Translate

19 Şubat 2025 Çarşamba

Hasan Ozan İltemur Makaleler: ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR V. BÖLÜM ORTADOĞU VE TÜRK...

Hasan Ozan İltemur Makaleler: ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR V. BÖLÜM ORTADOĞU VE TÜRK...:   ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR V. BÖLÜM ORTADOĞU VE TÜRKİYE ( BİRİNCİ KISIM ) - GOP ve TC -TC VE İSRAİL İLİŞKİLERİ - TC’ NİN JEOPOL...

ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR V. BÖLÜM ORTADOĞU VE TÜRKİYE (BİRİNCİ KISIM)

 

ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR

V. BÖLÜM

ORTADOĞU VE TÜRKİYE

(BİRİNCİ KISIM)

-GOP ve TC

-TC VE İSRAİL İLİŞKİLERİ

-TC’NİN JEOPOLİTİK KONUMU

-İÇ VE DIŞ POLİTİKADA YENİDEN YAPILANAN TC’NİN GERÇEKLERİ


GOP VE TC

ABD, SSCB’nin, “Doğu bloku”nun, VARŞOVA paktının dağılmasından sonra 21. yüzyılı “Amerikanizmin yüzyılı” ilan etmişti. ABD’ye ve liberal uşaklarına göre tarihin sonuna gelinmişti. Artık “Yeni dünya düzeni” vardı. Artık ABD karşı konulamaz bir güçtü. Herkes ona biat etmekle yükümlüydü. Tanrının kendi suretinde dünyayı yarattığı gibi ABD’de yerküreyi ve Orta Doğu’yu kendi suretinde yeniden biçimlendirecekti... “Neocon”larla birlikte anılan “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi” (GOP) Amerikan emperyalizminin küresel hegemonya stratejisinin temel sac ayaklarından birisi olarak gündemleştirilmişti. Buna göre GOP, dünyanın her alanı gibi ABD’nin çiftliğiydi. GOP coğrafyası ABD önderliğinde dikensiz gül bahçesi haline getirilecekti. “Komünizmle mücadele”, “Soğuk savaş” dönemi geride kalmıştı. Yeni şeytan ise “Küresel terörizm” olacaktı. “Küresel terörizme karşı mücadele”, “Medeniyetler savaşı”, “Önleyici saldırı” sloganları zafer sarhoşluğu içerisindeki Amerikan emperyalizminin yeni stratejisinin sloganlarıydı.

11 Eylül 2001’de (ABD’nin Yeşil Kuşak politikasına dayanan “Komünizme, Allahsız komünistlere ve SSCB işgaline karşı mücadele” adına Afganistan merkezli besleyip büyüttüğü, kullandığı) El Kaide’nin New York’ta Dünya Ticaret Örgütü’nün merkezi olan İkiz Kuleler’i ve Washington’da Pentagon’u vuruşu ile “Terörizme karşı savaş”, “Medeniyetler savaşı” sloganları ve saldırısı, İslamifobi tavan yaptı. 11 Eylül saldırısı* ABD’nin yeni dünya egemenliği stratejisine ve saldırısına meşruiyet kazandırılması amacıyla dizginsiz bir tarzda kullanıldı. ABD (ve NATO) “Terörizme karşı savaş” bahanesiyle 2001’de Afganistan’ı, 2003’de ise (“Uluslararası Koalisyon”) Irak’ı işgal etti.

ABD’ye göre Müslüman halkların yaşadığı geniş Orta Doğu “Küresel terörizmin merkezi”ydi. Kuşkusuz ki kökleri ve hedefleri geçmişe uzanan ama Neoconcu Busch yönetimiyle birlikte sistematik politik ve askeri doktrine dönüştürülen GOP sözde “İslamcı terörizme karşı mücadele”nin aracı olacaktı. GOP stratejisine göre, “Ilımlı İslam” eliyle radikal İslamın gelişmesi önlenecek, radikal İslami akımlar ıslah edilecek, ıslah edilemeyen radikal İslamcı örgütler ise tasfiye edilecekti. Amerikancı küreselleşmeye karşı direnen İran, Irak, Libya, Suriye gibi ülkeler dize getirilecek; bölge “demokratikleştirilecek” ve “kalkındırılacak”; bölgede ABD ve İsrail egemenliğine karşı direnecek devletler çökertilirken olası rakip emperyalist devletlerin bölgeye girişinin önü kesilecekti. Yani bu proje, tümüyle Amerikan emperyalizmin jeoekonomik, jeopolitik, jeostratejik çıkarlarıyla şekillenmişti.

Hatırlanacağı üzere dinci faşist sömürgeci diktatörlüğün elebaşı Erdoğan “GOP eşbaşkanı” olmakla (yani Amerika uşaklığıyla) övünmüştü bir zamanlar. ABD stratejisine ve projesine göre GOP coğrafyasında Türkiye Cumhuriyeti (TC), Erdoğan eş başkanlığında rol model (“ılımlı İslami model”) olacaktı. Model ülke olacak tarzda TC’yi şekillendirmek görevi ise Erdoğan ve AKP’sine verilmişti. Zaten Erdoğan liderliğinde AKP hareketi ABD projesiydi. GOP, Erdoğan ve AKP Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarlarının ürünüydü. ABD-AB-NATO-İsrail “kafir” arabasına ve “küffar” liderliğine bağlanmış Erdoğan ve AKP’si kendisine biçilen rolü elinden geldiğince yerine getirmeye de çalıştı. Bu süreçte “İslam aleminin düşmanı gavur” ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında Erdoğan, yalnızca işbirlikçi yerli sermaye sınıfının, İslamcı sermayenin değil, ABD’nin kılıcını sallamaya devam etti. “Yaradandan ötürü yaradılanı seven” Erdoğan, başında tüyü bitmemiş yetimin kanını bile sınırsız bir açgözlülükle yağmalarken, öte yandan da Türkiye ve Orta Doğu’da Kürt kanını, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Somali’de Arap halkların kanını dökmeye devam etti.

TC ve İSRAİL İLİŞKİLERİ

GOP İsrail’in güvenliğini sağlama alma, İsrail eliyle Orta Doğu’yu terbiye etme, ABD egemenliğine karşı direnen ülkeleri dize getirme projesinin de adıdır. Bu bağlamda TC’ye yüklenen görevlerden birisi de İsral’in güvenliğidir.

TC, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman devlettir ve daima İsrail destekçisi ve koruyucusu olageldi. TC ve Türkiye’de siyasal islamcı hareket, Erdoğan’ın da içerisinde yer aldığı politik çizgi onlarca yıl Filistin halkının mücadelesini “terörizm”le suçlarken diğer yandan Filistin davasını savunan ve mücadelesini veren Türkiye devrimci hareketine sürekli saldırmıştır. Erdoğancı iktidar ise sözde İsrail devletine karşı çıkan, “Filistin davasını savunan” iktidar ve lider görünümü yaratmaya önem vermiştir. Erdoğan “İslam aleminin lideri” iddiasıyla ortaya çıkabilmek, iç kamuoyunda Müslüman emekçilerin desteğini kazanmak ve koruyabilmek, Amerikancı GOP’un yaşama geçirilmesinde elverişli pozisyon yaratmak için böyle bir taktiksel manevraya yöneldi. Erdoğan ve AKP iktidarı bir yandan sözde “Filistin davası”nın temsilcisi gibi davranırken, diğer yandan da TC tarihinde görülmemiş ölçeklerde İsrail ile ekonomik, ticari, siyasi, askeri, istihbari ilişkilerini stratejik müttefiklik kapsamında geliştirdi. Malatya’da kurulu ABD askeri üssü özel olarak İsrail’in hizmetindedir ve başlıca işi Filistin halkına, Arap halklarına, İran’a karşı 24 saat İsrail’e hizmet etmektir.

TC tarihinde makyavelizm ve pragmatizmde, oportünizmde kimse Erdoğan’la ve AKP’siyle yarışamaz. Filistin direniş hareketinin 7 Ekim askeri vuruşundan itibaren başlayan İsrail soykırımına karşı maliyeti olmayan ya da düşük maliyetli sözde karşı çıkışlar yaparken İsrail ile ticari ilişkileri kesintisiz arttırarak sürdürmesi de Erdoğancı dinci faşist diktatörlüğün ve AKP’sinin ikiyüzlü karakterine ışık tutmaktadır.

Erdoğan ve iktidarı, yer yer çıkarları çeliştiği zaman İsrail karşısında bazı manevralar yapsa da İsrail’in sadık dostu olarak kalmış ve davranmıştır. İki bölgesel devlet olarak rekabet halinde olmaları hala bu gerçeği değiştirmiş değil. Türk egemen sınıflarının ve Saray devletinin Suriye’de Esad rejimini yıkma operasyonu kendi özgün çıkarlarının yanı sıra ABD-NATO-İsrail devletinin stratejisinin pratikleştirilmesinin de bir gereğiydi. ABD, İsrail özellikle TC’yi kullanarak Esad’ı tasfiye etti. Mızrak çuvala sığmasa da bu saldırı ve yıkımın İsrail ve ABD eliyle doğrudan üstlenilmesi durumunda bölgede daha farklı tepki ve mücadelelerin gelişeceği daha baştan görülebiliyordu. TC’nin, ordusunun, doğrudan örgütlediği (“MSO”) paralı İslamist çeteler ve İdlip’te şevkatle koruma altına aldığı radikal İslamist örgütler aracılığıyla Esad’ın yıkılmasında üstlendiği rol, TC ile Rusya ve TC ile İran ilişkilerini de gerdiğini, ciddi çelişkilerin ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açtığını, ABD ve İsrail’in bu bakımdan da kazançlı çıktığını saptamak gerekiyor.

İsrail kendisine rakip olacak, kendi oyun planını bozacak, kendisini sıkıştıracak bir bölgesel devletin varlığından ya da yükselişinden rahatsızdır ve istemez de. Bu bağlamda TC yalnızca İsrail devletinin “dost”u değil aynı zamanda rakibidir de. Bu durumun TC ile İsrail ilişkilerinde gelecekte daha keskin çelişki ve çatışmalara yol açacağını, stratejik ittifakını sarsacağını görmek gerekir.

Bütün burjuva devletler rakip devletlerle ya da rekabet içerisinde olacakları ülkelerle ilişkilerinde o devleti (ya da devletleri) içeride olduğu kadar dışarıda da zayıflatabilecekleri bütün zorluklarını, çelişki ve çatışmalarını genel bir politika olarak kendi lehine kullanırlar. Bu olgu İsrail ve TC bağlamında da geçerlidir. İsrail’in Kıbrıs ve Yunanistan ile TC ilişkilerinde TC karşıtı pozisyonda Yunanistan-İngiltere-ABD politikalarını benimsemesi ve desteklemesi örnek olarak verilebilir. Bu gerçeği Esad rejiminin yıkılmasından sonra Suriye üzerindeki kapışmadan da görmekteyiz. İsrail TC için bölgede “uzak/potansiyel” bir tehdit değil, “yakın/etkin” bir tehdit durumundadır. TC konumu, gücü, gelişimi ve yönelimi ile İsrail için de tehlikeli bir bölgesel devlettir. Bu tersi için de geçerlidir... Hindistan’dan-İsrail-Akdeniz-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya uzanacak ABD’nin enerji ve ticaret yolu stratejisinden TC’nin dışlanmasının tesadüfi olduğunu düşünmek ya da İsrail faktörünün devrede olmadığını söylemek ya da görmemek saflık olur.

TC’NİN JEOPOLİTİK KONUMU

TC’siz bir GOP düşünülemezdi. Türkiye Cumhuriyeti (TC) jeopolitik değeri yüksek bir ülkedir. TC, 1950’lerden bu yana ABD işbirlikçiliğiyle ve 1952’de NATO’ya üyeliğiyle, İsrail dostluğuyla, Soğuk Savaş sürecinde anti-komünizmiyle, siyasal özgürlüğe düşmanlığıyla, SSCB’ye karşı emperyalizmin ileri karakolu olmasıyla, Orta Doğu’da ABD hegemonyasına boyun eğmeyen Arap ülkelerine ve halklarına düşmanlığıyla bilinen bir ülkedir. Özellikle Erdoğancı rejimle birlikte TC’nin “İslam Türk sentezi”, “neo-Osmanlıcılık” maskesiyle bölgesel yayılmacılığıyla komşu ülke ve halklar için büyümekte olan bir tehdit oluşturduğu vurgulanmalıdır. Gerek genel olarak komşu ülke ve halklar, gerekse de Arap halklarının TC düşmanlığı bölgesel saldırganlığının, söz konusu tarihsel politikaların ürünüdür. Türk işbirlikçi tekelci sermayesi ve devleti Erdoğan’la birlikte bölgede en önemli savaş kışkırtıcısı ülkelerden birisidir. Bu konuda Suriye’de, Ege’de, Doğu Akdenizde, Azerbaycan Ermenistan arasındaki gerilim ve çatışmalarda, Libya, Somali gibi ülkelerdeki askeri saldırganlığı da yakın dönemin önemli örnekleridir. Ukrayna’da NATO ve neonazi diktatörlükle Rusya arasındaki savaşta denge unsuru gibi görünmeye çalışarak İHA’larla, SİHA’larla savaşa katılmasından da bu gerçeği görmekteyiz. TC’nin askeri-sanayi komplexini hızla geliştirmesi, hızlı ve kapsamlı silahlanması komşu ülkelerin de kendi hesapları ekseninde silahlanma yarışına girmesinde önemli bir faktördür.

Kuşkusuz ki buna bir de Arap halklarının Osmanlı İmparatorluğu döneminde asırlarca horlanmış ve zulüm altında yaşamış olmasının tarihsel rolü de eklenmelidir. “Arapların Osmanlıyı arkadan hançerlediği” propagandasıyla, Arap halklarının Osmanlı İmparatorluğuna karşı yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşlarına saldırılması ve aşağılanması Arap halklarının tarihsel belleğinde derinden yer etmiş unutulmayan bir tarihsel derstir...

Türk sermayesinin, devletinin, Saray rejiminin Osmanlıcılığı-İslamcılığı-Türkçülüğü bölge halkları nezdinde sempati toplamak bir yana, giderek artan oranda tepkiye yol açmaktadır. Türk burjuvazisinin yayılmacı saldırgan politikası, İsrail severliği halkların gözünden kaçmamaktadır. Türk sermaye devletinin geçmişten beri İngiliz ve ABD emperyalizmi, İsrail siyonizmi ile bölge halklarına karşı kurduğu saldırgan stratejik işbirliği, Sadabat Paktı’ndan Bağdat Paktı’na, CENTO’ya dek uzanan tarihsel serüveni; bölge halklarının anti-emperyalist, anti-siyonist mücadelelerinin ve Arap kimliğinin sürekli aşağılanması bölge halkları tarafından unutulmuş değildir. Aksine hangi kılığa bürünürse bürünsün Türk burjuva saldırganlığı ve yayılmacılığı her bir dönemeçte söz konusu tarihsel belleğin yeniden canlanmasına yol açmaktadır...

Örneğin, AKP’nin henüz yeni hükümet olduğu bir dönemde II. Körfez Savaşı’nda (Irak’ın 2003’de ABD tarafından işgali) “Türkiye’nin uluslararası koalisyonun liderliğini üstlenen ABD'den daha talep gelmeden boru hattını kapatması ve incirlik üssünü askerî operasyonlara açması yanında üst düzeyde ofansif bir söylem benimsemesi Arap Dünyasında ellili yıllarda oluşan batılı güçlerin desteğiyle de operasyonlara girişen Türkiye imajını tekrar uyandırmıştır. Irak’ın oluşturduğu tehditten tedirgin olan Arap ülkeleri bile bu durumdan rahatsızlık duymuşlardır.(Davutoğlu) Şu yakın dönemde Suriye’de Arap rejiminin yıkılmasında TC’nin ve Erdoğan rejiminin oynadığı uğursuz rol, Esad karşıtı duygulara ve tepkilere karşın, Arap halkları nezdinde iğrenilerek anılmaktadır.

Altı çizilmelidir: Balkanlardan Kuzey Afrika’ya, Karadeniz havzasından Orta Doğu’ya uzanan “hinterland”da Osmanlıcılık, Türkçülük ve Türk devleti nefret nesnesidir. Dört bir tarafta ülkelerin iç işlerine küstahça karışan, bölgenin efendisi gibi hareket eden TC’ye karşı bu nefretin büyümeye devam edeceğini vurgulamak gerekir.

TC, geçmişten beri jeopolitik önemini pazarlayagelmiştir. Bu pazarlama ve rantını yeme hayali değil, gerçek bir maddi temel üzerinde, onun jeopolitik önemi bağlamında etkili olmuştur. TC’nin NATO üyeliğine kabul edilmesi tesadüfi değildir. TC kendini kuşatan bölgede NATO’nun jandarması, sıçrama tahtası, anti-komünist bir dalga kıran rolünü oynamış; “Doğu blok”una karşı “Batı bloku”nun kalkanı ve saldırgan üssü olmuştur.

Kürdistan’ın en büyük bölümünü sömürgeleştirmiş olan TC, 3 kıtanın (Asya, Avrupa, Afrika) birleştiği bir havza ve coğrafyada yaşamsal bir yer tutmaktadır. Bu olgu emperyalist devletler nezdinde TC’yi oldukça değerli kılmıştır. Türkiye hem Asyatik hem Avrupai, hem de Orta Doğu’nun tarihsel ve kültürel karakteristiklerini bağrında toplamış bir ülkedir. Bu olgu TC’ye nispeten geniş bir hareket alanı açmaktadır.

İstanbul ve Çanakkale boğazları gibi stratejik boğazlar Türk burjuva devletine aittir.

Karadeniz, Ege, Akdeniz gibi stratejik değeri yüksek denizleri, ticari bölgeleri, geçiş güzergahlarını denetlemek bakımından TC’nin yaşamsal bir pozisyonu ve fonksiyonu vardır.

Dünya ticareti (ve askeri kapışmalar) için yaşamsal bir coğrafyada, Akdeniz-Süveyş Kanalı-Kızıl Deniz-Basra Körfezi-Hint Okyanusu stratejik hattı boyunca kontrolü sağlamak için TC jeopolitik önemi yüksek bir ülkedir.

Kuzey Afrika, Balkanlar, Ortadoğu, Hazar Havzası, Orta Asya, Kafkasya gibi Asya ve Avrasya stratejik kapışmasında TC’nin jeopolitik konumu ve gücü büyük öneme taşımaktadır.

Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni ve zengin enerji yataklarıyla TC havzayı denetlemede, kontrol altına almada stratejik önemde olan ülkelerden birisidir.

Küresel ve bölgesel enerji güvenliği, tedarik zincirleri bakımından önem taşıyan TC, doğal olarak bu bakımdan da önemli bir misyon üstlenerek ekonomik, siyasi, askeri avantajlar kazanmak, enerji piyasasını etkileyebilecek önemli bir faktör olmak istemektedir.

Orta Doğu gibi bir bölgede uluslararası ve bölgesel önem taşıyan önemli su kaynaklarını (Fırat, Dicle) kontrol etmesi TC’ye önemli bir konum kazandırdığı gibi, bu olanak ve konum komşu ülkelere karşı kullanılan stratejik bir silah işlevi de taşımaktadır. “Güneydoğu Anadolu Projesi” (GAP), Türk burjuva devletinin sömürgeci projesidir. GAP’ın işlevi salt “TC’nin kalkınması” bağlamıyla sınırlı değildir. Bu proje, TC’nin jeopolitik konumu ve yönelimleriyle de bağlı çok önemli bir projedir. Proje, “sınır aşan sular” kapsamında Orta Doğu çapında hegemonya ve rekabet mücadelesinin de aracıdır. Ve bu mücadelede GAP TC’nin saldırgan stratejisi ve askeri hesaplarıyla doğrudan bağlı bir projedir...

TC işgal ettiği, parçaladığı ve nüfus yerleştirme sömürgeciliğiyle Kıbrıs’ta kurduğu Türk kontur-gerilla devletiyle Akdeniz’de batmayan bir üs elde etmiş, böylece Kıbrıs’ı saran geniş coğrafyayı, keza Doğu Akdeniz’de yeni keşfedilen enerji kaynaklarını kontrol etmede büyük bir koz eline geçirmiştir. Kıbrıs bu öneminden dolayıdır ki, AB üyesi yapılmış ve NATO üyesi yapılması tartışmaları da gündemleşmiştir. Ayrıca ABD Kıbrıs Cumhuriyeti’nde askeri bir üs açmaya çalışmaktadır. ABD, İsrail, AB Kıbrıs’ı TC’ye yedirmeme operasyonuna devam etmektedir. Uluslararası arenada Kıbrıs Cumhuriyeti meşru ve resmi devlet olarak tanınırken, TC işgalinin (1974) ürünü olan kukla Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (“KKTC”) tanınmaması TC aleyhine bir durumdur. Resmi ve meşru Kıbrıs Cumhuriyeti’nin İsrail hava savunma sistemleriyle donatılması, bu sistemin 150 km uzaklıkta düşman füze ve uçaklarını vuracak güç ve yeteneğe sahip olması İsrail-TC rekabetiyle de bağlıdır. Kıbrıs ile Türkiye arası mesafenin 70 km olması dikkate alındığında İsrail menşeli savunma sisteminin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne büyük bir avantaj sunduğu açıktır...

Kıbrıs'ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve bölgesel politikalarda etkin olabilmesi mümkün değildir. Küresel politikalarda etkin olamaz; çünkü bu küçük ada Asya-Afrika, Avrupa-Afrika, Avrupa-Asya arasındaki stratejik bağlantıları doğrudan etkileyecek bir konuma sahiptir. Bölgesel politikalarda etkin olamaz; çünkü doğu ucuyla Ortadoğu’ya yönelmiş bir ok gibi duran Kıbrıs adası, batı sırtıyla da Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki stratejik dengelerin temel taşı durumundadır.” (Davutoğlu) Bu olgu gelecekte de Kıbrıs üzerinde somutlaşan küresel karakter taşıyan rekabet ve hegemonya mücadelesini daha da keskinleştirecektir. Küresel devletlerin yanı sıra havzada etkin olmak isteyen yerel, bölgesel devletlerin de TC üzerindeki baskı ve kuşatması da yoğunlaşacaktır. Böyle olmakla birlikte Kıbrıs’ı işgal ederek kukla bir devlet kurmuş olan TC devleti bu mevziyi sonuna dek canhıraş savunacak, jeopolitik ve jeoekonomik önemi yüksek olan bu mevziyi jeopolitik etkinliği için kullanmaya devam edecektir.

Çin’in Yeni İpek Yolu projesinin geçiş hatlarından birisi de Türkiye’dir. Orta Doğu’dan Avrupa’ya uzanan hatta TC, petrol ve doğal gaz akışının güvenli şekilde geçebileceği bir ülkedir. Türk egemen sınıfları, TC’yi enerji yollarının geçtiği bir köprü ve istasyon yapma hedefine sahiptir. Tarihi Baharat Yolu güzergahında inşa edilmek istenen, Hindistan’dan İsrail, Akdeniz üzerinden Avrupa’ya uzanacak hidrokarbon enerji ve ticaret projesinden ("Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru") dışlanan TC bu projeye dahil olmaya, dahil edilmezse projeyi engellemeye dönük çalışmalar yürütmektedir. Türk tekelci burjuvazisinin Katar gazının Irak-TC, Suriye-Irak-TC üzerinden Avrupa’ya taşınması projesine sarılması söz konusu dışlanmaya karşı takınılan tutumun yansıma biçimlerinden birisidir.

Açık ki, böylesine büyük jeopolitik öneme sahip bir ülkeyi ne komşu devletler, ne bölgesel rekabet yürüten devletler ne de Doğulu ve Batılı emperyalist devletler görmezden gelebilir. Bu konum ve durum TC üzerindeki emperyalist kapışmayı keskinleştirdiği ve keskinleştireceği gibi, aynı zamanda Türk tekelci burjuvazisine önemli hareket alanı açmakta, sayısız hesap ve manevralarla politika yürütmesine imkan sunmaktadır. Asya ve Avrupa kıtalarının birleştiği alanda dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın en büyük parçasının Türk egemen sınıfları ve devleti tarafından sömürgeleştirilmiş olması TC bakımından özel bir değere sahiptir. “Türkiye’nin milli güvenliğini” tehdit eden Büyük Kürdistan”, “Büyük Ermenistan”, “Büyük İsrail”, “Büyük Yunanistan” üzerine yürütülen propaganda Türk burjuva yayılmacılığının, bölge halklarına düşmanlığın bariz ifadesidir. Pan-İslamist, pan-Türkist yayılmacı ve saldırgan politikanın temsilciliğini yapan Türk burjuva devletinin bir yandan Türk işçi ve emekçilerini ırkçı, şöven, militarist, sömürgeci “bölünme” korkusuyla teslim almaya çalışırken öte yandan da sınır tanımaz bir iki yüzlülükle kendi dışındaki devletleri ve halkları suçlaması bir politika tarzıdır. Fakat bu bağlamda gelecekte olası “Büyük Kürdistan” TC’nin en büyük tarihsel korkusu olarak yüreğini 24 saat dağlamaya ve kudurtmaya devam edecektir...

İÇ VE DIŞ POLİTİKADA YENİDEN YAPILANAN TC’NİN GERÇEKLERİ

TC’nin yeniden yapılanması tarihin gündemine girmişti. Bu yeniden yapılanma hem Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin ulaştığı düzeyin hem de GOP’un gereksinimlerinin zorunlu kıldığı bir dönüşümdü. Bu olgu, kaçınılmaz olarak hem iç politikada hem de dış politikada karşılığını buldu.

12 Eylül askeri faşist darbesiyle bu sürecin önü açıldı. SSCB önderliğindeki kampın çözülerek dağılmasıyla dönüşümün önü açık hale geldi. Sosyo-ekonomik yapının gelişme düzeyi, emperyalist küreselleşme ve yeni tip uluslararası işbölümü, sosyo-politik yapının da dönüşümüne yön verdi. Tüm bu yeniden yapılanma olgusu, doğal olarak, TC’nin jeopolitik konumuyla, sermaye birkiminin, GOP’un gerekleriyle içiçeydi... Sürecin gelişimi Erdoğan ve AKP’si ile sıçrama yaptı. Eskimiş, gelişmenin önünde ayak bağına dönüşmüş olan Kemalist devlet ideolojisi ve siyasi üst yapı Erdoğan eliyle büyük bir oranda tasfiye edildi...

Bu yeniden yapılanma emperyalist küreselleşmeyle birleşen, “ulusal kalkınmacı”, “ithal ikameci”, “refah devleti” eksenindeki gelişme stratejisini ve modelini geride bırakan Türk tekelci kapitalizmi gerçeğiyle bağlıdır. Türk burjuva devletinin neo-liberal ekonomik-politikalar ekseninde yükselen bir devlet (“neoliberal devlet”) olarak biçimlendirilmesiyle bu süreç “tamamlanmış”tır. İçeride olabildiğine merkezileşmiş devlet aygıtı ve politik rejim, dışarıda emperyal yönelimli devlet bu yapılanmanın ifadesi oldu.

Kuşkusuz ki bu “yeniden yapılanma” olmuş bitmiş/tamamlanmış bir yapılanma olarak görülemez ama temel dönüşümü ve yönelimi açığa çıkarması bakımından önem taşımaktadır. Erdoğan’la-Saray’la somutlaşan politik rejim ve devlet tipi henüz sağlam temellere oturmamıştır. Siyasal ve toplumsal muhalefetin hedefi haline gelmiştir. Bu bakımdan toplumsal ve siyasal sistemin deneyimi ve gelişme yönü açısından, iç, bölgesel, küresel gelişmelerle, güç dengeleriyle, işçi sınıf ve halkların mücadelesiyle “süreç”e “balans ayarları” çekilmeye de devam edecektir...

Türkiye'de yaşanan en temel çelişki bir medeniyet çevresine siyasî merkez olmuş bir toplumun tarihî ve jeokültürel özelliklerinin oluşturduğu siyasî kültür birikimi ile siyasi elit tarafından başka bir medeniyet çevresine iltihak etme iradesi esas alınarak şekillenmiş siyasî sistem arasındaki uyum problemidir ve bu durum hemen hemen sadece Türkiye’ye has bir olgudur.” analizi önemlidir. Bu analiz, aynı zamanda “GOP” ile bağlı TC’nin yeniden yapılanmasının arka planını yansıtmaktadır. Nitekim ABD ve Türk burjuvazisi söz konusu çelişkiyi çözmeye yöneldi; İslamcı ve neo-Osmanlıcı Erdoğan ve AKP’si “biçilmiş kaftan” olarak öne sürüldü... Türk sermayesinin ve bu sermayenin bir bileşeni olan dinci sermaye böylece iç ve dış politikada kendi “Nizami Alemi’ni kurma” yolunda yürüdü... Özellikle 90’lardan bu yana Türk egemen sınıflarının iç çelişkileri, devlet içi kliklerin keskinleşen ve belli dönemeçlerden geçen savaşımı, yeniden yapılanmanın gerekleri ve gereksinmeleri üzerinde süregelen tartışmalar ve mücadele, üzerinde durduğumuz süreçle, durumla, yönelimle bağlıdır.

Yeni politik dönüşüm ve “Yeni Türkiye”nin hedefleri için ortaya konulan siyasal analiz ve propaganda ile Cumhuriyetin kendi “Tarihinden, mirasından, kültüründen, dininden, hinterlandından, coğrafyasının yüklediği görevlerden kop”tuğu vurgulanmıştır. Bu kopuşun cumhuriyeti kuran “siyasi elit” (sivil ve asker aydın Kemalist zümre) tarafından örgütlendiği vurgulanmıştır. Bu elitin, Osmanlılığı, hilafeti, padişahlığı, İslam dinini, geleneksel kültürü tasfiye ederek davaya ihanet ettiğinin altı çizilmiş ve “topluma ve tarihimize yabancılaşmış siyasi elit”in tasfiyesi merkezi sorun olarak tarif edilmiştir.

Siyasal İslamın ve neo-Osmanlıcılığın yeni dönemin seçeneği ve çözüm gücü olarak öne çıkışı ve çıkarılışı tam da Türk egemen sınıflarının ve ABD’nin yeni dönem çıkarlarının ifadesi olmuştur. Özal’ın İslamcı ve neo-Osmanlıcı yöneliminin, Erbakan’da ifadesini bulan siyasal İslam çizginin zaman içinde güç kazanarak en ileri formunu Erdoğan ve AKP’sinde bulması işaret ettiğimiz gereksinmelerle, yeniden yapılanmayla bağlı gelişme çizgisinin ürünüdür.

ABD ve Batı işbirlikçiliğinde derinleşirken “Batılı değerlere” karşı “geleneksel değerlerimiz”in yüceltilmesi, “kafir dünya”ya ait olduğu vurgulanan “Aydınlanmacı”lığa ve “radikal Batılı değerler”e reddiye ve düşmanlık, demokrasinin, laikliğin, yurttaşlığın, kadın haklarının tasfiyesi bu yönelimle bağlıdır. Revizyonist/kapitalist kampın çözülüşü, dünya devriminin ağır yenilgisini getirdi. Emperyalist küreselleşmenin atılımı, “Amerikanizmin yüzyılı”nın ilan edilmesiyle birleşti. Bu dönemde “modern Ortaçağı”ın başat hale gelişiyle TC’deki sözünü ettiğimiz ideolojik ve kültürel alanda Ortaçağcıl İslamcı ve neo-Osmanlıcı yükseliş iç içe gelişti. Türkiye’deki bu yükselişin en azgın kapitalizm ve emperyalizm savunusu eşliğinde sermaye birikiminin gelişmesi ve yeniden yapılanmayla birlikte bir atılıma dönüştüğü vurgulanmalıdır. “Batının teknolojisini alma ama kendi milli, tarihi kültürümüze bağlı kalma” operasyonunun en iki yüzlü biçimler alarak atılıma geçmesinde de hiç kimse ABD yetiştirmesi “GOP eşbaşkanı” Erdoğan’la, AKP ile, İslamcı sermayeyle yarışamaz bile. Aynı şekilde yeni dönemin inşasında siyasi İslamcılığın, neo-Osmanlıcılığın, İslam tarihinin, Osmanlı tarihinin, TC tarihinin, ırkçı, Türkçü tarihin en gerici, en saldırgan değerlerinin militanca savunulup demagoji ve terörle toplumun, işçi sınıfının, halkların üstüne boca edilmesinde de kimse Erdoğan ve AKP ile yarışamaz, yarışamamıştır.

MHP’nin “tarihî-dinî süreklilik unsurları ile zıtlaşmayan bir milliyetçilik anlayışını benimse”mesi, AKP-Erdoğan’la kurduğu iktidar ortaklığı, Erdoğan’ın Bahçeli tarafından “Yeni Türk asrının inşasının lideri” ilan edilmesi özü ve özetini vurguladığımız yeniden yapılanma çizgisinin gerekleriyle bağlıdır

CHP’yi de içeren Erdoğan ve Saray rejimi tarafından çizilmiş çerçevede muhalefet yapma olgusu da söz konusu gerçekle, gerçeklerle bağlıdır.

Lozan Antlaşması’yla kurulan ve güvence altına alınan TC’nin, savunma refleksiyle “tarihi mirasından ve kendi hinterlandı”ndan koptuğu, Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine Misak-ı Milli sınırlarını ve ulus-devleti müdafaa stratejisini ve yeni Türk devletinin yükselen Batı eksenine alternatif ya da muhalif değil, bu eksenin bir parçası olmasını benimsediğini,dinî, millî ve tarihî süreklilikin reddine dayanan ihanetle özdeş bu zaaflı politikanın terkedilerek yerine yeni dönemin inşa edilmesi gerektiği propagandası eşliğinde iç ve dış politikada yeni bir dönem başla özellikle Erdoğan ve AKP ile birlikte.

ABD’nin liderliğinde İslamcı sermayenin ve onun entelektüel ve politik sözcüleri özellikle SSCB’nin çöküşünün ardındanUlus devletlere meşruiyet zemini sağlayan modern ideolojilerin etkilerini kaybettiği “ve geleneksel kültür değerlerinin yeni unsurlarla birlikte uluslararası alana taşınmalarının da “ülkelerin uluslararası konumlarını etkileyen bir yeniden tanımlama süreci başlattığı propagandası ile yeni dönemi ve yeni yönelimi meşrulaştırmaya yöneldiler. Yeni dünya koşullarında TC’nin eski kimliğinden koparak yeni kimlik tanımlanması eşliğinde jeopolitik konumunun ve jeopolitikanın gerektirdiği yeniden yapılanmaya sıçrarken, bu politikaya bağlı olarak TC’nin sınırlarının “milli ve tarihi, kültürel” gerçeğine, “tarihi miras ve tarihsel derinliğine göre yeniden tanımlanması gerektiğinin altı çizildi.

Yeni stratejik yönelimle eski Osmanlı sınırlarının “Türklüğün” yeni sınırları olarak görülmesi gerektiği; “İslam alemi”nin yeni bir “Nizam-ı alemin” kurulması için yanıp tutuşarak Türkiye’yi beklediği propagandası ile “kamuoyu” “ikna” edilmeye çalışıldı. TC’nin, güç ve jeopolitik konumunun yeni dünya düzeninde kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmesi” gerektiği, Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmeninyeni dönem politikasını şekillendirmesi olmazsa olmaz ilan edildi. Bu bağlamda Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının (hinterland) kademeli bir tarzda genişletilerek uluslararası küresel konumunun güçlendirilmesi hedefine yönelik dış politika stratejisinin jeopolitik temeliolduğu; buna uygun politik bir liderlik ve irade ortaya koymak gerektiği vurgulandı.

Türk egemen sınıfları ve TC, neo-Osmanlıcı, İslam-Türk sentezi (ve pan-Türkist, Türk-İslam politikaları) eşliğinde dört bir cephede kendine yol açmaya, bölgesel rekabette güçlü konuma gelmeye, yayılmaya dayanan bir stratejik hattan ilerlemektedir. Özelde İslam coğrafyasında, Türkik coğrafyada, Orta Asya’da, Kafkasya’da, Akdeniz’de mevziler kazanmaya çalışmaktadır. Emperyal yayılma politikasının ifadesi olan Mavi Vatan” propagandası ile başta Akdeniz olmak üzere Ege Denizi, Karadenizbabamızın çiftliği” ilan edildi. Bu yönelim “yeni kimlik”in, “yeni uluslararası vizyon”un, yeni jeopolitik stratejinin gereklerine dayanan bir yönelimin açık ifadesi olarak okunmalıdır. Bu bağlamda “resmi sınırlar” ile “jeopolitik sınırlar” arasındaki çelişkinin yeni uluslararası vizyonla, TC’nin gücünü resmi ve fiili “optimal” kullanarak ve büyüterek yapacağı hamlelerle çözmesi gerektiği propagandası ve pratik yönelimi söz konusu “vizyon”un yaşamsal bir olgusu olarak öne çıktı. Bu çelişkinin Osmanlıcı, İslamcı TC’nin “yeni dinamizmi”nin imkanı ve etki alanını yaymanın, derinlik kazandırmanın aracı olarak görülmesi gerektiğinin altı özellikle çizildi. “Jeopolitik kesişim alanlarınının” kaçınılmaz olarak sert ve karmaşık mücadelelere, çatışmalara yol açacağı, özellikle doğrudan müdahale imkanlarının henüz zayıf olduğu hatlarda büyük jeopolitik güçler arasında manevralar yaparak, iç çelişkilere oynayarak esnek ama atak bir politika izlemek gerektiği vurgusu aynı okuma ve pratiğin uzanımlarıdır.

Temel bir gerçeğin vurgulanması gerekir; TC, emperyalist dünya sistemi içerisinde kapitalizmin orta derece geliştiği ülkelerdendir. Türkiye’de kapitalizm derinlemesine ve genişlemesine hızla gelişmektedir. Türk işbirlikçi tekelci sermayesi emperyalistleşme politikasına yönelmiştir. Türk burjuva devleti, yalnızca 85 milyonluk pazar olmasıyla, yalnızca ekonomik gücüyle değil, hızla gelişmekte olan askeri-sınai kompleksiyle, büyük ordu gücüyle de yer aldığı coğrafyada önemli bir güçtür. Onun NATO üyesi olması bölgesel yayılmacı politikasında fütursuzca davranmasına önemli bir güvence sağlamaktadır. Komşu devletler ve halklar TC’yi dost değil, saldırganlığı büyüyen tehlikeli bir düşman devlet olarak görmektedir. TC 1990’lar, 2000’ler öncesinin Türkiye’si değildir. Bölgede ve çevresinde etkin bir oyun kuruculuğuna soyunmuş bölgesel emperyal yayılmacı bir devlettir. “Soğuk Savaş”ın son bulması, yeni bir dönemin kapısını açtı ve TC, Soğuk Savaş’ın işlevli aleti olmaktan çıkarak “gelişme potansiyeli” ve imkanlarıyla, yeniden şekillenen güç dengeleriyle, uluslararası ilişkileriyle yeni dönemde özgün roller üstlendi.

Kapitalizm, burjuvazi, burjuva devletler doğası gereği yayılmacıdır. Yayılmacılığın derecesi ise temelde ekonomik, siyasi, askeri güçle bağlıdır. TC kapitalizmin hızla gelişmeye devam ettiği yayılmacı bir devlettir. 1980, özellikle de 2000’ler sonrası TC sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-ideolojik, sosyo-kültürel alanlarda yeniden yapılandı. Kuşkusuz ki bu yapılanma küresel çaptaki değişme ve gelişmelerle bağlı bir yeniden yapılanma oldu. Fakat yeniden yapılanma ve yeni vizyonda temel olan faktör TC’nin kendi iç dinamikleridir.

NOT: “Orta Doğu Üzerine Notlar” yazı diziminizin bu bölümünü, uzun olması itibari ile ikiye bölerek yayınlamaya karar verdik. Yazımızın devamı önümüzdeki yayında yer alacaktır.

DEVAM EDECEK

* El Kaide’nin 11 Eylül vuruşunun ABD hesapları çerçevesinde en azından elde edilmiş verilere karşın bilinçli olarak önlenmediği saptaması büyük olasılıkla doğru bir değerlendirmedir. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın Pearl Harbor askeri üslerine “sürpriz” olduğu iddia edilen saldırısının sürpriz olmadığı, bu saldırının yapılacağı bilindiği halde ABD tarafından bilinçli olarak önlenmediğinin on yıllar sonra ortaya çıkması olgusunu burada hatırlatmak gereksiz olmayacaktır. ABD öncelikle iç kamuoyunu savaşa katılmaya ikna etmek, böylece “cephe gerisini sağlama alarak” dünya egemenliğini sağlama stratejisi ile bağlı II. Dünya Savaşı’nda etkin konum almak üzere bu saldırıyı önlemediği anlaşılıyor. Bilakis açığa çıkan ABD resmi belgeleri bunun kanıtlamaktadır. Bu olgu burjuva ve emperyalist Makyavelizminin sınır tanımayan gerçeğine ışık tutmaktadır.

Küresel ölçekte çok kutupluluk olgusu ve çok kutupluluk olgusunun önümüzdeki yıllarda daha da güçlenecek olması ABD’nin emperyalist demagoji ve manipülasyonunu, Hitlerci Goebbels’çi propaganda tekniğine dayanan ABD merkezli küresel propaganda “bakanlığı”nın her saniye, her salisye ABD (ve Batılı emperyalist müttefikleri) için çalıştığı halde daha belirgin açığa çıkarmaya hizmet edeceğini de hatırlatmak isteriz.