hüseyin liderliğindeki gerici Irak devletinin ABD, Batı ve Körfez ülkeleri desteğinde İran devrimini boğmak, özelde de İran’ın 31. eyaleti durumunda olan ve önemli petrol yataklarının bulunduğu Huzistan’ı ilhak etmek için İran’a savaş açtığını, böylece 8 yıl süren savaşta milyonların kanının akmasına yol açtığını unutmuş değiliz...

Her şeyden önce İran jeopolitik önemi yüksek bir ülkedir. Üç kıtanın birleştiği bir coğrafyada İran, Orta Asya, Kafkasya, Hazar havzası, Basra (Pers) Körfezi, Hürmüz Boğazı, Umman Denizi, Hint Okyanusu üzerinde denetim bakımından stratejik bir yerde durmaktadır. Hürmüz boğazı dünya petrol ticaretinin can alıcı alanlarından birisidir. İran, Asya ile Orta Doğu’yu, Asya ile Batıyı birbirine bağlayan stratejik kavşakta bulunmaktadır. İran’ı yanına almayı başaracak bir ABD, Orta Asya’yı denetlemede, Rusya etrafındaki kuşatmayı ve baskıyı yoğunlaştırmada da stratejik bir mevzi daha kazanmış olacaktır.

İran jeopolitik konumu ve bölgesel ağırlığı ile ABD’nin ve Batılı emperyalist dünyanın ve yerel müttefiklerinin planlarını bozma imkanlarına sahip bir ülkedir. Nitekim bu rolü de oynayageldi. Açık ki, üçüncü bir dünya savaşı tehdidinin büyüdüğü koşullarda Batılı emperyalistler, kendi planlarını ve ABD hegemonyasını tehdit eden İran’a asla hoş görü göstermeyecektir. BOP/GOP stratejisinin sac ayaklarından birisi de İran’ı zayıflatmak, yıkmak, ele geçirmekti(r).

ABD, İsrail, Türkiye gibi haydut devletler bölgede istikrar ve güvenliği yok etmede, iç savaşlar ve askeri müdahalelerle bölgeyi karıştırmada, halkları darbelemede özel bir role sahiptir. “Haydut devlet” tanımının uluslararası ilişkilerde “uluslararası kurallara uymama”, “sürekli olarak dışa karşı tehditler oluşturma”, terörizm gibi yasa dışı faaliyetlere destek verme” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlamadan yola çıktığımızda ABD’nin, İsrail’in, Türkiye’nin haydut devletler içerisinde yer aldığını görmekteyiz. Bu devletlerin tarihi aynı zamanda, (kuşkusuz ki başlıca olarak ABD, ABD ile kıyaslanamazlarsa da söz konusu iki devletin de) soykırım ve işgallerle, dışa karşı askeri saldırılarla, terörist çeteleri kullanmakla, dörtbir yanı sürekli tehdit etmekle vb. şekillenmiştir. Geçerken vurgulamak isteriz İran’ın ya da başka devletlerin “Haydut devlet” olarak lanse edilmesi, hedefleştirilmesi dolaysızca Amerikan emperyalizminin (ve müttefiklerinin) öz çıkarlarıyla ilgilidir. ABD-NATO yıkmak, işgal etmek, yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el koymak istediği her devleti kolayca “Haydut devlet” kategorisinde tasnif etmektedir.

V

İran, ABD-İsrail ve ittifak güçlerinin bölgede planlarını bozmada önemli bir koza daha sahiptir. Bu koz, Orta Doğu bölgesindeki Şii nüfustur. Şii nüfus içerisinde Fars ve Arap milliyetçiliği temelinde bir ayrışmanın varlığı bir olgudur. Böyle de olsa, İran, bölgesel çapta Şii nüfus üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. ABD, İsrail, Batılı emperyalist devletler, TC, işbirlikçi Arap devletleri ulusal çelişkileri kullanarak Şiileri parçalamayı, Şiiler üzerindeki İran etkisini kırmayı öteden beri bir politika olarak uygulamaktadırlar. Ancak buna rağmen İran’ın bölgesel çapta Şii nüfus üzerinde güçlü etkisini kıramadılar. Bilakis İran’ın hedefleştirilmesi, ABD ve İsrail saldırganlığı, Irak ve Afganistan işgalleri, Suriye’de rejim değiştirme operasyonu, Yemen’e müdahaleler bu etkiyi canlı tutmaktadır. ABD’nin Irak işgali süreci nüfusunun çoğunluğunun Şii olduğu Irak’da İran’ın etkisinin büyümesine yol açtığını biliyoruz.

Amerikan emperyalizminin, gerici Arap rejimlerinin, Türkiye’nin ve onlar adına “Vekalet savaş”ları yürüten İslamist taşeron terörist çetelerin Suriye’ye müdahalesi ve işgalleri de İran etkisinin büyümesine yol açtı. Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasını engelleyen Rusya ve İran oldu. Suriye’de “İnşallah 24 saat içerisinde Şam’da Emevi Camisi’nde namaz kılacağız” diyen Teröristan Cumhuriyetinin lideri Erdoğan’ın hevesi kursağında kaldığı gibi, (henüz geleceği hakkında net bir şey söyleyecek durumda olmasak da) Rojava’da da yerel bir (özerk) Kürt devleti doğdu. Irak ve Suriye’ye emperyalist müdahaleler hem İran etkisini büyüttü hem de iki bölgesel özerk Kürt devletinin doğuşuna yol açtı. (Böyle de olsa Esad iktidarının Aralık ayının ilk haftası içerisinde hızla çöküşü İran’ı ciddi bir şekilde geriletti.)

ABD’nin liderliğindeki bölgesel Arap gericiliğinin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri öncülüğünde “Kararlılık Fırtınası” adı altında Yemen’i işgal etmesi (2015), Yemen’de kaos ve iç savaşı derinleştirdi ve böylece Şii olan Husilerin önderliğinde İran etkisinin büyümesine, Yemen’in Husiler tarafından büyük ya da ezici bir oranda ele geçirilmesine yol açtı. İliklerine dek çürümüş Suudi Arabistan’ın liderliğinde ABD inisiyatifinde, İsrail’in desteğinde Husileri tasfiye etmek, İran etkisini kırmak, devrilmiş olan sözde “meşru hükümeti” yeniden iş başına getirmek için başlattığı işgal girişimi ise, yenilgi ve başarısızlıkla, İran lehine olan tabloyu büyütmekle sonuçlandı. Öyle ki Husiler Suudi Arabistan’ı füzelerle vurmaya başladı.

20 yıl Afganistan’ı işgal altında tutan ABD-NATO’nun Afgan ulusal direnişi karşısında ağır yenilgisi, Taliban’ın iktidarı yeniden ele geçirmesi Batı ittifakını zayıflatırken, İran lehine de bir rol oynadı. Hatırlatmak gereksiz olmayacaktır; Taliban iktidarının birinci döneminde (1995-2001) İran Afganistan ilişkileri gergindi ve bu gerginlik bir tür savaş eşiğine doğru tırmanıyordu. Fakat ABD’nin Afganistan’ı işgali ile birlikte (aralarındaki ciddi çelişkilere rağmen), ABD ve NATO karşıtlığı ekseninde Taliban ve İran yakınlaşması başladı ve gelişti. (Ki Afganistan’ın nüfusunun %15-20’si Şiidir.)

Yani emperyalistlerin hesabı binbir türlü ama bir de yaşamın dili ve halkların gerçeği vardır işte...

ABD-İsrail-işbirlikçi Arap rejimlerin bağlaşmasına dayanan saldırgan bloğun ulusal alanda Fars ve Arap milliyetçiliği, dinsel bakımdan ise Sünni Şia çelişkileri temelinde saflaştırma, İran’ı kuşatma, zayıflatma, boyun eğdirme politikası başarısız olmuştur. Dahası İran, ABD ve İsrail karşıtı politikası ve Filistin ulusal davasını sahiplenmesi nedenleriyle Sünni Arap halklarının yaygın sempati ve desteğini kazandı.

Dünya çapında 200 milyon olduğu söylenen bir Şii nüfus var. Dahası bu konuda verilen rakamlar daha yüksektir. Dünya çapında 1.8 milyar olduğu söylenen toplam Müslüman nüfusun %10-15’şinin Şii olduğu belirtilmektedir. Bu nüfusun ana gövdesi ise İran, Azerbaycan, Irak, Lübnan, Bahreyn’de yoğunlaşmış durumda. Bu ülkeler ya Şii ülkeler ya da nüfusunun yarısından fazlası, büyük çoğunluğu Şii olan ülkelerdir. Suudi Arabistan’ın en büyük petrol rezervlerinin olduğu alanda Şii nüfusun ağırlığı oluşturduğunu vurgulamak isteriz. Suudi Arabistan nüfusunun % 20-25’i Şii’dir.

Konu hakkında farklı tespitler yapılmasına karşın, Lübnan nüfusunun yarısına yakınının (hatta çoğunluğun) Şii olduğu saptanmaktadır. BAE, Umman ve Kuveyt’te de önemli bir Şii nüfus bulunmaktadır. Şii nüfusun Kuveyt’te % 30, Katar’da % 15 civarında, BAE’de % 10-15 olduğu söylenmektedir. Bahreyn nüfusunun % 65-75’i Şiidir. Azerbaycan nüfusunun % 60-65 Şiidir. Pakistan’ın % 15-20’si Şiidir. Hindistan’da nüfusun % 10-15 Şiidir. Bu oran Yemen’de % 35-40’dır. Afganistan’da % 15-20’dir. CİA tarafından 2018'de açıklanan rakamlara göre Suriye nüfusu yaklaşık 19 milyondur. Suriye’de kendisini Şii olarak tanımlayan nüfus % 15-20’dir.

Kuşkusuz ki Sünni diktatörlükler Şii nüfusunun gerçek oranlarını gizlemektedir. Farklı kanallardan yapılan değişik çalışmalarda ise farklı oranlar saptanmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’de de Türk egemen sınıfları ve devleti gerek Kürt gerekse de Alevi nüfusun ne kadar olduğunun açığa çıkmasını bilinçli olarak engellemektedir. Aynı hikaye yani.

2010 yılında “Arap Baharı” olarak nitelenen Arap halk ayaklanmaları döneminde Bahreyn’de de (2011) büyük kitlesel eylemler patlak vererek gelişti. “Sünni azınlığa dayalı Halife hanedanlığı tarafından yönetilen Bahreyn, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Konseyi'nin NATO'su sayılan 'Yarımada Kalkanı'nın askeri müdahalesiyle kurtuldu.” Temel korku ABD-Suudi etkisi ve yönetimi altında yaşayan Bahreyn’in Şii çoğunluğun eline geçmesi, İran’ın birincil derece etken olduğu ya da Bahreyn’in İran’a bağlı bir ülke haline gelmesiydi. Bahreyn’deki halk ayaklanması bu nedenle ABD-İsrail-Suudi-Körfez ittifakı tarafından kan ve barutla ezildi. Bu ezme ve imha siyaseti başarı kazanmakla birlikte Şii halkı üzerinde İran etkisinin büyümesine hizmet etti.

Açık ki bölgede İran’ın ciddi etkisi altında olan Şii nüfusu ve dağılımı, ABD-İsrail ve işbirlikçi Arap gerici rejimleri tarafından bir tehdit olarak görülmekte ve bu etkiyi kırma stratejisi izlemektedirler. Eklemek gerekecek: İran’ın kendi çıkarları temelinde de olsa, Filistin ulusal davasına verdiği enerjik destek GOP bölgesinde de halklar nezdinde itibarını yükseltmekte ve bu olgu, objektif olarak, İran’a dönük ABD-İsrail başta gelmek üzere ittifak güçlerinin baskı ve saldırısına ve olası daha kapsamlı ve sert saldırılarına karşı İran lehine bir destek oluşturmaktadır. Filistin davasının Arap rejimleri tarafından her cephede satıldığı, İsrail’le ilişkilerin geliştirildiği, İsrail soykırımına karşı herhangi ciddi bir davranış gösterilmediği gerçeği Arap halklarının öfke ve nefretini büyütürken, İran lehine kamuoyunu da büyütmektedir. Hatırlanacağı üzere İran “Arap baharı” sürecini desteklemişti...

GOP coğrafyasında genel olarak Şiiler/Şiilik ezilen bir kimliktir. Öteden beri Şiiler gerici dinci Sünni Arap iktidarlarının ağır bir baskı ve saldırısı altında yaşa. Bu olgu, Şii kitlelerin hakim iktidarlara karşı devrimci öfkesine ve önemli mücadelelere yol aç. İran gerici egemen sınıfı kendi sınıfsal çıkarları gereği söz konusu Şii direnişini desteklemektedir. Bu olgu, nesnel olarak ezilen Şii kitlelerin politik hareketinin devrimcileşmesine, demokratik, ilerici rol oynamasına yol açmaktadır. Bu olgu, İran’ın bölgesel çapta oyun kurucu ve yayılmacı bir devlet olması itibariyle, hegemonya ve rekabet içerisinde bulunduğu gerici Arap rejimlerinin hedefi olmasının temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu mücadelede ABD ve İsrail destekli yozlaşmış Suudi iktidarı İran’a karşı mücadelelerin başını çekmektedir. ABD’nin himayesinde Suudi Arabistan liderliğinde Bahreyn’e ve Yemen’e yapılan askeri işgal ve saldırılar bu gerçeğin altını çizmektedir.

1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) İran’a karşı kurulan bir oluşumdu. Basra Körfezi ile kıyısı olan ve monarşilerle yönetilen altı Sünni ülkeyi/devleti kapsayan konsey bölgedeki her türlü devrimci, demokratik, ilerici hareketi önleme, İran’ı etkisizleştirme işlevini aktif bir şekilde oynamaya devam etmektedir. Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE, Kuveyt, Katar ve Umman KİK’i oluşturan ülkeler grubudur. Bu ülkeler ABD hegemonyası ve etki alanı içerisinde yer almaktadır. İran devriminin ardından Saddam Hüseyin liderliğinde Irak’ın İran’a askeri müdahalesiyle başlayan Irak-İran savaşında KİK askeri ve politik olarak Saddam iktidarını enerjik tarzda desteklemişti.

KİK üyesi olmakla, ABD etki alanında yer almakla birlikte Umman öteden beri İran’la ilişkilerini diğer üyelere göre daha iyi tutmakta, İran karşıtı saldırganlığa karşı özel bir denge politikası izlemektedir. Örneğin Umman, Irak-İran savaşı döneminde tarafsızlık politikası izlerken Suudi Arabistan öncülüğünde (ortak sınırlara ve akrabalık bağlarına sahip olduğu) Yemen’e yapılan askeri harekete de katılmamıştır. İran ve Umman devletleri Hürmüz Boğazı, Umman Denizi gibi ekonomik, ticari ve jeopolitik önemi yaşamsal olan stratejik alanı kontrol etmektedir. İki devlet iyi ilişkiler kurarak “kazan kazan” politikasına önem vermektedir. Umman Körfez ülkelerinin aksine doğal gaz ve petrol zenginliği sınırlı bir ülkedir. Umman ekonomik zayıflığını yaşamsal jeopolitik konumunu kullanarak avantaja çevirme politikası izlemektedir. İran ve Körfez ülkeleri arasında, Körfez ve Yemen arasında arabuluculuk misyonuyla elini güçlendirmektedir. Umman Suudi Arabistan’ın ve Vahabiliğin yayılmacı baskısı altındadır ve bu olgu, özelde Suudi devletini dengeleyecek pragmatik bir politika izlemesini de şekillendirmektedir. İran faktörü böyle bir denge unsurudur Umman için. Umman’ın ABD ve Batı dünyasıyla ve İran’la ilişkileri aynı zamanda bu dengeleme ve denge siyasetiyle bağlıdır. İran’ın nükleer silah edinmesini önlemek için ABD’nin birinci Trump döneminde İran ve ABD arasındaki görüşmelerin başlamasında aktif ve önde gelen arabulucu ülke Umman Sultanlığı’ydı. Aslında Umman Körfez ülkeleri tarafından (resmi olarak değilse de fiilen) pek de “İslam”, “Müslüman” ülke kabul edilmemektedir... Bu ülkenin nüfusunun % 10-15’i Şiidir. Umman nüfusunun % 70’şi “İslam”ın İbadilik inancına sahiptir. İbadilik Arap İslam aristokrasisi ve Sünni İslam tarafından Müslümanlık olarak kabul edilmemiş, Haricilik sayılmış, hep lanetlenmiş ve ağır baskı ve saldırılara uğramıştır. Ama Pers ve Bizans, Osmanlı saray ve devlet entrikalarının deneyimleriyle de donanmış tarihsel egemen Arap İslamında oyun çok, nitekim iş keskin bir şekilde gelip çıkarlara dayanınca, “9 Kasım 2004 tarihinde tüm İslâm ülkelerinin dinî önderlerinin onayı ile yayınlanan Amman Bildirgesi ile İbâzîyye, resmen yasal bir fıkhî mezhep olarak tanınmıştır.” (Wikipedia)

Suudi Şiileri özellikle Suud hanedanlığının Doğu bölgesinde yaşamaktadır ve bu bölge petrol ve doğal gaz zenginliğiyle bilinen bir bölgedir. Suudi Arabistan’da yerleşik Şii nüfusun büyük kısmı Al Ahsa ilinde yaşamaktadır. Al Ahsa, Suudi Arabistan’ın petrol yataklarının ve petrol endüstrisinin en büyük bölümünün bulunduğu alandır. Dahası bu il-bölge, bu ile bağlı Gavar petrol sahası, “hem rezerv hem de günlük üretim açısından dünyanın en büyük petrol sahası olarak öne çıkıyor.” Bu bölge, doğal gaz yataklarıyla da bilinen bir bölgedir. Şiiler Arabistan’da her türden haktan yoksun ve ağır bir Sünni Vahabi baskısı altında yaşamaktadır. Şiiler diğer Sünni İslam ülkelerinde olduğu gibi Müslüman kabul edilmezler; onları Müslümanlaştırmak adına ağır saldırılar altında yaşar ve “canları, malları, namusları helaldir” politikasıyla zulme uğrarlar. Bu durum Şiilerin sürekli direnişlerine ve pek çok kez baş kaldırmasına yol açmıştır. Bu nüfus üzerinde güçlü bir İran etkisi söz konusudur. Bu durum Suudi Arabistan’ın “yumuşak karnı” olarak tanımlanmaktadır. İran da hemen yanı başında rekabet halinde olduğu Suudi monarşisinin bu zayıf yanının bilincindedir...

GOP’ta Şii haklarının savunucusu devlet olarak pozisyon tutması aynı zamanda İran egemen sınıflarına ülke içerisinde dinsel meşruiyet sağlama amacına da hizmet etmektedir. ABD-AB-İsrail-gerici Körfez ülkeleri ve TC’nin Suriye’de değişik eğilimlerden paralı cihatçı terörist ordular eliyle Suriye devletini yıkma saldırısına karşı, Kürtlerin yanı sıra İran’ın yönettiği “Şii enternasyonalizmi”ni ifade eden güçler savaşmaktadır...

Fakat bölgedeki Şiiler üzerinde yaygın İran etkisine karşın, Şiiler yekpare bir blok oluşturmamaktadır. Yani İran’ın parmak işaretine göre davranan bir Şia gerçeği bulunmamaktadır. Şiiler de ulusal sınıfsal ve mezhepsel bölünmelerle parçalanmıştır. Kimi İran’a daha yakın dururken kimi de araya mesafe koyarak İran’la ilişkilenmektedir. Sünni gerici Arap hanedanlıklarına çıkarları gereği entegre olmuş kimi Şii liderler ve eğilimler ise İran karşıtı bir duruşu temsil etmektedir. Ezilen bir kimlik oluşturmaları Şiilerin devrimci direnişine yol açmakta ve bölgede Şiiliğin merkezini oluşturan ve bölgesel bir devlet olarak ağırlığı bulunan İran’a yakın durmasına yol açmaktadır. Doğal olarak İran böylece Şii kartını oynayabilmektedir. Ancak değişik ülkelerde birebir İran devletinin uzantısı kabul edilebilecek politik eğilimler sınırlıdır. Şiiler içerisinde Batıya yakın durmaktan yana olan politik hareketler de bulunmaktadır...

Geçerken ekleyelim; Şiiliğin en büyük iki kutsal merkezi ve yorumu İran ve Irak’ta bulunmaktadır. Şiilerin önemli bir kesimi İranlı Şii ulemanın Kum merkezli yaklaşımını benimserken diğer önemli bir kesimi ise Iraklı Şii ulemanın Necef merkezli dini yaklaşımını benimsemektedir. Bu iki merkez öteden beri rekabet halinde bulunmaktadır. Böyle de olsa bu iki merkez/ekol Şiiler üzerindeki ağır baskı ve saldırılara karşı, genel olarak birlikte davranabilmektedir.



VI

İran devletini yıkma stratejisinin Çin’in, Rusya’nın Orta Doğu’da mevzilerini zayıflatma, gelişimini önleme emperyalist-siyonist politikalarıyla da doğrudan ilişkilidir. İran egemen sınıfının ve devletinin en büyük ve yakıcı dezavantajı meşruiyetinin, toplumsal-kitlesel temelinin oldukça zayıflamış olmasıdır... Amerikan emperyalizmi, İsrail Siyonizmi aynı zamanda bu zaafa oynamaktadır. Soykırımcı faşist Netanyahu’nun “İran yakında özgür olacak” tehdidi ve yüzsüzce İran halklarını İsrail ve İsrail’i destekleyen emperyalist ve gerici ittifakın çıkarları için İran devletini yıkmaya çağırması tesadüfi değildir. İran’daki gerici şeriatçı diktatörlük bu zaafını giderecek burjuva demokratik sosyal reformlara yönelmek bile bir yana, ağır baskı rejimini pekiştirmeye devam etmektedir. Bu da islamist gerici diktatörlüğü zayıf düşürmeye devam edecektir. Geçmeden belirtmek isteriz, İran liderliğinde kurulmuş “Direniş ekseni”, ABD-İsrail eksenli kampa karşı mücadelede nesnel olarak ilerici bir rol oynamaktadır. Ayaklanmalarla, devrimle gerici İran diktatörlüğünü yıkmak ise İran halklarının meşru hakkıdır. Bu hak tartışılamaz. İran egemen sınıfları ve şeriatçı diktatörlük İran halklarının düşmanıdır. Fakat İran’a her türlü emperyalist ve Siyonist müdahaleye karşı koymak da İran halklarının doğal ve meşru hakkıdır. Emperyalizme ve gerici diktatörlüğe karşı savaşmak İran halklarının ortak devrimci görevidir...


İran’ın nükleer bir güç haline gelme olasılığı, ABD-AB-İsrail’i ve Türkiye de içinde olmak üzere bölgesel işbirlikçi devletleri aşırı derecede rahatsız etmektedir. Nükleer silahlara sahip askeri güç olabilecek bir İran “Batı çıkarları” ve “İsrail’in güvenliği” için açık bir tehdittir. Ama bilakis söz konusu güçlerin çökertme politikası İran’ı her cephede silahlanmaya teşvik etmektedir...

ABD ve müttefikleri, İran devletiyle İran’ın nükleer silahlar edinmesini önlemek için, ocak 2016 tarihinde bir anlaşma imzaladı. Bu mutabakatOrtak Kapsamlı Eylem Planı” (JCPOA) olarak biliniyor. Amerika ve P5+1’deki ortakları (BM Güvenlik Konseyi üyesi olan Çin, Fransa, Almanya, Rusya ve İngiltere ve AB Yüksek Temsilcisi) İran’ın nükleer silah edinimini önleyecek ve İran’ın nükleer programının “barışçıl olmasını sağlayacak eylem planı”nı denetleme görevini ise BM bağlı Uluslararası Atom Enerji Kurumu’na (UAK) verdi. Buna göre UAK İran’ın taahhütlerini yerine getirip getirmediğini sistemli kontrol edecek, böylece İran üzerindeki ambargo aşamalı olarak kaldırılacaktı.

Bu anlaşma ABD’nin Barack Obama Başkanlığı döneminde imzalanmıştı. Fakat Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ABD (Mayıs 2018’de) anlaşmadan çekildi. Trump bu anlaşmadan geri çekilmesini anlaşmanın İran’a yaradığı, İran’ın mutabakata uymadığı, keza bu anlaşmanın İran’ın balistik füze programını kapsamadığı gerekçelerine dayandırmıştı. Trump/ABD, P5+1 ülkelerinin itirazlarına rağmen anlaşmadan çekildi. ABD’nin amacı üzüm yemek değil bağcı dövmekti. ABD’nin politik hedefi İran’ı şantajla, yeni baskılarla boyun eğdirme, daha fazla tavize zorlamaydı. Fakat İran reste restle yanıt verdi...

Bilindiği gibi bölgede tek nükleer güç İsrail’dir. İran’ın nükleer silahlara sahip olması Orta Doğu’daki askeri güç dengelerini köklü bir tarzda değiştirecek, böylece İran’ı İsrail (ve işbirlikçi devletler) karşısında güçlü hale getirecek ve İsrail’in bölgedeki tek nükleer güç olma avantajına ve egemenliğine ağır bir darbe indirecektir. Bundan dolayıdır ki ikiyüzlülükte sınır tanımayan Batılı emperyalist devletler ve İsrail ne olursa olsun İran’ın nükleer silahlar edinme projesini askeri saldırı dahil engellemek için her an tetikte durmaktadır. Açık ki, İran’ın zayıf düşürülmesi, geriletilmesi, çökertilmesi politikası zafer kazanmadan ya da İran Batıcı bir ülke haline getirilmeden uzun vadede İran’ın nükleer silah edinmesi önlenemeyecektir.

Hatırlayalım, İsrail 2010 yılında İran’ın nükleer reaktörüne siber saldırıda bulunarak (solucan yazılımı ile virüs bulaştırma) ciddi zararlar vermişti. İran bu saldırıyı Haziran 2010’da açığa çıkarmıştı. Keza İran’ın nükleer programı üzerinde çalışan birkaç bilim insanı da suikastlerle katledilmişti.

Saldırgan ve yayılmacı İsrail devleti koşulları uygun bulduğu herhangi bir zaman İran’ın nükleer tesislerini vurabilir. Gazze’de soykırım yapan, Lübnan’ı işgal etme saldırısına devam eden, İran’ı vuran, Suriye’ye sık sık füze saldırısı yapan, Suriye’nin askeri yapısını çökerme saldırılarına devam eden (ki Suriye devleti bugün İslamcı terörist çetelere teslim edilmiş durumda) İsrail, durmaksızın İran’ı nükleer tesislerini imha etmekle tehdit etmeye devam etmektedir.


(Asya haritası ekle)

VII

İran uluslararası ve bölgesel kamplaşma ve rekabet mücadelesinde Çin-Rusya bloku saflarına yakın durmakta ya da bu blokta yer almaktadır. Böyle olmakla birlikte İran herhangi bir ülkenin yeni-sömürgesi değildir. Bağımlılık ilişkilerine karşın İran göreli bağımsız bir devlet konumundadır. İran artan oranda çökme ve çöktürme operasyonlarının hedef haline geldikçe Çin-Rusya blokuna daha fazla yakınlaşacaktır. Bu yakınlaşmanın ve bağlaşmanın güçlenmesi de İran’ı daha güçlü saldırıların hedefi yapacaktır. İran’ın Çin ve Rusya’ya yakınlaşmasında İran etrafındaki kuşatma, saldırı ve ambargonun özel bir rolü olduğunu biliyoruz. “İbram Anlaşması” aynı zamanda bölgede İran’ı kuşatma, etkisizleştirme, bölgesel etki gücünü kırma, tecridi geliştirme politikasının da önemli bir sac ayağıdır. İsrail’in ABD-NATO-TC aracılığıyla Azerbaycan ile ilişkilerin geliştirilmesi aynı zamanda İran’ın çökertilmesinin, dağıtılmasının koşullarını olgunlaştırma stratejisiyle de bağlıdır. İran’da Fars halkından sonra en büyük nüfusu Azerbeycanlılar oluşturmaktadır. İliklerine dek çürümüş ve ülkeye çökmüş aşağılık Aliyevlerin hanedanlığının tepesinde oturduğu Azerbaycan mafya devleti İran’dan Azerbaycan Eyaletini koparmak ve topraklarına katmak hesabı yapmaktadır. Çok uluslu bir ülke olan İran’da sömürgeci ulusal zulüm politikası uygulanmaktadır. Beluciler ve Kürtler de aynı saldırının altında yaşamaktadır. Neredeyse hergün bir Kürt idam edilmektedir... İran’ın çok uluslu bir ülke olması, ulusların ve dillerin, kültürlerin eşitlik ilkesine bağlı tanınmaması vb. emperyalistlerin ve Siyonist devletlerin bu çelişkilere oynamasını sağlamaktadır. İran’ın yumuşak karnıdır bu gerçekler...

Sünni İslamcı paralı terörist çeteleri kullanarak İran’a çökme ABD-İsrail liderliğindeki saldırgan blokun siyasetinin önemli bir sac ayağıdır. Suriye deneyimi bu bakımdan hemen verilebilecek ilk örnektir. Örneğin, HAMAS, Hizbullah, Ensarullah bu kategoride paralı askerlerden oluşan, İran vbg. devletler adına “Vekalet savaşları” yürüten IŞİD (DAEŞ) gibi örgütler değildir. Bu örgütler kendi ülkelerinde ulusal direnişi örgütleyen özel olarak şu ya da bu burjuva devletin uzantısı olmayan siyasi ve askeri yapılardır. ABD-NATO-AB-İsrail ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarının uzantısı olan çeteleri, paralı haydutları “özgürlük savaşçıları” ilan ederken sınır tanımayan bir ikiyüzlülükle kendilerine karşı çıkan ve direnen her yapıyı “terörist” vs. olarak damgalamaktadır...


Çin, 21. asrın yükselen en önemli emperyalist devletidir. İşin bu yanına özel olarak girmek gerekmiyor ama Çin-İran ilişkilerinin gelişmesi ABD emperyalizminin önderliğindeki kampı oldukça rahatsız etmektedir. Dolayısıyla sorun tecrit halde, dar anlamda bir İran sorunu değildir; dahası bu sorun, küresel emperyalist kapışmalarla bağlıdır. Bölgesel bir güç, ABD-İsrail-işbirlikçi Arap rejimlerine karşı konumlanmış, onların planlarına darbeler indirebilen bir İran, aynı zamanda Çin ve Rusya’nın bölgedeki etkisini geliştirebilmesinin imkanı demektir. Dolayısıyla İran’ın düşürülmesi demek öncelikle de Çin’in elindeki bir imkanın alınması, Çin’in (keza Rusya’nın) önüne kurulacak yeni bir barikat demektir. İran gerek petrol zenginliği gerekse de jeopolitik konumuyla yaşamsal pozisyonda duran bir devlettir. Hiçbir devlet bu gerçeği görmezden gelemez...

Petrol yoksunu, petrol gereksiniminin %98-99’unu dışarıdan karşılayan İsrail devletinin aksine İran dünyanın en önemli petrol üreticilerindendir. Keza İran dünyanın en büyük petrol rezervlerinin bulunduğu sayılı ülkelerdendir. İran Rusya’dan sonra dünyanın en büyük doğal gaz yataklarına sahiptir. ABD’nin ve emperyalist müttefiklerinin uyguladığı ambargodan dolayı enerji teknolojisini geliştirememesine rağmen İran’ın en önemli gelir kaynağı petrol ve doğal gazdır (hidrokarbon enerji). Hatırlatmak gerekir ki, emperyalist dünya ekonomisi % 60 oranında petrol ve doğal gaza ve % 27-30 oranında ise kömüre dayanmaktadır. “Temiz enerji kaynağı” olarak güneş enerjisinin toplam olarak ulaşabildiği oran % 1’dir. Emperyalist dünya ekonomisinin petrol ve doğal gaz bağımlılığın yerine geçebilecek yeni enerji türleri ise görünür gelecekte olanaklı değildir. Dolayısıyla petrol ve doğal gaz gibi stratejik bir hammaddenin kontrolü, rezerv alanların ele geçirilmesi emperyalist dünya sistemi ve paylaşım mücadelesi veren devletler için can alıcı sorun olmaya devam edecektir...

Petrol ve doğal gaz olmadan dünya ekonomisinin ayakta kalmasının olanaklı olmadığı günümüz dünyasında emperyalist rekabetin sınır tanımaması kaçınılmazdır. Orta Doğu, dünyanın en büyük doğal gaz ve petrol rezervinin bulunduğu coğrafyadır; İran dünyanın en önemli doğal gaz ve petrol üreticilerindendir. Bu zenginliğin emperyalist iştahı kabarttığı açıktır. Dünya ticaretinin can alıcı alanları olan Süveyş Kanalı, Kızıl Deniz, Basra Körfezi, Aden Körfezi’ni kontrol edemeyen bir güç, dünya hegemonyasını koruyamaz. Bu ekonomik ve jeopolitik önemi yaşamsal olan bölgeyi ele geçiremeyen bir Çin dünya hegemonyasına giden süreçte etkin bir güç haline gelemez. Keza Orta Doğu petrol ve doğal gaz piyasası dünya enerji piyasasını yönlendirmede en önemli faktördür ve enerji piyasasının şekillenmesinde önde gelen rol oynamaktadır. Bölgedeki istikrarsızlık kapitalist dünya piyasalarını ve dünya ekonomisini sarsabilecek karaktere sahiptir.

GOP coğrafyası aynı zamanda İslamist radikal hareketin beslendiği topraktır. Bir kesiminin ipleri Batılı emperyalist güçlerin, özellikle de ABD-İngiltere-Fransa-Almanya-Türkiye-Suudi Arabistan-Katar gibi ülkelerin ellerindedir. Fakat bu gerçeğe karşın “Vekalet savaş”larının aracı olarak kullanılan, içinde istihbarat örgütlerinin cirit attığı bu yapılar denetimden çıkarak “uluslararası toplum” için bir güvenlik ve istikrarsızlık kaynağı olabilmektedir. Bunun ötesinde radikal İslam akımı ve harekatı Çin ve Rusya’yı da tehdit etmektedir. Çin ve Rusya kendi stratejik hedefleri için GOP coğrafyasında aynı zamanda radikal İslama karşı da savaşmaktadır. Bunun en keskin ifadesi ve örneği Suriye’dir. Ki ABD, AB, İsrail gerici Batıcı Müslüman devletler, işlerine geldiği her yerde söz konusu radikal cihatçı çeteleri desteklemekte işlerine gelmediği yerde de “terörist” olarak yaftalamakta, olanaklıysa tasfiye etmektedirler. ABD ekseni tam da burada radikal İslami hareketleri ve çeteleri Çin ve Rusya’ya karşı güçlü bir tarzda kullanmaktadır...

Çin’in kendi gereksinmelerini karşılayabilecek petrol, doğal gaz kaynaklarına sahip olmaması onun stratejik zayıflıklarından birisidir. Çin Orta Doğu petrolüne bağımlıdır. Çin petrol gereksinimini Orta Doğu’dan karşılamaktadır. Çin-İran ilişkilerinde petrol özel bir yere ve ağırlığa sahiptir. Gelişmekte olan, ABD hegemonyasını temellerinden sarsarak krize sürükleyen Çin’in enerji gereksinimi de sürekli büyümekte ve daha da büyümeye devam edecektir. Çin, petrol gereksiniminin % 80’nini İran’dan karşılamaktadır.


Doğu ile Batıyı birleştiren, dünyanın en önemli su ve kara yollarının geçtiği, dünya ticareti için yaşamsal olan, devasa hidrokarbon zenginliğin üstüne oturmuş bir coğrafyada, ABD’ye, İsrail’e, Batı işbirlikçisi gerici devletlere kafa tutan, bölgesel çapta yayılmacı politika izleyen, Çin ve Rusya kampında yer alan bir İran’ı etkisiz bir güç, parçalanmış bir güç, ezilmiş bir güç haline getirmek ABD önderliğindeki kampın asla vazgeçemeyeceği hedeftir. Böyle de olsa, Orta Doğu cangılında Batılı emperyalist devletlerin ve İsrail’in planlarının pürüzsüz gerçekleşebileceğini düşünmek saçma olur. (Bu İran için de geçerlidir.) Yakın dönemin olgularından biri olan Afganistan gerçeğini hatırlatabiliriz; ABD ve NATO Afgan halkının ulusal direnişinin ağır darbeleri altında ağır bir şekilde yenildi ve arkasına bile bakmadan kaçtı. İsrail Lübnan’ı iki kez işgal etti ama her seferinde Lübnan’da ağır darbeler alarak geri çekilmek zorunda kaldı. Yani her şeye kadir bir güç yok dünyamızda. Halkların direnişi emperyalist-gerici planları bozuyor ve bozacaktır..

İran Çin-Rusya eksenine rakip güçlere karşı stratejik bir denge unsuru olarak bakmaktadır. Çin ve Rusya bu gerçeği görmektedir. Doğal olarak başta Çin olmak üzere Çin ve Rusya bu durumu bir fırsat olarak görmekte, İran’ı bağımlı bir ülke haline getirmeye çalışmaktadır. 2010’da “Uluslararası toplum”un İran’a yaptırımlar uygulamasıyla Çin İran’ın en büyük ticaret ortağı haline geldi. Kuşkusuz ki bu bağlamda her bir devletin kendi hesabı vardır ve ortada çelişkisiz bir durum da bulunmamaktadır...

Temmuz 2011'de İran petrol ve doğal gazının Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz'e ve oradan da başta Avrupa olmak üzere dünya pazarlarına sevkiyatı için Çin, İran, Irak ve Suriye arasında bir anlaşma imzalanmıştı.

Keza aynı dönemde Suriye, kendi karasuları ve “Münhasır Ekonomik Bölgesi”ndeki petrol ve doğal gaz araştırması ve çıkarıma yetkisini Rusya'ya vermişti. Rusya’nın Orta Doğu’da tek askeri üssü Suriye’de bulunmaktadır. Suriye Rusya’nın Akdeniz’e çıkış kapısıdır. Doğu Akdeniz’de keşfedilen devasa petrol ve doğal gaz yatakları bölgenin ekonomik ve jeopolitik önemini ayrıca katlamıştır. Suriye’nin yerle bir edilmesi ve iki düşman kutubun Suriye’de karşı karşıya kalması rastlantısal değil yani...

Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), BRICS ve BRICS Yeni Kalkınma Bankası Çin ve Rusya önderliğinde yer alan oluşumlardır ve İran bu yapılara üyedir. Bu ilişkilerin varlığı ve gelişmesi İran karşıtı Batılı emperyalist devletlerin İran’ı yıkma saldırganlığını ivmelemektedir. Bu bağlamda da ABD-İngiltere-İsrail’in İran karşıtı saldırganlığı örgütlenmesinde önde gelen emperyalist devletler olduğunu vurgulamak isteriz. Özellikle Orta Doğu söz konusu olduğunda İngiltere’nin özel bir rolü vardır; İngiltere’nin hesap dışı tutulduğu bir denklem düşünülemez. Orta Doğu’yu en iyi bilen İngiltere’dir. İngiltere’nin birkaç asırlık Orta Doğu hegemonyası ona günümüzde de “akil devlet” rolünü yüklemekte ve işlevsel bir rol oynamasını sağlamaktadır. (Esad iktidarının yıkılmasında İngiltere’nin “görünmez” rolünü hatırlayalım.)

İran devlet yöneticilerinin Çin ve Rusya’nın “kendilerini Batı egemenliğinden kurtarmak için yeni bir uluslararası sistem inşa etmeye çalıştıkları” ve İran’ın bu hedefi onayladığını açıkça ifade etmeleri rastlantısal değildir. Yani İran üzerindeki kapışma, yalnızca bölgesel değil, uluslararası karakterdedir. “Küreselleşmiş” dünyamızda az ya da çok küresel karakter taşımayan hiçbir sorun yoktur. Hele de GOP/BOP gibi bir bölgede...

Mart 2021’de İran ile Çin arasında stratejik ortaklığı onaylayan “25 Yıllık Kapsamlı İş Birliği Anlaşması” imzalanmıştır. “Bu anlaşma, Çin'in ‘Kuşak ve Yol’ adıyla bilinen devasa altyapı projesinin bir parçası.” İran’ın yeni cumhurbaşkanı seçilen Pezeşkiyan yemin töreninde yaptığı konuşmada bu anlaşmanın tamamlanarak yürürlüğe girmesi için Çin ve İran arasındaki görüşmelerin hızlandırılmasını istedi. “İran'ın Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS temelinde Çin ile bölgesel ve uluslararası işbirliğini geliştirmeye hazır olduğunu” söyleyen Pezeşkiyan’ın, “Çin her zaman İran'ın kara gün dostu olmuştur ve ABD’nin acımasız ambargolarıyla baş etme konusunda yardımlarını unutmayacağız.” “ABD, silah satmak amacıyla bölgemizde savaşı ve güvensizliği sürdürmeye çalışırken, Çin hükümetinin bölge ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkları çözerek barış ve istikrarı korumaya yönelik eylemleri takdire şayandır” açıklaması da önemlidir. Açıklama İran’ın stratejik bir tercihte bulunduğunu ve bu stratejik ittifakı güçlendireceğini göstermektedir. İran’la stratejik ittifak Çin’in Orta Doğu’da yayılma politikasının sac ayaklarından birisidir.

İran henüz Çin’den beklentilerinin karşılığını yeterince görmese de Çin’le bağlaşmasını güçlendirme yolunda yürüyecek görünüyor. Çin yükselen, dünya pazarlarının yeniden paylaşımını talep eden süper bir güçtür. Böyle de olsa Çin bugün saldırgan devlet kategorisinde yer almamaktadır. Çin, “kazan kazan”, “Barış içerisinde bir arada yaşama” politikasına büyük önem vermektedir. Çin’in emperyalist yayılma stratejisinden başka bir şey olmayan “Kuşak-Yol” stratejisi de bu yayılma politikasının yaşamsal projesidir. Fakat Çin saldırgan devlet konumunda değildir. Bu Rusya için de geçerlidir. Çin Büyük Orta Doğu’nun alt üst oluşlara sürüklenmesinin bu politikaya zarar vereceğini bilmektedir. ABD (ve müttefikleriyle) ile her cephede rekabet edecek bir gelişme düzeyine gelinceye dek, küresel çapta “barışçıl yayılma”, “küreselleşme”den yana bir strateji izlemeye devam edecektir Çin. Çin İran’la ilişkilerini geliştirirken Orta Asya’dan, Kafkasya’dan Orta Doğu’ya, Akdenizden Batıya uzanan cephe hattında dengeleri gözetmek zorundadır. Dolayısıyla Batı ambargosu ve saldırısı altında yaşayan İran ile ilişkilerinde de oldukça hesaplı ve dengeli davranmaktadır. Bu olgu, İran’ın Çin’den beklentilerinin istediği ölçüde karşılanmamasına ve tatminsizlik yaşamasına yol açmaktadır. İran Batıyla ilişkilerinin “normalleşme”sinden, böylece ambargonun ya yumuşatılması ya da kaldırılmasından da yanadır. İran egemen sınıfı, iki blok arasında dengeyi korumak, manevralar yapmakta anlaşmaktadır ama Batıyla ilişkilerin güçlendirilmesinden yana olan kanatlar, eğilimler de mevcuttur. İran etrafındaki baskı ve abluka aynı zamanda bu eğilimlerin güçlendirilmesini de hedeflemektedir.

Çin’in küresel İpek Yolu projesi onun dünya hegemonyası stratejisine bağlanmış bir projedir. Çin’in tarihi İpek Yolu’na atfen şekillendirdiği modern kapitalist İpek Yolu (Kuşak-Yol) projesi jeopolitik ve ekonomik açıdan yaşamsal önemdedir. Bu proje 60 ülkeyi (dahası BM açıklamasına göre 152’yi) kapsamakta, Orta Asya ve Orta Doğu’yu da içerisine almaktadır. Orta Asya ve Orta Doğu’da stratejik kavşakta yer alan İran’ın dost ve müttefikliği Çin için stratejik değerdedir. Bu yayılmacı proje Asya, Orta Doğu, Afrika, Avrupa hattında Çin etki alanı kurmayı kapsamaktadır. Çin İran üzerinden bu projesinin sac ayaklarını güçlendirmek istemektedir. Tersi yönden de bu proje, çıkarları ve getirisi açısından İran egemen sınıfları için de yaşamsal önemdedir. İran ve Çin’i, İran ve Batı dünyasını birbirine bağlaması kaçınılmaz olan proje başarıyla yaşama geçtiği oranda, bu, İran’ın bölgesel önemini ve rolünü de yükseltecek ve rakip devletler karşısında ona önemli bir üstünlük ya da elini güçlendirecek bir koz sağlayacaktır. Amerikan emperyalizminin gerek küresel çapta gerekse de GOP coğrafyasında bu projeyi etkisizleştirmek için can hıraş bir mücadele geliştirmesi bu gerçeklerle bağlıdır. Hindistan’dan Avrupaya uzanan yol projesi seçeneği ise ABD önderliğinde Çin’e karşı geliştirilen projedir. ABD hamiliğinde Avrupa’nın, Japonya’nın Rusya doğal gazına, Orta Doğu petrollerine bağımlılığını azaltacak politikalara yönelim ya da arayışlar da iki kutup arasındaki rekabet mücadelesiyle bağlıdır ve şimdilik bu işten ABD karlı çıkmaktadır.

Çin “barışçıl yayılma” stratejisinin başarısı için ABD ve müttefiklerinin askeri çatışmaları teşvik eden, erken askeri çatışmalara çekme stratejisine karşı koymaktadır. Çin emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin bugünkü evresinde, mücadeleyi, başlıca olarak ekonomik ve politik mücadele arenasında tutmaya önem vermektedir. Çin İran’la ilişkilerinde izlediği politikada da bu gerçeğe göre davranmaktadır. Çin dengelere oynayarak açık uçlu, manevra kabiliyeti yüksek bir gelişme çizgisinde İran’la ilişkilerini geliştirmektedir. Emperyalist cangılda, Orta Doğu cangılında Çin’in “barışçıl yayılma” politikasının ne kadar yaşam bulacağını ise hep birlikte göreceğiz...

Bilinen petrol ve doğal gaz yataklarının 50 yıllık bir ömrünün kaldığı saptanmaktadır. Bu olgu, bir yandan hidrokarbon enerjiye bağımlılığı azaltacak yeni enerji kaynakları yaratma ve geliştirmeyi zorunlu kılarken öte yandan da söz konusu 50 yıllık ömrü kaldığı söylenen hidrokarbon enerji yatakları ve ticareti alanında emperyalist rekabeti gitgide daha kapsamlı ve derin hale getirmektedir. Bu olgu, daha kanlı bir gelecek öngörüsüne yol açmaktadır. Emperyalizm bakımından hammadde kaynakları eksikliğinin dev ve daha keskin mücadelelere yol açtığını ve açacağını Lenin bir asırdan daha uzun zaman önce vurgulanmıştı.

Rusya ile Çin, Rusya ile İran arasındaki ilişkiler sorunsuz olmaktan uzak olduğunu vurgulamak isteriz. Aralarında işbirliğinin yanı sıra rekabet gerçeği de bulunmaktadır...

Önümüzdeki bölümde Orta Doğu ve Türkiye gerçeğini inceleyeceğiz.

DEVAM EDECEK