Translate

21 Nisan 2025 Pazartesi

Ateşkes, Barış ve Politik Çözüm Sorunları ve Parti Tavrı* — BELGE —

 

Ateşkes, Barış ve Politik Çözüm Sorunları ve Parti Tavrı*

BELGE —

OKUR İÇİN ÖN AÇIKLAMA:

Blogumuzda yer verdiğimiz “Ateşkes, Barış ve Politik Çözüm Sorunları ve Parti Tavrı” başlıklı belge, önce MLKP’nin merkezi yayın organı Partinin Sesi’nde; daha sonra bir belge olarak, sosyalist teorik ve politik yayın organı olan Proleter Doğrultu Sayı 19’da (1998, Kasım-Aralık) yayınlanmıştı. Bilindiği gibi, Bahçeli, 1 Ekim’de (2024) TBMM’nin yeni yasama yılının açılışında DEM sıralarına gelerek tokalaştı... Bu ilk adım, tesadüfen atılmamıştı. Bahçeli’nin çıkışı, daha sonra kamuoyuna yansıdığı üzere, devlet ve Saray ve İmralı arasında yapılan görüşmeler ve hazırlık temeline dayanmaktaydı. Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihinde DEM İmralı Heyeti tarafından kamuoyuna duyurulan açıklaması ve ardından PKK’nin ateşkes ilan etmesiyle ateşkes, barış, çözüm, devrim sorunu ve bağlamı bir kez güncelleşti. Başlamış olan yeni süreci dikkate alarak tarihi öneme sahip olduğunu düşündüğümüz bu belgeyi tamda bu koşullarda yayınlamanın yararlı olacağını düşündük.


I

PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nden itibaren geçerli olmak üzere tek taraflı ve süresiz ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Bilindiği gibi, PKK, Mart 1993’te ve Aralık 1995’te de tek taraflı ateşkesler ilan etmiş, ancak sömürgeci faşist diktatörlük her seferinde ateşkes ilanlarına demir yumruk ve barut politikasıyla yanıt vermişti.

A. Öcalan’ın ateşkes ilan ederken yaptığı açıklamaları şöyle özetleyebiliriz. Avrupa Parlamentosu’nun ateşkes çağrısına olumlu yanıt verdik. Bize bazı Türk devlet kurumlarından, Türk yetkililerden dolaylı kanallardan mesajlar geldi. Demokratik kamuoyunun barışa şans tanımak için bizden beklenti ve istekleri vardı. Bu istek ve beklentilere yanıt verdik. Ordu komutanlık kademesi yenilendi. Yeni Genelkurmay Başkanı hakkında bazı olumlu şeyler söyleniyor. Bu adımla yeni kuvvet komutanlarına da bir şans tanımak istedik. Seçim süreci yaşanıyor. Dikkate aldık. Biz cumhuriyete karşı değiliz. 75. yıldönümünde demokratik bir cumhuriyet için, demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşamak istediğimizi göstermek istedik. Kürtlerin kimliği tanındığında, kimlik ve hakları anayasal bir güvenceye kavuşturulduğunda sorun çözülecektir. Kürt sorunu çözüldüğünde Türkiye, ekonomik ve siyasi krizden çıkacak, bölgenin güçlü, zengin ve istikrarlı bir ülkesi haline gelecek. Devleti yıkmak; ülkeyi bölmek politikamız “milli sınırları” “parçalamak gibi bir niyetimiz yoktur.” Sorun askeri değil politik yoldan, barışçıl çözülmeli. Taktik yapmıyoruz, böyle düşünenler yanılıyor, açıklamalarımız samimidir.

Gerilla, anlaştığımızda güvenlik gücüne dönüştürülebilir. Barışa yeni bir şans tanımak için bu adımı atıyoruz. Bir kez daha ilan ettiğimiz ateşkes “siyasi çözüm” için samimiyetimizi ve kararlılığımızı göstermektedir.

Öcalan’ın içerik olarak yukarıda özetlediğimiz düşünce ve açıklamaları yeni değildir. Özü itibarı ile söz konusu düşüncelerin ana unsurları, 1993’ten beri her fırsatta ısrarla ve defalarca iç ve uluslararası kamuoyu önünde açıklanagelmişti. Yakın dönemde Türk ordusunun Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilen ve bir süre sonra Özgür Gündem Gazetesi’nde yayınlanan Öcalan’ın mektubunu da geçerken hatırlatmak isteriz.

Bilindiği gibi “Bağımsız, Birleşik Kürdistan” hedefi, PKK programında yer almasına rağmen 1993’teki 1. ateşkes ilanından bu yana unutulmuş, “barış”, “politik çözüm” değerlendirme ve hedefi ısrarla vurgulanan bir olguya dönüşmüş, dönüştürülmüştür.

Kuşkusuz ki, söz konusu değişim rastlantısal değildir. Aksine PKK’nin bir tercihi, somut politik yönelimidir.

PKK, yönelimini “politik çözüm” doğrultusunda kurgulamış bulunuyor. PKK liderinin “bu düşüncelerimizde samimiyiz, yaptığımız taktik değildir” açıklamaları, değerlendirmeleri gerçekten de samimidir. Ama kuşkusuz ki bu, Bağımsız Kürdistan çizgisinden bir geriye düşüş, reformizme doğru bir dönüştür. Söz konusu yönelimin hangi oranda yaşam bulup bulamayacağı, hangi oranda kemikleşip kemikleşmeyeceği tarihi ve güncel koşullara bağlıdır ki, PKK’nin ateşkes ilanlarını “barış” ve “siyasi çözüm” politikası ve yönelimi ekseninde ele alındığında gerçek bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. PKK’nin ateşkes(ler) ilanını “barış” politikasından, “siyasi çözüm” politikasından yalıtarak yapılacak her değerlendirme nesnel, bilimsel ve devrimci olmayacak, doğal ve kaçınılmaz olarak subjektif değerlendirmelere, çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının, Kürt halkının ve coğrafyamız halklarının nesnel olarak yanıltılmasına neden olacağı gibi, devrimci dostluk politikasının ve Marksizm-Leninizm ile oportünizm arasındaki; proletarya enternasyonalizmi ile ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki kalınca kurulması gereken sınır çizgilerinin bulunmasına yol açacak ve böylece burjuvazinin ve reformizmin değirmenine su taşıyacaktır.

Bu bağlamda sorunun birçok bakımdan ele alınması, proleter devrimci yaklaşımın vurgulanması, yanlış olanın devrimci eleştirinin konusu yapılması gerekmektedir.

II

PKK’nin tek taraflı ateşkes ilanı, Türk egemen sınıfları ve sömürgeci faşist diktatörlük tarafından daha başından ateş ve barutla, demir yumruk politikasıyla yanıtlandı ve yanıtlanmaya devam etmektedir.

Ateşkes ilanının sömürgeci faşist diktatörlük tarafından sopa politikasıyla yanıtlanacağı açıktı. Çünkü coğrafyamızda, bölgemizde, uluslararası arenadaki gelişmeler, politik güçler dengesi diktatörlüğün PKK’nin ateşkes çağrısına olumlu yanıt vermesini henüz dayatmıyordu ve dayatmıyor. Batı’da devrimci bir yükseliş ve atılım evresine henüz girilmemiştir. Türk burjuvazisi, Türk egemen sınıfları arasında Kürt sorununun çözümünde farklı politik yönelimi ifade eden eğilimlere karşın egemen ve belirleyici politika kirli, haksız, sömürgeci savaşı sürdürme, yoğunlaştırma politikası olmaya devam etmektedir; ki kısa erimde diktatörlüğün bu politikasının değişmesinin olanaklı olmadığının da altının çizilmesi gerekir. Yurtsever devrimci hareket, Amerikancı Türk ordusu karşısında askeri zafer veya üstünlük kazanabilmiş değil. Dahası PKK, ‘93’ten bu yana serhıldanlar dalgasının (yeni bir çıkışın verileri giderek artmasına karşın) geri çekilişi, kırların insansızlaştırılması ve askeri gücünü korumakla birlikte verdiği önemli kayıpların etkisi koşullarında ve uluslararası diplomatik ilişkilere giderek daha fazla yöneldiği ortamda ateşkes ilan etmiş bulunuyor. Bölgede ve uluslararası arenada gerek karşıdevrimci güç odaklarının ilişki ve çelişkisi bakımından gerekse de devrimle karşıdevrim arasındaki güç ilişkileri bakımından koşullar, Türk egemenler sınıflarını ve faşist diktatörlüğü önemli tavizler vermeye zorlayacak düzeyde değil.

Tüm bu olgular, sömürgeci faşist diktatörlüğün neden PKK’nin ateşkes çağrısına olumlu yanıt vermediğinin ve veremeyeceğinin, yaratılan beklentinin aksine, şoven-asimilasyoncu-militarist faşist sömürgeci savaşı tırmandıracağının verilerini de oluşturmaktadır.

Açık ki, faşist karşıdevrim “ez ve çöz” politikasını uygulamaya devam ediyor ve edecektir. MASK, MGSB, 28 Şubat kararları ve bu kararlara dayalı bütün hızıyla süren 3. topyekün saldırı dalgası “ez ve çöz” politikasının, geleneksel demir yumruk politikasının somut ve çarpıcı kanıtlarıdır. MGSB’sinde ifade edilen “kamusal olana ilişkin olmamak koşuluyla kültürel” kırıntıların verilmesi değerlendirilmesi “ez ve çöz” politikasının ifadesi olduğu gibi, MGK solculuğunu geliştirme (diğer unsurlardan bazıları “Türk milliyetçiliğinin ırkçı” yorumlarına ve “ülkücü mafyaya” karşı “mücadele”, “irticaya” karşı mücadele vb.) ordu hakkında “sol”cu hayaller yaratma, başında sopayı Demokles’in kılıcı gibi sallayarak Kürt ve Türk reformizmini geliştirme, daha fazla denetim altına alarak teşvik etmek gibi hedefleri de içermektedir.

Bu bağlamda PKK’nin ateşkes ilanı taktiği tutmayacak, halklar nezdinde hayali beklentiler; reformist duygu ve düşünceler yaygınlaştıracak, MGK’nın alan açtığı liberal, reformist akıma taze kan taşıyacaktır.

Türkiye jeopolitik konumu itibarıyla emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin en stratejik alanlarından biri. Amerikan emperyalizmi ile başını Almanya’nın çektiği Avrupalı emperyalistler arasında, Türk burjuva devletiyle Avrupa Birliği (AB) arasında önemli çelişkiler ve mücadeleler söz konusu.

PKK, bu çelişkilerden yararlanmaya çalışıyor; yalnızca Avrupa ve uluslararası demokratik kamuoyunun değil, aynı zamanda Avrupalı emperyalistlerin desteğini artırma ve sömürgeci faşist diktatörlük üzerindeki baskıları büyütmek istiyor. Kuşkusuz ki, Avrupalı emperyalistler Kürt halkına aşık oldukları, PKK’yi sevdikleri için değil, emperyalist ekonomik, siyasi, askeri çıkarları için Kürt kozunu oynamak, giderek PKK’yi dişleri, tırnakları çekilmiş uysal bir arslana çevirmek için belli ölçülerde Kürt halkına yakın duruyorlarmış görüntüsü vermeye çalışıyorlar. Bu bağlamda bazı siyasi kararlar alıp Türk burjuva devletini sıkıştırmaya çalışıyorlar.

Yani PKK’nin bu manevrası ve benzer politik manevraları, eğer sağlam bir ilkesel temele ve somut siyasal koşulların nesnel bir değerlendirilmesine dayanmazsa (ki, ateşkesin gerekçeleri ve “barış”, “siyasi çözüm” politikaları, bu bakımdan PKK’nın iç zaafiyetini yansıtıyor) son tahlilde götüreceği yer, reformizmin galebe çalması olacaktır. Bu tehlike mevcuttur. Bunu görmezden gelemeyiz. AP’nin (Avrupa Parlamentosu) taraflara ateşkes çağrılarına AP kararı gerekçe gösterilerek adımın atılması, bu tehlikenin somut verilerinden biridir. Emperyalistler arası çelişkilere ve Avrupalı pekçok emperyalist devlet ile Türk burjuva devleti arasındaki çelişkilere oynama, onlar hakkında hayaller yaymadan, bağımsız politik kişiliği zedelemeden ve ulusal savaşımı geliştirmeye hizmet ettiği oranda (stratejide dolaylı yedeklerden yararlanma) anlamlı ve doğru olur, olacaktır.

Bugün için PKK’nin Avrupalı emperyalist devletlerle olan ilişkisinde esasen bağımsız politik kişiliğini yitirdiğini kuşkusuz ki, ileri sürmüyoruz ve süremeyiz de. Ama onlar hakkında hayaller yayan propaganda ve ajitasyon yapmadığını da söyleyemeyiz. Emperyalizme darbeler indiren bir hareket olmasına karşın Kürt sorununun “barışçıl” ve “politik çözüm” için sık sık emperyalist siyasi ve askeri kurumlara, devletlere yapılan çağrılar ve beklentiler ne yazık ki ulusal kurtuluşçu Kürt devriminin önderliğini yapan PKK’ye ait bir gerçektir.

PKK’nin ateşkes ilanının bir diğer gerekçesini oluşturan el altı haberlere gelince. Diyelim ki, bu doğrudur. Fakat bu neyi değiştirir? Söz konusu haberlerin amacı ne? PKK’yi nereye yönlendirmeyi hedefliyor?

Açık ki, amaç PKK’yi reformist-liberal batağa çekmektir. Hayali beklentiler yaratmaktır. Bilinçleri bulandırmak, PKK’nin yurtsever devrimci kimliğini törpülemek, reformist damarı geliştirmektir.

Kuşkusuz PKK, ateşkes taktiği ile burjuvazi, egemen sınıflar ve devlet içerisinde çatlaklar yaratmak, büyütmek, siyasal çözüm yanlısı burjuva kliklerin gelişmesini de hedefliyor.

Düşman kampında çatlaklar yaratmak, büyütmek, iç istikrarsızlığını geliştirmek, asıl olarak ulusal savaşımın derinliğine, gelişmişliğine, şiddetine, gücüne, vuruş yeteneğine, Kürt devrim yangınının Batı’ya taşınmasına, Kürdistan’daki ulusal mücadelenin Batı’da devrimci bir dalga ve atılımla birleşmesine bağlıdır. Çatlak yaratmak, düşman kampını istikrarsızlaştırmak ve çelişkilerden yararlanmak bu ilkesel temel görüş açısına ve taktiğine bağlı kullandığı oranda, bu temel tarafından yönlendirildiği oranda anlamlı bir taktik olabilir.

Ama PKK’nin ateşkes politikası, bugün bu gereksinime yanıt veren bir taktik olmadığı gibi, “siyasi çözüm” yanlısı burjuva klikleri güçlendirmek gibi reformist-liberal bir beklenti ve teşvik unsurunu içerdiği için de ayrıca yanlıştır ve reformizmi körüklemektedir.

Ne olduğu, muhatabın somut olarak kimler olduğu belli olmayan ve üstelik devlet politikasının Kürt devrimini ezme ve marjinalleştirme çizgisinde bir iç kararlılığın olduğu, yeni bir topyekün saldırı dalgasının bütün şiddetiyle sürdüğü, TÜSİAD ve askeri kliğin ve Amerikan emperyalizminin yeniden yapılandırma faşist programının ekonomik, politik, toplumsal, ideolojik ve askeri planda yaşama geçirme ekseninde kararlılıkla yürüdüğü bir dönemde el altı haberleriyle bir ateşkesin ilanı ya da ilanının bir gerekçesi yapılması elbette ki, doğru, devrimci bir politika değildir ve olamaz da.

Öcalan’ın yenilenen ordu kuvvet kademesine bir şans tanıma gerekçesi üzerinde de durulması gerekiyor. Belli ki, PKK lideri, ateşkesle orduya Kürt sorununun “siyasal çözüm”ü için hazır olduğu mesajını vermek istediği gibi, ordunun yeni şeflerinden bazı beklentileri de var.

Türk burjuva ordusunun politik yaşamdaki yerine, haksız, kirli, sömürgeci savaştaki rolüne, “ez ve çöz” politikasındaki kararlılığına vb. girmeye gerek yok.

Yanı sıra, PKK’nin yürüttüğü savaşımda Türk ordusunun gerçeklerini ne kadar canlı ve yakından tanıdığını belirtmeye de gerek yok.

Bunlar bilinen gerçeklerdir.

Ama tüm bu gerçeklere karşın PKK’nin Amerikancı faşist Türk ordusunun yeni askeri şeflerine “şans tanıma” ve beklenti içerisinde olmasına ne demeli? Ordu hakkındaki pek çok gerçekçi değerlendirmelerine karşın sık sık ordu hakkında hayaller ve beklentiler yayan açıklama, düşünce ve tavırlarının izahı ne olabilir?

Bu izahın temelinde PKK’nin “siyasal çözüm”, “barış” politikası ve yönelimi durmaktadır. Bu politik yönelim, doğası gereği reformist karakterdedir. Bu olgu, PKK’nin orduya ateşkes gibi taktik manevralarla mesaj vermesine ve yeni şeflerden (ki, ordunun, devletin temel politikası net olduğu ve geleneksel politika ve iradede güçlü çözülme ve dağılma olmadığı halde) ütopik, liberal beklentiler içerisine girmesine yol açmaktadır.

Ama PKK’nin 1. ve 2. ateşkesler döneminde olduğu gibi, Özal’dan vb.’lerinden beklentiler döneminde olduğu gibi, 3. ateşkes çağrısı da bir kez daha gerçeklerin yakıcılığıyla yüz yüze gelecektir.

Kuşkusuz ki, söz konusu düşünceler, beklentiler coğrafyamızda MGK’nın bilinçli olarak alan açtığı, kışkırttığı reformizmi beslemekte ve güçlendirmektedir. Başta Kürt ulusal mücadelesi içerisinde belirleyici olmasa da önemli bir yeri olan Kürt orta burjuvazisinin güçlenmesi için açıkça bir olanak sunmaktadır. Bu olanağın hangi oranda Kürt ulusal reformizminin elinde yıkıcı bir somut olanağa dönüşüp dönüşmeyeceğini savaşımın seyri ve bu seyir sürecindeki nesnel, öznel koşulların toplamı belirleyecektir.

Ateşkes ilanının zamanlamasında TBMM’in almış olduğu genel seçim (ve yerel seçimlerin zamanında yapılması) kararı önemli bir yer tuttuğu görülüyor.

Seçim sürecinin burjuva karşıdevrim cephesi bakımından dizginsiz bir şovenist ve saldırgan kampanya dönemi olarak geçeceği; komünist, devrimci-demokrat, yurtsever güçlere karşı terör ve tehdit ortamında gerçekleşeceği; dahası yurtsever güçlerin, HADEP’in seçim çalışmalarını binbir biçimde engelleme ekseninde geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Yani, seçim süreci burjuvazi ve değişiklikleri bakımından “siyasi çözüm”, “barış” propagandasını yaptıkları bir dönem olmayacak, esas olarak dizginsiz ve gözü dönük bir şovenizm kampanyasının örgütlendiği bir dönem olacaktır. Cumhuriyetin yaşadığı kriz, derinleşen siyasi bunalım, burjuva cephedeki parçalanmışlık, burjuva partilerin güçsüz ve zayıflayan konumları, ölmüş atı kamçılayarak zoraki canlandırılmaya çalışan Kemalizm, ordunun gitgide artan politik iktidar tekeli ve inisiyatifi, çeteleşme olgusu etrafında dönen dolaplar, Amerika, siyonizm, faşizm ittifakının giderek derinleşmesi, İran ve Suriye karşıtı yoğunlaştırılan düşmanca propaganda vb. vb konumuz bakımından hatırlatılabilecek bazı somut verilerdir.

Her şeye rağmen PKK’nin tek taraflı ilan ettiği ateşkes süreci, eğer seçimler sürecinde bozulmadan devam edebilirse bir ölçüde ulusal savaşımın politik etkisini büyütecek, şovenizmin etkisini göreli olarak kıracak, diktatörlüğün iç ve uluslararası teşhir sürecini derinleştirip genişletecektir.

Yine ateşkes süreci, PKK’nin güç toplama, öngördüğü politik ve askeri savaşım hattında daha etkin hazırlık için bir fırsat olma rolünü de oynayacağına dikkat çekmek isteriz.

Sonuç olarak PKK’nin ateşkes taktiği, Kürt ve Türk halklarının yararından çok zararınadır: Bu taktiğin sunduğu ve değerlendirilecek ilerici olanaklar sınırlı ama reformist akıma açtığı geniş alanla, yığınları gerçekçi olmayan hayali beklentilerle oyalamayla, bilincini bulandırmayla, sömürgeci faşist diktatörlüğü cesaretlendirip saldırganlaştırma olgularıyla devrimci değil reformcu bir taktiktir.

III

PKK’nin seslendirdiği “barış” ve “siyasi çözüm” politikası reformist içeriktedir.

Bu politikanın sonucudur ki, emperyalizme ve Türk egemen sınıflarına ısrarla, amacımız devletini yıkmak değil, demokratikleştirmektir. Cumhuriyeti yıkmak değil demokratik bir cumhuriyet olarak yenilemektir. Ülkeyi bölmek değil Kürt kimliğinin ve haklarının tanınmasıdır. Ayrı devlet kurmak değil anayasal güvenceye kavuşturulmuş aynı devlet çatısı altında federal bir çözümdür vurgusu yapılmaktadır.

Yine bu politika ve yönelimin sonucudur ki, Türk egemen sınıflarına bu krizden sizi ancak biz kurtarırız, böylece Türk devleti bölgenin en güçlü devleti haline gelecektir açıklama ve propagandası yapılmaktadır.

Evet PKK, ulusal devrimci bir partidir ve Kürt ulusal devriminin önderliğini yapmaktadır. O, bu savaşımında haklıdır ve desteklenmelidir ve tarafımızdan da yalnızca sözde değil pratik savaşım yoluyla da desteklenmektedir. Kürt halkının ve ulusal savaşımın ilkeli, tutarlı dostu olan partimiz kuşkusuz ki, emperyalizme, faşist diktatörlüğe ve bölge gericiliğine darbeler indiren ulusal devrimini politik-pratik olarak enerjik bir şekilde desteklemeye devam edecektir.

Ama Türk, Kürt, ulusal azınlıklardan Türkiye proletaryasının öncü politik kurmayı olarak, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının özgürlük, devrim ve sosyalizm özlemlerinin ve kavgasının temsilcisi olan partimiz, tüm işçi ve emekçi kitleler önünde devrimci dostluğun ve tarihi ve güncel sorumluluklarının bir parçası olarak gerçekleri olduğu gibi açıklamakla, yurtsever hareketin sınıfsal ve ulusal davanın ve kavganın zararına olan zaaflarını eleştirip mücadele etmekle yükümlüdür

PKK’nin “barış”, “siyasi çözüm” söylemi ve yönelimi, O’nun ulusal devrimci kimliği içinde ulusal reformist bir yönelim ve damarı ifade etmektedir. Önü alınmadığı zaman kaçınılmaz sonu FKÖ’lüleşmedir, ANC’leşmedir. Kürt halkının, Türkiye halklarının, işçi sınıfının düşmanları PKK’yi devrimcilikten arınmış bir PKK olmayı dayatıyor. Kürt devrimini reformist-liberal çizgide boğarak söndürmeyi; bazı kırıntılarla bitirmeyi amaçlıyorlar. Emperyalizm ve yerli gericilik bu çabasında yalnız değildir. Reformist akım da bu amacında onların hizmetinde.

Bu gerçekleri görmezden gelmek, en başta Kürt halkına ve haklı ulusal savaşımı ve ödediği ağır bedellerle bağdaşmaz.

Kürt ulusal devriminin (ve Türkiye devriminin) işbirlikçi egemen sınıfları krizden çıkarmak gibi, krizini bir nebzecik olsun bile hafifletmek gibi, devleti ve kontrgerilla cumhuriyetini yeniden yapılandırmak gibi bir görevi olamaz. İşçi sınıfının, Kürt halkının, halkların görevi, krizi derinleştirmektir; krizi devrim ve iktidar kavgasının zaferi için kullanmaktır. Egemen sınıflara zeytin dalı uzatarak, onları kendi tarihlerinin en derin krizinden çıkarmak misyonu üstlenmek veya buna istekli olmak, eğilimi göstermek halkların ve Kürt halkının görevi değildir. Sistemin egemen sınıflarına, 75 yıllık kurum ve kuruluşların zorluklarına, çıkmazlarına, çözümsüzlük ve bunalımlarına seslenerek onları ikna etmeye çalışmak Kürt yurtseverlerinin, ulusal kurtuluşçu Kürt devriminin görevi olamaz ve olmamalıdır

Bu yaklaşım, reformist ve liberal bir yaklaşımdır. Görev, sistemin krizini derinleştirmek, krizin elverişli zeminini ve olanaklarını devrim yangınını büyütmenin, faşist iktidarı yıkmanın aracı haline getirmektir.

Kürt ulusal sorununun çözümü, burjuva demokratik reformlar sorunu, anayasal bir sorun değil, bir devrim ve iktidar sorunudur.

Kürt ulusal sorunu yarı-sömürge, geri kapitalist Türkiye düzeninin reforme edilmesiyle, işbirlikçi Türk burjuva faşist diktatörlüğünün “demokratikleştirilmesi”yle (burjuva demokrasisine dayanan bir diktatörlük) asla çözülemez. Adına ister “federatif çözüm” isterse “özerklik” ya da “otonomi” vb. densin, işbirlikçi kapitalist düzen, Türk egemen sınıflarının egemenliği ve faşist diktatörlük, antiemperyalist demokratik halk devrimiyle yıkılmadan ve bir emekçi cumhuriyeti kurulmadan Kürt sorunu çözülmez. Ateşkes ilanı çerçevesinde A. Öcalan’ın ileri sürdüğü gibi “T.C’nin hükümranlığına karşı olmayıp cumhuriyeti yeniden birlikte örgütleyelim” görüşleriyle Kürt ulusu çektiği acılardan kurtulamaz, eşit, onurlu, özgür, demokratik bir barış elde edilemez, sömürgeci boyunduruk ortadan kaldırılamaz. Türk burjuva cumhuriyetini Türk egemen sınıflarıyla birlikte yeniden örgütlemek görevi işçi sınıfının, Kürt halkının, emekçi yığınların görevi değildir. Susurluk’ta tüm pislikleriyle ortaya çıkan kontrgerilla cumhuriyetini yıkmak; işçi-emekçi sovyetler cumhuriyetini kurmaktır.

Kürt ulusu, sömürge statüsünden, sömürgeci baskıdan ancak devrimle kurtulabilir. Kürt ulusu, başta ayrı devlet kurma hakkı olmak üzere tüm ulusal demokratik haklarına, ulusal özgürlüğüne ve barışa ancak devrimle; emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin, Türk egemen sınıflarının egemenliğinin ve onların sömürgeci faşist devletinin devrimle yıkılmasıyla, tasfiye edilmesiyle ulaşabilir. Dahası bu özgürlüğünü işçi sınıfının ve partisinin önderliğinde sosyalizme, proletarya diktatörlüğüyle, komünizme doğru yürüyerek tam ve nihai güvenceye alabilir.

Burjuva liberal düşlerle, reformist politikalarla, düzen içi çözümlerle Kürt sorunu çözülemez. Kürt ulusal özgürlüğünün kazanılması (başta da ayrı devlet kurma hakkı, ulusların ve dillerin eşitliği) Türkiye devriminin temel sorunlarından biridir ve genel politik özgürlükler sorununun temel, asli bir unsurudur. Politik özgürlüklerin kazanılması (bu özgürlüklerin bir bileşeni olan Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünü kazanması) sorunu ise bir devrim sorunudur

Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur. Egemen sınıfların iktidarı yıkılmadan, egemen sınıfların iktidarının sürdüğü koşullarda Kürt devrimi “federatif” bir çözümle, “özerklikle”, “anayasal” bir kimliğin kazanılmasıyla burjuva demokratik reformcu bir çözümle sonlanırsa, bu tarihsel ve siyasal bakımdan çok önemli bir ilerlemeyi ifade etse de Kürt sorunu sürecektir. Olsa olsa sömürgeci boyunduruk, sömürgeci politika ve ulusal baskı geçici olarak hafifleyecek, daha ince ve dolaylı biçimde sürecektir.

Bu çözüm, ne proletaryanın ne Kürt halkının, ne de Türkiye halklarının çözümü olamaz ve olmayacaktır. Ki, Türk egemen sınıfları iyice köşeye sıkıştıklarında, devrimin Batı’ya sıçrayarak düzeni ve diktatörlüğü yıkma somut tehlikesiyle karşı karşıya getirdiği koşullarda, bütünü kurtarmak için parçayı feda etme taktiğinin bir gereği olarak söz konusu çözümü benimseyebilir. Söz konusu burjuva reformist çözümler gündemleşebilir de. Ki, nitekim burjuvazinin akıllı ideologları, politik sözcüleri, satılık kalemşörleri, diplomalı uşakları, daha bugünden söz konusu “siyasi çözüm” politikasını geliştiriyor ve egemen sınıfları bekleyen tehlike karşısında uyarıyorlar .

Bu gerçeğin bir an olsun unutulmaması gerekiyor. Yurtsever dostların bu gerçeği de görmesi gerekir.

Her ulusun barış içinde yaşama hakkı vardır. Tıpkı her ulusun ayrı devlet kurma hakkı olduğu gibi. Ulusların ve halkların barış içerisinde, özgürce yaşama hakkı vardır. Ama odağında emperyalizmin durduğu dünya gericiliği, halkların ve ulusların bu hakkını da gasp etmiş, gasp etmeye sistemli bir biçimde devam etmektedir ve edecektir. Coğrafyamızda da barışın düşmanları emperyalistler, Türk egemen sınıfları ve burjuvazisidir. Proletarya ve temsilcisi partimiz, emperyalizmin, Türk egemen sınıflarının, burjuvazisinin sömürgeci faşist diktatörlüğün barış düşmanlığına, barış hakkının gaspına, kirli sömürgeci savaşına kendi çıkarları uğruna halkları, ulusları birbirini kırdırmasına, haksız savaşa karşı devrim ve sosyalizm kavgasını örgütleyip yürütmektedir ve daha etkin bir savaş hattında bu kavgayı büyütecektir.

Coğrafyamızda emperyalizmin, sermaye ve faşizmin gasp ettiği, çiğnediği, demir yumruk politikasıyla yanıtladığı barış istemine ve kavgasına sahip çıkmak gitgide daha yakıcı pratik-politik bir sorun haline gelmektedir.

Barış talebi ne küçük burjuva reformistlerine, ne de ezilen ulus milliyetçiliğine terkedilebilir.

Sınıf bilinçli proletarya, barış talebinin de en enerjik ve en devrimci temsilcisidir. O, pasifist, ütopik, reformist, dar ulusalcı akım ve eğilimlerle kendi arasında kalın bir sınır çizerek, devrimci temelde bu talebe sahip çıkmaktadır, çıkacaktır.

Coğrafyamızda barış, Kürt ulusu ve halkının barış talebi ancak devrimle elde edilebilir ve burjuva demokratik bir hak olan barış istemi, tıpkı Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünün ve genel politik özgürlüklerin kazanılması sorunu gibi bir devrim sorunudur, antiemperyalist demokratik devrimin zaferi, kalıcı bir barış için sosyalizmin zaferi sorunudur.

Yarı-sömürge, geri kapitalist Türkiye düzeni sürdükçe, Kürt ulusunun adil, eşit, özgür, onurlu bir barışı elde etmesi asla olanaklı değildir. Barışı kazanmak mı istiyoruz, o halde barış devrimle, barış düzenin ve egemen sınıfların egemenliğinin ve diktatörlüğünün yıkılmasıyla kazanılacak ve bir gerçeğe dönüşecektir .

Kim tarafından önerilirse önerilsin, kim tarafından mücadelesi verilirse verilsin düzen içi “politik çözüm”le sağlanan “barış” barış değildir, olamaz. Kim ne derse desin düzen sınırları içerisinde Kürt devriminin en ileri kazanımlarla (örneğin Kürt kimliğinin tanınması, dilini ve kültürünü kullanma hakkının tanınması, bölge valiliğinin, koruculuğun, özel ordunun, özel timin dağıtılması, kirli savaş suçlularının bir kısmının feda edilmesi, tazminat ödenmesi vb.) söndürülmesiyle ne ulusal özgürlük gelecek ne adil, eşit, demokratik, onurlu bir barış kazanılacak, ne de Kürt sorunu çözülecektir. Olsa olsa Kürt sorununun ateşi geçici olarak düşürülmüş olacak; sorun bir kez daha ve yeni bir biçimde daha sert biçimlerde kendini dayatacaktır.

Marksist Leninist Komünistler Kürt ulusunun başta ayrı devlet kurma hakkı olmak üzere tüm demokratik ulusal haklarını ve demokratik barış talebini kayıtsız şartsız desteklemekte ve kavgasını vermektedir.

Ama bu hakları şartsız destekleme ve pratik savaşımını verme ile PKK’nin ideolojik siyasi çizgisini, PKK’nin “barış” ve “siyasi çözüm” politikasını desteklemek farklı şeylerdir. Partimiz, birincilerin mücadelesini vermekte. PKK’nin yurtsever mücadelesini desteklemekte, ama onun ideolojik-siyasi kimliğini; “barış” ve “siyasi çözüm” öneri ve yönelimini desteklememektedir

Partimiz, PKK’nin emperyalizme, gericiliğe darbe vuran mücadelesi sürdüğü sürece onunla ortak düşmana karşı ortak kavgasını yürütmede bir an bile tereddüt etmeyecektir. Öte yandan, partimiz, yine bu süreçte (ve her zaman) PKK ile sınıfsal farklılığını ortaya koymaktan da geri durmayacaktır. Bu bizim devrimci-komünist kimliğimizin ve devrimci dostluk anlayışımızın vazgeçilmez bir gereğidir.

PKK’nin “barış” ve “siyasi çözüm” mücadelesi reformcu içeriğine karşın bugün için ilerici bir rol oynamaktadır. PKK’nin bir reformcu yönelişine, reformizmde derinleşme eğilimine karşın o, emperyalistler ve Türk burjuvazisinin içerisinde gelişen “politik çözüm” çizgisine dayanarak değil, ulusal kurtuluşçu Kürt devriminin dinamiğine dayanarak savaşı başlatmış, büyütmüştür. Bu, onun güçlü yanıdır.

Komünistler proletaryanın, halkların, devrim ve sosyalizmin yararına olan, hizmet eden bir barıştan yanadırlar. Ne olursa olsun barış stratejisi kadar, düzen içi kazanımlarla bitecek bir ufuk darlığıyla yürütülecek barış stratejisine ve böyle bir stratejiye yönelim gösterilmesine de karşıdırlar.

Komünistler, devrim, sosyalizm, iktidar kavgasının zaferine bağlanmış bir barış stratejisi ve amacıyla barışın kavgasını vermekte ve verecektirler de.

Devrimci hareketimizin geleneksel tarzının (dar pratikçi, ilkel, amatör tarzının ifadesi olan) şekillenmesinin ürünü sekter, barış kelimesinden ürken, onda reformizm ve oportünizm gören, Kürt halkının ve ezilenlerin barış isteminden sekterce uzak duran kafa yapısının aksine, barış istemine devrimci bir tarzda sahiplenmeye devam edecektir. Ezilen, sömürülen, horlanan kitlelerin söz konusu talebini ve mücadelesini dışardan seyreden, küçümseyerek bakan bir tavrı değil, bilakis talebi devrimci kitle mücadelesinin geliştirilmesinin aracı yapan bir politik-pratik hattın savaşçılığını yapmaktadır.

Vurgulanması gerekir ki, PKK’nin öngördüğü “barış”, “siyasi çözüm” politikasının zaferi bile büyük bedeller ödemeyi, sömürgeci faşist diktatörlük ile sert bir savaşım gerektiriyor. Bu olmaksızın Türk egemen sınıflarının (gerek geleneksel politik şekillenmeleri gerekse, Türkiye’nin jeopolitik öneminden kaynaklanan konumu ve emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin sertleşecek oluşu, gerekse de sözkonusu burjuva reformist çözümün yol açacağı yeni devrimci imkanların olası sonuçlarından duydukları korku vb.) bu çözüme kolaylıkla “evet” diyeceğini beklemek politik saflık olacaktır.

PKK’nin “barış”, “politik çözüm” yöneliminin reformist de olsa ilerici bir rol oynadığından bahsettik. Bu rol (ve partimizin barış talebi karşısındaki devrimci politikası) kaçınılmaz olarak, barış talebini duyduğu her yerde kırmızı renk görmüş boğa gibi saldıran faşizm ve sermayenin teşhir olmasına, şovenizmin etkisinin kırılmasına, geniş yığınların özdeneyleriyle (faşizmle geniş yığınlar karşı karşıya gelmekte ve gelecektir bu olgu, gerek Kürt halkı gerekse de Türk işçi ve emekçileri arasında) barışın devrimle geleceğini görmesine hizmet edecektir. Yığınların sadece propaganda ve ajitasyonla devrime çekilmeyeceği, bunun için bir de yığınların özdeneylerinin gerekli olduğu gerçeği (Leninizmin temel taktik kurallarından biridir bu kural) barış talebi ve mücadelesi için de tümüyle geçerlidir.

Barış talebine devrimci bir strateji ve taktikle sahiplenmek bir şeydir, reformcu bir strateji ve taktikle sahiplenmek veya yönelimle sahiplenmek bambaşka şeylerdir.

Birincisi zaferin, yığınları devrime kazanmanın, istikrarlı ve tutarlı bir savaşım hattının güvencesi, barışın elde edilmesinin de en güvenceli, en az acılı yoludur. İkincisi ise, halkların kavgasını süreç içerisinde bazı kazanımlarla, reformlarla, sistem içi çözümlerle söndürme yoludur. Birinci hat devrimcidir. İkinci hat reformcudur. Devrimin yan ürünü olacak politik reform ve kazanımların nihai hedefinin, asıl amaç haline getirilmesidir.

PKK’nin etkinliği, çapı, etkisi, siyaseti etkileme gücü düşünüldüğünde, herhangi bir devrimci parti, grup ve çevreden farklı olarak onun yanlış ve zaaflarının, reformist yöneliminin (tersi de doğrudur) Kürt halkı, coğrafyamız halkları nezdinde yaratacağı bilinç bulanıklığı, hayali beklentiler, yol açacağı tahribatlar çok daha derin ve kapsamlı olacaktır.

Bu gerçeğin altı kalınca çizilmeli ve özellikle vurgulanmalıdır.

Barış sorununun reformcu konuluşu ve mücadelesi, reformist barış stratejisi ve bu strateji tarafından yönlendirilen taktik hat (ÖDP, EMEP vb.) veya bu stratejiye doğru yönelim, gerek Kürt halkı nezdinde gerekse de Türk halkı nezdinde, en bilinçli, en mücadeleci, yanı sıra, az çok aydınlanmış, mücadele eden ya da etmeye istekli ve Kürdistan’daki sömürgeci savaşa, Batı’da geliştirilmeye çalışılan faşist iç savaş politikasına karşı mücadelede uyanan ve uyanacak olan kitleler nezdinde derin bir tahribat yaratmakta ve yaratacak, bilinçlerini bulandırmakta, hayali beklentileri yaymakta, onların devrimci enerjisini her rengi ve tarzıyla reformist, liberal (ki, yarın iyice köşeye sıkıştıklarında barışçı(!), politik çözümcü(!) kesilecek Türk egemen sınıflarının) akımların ve cephenin peşine, yedeğine takarak boğacaktır.

PKK’nin söz konusu barış yöneliminin oynadığı, oynayacağı rolün demokratik karakterini vurgulamak yetmez, bu gerçeğin de (PKK’nin yöneliminin olumsuz etkisi, götüreceği yer) ısrarla Kürt halkı ve halklar nezdinde vurgulanması gerekir.

Küçük burjuva devrimci-demokrasisinin sekterliğine karşı mücadele etmek yetmez, yasalcı reformist akımların sosyal şoven hattının da geniş yığınlar nezdinde deşifre edilmesi gerekir. Ama bu da yetmez, yurtsever hareketin söz konusu reformizmde derinleşmesine karşı da dostça mücadele edilmesi gerekir.

Biliniyor, sadece öncü ile tayin edici savaşlara hazırlanmak ve kazanmak olanaklı değil. Açık ki, geniş yığınların ve işçi sınıfının kazanılması, ikna edilmesi gerekir. Kuşkusuz ki, sadece teorinin, ilkelerin, program ve stratejinin gerçeklerinin açıklanmasıyla yığınlar (bu barış talebi ve mücadelesi için de geçerli) kazanılamaz; burada başarılı, devrimci bir taktik hat politik esneklik hattı, yığınların (ve Kürt halkının) yakıcı taleplerinin militan bir hatta sahiplenilmesi gerekir ve işçi sınıfının, Kürt halkının, ezilen milyonların özdeneyleriyle bu gerçeği görmesi gerekir

Sadece barış propaganda ve ajitasyonuyla yetinen pasifist ve sosyal şoven bir politika değil, barış özlemine, istemine günlük mücadeleler içerisinde enerjik bir şekilde sahiplenen bir hat. Sadece barış doğrultusunda iyi niyetli açıklama, dilek ve temennilerle yetinen reformist bir politik hat değil devrim, iktidar, sosyalizm amaçlarına bağlanmış burjuvaziden, oportünizmden, reformizmden bağımsız devrimci kitle hareketini sistemli geliştirme hattı. Barış davası ile devrim ve iktidar davasını birleştiren, birinciyi ikinciye bağlı ele alan bir savaşım hattı. Her türlü savaşa karşıyız gerici liberal, reformist, ütopik ajitasyonu değil, Kürt halkının haklı savaşını pratik olarak destekleyen, faşizm ve sermayenin haksız, kirli, sömürgeci savaşımına karşıdevrimci savaşımcı hatta şovenizme, sosyal şovenizme karşı en enerjik savaşım hattı. Soyut ve pasifist bir barış söylemiyle işçi sınıfını, halkları aldatan bir hat değil, kitleleri devrimci eyleme çağıran, aydınlatan, savaş mevzilerine süren devrimsiz barış politikasına karşı devrimci savaşım hattı. Egemen sınıfların iktidarını, sömürgeci boyunduruğu devrimle yıkmadan sağlanan “barış”ın gerçek bir barış, demokratik ve onurlu bir barış değil, Kürt ulusunun köleliğinin yeni biçimlerde bir burjuva barışla sürdürülmesini güvenceleyen, barış olduğunu, faşizm ve sermayenin boyunduruğunu askeri biçimler yerine barışçıl biçimlerde (savaş politikasının zor yoluyla sürdürülmesiyse, barış da politikanın “barışçıl” biçimlerde sürdürülmesidir) devamı olduğunu gösteren bir barış olduğunu ideolojik, politik olarak gün ışığına çıkaran bir savaşım hattı. Her siyasi temel talep gibi barış talebini de işbirlikçi kapitalist sistemin yıkılması, devrim ve sosyalizmin gerçekleşmesi mücadelesine tabi kılan bir hat. Kürt ulusal sorununun çözümü ve Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkı gibi, demokratik barış talebini emperyalizme, işbirlikçi kapitalizme, faşist diktatörlüğe karşı devrimci program ve taktikle birleştirerek ele alan bir hat. Devrimin yan ürünü olarak kazanılacak reformcu kazanımların (örneğin Bölge Valiliğinin, koruculuğun dağıtılması, yerinden yurdundan edilen Kürt halkının yerlerine dönüşü, tazminat ödenmesi, zindanların boşaltılması, anadilde eğitim vb.) iktidar kavgasının kaldıraçları ve zaferi için kullanılması; reformlar için mücadeleyi devrim için zafere kilitlenmiş bir eksende ele alınışını öngören bir savaşım hattı.

İşte MLKP’nin savaşım hattı budur.

Partimiz, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünün ve ayrı devlet kurma hakkının şartsız ve tavizsiz savunucusudur.

Partimiz, çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının tek parti çatısı altında birleşik devrimin savaşçısıdır. Partimizin Kürt ulusuna önerdiği çözüm devrimin zaferinin ürünü olacak, ulusların ve dillerin eşitliğine dayanan, istediği an ayrılma hakkının garantiye alındığı işçi-emekçi sovyetler cumhuriyetidir.

Partimiz, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğü gibi doğal hakkı olan demokratik, onurlu barışa ulaşmasının ve kazanılmasının tek güvenli yolunun antiemperyalist demokratik halk devrimi olacağını vurgular. Partimiz emperyalizme, şovenizme, sömürgeciliğe ve faşizme karşı mücadelesinde Kürt halkının tek tutarlı ve en devrimci dostudur.

Kürt ulusunun sömürgeci statü ve sömürgeci ulusal baskıdan kurtuluşu, ayrı devlet kurma hakkı başta olmak üzere ulusal özgürlüğünü kazanabilmesi için; bu statü ve baskıya karşı ulusal tepkiden ulusal direnişe, ulusal direnişten ulusal ayaklanmaya gelişen ulusal kurtuluşçu devrimin Batı’ya taşınması, merkezinde devrimci bir işçi hareketi duran, devrimci bir dalga ve patlamaya dönüşen devrimci bir kitle hareketinin geliştirilmesi, Batı’da nüve halinde bulunan ve olgunlaştırılması derinleştirilip geliştirilmesi gereken ikinci cephenin (bu müdahalenin somut politik biçimlerinden biri de Haziran ‘98’de kurulan BDGP’dir) inşasıdır. Sömürgeci faşist diktatörlüğün en büyük korkusu da budur, Kuzey Kürdistan’da patlak vermiş ve direnen devrimin ve devrim yangınının Batı’ya taşınması, yangının iki cephede birleşik tutuşarak düzeni ve devleti yakması ve kül etmesidir.

Acil politik görev, Türk egemen sınıflarıyla, onların sömürgeci devletiyle masaya oturup eldeki başarı ve kazanımlara, politik ve askeri kozlara dayanarak “barış”ı, “politik çözüm”ü talep etmek değil, Doğu’da ve Batı’da ulusal ve sınıfsal savaşımı; antifaşist, antişoven, antiemperyalist kavgayı birleşik ve militan bir tarzda devrim ve iktidar kavgasının zaferi için derinlemesine ve genişlemesine yaymaktır. Kürt ulusunun haklı demokratik barış istemini de savaşımı yaymada, büyütüp zaferi kazanmada güçlü bir somut politik talep olarak kullanmadır

Emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”nin Ortadoğu’da (örneğin Filistin ulusal davası hatırlansın), Afrika’da (örneğin Mandela ve ANC hareketi hatırlansın), Latin Amerika’da (örneğin, El Salvador’da 5 partinin oluşturduğu devrimci cephenin deneyi hatırlansın.), İberik Yarımadası ve Avrupa’da (örneğin Bask ve Katalonya, son olarak da İrlanda hatırlansın) dayattığı “barış”, “politik çözüm” emperyalist ve gerici politikaların bir örneğinin de coğrafyamızda daha bugünden şu veya bu şekilde ve düzeyde dayatılması, PKK’nin hizaya sokulmaya çalışılmasına karşı mücadele, başta işçi sınıfımız ve partimiz ve Kürt halkı olmak üzere tüm devrimci, yurtsever güçlerin görevidir.

Elbette ki, Kürt ulusal devrimi, Kürt halkı bu tuzağa kolay kolay düşmeyecektir ve düşmemesini dileriz. Ama PKK ve Kürt ulusal hareketi içindeki güçlü reformist yönelimi ve derinleşmesi karşısında yurtsever hareketi ve Kürt halkını uyarmak, savaşımı daha güçlü büyüterek bu tehlikeye karşı durmak, çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının acil ve vazgeçilmez görevidir.

Kürt ulusal sorunu, onun güncel ve yakıcı istemleri, o arada barış talebi söz konusu olduğu zaman şu temel yaklaşımlara bağlı kalarak hareket edilmelidir: Taktiği, taktikleri strateji yönlendirmelidir. Güncel, kısmi, geçici istemler genel, sürekli ve temel hedeflere bağlı ele alınmalıdır. Günlük mücadele her durumda program ve stratejinin yönetiminde, program ve stratejinin çıkarlarına bağlı ve ona tabi bir şekilde ele alınmalıdır.

Bu perspektiften her sapış ve kayış Marksizmin Leninizmin, işçi sınıfı devrimciliğinin politik önderlik ve politik mücadele ruhuna aykırı düşecek ve bizleri farklı sınıf ve tabakaların mevzisine sürükleyecek ve giderek o mevzilerde konumlandıracaktır.

Strateji, taktik, günlük mücadele ve talepleri ile program ve temel talepler ilişkisinde örneğin siyasal özgürlük (demokrasi) sorununu ele alış tarzımız, Kürt ulusal sorunu ve barış talebi ve mücadelesini ele alışımızda bizlere rehber olmalıdır.

*Proleter Doğrultu İki aylık Devrimci Sosyalist Teorik ve Politik Dergi, Kasım - Aralık 1998, Sayı: 19

9 Nisan 2025 Çarşamba

ANTİ-FAŞİST KİTLE HAREKETİ, KÜRT DİNAMİĞİ VE “BARIŞI TOPLUMSALLAŞTIRMA” MESELESİ

 


I) MART AYINI İKİ TÜR KİTLE HAREKETİ BELİRLEDİ

II) ERDOĞAN’IN STRATEJİSİNİN KARAKTERİSTİKLERİ

III) BARIŞI TOPLUMSALLAŞTIRMAK” AMA NASIL?



I) MART AYINI İKİ TÜR KİTLE HAREKETİ BELİRLEDİ

Newroz ve Batıda İstanbul merkezli patlak veren ve ülke çapına yayılan anti-faşist kitle hareketleri Mart ayına damgasını bastı.

Her biri kendi nesnel özgünlüğü üzerinde yükselen ve dinci faşist iktidarı köşeye sıkıştıran iki büyük kitlesel hareket, aslında Türkiyenin geleceğini birlikte inşa edecek iki dinamiğin önemini, birleşik bir halk hareketinin yaşamsal önemini gösterdi.

Bu yıl Newroz, daha büyük kitlelerin katılımıyla coşkulu tarzda kutlandı. Newroz kutlamaları Amed ve İstanbul’da doruk noktasına ulaştı. Kürt halkı 2025 Newroz’unda da ulusal özgürlük talebini güçlü tarzda dile getirdi. Dünden bugüne Newroz kutlamaları, “devletle bütünleşme”yi, tam teslimiyeti dayatagelmiş devlet ve yönetici merkezlerine karşı ulusal direniş ve devrimci başkaldırı günleri olageldi. Bu yıl da Newroz serhildanı aynı kudretini ortaya koydu.

Batıda patlak veren ve çok değişik kesimlerden kitleleri bir araya getiren kitle hareketi ise, ekmek, özgürlük, hukuk, adalet talepleriyle şekillendi. Ancak Kürtlerin ulusal eşitlik talepleri hareket içinde ya doğrudan yer bulmadı ya da sınırlı, yarı dolaylı biçimlerde yansıdı. Öyle ya da böyle, Kürt sorunu ve mücadelesi kendi varlığını, baskısını açıkça ortaya koydu. Örneğin, Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın Saraçhane’deki ırkçı açıklamalarına karşı doğan güçlü tepkiler üzerine Özel’in Kürt halkından özür dilemesi; keza Özel’in İstanbul ve Amed Newroz mitinglerine mesaj gönderme ihtiyacı duyması, her iki mitingde de okunan Özel’in mesajlarının CHP’nin daha önceki tutumlarından daha ileri açıklamalar olması; “Kent uzlaşısı”nın araçsallaştırılarak CHP’ye karşı “terör” iddiası ile operasyonların örgütlenmiş olması, bu şekilde okunabilir. DEM patlak veren halk hareketine desteğini açıklamakla birlikte örgütlü bir seferberlikle hareket içerisinde yer almadı. Bununla birlikte, on binlerce Kürt emekçisi, yurtseveri, DEM taraftarı harekete katıldı. Kürt halkı terörde, Kürt düşmanlığında, kayyumculukda sınır tanımayan Saray’ın suratına inen ağır tokadı sevinçle karşıladı...

Batıda patlak veren ve politik gündemi belirleyen anti-faşist kitle hareketi, Newroz kitle hareketinden farklı olarak, kendiliğinden gelişen, devrimci bir liderlikten, örgütlü olmaktan yoksun bir halk hareketi karakteristikleriyle biçimlendi. Ekonomik yoksullaşmaya, siyasal baskılara, toplumsal adaletsizliğe, ahlaki ve kültürel çöküşe karşı patlak veren kitle hareketi, Erdoğancı diktatörlüğe karşı çok değişik toplumsal kesimleri seferber eden bir hareket oldu. Hareketin yönü, istikrarı, geleceği henüz netleşmemiştir. CHP, kendisini aşan anti-faşist kitlesel hareketi Erdoğancı diktatörlüğün CHP üzerindeki ağır baskılarını kırmak, erken seçim ve İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi hedefiyle yedeklemeye yönelmiş durumdadır. Devrimci hareketimizin oldukça zayıf durumu bu ise CHP’ye istediği manevraları yapma, inisiyatif geliştirme olanağı sunmaktadır.

Patlak veren anti-faşist halk hareketi, şimdilik, dinci faşist lümpen elebaşının İstanbul, Ankara belediyelerine ve CHP’ye kayyum atama plan ve saldırısını boşa çıkardı. Böyle olmakla birlikte, CHP İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla, Şişli Belediyesi’ne atanan kayyumla, Beylikdüzü belediye başkanının görevden uzaklaştırılmasıyla ciddi yaralar aldı.

Kitle hareketi, CHP’yi de CHP’ye rağmen “yumuşama”, “normalleşme” politikasından uzaklaştırarak “faşizme karşı mücadele”, “sokaklara”, “sokaklar bizimdir” politik tavrına taşıdı. Bu gelişmeler (“sosyal patlama”), şimdilik, dinci faşist elebaşının ve sarayın psikolojik ve politik inisiyatifi kaybetmesine, inisiyatifin sokaklara çıkan milyonların ve burjuva ana muhalefet partisinin eline geçmesine yol açtı.

2025 Newroz’unun bir kez daha kanıtladığı gibi, Kürt halk hareketi anti-faşist, anti-sömürgeci karakteri ile dolaysız politik niteliktedir. Ulusal özgürlük istemi harekete damgasını basmaktadır. Türkiye’de Kürt halkına dayanan Kürt ulusal mücadelesi son 40 yılı aşan mücadele gücüyle, örgütlülüğüyle, önderliğiyle, sürekliliğiyle tartışılmaz bir şekilde öndedir ve Türkiye’de siyasal özgürlükler mücadelesinin de öncü dinamiğidir. Bu dinamiğin, sınırlı kesimler hariç, Türk halk mücadele dinamiğiyle birleşememiş olması ise en büyük dezavantajıdır. Tersinden bu olgu, Türk halk mücadelesinin ve işçi sınıfının dezavantajıdır. Bu olgu, halkları zayıf düşürmekte, faşizm ve sermayenin lehine geniş alan açmakta, manevralar yapmasına hizmet etmekte, ağır saldırıların püskürtülmesini de engellemektedir.

Her iki hareket, nesnel olarak, siyasal özgürlük temel talebinde ortaklaşmaktadır. Bu ortaklaşmanın Kürt ve Türk ulusundan halkların birleşik mücadelesi çizgisinde geliştirilmemesi çeşitli milliyetlerden proletaryanın da temel bir zaafıdır. Kuşkusuz ki, halkların mücadelesine öncülük yapabilecek proletarya hareketine dayanan bir komünist partinin yokluğu bu tablonun başına yazılmalıdır...

Türkiye’de değişik uluslardan ve ulusal topluluklardan emekçilerin, işçilerin, kadınların, diğer ezilen toplumsal kimliklerin mücadeleleri ve tarihsel deneyimi Türkiye’nin gündeminde duran ve süreçleri belirleyen temel tarihsel ve güncel sorununun politik özgürlük sorunu olduğunu açıkça ortaya koymaya devam etmektedir...

II) ERDOĞAN’IN STRATEJİSİNİN KARAKTERİSTİKLERİ



2025 Newroz kutlamaları dinci faşist iktidarın “Terörsüz Türkiye”, “Türk Kürt ittifakı”, “iç barış”, “cephe gerisini tahkim” etme adına yürürlüğe koyduğu oyun planına karşı güçlü bir devrimci yanıt oldu. Kürt halkının faşizm ve sermayenin “ulusal demokratik taleplerinizden vazgeçin, şartsız teslim olun” çağrısını kabul etmeyeceği açıktır. Mart ayında verilen bu yanıt, Batıda patlak veren anti-faşist kitle hareketi ile buluştu. “Batı” ve “Doğu”daki geniş kitlelerin mücadelesinin buluşması ve hele de birleşiklik ve süreklilik düzeyine sıçraması daima faşizm ve sermayenin en büyük korkusu olageldi; böyle bir buluşma ve gelişme çizgisinin diktatörlüğün sonunu getireceğini en iyi Türk egemen sınıfları, Saray ve faşist diktatörlük bilmektedir.

Saray’ın “oyun planı” gözden düşmüş Erdoğan’ın sürekli gaspettiği ve göstermelik hale gelmiş seçimlerle yeniden başkan seçilmesini; dinci faşist politik rejimin süreklileştirilmesini; “sosyal patlama”ları önleme ve ezmeyi; içeride ve dışarıda Kürt ulusal hareketinin tasfiye edilmesini hedeflemektedir. Fakat böyle bir planın yaşam bulması, iç cephenin tahkim edilmesinden geçmektedir. İç cepheyi tahkim politikası ise faşist “iç barış” politikasına dayanmaktadır. Faşist iç barış ve istikrar politikasının zafere ulaşmasının tek yolu ise faşist devlet terörünün sistematik geliştirilmesinden geçmektedir. “Terörsüz Türkiye”nin anlamı budur.

Karşımızda aşırı çürümüş, politik ve toplumsal temeli daralmış, güç kaybetmeye devam eden; inşa edilen politik rejimin henüz sağlamlaşmadığı, kalıcılığının tehlikede olduğu; “rıza üretme yeteneği”ni çoktan kaybetmiş, içerde ve dışarda terör silahı dışında başka bir silahı kalmamış; tümüyle göstermelik hale gelmiş sandıkta seçimleri kaybettikleri koşullarda seçim sonuçlarını kabul etmek bir yana, iktidarı devretmeye de niyeti olmayan bir egemen sınıf kliği ve lideri ile karşı karşıyayız... 19 Mart’tan bu yana daha da zayıflamış, yaralı hayvandan beter, henüz toparlanmaktan uzak, ağzından zehirli köpükler saçan saldırgan bir iktidarla karşı karşıyayız. Halk desteği zayıflamış, son tertibinin altında kalmış, alışageldiği ayarları bozulmuş, ayakta kalmak için, “Allah’ın ipidir” deyip AB ve özellikle ABD, Trump ipine sarılarak kendini pazarlamaya çalışan dinci faşist bir hilkat garibesi var karşımızda.

Erdoğancı dinci faşist diktatörlük hiçbir yasayla sınırlanmamış terör ve OHAL iktidarıdır. Türkiye kayyumlar ve OHAL politikası ile yönetilmektedir ve yönetilecektir. Dinci faşist iktidarın önünde başka bir seçenek de yoktur. Politik iktidar tekelini ele geçirmiş Erdoğan’dan, Erdoğan-Bahçeli iktidarından “demokratikleşme”, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”ne dayalı açılımlar beklenmemesi gerektiği açıktır.

Terörsüz Türkiye”, “iç barış”, “Türk yüzyılı” politikasının özü ve özeti de neo-Osmanlıcı yayılma stratejisi ile birlikte yukarıda işaret ettiğimiz gerçeklerden oluşmaktadır.

Böl ve yönet” politikası dinci faşist “iç cephe”yi sağlamlaştırma stratejisinin sac ayaklarındandır. Bu plan ve duruş, yönelim Kürt ve Türk halklarının birleşik mücadelesini engelleme, halkları karşı karşıya getirme, İmralı ve DEM üzerinden Kürtleri oyalama ve zaman kazanma, aynı zamanda hiç olmazsamuhafazakar Kürtler”i geri alma politikasında da ifadesini bulmaktadır. Unutulmamalı ki, Orta Doğu’da değişen güç dengeleri ve iç politikada Erdoğancı faşist diktatörlüğün ihtiyaçları Saray iktidarını Öcalan’a gitmeye mahkum etmiştir. Bu gidiş, demokrasi ve demokratik çözüm, demokratik barış amacından tümüyle yoksun bir gidiş ve manevradan ibarettir.

Biliniyor, faşizm kutsal devletten ve devletin cisimleşmiş mutlak iradesi liderden bağımsız gelişebilecek her türlü kitle mücadelesinin amansız düşmanıdır. Mutlak otorite ve biat peşinde koşan, ağzından çıkan her sözü Tanrı-padişah-halife sözü gören ve gösteren Erdoğan, Milletin takdiriyle geldiğimiz bu koltuklarda ebediyen oturacak değiliz. Emr-i hak vaki bulduğunda kara toprağa döneceğiz.” iğrenç açıklamasından da görüleceği üzere ömür boyu Başkanlık için yanıp tutuşmaktadır. Mutlak ve kesintisiz iktidar isteyen Erdoğan ve siyasal İslamcı sermaye, faşizmin, faşist diktatörlüklerin temel karakteristik özelliklerini dinsel örtü altında şirazesinden çıkmış tarzda temsil etmektedir. “Tek adam diktatörlüğü”nün işçi ve emekçi mücadelelerine, kadınların, Alevilerin, ezilen kimliklerin mücadelelerine, Kürt halkının ulusal demokratik savaşımına karşı sınır tanımayan kini ve saldırganlığı söz konusu niteliklerle ve nitelikle şekillenmiştir. Dinci faşist terör ve emperyal yayılmacı sermaye devleti ve rejim gerçeği dinci faşist megalomanda tam olarak karşılığını bulmuştur. İç cephenin sağlamlaştırılmasından (“barış”, “istikrar”dan) anlaşılan tek şey, Saray diktatörlüğüne koşulsuz itaat, biatır. “Terörsüz Türkiye” propagandasının bundan öte anlamı yoktur. “Terörsüz Türkiye” politikası proletarya ve halkları, her düzeyde Kürt ulusal devrimini ve kazanımlarını ezme ve tasfiye politikasıdır. Böylece neo-Osmanlıcı emperyal yayılmacı stratejinin istikrarını da güvence alma politikasıdır...

Saray oyun planını, aynı zamanda burjuva muhalefeti zayıflatma, burjuva muhalefetin ana partisi olan CHP’yi gözden düşürme, parçalama operasyonlarıyla birlikte gündemleştirmiştir. Saray iktidarı yalnızca Kürt ulusal mücadelesini, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini değil, burjuva muhalefeti de etkisizleştirip tasfiye etmeyi, yedeklemeyi, ıslah etmeyi hedeflemektedir. İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesinin hemen ardından 19 Mart’ta İstanbul Belediyesi’ne düzenlenen operasyon, birkaç gün sonra resmen cumhurbaşkanlığı ilan edilecek ama fiilen Cumhurbaşkanı adaylığı açıklanmış olan İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nun tutuklanması, çok sayıda İBB çalışanının gözaltına alınması ve tutuklanması söz konusu harekat planının, saldırı politikasının ürünüdür.

Saray’ın bu saldırıları durmayacak, son seçimlerde birinci parti haline gelen CHP’ye kayyım atama, hatta olanaklı olabilirse kapatma da dahil CHP’ye dönük linç kampanyası devam edecektir. DP ve Mendres’in özellikle on yıllık iktidarının ikinci yarısında CHP’ye ve siyasal ve toplumsal muhalefete karşı örgütlenen linç kampanyası Erdoğan’ın yakın tarihsel esin kaynaklarından birisidir. Küstahlığı da aşan bir kibirin temsilcisi tescilli Amerikancı, İsrailci Menderes liderliğindeki DP iktidarı, o denli zıvanadan çıkar ki, 27 Mayıs 1960’da gerçekleşecek askeri darbenin hemen ön gününde (18 Mayıs 1960), “CHP’nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı" iddiasına ileri sürerek kurdurduğu “Tahkikat Komisyonu” aracılığıyla CHP’yi kapatma noktasına dek gelmiştir. Bu saldırganlık, farklı koşullarda, Abdulhamidçi, Vahdettinci, Hitlerci Erdoğan eliyle sürmektedir. Kuşkusuz ki her iki liderin saldırganlığının merkezinde daima işçi sınıfı, halklar, ezilenler, özgürlük mücadelesi olmuştur...

İmamoğlu’nu tutuklama girişimi (19 Mart) ile zamandaş patlak veren milyonlara ulaşan anti-faşist dalga, başta üniversite gençliği olmak üzere gençliğin ve geniş kitlelerin baskı ve mücadelesiyle ortaya çıkan tablo şimdilik Erdoğancı diktatörlüğün planını esas olarak boşa çıkarmış olsa da dinci faşist diktatör uygun fırsatlar yaratarak saldırılarını derinleştirecektir.

Erdoğan ve Bahçeli’nin iç savaş tehdidi, (Demokrasi dışı arayışlara girişenler bedelini ödemeye de hazır olmalıdır!” “Sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu gibi başkaları dikilirse kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek”) kokuşmuş ırkçı faşist lider Bahçeli’nin üstelik baş düşmanı olduğu “Barış, demokrasi, hukuk, kardeşlik” adına gelişen kitle hareketini faşistlikle suçlaması, yaygın tutuklamalar, gençliğe dönük özel tehdid ve baskılar Saray rejiminin varlık ve yokluk sorunuyla karşı karşıya kaldığının bilincinde olduğunu göstermektedir...

İmamoğlu’nun sözde “bağımsız yargı” eliyle gözaltına alınması birikmiş anti-faşist öfkenin patlamasına vesile oldu... Bahçeli ve Erdoğan, kirli planlarını devreye sokarken böylesine bir halk hareketiyle karşı karşıya kalacaklarını ön görmemişlerdi. Saray rejimi CHP ve İmamoğlu’na dönük saldırıları bir plan dahilinde yürürlüğe soktu. HDK operasyonu, “Gezi davası”nın yeniden ısıtılmasıyla yapılan tutuklamalar tesadüfi değildi. “Kent uzlaşısı”nın hedef alınması, “bölücü terör”, “terörle işbirliği” gerekçelerinin sürekli gündemde tutulması, aynı zamanda dinci faşist cunta ve iktidarın hedefini, hedeflerini de ele vermekteydi...

Gelinen aşamada, 19 Mart dönemecinden sonra, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tır. Süreci “tersine çevirme”k olanaklı değildir. Erdoğancı faşist diktatörlük “cin”i şişeye geri sokamayacaktır. Korku duvarında derin ve kapsamlı bir gedik açılmıştır. Sokağa çıkan, öz güven kazanan gençlik ve kitleler, özellikle son on yıldır nefessiz bırakıldıkları cenderenin dışına çıkmayı başarmış durumda. Hareket ilerler, durağanlaşır, geriler vb. ancak gelişmenin yönü (komşu ülkelerden birine açılacak savaş ya da kontrollü faşist iç savaş ve sıkıyönetim ilanı vb. gibi faktörleri hesap dışı tutmamak gerekir ama) geriye değil, ileriye dönüktür. Üstelik Erdoğancı dinci faşist diktatörlük ve bağlaşıkları en zayıf dönemini yaşamakta ve geniş kitlelere bir gelecek vaatleri de yok... Siyasal ve toplumsal, ahlaki ve kültürel krizin daha yıkıcı hale gelerek süreceği açıktır...

Önümüzdeki süreçte de faşizm ve sermayenin, Saray’ın ekonomik ve siyasi saldırıları yoğunlaşarak sürecektir. Sömürülen ve ezilen kitlelerin, işçi sınıfının mücadelesi de gelişecektir... Ana sorun bu sürecin devrimci bir önderlik, devrimci bir birleşik cephe tarafından örgütlenip, yönetilememesidir. Anti-faşist yükseliş devrimci öncülük sorununun enerjik tarzda çözülebilmesi bakımından değerlendirilmesi gereken politik bir fırsat yaratmıştır. Gerisi işi bilene, kılıcı kuşanana kalmıştır.

Ancak herhalükarda devrimci stratejik hedef, ilk temel adım işbirlikçi burjuva devletin sınıfsal temelleriyle birlikte yıkılmasıdır... Taktik hedef ise, faşist diktatörlüğün en zayıf halkasını oluşturan Saray rejimini yıkarak yolu açmaktır... Sarayın yıkılması Kürt halk hareketinin de lehinedir ve “Barışın toplumsallaştırılması”nın yolunu da açacaktır...


III)BARIŞI TOPLUMSALLAŞTIRMAK” AMA NASIL?

Yapılan anti-Kürd, anti-demokratik, milliyetçi gerici propagandaya karşın DEM CHP, İmamoğlu merkezli yapılan saldırılara ve operasyona karşı çıktı. Önce DEM Eş Başkanlarından T. Hatimoğlu, daha sonra Hatimoğlu Bakırhan’la birlikte Saraçhane’yi ziyaret ederek, dayanışma açıklamaları yaptılar.

CHP Genel Başkanı bu konuda şunları söyledi:

İlk günden itibaren tüm muhalefet partileri dayanışma gösterdi. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları ve kıymetli heyeti daha önce ziyaretimize gelmişti. Şimdi de Newroz’un ardından DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ve değerli heyetlerine sürece katkıları ve destekleri için teşekkür ediyoruz. Newroz yeni bir başlangıç ve barış umutlarının yeşermesi demektir. Önümüzdeki dönemde Türkiye'nin barışı için ortak mücadelemizi aynı kararlılıkla sürdüreceğiz.”

Böylece DEM ile CHP’yi karşı karşıya getirme planı da şimdilik göreli olarak boşa çıktı. Faşist diktatörlüğün ve başındaki Saray cuntasının “Kent uzlaşısı”nı araçsallaştırmasını basit ve dar anlamda DEM ile CHP’nin karşı karşıya getirilmesi olarak okumamak gerekir. Aslında saldırı salt CHP’ye dönük bir saldırı da değildir. Öteden beri “Kent uzlaşısı”nın hedef alınmasından bu olguyu görebiliriz. “Kent uzlaşısını” hedef alan saldırı ve zorbalık İBB’ye ve İmamoğlu’na dönük operasyonlarla da doruk noktasına çıktı. Bu gerçek, kimsenin gözünden kaçmadı. Sorun iki partinin karşı karşıya getirilmesinin ötesindedir; bu mesele diktatörlük ve cuntanın halklara dönük kurduğu kapsamlı ve çok katmanlı stratejik oyun planı ve saldırılarının bir parçasıdır... “Böl ve yönet”, halkların birlikte mücadelesini engelle, CHP’yi ve burjuva muhalefeti parçala, DEM’i “muhalefetten” kopar, tarafsızlaştır, yedekle plan ve saldırganlığı, aynı zamanda dünya ve bölge konjonktürüne uzanan bileşenleriyle birlikte düşünülmesi gerektiği de açıktır...

Serhildanlar yolunda yürüyen Kürt halkının öfke ve mücadelesinin son günlerde Batıda patlak vermiş ve büyümekte olan anti-faşist kitle hareketi ile bir biçimde buluşmuş ve çakışmış olmasının Saray’ın ve dinci faşist diktatörlüğün hesaplarına ciddi bir darbe indirdiği ve önü kesilemezse daha büyük darbeler indireceği açıktır. Söz konusu iki dinamiğin buluşması henüz birleşik bir ittifak ilişkisine dönüşmemiştir ama daha şimdiden Saray ve diktatörlüğü zayıflatırken, nesnel olarak Kürt tarafının elini de güçlendirmiştir. Dinci faşist iktidarın Öcalan’a giderek önünü açtığı “süreç”te bu buluşma son derece değerlidir ama bu buluşmanın ve Batıdaki yükselişin henüz istikrarlı olmaktan uzak olduğu da unutulmamalıdır.

Erdoğan’ın halkların mücadele alanlarında buluşup kardeşleşmesine, böylece hem barışın toplumsallaşmasına hem de Batıda başlamış olan anti-faşist mücadeleye karşı daha etkin saldırılara girişeceğinden de kuşku duyulamaz...

Bakırhan’ın “Bizim başka önceliğimiz var, barışı toplumsallaştırmak.” açıklaması halkların birleşik mücadelesinin geliştirilmesini ve böylece “barışın toplumsallaştırılması”nı önleyecek gerçek bir tehlikeye işaret etmektedir. Bakırhan’ın açıklamasının, dinci faşist iktidarın Kürt dinamiğini ve mücadelesini Batı merkezli anti-faşist toplumsal mücadele dinamiğinden uzaklaştırma, hatta karşı karşıya getirme politikasına alan açtığı ve açacağı, nesnel desteğe dönüşeceği görülmelidir. Bakırhan açıklamasında ortaya çıkan politik tutum, tesadüfi ve kişisel olmaktan çok uzaktır. O, bir eğilimi, bir yönelimi, dar ulusalcı/milliyetçi bir uzanımı dile getirmektedir.

Devlet ve Saray’ın Öcalan’la başlattığı süreç, DEM’i de sınırlayan karaktere sahiptir. Kuşkusuz ki, Kürt halkı, yurtsever hareket, DEM başlamış olan (ve bugün için tıkanmış görünen) süreci yok sayarak hareket edemez. Ancak Saray kurduğu oyun planıyla, devreye soktuğu strateji ve taktiklerle, Kürt halk hareketi ile Türk halk hareketinin buluşmasını, ortaklaşmasını, birleşik bir mecrada akıp gelişmesini önlemeyi hedeflemektedir. Bu oyuna düşmemek gerekir. Bu hedefleme, yurtsever hareketin, DEM’in, bileşenlerinin hararetle savunduğu, geliştirmeye çalıştıkları “Üçüncü Yol” politikasını tasfiye etme kararlılığı taşımaktadır. DEM’in “barış” ya da başlatılmış olan süreci gerekçe göstererek Batıda gelişen anti-faşist yükselişle dayanışma açıklamalarının ötesine pek de geçmeyen politik tutumlar sergilemesi ise, tam da buna hizmet etmektedir. Sorun “Müzakere mi mücadele mi?” ikilemine mahkum edilemez. Henüz ne olduğu aydınlanmamış, derin ve kapsamlı kafa karışıklığı ve güvensizlik üreten “süreç”, halklar ve yurtsever hareket bakımından çok tehlikeli bir dönemin açık işaretlerini vermektedir. Bu tehlike ve tehditlerin boşa çıkarılarak sürecin Kürt halkının lehine geliştirilebilmesi ise iki ulustan işçilerin, halkın ve ezilenlerin mücadelesine bağlıdır.

Bunu görmezden gelmenin Kürt hareketine bir yararı olmayacaktır. Diktatörlük ve faşist şefleri Kürt halkının demokratik barış, demokratik çözüm hissiyatını, taleplerini kullanarak Kürt halkını pasifize etmeye, bir biçimde yedeklemeye çalışmaktadır. Bu olguyu göz önüne aldığımızda, anti-faşist hareketle, üstelik milyonlara yayılmış bir hareketle, “barış ve müzakere” görüşmelerini karşı karşıya koyarak meseleye yaklaşmak Kürt halkının elini zayıflatırken dinci faşist iktidarın elini güçlendirecektir.

Başlamış olan süreç, yurtsever hareket tarafından, “Demokratik Toplum Süreci” olarak tanımlanmaya başlandı. Kanımızca, Kürt halkı bu süreçte Türk halkıyla, Batıda gelişen anti-faşist yükselişle birleşik hareket etmekle elini güçlendirecektir. Bu bir politik zorunluluktur. Bunun bir zorunluluk ve gereklilik olup olmamasına kuşkusuz ki yurtsever hareket karar verecektir. Ancak her halükarda bu zorunluluk ve gereklerden uzak durma ya da mesafeli kalma eğilimi “Barışı toplumsallaştırma” görevine de aykırıdır. Tepeden işi bitirme yöntemi ve politikasıyla “barışı toplumsallaştırma”nın zorunluluk ve gerekliliğe yanıt verilemeyeceği açıktır. Batıda, daha özgün hedeflerle CHP’yi özel olarak hedefleyen faşist operasyon ve terör saldırısının “Kent uzlaşısı”nı hedef alması, “terörle işbirliği”, “bölücü teröre yataklık”, “Terörsüz Türkiye” propagandası eşliğinde geliştirilmesi bile tek başına bu konuda bize fikir vermektedir.

Barışın toplumsallaştırılmasının önündeki temel engel, dinci faşist iktidardır ve işi tepeden bitirme tutumudur. Bunun sağa sola çekilecek hiçbir yanı da yoktur. Minareyi çalıp kılıfı da hazırlamanın işçi sınıfına, Kürt halkına, Türkiye halklarına zerre kadar faydası da olmayacaktır.

Dinci faşist diktatörlük ve yönetim merkezi Saray, iç ve dış hedeflerine ulaşmak ve iktidarın sürekliliği için yolu açmaya, yolu temizlemeye, dikensiz gül bahçesi oluşturmaya çalışıyor ama 19 Mart ve sonrası eyleme geçen milyonların hareketi bu hesapları ve yönelimi darbelemenin, geriletmenin, boşa çıkarmanın yolunu gösterdi...

Bu süreçte DEM’in Batıda başlamış olan halk hareketine destek açıklamasına karşın örgütlü bir tarzda sürece katılmaması ya da sınırlı katılması, dayanışmacılığın ötesine geçmemesi halkları bekleyen tehlike ve tehditleri açıkça yansıtmaktadır. Bakırhan’ın “Bizim önceliğimiz barışı toplumsallaştırmaktır” açıklaması ortaya konulan ve koyulmak istenen mesafenin çarpıcı bir formülasyonudur. Bilakis ABD, TC, Saray, İmralı merkezli tepeden “işi bitirme” politikasının doğrudan doğruya “barışı toplumsallaştırma”nın önünde engel oluşturduğunu görmemek üç maymunu oynamak anlamına gelmektedir. Kapalı kapılar arkasında kalan, halklar nezdinde demokratik tartışma ve sorgulamayı önleyen, böylece “barışın toplumsallaşması”nı engelleyen bir süreçten ne demokratik barış ne de demokratik çözüm çıkar.

Batıda patlak veren anti-faşist kitle hareketi CHP’yle ve CHP kitlesiyle sınırlı değildir. Bilakis CHP’yi aşan, CHP’yi de ileri taşıyan, Özer’i “Haydi sokaklara, faşizme karşı mücadeleye”, “Mitinge değil eyleme geldik” dedirten bir kitledir söz konusu kitle. Bu hareketin içinde yer almak, “Üçüncü Yol” politikasıyla yol açmaya çalışmak, hareketi birleşik geliştirmek herhangi biçimde CHP’li olmak, CHP’ye tabi olmak anlamına da gelmemektedir. Bu tip yorumlar, buna kapı açan ve teşvik eden yorumlar ve ajitasyon oportünist niteliktedir. Faşizme karşı öfkeyle sokaklara çıkan ve Saray’a ağır darbeler indiren dev kitleleri salt CHP’nin kitlesiymiş gibi sunan bir kafa aslında bir yandan Erdoğan’ın CHP’yi kriminalize ederek sağcı kitleleri etrafında toplama savaşımına güç taşımakta, diğer yandan da CHP’ye değerli bir hizmet sunmaktadır. “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” açıklaması, zayıflığının farkında olan birisinin söyleyebileceği bir sözdür ancak. Zaman zaman izlediği taktiksel bağlaşma ve manevralar, bazı önemli zaafları DEM’i ve kitlesini CHP’li, CHP kitlesi yapmamıştır ve yapmaz da. DEM kitlesinin nasıl bir kitle olduğu ise zaten biliniyor.

Son yıllarda, bütün sorunlara karşın, CHP ve HDP-DEM kitlesi arasında olumlu bir etkileşim ve yakınlaşma ortaya çıktı. “Kent uzlaşısı” aynı zamanda bu yakınlaşma-etkileşim-tanışmanın açık bir biçimi ve yansıması oldu. CHP’nin tabanı emekçi bir taban. Bu tabanın CHP’nin bürokratik ve tutarsız yönetimine ve dinci faşist iktidar karşısındaki pasif ve uzlaşıcı politikasına karşı gitgide büyüyen tepkisi vardı. Bu tepki CHP gençliğinde daha belirgindi. Patlak veren son halk hareketinde CHP’nin giderek aktif ve önde gelen pozisyona geçmesinde büyük kitlelerin ve gençliğin harekete geçmesinin temel rolünün yanı sıra, kendi tabanının, özelde genç tabanının özgül bir ağırlığı oldu. Bunu görmek, tutarlı demokratik ve anti-faşist çizgide bu tabana seslenmek ve yakınlaşmak imkanlarını yitirmemek bakımından da DEM’in “Müzakere” gerekçesiyle anti-faşist yükselişten uzak kalmaması, dahası daha özgül politikalarla, “cephe gerisi”ni geliştirmeye önem vermesi gerekir. Bu bağlamda sorunun esasını CHP ile ittifak değil, CHP kitlesine hitap etme kabiliyetini geliştirerek bir de bu yoldan halkların tabandan buluşmasını teşvik etmektir... Bunun CHP’lilikle, onun “eylemci kitlesi” olmakla bir ilişkisi yoktur. Gelişen anti-faşist halk hareketi ile araya mesafe koyularak barışın toplumsallaştırılamayacağı açıktır.

Patlak vermiş hareket nezdinde milyonların eylemleriyle örgütlü ve aktif ilişkilenmek, öncü pozisyondan müdahale etmek, ulusal ve sınıfsal talepleri, ulusal eşitlik ve demokratik barış istemlerini tam bir tutarlılıkla kitle hareketine taşımanın CHP’li olmakla, “CHP’nin eylemci kitlesi” olmakla anlamlandırılamayacağı herkes nezdinde açık olmalıdır. Aslında bu tutum, “müzakare” gerekçesine sığınarak gelişen anti-faşist hareketle araya konulmak istenen mesafenin ifade biçimidir. Bu tutum, başta Kürt halkı olmak üzere halklara kaybettirir. “Batıyı kazanarak” demokratik barış talebini toplumsallaştırmayı önler. Doğu ve Batının birleşik mücadele gücünü açığa çıkarıp “müzakare” sürecinde faşist karşı-devrimi zayıflatarak sürecin halklar lehine geliştirilmesi fırsatının yitirilmesine hizmet eder.

Bakırhan’ın Erdoğan-Bahçeli cephesinden gelen kirli psikolojik savaş baskısı karşısında yapmak zorunda kaldığı şu açıklamayı birlikte okuyalım:

Aslında 'DEM Parti bu sürecin karşısında' derken aslında bizim oradaki duruşumuzu eleştiriyorlar. Ne yapacağız biz? Kayım atanınca iyi mi ettiniz diyeceğiz? Türkiye’nin 1. partisi olmuş bir önceki seçimde. Demeyecek miyiz geçmiş olsun diye? Bunun karşısında durduğumuzu kendilerine iletmeyecek miyiz?"

Bu açıklama, Erdoğan ve faşist iktidarın hangi beklentiler içerisinde hareket ettiğini göstermektedir. Bu açıklama, DEM ve Kürt halkı üzerindeki politik baskı ve psikolojik savaşın hedef ve manevralarına tercüman olmaktadır. Bu baskı sistemli devam edecektir. Tıpkı, Öcalan’ın kamuoyuna sunulan açıklamasından hemen sonra, üstelik hiçbir adım atmaya yanaşmadan başlatılan ve hala,Hemen kendinizi fesh edin. Hemen gelip devletin şefkatli adaletine sığının. Ateşkes-mateşkes yok. Yoksa hepinizi yok ederiz” minvalinde yürütülen kirli psikolojik savaş örneğinde olduğu gibi. Erdoğan-Bahçeli’den, mafya-narko-terör-soykırım merkezi Saray’dan başka ne beklenir ki!!! Bu vb. oyunları ve saldırıları bozacak en önemli şey, halkların birleşik mücadelesidir. Barışın toplumsallaştırılmasının yolu da buradan geçmektedir. Bu temel olmadıkça, bu temele sağlamca basılmadıkça, diplomasiyle, diplomatik açıklamalar ve övgülerle, burjuva partilerle yapılan görüşmelerle, “onlar da olumlu yaklaşıyor” türünden açıklamalarla barış toplumsallaştırılamaz. Bu tip görüşmeler, diplomatik açıklamalar da gereklidir, kaçınılmazdır ama işin esasını da oluşturmadığı görülmelidir...

Açık ve kesin olan şey şudur: Dinci faşist iktidar ve özel savaş aygıtı, bütün gücüyle Kürt halkını, yurtsever Kürt hareketini, DEM’i Türk halk mücadelesinden, Türkiye devrimci hareketinden, iki halkın mücadelesinin ortaklaşmasından alıkoymak için “yeni süreç”i tepe tepe kullanacaktır. Bakırhan’ın söz konusu yakınmalarının da sonu gelmeyecektir.

Gezi Haziran Halk Ayaklanması döneminde (2013) on milyonların kitlesel hareketine rağmen yurtsever hareketin ve HDP’nin “barış görüşmeleri ve çözüm” gerekçesiyle araya koyduğu mesafeyi ve olumsuz sonuçlarını hepimiz hatırlıyoruz. Aynı şey bir kez daha gündemde. Kürt halkı ve gençliği Haziran Ayaklanması’na onbinler, yüzbinler halinde katılmasına karşın, yurtsever hareket (ve HDP) bu tarihi ve siyasal önemi oldukça büyük olan dönemeçte sürece örgütlü ve militanca katılmadı. Aynı politik tutum ve duruş günümüz koşullarında bir kez daha gündemleşmiş bulunuyor.

Bu çelişkiden kaynaklanan ciddi sorunlar yeni süreçte de gündemde olacaktır. Bu süreçte Kürt yurtsever hareketinin özgün taktikler izlemesi anlaşılırdır ama bu özgünlük, Batıda patlak veren, gelişme potansiyeli yüksek kitle hareketine ve benzeri “sosyal patlama”lara örgütlü bir inisiyatifle öncü konumdan katılmaktan uzak durmaya yol açmamalıdır.

Dar ulusal hedeflere doğru geri çekilme ve kendini sınırlama Kürt halkının lehine değildir. Kuşkusuz bunun İmralı irade kırılmasına dayanan nedeni, nedenleri var... Fakat HDP-DEM programı tutarlı demokratik içeriğe sahip anti-faşist bir programdır. Bu program siyasal özgürlükçü, kadın özgürlükçü, ekolojik içerikli, halkların birleşik mücadelesini hedefleyen, faşizm ve sermayeye karşı ekmek, özgürlük, adalet, ulusal eşitlik taleplerini birleştiren bir mücadele çizgisini ifade etmektedir. DEM programına ve hedeflerine bağlı kalındığı koşullarda Batıdaki hareketten uzak kalmak, tanık olduğumuz mesafe politikasıyla davranmak olanaklı değildir. Mesafe koymak demek, DEM programı ile araya konulan mesafe demektir aynı zamanda...

Başlamış olan “müzakere”ler gerekçe gösterilerek söz konusu tutarlı anti-faşist demokratik çizgiden uzaklaşma eğilimi, dar ulusal taleplere doğru çekilme eğilimi, halkların birleşik aktif politik hareketini geliştirmenin önüne çıkan veya çıkabilecek eğilim, Kürt halkının değil, Kürt ulusal burjuvazisinin eğilimini ifade etmektedir. Burada sorun, Kürt ulusal taleplerinin “müzakere” gerekçesiyle daha fazla öne çekilmesi değil, bu bağlamda bir sorun yok; sorun, ulusal talebin/taleplerin halkların ortak sorunları, halkların birlik ve dayanışmasını kurmanın zeminini oluşturan ekmek, özgürlük, toplumsal adalet talepleriyle birlikte ele alınmaması ya da önemsizleştirilmesinin halkların mücadelesinin ortaklaşmasına karşı mesafeli bir tutumla iç içe geçmesidir. Oysa ulusal eşitlik talebinin işçi sınıfının, halkların, ezilenlerin talepleriyle iç içe ele alınması, birleşik savaşımın geliştirilmesine hizmet edecektir. Kürt ulusal istemlerinin daha derin ve kapsamlı bir temel üzerinde iradeleşmesine yolu açacaktır. Böylece geniş bir bağlaşmaya ve “cephe gerisine”ne dayanılarak “müzakere” çerçevesinde süren ve sürecek savaşım alanında da, Kürt hareketinin ve Öcalan’ın eli güçlenecektir. Saray ve ittifakları üzerinde doğacak baskıyla kurulan tuzaklar boşa çıkarılabilecektir.

Normalde Kürt yurtsever hareketinin, Batıda patlak veren ve gelişen anti-faşist mücadele ile bir ittifak ilişkisi içerisinde etkin tarzda ilişkilenerek yürümesi gerekir. Bu ilişkinin pasif değil, aktif olması gerekir. Bir tür “tarafsızlık” politikası tümüyle yanlıştır. Batıda ayağa kalkan hareket, eğer doğru ele alınırsa, aslında İmralı ve Dağ’ın elini güçlendirecektir. Eleştirdiğimiz hareket tarzının izlenmesinin birçok etkeni var kuşkusuz, ama son tahlilde mesele gelip “İmralı paradigması”na, hatta bu kez, söz konusu paradigmanın da gerisine düşülme yönelimine dayanmaktadır... Bu bağlamda sorunu Öcalan çizgisi ve yönelimleri temelinde ele almak yerine, “işine geldiği” için Öcalan çizgisi ve yöneliminden bahsetmeden DEM’i öne çekerek dolaylı ama keskin eleştiriler yapmak yönteminin de eleştirilmesi gerektiği açıktır. Birleşik mücadele ideolojik ayrılıkların üstünü örtmemeli ve komünist, devrimci eleştiri gücü kendini her zaman ortaya koymalıdır.

Kanımızca, “barış süreci”yle, “Müzakere süreci”yle sokaklar, coğrafyamızın dört bir yanını saracak birleşik kitle eylemleri karşı karşıya konulamaz. Bu, çok tehlikeli bir durumdur. Bunu isteyen ve dayatan Erdoğancı dinci faşist diktatörlüktür. Aksine, bu süreçte devlet ve “Cumhur ittifakı” ve Saray üzerinde politik ve toplumsal baskının derin ve kapsamlı tarzda örgütlenmesi gerekir. “Barışı toplumsallaştırmak” ancak bu yoldan olanaklı hale gelebilir.

Batıda gelişen ya da gelişecek anti-faşist yükselişten veya mücadelelerden uzak kalmak veya durmak, “Türkiyelileşme”yi, “Türkiyelileşerek barışı toplumsallaştırma”yı darbeleyecek; şövenizmin hegemonyası altında olan geniş emekçi kitleleri kazanmayı zorlaştıracak, Türk milliyetçisi psikolojk savaşa güç taşıyacak ve ilerici kitlelerde ön yargıları büyütecektir. Yapılması gereken şey, “Üçüncü Yol”u çöp sepetine atmak değil, sınıfsal ve ulusal mücadelenin gerekleri doğrultusunda zenginleştirerek yürümek olmalıdır.

Müzakere”, “demokratik barış”, “demokratik çözüm” meselesinin gündeme girdiği koşullarda, Kürt ulusal hareketinin taleplerinin güçlü bir tarzda vurgulanması, birleşik mücadelenin gerekleri ve gereksinmeleri ekseninde özgül taktikler izlenmesi, manevralar yapılması, propaganda ve ajitasyon dilinin Türk milliyetçiliğinin, şövenizmin, ulusal zulmün teşhirine özgün bir tarzda yoğunlaşması gerekir. Kuşkusuz ki bu politik ustalık ve yaratıcılık gerektirir. Öncülük iddiası ve misyonunun bu bağlamda da özgülleşerek somutlaşması gerekir. Yurtsever hareketin bu durum ve koşullarda ulusal istemlerini daha büyük bir güçle vurgulaması, taktiksel söyleminin özgülleşmesi, politik manevra gücünün özgünlük kazanması kaçınılmazdır ve bunda ters bir şey de yoktur. Bizim eleştirdiğimiz şey, ezen ve ezilen ulus gerçeğinde halkların birleşik mücadelesini sekteye uğratacak, geri çekecek, halklar nezdinde birleşik mücadelenin enerjisini açığa çıkararak yürümeyi zayıflatacak “mesafe koyma” gibi tutum ve davranışlardır. Dinci faşist diktatörlüğün İmralı, PKK, KCK’nın beklediği adımları atmadığı koşullarda, herhalükarda bu “mesafe” hikayesi, pratikte tam olarak karşılığını bulmayacaktır, ancak; devletin hesap-kitabı ne olursa olsun, çeşitli adımlar attığı ve sürecin ilerliyor göründüğü koşullarda şu “mesafe” meselesi daha yakıcı bir sorun olarak gündemleşecektir...

İşçi sınıfının, sömürülen kitlelerin, gençliğin, kadınların, ezilen kimliklerin ekmek, özgürlük, eşitlik, adalet taleplerinin Kürt ulusunun ulusal özgürlük talepleriyle ve mücadelesiyle birleştiği, gürül gürül çağlayan ortak bir nehire dönüştüğü oranda, bu, “barışı toplumsallaştıracak”, Kürtlerin de lehine sürecin önünü açacaktır. “Barışı toplumsallaştırma”nın ana muhattabı Saray ve devlet değildir. Saray ve devletle tepeden “anlaşarak” “işi çözme” yöntemiyle barış toplumsallaştırılamaz. Bu kuvvetlerle, şövenizmin hegemonyasında olan Türk halk yığınlarının geri eğilimleriyle uzlaşarak Türkiye’de demokratik anti-faşist çizgide “barışı toplumsallaştırmak” olanaklı değildir. Eğer “müzakare, barış, demokratik toplum” çizgisi gelip devletin, politik iktidarın, Türk halkının şövenist eğilimlerinin şöyle ya da böyle meşrulaşmasına dayanarak “barışın toplumsallaştırılması”na hizmet edecekse, buradan da barış ve demokrasi çıkmaz. Kuşkusuz ki Kürt halkının, demokratik ve devrimci güçlerin, yurtsever hareketin “Barışın toplumsallaştırılması”ndan anladıkları ile devlet ve Saray’ın anladığı şey aynı değildir. Araya asla eşit işareti konulamaz. Kanımızca burada iki ayrı dünya karşı karşıyadır. Böyle de olsa, Öcalan merkezli bakış açısında, politik duruşta çok ciddi sorunlar olduğu ve bu bağlamın hele de “süreç”in görünürde ilerlemeye başladığı koşullarda daha açık ortaya çıkacağı şimdiden görülmelidir. Kuşkusuz ki dileğimiz, süreçten Kürt halkının, Türkiye halklarının, Orta Doğu halklarının güçlenerek çıkmasıdır.