Translate

15 Kasım 2024 Cuma

II. BÖLÜM EMPERYALİST MÜDAHALE VE ORTA DOĞU

 

ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR

II. BÖLÜM

EMPERYALİST MÜDAHALE VE ORTA DOĞU



Emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinden soyutlanmış bir Orta Doğu düşünülebilir mi? III. Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı tehdidinin yükseldiği bir dünyada “barışçıl, demokratik, istikrarlı” bir Orta Doğu düşünülebilir mi? Sorular çoğaltılabilir ama gerekmiyor. Dünyanın ve Orta Doğu’nun gidişine yakından bakalım.

Dünya pazarlarının, hammadde kaynaklarının, dünya sermaye ihraç alanlarının, stratejik ve jeopolitik önemi yaşamsal bölgelerin paylaşımı ve yeniden paylaşımı emperyalist kapitalizmin gerçeğidir. Paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşımı olgusu iki emperyalist dünya savaşının deneyimleriyle kanıtlandı. Emperyalist dünya savaşları kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının ürünüdür. Emperyalist rekabet ve hegemonya mücadeleleri bu temelde şekillenmekte, emperyalist barış dönemlerini emperyalist paylaşım savaşları izlemektedir. Emperyalist barış dönemleri emperyalist dünya savaşlarına geçiş evresinden ibarettir.

Askeri harcamaların ve silahlanmanın küresel çapta hızla tırmanması dünyanın genel bir paylaşım savaşına doğru gittiğinin en önemli kanıtıdır. Merkezi Stokholm'da bulunan “Bağımsız araştırma kuruluşu” Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) verilerine göre, 2022 itibari ile, askeri harcamalar yüzde 3.7 artarak 2.240 trilyon dolara, 2023 itibari ile 2.443 trilyon dolara ulaşarak tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşmıştır. SIPRI raporu, geçen yıl yapılan askeri harcamaların “özellikle Avrupa, Asya ve Okyanusya ile Orta Doğu'da” büyük artışlar kaydettiğini saptamaktadır. Rapora göre, “2023'te en çok askeri harcama yapan beş ülke ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Suudi Arabistan olurken, bu ülkelerin harcamaları dünya askeri harcamalarının yüzde 61'ini oluşturdu.”

Küresel çapta askeri-sınai komplex, silahlanma yarışı büyümeye devam etmektedir. Emperyalist dünya ve bağlaşıklarının hızla silahlanması 3. Dünya Savaşı tehlikesinin büyüdüğünü göstermektedir. Emperyalizm var oldukça savaşlar kaçınılmazdır. Yükselmekte olan III. Dünya Emperyalist Savaş tehdidi de bu temel tarihsel gerçeği vurgulamaktadır. “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi” (GOP) kapsamında Kuzey Afrika-Orta Doğu-Orta Asya hattında yoğunlaşan emperyalist rekabet yükselmekte olan emperyalist savaş tehlikesinin güncel ifadelerinden birisidir. Küresel çapta olduğu gibi bölgede de silahlanma yarışı at başı gitmektedir. 2023 itibari ile Suudi Arabistan’nın askeri harcamalarının 75.8 milyar doları bularak dünyada beşinci sıraya yerleşmesi tesadüfi değildir. “İsrail'in askeri harcamaları 2023 yılı itibariyle % 44 artarak 27,5 milyar dolara ulaş”ması dikkat çekmektedir. Geçmeden eklemek isteriz ki, 2022 itibari ile ABD’nin 887 milyar dolar olan askeri harcamaları 2023'te önceki yıla göre yüzde 2,3 artarak 916 milyar dolar”a ulaşmıştır. 2022 itibari ile NATO’nun askeri harcamaları 1.23 trilyon dolara yükselmiştir. Emperyalist dünyanın ve yardakçılarının demagoji ve manipülasyonun aksine, emperyalizm ve müttefikleri nükleer, biyolojik, kimyasal, konvansiyonal ve siber silahları dünya barışı için değil, yeni bir emperyalist savaş için geliştirmektedir.

3. dünya savaşının aynı zamanda bir nükleer savaş olacağı anlaşılıyor. Nükleer silahlanma yönelimi “Genişletilmiş Orta Doğu”nun da gerçeğidir; bu eğilim (Türkiye, İran, Suudi Arabistan) nükleer teknolojiyi ve nükleer silahları elde etme çalışmasının yoğunlaşmasında somutlaşmaktadır. Bölgede nükleer güç olan İsrail’in varlığı nükleer silahlanma yarışını kaçınılmaz olarak kışkırtmaktadır. Özellikle İran’ın nükleer silahlar üretme iradesinin kırılmak istenmesi tesadüfi değildir... İsrail’in Gazze’ye soykırımcı saldırganlığının boyutlanarak Lübnan’ı, Suriye’yi, İran’ı içerisine alması; İran’ın nükleer tesislerinin İsrail tarafından bombalanması tehdidi, İran’ı nükleer programından vazgeçirmek bir yana nükleer teknoloji ve silahlar edinmesi yönelimini daha da ivmelemektedir.

Çok kutuplu dünya gerçeğinde yaşıyoruz. Kutuplaşmanın bir yanında ABD diğer yanında Çin durmaktadır. Avrupa’da Almanya, Pasifik’te Japonya merkezli emperyalist devletler çok kutuplu dünyanın etkin rekabet unsurları haline gelecektir...

Kapitalizmin tarihinde ilk kez “Küresel Güney küresel Kuzey”in karşısında bir merkez olarak yükselmekte ve öne çıkmakta, Asya-Pasifik hegemonya ve rekabet mücadelelerin odağı haline gelmektedir. “Yükselen Güney”in merkezinde duran Çin ABD’in dünya hegemonyasına darbeler indirmeye devam etmektedir.

Vurgulamak isteriz ki ABD’nin 1950’lerden sonra kurduğu hegemonya, iktisadi temelden başlayarak gerilemektedir. ABD, 1950’de, tek başına Dünya Gayri Safi Milli Hasılasının -DGSMH- % 49-52’sini üretirken bu oran bugün % 22-23’e düşmüş durumda. Çin’in fazla uzak olmayan bir gelecekte ABD ile arasındaki farkı kapatarak öne geçeceği anlaşılıyor. “Gelişmekte olan ülkeler” ülkeler grubu kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkelerdir ve bu yükseliş aynı zamanda 1950’ler, 1990’lar, 2000’ler öncesinden farklı olarak hem dünya ekonomisi üzerinde hem de yeni güç dengelerinin biçimlenmesinde önemli roller oynamaktadır...

Yeni güç merkezlerinin yükselişiyle, güç dengeleri yerinden oynamış, Amerikan emperyalizminin hegemonyası derinden sarsılmıştır. Küresel çapta bir emperyalist hegemonya krizi yaşanmaktadır. ABD’nin hala dünyanın en güçlü süper devleti olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Çok kutupluluk olgusu ve yükselişi bu krizin keskinleşerek gelişeceğini göstermektedir. Bu kriz ya devrimlerle ya da III. bir emperyalist dünya savaşıyla aşılacaktır. İki dünya savaşı deneyiminin gösterdiği gibi emperyalist savaşın engellenemediği koşullarda ise yeni devrimler dalgası kaçınılmazdır...

ABD, hegemonyası gerilemekle birlikte hala dünyanın bir numaralı süper devletidir. Dar ve geniş anlamda Orta Doğu’da en önemli aktör olmaya da devam etmektedir. ABD yalnızca “Doğu bloku”nun çöküşünde sonra değil, 1950’lerden bu yana Orta Doğu’da en önemli ve belirleyici aktör olagelmiştir. Geçmişte SSCB’nin Orta Doğu’da önemli sayılabilecek bir etkisi ve rolü olmasına karşın yine de en önemli aktör ABD-Batı bloğuydu. ABD-İngiltere-Fransa-İsrail eksenin yakın dönemde Afganistan, Filistin, Lübnan, İran, Suriye, Irak, Libya, Yemen, Somali üzerinde sergilediği kanlı ve yıkıcı oyunlar biliniyor. Emperyalist işgaller, iç savaşlar, vekalet savaşları, “hibrit savaş”lar, “kaos yaratma ve krizi yönetme”, “devrimleri çalma” politikaları söz konusu yıkıcı saldırganlığın ve yeniden yapılandırma politikalarının çarpıcı yansımalarıydı... “Terörizme karşı savaş”, “İsrail’in güvenliği” gibi sloganlar emperyalizm ve siyonizmin her saldırganlığını meşrulaştırılmanın aracıdır sadece. İsrail Filistin’i Filistinsizleştiriyor. Lübnan direnişini ezmeye çalışıyor. Lübnan topraklarının bir bölümünü (Güney Lübnan, Litani nehrine kadar) ha keza, işgal altında tuttuğu Golan çevresinde yeni topraklar ilhak etmeyi hedefliyor. Sırada İran var. ABD-İsrail-Batı karşıtı konumlanmış olan İran, bölgesel bir güç. İran etrafındaki kuşatma ağırlaştırılıyor. ABD, AB, NATO, yerel işbirlikçi Arap devletler İran’ı etkisizleştirme, boyun eğdirme hattında ilerliyor. İran’ı İsrail eli ile geriletme ve çökertme; İran’ın önderliğinde kurulmuş olan “Direniş Cephesi”ni tasfiye etme strateji ve saldırganlığı söz konusu politikanın somutlaşmış gerçeklerindendir. Bu kuşatma ve saldırı harekatının daha kapsamlı biçimler alarak ilerleyeceği açık ve kesindir.

Hatırlanacağı gibi, I. Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı sürecinde Orta Doğu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemin süper devletleri olan iki emperyalist güç, Fransa ve İngiltere tarafından paylaşılmıştı. 22 yapay Arap devletinin kurulması, Kürt halkının ve Kürdistan’ın 4 parçaya bölünmesi Sykes-Picot Antlaşmasıyla gerçekleşmişti. 1916’da imzalanan ve 20. yüzyılda Orta Doğu’nun tüm tarihine damgasını basan Sykes-Picot Antlaşması bugün çökmüş durumda. Orta Doğu yeniden yapılandırılıyor; I. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile çizilen sınırlar tasfiye ediliyor... SSCB önderliğindeki revizyonist/kapitalist kampın çöküşüyle birlikte, özelde de 11 Eylül 2001’de İkiz kulelerin ve Pentagon’un El Kaide tarafından askeri olarak vurulmasından sonra sınırların yeniden çizilmesi politikası etkin bir tarzda uygulanmaya başlandı.

Devam edelim.

Çin 21. asrın yükselen en önemli emperyalist gücüdür. Çin’in 1950’de DGSMH içindeki payı % 5’dir. Oysa bu oran 2022 itibari ile % 18-19’a ulaşmış ve Çin ABD’nin hemen ardından ikinci sıraya yerleşmiştir. Çin dünyanın yeniden paylaşımı rekabetinde emperyalist devletler arasında öne sıçrayacak görünüyor. Çin dünyanın atölyesi durumundadır. Çin giderek askeri gücünü geliştirmektedir, ancak ABD ve Batı’nın askeri kışkırtmalarına ve saldırgan politikasına karşı “barışçıl açılım politikası” yolunu izlemekte, “serbest piyasa ekonomisi”ne dayanan küreselleşmeden yana bir politikada ısrar etmektedir. Çin, şimdilik barışçıl yayılma stratejisi ile zaman kazanmaya, mevzilerini pekiştirmeye, yeni mevziler ele geçirmeye, güç biriktirmeye, gelecek büyük çatışmalara hazırlanmakta, ABD ve müttefikleriyle askeri rekabetin öne çıkmasını istememektedir... Buna karşın sözgelimi ABD, Çin’i kuşatma, baskı altına alma, darbeler indirme planıyla Çin Tayvan savaşını kışkırtmaktadır.

Çin’in Orta Doğu’da aktif bir aktör olmayı hedeflediğini biliyoruz. İran-Suudi Arabistan arasındaki sorunları çözmede gösterdiği inisiyatif, Filistinli örgütleri Pekin’de buluşturması yakın dönemin atakları olarak dikkat çekti. Doğu ile Batıyı (Avrupa’yı) birbirine bağlayacak “Yeni İpek Yolu” projesi kapsamında Orta Doğu ülkeleriyle geliştirdiği ilişkiler Çin’in ilerleme stratejisi bakımından yaşamsaldır. Bu proje Çin’in küresel hegemonya kurma stratejisinde yaşamsal önem taşımaktadır. ABD-AB-NATO-İsrail eksenine karşı Çin Orta Doğu’da İran’a ve Suriye’ye yakın durmaktadır. Çin’in İsrail dahil bölge ülkeleriyle gelişen ekonomik, ticari, diplomatik, siyasal ilişkileri bir olgudur. Keza Çin’in bölgede silah ticareti de büyümektedir. ABD’nin Çin ile Asya Pasifik’de hesaplaşma stratejisinin en önemli sac ayaklarından birisi de Orta Doğu’dur. ABD’nin Orta Doğu’dan çekileceği analizleri sözde “analiz”lerdir. ABD ve Batılı devletlerin bu coğrafyayı Çin’e bırakması için hiçbir neden yoktur. Orta Doğu gibi ekonomik ve jeopolitik önemi yaşamsal bir coğrafyadan çekilecek bir ABD, Orta Doğu petrollerine bağımlı Çin karşısında daha baştan kaybetmeye mahkumdur. Ne ABD ne de Batılı emperyalist müttefikleri Orta Doğu’yu Çin ve Rusya’ya hediye etmeyecek, dahası Orta Doğu’yu “Küresel Kuzey”in sağlam bir kalesi yapmak için BOP stratejisi ve yayılmacılığı gerçeğinde olduğu gibi Çin ve Rusya’yı geriletmeye, silmeye çalışacaktır. Asya-Pasifik’in ve dünyanın en güçlü emperyalist devletlerinden birisi olan ve Batı ittifakı ile birlikte davranan, gelecekte daha açık ve büyük bir güçle başta Çin olmak üzere Çin ve Rusya ittifakının karşısına dikilecek Japonya’nın da enerji kaynakları bakımında %90 oranında dışa bağımlı olduğunu hatırlatmak isteriz. Bu durumun kısa sürede değişmesi de olanaklı değildir. Japonya enerji gereksinimini Orta Doğu’dan karşılamaktadır. “2020'ler itibarıyla, Japonya'nın toplam petrol ithalatının yaklaşık %80'i, başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere, Ortadoğu'dan gelmektedir.” Orta Doğu’suz bir Batının ABD ve müttefikleri bakımından bir çöküş olacağı açıktır. Dolayısıyla ABD’nin Orta Doğu’dan çekilerek Asya-Pasifik’e yöneleceği propagandası gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Kaldı ki dar ve geniş anlamıyla Orta Doğu da Asya’nın bir parçasıdır ve yaşamsal önem taşımaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik emperyalist stratejisi BOP’u kapsadığı gibi bu strateji “Avrasya stratejisi” olarak formüle edilmektedir.

Genişletilmiş Orta Doğu” (GOP) coğrafyası bir krizler coğrafyasıdır. Krizin temelinde emperyalizme bağımlılık, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadeleleri, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine alamaması durmaktadır. Küresel emperyalist hegemonya krizi çok kutupluluğun gelişmesiyle iç içedir ve Orta Doğu krizi de tarihte görülmemiş ölçekte küreselleşmiştir. Halk ayaklanmaları, iç savaşlar, devletler arası rekabet, işgaller, rejim değiştirmeler, İsrail saldırganlığı eli ile kışkırtılan ve büyümekte olan bölgesel savaş tehlikesi bu krizin görüngüleridir. Henüz en üst düzeye sıçramamakla birlikte “düşük yoğunluklu” bir bölgesel savaştan bahsetmek yanlış olmayacaktır.

Orta Doğu’daki emperyalist, siyonist, içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı bölgesel devletlerin rekabeti keskinleşerek gelişmeye devam edecektir. Orta Doğu gelecekte çok daha büyük emperyalist müdahalelerin arenası olacaktır. “Orta Doğu’nun istikrar ve güvenliği” denen şey, emperyalist devletlerin ve yerli işbirlikçilerinin, rakip emperyalist ve bölgesel devletlerin çıkarlarıdır. Her bir taraf bu söylemi ve sloganı kendi ekonomik-siyasi-askeri çıkarları ekseninde yorumlayarak kullanmaktadır. Hatırlatmak gereksizdir ki, “Medeniyetler savaşı”, “Terörizme karşı savaş konsepti” yalnızca İslami halkları hedef tahtasına oturtan bir savaş değil, orta ve uzun vadeli olarak Çin’i, Rusya’yı da hedef tahtasına yerleştirmektedir. “Genişletilmiş Orta Doğu”da süren emperyalist rekabet ve paylaşım ve yeniden yapılandırma müdahalesi, Asya-Pasifik çapında süren, genişleyen, yoğunlaşan emperyalist rekabetin bileşeni ve uzantısıdır aynı zamanda. Rusya’yı çevreleme, geriletme, parçalama, etkisiz hale getirme saldırgan stratejisi “renkli devrimler”de, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine alınmasında, Ukrayna savaşında, Suriye deneyiminde, Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO üyeliğine alma çabasında görüldüğü gibi göz çıkarmaktadır. Rusya’yı Orta Doğu’dan silme yönelimi de söz konusu saldırgan politikanın bileşenidir. Çin ve Rusya’nın ABD ve AB’nin, NATO’nun saldırgan stratejisinin hedefine oturtulması aynı zamanda Orta Doğu’yu kapsamaktadır. Bu fil dalaşında ayaklar altında ezilenler ise halklardır...

Şu bilgileri akılda tutmak yararlı olacaktır:

NATO, Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip dört genişleme dalgası yaşamıştır: 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 2009’da Hırvatistan ve Arnavutluk, 2017’de Karadağ, 2020’de Kuzey Makedonya, 4 Nisan 2023’te Finlandiya ve 7 Mart 2024 tarihinde İsveç İttifaka katılmış; böylece NATO’nun üye sayısı 32’ye yükselmiştir.“ (NATO Genel Bilgi Notu, NATO’nun Tarihi ve Odağı, mfa.gov.tr, Google)

Doğu bloku”nun yıkılış ve dağılış süreci aynı zamanda kapitalist/revizyonist kampın etki alanlarının ABD, AB, NATO tarafından paylaşımı süreci oldu... Bu süreç devam etmektedir. “Doğu bloku”nun yıkılışı ile Filistin halkının uluslararası ve bölgesel desteği gerilere savruldu. Suriye, Libya gibi devletler “koruyucu şemsi”yesini kaybetti. Amerikan emperyalizmi hem dünya çapında hem de geniş Orta Doğu’da özgürce at koşturmaya başladı. Somali bir kaosun içine sürüklendi ya da atıldı. Afganistan ve Irak işgal edildi. “Arap Baharı”nın ardından Yemen, Libya, Suriye ülkeleri çökertildi. Bu işgaller ve çökertmeler III. emperyalist dünya savaşına doğru evrilen sürecin, yeniden paylaşım rekabetinin yansımalarıdır.

NATO’nun genişletilmesi, küresel çapta saldırgan ve yayılmacı bir pakt olarak büyütülmesi stratejisi öncelikle Rusya’ya yönelmekte fakat, gerçekte sorun salt Rusya ile sınırlı değildir. Bu strateji küresel kapışmalarda Çin’i (de), Rusya-Çin ittifakını zayıflatmayı hedeflemektedir. Amerikan emperyalizminin ve önderliğindeki kampın en büyük hedefi Çin’dir. BOP stratejisi Rusya-Çin’in önünü Orta Doğu’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da, Ak Deniz’de, Karadeniz’de önünü kesme stratejisidir aynı zamanda.

DEVAM EDECEK





2 Kasım 2024 Cumartesi

ORTA DOĞU ÜZERİNE TARİHSEL VE GÜNCEL NOTLAR I. BÖLÜM

 

ORTA DOĞU ÜZERİNE TARİHSEL VE GÜNCEL NOTLAR

I. BÖLÜM

Orta Doğu, insanlığın tarihsel gelişiminde özel ve ayırt edici karakteristiklere sahiptir.

Orta Doğu ilk uygarlıkların doğuş ve yükselişi ile insanlığın en büyük atılımlarının merkezi oldu. Uygarlık Sümer’le başlar. İlk uygarlık Sümer’dir. İlk uygarlıklar (Sümer, Babil, Mısır…) Orta Doğu’da gelişti. Sınıfsallaşma, devlet, kentsel merkezli yükseliş ve kültür, mitoloji, bilim, teknik, yazı...

Batı dünyası uygarlığı Helenistik uygarlıkla başlatır. Batılı Oryantalist sömürgeci propagandaya göre, Batının, “Beyaz ırk”ın tarihsel kökleri ve temelleri antik Yunan uygarlığına dayanır. Oysa antik çağın en gelişkin ve en parlak uygarlığı olan Helenistik uygarlığın kökleri Sümer’den Mısır’a, Hindistan’dan Çin uygarlığına dek uzanır ve söz konusu tarihsel birikimden beslenerek sıçrama yapar. Alfabeyi bulan antik çağın Fenike uygarlığıdır. Fenike alfabesi, günümüz modern alfabesinin temellerini oluşturmaktadır ve Fenike uygarlığı “Batı uygarlığı”nı değil Doğu uygarlığını temsil eder. Fenike alfabesi ticari ağlar üzerinden Doğu’dan Batıya uzanarak, daha sonra dönemin Helenistik uygarlığı tarafından da kullanılan alfabe olmuştur. Alfabe demek uygarlık demektir. Alfabeyi geliştirecek, sistemleştirecek bir uygarlık Oryantalist propagandanın lanse ettiği gibi ilkellerle, barbarlıkla değil, uygarlıkla tanımlanabilir ancak.

3 büyük tek tanrılı dinin (Musevilik, Hristiyanlık, İslam) tarihsel merkezi de Orta Doğu’dur. Kendi tarihsel uygarlığını, ilk uygarlık olduğunu ileri sürdükleri Helenistik uygarlıkla başlatan Batı’nın kıskançlıkla sahip çıktığı ve üstünlüğünün kaynaklarından biri olarak lanse ettiği “Yahudi, Hristiyan uygarlık”ın kökleri de Batı’da değil, o çok hor gördükleri “barbar” Orta Doğu’da yatmaktadır.

İslamın doğuşu, yayılışı ve yükselişiyle ve nihayet İslami uygarlığın çöküşüyle şekillenen Orta Doğu...

Sözünü ettiğimiz tarihsel gerçekle bağlı olan ve sınırları Ak Deniz’den, İspanya ve Atlantik Okyanusu’na Batı Asya’ya dek uzanan İslam uygarlığının özellikle VIII ile XIII yüz yıllar arası dönemiyle, felsefe, sosyoloji, matematik, astronomi, kimya, tıp, mühendislik gibi alanlarda dünyada öncü olduğu gerçeğiyle Orta Doğu.

Öte yandan Hint ve Çin uygarlıklarının, Mezopotamya’nın, Mısır ve Fenike uygarlıklarının zengin tarihsel birikimini de Batıya taşıyan Orta Doğu uygarlığıdır. Orta Çağ Avrupa’sında adeta unutulmuş Helenestik uygarlığın bilimsel, felsefi, kültürel birikiminin açığa çıkarılarak Batı’ya taşınmasıyla bilinen ama görmezden gelinen realitesiyle Orta Doğu ve İslam uygarlığı... Öyle ki bu taşıma olgusu Avrupa merkezli burjuva Aydınlanması’nın öncüllerini oluşturur... Oryantalist sömürgeci propagandanın söz konusu tarihsel gerçeklere ırkçı, şöven, manipülatif reddiye yazması bu tarihsel gerçeği unutturamaz.

Hristiyan feodal Batı ile Müslüman feodal Doğu’nun asırlarca süren hegemonya ve rekabet mücadeleleri, kanlı savaşlarıyla, ünlü Haçlı Seferleri ile örülü tarihiyle Orta Doğu...

İlk uygarlıkların doğuş ve yükselişi ile insanlığın en büyük atılımlarının merkezi olan Orta Doğu rekabet ve hegemonya mücadeleleriyle, uygarlıkların ve imparatorlukların yükselişi ve çöküşüyle, insanlığın kolektif tarihsel belleğine nakşederek devrettiği tarihsel birikimlerle şekillenmiş bir coğrafyadır. İşte bu coğrafya günümüz emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelelerinin gitgide yoğunlaşarak keskinleştiği bir coğrafyadır. Afganistan, Filistin, Lübnan, Irak, Suriye, Rojava, Somali, Yemen... Sıra İran’da...

Kapitalizmin doğuş ve gelişimiyle belirlenen, diyelim ki son 300 yıldır dünyamızın merkezine oturan kapitalist uygarlık, aynı zamanda modern batı sömürgeciliğinin de kanlı tarihidir. Bu tarih insanlık alemine kapitalizmin yükseliş dönemiyle mal ettiği büyük tarihsel devrimci birikim ve atılımların yanı sıra sınır tanımayan kapitalist ve emperyalist sömürgeciliğin tarihidir. Yer altı ve yer üstü kaynaklarının barbarca yağmalanmasıyla, soykırımlarla, ilhak ve işgallerle, yerel, bölgesel, uluslararası savaşlarla, devlet sınırlarının suni olarak çizilmesiyle, her türlü ilerici, devrimci, sosyalist mücadelelerin ezilmesiyle, darbeler ve karşı darbelerle belirlenip şekillenmiş direniş ve acılarla biçimlenmiş bir tarihtir Orta Doğu tarihi.

Ve kapitalizmin, emperyalizmin bitip tükenmek bilmeyen müdahaleleriyle, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelelerinin cenderesinde kıvranan, acı çeken Orta Doğu halkları ve Müslüman halklar...

Orta Doğu’nun zamanın süper devleti kapitalist İngiltere ve Fransa tarafından sömürgeleştirilmesiyle; Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ile Orta Doğu sınırlarının “cetvel”le çizilmesiyle; İkinci Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı ile Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılmasıyla; dünyanın emperyalist süper devleti olarak Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’yu cendereye alışıyla; 1948’de kurulan kanlı tarihiyle, Filistin soykırımlarıyla bilinen İsrail gerçeği ile birlikte Orta Doğu...

3 kıtanın birleştiği Orta Doğu... Jeopolitiğine değer biçilemeyen Orta Doğu...

Dünya petrol rezervlerinin yüzde 70’ine yakınının yer aldığı, Doğu Ak Deniz’de yakın dönemde keşfedilen doğal gaz yataklarıyla birlikte, üzerinde barbarca ve “uygarca” kapışılan doğal gaz yataklarıyla ünlü Orta Doğu…

Stratejik ve jeopolitik önemi yüksek, uğruna her türlü kanın akıtıldığı ve akıtılacağı net olan boğazlar ve okyanuslara açılma, ucuz geçiş yollarıyla ünlü Orta Doğu... Su kaynaklarıyla, enerji geçiş yollarıyla, kapitalist dünya ticareti, tedarik zincirleri bakımından yaşamsal önem taşıyan, “dünyanın istikrarı ve güvenliği” adına her elin içerisinde olduğu Orta Doğu…

Yalnız belli başlı emperyalist devletlerin değil, bölgesel sermaye devletlerinin (İsrail, Türkiye, İran, Mısır...) kendi ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarıyla da belirlenen hesapları, rekabet ve müdahaleleriyle belirlenen ve biçimlenen, yeniden ve yeniden yapılanan Orta Doğu...

Sınır tanımayan askeri-sınai komplekslerin, militarizmin, hızlı silahlanmanın şaha kalktığı, askeri yatırımların, silah ticaretinin sınır tanımadığı Orta Doğu...

ABD, AB, Rusya, Çin’in emperyalist rekabet mücadelesinde “Asya-Pasifik stratejisinin” sac ayaklarından ve güncel olarak emperyalist rekabetin yoğunlaştığı Orta Doğu jeopolitiğini de içeren “Yol ve Kavşak projeler” savaşı ile Orta Doğu...

Medeniyetler savaşı”yla, “din savaşları”yla üstü örtülmeye çalışılan emperyalist stratejiler, hegemonya ve rekabet mücadeleleri. Emperyalizmin vekili olan Müslüman devletlerin ve emperyalizmin oyuncağı terörist siyasal İslamcı paralı örgütler gerçeğiyle Orta Doğu...

Halklar ve işçi sınıfı el koymadıkça emperyalist devletler ve yerli işbirlikçi devler tarafından yıkım ve ilhaklarla, işgallerle, savaşlarla, ekolojik yıkımla, nehir gibi akacak kanlarla, insanlığın ortak tarihsel zenginliklerinin yağmalanması ve yok edilişiyle belirlenmeye ve biçimlenmeye devam edecek Orta Doğu...

Hem talihsiz ve kederli hem de ilerici, devrimci, sosyalist değerler ışığında kaderini eline alma talihine gebe, geride Müslüman halkların önemli mücadele deneyimleriyle yüklü, büyük tarihsel zenginlikleri içerisinde kıvranan Orta Doğu...

Ve sürekli aşağılanan, büyük güçlerin, küçük güçlerin elinde oyuncağa çevrilen İslam uygarlığı, siyasal İslam ve siyasal İslamcı politik rejimler ve “taşeron örgütler”, “vekalet savaşları” ile Orta Doğu...

Petro-dolarlardan oluşan dağ gibi zenginliklerin, dev fonların, aşağılık dinsel manipülasyonun üzerine oturmuş, emperyalizmin kanlı plan ve oyunlarının ortasında kendi halklarına ihanet etmiş zevk-ü sefa süren ulusal hainlerden oluşan Arap sermayesi, devletleri, sülaleleri, kralları, şeyhleri, tarikatları ile Orta Doğu...

Orta Doğu’nun kalbine saplanmış, ırkçı, sömürgeci, militarist, ilhakçı ve işgalci İsrail sermayesinin kanlı gerçeği... İsrail ile işbirliği içerisinde kendi halklarının tarihine ihanet etmiş, İsrail koruyucusu, Filistin halkının düşmanı İslamcı sermaye ve devletleri...

Din, dil, renk, mezhep çatışmalarının sürekli kışkırtılarak kullanıldığı, “böl, parçala, yönet” politikasından başını kaldırmasına izin verilmeyen Orta Doğu...

Tepesinde, “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi”nin “Eşbaşkanı” olmakla övünen İslamcı faşist mafyacı megaloman Erdoğan'ın oturduğu; daha ilk partileşme döneminde İsrail’in güvenliği için ABD-AB-NATO önünde yemin ederek güvence vermiş Saray rejimi. Malatya Kürecik’de bulunan İsrail’in hizmetinde olan ABD askeri istihbarat üssü ile gündelik Filistin soykırımı yapan, Lübnan’a, Suriye’ye, Orta Doğu halklarına kan kusturan İsrail’e hizmet eden dinci sömürgeci faşist diktatörlük...

Tanrısı, peygamberi, Kuran-Kerim’i, Kabe’si, Kudüs’ü “para ekonomisi” ve ABD olan iliklerine dek çürümüş, kokuşmuş, ağızlarında dua, yüreklerinde hileden geçilmeyen, “Abram Anlaşmaları” ile Filistin’in üzerine kalınca beton dökmeye çalışan Arap devletleri ve “seçkinler”i ile Orta Doğu...

Afganistan’ı, Irak’ı, Suriye’si, Libya’sı, Lübnan’ı, Yemen’i, Somali’si ile paramparça edilen, milyonların kanlarıyla sulanan Orta Doğu...

Bölgesel bir güç olan, Orta Doğu’da “uluslararası toplum” için “istikrarsızlık kaynağı”; Amerikan emperyalizmi ve Batılı emperyalist devletler, Siyonist İsrail ve Arap sermaye devletleri tarafından boyun eğdirilmesi, paramparça edilmesi gereken bir güç ilan edilen; etrafındaki kuşatmanın her geçen gün daha fazla sıkılaştırıldığı, içeriden ve dışarıdan zayıflatılmaya çalışılan İslamcı diktatörlükle yönetilen molla rejimiyle İran gerçeği...

Ve Kürdistan, her emperyalist devletin, bölgesel devletlerin ellerinde tuttuğu Kürt kozu, Kürt ulusal varlığı ve mücadelesi üzerinde oynan kirli oyunlarıyla Orta Doğu...

Bölgesel bir güç olarak ABD ve NATO’nun savaş arabasına bağlanmış, ama bölgede manevralar yapan, yayılmacı politikalarla her geçen gün daha da saldırganlaşan, bölge halkları ve komşu ülkeler için büyümeye devam eden bir tehdit olan, iç siyasetinde olduğu kadar dış siyasetinde de azgın bir Kürt düşmanlığı ile hareket eden Türkiye gerçeği ile birlikte Orta Doğu...

Çok kutuplu dünya gerçeğinde belli başlı emperyalist devletlerin üzerinde oynadığı, emperyalist planlarına kurban seçtiği ve kurban etmeye devam edeceği “Genişletilmiş Orta Doğu”...

Ve emperyalizm ve yerli gericiliğe karşı mücadelesinde halkları zayıf düşüren, emperyalist ve gerici devletlerin oyunlarını bozacak, proletarya ve halkları devrime ve sosyalizme taşıyacak devrimci ve komünist güçlerin oldukça zayıf olduğu Orta Doğu...

Ve kendi tarihinde, antik çağdan bu yana geçen tarihsel süreçte direniş ve başkaldırının, halk ayaklanmalarının eksik olmadığı ve olmayacağı Orta Doğu...

DEVAM EDECEK



20 Ekim 2024 Pazar

BAHÇELİ’NİN EL SIKIŞMASI VE “YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ”

 

BAHÇELİ’NİN EL SIKIŞMASI VE “YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ”


Yakalandığında devletin hizmetindeyim diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün silah bıraktığını ilan etsin.” “Devlet terörle masaya oturmaz.” (Bahçeli)

Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz. O süreçler geçmişte kaldı, tarihe mal oldu. Siyonizmin saldırganlığı sebebiyle bir ‘çözüm süreci’ başlatılıyor iddiası son derece saçmadır ve Türkiye’nin gücünün farkında olmamaktır. Konuyu hiç bir zaman böyle manasız bir bağlamda ele almamak gerekir. Devlet deneyip tam sonuç alamadığı yol ve yöntemleri bir daha denemez. Devlet başka etkili yol ve yöntemler bulur. O da 15 Temmuz’dan sonra uygulanan güçlü ve etkili siyasi ve askeri stratejilerdir. Bunların yumuşatılması veya bunlardan vazgeçilmesi söz konusu olmaz.

Türkiye partisi olun çağrısı ise kıymetlidir ve şöyle tercüme edilebilir: Birincisi DEM’in kendi içinden yükselen ‘bizi terör ve şiddet siyasetinden kurtarın’ talebini ifade edenlere bir imkan sağlamaktır. İkincisi DEM’i terör vesayetinden kurtarmak için DEM’e bir seçenek sunmaktır. Üçüncüsü, TBMM’de DEM üzerinden etkili kılınan terör vesayetini hem DEM üzerinden hem de TBMM’den tasfiye etmektir.” (Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Uçum)

Çözüm süreci masamızda yok. Sorun farklı, çözüm yolları da farklı. Geçmişte bu süreç oldu ve sona erdi. Aynı şeyi tekrarlamak zorunda değiliz.” “24 saat Kürtçe yayın yapan bir kanal var. O süreçlerin belli bir noktasında Ortadoğu tarumar oldu. Türkiye, o reformları yapmamış olsaydı Irak ve Suriye’ye döndürmek isteyen projelere yenilirdi” (Efkan Ala)


“ ‘Bahçeli DEM Partililerin elini sıktı. Normalleşmeden kasıt bu ise kötü bir şey mi?’ diye de soruldu. Perinçek şunları söyledi:Bu çok tehlikeli, PKK meşrulaştırılıyor. Sayın Devlet Bahçeli gidiyor PKK'nın elini sıkıyor. Dinleyince oh ne güzel diyor insan. PKK'yı uslandıracağız diyor. PKK silah bırakmaz. PKK'ya ancak silahla, silah bıraktırılır” ““Normalleşme, PKK'yı Türkiye iktidarının ortağı yapmaktır. Sonuç itibariyle Türkiye'yi yönetirken birdenbire PKK'yı muhatap alıyorsunuz. PKK ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin muhatabı olur. O da dağda, bayırda.” “PKK'nın aldığı bütün oylar bizim Türk Devletimizin zaafı yüzünden. Atatürk'ün iradesi olsa bugün Türkiye'de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çizgisi uygulansa PKK etkisiz hale getirilse ve bu açılımlar yapılmasa PKK'nın oyları yüzde 2’lerde.” (Doğu Perinçek)

Uçum ve Ala’nın açıklamaları, “yeni plan” hakkında fikir vermesi bakımından önemsenmelidir... Konu bağlamında Kandil’den yapılan açıklamalar önemli ve süreci anlamak, gelişmenin yönünü ve tehtileri, tuzakları görebilmek bakımından önemli ve uyarıcıdır.

I

1 Ekim (2024) günü yapılan TBMM açılış toplantısında, (bir Türkiye partisi olmayan, aksine Türk ırkçılığının en rafine temsilcisi ve Meclis’te de ancak 4. sırada yer bulabilen iktidar ortağı, Kürtlerden ve Kürdistan’dan oy alamayan) MHP’nin elebaşı Bahçeli’nin mecliste DEM parti eş başkanlarıyla el sıkışması, ardı sıra gelen Erdoğan’ın açıklamaları, Özer’in “biz varız” sözleri. “Yumuşama”, “normalleşme” propagandasının yükselişi... Kamuoyunda beklenmeyen, şaşkınlıkla, kuşkuyla, kötümserlikle, “yeni bir tuzak mı?” sorusuyla karşılanan, pazarlık havası kokan, kısmen heyecan uyandıran, ihtiyatlı iyimserlikle beklenti yaratan ama her halükarda geniş bir çevrede kafa karışıklığı yaratan açıklamalar ve tartışmalar... HÜDA-PAR’ın anayasanın ilk 4 maddesinin (sözde sadece 3. maddesi) değiştirilmesi çıkışı, N. Kurtulmuş’un benzer çıkışı bu “yeni açılım” operasyonuyla da ilişkili. Keza, 17 Ekim’de Avrupa Konseyi’nin yaptığı toplantıda (“Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin), Türkiye’nin belediye ve il seçimlerinde ve sonrasında öne çıkan sorunların giderilmesi amacıyla hazırlanan rapor-un-, ezici oy çoğunluğu ile kabul edil”mesi, “Ankara ile olumlu bir uzlaşı sonucu’ son şekli verilen rapora hiçbir değişiklik önergesinin gelmemesi ve raporun olduğu gibi kabul edilmesi, söz konusu ‘uzlaşıyı’ teyit eder nitelikte olması dikkat çekti.” (Fırat Haber Ajansı News (Türkçe) ) Ajansın haberine göre, Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi (AK-YBYK) alınan kararlar çerçevesinde Türkiye için bir “yol haritası” da çıkartılacak. (Ayrıntılar için bkz. Fırat Haber Ajansı News (Türkçe) ) Bu gelişmenin tamda Bahçeli eliyle yapılan, Erdoğan’la süren “Barış” çağrısının akabinde gündemleşmesi tesadüfi değildir. Haberde Avrupa Konseyi Kongresi’ne AKP, CHP, DEM parti yetkililerinin de katıldığı yer almaktadır.

Ayrıntılara girmeye gerek yok, herkes günün 24 saati süreci merakla izliyor ve anlamaya çalışıyor. Biz burada, kimileri tarafından “Yeni çözüm süreci” olarak tanımlanan gelişmeler bağlamında bazı olgulara dikkat çekmek istiyoruz. “Olay” henüz çok taze ama yapılan yorumlar çok çeşitli. Büyük bir bilgi kirliliği var. Dinci faşist özel savaşın “toplum mühendisliği”, “halkla ilişkiler uzmanlığı” operasyonu ile karşı karşıya olduğumuz açık. Dinsel faşist diktatörlük ve Erdoğan rejimi bir taşla pek çok kuş vurma peşinde... Belli ki, aynı zamanda “kamuoyu”nun nabız ölçülüyor. Kürt diasporasında özellikle ilkel Kürt milliyetçiliğini temsil eden çevrelerden Öcalan ve PKK karşıtı ideolojik saldırı ve manipülasyon yapılması dikkat çekmektedir. Özel savaş cephesinin propagandası ile bu çevrelerin bir bölümünün açıklama ve “analizler”in çakışması tesadüfi olmasa gerek. Kuşkusuz ki önümüzdeki günlerde, haftalarda gelişmenin arka planı görünür hale gelecektir; böylece sorunu daha kapsamlı ve somut olarak ele alabilme imkanı doğacaktır.

Amberin Zaman’ın verdiği habere göre, “hükümet ile PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan arasında fiili müzakerelerin yeniden başlaması için istikşafi görüşmeler” yapılmaktadır. Habere göre Öcalan’la politik rejim arasında başlayan şey, henüz “istikşafi görüşmeler”den ibaret; yani üzerinde anlaşılmış, bir mutabakata dönüşmüş bir şey yok ortada. Zaman’ın 3 kaynağa dayandırarak verdiği haberi doğrulama imkanımız yok, dahası PKK önderleri bu haber(ler)i yalanlamaktadır. “Kulağı delik” Cengiz Çandar ise, “Henüz bir çözüm sürecinden bahsedemeyiz ama bir şeyler pişiyor” derken ortada henüz somut bir durumun olmadığına işaret etmektedir. “Sol Kemalist”, “Ulusalcı” vb. kesimlerin “Devlet Bahçeli açılımıylazamandaş başlattıkları “DEM AKP ile anlaştı”, “DEM zaten her zaman AKP’yle işbirliği içindeydi” gibi söylemlerin ise demagojik ve manipülatif olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok.

AKP-MHP’nin sözde “barış ve çözüm” atraksiyonu öyle laf olsun diye, salt gündem değiştirme babında yapılmış açıklamalar olarak görülemez. İlk veriler bu yönelimin ciddi bir arka plana ve hazırlığa dayandığını göstermektedir. Dinci faşist diktatörlüğün harekat planı, birbiriyle kopmaz bağlara sahip iç ve dış politikanın sac ayakları üzerinde biçimlenmektedir. “İç cepheyi sağlamlaştırma” operasyonu aynı zamanda dış politikadaki gelişmelerle, özelde “Büyük Orta Doğu Projesi” bağlamında “bölgenin yeniden yapılandırılması” rekabetiyle bağlıdır. İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı, “memleketi böleceği” propagandası, yeni bir dış düşman yaratarak “iç cepheyi sağlamlaştırma” manipülasyonun ve Kürt düşmanlığının kılıflarından birisidir. Biliyoruz ki, T.C. bölgenin 2. İsrail’idir. İsrail’i tanıyan ilk müslüman ülkedir. Filistin soykırımının da suç ortağıdır. Sömürgeci Türk sermaye devleti ve rejimi (kendisi gibi sömürgeci, soykırımcı bir devlet olan) İsrail sermaye devletinin “Fırat’tan Nil’e Vadedilmiş Kutsal Topraklar” propagandasını kendi lehine adice kullanmaktadır. T.C., tıpkı dinsel duyarlılıkları da kullanarak asıl amaçlarını gizlemeye, saldırganlığını meşrulaştırmaya çalışan İsrail gibi dinsel maskeyle, içeride faşist terör, soykırım, dışarıda emperyal yayılmacı saldırgan politika ve hesaplarını örtülemeye çalışmaktadır.

II

Öncelikle belirtmek isteriz; dinci faşist diktatörlüğün sözde “yumuşama, normalleşme, açılım” politikasının öncelikli ve yaşamsal hedefi, Kürt ulusal devrimini boğmak ve Orta Doğu’daki Kürt kazanımlarını yok etmektir. Ortada Kürt sorununun “demokratik barışçıl çözümü”nü hedefleyen bir politika yoktur. Açık ki sözde “Çözüm süreci” adına atılabilecek adımlar İslamcı faşist diktatörlüğün belirlenmiş politik hedefleriyle bağlı olacaktır.

Son yerel seçim sonuçlarından da görüleceği gibi, dinsel faşist diktatörlüğün dayandığı faşist ittifak ve rejimin partileri güç kaybetmeye, politik rejimin toplumsal temeli daralmaya devam etmektedir. Son olarak katiller çetesi HÜDA-PAR’ın da dahil edildiği “Cumhur İttifakı” ile politik rejim ayakta kalamıyor ya da kalamayacak. Saray iktidarı ittifaklarını genişleterek iktidarı ayakta tutma taktiğini kullanmaktadır. Sözde “barış”, “açılım”, her ne denecekse, salt Erdoğan’ın yeniden “Cumhurbaşkanı” seçilmesiyle de sınırlı değildir ama merkezinde politik iktidarı koruma, güçlendirme politikası durmaktadır. Bu olmaksızın sözde açılımın iç ve dış politik hedefleri de tutmayacaktır. Erken ya da zamanında seçim durumunda Erdoğan kaybetme riskiyle karşı karşıyaya; bu gerçeğin altını çizmemek olmaz. Açık ki, “Beka”ya, “Milli birlik ve beraberlik”e endeksli “açılım” propagandası ve politikası ile bu kan kaybı durdurulmak, yeniden güç toplanmak isteniyor.

Türkiye Cumhuriyeti, derin bir siyasal ve toplumsal kriz yaşıyor. Derinleşip yaygınlaşan ve emekçilere yaşamı zehir eden dizginsiz bir yoksullaşma ve yıkım göz çıkarıyor. “Ekonomi kırılgan”. IMF’siz IMF programı fütürsuzca uygulanıyor. Toplumsal ve siyasal öfke büyüyor. Korkunç bir toplumsal, ahlaki, kültürel, insani yıkım ve çöküş yaşanıyor. Dış politikada açmazlar keskinleşerek büyüyor. Çoklu kriz gerçeği sistemi, rejimi, toplumu sarmış, temellerinden hızla aşındırıyor. Bu koşullarda dinsel faşist diktatörlüğün “yeni çözüm” arayışlarına yönelmesi, yeni manevralara başvurması, “Barış, çözüm, yeni anayasa, iç cepheyi sağlamlaştırma” sloganlarına sarılması kaçınılmazdır. Kürt sorununu göz önünde tutmadan, Kürt sorununu kullanmadan “Türkiye toplumu”nun yönetilemeyeceği açıktır... Diktatörlüğün ve rezil temsilcilerinin oyun kurucu olarak kendi oyununu kurması, siyasal ve toplumsal aktörleri ve yapısal sorunları kendi oyununda kullanmak istemesi her zaman karşılaştığımız bir olgudur. Burada önemli olan kurulan oyunun hangi siyasal hedeflerle bağlı olduğu ve olası sonuçlarıdır. Sistem, diktatörlük krizini aşmak, krizi kendi lehine çözmek için Makyavelizmde sınır tanımaz ve tanımamaktadır. Bu durum Türkiye’nin iç ve dış politikasının merkez noktası ya da merkez noktaları içerisinde keskin bir şekilde öne çıkan Kürt sorunu için fazlasıyla geçerlidir. Henüz ortada fol yok, yumurta yokken Kandil’den yapılan dikkat çekici açıklamayı hatırlayalım: “Bize ahlaksız teklifte bulunuldu.”... Faşist ittifakın ve Saray rejiminin “eskisi gibi olmaz, farklı bir yol deneyeceğiz” açıklamaları rastlantısal değildir; bu “yol” her ne ise önümüzdeki günlerde görünür hale gelecektir.

CHP Genel Başkanı Özer’in yerel seçimlerin hemen ardından “yumuşama”, “normalleşme” adına attığı adımlar da Erdoğancı faşist diktatörlüğün politika ve psikolojik harekatına kan taşımaya devam etmektedir. Erdoğan-Bahçeli’nin merkezinde durduğu ittifak ve politik rejim “memleketin bekası, teröre son verme” adına, burjuva muhalefete açıkça balans ayarı çekmektedir. Nedeni belli: “Muhalefet”in Saray rejiminin arkasına hizanlaması demek iktidarın elinin güçlenmesi, manevra alanının genişlemesi, daha rahat at koşturur hale gelmesi demektir.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, işçi sınıfının ve emekçilerin, ezilen toplumsal kimliklerin ekmek, adalet, demokrasi, eşitlik, barış özlem ve talebleri yükselmekte; sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe, ekolojik yıkıma karşı öfkesi büyümektedir. Dolayısıyla faşizm ve sermaye cephesinde, Erdoğan ve Bahçeli’nin yüreğinde “Sosyal patlama” korkusu giderek büyümeye devam etmektedir. İşsizlik, açlık, yoksulluk, mafyalaşma, uyuşturucu kullanımı, rüşvet ve yolsuzluk, fuhuş, tecavüz ve cinsel istismar, kadın cinayetleri, şiddetin toplumsallaşarak sıradanlaşması, ahlaki ve kültürel çürüme tavan yapmış durumda. Nitelikli iş gücünün yurtdışına akışı yoğunlaşarak sürüyor. Yapılan kamuoyu araştırmaları devlet kurumlarına, burjuva siyasi partilere, meclise, yargıya, dinayete vb. karşı güvenin ya yerlerde süründüğünü ya da düşük seviyelerde seyrettiğini göstermektedir. Yani barut fıçıları bilakis verili ekonomik-toplumsal, siyasal sistem tarafından kendi temellerine yerleştirilmeye devam etmektedir...

İşçi sınıfını ve halkları faşist terörle, iç savaş taktikleriyle, sömürgeci savaşla terörize eden egemen sınıflar bir de “yumuşama, açılım, reform” beklentileri yaratarak kitleleri alıklaştırıp yönlendirmeye çalışmaktadır.

Beka ve teröre son verme” adına önderliğini PKK’nin yaptığı Kürt ulusal direnişini, Roja Devrimi’ni tasfiye etmek için yanıp tutuşan dinci faşist diktatörlük, PKK’ye, İmralı’ya, Rojava’ya şartsız teslimiyeti, en fazlasından bir tas çorba karşılığında tam teslimiyeti dayatmaktadır. Sözde “barış” derken PKK’yi, liderini, Kürtleri sürekli aşağılayan açıklamalar yapılması tesadüfi değildir.

Kürt halkı ve PKK içerisinde bölünmeler yaratarak kışkırtıp derinleştirme; DEM partiye ayar çekerek “devletleştirme”, yedeklenebilecekleri doğrudan yedekleme, “tarafsızlaştırılacak” kesimleri tarafsızlaştırma, ufak tefek politik rüşvetlerle satın alınabilecekleri satın alma, Kürt burjuvazisinin liberal eğilimlerini geliştirip güçlendirme söz konusu “açılım politikası”nın hedefleri içerisindedir. İşbirlikçi Kürt milliyetçiliğini geliştirmenin yanı sıra, sözde “radikal” mücadeleden yana ama henüz politik rejimle arasına mesafe koyan ilkel Kürt milliyetçiliği olarak ifade edilen eğilimleri PKK, Öcalan karşıtlığı temelinde kışkırtarak yanına çekme bu politikanın bileşenleri içerisindendir. Saray rejimi, Öcalan ile Kandil’i karşı karşıya getirme, iç çelişki ve çatışmaları kışkırtmayı da hedeflemektedir. Başlamış olan kirli psikolojik savaş saldırısı bu noktayı da özel olarak gözetmektedir. Öcalan’ın “telefonu öfkeyle Kandil’in yüzüne kapadığı” propagandası tesadüfi olmasa gerek.

Kuşkusuz ki, Erdoğan ve Cumhur İttifakı, sözde “barış, normalleşme” manevrasıyla “Cumhurbaşkanlığı başkanlık rejimi”ni bir anayasayla taçlandırmak, Erdoğan’ın yeniden başkan seçilmesini sağlamak, böylece politik rejimi kalıcı hale getirmek istemektedir. Erdoğan’ın “Rejimde aksayan bir şey varsa birlikte düzeltmeye hazırız” açıklaması burjuva muhalefetle pazarlığa açık olduğu mesajını taşımaktadır. Anayasa için referanduma gitmeyi riskli bulan Erdoğan-Bahçeli ikilisi, gerek DEM Partisi’ni gerekse de mecliste mebusu olan öteki burjuva “muhalif” partileri yanına alma gereksinimi duymaktadır. “Barış”, “beka”, “demokratik anayasa” yapma sloganlarına ve propagandasına sığınarak bu beklenti ve operasyonlarını dış düşmanlara karşı “iç cepheyi sağlamlaştırma” olarak lanse etmektedir. Böyle bir tuzağa düşmek kuşkusuz ki DEM için aptallık olur. İlk açıklamadan itibaren DEM yetkililerinin yaptığı açıklamalar bu konuda fena gözükmüyor; bunca deneyden sonra DEM’in bir tas çorba karşılığı Erdoğan rejimi ile yeni bir anayasa yapacağını düşünmek olanaklı değildir. Kaldı ki DEM’in tek başına karar verme güç ve olanağı da yoktur. Bu konuda son tahlilde belirleyici karar mekanizması İmralı’dır; Öcalan ve Kandil’in ne diyeceği ve ne yapacağı belirleyici olacaktır. Silahlar DEM’in değil, Kandil’in elindedir. DEM’in işlevi daha özgündür...

Erdoğan ve Bahçeli rejimiyle demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapmak olanaklı değildir. En zayıf dönemini yaşayan dinci faşist iktidara ve faşist şeflerine can suyu sunmak saçma olur. İçerde terör, dışarda terör ve saldırganlık diktatörlüğün ve Saray rejiminin ana yönelimi ve duruşu olmaya devam edecektir. İstenen anayasa, demokratik, halkçı, Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü hedefleyen ve temsil eden bir anayasa değil, tepesinde Saray sırtlanının oturmaya devam edeceği, Saray Rejimini güvenceye alacak bir anayasadır. İç, bölgesel, uluslararası denklem ve gelişmelerin yönü, Türk “devlet aklı”nı faşist devlet biçimi yerine “burjuva demokrasisi”ne geçişle kendini tahkim etmeye ve yeniden yapılanmaya uygun değildir. Halkların devrimci atılımı ve yıkıcı devrimci darbeleri olmadan da “Türk devlet aklı” böyle bir değişime boyun eğmez de. Hayalci beklentilere gerek yok. “Hak verilmez alınır.”

Bir diğer olguya “değinme”den geçmek doğru olmayacaktır; bu olgu, “Büyük Orta Doğu” politikası ekseninde değişik biçimler alarak sürmekte olan emperyalist yeniden yapılandırma ve paylaşım olgusudur. Kuşkusuz ki bu projenin lideri Amerikan emperyalizmidir. Büyük Orta Doğu, küresel çapta (çok kutupluluk olgusunun eşliğinde yükselmeye devam eden) emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin yoğunlaşma mekanıdır. Küresel alanda olduğu gibi Orta Doğu’da da rekabet ve hegemonya mücadelesinde şimdilik önde gelen, etkili olan güç, dünya halklarının baş düşmanı Amerikan emperyalizmidir. Siyonist İsrail devleti ise, bölgeye şekil verme, rakip emperyalist devletlerin (Çin, Rusya) ve İran’ın etkisini zayıflatarak önleme operasyonunun öncü gücüdür. Çin’in “Yol-Kavşak Projesi”nin (Orta Asya’nın yanı sıra) Orta Doğu’da önünü kesme, alternatif bir proje olarak ABD liderliğinde (Batılı emperyalist devletlerin de desteğini alan) Hindistan’dan Avrupa’ya uzanacak yol-kavşak projesi, söz konusu rekabetin güncel görünümlerinden birisidir. Gazze’nin Filistinsizleştirilmesini aynı zamanda bu politikanın unsuru olarak görmeliyiz. Yerli işbirlikçi Arap devletlerinin İsrail devletiyle arasını düzeltme ve ittifakını sağlamlaştırma (Abram Antlaşması hatırlansın), Filistin’i bir ayak bağı olmaktan çıkarma, İran’a boyun eğdirme ya da yıkma, İran önderliğinde kurulmuş olan “Direniş Cephesi”ni (HAMAS, HİZBULLAH, Yemen’de Husiler, Irak ve Suriye’de İran müttefiği siyasal ve askeri güçler) dağıtmak Orta Doğu’nun söz konusu gerçekleriyle bağlıdır.

ABD’nin “bölgeden çekileceği, doğan boşluğu Türk devletinin doldurmak istediği” saptaması abartılı ve gerçek dışı bir saptamadır. ABD değil bölgeden çekilmek, bölgeye daha derin, kapsamlı, aktif bir şekilde yerleşmeye, kontrol etmeye, yönlendirmeye, Çin ve Rusya’nın önünü kesmeye çalışıyor. “ABD’nin çekilmesi” denen şey, çekilme değil, olsa olsa kuvvetlerini yeniden düzenleme gereksinimidir ama bu da doğaldır. Koşullara bağlı olarak yeniden ve yeniden yapılanarak konumlanma Amerikan emperyalizminin de gereksinimidir. Şu İsrail’in Filistin’de gerekleştirdiği ve Lübnan’a da sıçrayan, İran’ı da vuran askeri saldırılar sürecinin verilerinin kanıtladığı gibi, ABD Doğu Ak Deniz’e, Kızıl Deniz’e olağanüstü askeri kuvvet yığmış durumda; bu bir çekilme değil, güç yığınağıdır. Ve ABD askeri üsleri bölgenin her yerindedir. İslamcı faşist diktatörlüğün ABD’den, İsrail’den rahatsızlığı bölgede kendisine daha fazla rol ve pay verilmemesine dayanmaktadır. Özel olarak da, Kürt sorununda ABD tarafından kendisine “yeterli desteğin” verilmediğini düşünmesindendir.

Bu sınırlı hatırlatmalarla birlikte devam edelim.

Birinci Körfez Savaşı’nda ABD işgaliyle birlikte başlayan süreçte Irakta bölgesel bir Kürt Devleti doğdu. “Arap Baharı”yla başlayan süreçte Suriye, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Türkiye, ABD, AB’li emperyalist ve işbirlikçi devletler eliyle tam bir yıkıma uğratıldı. Emperyalizm ve bölge ülkelerinin “paralı askeri” olan, onlar adına “Vekalet Savaşı” yürüten radikal İslami çeteler ve IŞİD aracılığıyla Suriye kan ve ateşe boğuldu. Bu mücadele ve yıkım sürecinde yeni bir bölgesel Kürt devleti (Rojava) daha doğdu.

Sıra İran’da. Buna kuşku yok, ki zaten İran çok uzun yıllardan beri topun ağzında bulunmaktaydı. İran, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin Batılı emperyalist ve bölge devletlerinin saldırı ve yıkımı örneğinde olduğu gibi sıranın kendisine geldiğini iyi bilmektedir. Emperyalist rekabet mücadelesinde İran’ın, hangi biçimlerde olursa olsun, zayıflatılması, geriletilmesi ya da işgali durumunda İran Kürdistanı’nda da bölgesel bir Kürt devleti doğma olasılığı yüksektir. Bu olasılık da terörist başı Erdoğan’ın ve iktidar ortağı diğer terörist başı Bahçeli’nin uykularını kaçırmaktadır.

Dinci faşist diktatörlüğün sözde “barışçıl açılım”ı Orta Doğu’da Kürt kazanımlarını tasfiye etme, Orta Doğu’daki emperyalist dalaştan Kürtler lehine çıkacak yeni imkanları önleme ve ezme; “Büyük Orta Doğu”da yayılma ve yeni mevziler kazanma politikasıyla iç içedir... Erdoğan’ın Suriye Esad rejimi ile görüşmeleri başlatma ısrarı bu bağlamda değerlendirilmelidir.

En kaba hatlarıyla tablo budur.

Burjuva demokratik çerçevede bile olsa Kürt sorununun Türkiye’de “Barışçıl demokratik çözümü”nün ön koşulu Türk halkının desteğini, Kürt ve Türk halklarının ortak mücadelesini, Doğu ve Batıdaki işçi ve emekçilerin birleşik bir devrimci mücadelesini gerektirmektedir. İçerde terör, dışarda ilhak, işgal, emperyal yayılma politikasının merkezi olan, en ufak demokratik kıpırdaşı bile gözü dönük saldırganlıkla yanıtlayan İslamcı faşist diktatörlükten ve sermayenin Mankurdu elebaşı Erdoğan ve Bahçeli’den “demokratikleşme”, “barışçıl demokratik çözüm”, “demokratik anayasa” bekleyenler yanılmaktadır.

Kürt sorunu” küreselleşmiş, Orta Doğu’da güç dengelerini derinden etkileyen uluslararası karaktere sahip bölgesel bir sorundur. Sömürgeci faşist diktatörlük Kürt sorununa salt Kuzey Kürdistan’ının dar çerçevesinde bakmamaktadır ve bakma şansı da yoktur... Bu kapsamda atılan ve atılacak her adım, planlanan ve pratikleştirilen politika, doğası gereği, Orta Doğu çapındadır ve işin içerisinde “küresel güçler ve kapışmalar” da yer almaktadır. Dolayısıyla Kürt sorununun derinliği, kapsamı, etki gücü ve gelecek üzerindeki etkisi Türkiye politikası bağlamında da bütünsel ele alınmalıdır. Sömürgeci dinsel faşist diktatörlüğün “barış, açılım, normalleşme politikası” da bu kapsamda değerlendirilmelidr, aksi durumda çuvallamak kaçınılmazdır. Ve hemen eklemek gerekir: Emperyalist güçlerin bir bölümüne, ABD’ye bel bağlayarak “çözüm” peşinde koşmak, halklar nezdinde itibar kaybıyla sonuçlanacak, bedelleri ağır olacak bir politika olacaktır...

Olayın perde gerisi henüz ortaya çıkmamış olmakla birlikte, sömürgeci faşizmin temsilcileri “29. Kürt İsyanı”nın lideri ile İmralı’da görüşüyor olabilir. Kandil’le görüşmeler yapılıyor olabilir. Bunda normal olmayan bir şey yoktur. Böyle bir görüşme trafiği varsa eğer, ki bunu bilmiyoruz, bu bir yanda Türk burjuva devletinin sıkıştığının, öte yandan da Öcalan ve PKK’nin siyasal ağırlık ve gücünün kanıtıdır. Sorun böyle bir görüşmenin varlığı ya da yokluğu sorunu değildir, sorun erken hayallere kapılmamak, halkları manipüle etmemek, her cephede halkların birleşik mücadelesini meşru zeminde büyüterek yükseltmektir. Dağın yaptığı açıklamalarda (Karayılan, Bese Hozat, Karasu) kararlılıkla vurgulanan şey, orta yerde yeni bir çözüm sürecinin olmadığıdır. Kuşkusuz ki bu açıklamalar değerlidir ama tablo henüz aydınlanmış değil. Bu bağlamda ihtiyatı elden bırakmak için bir neden de yok.

Ortalığa saçılmış “bilgiler”, “yorumlar” Saray rejiminden sızdırılıp yönlendiriliyor. “Kamuoyunun nabzı” da ölçülüyor. Açık ve net bir tarzda özel harp psikolojik saldırısı devrede. Oltada balık olmaya hazır yaygın bir siyasi çevre var. Bunlar ukalaca, kibir dolu çığlıklar atarak “bilgelik” satıyor. Eğer henüz kamuoyuna yapılmamış açıklamalar varsa ya da yapılacak açıklamalar henüz erken görülüyorsa, bu da anlaşılırdır. Bunu bilemeyiz. 2015 “Dolmabahçe Mutabakatı”nın nasıl tekmelendiğini, o tarihten bu yana içerde ve dışarda nasıl bir imha, inkar, soykırım saldırısının gerçekleştirildiğini biliyoruz. Kürt ulusal demokratik hareketinin Erdoğan-Bahçeli ikilisinin tuzaklarına düşmeyeceğini düşünmek için yeterince veri vardır. Çok sayıda deneyimden geçerek direnişe, kazanımlarını topyekün savunmaya ve savaşmaya devam eden PKK’nin öyle kolayca faşizme yem olacağını düşünmek haksızlık olacaktır. Bugün için de geçerli olan görev, Kürt ulusal direnişiyle her cephede birleşik mücadeleyi yükseltmektir. Diktatörlüğün “yumuşama” manevrasının arkasından yeni ve daha kapsamlı saldırılar gelme olasılığı çok yüksektir. Bahçeli’nin, Erdoğan’ın, Uçum’un ve benzeri figürlerin açıklamalarını ise hep birlikte izliyoruz... Manevra ve hedef ne olursa olsun, rejimin ve elebaşılarının sözünü ettiğimiz girişimini şövenizme, ırkçılığa, militarizme, kirli topyekün savaşa karşı güçlü bir ajitasyona çevirmek; gettoların dışına çıkarak gerçekleri işçi ve emekçilere sistematik siyasi kampanyalarla anlatmak; bunu Kürt ulusunun ve halkların güncel talepleriyle birleştirip yürümesini bilmek gerek.