Translate

30 Ocak 2014 Perşembe

III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM” II. BÖLÜM



III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM”
                                     II. BÖLÜM
Emperyalist ekonominin gereksinimleri, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi, emperyalist militarizmin yükselişi yeni teknolojik sıçramalar yapılmasında temel unsurlardır. Enformasyon (bilişim) ve komünikasyon (iletişim) teknolojilerinin gelişmesinin kökleri II. Dünya Savaşı’na dek uzanır. Ancak bu teknolojilerin yaygınlaşması 1970’ler, 80’ler sonrasına aittir. “Enformasyon devrimi”nin teknik temelini oluşturan transistorün keşfi bu bakımdan stratejik öneme sahiptir. Transistor, mikroelektroniğin kaynağını oluşturur. Mikroelektronik, bilgisayar, komünikasyon birbirleriyle bağlantılı, elektronikleşmeyi ifade eden teknolojilerdir. Her bir teknik keşif, bu teknolojileri birbirine yakınlaştırarak işlevselliğini geliştirmiştir. (bkz. Kaldıraç, Sayı: 64, “Okuma Parçası” –Çeviri-)
“Avrupa Birliği Komisyonu, Bilgi Toplumu’nu; bilgi teknolojisinin (bilgisayar, robotikler vb.) telekomünikasyon ile (sabit ve mobil telefon ağları, geniş bant iletişim sistemleri) birleşmesi olarak nitelemektedir. Bilginin ağ durumuna gelmesi ise toplum kavramını yeniden tanımlamaktadır.
“Bu ağlarla örülmüş ekonomide yatırımın temel sermayesi insan bilgisi ve insan zekâsının üretme olanaklarıdır. Kısaca çağımız, Bilgi Çağı’dır. Bütün bu değişikliklerin itici gücünü ise sayısal teknoloji oluşturmaktadır.” (TMMOB – EMO – 2006, s. 49)
Burada bizi ilgilendiren şey, yeni teknolojilerin itici gücü olarak dijital (sayısal) teknolojinin önemidir… Mikroçip teknolojisi yarı-iletken teknolojidir (tümdevre). Mikroçipler, milyonlarca transistordan oluşan bir teknolojidir. Nano teknolojinin gelişip yetkinleşmesiyle mikroçipteki sıçramanın olağanüstü boyutlara varacağını söyleyebiliriz. Daha bugünden saniyede 100 trilyonun üzerinde işlem yapma yeteneği kazanmış bilgisayarların geliştirilmiş olması, bu bakımdan bir ipucu oluşturmaktadır. Enformasyon teknolojisinin gelişiminde “1970’lerde tanıtılan bellek mikroçipi ve mikroişlemci, programlamada devrim yarattı. Programlama ve telekomünikasyon arasındaki yakınlaşma, ilk kez 1970’lerin sonunda Fransa’da gerçekleşen santrallerin dijitalleştirilerek ağa katılmasıyla başladı.” (Kapitalizm ve Enformasyon Çağı, s. 126-127) “1980’lerde fiber optik uzak mesafelerde ekonomik olmaya başlamıştı. Cam elyafından üretilen ve dijital mesajları iletmek için lazer ışınlarını kullanan fiber optik, inanılmaz ölçüde çok olan bilgiyi, yüksek frekans taşıyan kablolarda gerekli tekrarlayıcı olmaksızın iletebiliyordu.” (age., s. 129) Böylece yeryüzü fiber optik ağlarla biçimlenmeye başladı. “1990’larda, uydu aracılığıyla küresel kişisel mobil iletişimi sunacak birkaç konsorsiyumla, uydu teknolojisi ve hücresel radyo teknolojisi bir araya getirildi. Cep telefonları bu hizmet çerçevesinde, ulusal ağların birleşmesini sağlayan uyduları bağlayacaktı.”(age., s. 131). Nitekim bağladı da.
1980’lerin başında mikroçiplerin seri üretimine de geçildi.  Dijital bilgisayarın ve analog telefonun birliğiyle tek bir iletişim aracına dönüştü. Başlangıçta Pentagon merkezli işlevleri olan internet giderek ticarileştirildi. 1990’larda internet hızla yaygınlaştı. Giderek yerküre bir internet ağıyla örülmeye başlandı. Bilgisayar, radyo, TV, telefon, kamera teknolojileri birbirine yakınlaşarak iç içe geçti. Küresel bir ağ sistemi oluştu. Yazılım ve programlama devasa bir sıçrama yaptı. Ağ kapasitesi olağanüstü ölçeklerde arttı. Erişim daha hızlı, ucuz ve güvenli hale geldi. Kablo bağlantılarının gelişmesi ve parça teknolojilerinin gelişimi, iletişim teknolojisinin gelişmesini ivmeledi. Bu yazılım sektörünü de geliştirdi. Bilim ve tekniğin sıçramalı gelişimi, emek üretkenliğinin artışı, başlangıçta son derece pahalı olan ileri teknoloji ürünlerinin ucuzlamasına, böylece kitlesel tüketime sunulmasına yol açtı. Örneğin kişisel bilgisayarların, internetin, cep telefonlarının tüketiminden bu olguyu görebiliriz.
Enformasyon otobanı”, işletmeleri, iş yerlerini, evleri, okulları, bir bütün olarak pazarı enformasyon ve komünikasyon teknolojileri temelinde birbirine bağlayan; kişisel bilgisayarları, telefonları, fax ve TV’leri sistematik bir ağla birbirleriyle yakınlaştırıp birleştiren bir proje ve teknolojik gelişmeyi simgeliyor. Kuşkusuz enformasyon otobanı, uluslararası tekellerin denetiminde, yönetiminde olan bir otoban; “satıcılar için bir cennet olacak” bir otoban; Bill Gates’lerin “sürtünmesiz kapitalizm”, “elektronik pazar” düşlerinin otobanıdır.
Söz konusu teknolojik atılımlar, yeni teknolojiler neoliberal emperyalist propagandanın iddia ettiği gibi, “garaja kapanmış yenilikçi girişimcilerin” ürünü değil, aksine emperyalist devletin öncülüğünde, devlet bütçesinden ayrılan devasa fonlara, burjuva devletler ve ÇUŞ’ların bağlaşmasına dayanan; burjuva devletin finanse ettiği ve uluslararası tekellere devrettiği teknolojilerdir.
Kapitalist emperyalizmin yeniden yapılanma, “enformatikleşme” sürecinde, doğal olarak, üniversiteler de yeniden yapılandırıldı. Üniversite ve “iş dünyasının yüksek teknolojili ‘bilgi sanayilerinin’ gelişmesinde yaşamsal rol oynayan yeni, daha derin bir bütünleşmesinin koşulları yaratıldı. Parola ‘şirket üniversite ortaklığı’ydı. Bu yeni akademik düzende araştırma, özel sektörün doğrudan yararlanacağı uygulamalı programlara feda edildi. Araştırma merkezleri, özel sektörle ilişkiler, sanayi danışmanlığı ve karşılıklı görevlendirmeler ile akademik-şirket konsorsiyumları filizlenmişti. Merkezi bütçelerden alınan paralar iletişim, mühendislik ve iş idaresi fakülteleri, bilgisayar, biyoteknoloji ve uzay araştırması özel enstitüleri gibi ileri teknoloji sermayesinin doğrudan yararlandığı programlara aktarılıyordu. Üniversite idareciliği şirket ve akademik yönetim kurulları arasında kolayca geçiş yapıyordu. Fikri mülkiyet yasalarındaki değişikliklerin, üniversitelerin hükümet fonlarıyla yapılan araştırmaların sonuçları üzerinde patent almasına izin verilmesiyle, üniversiteler araştırma sonuçları ticaretinin aktif oyuncularına dönüştüler. Bu yoğunlaşan ticari yaşam felsefesinin ortasında, akademilerin iç işleyişleri özel sektörünkini yansıtan idari uygulamalarla birlikte gitgide daha çok şirketinkine benzemeye başladı.
“Sermayenin akademiyle yakınlaşması iki amaca hizmet etti. Birincisi, iş dünyası buluşlardan elde edilen kazançları özelleştirirken, aşırı pahalı ileri teknoloji araştırmasının maliyet ve riskleri toplumun sırtına yıkıldı. İkincisi, sermayenin ihtiyaç duyduğu postfordist emek gücünün yeniden eğitilmesini finanse etti. Artan harçlar eğitimin giderek daha da ağırlaşan yükünü öğrencilerin ve ailelerin sırtına yıktı ve entelektüel gelişimleri birikime uygun görülmeyen toplum kesimlerini üniversitelerden fiilen dışladı. Kayıt parasını ödeyebilenler eleştirel toplumsal çözümlemenin güme gitmesi pahasına, yeterli bilgisayar eğitimine ağırlık veren ve gitgide mesleki ve teknik bir yönelim gösteren bir müfredatla, yeni enformasyon ekonomisine uygun bir eğitim verdiler.” (Nıck Dyer Wıtheford, Siber Marx, s. 165-166)
Kendisi de bir profesör olan ve Negrici kulvarda yer alan Nıck Dyer Wıtheford, “neoliberal kapitalizm”le birlikte üniversitelerin yeniden yapılanmasıyla ortaya çıkan gerçekleri, yukarıda, çarpıcı bir şekilde özetlemiş. Üniversitelerin birer kapitalist şirkete, kar amaçlı yapılara dönüşmesi; yoksul ve emekçi sınıf ve tabakaların gençlerine üniversite kapılarının kapanması; bilimsel yaratıcı çalışmanın, kalifiye kafa emeğinin ÇUŞ’lara peşkeş çekilmesi; maliyetin topluma fatura edilmesiyle, “yeni ekonomi”nin gereksindiği kalifiye iş gücünün eğitimi ve üretimi yeni tip üniversitelerin gerçeklerini oluşturmaktadır. Devlet üniversitelerinin özelleştirilmesi, üniversitelerin özel kapitalist eğitim fabrikalarına dönüştürülmesi veya “fabrika” olarak kurulup yaygınlaştırılması aynı tablonun unsurlarıdır. Yeni kapitalist yapılanmada bilimsel ve teknik keşiflerin, ürün farklılaştırmasının artan yaşamsal rolü, kafa emeğinin sömürülmesinin artan ve öne çıkan yaşamsal rolü dikkate alındığında, üniversitelerin yaşadığı dönüşüm ve yeniden yapılanmanın önemi daha iyi görülebilir.
Geleneksel olarak üniversiteler burjuva ideolojisinin, özelde de burjuva liberalizminin, sosyal reformizmin ideolojik karargahları rolünü de oynaya gelmiştir. Yeni tip sermaye birikimi, yeni tip uluslararası işbölümü olgusu ile bu yeni dönemin ideolojik hegemonyasının üretimi gereksinimi dikkate alındığında görülecektir ki “neoliberal”, “postmodern”, “postMarksist” ideoloji ve kuramların üretilmesinde ve ideolojik etki alanının genişlemesinde; meşrulaştırma operasyonunda, üniversiteler bir kez tarihsel ve güncel rolünü oynamıştır. Pek çok postmodernist, postMarksist ideologun, teorisyenin, kalifiye propagandistin öğretim üyesi, akademik kariyer sahibi olması bir rastlantı değildir yani.
III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim’in ürünü olan yeni teknolojik temel ve yeniden yapılanma ile sermayenin organik bileşimi de gittikçe daha çok yükselmiştir. Bu ise, değişmeyen sermayenin değişen sermaye karşısında büyümesinde, emek üretkenliğinin daha fazla gelişmesinde, göreli artı değer sömürüsünün yoğunlaşmasında, kar kitlesinin büyümesinde, işgücüne talebin göreli gerilemesinde, işsizler ordusunun büyümesinde ifadesini bulmaktadır. Bu gelişmesinin sonuçlarından birisi de kafa emeği sömürüsünün öneminin giderek daha fazla artmış olmasıdır.
Sermaye birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi öte yandan da proletaryanın mutlak ve göreli yoksullaşmasını geliştirmiştir.
Kapitalizmin gelişmesi, bilim ve tekniğin gelişimi, dünya pazarını temel alan uluslararası tekellerin hegemonyası, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin (P-M-P’) daha da küreselleşmesi, bu süreçte, üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmesi sermayenin dönüşüm sürecinin daha hızlı bir dönüşüm biçimini alarak gerçekleşmesini de sağlamıştır. Sermayenin dönüşüm zamanı, üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliğini ifade eder. “Diğer sözcüklerle, dönüşüm zamanı, sermayenin belirli bir biçimde yatırıldığı andan, sermayenin aynı biçimde, ancak artı-değer miktarında artmış olarak, kapitaliste geri döndüğü ana kadar olan zaman dilimidir.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. I, s. 210) Sermayenin dönüşüm devresinin yeni teknolojik atılımlarla kısalmış olması, sermaye bakımından yaşamsal önemdedir; “çünkü sermayenin dönüşüm zamanı ne denli kısa ise, işçiler tarafından yaratılan artı değerin para biçiminde dönüşmesi de o denli hızlı olur ve üretimin genişletilmesi için o denli hızlı kullanılabilir.”(age, C. I, s. 215)
“Küreselleşme” ve “enformatikleşme”yle birlikte bir yıl içerisinde sermayenin dönüşümünün bir yerine iki, iki yerine dört vb. devre yapması kaçınılmaz olarak artı değer gaspının realize olma sürecini kısaltır, sömürüyü yoğunlaştırır, artı değer kitlesini (kar miktarını) büyütür.
Bu gerçeklerden yola çıktığımızda, enformasyon, komünikasyon, ulaştırma ve biyo teknolojilerin ve küreselleşmenin sermayenin dönüşüm zamanını kısalttığını, kısaltılmış olmasının sermayenin gaspettiği artı değer kitlesinin büyüttüğünü, artı değer oranını yükselttiğini, artı değer oranındaki yükselmenin kar oranlarının eğilimli düşmesine karşı koyan bir etken olduğunu ama söz konusu düşmeyi son kerteden önleyemediğini görmekteyiz. Okçuoğlu, bir dizi kaynaktan derlediği verileri aktardıktan sonra, “sermayenin, kar oranlarının yüksek olduğu koşullarda üretme devri[nin] artık geride kaldı”ğını, “bugün” sermayenin %5 veya %6, bilemedin %10 karla yetinme zorunda kaldığını vurguluyor. “1885’ten 2002’ye kar oranının yüzde 50’den yüzde 4’e düşmesi, rakamların mutlaklığından ziyade kar oranının seyrindeki gelişmeyi göstermesi bakımından” önemli olduğuna dikkat çekmektedir. (bkz. İbrahim Okçuoğlu, Kapitalizmin Dünya Krizi, 2008, s. 131-132, Ceylan Yayınları)
Kar oranı sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörlerde yüksektir. Çünkü değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki ilişkide tablo değişen sermaye lehindedir. Sermaye birikimi henüz göreli olarak zayıftır. Üretim araçları ile canlı işgücünün kitlesi arasındaki ilişkide, canlı emeğin ağır bastığı, canlı emek/işçi başına düşen makine ve hammaddenin daha az olduğu; değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranının yüksek olduğu bir sermaye bileşimidir bu. Bu bileşimde değişen sermayenin payı daha yüksektir. Sermayenin organik bileşimi ne kadar düşükse işgücünün payı da, değeri de (değişen sermayenin değeri) o kadar fazla yüksek olur. Artı değerin kaynağı canlı işgücü/işçi olduğu için, bu durumda üretim sürecinde daha çok sayıda işçi yer alır ve sömürülür. Dolayısıyla hem artı değer kitlesi büyük ve hem de artı değer oranı, böylece kar oranı da daha yüksek olur. Kapitalizmin gelişimi, sermaye birikimi, sanayileşme süreci hafif sanayi ile başlar ve gelişir. Hafif sanayide sermayenin organik bileşimi düşük ve sermayenin dönüşümü daha hızlı olduğu için kar oranları yüksektir.
Fakat kapitalizm geliştikçe, sermaye birikimiyle birlikte sermayenin organik bileşimi de yükselir ve böylece değişen sermayenin payı düşerken, değişmeyen sermayenin payı artar. Hafif sanayiden ağır sanayiye geçildikçe, ağır sanayi, kapitalist maddi üretimin temeli haline geldikçe, kaçınılmaz olarak, sermayenin organik bileşimi yükselir. Sermayenin organik bileşimi yükseldikçe kar oranlarının eğilimli düşmesi yasası daha olgunlaşır, keskinleşir. Başlangıçta kar oranlarının yükselmesine yol açan yeni yatırım, yeni teknoloji, yüksek emek üretkenliği, giderek karşıtına dönüşerek kar oranının düşmesine yol açar. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle kar kitlesi artmasına karşın kar oranları düşer. Ve bu böyle sürer gider.
Kapitalizmin gelişmesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demektir ya da bu kaçınılmazdır. Bu, işçinin yerine makinenin geçmesi, canlı emek kitlesinin azalması, emek üretkenliğinin yükselmesi, üretimin, metaların ucuzlaması, kapitalistin kapitaliste karşı rekabet gücünün artması, ekstra karın elde edilmesi demektir. Ama yeni tekniğin kullanımının genişlemesiyle (ki bu kaçınılmazdır, çünkü diğer kapitalistler ayakta kalmak ve büyümek, pazar paylarını arttırmak için yeni tekniği üretime koymak zorundadırlar), genelleşmesiyle ekstra kar kaybolur ve kar oranında bir düşme yaşanır. Kar oranındaki bu düşme, bir kez daha kapitalistleri yeni teknolojiler bulup kullanmaya zorlar…
Küçük meta üretiminden doğan basit kapitalist elbirliği manifaktür kapitalizme, oradan sanayi kapitalizmine dönüşür/yükselir. Ve sermayenin sanayi kapitalizmine geçişi/yükselişiyle birlikte, sermayenin organik bileşimi hızla gelişir ve genelleşir. Kapitalizmin diğer yasaları gibi kar oranlarının düşmesi eğilimi yasası da otomatik bir süreç halinde değil, pek çok sapma, yalpalama, üretim anarşisi içerisinde etkinlik gösterir.
Kapitalizmin son 150-200 yıllık tarihi gerçekleri sanayi kapitalizmi ile bilimsel teknolojik devrimlerle, sermayenin organik bileşiminin geliştiğini, sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin gelişen bir yasa olarak etki gücünün, genel bir yönelim olarak, arttığını göstermektedir. 20. asrın ikinci yarısından bu yana geçen süreçte de, söz konusu yükselme, devam etti. Bu olgu, kar oranlarının eğilimli düşmesi yasasını şiddetlendirmiştir. Emperyalist küreselleşme/uluslararasılaşmanın daha da gelişmesi, emperyalist dünya ekonomisindeki bütünleşmenin daha küreselleşerek gelişmesi ile, bu yasa, küresel çapta işlevselliğini artan oranda dayatmıştır. Sadece hatırlatmakla yetinelim şimdilik: Bilimsel teknik sıçramalar, doğal ve kaçınılmaz olarak, kapitalizmin eşitsiz ekonomik ve politik gelişim yasasını keskinleştirir… III. Bilimsel Teknolojik Devrim de söz konusu yasayı daha keskinleştirerek şiddetlendirmiştir; gitgide keskinleşen çok merkezli emperyalist hegemonya ve rekabet gücünün varlığı ve gelişimi, “dünyanın merkezi”nin Batıdan Doğuya (Asya-Pasifik) kayma sürecinin yaşaması söz konusu olgunun açık göstergeleridir.
“Küreselleşme”yle kapitalist rekabet mücadelesi de “küreselleşmiş”tir. Üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmesi, son emperyalist küreselleşme dalgasının ayırt edici karakteristiğidir. “Küreselleşme”yle teknolojik rekabette daha fazla uluslararasılaşmıştır. En ileri teknolojiye hakim olma, ekonomilerin teknik temelini en ileri teknolojik temelde geliştirme, rakip uluslararası tekeller ve devletler arasında son derece karmaşık biçimler alan teknolojik işbirliği yoluyla bölünme ve amansız rekabet, son uluslararasılaşma/küreselleşme dalgasının çarpıcı özellikleridir. Öyle ki, dünya pazarlarının, etki alanlarının, stratejik bölgelerin her bir alanı kıran kırana süren kapitalist ve emperyalist rekabet mücadelesinin doğrudan arenası haline gelmiştir. Gittikçe artan oranda nanoteknolojik atılımlara odaklanma, yeni enerji türleri ve yeni maddeler teknolojilerine yoğunlaşma, mikrobiyoloji ve biyoteknik atılımları geliştirme, uzay teknolojisini yetkinleştirme söz konusu rekabet ve paylaşım kavgasında artan oranda önem taşıyor… Kaynakların fütursuzca uluslararası tekellere yönlendirilmesi, AR-GE, teknoparklar, teknokentler, nanoteknolojik atılımlar, databankalar, “network”, dijitalleşmiş yaşamın yetkinleştirilmesi, kesintisiz, nitelikli eğitimle kalifiye iş gücünün eğitimi ve yeniden üretimi, nitelikli iş gücü, genç iş gücü, “beyin göçü”, iş gücü ve emek süreçleri üzerinde tam bir denetim, hegemonya ve rekabet mücadelesinin olmazsa olmazları içerisinde yaşamsal önem taşımaktadır. Uluslararası rekabette geri kalmak demek, kaybetmek demek oluyor.  Emperyalist ekonomik ve politik dünya sisteminde herkesin herkesle mücadelesi kaçınılmazdır; altta kalanın canı çıkar ve düşenin de dostu yoktur; aksine, zayıf düşen iliklerine dek yağmalanır…
CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) türü projeler ekosistem ve insanlık için bilimi, teknolojiyi geliştirme projeleri değil, emperyalist ekonominin, emperyalist rekabetin, azami kar yarışının bir gereği olarak geliştirilmektedir. İnsanlığın gelişmesi, doğa ve toplum için gerekli, yararlı olan ve olacak keşifler, kapitalist üretim tarzında “ekonomik değer”, “ekonomik-ticari” değer taşımadığı için çekmecelere kilitlenmektedir. “Ekonomik değer” taşımayan, bir diğer vurguyla artı değer ve kar üretmeyen keşiflerin, uluslararası tekeller için bir değeri yoktur. “Ekonomik” olmayan buluş ve icatlar, burjuvazinin umurunda değildir. Yaratıcılık, yenilikçilik, buluş ve icatlar kapitalist maliyet fiyatlarını düşürüyorsa,  rakibi karşısında bir üstünlük yaratıyorsa, azami kara hizmet ediyorsa geliştirilip kullanılmaktadır. AR-GE’ler bunun için var. Örneğin, günümüzde ya da neoliberal “bilgi toplumu”nda kapitalist maliyet fiyatlarını düşüren, internet ağı üzerinden oldukça ucuz ve hızlı haberleşmeyi sağlayan e-posta sistemini bulan kişi, Tim Berners-Leen’dir. Bay Tim, internet üzerinden e-posta servislerinin World Wide Web (WWW ya da Web) teknolojisi aracılığıyla işlevli hale getirilmesini sağlayan kişidir. Web ya da W3 sadece internet üzerinde çalışan bir servistir. Bu ağa, “global ağ” ya da “Dünya Çapında Ağ” diyebiliriz. Milyonlarca Web sitesi ve milyarlarca belge-bilgi-sayfa birleşik etkileşimli bir dünya olarak karşımıza dikilmiştir. Bir bilgisayar tuşuna dokunarak ışık hızında sayısız veriye ulaşmak, bilgileri, verileri internet üzerinde iletmek, almak, yaymak, depolamak vs. olanaklı hale gelmiştir. Web, dijitalleşmiş, ağlaşmış ileri teknolojik temelin, uluslararasılaşmış/küreselleşmiş ekonomik ve sosyal yaşamın çarpıcı bir ifadesi ve görünümüdür.
CERN’de çalışan bir bilgisayar programcısı olan Tim Berners-Leen, keşfinin patentini alıp şirketleştirerek (“W3C”, World Wide Consortium), hem kendi cebini doldurmuş hem de kapitalizme ve burjuvaziye çok değerli bir hizmet sunmuştur. Kapitalizm, meta üretimi demektir. Meta, “burjuva zenginliğin genelleşmiş temel biçimi”dir; “meta bir kez ürünlerin genel biçimi durumuna geldiğinde üretilen her şeyin bu biçimi alması gerekir; satın alma ve satış… üretimin özünü oluşturur.” Ve “Kapitalist üretim, metayı bütün ürünlerin genel biçimi haline getiren ilk üretim tarzıdır.” (Marx, Kapitale Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s. 12, iba., Ceylan yay.) P-M-P’ hareketi kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin, kapitalist devrenin kısaltılmış çarpıcı formülasyonudur. İleri/yüksek teknoloji P-M-P’ hareketinin aracıdır, hizmetkârıdır. Böyle olduğu içindir ki kapitalizmde her teknolojik buluş ticari bir ürüne dönüşür, dönüştürülür. Burada belirleyici olan metanın değişim değeridir ve kapitalistleri de ilgilendiren tek şey, değişim değeridir; çünkü artı değeri pazarda realize edecek tek şey, değişim değeridir, değişim değerinin pazarda gerçekleşmesidir. “Kullanım değerlerini kapitalistler, salt değişim değerinin özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler.” (Marx, Kapital I, s. 188) “Bilgi teknolojileri”ne dayanan maddi ve maddi olmayan metalar, değişim değeri için üretilirler ve burada, dün olduğu gibi bugün de kullanım değerleri değişim değeri amacıyla üretilirler. “Bilgi çağı”nın, “Bilgi toplumu”nun “Bilgi ekonomisi”nin ve “hizmet sektörü”nün temel ve güncel gerçeği budur, bu kadardır; gerisi boş palavralardan, yalan rüzgârından ibarettir. Tüm bir dünya ekonomisi “Bilgi toplumu”na dönüşse ne yazar, o, yine de kapitalist üretim tarzıdır ve emperyalist dünya düzenidir. Kuşkusuz, bu yönelim, emperyalist dünya sisteminin bağrında dünya proleter devriminin nesnel ekonomik ve toplumsal koşullarının daha fazla ve keskince olgunlaşması, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkinin daha da keskinleşmesi ve çelişkinin çözümü için uluslararası proleter devrim kılıcının daha ivedi ve keskin bir biçimde indirilmesi gerekliliğinin daha yakıcı hale gelmesi demektir ve bu, nesnel olarak iyi bir gelişmedir. Eh, ne de olsa, emperyalizm, sosyalist devrimin ön günüdür, değil mi! Ve geleceğin sosyalist dünyası, başlangıçta, kapitalist üretim tarzının bağrında gelişen ve olgunlaşan teknolojik temele dayanarak yürüyecektir; bu bağıntıda, nesnel olarak, söz konusu teknolojik temelin ve toplumsal üretici güçlerin gelişimi, sosyalizmin nesnel ekonomik ve toplumsal koşullarının olgunlaşarak keskinleşmesini ve sosyalizmin maddi-teknik temeli için bir ön hazırlığı ifade etmektedir. Devrimci proletarya elbette ki bu bilinçle yürüyecektir…
UNCTAD tarafından 2009’da yayınlamış rapora göre, dünyada, 2009 yılı başı itibari ile, 82 000 olan uluslararası tekel (ÇUŞ) bulunmaktadır. ÇUŞ’lara bağlı yabancı şirket sayısı ise 810 000’dir. Bu tekeller içerisinde piramidin tepesinde bulunan 500 uluslararası mega/süper tekel, bunlar içinde de 150 kadar en güçlü süper tekel tüm bu sürecin merkezinde durmaktadır. S. Vitali, J. B. Glattfelder, S. Battiston’nun “Şirketlerin Küresel Denetim Ağı” çalışmasında ortaya çıkardıkları gerçekleri; örneğin, “ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’nı” denetledikleri saptamasını sadece hatırlatıp geçiyoruz.  Bilim ve teknolojiye de ÇUŞ’lar hükmetmekte, bu olanağı azami kar, acımasız kapitalist rekabet, sınıfın direnişini kırmak, siyasal denetim, ideolojik manipülasyon, “toplum mühendisliği” aracı olarak dizginsizce kullanmaktadırlar. Zaten bilim ve teknolojinin salt teknik, makine vb. olduğunu düşünmek saçmalıktır. Bilimsel teknolojik gelişme ve sıçramaları üretim tarzından, üretim ilişkilerinden, sınıfsal bölünmelerden, emek süreçlerinden soyut incelemek, eğer cehaletten değilse, sınıf bilinçli burjuva tavırla, burjuva demagoji ve manipülasyonla bağlıdır. Kapitalizmin tüm bir tarihsel gelişme sürecinde, burjuvazi, teknolojiyi, tekniği daima proletaryanın sınıfsal direniş ve mücadelesini kırmanın temel araçlarından biri olarak da kullana gelmiştir.  Dahası, proletaryanın direnişi, daima burjuvazinin yeni teknoloji geliştirmesinde itici güçlerden birisi olmuştur. Bilim ve teknoloji, daima ve kesin olarak, sınıf ilişkileri ve egemenlik ilişkileriyle bağlı bir olgudur. Ki Marx, Kapital isimli dev çalışmasında bu olguyu da çarpıcı bir tarzda inceleyerek ortaya koymuştur.
Bilimsel ve teknik gelişmeler, toplumsal maddi gerçekle, maddi ve ideolojik bütünselliği içinde analiz edilmelidir. Sınıfsal ve sosyal yaşamın dışında ya da üstünde bir bilim ve teknoloji tartışması tümüyle demagojiktir. Açık ki bilim ve teknoloji kapitalizmin ve burjuvazinin tutsağıdır, modern ücretli kölelik dünya sisteminin hizmetindedir. Doğanın, insanın, işçi sınıfı ve halkların değil, azami karın hizmetindedir. Doğayla uyumlu, toplumsal gereksinmelerin maddi ve tinsel bakımdan azami doyumunun değil, kapitalist karın kölesidir. Bilimsel bilgi ve teknoloji, insanlığın tarihsel gelişmesinin ve birikiminin ürünüdür; insanlığın ortak mülküdür ve ortak mülkü olmak zorundadır. Fakat kapitalist üretim tarzında, bilim, bilimsel bilgi, teknoloji ve teknik “made ın özel mülktür” damgasını taşır. Çünkü kapitalizmde her şey, metadır, metalaştırılır. Bilim, bilimsel bilgi, bilimsel keşifler, bilgi teknolojileri  “neoliberal kapitalizm” ile birlikte iyice metalaştı, sermayeleştirildi. Fikri mülkiyet hakkı adı altında bilimsel ve teknik keşifler patentlenerek, fikri mülkiyet ve telif haklarına (“Telif kapitalizmi”) bağlanarak uluslararası şirketlerin tekelci denetimine alındı; burada, hemen “küreselleşme”nin, “bilgi toplumu”nun yıldızı Microsoft’u ve Bill Gates’i hatırlayabiliriz. “Serbest rekabet”, “serbest rekabetçi bilgi toplumu” vs. üzerine koparılan fırtınaya karşın, gerçekte, “Küreselleşmiş dünyamız”da bugün, monopollerin ve oligopolların tekelci hegemonya ve denetimi artarak gelişmektedir. Serbest rekabetçi kapitalizm çoktan tarih olmuştur. Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle, o tarihsel evre zaten aşılmıştır. Keza bilim ve teknoloji, aşırı uzmanlaşmanın da girdabında proletarya ve emekçilere iyice yabancılaşmıştır. Söz konusu atılımlar, kapitalist üretim ilişkilerini daha derin ve geniş bir temel üzerinde daha etkin uluslararasılaştırarak üretmiştir. Bilim ve teknoloji üzerindeki tekellerin tekeli de alabildiğine yetkinleşmiştir. Gerçekler bunlardır.
Bilgi işlem teknolojileri, esnek otomasyon, sanayi sektöründe verimliliği hizmet sektörüne göre daha da yükseltmiştir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, emek üretkenliğini geliştirdiği, ücretleri düşürdüğü, bir yandan işgücünden tasarruf sağlarken, öte yandan da artı emek zamanını uzattığı, emeğin yoğunlaşmasını geliştirdiği için, bundan sonra da verimliliği göreli olarak geliştirmeye devam edecektir. Kuşkusuz ki bu süreç de otomatik bir verimlilik artışı biçiminde gelişmemekte, eşitsiz gelişme yasasının keskinleşmesi, kapitalist rekabet ve üretim anarşisinin baskısı altında gelişmekte ve biçimlenmektedir. Ki verimlilik sorunu, kapitalist ekonomilerdeki durgunluk eğiliminin güçlenmesi, ekonomilerin finansallaşması, hizmet sektörünün büyümesi, yapısal krizin adeta kronikleşmesi, geniş kitlelerin yoksullaşması ve tüketim gücünün gerilemesi gibi olgularla birlikte düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bilgisayar teknolojisi, hem ayrı bir sektör hem de tüm teknoloji ve sektörlerle iç içe geçmiş bir teknoloji ve sektör durumundadır. Üretim ve dolaşım süreçleri artık bilgisayar ve iletişim teknolojileri tarafından düzenleniyor. Bilgisayar Bütünleşik Üretim Sistemi (CIM) ile üretimin geleneksel işlevleri otomatik teknolojilerle yer değiştirerek otomasyona dönüşmüştür. Bilgisayar Destekli Tasarım (CAD), Bilgisayar Destekli Mühendislik (CAF), Bilgisayar Destekli Üretim (CAM), Bilgisayar Destekli Ürün Ticareti (CPC) Tam Vaktinde (JİT), artık bunlarsız bir üretim ve dolaşım süreci düşünülemez. Elektronikleşme, otomasyon, sermayenin, uluslararası tekellerin proletaryaya karşı güçlü bir silahı. Ve kuşkusuz burada da kafa emeğinin artan önemini, giderek kafa emeği sömürüsünün kazandığı ve kazanacağı ağırlığı/öne çıkışını görüyoruz. Otomasyon kaçınılmaz olarak daha az sayıda işgücü kullanmayı, böylece işin yoğunlaştırılmasını, emek üretkenliğinin yükseltilmesini ifade eder. Daha önce, hem mutlak hem de göreli olarak daha fazla işçinin yaptığı ve yapacağı iş/çalışma/beceri, otomasyonla ya da otomatikleşen teknoloji ile yerini otomasyona bırakmaktadır. Örneğin Bilgisayar Destekli Üretim (CAM) yazılımı denetimindeki tezgahlar, CAD tasarımındaki tanımları, kesin iş emirlerine dönüştürerek makineler sistemini harekete geçirir. CAD yazılımı ile sayısal denetimli tezgahlar, süreç denetimi, grup teknolojisi, otomatik montaj eylemleri gerçekleştirilir. (bkz., Genel İşletme, Anadolu Üniversitesi Yayınları) Örneğin, Kaliforniya’da yılda 1 Milyar dolar değerinde bilgisayar üretme kapasitesine sahip bir işletme, bilgisayara, elektronikleşmeye, robotiklere dayanan bu fabrika, çok sınırlı sayıda işçi (“elle çalışan sadece beş montaj işçisi ve sayıları yüzü geçmeyen mühendis ve diğer işçiye ihtiyaç duyuyor”) (Siber Marx)  ile üretimini gerçekleştirmektedir. Yukarıda sözü geçen en modern teknoloji ve bilimsel iş yönetimi sistemleri bu fabrikada en ileri biçimine ulaşmış bulunmaktadır…
Başlangıçta, özellikle de askeri amaçlarla geliştirilen enformasyon ve komünikasyon teknolojilerinin 70’lerin ortasından bu yana geçen süreçte üretim ve dolaşım süreçlerine girmesiyle devasa sıçramalara yol açtığı kesindir.
“İlk kez 19. yüzyıl sonlarında ABD’de gelişen Taylorizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok ülke endüstrisinin egemen emek rejimini oluşturmuştur. Sermayenin iş süreçleri ve çalışanlar üzerindeki kesin egemenliğini temsil eden Taylorist üretim örgütlenmesi, İkinci Endüstri Devriminin temeli olan mekanizasyona ve bunun sonucu olarak ortaya aşırı uzmanlaşmaya bağlı olarak gelişmiştir. Takım çalışmasına dayalı mekanik bir hat üzerinde gerçekleşen üretimde emeğin türdeşleşmesi, çalışmanın sürekliliği ve çalışanların kesin itaati iş sürecinin temel ilkeleridir. Bu açıdan ‘Bilimsel Yönetim’ üretim sürecindeki sınıf mücadelelerine karşı ilk kapitalist yanıttır.” (Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Günümüzde İşçi Sınıfı, Geliştirilmiş 2. Baskı, s. 123, Alan yay.)
“İkinci Endüstri Devriminin ürünü olan ve ‘endüstrileşmenin klasik paradigmasını’ temsil eden Fordizm sermayenin yoğun birikim süreçlerinin doruk noktasıdır. Toplumsal işbölümü ve teknik işbölümü süreçlerinin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan Fordist model gerçekte Taylorizmin daha gelişkin bir türünden başka bir şey değildir…
“Üretimde bir dizi değişikliğe yol açan Fordist model yarı-otomatik üretim hattına dayanır. Yarı-otomatik üretim hattında işin ve emeğin yoğunluğu çok artmıştır. Böylece tek ve aynı tür emek süreçleri yoluyla yatay bir bütünleşme gerçeklemekte ve göreli artı-değerin artışı için en elverişli koşullar yaratılmaktadır. Gerek nesnelerin hareketindeki zamandan gerek emek gücünden tasarruf sağlayan yarı-otomatik üretim hattı bugüne kadar sermayenin organik bileşimini en fazla arttıran bir sitem olmuştur. Kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı derinleştiren yarı-otomatik süreçler işin mekanizasyonu ve emeğin yoğunlaşması için bire birdir.
“Son derece özel ve tek amaçlı makineler ile eğitimsiz ve niteliksiz işgücü kullanımına dayanan sistem makine ile işçi arasındaki sürekli ve değişmez bir ilişki kurmakta ve böylece çıktının standartlaşmasını sağlamaktadır. Ayrıntılı işbölümünü sağlayan iş örgütlenmesi üretim öncesi ve sonrası süreçlerin birbiriyle ilişkisini kopararak denetim ve karar alma erkini tümüyle emek sürecinin dışına çıkarmaktadır.” (age, s. 124-125) 
Başlı başına yeniden girmek gerekmiyor; kısaca, artık eski tip uluslararası işbölümü, eski tip birikim modeli yok. “Serbest piyasa ekonomisi”, esnek kapitalist birikim modeli uluslararası tekellerin (ÇUŞ’ların) hegemonyasında emperyalist dünya ekonomisini yeniden yapılandırmıştır. Yeni tip birikim modeli “3. Bilimsel-Teknik Devrim”i ifade eden toplumsal işbölümüne ve teknik işbölümüne dayanıyor. Üretim teknolojisi, üretim süreci, emek süreci, dolaşım süreci, yönetim tarzı “neoliberal küreselleşme”nin gereksinimleri temelinde esnek birikim “paradigma”sı üzerinde yükseliyor. “Fordist birikim paradigması” da “esnek kapitalist birikim paradigması” da (“postfordist paradigma” vs.) sermaye birikimini geliştirmeye, sermayenin kendini genişletmesine, azami kar elde etmeye; yani içerik ve amaç itibariyle kapitalist üretim tarzının, emperyalist kapitalizmin hareket yasalarına dayanmaktadır. Evet, “paradigma” farklı, hem de köklü bir değişme söz konusu; ama hareket yasaları ve amaç aynı/belli. Her bir “paradigma” zamanın koşullarının ürünü ve rolünü oynamıştır, oynamaktadır.
“Yeni paradigma” sürecinde ve yeni sürece denk düşen aşamada, mikroelektroniğe dayanan tam otomatikleşmiş, esnekleşmiş, çok amaçlı makinesel sistem sermayenin organik bileşimini daha da yükseltmiştir. Canlı emek gücüne (işgücü) olan gereksinimin göreli olarak gerilemiştir. Emek üretenliği önemli oranda yükseltilmiştir. Göreli artı değer üretimi ve gaspı keskinleşmiştir. İş ve üretim süreçleri, iş organizasyonu ve yönetimi bütünsel rasyonalleştirme ekseninde yeniden yapılanmıştır. Üretimin parçalanması ve etkin bir tedarik zincirinin geliştirilmesi, taşeron ağı sistemi (esnek uzmanlaşmanın bir türevi), yalın üretim; kafa emeğinin (zihinsel işgücü) artan önemi, özellikle de “bilgi üreten endüstrilerde” geleneksel işgücünün tasfiyesi; kafa ve kol emeğini birleştiren “çekirdek işçi” kategorisinin, “salt” zihinsel üretim yapan kafa emeğinin en nitelikli kategorisi ile birlikte görece ve gelişen bir yönelim olarak öne çıkışı; “sistemin özellikle tasarım, programlama ve bakımla ilgili alanlarda çok yönlü ve nitelikli işgücüne” dayanması, kalifiye işgücü sömürüsünün rolünü artırmıştır. Sınıf içi katmanlaşmanın “kaotik” boyutlara varması, yeni emek türlerinin ortaya çıkması ya da zaten varolan bazı emek kategorilerinin önem kazanarak öne çıkışı vbg.  olgular, yeni dönemin bazı temel bileşenleridir.
Buradan da görülebileceği gibi bilimsel-teknik devrimle kapitalizm aşılmamış, kapitalizm ötesi (“postkapitalizm”) yeni bir üretim tarzına geçilmemiştir. Teknoloji tapıcılığı; teknolojiyi sınıflar dışı veya sınıflar üstü gören ya da gösteren; tek başına teknolojiye tarihi biçimlendiren, tarihin motoru rolünü biçen; teknolojiyi üretim tarzları temelinde ele almadan, sınıf ilişkileri ve egemenlik ilişkileriyle bağını koparan, kavramayan, çarpıtan, kendiliğindenliğe tapınan her türden yaklaşım burjuva ve küçük burjuva bir bakış açısına, teorik arka plana sahiptir. Bilimsel-teknik devrime, en son modern teknolojilere, otomasyona bakıp sınıf ilişkilerini, kapitalist emperyalizmin nesnel karaktere sahip hareket yasalarını görmeyen, unutan, ona sınıfsızlık atfeden her renk ve tondan akım kuşkusuz ki proletaryaya karşı burjuvaziye hizmet etmektedir.
“TEKNOLOJİ GELİŞTİRME BÖLGELERİ KANUNU”ndan birlikte okuyalım:
“Amaç
MADDE 1. - Bu Kanunun amacı, üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile üretim sektörlerinin işbirliği sağlanarak, ülke sanayiinin uluslararası rekabet edebilir ve ihracata yönelik bir yapıya kavuşturulması maksadıyla teknolojik bilgi üretmek, üründe ve üretim yöntemlerinde yenilik geliştirmek, ürün kalitesini veya standardını yükseltmek, verimliliği artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek, teknolojik bilgiyi ticarileştirmek, teknoloji yoğun üretim ve girişimciliği desteklemek, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yeni ve ileri teknolojilere uyumunu sağlamak, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunun kararları da dikkate alınarak teknoloji yoğun alanlarda yatırım olanakları yaratmak, araştırmacı ve vasıflı kişilere iş imkânı yaratmak, teknoloji transferine yardımcı olmak ve yüksek/ileri teknoloji sağlayacak yabancı sermayenin ülkeye girişini hızlandıracak teknolojik alt yapıyı sağlamaktır.” (Kanun No. 4691 / Kabul Tarihi : 26.6.2001, www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2001/07/20010706.htm )
İşte size sözde kapitalizm olmaktan çıkmış, insan merkezli hale gelmiş, “eşitlikçi”, “komünal”leşmiş “postkapitalizm”in, “Bilgi toplumu”nun  tablosu! Yerseniz tabii ki.
Bilgi/sermaye/teknoloji yoğun, “dijital”leşmiş, ağlaşmış, interaktifleşmiş, “e”leşmiş, “küresel”leşmiş, “sanal”laşmış kapitalizm de kapitalizmdir. Dünyamızın en gelişkin “Bilgi toplumu” ABD’dir. Dünya halklarının baş düşmanı ABD’yi anlatmaya gerek var mı?! ABD’nin kapitalist-emperyalist bir ülke olduğu açık değil mi!!! Demek ki, “Bilgi toplumu” da sermayenin egemenlik ve iktidar ilişkileriyle şekillenmiştir. “Eski ekonomi”nin yerine “yeni ekonomi”nin geçmesi ya da birincisinin ikincisine dönüşümü söz konusu temel tarihsel gerçeği değiştirmiyor. Temel üretim araçları kapitalist sınıfın özel mülkiyetindedir. Üretim toplumsal karakterde olduğu halde toplumsal üretimin ürünlerine el koyma özel niteliktedir. Emek ve sermaye çelişkisi temel çelişkidir. “Küreselleşme”yle, “neoliberal kapitalizm” ile tüm bu gerçekler çok daha keskin gerçekler haline gelmiştir. Dizginsiz rekabet ve doludizgin süren silahlanma yarışını, atağa kalkmış militarizmi, 2 trilyon doları bulmuş, belki de aşmış askeri harcamalar, her bakımdan yoğunlaşmış, keskinleşmiş eşitsizliği vb. hatırlatmaya bile gerek yok. Laf gevezeliğiyle, demagojik ve manipülatif “paradigma” ve literatür inşasıyla nesnel gerçek değiştirilemiyor ve değiştirilemez. Kronik yapısal kriz, kronik durgunluk eğilimi, işletmelerin kronik kapasite eksikliğiyle çalışması, gittikçe kısalan, sıklaşan aralarla patlak veren ekonomik krizler (1990-94, 2000-04, 2008, ki halen sürmektedir), kronik sermaye fazlası, teknolojik işsizliğin atağa geçişi, kronik küresel kitlesel işsizlik, kronik küresel kitlesel yoksulluk, emperyalist dünya ekonomilerinin finansallaşması, paran varsa yaşa vb.; işte size o çok yüceltilen kapitalist emperyalizmin “Bilgi çağı”,  “Bilgi toplumu”!. Emperyalist çağ demek yerine “Bilgi çağı”, kapitalist emperyalizm demek yerine “Bilgi toplumu” demek kulağa da çok hoş geliyor doğrusu. Eee, burjuvazi ve dalkavukları işlerini iyi bilmektedir. “Prof.”, “filozof”, “entelektüel”, “bilim adamı”, “aydın” vs. unvanlı bir sürü ideolojik ve politik çakalın soyunduğu iş, yukarıdaki tabloyu örtmek, kapitalist ve emperyalist dünya sisteminin devrimlerle yıkılışını önlemektir. Hangi unvan, hangi renk altında ortaya çıkarsa çıksınlar onların misyonu, vizyonu bundan ibarettir. Hepsi bu, daha fazlası ya da ötesi yok!
“Sermaye yoğun”, “teknoloji yoğun”, “bilgi yoğun” sektörlerde geleneksel kol emeğinin (“mavi yakalı”) belirleyici bir rolü kalmamıştır denebilir. Burada öne çıkan kalifiye emektir, gerek kol gerekse de kafa emeği bakımından. Zihinsel emek, kafa ve kol işçiliğini birleştiren kalifiye emek sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu sektörlerde gitgide öne çıkmakta ve belirleyici bir rol oynamaktadır. Kuşkusuz ki burada, yine de niteliksiz emek tümden tasfiye olmamaktadır ama artık üretim süreci bakımından herhangi belirleyici rolü kalmamıştır.
Ancak emek yoğun sektörlerde hala geniş çaplı bir niteliksiz emek istihdam edilmektedir…
Konu bağlamında o çok övülen “enformatik toplum”un simgesi ABD “Silikon Vadisi”ne (Silicon Valley), “ABD bilgisayar endüstrisinin tarihsel merkezi sayılan ‘Silikon Vadisi’”ne şöyle yakından bakalım.
“Vadinin emek tarihinin en iyi bilinen yönü, dijital teknolojinin yaratılmasında merkezi rol oynayan üstün vasıflı teknik işçilerin; mühendisler, yazılım tasarımcıları ve programcıların doğuşudur. Çoğu erkek, çoğu beyaz, yüksek akademik derecelere sahip bu çalışanlar (vadi, doktora dereceliler ve mühendisler yönünden dünyanın en yüksek yoğunluğuna sahiptir) karın sürekli yenilik akışına bağlı olduğu bir sanayinin gereksindiği en kusursuz ‘bilgi işçileri’dir. Yüksek ücretli, çılgınca yaratıcı, teknolojiye tutkun, çoğu kez önemli girişim fırsatlarına sahip olan bu seçkin işgücünün maceraları, bunları enformasyon devriminin romantik mitolojisinin önemli bir bölümü haline getiren medya tarafından dalkavuklulukla karışık sayısız habere malzeme yapıldı.
“Ancak Silikon Vadisi’nde çalışmanın daha gösterişsiz, başka bir yüzü de var: Hademeler, bahçıvanlar, kafeterya personeli ve bu teknolojik yaratıcılığa vazgeçilmez bir destek sunan mikroçip montajcıları. Büyük ölçüde göçmen ve etnik azınlıklardan gelen, çoğu kadın olan bu işçiler, düşük ya da asgari ücretle, sendikal örgütlenme, sağlık sigortası, annelik yardımı olmadan, cinsel tacize karşı korumasız halde çalıştırılıyorlar. Vadinin, Apple, Intel, Hawlet, Packad, Oracle ve IBM gibi saygın ileri teknoloji şirketleri bu işgücü olmadan işleyemez. Ama büyük şirketler çalışma koşulları ve ücretlerin sorumluluğundan sıyrılmalarını sağlayan bir taşeronluk sistemi ile bu gözlerden uzak aşırı sömürü ile aralarına mesafe koymaya çalıştılar. İşyerlerinde üstte bilgi işçileri ve altta hizmet emeği arasındaki bölünme, vadiyi etnik bakımdan çeşitli kuşaklara ayıran yerleşme modelleri ile pekiştirilmiştir. Silikon Vadisi ABD’nin en zengin bölgesinde bulunduğu halde, yakından incelendiğinde bu servet manzarası yerini ‘Birinci Dünyanın Üçüncüyle, garip bir ileri teknoloji ve sefalet karışımı içinde buluştuğu’ bir sanayi sonrası tabakalaşma sahnesine bırakıyor.” (Siber Marx, s. 145-146)
Tablo bu!
1992’de promosyon için ünlü basketbolcu Michael Jardon’a NİKE tarafından ödenen paranın, “sporcunun reklam amacıyla giydiği basketbol ayakkabılarını üreten otuz bin Endonezyalı genç kadının toplam yıllık gelirine eşit” olmasıyla da tamamlanan bir tablodur, bu tablo.
İşte size “Bilgi toplumu”!

20 Ocak 2014 Pazartesi

III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM”



III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM”
                                     I. BÖLÜM
Sermaye dünyasının, “küreselleşme”nin değişik renkten savunucularına ve o arada “postkapitalizm”, “bilgi toplumu” propagandistlerine göre, kapitalizm ve uluslararası tekeller, bilimi, tekniği, üretici güçleri özgürce ve sınırsızca geliştirmektedir. “III. Bilimsel-Teknolojik Devrim” de bunun kanıtıdır! Böylece kapitalizm aşılmış, “Bilgi çağı” başlamış, “Bilgi toplumu”na geçilmiştir vs.
Nesnel ve denetlenebilir veriler bu vb. savların sahte bir savunudan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Emperyalist kapitalizmin emireri “bilim”  ordusunun bilimsellik makyajı altında bu propagandayı yapması ise, tipik bir burjuva iki yüzlülükten ibarettir. Her alanda olduğu gibi burada da emperyalist “kilise”nin bilim-papaz-haham-imam kutsayıcılarının manipülasyonuyla karşı karşıyayız. Örneğin Ptolemy (Batlamyus) astronomisinde ileri sürülen ve asırlarca bilimsel kabul edilen, kilisenin de arkasında canhıraş durduğu güneşin dünyanın etrafında döndüğü (dünya merkezli güneş sistemi) tez ve propagandası ne kadar bilimselse yukarıdaki savunu da o kadar bilimseldir. Kapitalist emperyalizmin üretici güçleri engelsiz, sınırsız ve özgürce geliştirdiği iddiası ve propagandasının sahte karakterini 2007’de mali kriz olarak patlak veren, 2008’de kapitalist dünya sistemini pençesine alan genel ekonomik krizden de çarpıcı bir tarzda görebiliriz… Kapitalizmin genel ekonomik krizlerinin gelişen toplumsal üretici güçlerle onu cendereye vuran kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bir patlaması, çelişkinin zora dayalı geçici bir çözümü olduğunu hatırlatmaya gerek var mı acaba?! Para sermayenin % 98’nin maddi üretimden kopmuş mali piyasalarda vurgun yapıyor oluşu ya da sürekli artmakta olan ve sayısı 1 milyarı aşan işsiz insanın varlığı (küreselleşmiş kronik kitlesel işsizlik olgusu) söz konusu propagandanın sahteliğini çarpıcı tarzda sergilediği açık değil mi!
Açık ve kesin olan şudur ki; “neoliberaller”in ve “postmodernistler”in söz konusu “tez” ve propagandası ÇUŞ’ların emperyalizmini aklama operasyonundan başka bir şey değildir. Burada da, burjuva neoliberal propaganda ile yeni tip sol liberallerin bağlaşması ve birleşik cephesi ile karşı karşıyayız. Neoliberal emperyalist propagandanın “sol”cu söylemle kılıflanması, uluslararası tekellerle “küreselleşme”ci solcularımız arasındaki içsel ideolojik bağı da ortaya koyan çarpıcı bir olgudur.
Değişik görünümlerde ortaya çıkan söz konusu yeni tip burjuva liberal sol propagandanın aksine tarihsel ve güncel gerçek şudur: Bilim ve teknik emperyalist kapitalizmin temel ekonomik yasası olan azami kar yasasının izin verdiği dar sınırlar içerisinde cendereye alınmıştır. Üretimin ve tekniğin sınırsız gelişme eğilimi ile sermayenin dar amacı (kar için üretim), bilimin, tekniğin, üretimin özgürce gelişimini dizginlemekte, bugünle kıyaslanmayacak nitelik ve çapta devasa atılımların yapılmasını esaslı bir tarzda engellemektedir. Engellemektedir, çünkü çağımızda kapitalist üretim ilişkileri toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişiminin önündeki ana engeldir.  “Küreselleşme” ile, “postkapitalizm” ile, “enformatik toplum” ile bu engel çok daha keskin bir gerçeğe dönüşmüştür. Bu gerçek yok sayılarak unutturulmak istenmektedir. Üretici güçlerin, bilimin, tekniğin, üretimin önündeki bu ana engeli ortadan kaldıracak tek sınıf işçi sınıfıdır, tek çözüm yolu da proleter devrim ve sosyalizmdir. İşte gizlenen, yok sayılan, artık tarih olduğu söylenen bir diğer gerçek de budur.
Sermayenin bilim ve tekniği özgürce geliştirdiği tezinin yanı sıra; bilimi, tekniği, enformasyonu insanlığın kolektif mülkü haline getirdiği; böylece kapitalizmin aşılarak “insan merkezli bilgi çağı”na ve “bilgi toplumu”na vb. girildiği/geçildiği iddiası da aynı aklama, meşrulaştırma manipülasyonunun birbirini tamamlayan halkalarını oluşturmaktadır. Yaşadığımız dünya, dün olduğu gibi bugün de kapitalist özel mülkiyet dünyasıdır. Bilim ve teknoloji de uluslararası sermayenin tekelinde ve mülkiyetindedir. Dahası, tarihte görülmemiş ölçüde gittikçe artan oranda daha fazla özel mülkiyet haline gelmektedir. Her şey patentleşip üzerine özel mülktür damgası basılmaktadır. “Fikri mülkiyet hakları” yasaları bu damgayı güvencelemek amacıyla geliştirilmiştir. Evet, bilgi ve teknoloji güçtür, ikisine de hükmeden kapitalist dünyanın iktidar sahipleridir. Ekonomik gücü elde tutan sınıf politik iktidar gücünü de elde tutmaktadır. Ekonomik ve siyasi iktidarı elde tutan sınıf egemen sınıftır, dolayısıyla entelektüel ve kültürel hegemonyayı da elde tutmaktadır. Bilim ve teknik de bu bağıntıda egemen sınıfın elindedir. Açık ki, doğayı, bilgiyi, bilimi, teknolojiyi, insanlığın tarihsel gelişme sürecinde ürettiği kolektif zenginlikleri hiç olmadığı kadar özel mülkiyet haline getirerek azami karın hizmetine süren dünya burjuvazisi ve onun post’lu ya da post’suz hizmetkârları açıkça yalan söylemektedirler, hem de sınır tanımadan. Para ekonomisinin, para iktidarının her renkten şarlatanı söz konusu yalan rüzgârını daha etkinleştirmek için beyinlerini, yüreklerini, yeteneklerini bu uğurda sefer ediyorlar ve bu, bizce anlaşılırdır da. En nihayetinde onlar kendilerine düşen tarihsel ve sınıfsal görevi yerine getirmektedirler; “paradigma”ları bu. 
Bunlar bir yana, bilim ve tekniğin, insanlık tarihinde en yüksek gelişme aşamasına ulaştığı bir gerçektir. Sermaye, bilimin, tekniğin, üretici güçlerin özgürce gelişimini önlediği halde bilimsel ve teknolojik sıçramaların gerçekleşmesi, emperyalist küreselleşmenin, uluslararası tekellerin devrimciliğinden değil, kıran kırana süren azami kar yarışının dayattığı bir sonuçtur.  “Küreselleşme”, emperyalizmin başlıca olgularından birisi olan emperyalist devletler ve tekeller arası süren hegemonya ve rekabeti de daha yüksek bir temelde küreselleştirip keskinleştirmiştir. Bu koşullarda kıran kırana süren tekelci kapitalist rekabet bilim ve tekniğin gelişmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Uluslararası rekabette geride kalanın şansı yoktur. Bilimsel teknolojik atılımlar, söz konusu rekabeti yumuşatmak, geriye çekmek yerine alabildiğine keskinleştirip geliştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, sermaye dünyası, kapitalist devletler, uluslararası tekeller dünya pazarında/piyasasında kıran kırana sürmekte olan rekabette üstünlüğünü korumak ya da üstünlüğü ele geçirmek, rakibinin ayağını kaydırmak, pazar paylarını büyütmek için, araştırma, geliştirme çalışmasına devasa yatırımlar yapmakta, buluş ve keşifleri, teknolojiyi hızla üretim süreçlerine uygulamakta, dur durak bilmeksizin hegemonya ve rekabet mücadelesinde yirmi dört saat yarışmaktadırlar.
Her an birbirini parçalamaya, yutmaya hazır tekeller, gerektiğinde, teknoloji de içinde olmak üzere devasa birleşmelere ya da bağlaşmalara gitmekte, kartelci birlikler kurabilmekte, teknolojik üstünlüklerini, yeni teknoloji geliştirme yetilerini vurucu ve yıkıcı bir güç olarak kullanabilmektedirler. Güçlü olan zayıf olanı ezer, güçlü olan ayakta kalır, zayıf olan ve zayıf düşen yok olur gider; kapitalist rekabetin kanunudur bu. Kapitalist-emperyalist dünyada ekonomi, teknoloji, ticaret, politika, kültür, askeri alan, bir bütün olarak sosyal yaşam, bir savaş arenasıdır. Keskin bir hegemonya ve rekabet mücadelesi bu arenaya damgasını basar. Bu mücadele, yerel, ülkesel, bölgesel, küresel tüm alanları kapsar. Karada, deniz ve okyanuslarda, uzayda sürer gider. Ve her yerde de güç, ekonomik, siyasal, askeri güç konuşur. Bu mücadele bugün “barışçıl” biçimlerde sürer, yarın “barışçıl yarış” yetersizleşerek yerini emperyalist genel savaşlara bırakır. İşte bu mücadelede güçsüz olanın, zayıf düşenin, güç haline gelemeyenin geleceği yoktur; yeri, emperyalist dünya sistemi hiyerarşisinin bağımlılık zinciridir ya da bu zincirin dip noktalarıdır. Bu mücadele sürecinde “ulusal güvenlik”, “bölgesel güvenlik”, “küresel güvenlik” ve “barış” stratejilerinin özüne damgasını basan şey, burjuva ve emperyalist devletlerin, ÇUŞ’ların ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarıdır.
 “Küreselleşme”yle her alanda uluslararasılaşmış kapitalist ekonomi azgın bir rekabet mücadelesiyle birlikte gelişip ilerlemekte ya da yapılanmaya devam etmektedir. Bu rekabet, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin özgürce gelişimi üzerinde kurduğu aşırıya baskıya karşın, kaçınılmaz olarak, teknolojinin gelişmesine, dünya pazarının bir teknolojik rekabet arenasına da dönüşmesine yol açmaktadır. Zaten teknolojik rekabette geride kalanın da kaderi bağımlılık, açık bir sömürgeye dönüşme, güçlü olanın ya da olanların pazarı konumuna gelmektir. Dolayısıyla “Bilgi çağı”nda, “Bilgi toplumu”nda “eşit karşılıklı bağımlılık”, “eşit koşullarda rekabet”  vb. gibi laflar sadece ve sadece laf-ı güzaftan ibarettir. İleri teknolojiyi elde tutan devletler ve tekeller, dünya pazarında ileri teknoloji tekelini de elde tutmaktadırlar. Bu tekel, mikroelektronik, biyogenetik, nükleer teknoloji, enformasyon, komünikasyon teknolojileri, robotik, yeni uzay teknolojileri, yeni malzemeler, yeni enerji teknolojileri, nanoteknoloji gibi bilgi-teknoloji yoğun bir tekeldir; söz konusu tekel, yeni teknolojik sektörleri, yeni teknolojik ürünleri, yeni tekniğe uygun hizmetleri, AR-GE’leri kapsamaktadır. En ileri ve gelişen teknik temel üzerinde yükselen emperyalist sanayi, dünya pazarındaki hegemonik gücü de böylece elde tutabilmektedir. Emperyalist devletler ve tekeller bu temeller üzerinde yapılanır ve yükselirken, doğal olarak, eskiyen sanayilerden kurtulmaya bakmakta ve üstelik tekel fiyatlarıyla bağımlı ülkelere ihraç etmektedirler. İleri teknolojiyi kendi özel mülkü olarak ellerinde tutan devletler ve tekeller, bağımlı ülkelere ileri teknolojiyi değil, en fazlasından, kendi denetimlerinde tutmaya devam ettikleri teknolojinin kullanım haklarını (lisans sözleşmeleri) ihraç etmektedirler. İleri teknolojik yatırımlar söz konusu olunca da özellikle de birbirlerinin pazarlarına yatırım yapmaktadırlar. Ayrıca vurgulamakta yarar vardır: Benzer ileri teknolojik gelişme düzeyine sahip olan ülkelerde, bu durum, söz konusu ülkeler aralarındaki teknolojik rekabeti de daha bir şiddetlendirmektedir. Bu, kapitalizmin eşitsiz, dengesiz, sıçramalı gelişme yasasıyla bağlı bir olgudur. Birbirini geçmek yarışı, olmazsa olmaz koşuldur kapitalizmin dünyasında. Bu durum, bilimsel ve teknik keşiflerin üretime sokulması sürecini alabildiğince hızlandırarak rekabeti de şiddetlendirmiştir. En güçlü olan, en ileri teknolojiyi kullanan, en hızlı teknolojik yenilenmeye giden en önde olma şansını yakalayabilmekte ve üstünlüğünü koruyup geliştirebilmekte ya da geriden gelip önde olanı geçebilmektedir.
Modern teknolojinin en ileri temeli üzerinde yapılanmış olan emperyalist ülkeler, bağımlı dünyaya ileri teknoloji değil, düşük katma değerli, modası geçmiş, çevreye zarar veren, aşırı enerji tüketen, emek yoğun teknolojileri, sermaye yoğun olsa bile eskimiş, hantal ve pahalı sektörleri ihraç etmekte; kapitalist maliyet fiyatlarını düşürmek, ucuz iş gücünü vb. kullanmak için söz konusu pazarlara girmektedirler. Açık ki emperyalist ülkeler bu ülkelere düşük teknolojik temelli sanayileri ihraç etmektedirler. Gerçekte bağımlı kapitalist çevre emperyalist ülkelerin ve ÇUŞ’ların ucuz imalat üsleri haline gelmişlerdir, getirilmişlerdir. Ayrıca eklemek gereksizdir ki, bağımlı ülkelerin dünya pazarlarına ihracatının büyük ya da çok önemli bir bölümü, bu ülkelerde üslenmiş olan ÇUŞ’ların ihracatından oluşmaktadır. Uluslararası kapitalist iş bölümü de buna göre şekillenmiştir.
Kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkeler de, düşük maliyet, ucuz iş gücü, vb. gibi avantajlardan dolayı, bağımlılık zincirinin parçası olan ülkelere, keza bağımlılık zincirinin daha altında yer alan az gelişmiş kapitalist ülkelere çeşitli biçimlerde sermaye ihraç edebilmekte, üretimlerinin bazı bölümlerini, bazı parçalarını vs. bu gibi ülkelerde üretebilmektedirler. Örneğin, bu bakımdan, bir dönemin sömürgeleri olan Asya Kaplanları’nı (Güney Kore, Singapur, Tayvan, Hong Kong), Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri ve bu ülkelerin kapitalist gelişme tarihlerini geçerken hatırlatabiliriz. Kapitalizmin dünya çapında derinlemesine ve genişlemesine gelişimi, bağımlı ülkelerin özellikle bir bölümünde çok önemli bir sermaye birikimine yol açmakta, bu ülkelerde de sermaye birikimiyle bağlı sermaye, ulusal sınırlarının dışına taşabilmektedir… Böylece bir kısım ülke kapitalist dünya sistemindeki yerlerini, konumlarını yükseltebilmektedirler… Yani emperyalist dünya sisteminin, pardon, “insan merkezli, çevreci bilgi toplumu”nun gerçekleri eşitsiz ve dengesiz gelişmeyle, çok katlı hiyerarşik bölünmeyle, tümüyle eşitsizliklerle vb. parçalanarak biçimlenmiştir.
Bu gerçeğe, yani kapitalist üretim ilişkilerinin artan oranda toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurmasına karşın, bilim ve tekniğin gelişimi, kapitalist ekonominin teknik temelinin yenilenmesine yol açmaktadır. Ya da azami kar yarışı, hegemonya ve rekabet mücadelesi bilim ve tekniğin gelişmesine, kapitalist ekonominin teknik temelinin yenilenmesine ve yeniden yapılanmasına yol açmaktadır. Böyle olmakla birlikte, bilim ve teknolojinin gelişimi de eşitsizdir; eşitsiz gelişme yasası, burada da kendini keskin bir biçimde göstermektedir. Bunu, yeni tipte uluslararası kapitalist iş bölümü içerisinde de çapıcı bir şekilde görebiliriz; ki bu eşitsizlik, daima uluslararası kapitalist iş bölümünün karakteristik özelliği olagelmiş ve kapitalist gelişmenin her bir yeniden yapılanma evresinde ya da evrelerinde yeniden şekillenmiştir. Süreç, en güçlü emperyalist devletler, en güçlü uluslararası tekeller (ve bugün zayıf görünen ama yükselen ve geleceğin en önemli gücü ya da güçleri olabilecek devletler ve tekeller) lehine işlemekte ve şekillenmektedir. Keza böylece, bilimsel ve teknolojik alanda hegemonya kurmuş güç odakları inisiyatifi elde tutmakta, geride kalan ülkeleri de bağımlılık zincirinin birer bileşeni haline getirmekte ya da dönüştürmektedirler. Bugün en büyük 500 uluslararası süper tekel, modern teknolojinin %  90’nını elde tutmakta, dünya teknoloji ticaretinin % 80’nine yakınını gerçekleştirmektedir. ABD, AB, Japonya merkezli buluşlar, dünya pazarının % 80’nine tekabül etmektedir. Bu ülkeler, dünyanın en önemli AR-GE merkezlerine, teknoloji üslerine sahiptirler. Dünyanın nitelikli iş gücünün en önemli ve en büyük bölümüne bu ülkeler hükmediyor. “Beyin göçü”nden en büyük payı, bu ülkeler almaktadır. Modern teknoloji için en elverişli, gelişkin, kendini yenileyen alt yapı bu ülkelerde bulunmaktadır. Dünyaya da bu ülkeler hükmediyor.
Bilim ve teknolojideki atılımların insanlığı, toplumları, uluslararası ilişkileri vb. eşitlikçi temelde şekillendirdiği, vb. iddiasına, bir de, Haziran Halk Ayaklanması sırasında “Gezi Parkı Kütüphanesi”nde rastlayarak aldığımız, İTO’nun ısmarlamasıyla hazırlanmış ve İTO tarafından yayınlanmış çalışmadan birlikte okuyalım: “Bilgi iletişim teknolojileri ve internet kullanımında gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olanlar arasındaki mevcut farklılığı vurgulamak üzere kullanılan ‘dijital bölünme! kavramının, küreselleşmeyle birlikte giderek ‘dijital uçurum’ haline dönüştüğü eleştirileri son yıllarda sıkça yankı bulmaktadır. Gerçekten, günümüzde dünya nüfusunun % 80’nin en temel haberleşme olanaklarından yoksun olduğu ve Afrika kıtasında yaşayanların sadece % 2’sinin telefon hattına sahip bulundukları unutulmamalıdır. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere, az gelişmiş ülkelerde internet kullanımı halen sapa bir konumdadır.” (Yrd. Doç. Dr. Masum Türker, Yrd. Doç. Dr. Esin Okan, Türk Şirketlerinin Küresel Şirket Haline Getirilmesi Yolları, s. 43, İstanbul Ticaret Odası Yayınları) “…Aslında hangi sektöre bakılırsa bakılsın dünya piyasasının büyük bir kısmına sahip ve kontrol eden bir avuç şirketle karşılaşılacaktır. Stratejik açıdan bakılırsa birkaç şirketin dünya ekonomisinin büyük bir kısmını kontrol ediyor ve yönetiyor olması küreselleşmenin önemli ve olumsuz taraflarından biridir.” (agk., s. 45)
Bir alıntı daha yapalım İTO yayınından: “Uluslar arası düzeyde gelir dağılımındaki eşitsizlik 1970-1989 döneminde iyice bozulmuştur. Dünya nüfusunun en zengin % 2’sine sahip olan ülkeler, küresel GSMH içindeki paylarını % 73,9’dan % 80,7’ye yükseltmişlerdir. Dünya nüfusunun en yoksul % 20’sine sahip olan ülkelerin, GSMH içindeki payı ise % 2,3’ten % 1,4’e düşmüştür. Küreselleşme sürecinde zengin fakir Amerikalılar arasındaki fark, 1980’li yıllar içerisinde o kadar çok açılmıştır ki 1990 yılında 2,5 milyon zengin, alt gruptaki 100 milyon ile hemen hemen aynı oranda gelir elde etmeye başlamıştır. Özellikle gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında yaşanan gelir dağılımı adaletsizliği hem ülkeler, hem de ülke içindeki kurumlar açısından küreselleşmeden kaynaklanan en önemli tehdidi niteliğindedir. Küreselleşme sürecinde yaşanan bu yönlü gelir dağılımı adaletsizliği, yalnızca ekonomik tarafını değil; ekonomik buhranların su yüzüne çıkardığı sosyal tarafını da işaret etmektedir.” (agk., s. 31) Ki İTO yayınında çok çarpıcı veriler sunulmaya devam edilmektedir alıntının devamında. İşte o çok yüceltilen “küreselleşme”, “Bilgi toplumu” aynı zamanda budur. Sayısız formülasyonlarla güzelleme yapılan sözde eşitlikçi ve insan merkezli “Bilgi çağı” ve “Bilgi toplumu”nun bu gerçeklerini de gizlemek, çarpıtmak, manipüle etmek burjuvaziye ve uşaklarına düşmektedir. Ama emperyalist dünya sisteminin acımasız gerçekleri söz konusu manevraların, demagoji ve psikolojik harekatın yüzündeki sahte şalı çekip almaktadır. Çünkü ne kadar etkili ve yanıltıcı olursa olsun, emperyalist ve sol liberal propagandanın gücü hayatın gerçeklerinden daha güçlü değildir ve olamaz da…
1970’ler ve 1980’ler sürecinde, emperyalist ekonomiler, teknolojik temelde iki kez yeniden yapılanmıştır.
İbrahim Okçuoğlu, kapitalist üretimin “1970’li yıllardan itibaren derin bir yapısal krize” girdiğini saptar. 1970’lerden sonra, “Büyük tekeller(in), üretim kapasitelerini genişletmeye yönelik yatırımlar yerine otomasyon ve elektroteknik temelinde mevcut işletmelerde rasyonalleştirmeye” yöneldiklerini, “Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının kapitalist üretim ve dolaşıma dahil edilmesiyle, 1970’lerden sonra, daha ziyade rasyonelleştirme karakterli olan yatırımların karakterinde” değişmeler olduğunu, kapitalist üretimin “1970’li yıllardan itibaren derin bir yapısal krize” girdiğini, “Bu yapısal kriz”in “bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretimde kapitalist ilkeler ışığında kullanılmasından kaynaklandığı”nı vurgulamaktadır.
Okçuoğlu, “1981-83 dünya fazla üretim krizinin patlak vermesinde yapısal kriz önemli bir rol oynamış ve dev adımlarla gelişen teknoloji, yatırımların karakterini bir kez daha belirlemiştir; artık otomasyon ve elektronik temelinde sürdürülen yatırımlar önemini yitirmeye, en azından belirleyici olmamaya başlamıştır. Özellikle 1981-83 ekonomik krizinden sonra mikro elektronik ve sensor tekniği gündeme gelmiştir. Artık önemli olan, rasyonalleştirme değil, üretim kapasitelerini mikro elektronik ve sensor tekniği temelinde yeniden yapılandırmaktır.” (Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, s. 18-19, Ceylan Yayınları) saptamasını yapmaktadır.
Bilimsel teknik devrimde ifadesini bulan sıçramalar, emperyalist devletlerin ve emperyalist uluslararası tekellerin denetiminde bulunmaktadır. Ve bu tekel, “neoliberal”lerin, “postmodernizm” hayranlarının ve propagandistlerinin sahte iddialarının aksine, “küreselleşme”yle, “enformatik toplum”la birlikte zayıflamak, emeğin ortak mülki haline gelmek bir yana, çok daha güçlü bir tekelci mülkiyet, denetim ve yönetim karakterinde yetkinleşmektedir.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, düşen kar oranları, keskinleşen hegemonya ve rekabet mücadelesi, azami kardan en fazla parsayı kapma kavgası emperyalist tekellerin en modern teknolojileri kullanmalarına yol açmaktadır.
Nitekim söz konusu olguların sonucudur ki, 1970’lerde otomasyon ve elektronik temelinde yapılanan emperyalist ekonomiler, 1980’lerle birlikte mikro elektronik ve sensor tekniği temelinde yeniden yapılanmak zorunda kalmıştır. Ve nano teknoloji de giderek hızla gelişen ve gelecekte giderek öne çıkacak bir teknoloji olarak gündemleşmiş bulunmaktadır.
Okçuoğlu, “Emperyalist ekonomilerde teknoloji(nin) her 3-5 yılda bir yenilen”diğine dikkat çekmektedir (Türkiye’de kapitalizmin Gelişmesi, Üçüncü Kitap, Genişletilmiş 2. Baskı, s.583, Ceylan yay.) Bu olgu kıran kırana yaşanan azami kar yarışının, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin keskinliğini de açıkça ve çarpıcı bir tarzda yansıtmaktadır.
Teknolojinin bu denli hızlı yenilenmesi, fiziksel bakımdan henüz ömrünü doldurmadığı halde ileri teknolojik temele dayanan sabit sermayenin hızla moral ve manevi aşınmasına, değer yitimine yol açmakta; bu da sermayenin kapitalist maliyet fiyatlarını yükseltmektedir ayrıca.
Bu konuda Marx, şöyle der:
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir.” (Kapital, C. II. s. 169)
Bir bütün olarak kapitalist gelişmenin tarihi, özelde de 20. asrın ikinci yarısından bu yana yaşanan gelişmeler, Marx’ın ne denli haklı olduğunu çarpıcı bir tarzda ortaya koymaktadır.
Açık ki, teknolojik yenilenmenin hızlı temposu bir yandan artan oranda ve kısalan zaman aralığında sabit sermaye kıyımlarına yol açmaktadır. Bu durum, öte yandan kapitalizmin yapısal krizlerini (teknolojik temelde yenilenme gereksinimini) sıklaştırmakta, ona adeta ya da bir tür kronik karakter kazandırmaktadır.
Teknolojik yenilenmelerin hızlanması, yatırımların en son, en modern teknolojiye göre yapılması, kar oranları üzerinde derin etkiler yaratmakta, sermayenin finansal sektöre yönelmesinde, taşeron ağına dayanan üretim yöntemlerinin yaygınlaşmasında, sabit sermayeye yatırım yapmak yerine kiralama yöntemlerinin gelişmesinde önemli bir faktör olmaktadır.
Kapitalizm kendi teknik-maddi temeline, sanayi devrimiyle, sanayi kapitalizmiyle oturdu. Sanayi kapitalizmi, sanayi devriminin ürünü makinesel büyük ölçekli kapitalist üretimi simgeler. Makine, manifaktürden sanayi kapitalizmine geçişi temsil etmekteydi. Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında gelişerek, 19. yüzyıl boyunca süren bir makineli kapitalist atılım dönemini içerir. Otomatik dokuma mekiğinin, iğle donatılmış bükme makinesinin, mekanik dokuma tezgahının keşfi ve giderek, makinelerin insan gücünden, su gücünden, hayvan gücünden, yer ve mevsimden bağımsızlaşarak işletilmesini olanaklı kılan buhar makinesinin 1784’de keşfi ile kapitalizm, böylece sanayi devrimiyle, geri dönüşsüz, emek üretkenliğinin yüksek olduğu teknik temeline sağlamca oturdu. Makineleşmiş teknik temel giderek makine üreten makine sanayisini dev bir sanayi sektörüne dönüştürüp yetkinleştirdi. Böylece üretim araçları üreten sanayi (ağır sanayi) kapitalist sanayileşmenin temeli ve motoru haline geldi.
18. yüzyılın son çeyreğinde başlayarak 19. yüzyıla doğru uzanan sanayi kapitalizminin bu dönemi pek çok kesim tarafından “I. Bilimsel Teknik Devrim”, “I. Sanayi Devrimi” olarak da anılmaktadır.
Gelişen kapitalizmin çıkarları, gerek sanayinin bağımlı olduğu enerji türünü, gerekse de üretim tekniğini yenilemeye doğru itti. Böylece 19. yüzyılın son çeyreğinde kömür, su, buhar gücü yerini elektrik ve petrole, terk etti. Elektrikli motor, dinamo makinesi, elektromotor, yakıt motoru üretim sürecine girdi. Petrol sanayi, elektrik sanayi, kimya sanayi, çelik sanayi ve metalürji sanayi vb. gibi yeni sanayiler, yeni teknikler devreye girip derin altüst oluşlar yarattı. Kimya sanayi bir atılım yaptı. Deniz ve kara taşımacılığı, telefon, telgraf, demiryolları ağı yerküreyi hızla sararak gelişti. Kapital’in III. cildini yayınlayan Engels, “Devrin Kar Oranı Üzerindeki Etkisi” başlıklı “Dördüncü Bölüm”e yazdığı ekte, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki teknolojik devrimin 18. yüzyılın ikinci yarısındaki sanayi devrimi ile kıyaslanabilecek bir devrim yarattığını söyler. O, şöyle der:
“Son elli yıl, bu alanda (ulaşım ve haberleşme araçları-bn.), ancak 18. yüzyılın ikinci yarısındaki sanayi devrimi ile kıyaslanabilecek bir devrim yaratmıştır. Karada, kaplama şoselerin yerini demir yolları almış, denizde, ağır yollu ve düzensiz yelkenli tekneleri, süratli ve güvenilir buharlı gemiler ile geri plana itilmiş, yer yuvarlağının her yanı telgraf telleri ile örülmüştür…” (s.68)
Engels, bu satırları, sermayenin devir zamanının/döneminin (üretim zamanı ile dolaşım zamanının) 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen teknoloji ile (emek üretkenliğini yükselten, ulaşım ve iletişimi hızlandıran teknolojilerin) olağanüstü hızlandığını/kısaldığını incelerken yazar.
Kimi kesimler Engels’in bu saptamasından esinlenerek, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki teknolojik atılımı “II. Sanayi Devrimi” ya da “II. Bilimsel-Teknolojik Devrim” olarak tanımlar, kavramlaştırır. “Toylarizm”i ve “Fordizm”i  “2. Sanayi Devrimi”nin devamı olarak ele alırlar.
Bu tablodan, bilimin üretime uyarlanmasıyla üretici güçlerin devasa bir atılım yaptığını; üretimin ve sermayenin hızla yoğunlaşıp merkezileştiğini, sermayenin organik bileşiminin hızla yükseldiğini, sermaye birikiminin dev adımlarla ilerlediğini, dünya pazarının hızla oluşarak küresel karakterinin güçlendiğini görüyoruz. Ya da her iki aşamasıyla sanayi devriminin, bir bütün olarak sanayi temelinde, dünya tarihini daha hızlı ve daha çok dünya tarihi haline getirerek devsel gelişmelere yol açtığını söylemeliyiz.
Evet, 18. yüzyılın ikinci ve 19. yüzyılın ikinci yarısında patlak vererek gelişen sanayi devrim(ler)ini I. ve II. Bilimsel ve Teknolojik Devrim olarak nitelemek, gerçekte, nesnel gerçeği kendi aslına en uygun ya da en yakın tanımlamanın ve yansıtmanın ifadesidir.
I. Bilimsel ve Teknolojik Devrim, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin gelişimiyle uyumlu olduğu, önünü açarak hızla geliştirdiği bir kesite tekabül eder.
II. Bilimsel ve Teknolojik Devrim için de aynı saptamada bulunabiliriz. Ama bu ikinci atılım dönemi serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşüm sürecine (asıl olarak 1870 sonrası) girdiği, tekelci kapitalizmin söz konusu sürecin bağrında hızla gelişmeye başladığı bir tarihsel kesittir. Böylece kapitalist üretim ilişkilerinin hızla, toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurmaya başladığı bir geçiş sürecini de ifade etmekteydi.
III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim”e gelince; bu süreç 20. asrın ikinci yarısına tekabül eder.
Nükleer enerjinin ve teknolojinin keşfi, mikroçip temelli enformasyon ve komünikasyon, ulaştırma ve mikrobiyoloji ve biyogenetik teknolojilerdeki sıçrama, bu sıçramanın kapitalist üretimin teknolojik ve teknik temeli haline gelmesinde, gelme yöneliminde ifadesini bulmaktadır, bulmuştur. Bu süreç hala devam etmektedir; nano teknolojiye, dahası, yakın dönemde olmasa bile, ferma teknolojiye doğru bir gelişme söz konusu. Burada “Bilgi İşlem Teknolojisi”nin başta gelen yerinin altı çizilmelidir.
III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim, 20. yüzyılın başlarından bu yana gelişen bilimlerdeki birikim ve sıçramalar üzerinden gelişmiştir. Bu bakımdan modern fiziğin, görelilik teorisi ve kuantum fiziğinin gelişimi, “Kuantum devrimi”nin altı özellikle çizilmelidir. Bir diğer ifadeyle, III. Bilimsel Teknolojik Devrim,  20. asrın ilk yarısında doğa bilimlerindeki atılım üzerinden yükselmiştir; bu atılımın ürünleri emperyalist sanayinin teknolojik ve teknik temeline dönüşerek gelişmesi ise, 20. asrın ikinci yarısına tekabül etmektedir. Böylece, sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel yaşam; yerel, ulusal, bölgesel, kıtasal, küresel yaşam networklaşarak interaktif etkileşimli bir kapitalist dünya sistemi şekillenmiştir. AR-GE’nin hızlı gelişimi, bilimsel keşiflerin geçmişle kıyaslanmayacak kadar hızlı bir tarzda üretime uyarlanması, teknolojinin sofistike hale gelişi, bilim ve teknolojinin iç içe geçmesi, bilim-teknoloji-üretim/sanayinin artan oranda kaynaşması, “beşeri sermaye”nin yükselişi, kapitalist rekabet ve azami karın görülmemiş ölçekte bilimi tutsak edişi, bilgi ve teknoloji yoğun sektörlerin yükselişi, böylece sanayinin yeni temeller üzerinde biçimlenerek gelişmesi, bilim-teknoloji-üretimin entegre bir sisteme dönüşerek ÇUŞ’lar önderliğinde dünya pazarı temelinde gelişimi, entegre teknolojinin artan oranda uluslararasılaşarak kapitalist dünya pazarı temelinde rekabeti kızıştırması vb. bu süreç ve evrenin bazı karakteristik özellikleri olmuştur. 
“III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim”, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurduğu ve kapitalizmin tarihinde, en keskin biçimde üretici güçlerin özgürce gelişmesine engel oluşturduğu bir tarih kesitinde, emperyalist kapitalizm sürecinde, ÇUŞ’ların yükselişi ve emperyalizme damgasını basma sürecinde gündemleşmiştir. Burada kapitalizmin çelişkili gelişiminin ve eğilimlerinin çarpıcı bir gerçeği ve görünümüyle karşı karşıyayız. Üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, böylece hem daha fazla uluslararasılaşarak, hem de daha da keskinleşerek çözümünü dayatmaktadır. P-M-P’ hareketinin küresel ölçekte gerçekleşmesi ya da örgütlenmesi, toplumsal üretici güçlerin küresel çapta vardığı gelişme aşamasını vurgulamaktadır. Bu aynı zamanda üretimin uluslararası alanda keskin bir tarzda toplumsallaştığını, üretimin yerküresel çapta planlanmasının ve özgürce geliştirilmesinin tümüyle olanaklı ve kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Tarihin hiçbir döneminde üretim-bilim-teknoloji-teknik bu denli hızlı, derin, kapsamlı, kompleks bir tarzda iç içe geçmemiştir. İş gücünün fiziksel ve entelektüel yetileri tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar makine tarafından içselleştirilmiştir. Otomatikleşme, sibernetikleşme, siberleşme, esnekleşme, çoklu işlev birleşimi tarihin hiçbir döneminde bu kadar nitelikli hale gelememiş ve genelleşememiştir. Bu, aynı zamanda kalifiye emeğin, özelde de entelektüel emeğin artan yaşamsal önemini göstermektedir. Üretimin ve yönetimin yüksek teknolojik temelde sentezlenerek makineleşmesi, öncelikle üretim aletlerindeki değişme ve gelişmeyle başlayarak tüm sosyal yaşamı yeniden ve yeniden yapılandırmıştır. Bu sürecin özgürce gelişiminin önündeki baş engelin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu ise örneğin 2000-2004 ve 2008’den bu yana sürmekte olan ve üretici güçlerin tahribine yol açan kapitalizmin genel ekonomik krizlerinden de görebilmekteyiz.
Bu olgu, aynı zamanda, üretici güçlerin sınırsız gelişme eğilimiyle kapitalist üretimin kar amacı gibi son derece sınırlı amacı arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın; üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişkinin devrimci çözümü için nesnel temellerin emperyalist dünya sistemi içerisinde keskin bir tarzda olgunlaştığının çok çarpıcı bir kanıtıdır.
“Enformasyon toplumu”, “postkapitalizm”, “teknotoplum”, “hizmet kapitalizmi”, “bilgi toplumu” vbg. tanımlamalarla ifadelendirilen toplum, kapitalist toplumun kendisidir. Sözde bu toplumun “insan merkezli” olduğu iddiası ise, tarihin ve çağımızın gördüğü en büyük yalanı ifade etmektedir. Bu merkez, dün olduğu gibi bugün de kar, kar, daha fazla kardır. Kapitalist emperyalizmin ekonomik hareket yasaları, uzlaşmaz çelişkileri, çelişik eğilimleri “enformatik çağ”a da, “enformatik toplum”a da damgasını basan ve kapitalizmin tüm çelişkilerini küreselleştirerek daha da keskinleştirmiş olan bir “çağ” ve “toplum”dur. “III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim” ile söz konusu çelişkiler, gerilemek, belirsizleşmek, yitip gitmek bir yana, daha da şiddetlenmiştir. Kapitalizmin bağrında, eskiyi yıkıp yeniyi kuracak sınıf ve yeni toplum için maddi teknik koşulları çok daha olgun hale getirmiştir.
Enformasyon teknolojisi, telekomünikasyon teknolojisi ve telematik üçlüsüne dayanan gelişme en gelişkin düzeyine emperyalist ülkelerde ulaşmış durumdadır. Sinir sistemlerinin kendi performansının geliştirilmesiyle enformasyon teknolojisi; bunlar arasındaki iletişimin daha etkinleştirilmesiyle komünikasyon teknolojisi; sistemlerin dış dünyayla etkileşiminin yetkinleştirilmesiyle telematik teknolojisi daha nitelikli ve yetkin hale getirilmeye çalışılıyor. Ve bu üç sacayağı üzerinde yükselen teknoloji “yeni teknoloji”, bu teknolojilere dayanan ekonomi “yeni ekonomi”, bu teknoloji ve ekonomiye dayanan topluma da “bilgi toplumu”, “yeni toplum” vs. vb. deniyor.
Mikro elektronik temeline dayanan otomasyonun yükselip yaygınlaşmasının elbette ki altı çizilmelidir. Ayrıca dikkat çekmek gerekir; metrenin milyarda biri küçüklükteki teknoloji demek ola nano teknolojinin gelişmesi, henüz başlangıç aşamasında olmakla birlikte, gelecek bakımından daha karmaşık, daha kompleks, daha yetkin bir mikro elektronik teknolojisi geliştirmeye adaydır. 1950’lerin sonlarında Feyman tarafından “katı ortam içindeki atomları tek tek, istenen bir düzene göre yerleştirme teknolojisi” olarak tanımlanan nanoteknoloji, yalnızca mikro elektroniğin önüne yeni ufuklar açmıyor, aynı zamanda yeni malzeme teknolojiklerinin ve biyoteknolojinin gelişimi bakımından da insanlığın önüne yeni ufuklar açacaktır. (TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası – 2006, s. 94)
Nano teknoloji ile mikroelektromekanik sistemlerde dev bir atılım yapılacaktır. Bugüne dek kullanılmakta olan “Silikon Vadisi” teknolojileri eskiyecek gibi görünüyor. Bu yeni bir dev pazar demektir her bakımdan… Anlaşılıyor ki nanonun yemeyeceği nane kalmayacak ileride. (bkz. Nanobilim ve Nanoteknoloji Stratejileri, Vizon 2023 Projesi, Nanoteknoloji Strateji Grubu, TÜBİTAK, www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/yeniufuk/icerik/nanoteknoloji.pdf‎) Telekinetik teknoloji (nesneleri zihin yoluyla kontrol) gelişme yolunda. Akıllı teknoloji ve ürünleri hızla yaşamın her alanına yayılıyor ve git gide daha akıllı hale geliyor. Başta önde gelen emperyalist ülkeler olmak üzere pek çok ülkede nanobilim ve nanoteknoloji üzerinde artan oranda yoğunlaşılmaktadır. Nanoteknoloji Enstitüleri, AR-GE merkezleri, teknoparklar, teknokentler, teknokentler arası interaktif etkileşimli yapılanmalar boşu boşuna kurulmuyor; aksine bu yarışta geride kalacak devletler ve tekeller altta kalacaktır… Ki önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde nanoteknolojinin ekonomik ve sosyal yaşantının her alanına gireceği ve yayılacağı ifade edilmektedir. Yeni enerji türleri üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Azami karın hizmetinde olacak tarzda enerji sorununun bol, ucuz, kaliteli çözümü için nükleer füzyon üzerindeki çalışmalar da devam etmektedir. Termonükleer silahların üretiminde kullanılabilen füzyon enerjisi henüz ekonomik yaşama, üretim ve tüketim süreçlerine girebilmiş değil. Güneşte her an doğal olarak gerçekleşen füzyon aktivitesi, bilim ve teknolojideki yeni gelişmelerle birlikte denetim altına alınarak kullanılmaya aday bir enerji türü olarak gözüküyor.
Bu bölümü, şöyle özetleyerek kapatalım: Mikroelektroniğe dayanan enformasyon teknolojisinin temelinde bilgisayarlaşma yatar. İnternet ve bilgisayar, komünikasyon teknolojisi ile iç içe geçerek yer yuvarlağını bir örümcek ağı gibi sarar. Mikroelektronikteki gelişme ve sıçrama, komünikasyon teknolojisinde de sıçramalara ve derin değişmelere yol açar. Dijital teknoloji, fiber optik, lazer teknolojisi birleşerek “ağlaşır”. İleri teknoloji entegre hale gelir. Yapay zekâdan, algılama ve değerlendirme yetisinden, sensor, elektro-mekanik, esnek mekanik aksandan oluşan robotikler etkin hale gelir. Android robotlar gelişir. Uydu teknolojisi yetkinleşir. Son derece dayanıklı ve kapitalist maliyet fiyatlarını ucuzlaştıran, biyomateryaller de dâhil yeni yapay maddeler ve malzemeler üretimi atağa geçer. Yeni ve nitelikli maddeler keşfi çalışmaları çok yönlü derinleşerek gelişir. Yeni teknoloji ile bilimlerin önüne yeni ufuklar açılır. Tıpta, kimyada, jeolojide, meterolojide, genetikte, astronomide vb. yeni bilimsel keşifler yapılır ve donanımlar geliştirilir. Biyoteknoloji de bir sektöre, yeni ekonominin bir sanayi kolu haline dönüşür. Çağdaş bilim dünyasının, kapitalizmin kar, kar, azami kar gereksinimleri için mikro alana yoğunlaşması hızla gelişir. Doğanın fethi harekâtı, insanın ve toplumun gözetimi, yönetimi, manipülasyonu yeni bir düzeye sıçrar. Yeni teknoloji, yeni metalar, yeni donanımlar, yeni iletişim biçimleri, yeni sektörler, yeni pazarlar, yeni iş gücü, bilimsel ve teknolojik yeni keşifler, araştırmanın sanayileşmesi, maddi ve manevi her şeyin büyük bir tutkuyla metalaştırılması bir sıçrama yapar.  Doğayı hammadde kaynağına, ürünü metaya, işgücünü ücretli emeğe, insanı müşteri ve tüketiciye dönüştüren, tüm ilişkileri de parasal ilişkilere indirgeyen kapitalist üretim tarzı, böylece hızlı bir tarzda gelişir. Meta fetişizmi, insanlar arası ilişkilerin nesneler arası ilişkilere dönüşmesi tarihte görülmemiş ölçeklere ulaşır. İleri teknoloji ekonomik ve sosyal yaşamı kapitalist üretim tarzı temelinde yeniden yapılandırır. Uzun bir tarihi mücadele sürecinde kazanılmış, ekonomik, sosyal, siyasal hak ve özgürlükler yeni teknolojik atılımlarla, “yeni ekonomi”yle birlikte daha köklü ve kapsamlı gasp edilir. Özelleştirme, ticarileştirme, markalaştırma, piyasalaştırma, sermayeleştirme kapitalist tarihin doruk noktasına tırmanır. İnsanı insanın, insanı doğanın kurdu haline getiren kapitalizmde maddi zenginlik, dizginlerinden kopmuşçasına kendi başına dizginsiz bir amaç haline gelir. Her şey, piyasanın kölesi haline gelir, getirilmeye çalışılır.  Anlayacağınız, maddi toplumsal gerçeği, sınıflar ve egemenlik ilişkilerini, küresel emperyalist şirketlerin hegemonyasını bir sis perdesi ile görünmez hale getirerek manipüle eden kapitalist dünyanın gizli ve açık savunucularının o çok yücelttikleri “bilgi toplumu”, bildiğimiz neoliberal kapitalizmden, vahşi sermaye düzeninden, kapitalist piyasa dünyasından başka bir şey değildir.
Engels ne güzel söylemiş: “Uygarlığın temeli, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesidir.” “Uygarlığın ruhu, ilk gününden günümüze, yalınkat bir aç gözlülük oldu; onun tek ereği, zenginlik, gene zenginlik ve hep zenginliktir; ama toplumun zenginliği değil, şu bayağı bireyin zenginliği.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 206-207, Sol yay.)
Bilimsel teknolojik atılımlar da işte bunun aracı.
                                                                             DEVAM EDECEK