III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST
KAPİTALİZM”
II. BÖLÜM
Emperyalist
ekonominin gereksinimleri, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi,
emperyalist militarizmin yükselişi yeni teknolojik sıçramalar yapılmasında temel
unsurlardır. Enformasyon (bilişim) ve komünikasyon (iletişim) teknolojilerinin
gelişmesinin kökleri II. Dünya Savaşı’na dek uzanır. Ancak bu teknolojilerin
yaygınlaşması 1970’ler, 80’ler sonrasına aittir. “Enformasyon devrimi”nin
teknik temelini oluşturan transistorün keşfi bu bakımdan stratejik öneme
sahiptir. Transistor, mikroelektroniğin kaynağını oluşturur. Mikroelektronik,
bilgisayar, komünikasyon birbirleriyle bağlantılı, elektronikleşmeyi ifade eden
teknolojilerdir. Her bir teknik keşif, bu teknolojileri birbirine
yakınlaştırarak işlevselliğini geliştirmiştir. (bkz. Kaldıraç, Sayı: 64, “Okuma Parçası” –Çeviri-)
“Avrupa
Birliği Komisyonu, Bilgi Toplumu’nu; bilgi teknolojisinin (bilgisayar,
robotikler vb.) telekomünikasyon ile (sabit ve mobil telefon ağları, geniş bant
iletişim sistemleri) birleşmesi olarak nitelemektedir. Bilginin ağ durumuna
gelmesi ise toplum kavramını yeniden tanımlamaktadır.
“Bu ağlarla
örülmüş ekonomide yatırımın temel sermayesi insan bilgisi ve insan zekâsının
üretme olanaklarıdır. Kısaca çağımız, Bilgi Çağı’dır. Bütün bu değişikliklerin
itici gücünü ise sayısal teknoloji oluşturmaktadır.” (TMMOB – EMO – 2006, s.
49)
Burada bizi
ilgilendiren şey, yeni teknolojilerin itici gücü olarak dijital (sayısal)
teknolojinin önemidir… Mikroçip teknolojisi yarı-iletken teknolojidir
(tümdevre). Mikroçipler, milyonlarca transistordan oluşan bir teknolojidir.
Nano teknolojinin gelişip yetkinleşmesiyle mikroçipteki sıçramanın olağanüstü
boyutlara varacağını söyleyebiliriz. Daha bugünden saniyede 100 trilyonun üzerinde işlem yapma yeteneği kazanmış bilgisayarların
geliştirilmiş olması, bu bakımdan bir ipucu oluşturmaktadır. Enformasyon
teknolojisinin gelişiminde “1970’lerde tanıtılan bellek mikroçipi ve
mikroişlemci, programlamada devrim yarattı. Programlama ve telekomünikasyon
arasındaki yakınlaşma, ilk kez 1970’lerin sonunda Fransa’da gerçekleşen
santrallerin dijitalleştirilerek ağa katılmasıyla başladı.” (Kapitalizm ve Enformasyon Çağı, s.
126-127) “1980’lerde fiber optik uzak mesafelerde ekonomik olmaya
başlamıştı. Cam elyafından üretilen ve dijital mesajları iletmek için lazer
ışınlarını kullanan fiber optik, inanılmaz ölçüde çok olan bilgiyi, yüksek
frekans taşıyan kablolarda gerekli tekrarlayıcı olmaksızın iletebiliyordu.” (age.,
s. 129) Böylece yeryüzü fiber optik
ağlarla biçimlenmeye başladı. “1990’larda, uydu aracılığıyla küresel
kişisel mobil iletişimi sunacak birkaç konsorsiyumla, uydu teknolojisi ve
hücresel radyo teknolojisi bir araya getirildi. Cep telefonları bu hizmet
çerçevesinde, ulusal ağların birleşmesini sağlayan uyduları
bağlayacaktı.”(age., s. 131). Nitekim bağladı da.
1980’lerin
başında mikroçiplerin seri üretimine de geçildi. Dijital bilgisayarın ve analog telefonun
birliğiyle tek bir iletişim aracına dönüştü. Başlangıçta Pentagon merkezli işlevleri olan internet giderek ticarileştirildi.
1990’larda internet hızla yaygınlaştı. Giderek yerküre bir internet ağıyla
örülmeye başlandı. Bilgisayar, radyo, TV, telefon, kamera teknolojileri
birbirine yakınlaşarak iç içe geçti. Küresel bir ağ sistemi oluştu. Yazılım ve
programlama devasa bir sıçrama yaptı. Ağ kapasitesi olağanüstü ölçeklerde
arttı. Erişim daha hızlı, ucuz ve güvenli hale geldi. Kablo bağlantılarının
gelişmesi ve parça teknolojilerinin gelişimi, iletişim teknolojisinin
gelişmesini ivmeledi. Bu yazılım sektörünü de geliştirdi. Bilim ve tekniğin
sıçramalı gelişimi, emek üretkenliğinin artışı, başlangıçta son derece pahalı
olan ileri teknoloji ürünlerinin ucuzlamasına, böylece kitlesel tüketime
sunulmasına yol açtı. Örneğin kişisel bilgisayarların, internetin, cep
telefonlarının tüketiminden bu olguyu görebiliriz.
“Enformasyon otobanı”, işletmeleri, iş
yerlerini, evleri, okulları, bir bütün olarak pazarı enformasyon ve komünikasyon teknolojileri temelinde
birbirine bağlayan; kişisel bilgisayarları, telefonları, fax ve TV’leri
sistematik bir ağla birbirleriyle yakınlaştırıp birleştiren bir proje ve
teknolojik gelişmeyi simgeliyor. Kuşkusuz enformasyon otobanı, uluslararası
tekellerin denetiminde, yönetiminde olan bir otoban; “satıcılar için bir cennet
olacak” bir otoban; Bill Gates’lerin “sürtünmesiz kapitalizm”, “elektronik
pazar” düşlerinin otobanıdır.
Söz konusu
teknolojik atılımlar, yeni teknolojiler neoliberal emperyalist propagandanın
iddia ettiği gibi, “garaja kapanmış yenilikçi girişimcilerin” ürünü değil, aksine emperyalist devletin öncülüğünde,
devlet bütçesinden ayrılan devasa fonlara, burjuva devletler ve ÇUŞ’ların
bağlaşmasına dayanan; burjuva devletin finanse ettiği ve uluslararası tekellere
devrettiği teknolojilerdir.
Kapitalist
emperyalizmin yeniden yapılanma, “enformatikleşme” sürecinde, doğal olarak,
üniversiteler de yeniden yapılandırıldı. Üniversite ve “iş dünyasının yüksek
teknolojili ‘bilgi sanayilerinin’ gelişmesinde yaşamsal rol oynayan yeni, daha
derin bir bütünleşmesinin koşulları yaratıldı. Parola ‘şirket üniversite
ortaklığı’ydı. Bu yeni akademik düzende araştırma, özel sektörün doğrudan
yararlanacağı uygulamalı programlara feda edildi. Araştırma merkezleri, özel
sektörle ilişkiler, sanayi danışmanlığı ve karşılıklı görevlendirmeler ile
akademik-şirket konsorsiyumları filizlenmişti. Merkezi bütçelerden alınan
paralar iletişim, mühendislik ve iş idaresi fakülteleri, bilgisayar,
biyoteknoloji ve uzay araştırması özel enstitüleri gibi ileri teknoloji sermayesinin
doğrudan yararlandığı programlara aktarılıyordu. Üniversite idareciliği şirket
ve akademik yönetim kurulları arasında kolayca geçiş yapıyordu. Fikri mülkiyet
yasalarındaki değişikliklerin, üniversitelerin hükümet fonlarıyla yapılan
araştırmaların sonuçları üzerinde patent almasına izin verilmesiyle,
üniversiteler araştırma sonuçları ticaretinin aktif oyuncularına dönüştüler. Bu
yoğunlaşan ticari yaşam felsefesinin ortasında, akademilerin iç işleyişleri
özel sektörünkini yansıtan idari uygulamalarla birlikte gitgide daha çok
şirketinkine benzemeye başladı.
“Sermayenin
akademiyle yakınlaşması iki amaca hizmet etti. Birincisi, iş dünyası
buluşlardan elde edilen kazançları özelleştirirken, aşırı pahalı ileri
teknoloji araştırmasının maliyet ve riskleri toplumun sırtına yıkıldı.
İkincisi, sermayenin ihtiyaç duyduğu postfordist emek gücünün yeniden
eğitilmesini finanse etti. Artan harçlar eğitimin giderek daha da ağırlaşan
yükünü öğrencilerin ve ailelerin sırtına yıktı ve entelektüel gelişimleri
birikime uygun görülmeyen toplum kesimlerini üniversitelerden fiilen dışladı.
Kayıt parasını ödeyebilenler eleştirel toplumsal çözümlemenin güme gitmesi
pahasına, yeterli bilgisayar eğitimine ağırlık veren ve gitgide mesleki ve
teknik bir yönelim gösteren bir müfredatla, yeni enformasyon ekonomisine uygun
bir eğitim verdiler.” (Nıck Dyer Wıtheford, Siber Marx, s. 165-166)
Kendisi de
bir profesör olan ve Negrici kulvarda yer alan Nıck Dyer Wıtheford, “neoliberal
kapitalizm”le birlikte üniversitelerin yeniden yapılanmasıyla ortaya çıkan
gerçekleri, yukarıda, çarpıcı bir şekilde özetlemiş. Üniversitelerin birer
kapitalist şirkete, kar amaçlı yapılara dönüşmesi; yoksul ve emekçi sınıf ve
tabakaların gençlerine üniversite kapılarının kapanması; bilimsel yaratıcı
çalışmanın, kalifiye kafa emeğinin ÇUŞ’lara peşkeş çekilmesi; maliyetin topluma
fatura edilmesiyle, “yeni ekonomi”nin gereksindiği kalifiye iş gücünün eğitimi
ve üretimi yeni tip üniversitelerin
gerçeklerini oluşturmaktadır. Devlet üniversitelerinin özelleştirilmesi,
üniversitelerin özel kapitalist eğitim fabrikalarına dönüştürülmesi veya
“fabrika” olarak kurulup yaygınlaştırılması aynı tablonun unsurlarıdır. Yeni
kapitalist yapılanmada bilimsel ve teknik keşiflerin, ürün farklılaştırmasının
artan yaşamsal rolü, kafa emeğinin sömürülmesinin artan ve öne çıkan yaşamsal rolü dikkate alındığında,
üniversitelerin yaşadığı dönüşüm ve yeniden yapılanmanın önemi daha iyi
görülebilir.
Geleneksel
olarak üniversiteler burjuva
ideolojisinin, özelde de burjuva liberalizminin, sosyal reformizmin ideolojik karargahları rolünü de oynaya
gelmiştir. Yeni tip sermaye birikimi, yeni tip uluslararası işbölümü olgusu ile
bu yeni dönemin ideolojik hegemonyasının üretimi gereksinimi dikkate
alındığında görülecektir ki “neoliberal”, “postmodern”, “postMarksist” ideoloji
ve kuramların üretilmesinde ve ideolojik etki alanının genişlemesinde;
meşrulaştırma operasyonunda, üniversiteler
bir kez tarihsel ve güncel rolünü oynamıştır. Pek çok postmodernist, postMarksist ideologun, teorisyenin, kalifiye
propagandistin öğretim üyesi, akademik kariyer sahibi olması bir rastlantı
değildir yani.
III. Bilimsel
ve Teknolojik Devrim’in ürünü olan yeni teknolojik temel ve yeniden yapılanma
ile sermayenin organik bileşimi de
gittikçe daha çok yükselmiştir. Bu ise, değişmeyen sermayenin değişen sermaye
karşısında büyümesinde, emek üretkenliğinin daha fazla gelişmesinde, göreli
artı değer sömürüsünün yoğunlaşmasında, kar kitlesinin büyümesinde, işgücüne
talebin göreli gerilemesinde, işsizler ordusunun büyümesinde ifadesini
bulmaktadır. Bu gelişmesinin sonuçlarından birisi de kafa emeği sömürüsünün öneminin giderek daha fazla artmış
olmasıdır.
Sermaye
birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi öte yandan da
proletaryanın mutlak ve göreli yoksullaşmasını geliştirmiştir.
Kapitalizmin
gelişmesi, bilim ve tekniğin gelişimi, dünya pazarını temel alan uluslararası
tekellerin hegemonyası, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin
(P-M-P’) daha da küreselleşmesi, bu süreçte, üretimin uluslararası ölçekte
örgütlenmesi sermayenin dönüşüm
sürecinin daha hızlı bir dönüşüm biçimini alarak gerçekleşmesini de
sağlamıştır. Sermayenin dönüşüm zamanı,
üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliğini ifade eder. “Diğer
sözcüklerle, dönüşüm zamanı, sermayenin belirli bir biçimde yatırıldığı andan,
sermayenin aynı biçimde, ancak artı-değer miktarında artmış olarak, kapitaliste
geri döndüğü ana kadar olan zaman dilimidir.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C.
I, s. 210) Sermayenin dönüşüm devresinin yeni teknolojik atılımlarla kısalmış olması, sermaye bakımından
yaşamsal önemdedir; “çünkü sermayenin dönüşüm zamanı ne denli kısa ise, işçiler
tarafından yaratılan artı değerin para biçiminde dönüşmesi de o denli hızlı
olur ve üretimin genişletilmesi için o denli hızlı kullanılabilir.”(age, C. I,
s. 215)
“Küreselleşme”
ve “enformatikleşme”yle birlikte bir yıl içerisinde sermayenin dönüşümünün bir
yerine iki, iki yerine dört vb. devre yapması kaçınılmaz olarak artı değer
gaspının realize olma sürecini kısaltır, sömürüyü yoğunlaştırır, artı değer
kitlesini (kar miktarını) büyütür.
Bu
gerçeklerden yola çıktığımızda, enformasyon, komünikasyon, ulaştırma ve biyo
teknolojilerin ve küreselleşmenin sermayenin dönüşüm zamanını kısalttığını, kısaltılmış olmasının sermayenin gaspettiği
artı değer kitlesinin büyüttüğünü, artı değer oranını yükselttiğini, artı değer
oranındaki yükselmenin kar oranlarının eğilimli düşmesine karşı koyan bir etken
olduğunu ama söz konusu düşmeyi son kerteden önleyemediğini görmekteyiz.
Okçuoğlu, bir dizi kaynaktan derlediği verileri aktardıktan sonra, “sermayenin,
kar oranlarının yüksek olduğu koşullarda üretme devri[nin] artık geride
kaldı”ğını, “bugün” sermayenin %5 veya %6, bilemedin %10 karla yetinme zorunda
kaldığını vurguluyor. “1885’ten 2002’ye kar oranının yüzde 50’den yüzde 4’e
düşmesi, rakamların mutlaklığından ziyade kar oranının seyrindeki gelişmeyi
göstermesi bakımından” önemli olduğuna dikkat çekmektedir. (bkz. İbrahim
Okçuoğlu, Kapitalizmin Dünya Krizi, 2008, s. 131-132, Ceylan Yayınları)
Kar oranı
sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörlerde yüksektir. Çünkü
değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki ilişkide tablo değişen
sermaye lehindedir. Sermaye birikimi henüz göreli olarak zayıftır. Üretim
araçları ile canlı işgücünün kitlesi arasındaki ilişkide, canlı emeğin ağır
bastığı, canlı emek/işçi başına düşen makine ve hammaddenin daha az olduğu;
değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranının yüksek olduğu bir sermaye
bileşimidir bu. Bu bileşimde değişen sermayenin payı daha yüksektir. Sermayenin
organik bileşimi ne kadar düşükse işgücünün payı da, değeri de (değişen
sermayenin değeri) o kadar fazla yüksek olur. Artı değerin kaynağı canlı
işgücü/işçi olduğu için, bu durumda üretim sürecinde daha çok sayıda işçi yer
alır ve sömürülür. Dolayısıyla hem artı değer kitlesi büyük ve hem de artı
değer oranı, böylece kar oranı da daha yüksek olur. Kapitalizmin gelişimi,
sermaye birikimi, sanayileşme süreci hafif sanayi ile başlar ve gelişir. Hafif
sanayide sermayenin organik bileşimi düşük
ve sermayenin dönüşümü daha hızlı olduğu için kar oranları yüksektir.
Fakat
kapitalizm geliştikçe, sermaye birikimiyle birlikte sermayenin organik bileşimi de yükselir ve böylece değişen sermayenin payı düşerken, değişmeyen sermayenin payı artar.
Hafif sanayiden ağır sanayiye geçildikçe, ağır sanayi, kapitalist maddi
üretimin temeli haline geldikçe, kaçınılmaz olarak, sermayenin organik bileşimi
yükselir. Sermayenin organik bileşimi yükseldikçe kar oranlarının eğilimli düşmesi yasası daha olgunlaşır, keskinleşir.
Başlangıçta kar oranlarının yükselmesine
yol açan yeni yatırım, yeni teknoloji, yüksek emek üretkenliği, giderek karşıtına dönüşerek kar oranının
düşmesine yol açar. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle kar kitlesi artmasına karşın kar oranları düşer.
Ve bu böyle sürer gider.
Kapitalizmin
gelişmesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demektir ya da bu
kaçınılmazdır. Bu, işçinin yerine makinenin geçmesi, canlı emek kitlesinin
azalması, emek üretkenliğinin yükselmesi, üretimin, metaların ucuzlaması,
kapitalistin kapitaliste karşı rekabet gücünün artması, ekstra karın elde
edilmesi demektir. Ama yeni tekniğin kullanımının genişlemesiyle (ki bu
kaçınılmazdır, çünkü diğer kapitalistler ayakta kalmak ve büyümek, pazar
paylarını arttırmak için yeni tekniği üretime koymak zorundadırlar),
genelleşmesiyle ekstra kar kaybolur ve kar oranında bir düşme yaşanır. Kar
oranındaki bu düşme, bir kez daha kapitalistleri yeni teknolojiler bulup
kullanmaya zorlar…
Küçük meta
üretiminden doğan basit kapitalist elbirliği manifaktür kapitalizme, oradan
sanayi kapitalizmine dönüşür/yükselir. Ve sermayenin sanayi kapitalizmine
geçişi/yükselişiyle birlikte, sermayenin organik bileşimi hızla gelişir ve
genelleşir. Kapitalizmin diğer yasaları gibi kar oranlarının düşmesi eğilimi
yasası da otomatik bir süreç halinde değil, pek çok sapma, yalpalama, üretim
anarşisi içerisinde etkinlik gösterir.
Kapitalizmin
son 150-200 yıllık tarihi gerçekleri sanayi kapitalizmi ile bilimsel teknolojik
devrimlerle, sermayenin organik bileşiminin geliştiğini, sermayenin organik
bileşiminin yükselmesinin gelişen bir yasa olarak etki gücünün, genel bir
yönelim olarak, arttığını göstermektedir. 20. asrın ikinci yarısından bu yana
geçen süreçte de, söz konusu yükselme, devam etti. Bu olgu, kar oranlarının
eğilimli düşmesi yasasını şiddetlendirmiştir. Emperyalist
küreselleşme/uluslararasılaşmanın daha da gelişmesi, emperyalist dünya
ekonomisindeki bütünleşmenin daha küreselleşerek gelişmesi ile, bu yasa,
küresel çapta işlevselliğini artan oranda dayatmıştır. Sadece hatırlatmakla
yetinelim şimdilik: Bilimsel teknik sıçramalar, doğal ve kaçınılmaz olarak,
kapitalizmin eşitsiz ekonomik ve politik gelişim yasasını keskinleştirir… III.
Bilimsel Teknolojik Devrim de söz konusu yasayı daha keskinleştirerek
şiddetlendirmiştir; gitgide keskinleşen çok merkezli emperyalist hegemonya ve
rekabet gücünün varlığı ve gelişimi, “dünyanın merkezi”nin Batıdan Doğuya
(Asya-Pasifik) kayma sürecinin yaşaması söz konusu olgunun açık
göstergeleridir.
“Küreselleşme”yle
kapitalist rekabet mücadelesi de “küreselleşmiş”tir. Üretimin uluslararası
ölçekte örgütlenmesi, son emperyalist küreselleşme dalgasının ayırt edici
karakteristiğidir. “Küreselleşme”yle teknolojik rekabette daha fazla
uluslararasılaşmıştır. En ileri teknolojiye hakim olma, ekonomilerin teknik
temelini en ileri teknolojik temelde geliştirme, rakip uluslararası tekeller ve
devletler arasında son derece karmaşık biçimler alan teknolojik işbirliği
yoluyla bölünme ve amansız rekabet, son uluslararasılaşma/küreselleşme
dalgasının çarpıcı özellikleridir. Öyle ki, dünya pazarlarının, etki
alanlarının, stratejik bölgelerin her bir alanı kıran kırana süren kapitalist
ve emperyalist rekabet mücadelesinin doğrudan arenası haline gelmiştir.
Gittikçe artan oranda nanoteknolojik atılımlara odaklanma, yeni enerji türleri
ve yeni maddeler teknolojilerine yoğunlaşma, mikrobiyoloji ve biyoteknik
atılımları geliştirme, uzay teknolojisini yetkinleştirme söz konusu rekabet ve
paylaşım kavgasında artan oranda önem taşıyor… Kaynakların fütursuzca
uluslararası tekellere yönlendirilmesi, AR-GE, teknoparklar, teknokentler,
nanoteknolojik atılımlar, databankalar, “network”, dijitalleşmiş yaşamın
yetkinleştirilmesi, kesintisiz, nitelikli eğitimle kalifiye iş gücünün eğitimi
ve yeniden üretimi, nitelikli iş gücü, genç iş gücü, “beyin göçü”, iş gücü ve
emek süreçleri üzerinde tam bir denetim, hegemonya ve rekabet mücadelesinin
olmazsa olmazları içerisinde yaşamsal önem taşımaktadır. Uluslararası rekabette
geri kalmak demek, kaybetmek demek oluyor.
Emperyalist ekonomik ve politik dünya sisteminde herkesin herkesle
mücadelesi kaçınılmazdır; altta kalanın canı çıkar ve düşenin de dostu yoktur;
aksine, zayıf düşen iliklerine dek yağmalanır…
CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi)
türü projeler ekosistem ve insanlık için bilimi, teknolojiyi geliştirme
projeleri değil, emperyalist ekonominin, emperyalist rekabetin, azami kar
yarışının bir gereği olarak geliştirilmektedir. İnsanlığın gelişmesi, doğa ve
toplum için gerekli, yararlı olan ve olacak keşifler, kapitalist üretim
tarzında “ekonomik değer”, “ekonomik-ticari” değer taşımadığı için çekmecelere
kilitlenmektedir. “Ekonomik değer” taşımayan, bir diğer vurguyla artı değer ve kar üretmeyen keşiflerin, uluslararası tekeller için bir değeri yoktur. “Ekonomik” olmayan buluş
ve icatlar, burjuvazinin umurunda değildir. Yaratıcılık, yenilikçilik, buluş ve
icatlar kapitalist maliyet fiyatlarını
düşürüyorsa, rakibi karşısında bir üstünlük yaratıyorsa, azami kara hizmet ediyorsa
geliştirilip kullanılmaktadır. AR-GE’ler bunun için var. Örneğin, günümüzde
ya da neoliberal “bilgi toplumu”nda kapitalist maliyet fiyatlarını düşüren,
internet ağı üzerinden oldukça ucuz ve hızlı haberleşmeyi sağlayan e-posta
sistemini bulan kişi, Tim Berners-Leen’dir. Bay Tim, internet üzerinden e-posta
servislerinin World Wide Web (WWW ya da Web) teknolojisi aracılığıyla işlevli
hale getirilmesini sağlayan kişidir. Web ya da W3 sadece internet üzerinde
çalışan bir servistir. Bu ağa, “global ağ” ya da “Dünya Çapında Ağ” diyebiliriz.
Milyonlarca Web sitesi ve milyarlarca belge-bilgi-sayfa birleşik etkileşimli
bir dünya olarak karşımıza dikilmiştir. Bir bilgisayar tuşuna dokunarak ışık
hızında sayısız veriye ulaşmak, bilgileri, verileri internet üzerinde iletmek,
almak, yaymak, depolamak vs. olanaklı hale gelmiştir. Web, dijitalleşmiş,
ağlaşmış ileri teknolojik temelin, uluslararasılaşmış/küreselleşmiş ekonomik ve
sosyal yaşamın çarpıcı bir ifadesi ve görünümüdür.
CERN’de
çalışan bir bilgisayar programcısı olan Tim Berners-Leen, keşfinin patentini
alıp şirketleştirerek (“W3C”, World Wide Consortium), hem kendi cebini
doldurmuş hem de kapitalizme ve burjuvaziye çok değerli bir hizmet sunmuştur.
Kapitalizm, meta üretimi demektir. Meta, “burjuva zenginliğin genelleşmiş temel
biçimi”dir; “meta bir kez ürünlerin
genel biçimi durumuna geldiğinde üretilen
her şeyin bu biçimi alması gerekir; satın alma ve satış… üretimin özünü
oluşturur.” Ve “Kapitalist üretim, metayı bütün ürünlerin genel biçimi haline
getiren ilk üretim tarzıdır.” (Marx, Kapitale Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin
Sonuçları, s. 12, iba., Ceylan yay.) P-M-P’ hareketi kapitalist genişletilmiş
yeniden üretim sürecinin, kapitalist devrenin kısaltılmış çarpıcı
formülasyonudur. İleri/yüksek teknoloji P-M-P’ hareketinin aracıdır, hizmetkârıdır.
Böyle olduğu içindir ki kapitalizmde her teknolojik buluş ticari bir ürüne
dönüşür, dönüştürülür. Burada belirleyici
olan metanın değişim değeridir ve
kapitalistleri de ilgilendiren tek şey, değişim değeridir; çünkü artı değeri
pazarda realize edecek tek şey, değişim değeridir, değişim değerinin pazarda
gerçekleşmesidir. “Kullanım değerlerini kapitalistler, salt değişim değerinin
özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler.” (Marx, Kapital I, s. 188) “Bilgi teknolojileri”ne dayanan maddi ve
maddi olmayan metalar, değişim değeri
için üretilirler ve burada, dün olduğu gibi bugün de kullanım değerleri değişim
değeri amacıyla üretilirler. “Bilgi çağı”nın, “Bilgi toplumu”nun “Bilgi
ekonomisi”nin ve “hizmet sektörü”nün temel ve güncel gerçeği budur, bu
kadardır; gerisi boş palavralardan, yalan rüzgârından ibarettir. Tüm bir dünya
ekonomisi “Bilgi toplumu”na dönüşse ne yazar, o, yine de kapitalist üretim
tarzıdır ve emperyalist dünya düzenidir. Kuşkusuz, bu yönelim, emperyalist
dünya sisteminin bağrında dünya proleter devriminin nesnel ekonomik ve
toplumsal koşullarının daha fazla ve keskince olgunlaşması, üretimin toplumsal
karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkinin daha
da keskinleşmesi ve çelişkinin çözümü için uluslararası proleter devrim
kılıcının daha ivedi ve keskin bir biçimde indirilmesi gerekliliğinin daha yakıcı
hale gelmesi demektir ve bu, nesnel olarak iyi bir gelişmedir. Eh, ne de olsa,
emperyalizm, sosyalist devrimin ön günüdür, değil mi! Ve geleceğin sosyalist
dünyası, başlangıçta, kapitalist üretim tarzının bağrında gelişen ve olgunlaşan
teknolojik temele dayanarak yürüyecektir; bu bağıntıda, nesnel olarak, söz
konusu teknolojik temelin ve toplumsal üretici güçlerin gelişimi, sosyalizmin
nesnel ekonomik ve toplumsal koşullarının olgunlaşarak keskinleşmesini ve
sosyalizmin maddi-teknik temeli için bir ön hazırlığı ifade etmektedir.
Devrimci proletarya elbette ki bu bilinçle yürüyecektir…
UNCTAD
tarafından 2009’da yayınlamış rapora göre, dünyada, 2009 yılı başı itibari ile,
82 000 olan uluslararası tekel (ÇUŞ) bulunmaktadır. ÇUŞ’lara bağlı yabancı
şirket sayısı ise 810 000’dir. Bu tekeller içerisinde piramidin tepesinde
bulunan 500 uluslararası mega/süper tekel, bunlar içinde de 150 kadar en güçlü
süper tekel tüm bu sürecin merkezinde
durmaktadır. S. Vitali, J. B. Glattfelder, S. Battiston’nun “Şirketlerin
Küresel Denetim Ağı” çalışmasında ortaya çıkardıkları gerçekleri; örneğin,
“ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’nı”
denetledikleri saptamasını sadece hatırlatıp geçiyoruz. Bilim ve teknolojiye de ÇUŞ’lar hükmetmekte,
bu olanağı azami kar, acımasız kapitalist rekabet, sınıfın direnişini kırmak,
siyasal denetim, ideolojik manipülasyon, “toplum mühendisliği” aracı olarak
dizginsizce kullanmaktadırlar. Zaten bilim ve teknolojinin salt teknik, makine
vb. olduğunu düşünmek saçmalıktır. Bilimsel teknolojik gelişme ve sıçramaları
üretim tarzından, üretim ilişkilerinden, sınıfsal bölünmelerden, emek
süreçlerinden soyut incelemek, eğer cehaletten değilse, sınıf bilinçli burjuva
tavırla, burjuva demagoji ve manipülasyonla bağlıdır. Kapitalizmin tüm bir
tarihsel gelişme sürecinde, burjuvazi, teknolojiyi, tekniği daima proletaryanın sınıfsal direniş ve mücadelesini kırmanın temel araçlarından biri olarak da
kullana gelmiştir. Dahası, proletaryanın
direnişi, daima burjuvazinin yeni teknoloji geliştirmesinde itici güçlerden birisi olmuştur. Bilim
ve teknoloji, daima ve kesin olarak, sınıf ilişkileri ve egemenlik
ilişkileriyle bağlı bir olgudur. Ki Marx, Kapital isimli dev çalışmasında bu
olguyu da çarpıcı bir tarzda inceleyerek ortaya koymuştur.
Bilimsel ve
teknik gelişmeler, toplumsal maddi gerçekle, maddi ve ideolojik bütünselliği
içinde analiz edilmelidir. Sınıfsal ve sosyal yaşamın dışında ya da üstünde bir
bilim ve teknoloji tartışması tümüyle demagojiktir. Açık ki bilim ve teknoloji
kapitalizmin ve burjuvazinin tutsağıdır, modern ücretli kölelik dünya
sisteminin hizmetindedir. Doğanın, insanın, işçi sınıfı ve halkların değil, azami
karın hizmetindedir. Doğayla uyumlu, toplumsal gereksinmelerin maddi ve tinsel
bakımdan azami doyumunun değil, kapitalist karın kölesidir. Bilimsel bilgi ve
teknoloji, insanlığın tarihsel gelişmesinin ve birikiminin ürünüdür; insanlığın
ortak mülküdür ve ortak mülkü olmak zorundadır. Fakat kapitalist üretim
tarzında, bilim, bilimsel bilgi, teknoloji ve teknik “made ın özel mülktür”
damgasını taşır. Çünkü kapitalizmde her şey, metadır, metalaştırılır. Bilim,
bilimsel bilgi, bilimsel keşifler, bilgi teknolojileri “neoliberal kapitalizm” ile birlikte iyice
metalaştı, sermayeleştirildi. Fikri mülkiyet hakkı adı altında bilimsel ve
teknik keşifler patentlenerek, fikri mülkiyet ve telif haklarına (“Telif
kapitalizmi”) bağlanarak uluslararası şirketlerin tekelci denetimine alındı;
burada, hemen “küreselleşme”nin, “bilgi toplumu”nun yıldızı Microsoft’u ve Bill
Gates’i hatırlayabiliriz. “Serbest rekabet”, “serbest rekabetçi bilgi toplumu”
vs. üzerine koparılan fırtınaya karşın, gerçekte, “Küreselleşmiş dünyamız”da
bugün, monopollerin ve oligopolların tekelci hegemonya ve
denetimi artarak gelişmektedir. Serbest rekabetçi kapitalizm çoktan tarih
olmuştur. Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme (emperyalizme)
dönüşmesiyle, o tarihsel evre zaten aşılmıştır. Keza bilim ve teknoloji, aşırı
uzmanlaşmanın da girdabında proletarya ve emekçilere iyice yabancılaşmıştır.
Söz konusu atılımlar, kapitalist üretim ilişkilerini daha derin ve geniş bir
temel üzerinde daha etkin uluslararasılaştırarak üretmiştir. Bilim ve teknoloji
üzerindeki tekellerin tekeli de alabildiğine yetkinleşmiştir. Gerçekler
bunlardır.
Bilgi işlem
teknolojileri, esnek otomasyon, sanayi sektöründe verimliliği hizmet sektörüne
göre daha da yükseltmiştir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, emek
üretkenliğini geliştirdiği, ücretleri düşürdüğü, bir yandan işgücünden tasarruf
sağlarken, öte yandan da artı emek zamanını uzattığı, emeğin yoğunlaşmasını
geliştirdiği için, bundan sonra da verimliliği göreli olarak geliştirmeye devam
edecektir. Kuşkusuz ki bu süreç de otomatik bir verimlilik artışı biçiminde
gelişmemekte, eşitsiz gelişme yasasının
keskinleşmesi, kapitalist rekabet ve üretim anarşisinin baskısı altında
gelişmekte ve biçimlenmektedir. Ki verimlilik sorunu, kapitalist ekonomilerdeki
durgunluk eğiliminin güçlenmesi, ekonomilerin finansallaşması, hizmet
sektörünün büyümesi, yapısal krizin adeta kronikleşmesi, geniş kitlelerin
yoksullaşması ve tüketim gücünün gerilemesi gibi olgularla birlikte düşünülmesi
ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bilgisayar
teknolojisi, hem ayrı bir sektör hem de tüm teknoloji ve sektörlerle iç içe
geçmiş bir teknoloji ve sektör durumundadır. Üretim ve dolaşım süreçleri artık
bilgisayar ve iletişim teknolojileri tarafından düzenleniyor. Bilgisayar
Bütünleşik Üretim Sistemi (CIM) ile üretimin geleneksel işlevleri otomatik
teknolojilerle yer değiştirerek otomasyona dönüşmüştür. Bilgisayar Destekli
Tasarım (CAD), Bilgisayar Destekli Mühendislik (CAF), Bilgisayar Destekli
Üretim (CAM), Bilgisayar Destekli Ürün Ticareti (CPC) Tam Vaktinde (JİT), artık
bunlarsız bir üretim ve dolaşım süreci düşünülemez. Elektronikleşme, otomasyon,
sermayenin, uluslararası tekellerin proletaryaya karşı güçlü bir silahı. Ve
kuşkusuz burada da kafa emeğinin artan önemini, giderek kafa emeği sömürüsünün
kazandığı ve kazanacağı ağırlığı/öne çıkışını görüyoruz. Otomasyon kaçınılmaz
olarak daha az sayıda işgücü kullanmayı, böylece işin yoğunlaştırılmasını, emek
üretkenliğinin yükseltilmesini ifade eder. Daha önce, hem mutlak hem de göreli
olarak daha fazla işçinin yaptığı ve yapacağı iş/çalışma/beceri, otomasyonla ya
da otomatikleşen teknoloji ile yerini otomasyona bırakmaktadır. Örneğin
Bilgisayar Destekli Üretim (CAM) yazılımı denetimindeki tezgahlar, CAD
tasarımındaki tanımları, kesin iş emirlerine dönüştürerek makineler sistemini
harekete geçirir. CAD yazılımı ile sayısal denetimli tezgahlar, süreç denetimi,
grup teknolojisi, otomatik montaj eylemleri gerçekleştirilir. (bkz., Genel
İşletme, Anadolu Üniversitesi Yayınları) Örneğin, Kaliforniya’da yılda 1 Milyar
dolar değerinde bilgisayar üretme kapasitesine sahip bir işletme, bilgisayara,
elektronikleşmeye, robotiklere dayanan bu fabrika, çok sınırlı sayıda işçi
(“elle çalışan sadece beş montaj işçisi ve sayıları yüzü geçmeyen mühendis ve
diğer işçiye ihtiyaç duyuyor”) (Siber Marx) ile üretimini gerçekleştirmektedir. Yukarıda
sözü geçen en modern teknoloji ve bilimsel iş yönetimi sistemleri bu fabrikada
en ileri biçimine ulaşmış bulunmaktadır…
Başlangıçta,
özellikle de askeri amaçlarla geliştirilen enformasyon ve komünikasyon
teknolojilerinin 70’lerin ortasından bu yana geçen süreçte üretim ve dolaşım
süreçlerine girmesiyle devasa sıçramalara yol açtığı kesindir.
“İlk kez 19.
yüzyıl sonlarında ABD’de gelişen Taylorizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pek
çok ülke endüstrisinin egemen emek rejimini oluşturmuştur. Sermayenin iş
süreçleri ve çalışanlar üzerindeki kesin egemenliğini temsil eden Taylorist
üretim örgütlenmesi, İkinci Endüstri Devriminin temeli olan mekanizasyona ve
bunun sonucu olarak ortaya aşırı uzmanlaşmaya bağlı olarak gelişmiştir. Takım
çalışmasına dayalı mekanik bir hat üzerinde gerçekleşen üretimde emeğin
türdeşleşmesi, çalışmanın sürekliliği ve çalışanların kesin itaati iş sürecinin
temel ilkeleridir. Bu açıdan ‘Bilimsel Yönetim’ üretim sürecindeki sınıf
mücadelelerine karşı ilk kapitalist yanıttır.” (Tülin Öngen, Prometheus’un
Sönmeyen Ateşi, Günümüzde İşçi Sınıfı, Geliştirilmiş 2. Baskı, s. 123, Alan
yay.)
“İkinci
Endüstri Devriminin ürünü olan ve ‘endüstrileşmenin klasik paradigmasını’
temsil eden Fordizm sermayenin yoğun birikim süreçlerinin doruk noktasıdır.
Toplumsal işbölümü ve teknik işbölümü süreçlerinin gelişmesine bağlı olarak
ortaya çıkan Fordist model gerçekte Taylorizmin daha gelişkin bir türünden
başka bir şey değildir…
“Üretimde bir
dizi değişikliğe yol açan Fordist model yarı-otomatik üretim hattına dayanır.
Yarı-otomatik üretim hattında işin ve emeğin yoğunluğu çok artmıştır. Böylece
tek ve aynı tür emek süreçleri yoluyla yatay bir bütünleşme gerçeklemekte ve
göreli artı-değerin artışı için en elverişli koşullar yaratılmaktadır. Gerek
nesnelerin hareketindeki zamandan gerek emek gücünden tasarruf sağlayan yarı-otomatik
üretim hattı bugüne kadar sermayenin organik bileşimini en fazla arttıran bir
sitem olmuştur. Kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı derinleştiren yarı-otomatik
süreçler işin mekanizasyonu ve emeğin yoğunlaşması için bire birdir.
“Son derece
özel ve tek amaçlı makineler ile eğitimsiz ve niteliksiz işgücü kullanımına
dayanan sistem makine ile işçi arasındaki sürekli ve değişmez bir ilişki
kurmakta ve böylece çıktının standartlaşmasını sağlamaktadır. Ayrıntılı
işbölümünü sağlayan iş örgütlenmesi üretim öncesi ve sonrası süreçlerin
birbiriyle ilişkisini kopararak denetim ve karar alma erkini tümüyle emek sürecinin
dışına çıkarmaktadır.” (age, s. 124-125)
Başlı başına
yeniden girmek gerekmiyor; kısaca, artık eski tip uluslararası işbölümü, eski
tip birikim modeli yok. “Serbest piyasa ekonomisi”, esnek kapitalist birikim
modeli uluslararası tekellerin (ÇUŞ’ların) hegemonyasında emperyalist dünya
ekonomisini yeniden yapılandırmıştır. Yeni tip birikim modeli “3.
Bilimsel-Teknik Devrim”i ifade eden toplumsal işbölümüne ve teknik işbölümüne
dayanıyor. Üretim teknolojisi, üretim süreci, emek süreci, dolaşım süreci, yönetim
tarzı “neoliberal küreselleşme”nin gereksinimleri temelinde esnek birikim
“paradigma”sı üzerinde yükseliyor. “Fordist birikim paradigması” da “esnek
kapitalist birikim paradigması” da (“postfordist paradigma” vs.) sermaye
birikimini geliştirmeye, sermayenin kendini genişletmesine, azami kar elde
etmeye; yani içerik ve amaç itibariyle kapitalist üretim tarzının, emperyalist
kapitalizmin hareket yasalarına dayanmaktadır. Evet, “paradigma” farklı, hem de
köklü bir değişme söz konusu; ama hareket
yasaları ve amaç aynı/belli. Her bir “paradigma” zamanın koşullarının ürünü
ve rolünü oynamıştır, oynamaktadır.
“Yeni
paradigma” sürecinde ve yeni sürece denk düşen aşamada, mikroelektroniğe dayanan
tam otomatikleşmiş, esnekleşmiş, çok
amaçlı makinesel sistem sermayenin organik
bileşimini daha da yükseltmiştir. Canlı emek gücüne (işgücü) olan gereksinimin
göreli olarak gerilemiştir. Emek üretenliği önemli oranda yükseltilmiştir.
Göreli artı değer üretimi ve gaspı keskinleşmiştir. İş ve üretim süreçleri, iş
organizasyonu ve yönetimi bütünsel rasyonalleştirme ekseninde yeniden
yapılanmıştır. Üretimin parçalanması ve etkin bir tedarik zincirinin
geliştirilmesi, taşeron ağı sistemi (esnek uzmanlaşmanın bir türevi), yalın
üretim; kafa emeğinin (zihinsel işgücü) artan önemi, özellikle de “bilgi üreten
endüstrilerde” geleneksel işgücünün tasfiyesi; kafa ve kol emeğini birleştiren
“çekirdek işçi” kategorisinin, “salt” zihinsel üretim yapan kafa emeğinin en
nitelikli kategorisi ile birlikte görece ve gelişen bir yönelim olarak öne
çıkışı; “sistemin özellikle tasarım, programlama ve bakımla ilgili alanlarda
çok yönlü ve nitelikli işgücüne” dayanması, kalifiye işgücü sömürüsünün rolünü
artırmıştır. Sınıf içi katmanlaşmanın “kaotik” boyutlara varması, yeni emek
türlerinin ortaya çıkması ya da zaten varolan bazı emek kategorilerinin önem
kazanarak öne çıkışı vbg. olgular, yeni
dönemin bazı temel bileşenleridir.
Buradan da
görülebileceği gibi bilimsel-teknik devrimle kapitalizm aşılmamış, kapitalizm
ötesi (“postkapitalizm”) yeni bir üretim tarzına geçilmemiştir. Teknoloji
tapıcılığı; teknolojiyi sınıflar dışı veya sınıflar üstü gören ya da gösteren;
tek başına teknolojiye tarihi biçimlendiren, tarihin motoru rolünü biçen;
teknolojiyi üretim tarzları temelinde ele almadan, sınıf ilişkileri ve
egemenlik ilişkileriyle bağını koparan, kavramayan, çarpıtan, kendiliğindenliğe
tapınan her türden yaklaşım burjuva ve küçük burjuva bir bakış açısına, teorik
arka plana sahiptir. Bilimsel-teknik devrime, en son modern teknolojilere,
otomasyona bakıp sınıf ilişkilerini, kapitalist emperyalizmin nesnel karaktere
sahip hareket yasalarını görmeyen, unutan, ona sınıfsızlık atfeden her renk ve
tondan akım kuşkusuz ki proletaryaya karşı burjuvaziye hizmet etmektedir.
“TEKNOLOJİ GELİŞTİRME BÖLGELERİ KANUNU”ndan
birlikte okuyalım:
“Amaç
MADDE 1. - Bu Kanunun amacı,
üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile üretim sektörlerinin
işbirliği sağlanarak, ülke sanayiinin uluslararası rekabet edebilir ve ihracata
yönelik bir yapıya kavuşturulması maksadıyla teknolojik bilgi üretmek, üründe
ve üretim yöntemlerinde yenilik geliştirmek, ürün kalitesini veya standardını
yükseltmek, verimliliği artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek, teknolojik
bilgiyi ticarileştirmek, teknoloji yoğun üretim ve girişimciliği desteklemek,
küçük ve orta ölçekli işletmelerin yeni ve ileri teknolojilere uyumunu
sağlamak, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunun kararları da dikkate alınarak
teknoloji yoğun alanlarda yatırım olanakları yaratmak, araştırmacı ve vasıflı
kişilere iş imkânı yaratmak, teknoloji transferine yardımcı olmak ve
yüksek/ileri teknoloji sağlayacak yabancı sermayenin ülkeye girişini
hızlandıracak teknolojik alt yapıyı sağlamaktır.” (Kanun No. 4691 / Kabul Tarihi : 26.6.2001, www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2001/07/20010706.htm )
İşte size
sözde kapitalizm olmaktan çıkmış, insan merkezli hale gelmiş, “eşitlikçi”,
“komünal”leşmiş “postkapitalizm”in, “Bilgi toplumu”nun tablosu! Yerseniz tabii ki.
Bilgi/sermaye/teknoloji
yoğun, “dijital”leşmiş, ağlaşmış, interaktifleşmiş, “e”leşmiş, “küresel”leşmiş,
“sanal”laşmış kapitalizm de kapitalizmdir. Dünyamızın en gelişkin “Bilgi
toplumu” ABD’dir. Dünya halklarının baş düşmanı ABD’yi anlatmaya gerek var mı?!
ABD’nin kapitalist-emperyalist bir ülke olduğu açık değil mi!!! Demek ki,
“Bilgi toplumu” da sermayenin egemenlik ve iktidar ilişkileriyle
şekillenmiştir. “Eski ekonomi”nin yerine “yeni ekonomi”nin geçmesi ya da
birincisinin ikincisine dönüşümü söz konusu temel tarihsel gerçeği
değiştirmiyor. Temel üretim araçları kapitalist sınıfın özel mülkiyetindedir.
Üretim toplumsal karakterde olduğu halde toplumsal üretimin ürünlerine el koyma
özel niteliktedir. Emek ve sermaye çelişkisi temel çelişkidir.
“Küreselleşme”yle, “neoliberal kapitalizm” ile tüm bu gerçekler çok daha keskin
gerçekler haline gelmiştir. Dizginsiz rekabet ve doludizgin süren silahlanma
yarışını, atağa kalkmış militarizmi, 2 trilyon doları bulmuş, belki de aşmış
askeri harcamalar, her bakımdan yoğunlaşmış, keskinleşmiş eşitsizliği vb.
hatırlatmaya bile gerek yok. Laf gevezeliğiyle, demagojik ve manipülatif
“paradigma” ve literatür inşasıyla nesnel gerçek değiştirilemiyor ve
değiştirilemez. Kronik yapısal kriz, kronik durgunluk eğilimi, işletmelerin
kronik kapasite eksikliğiyle çalışması, gittikçe kısalan, sıklaşan aralarla
patlak veren ekonomik krizler (1990-94, 2000-04, 2008, ki halen sürmektedir),
kronik sermaye fazlası, teknolojik işsizliğin atağa geçişi, kronik küresel kitlesel
işsizlik, kronik küresel kitlesel yoksulluk, emperyalist dünya ekonomilerinin
finansallaşması, paran varsa yaşa vb.; işte size o çok yüceltilen kapitalist
emperyalizmin “Bilgi çağı”, “Bilgi
toplumu”!. Emperyalist çağ demek yerine “Bilgi çağı”, kapitalist emperyalizm
demek yerine “Bilgi toplumu” demek kulağa da çok hoş geliyor doğrusu. Eee, burjuvazi
ve dalkavukları işlerini iyi bilmektedir. “Prof.”, “filozof”, “entelektüel”,
“bilim adamı”, “aydın” vs. unvanlı bir sürü ideolojik ve politik çakalın soyunduğu
iş, yukarıdaki tabloyu örtmek, kapitalist ve emperyalist dünya sisteminin
devrimlerle yıkılışını önlemektir. Hangi unvan, hangi renk altında ortaya
çıkarsa çıksınlar onların misyonu, vizyonu bundan ibarettir. Hepsi bu, daha
fazlası ya da ötesi yok!
“Sermaye
yoğun”, “teknoloji yoğun”, “bilgi yoğun” sektörlerde geleneksel kol emeğinin
(“mavi yakalı”) belirleyici bir rolü kalmamıştır denebilir. Burada öne çıkan
kalifiye emektir, gerek kol gerekse de kafa emeği bakımından. Zihinsel emek, kafa ve kol işçiliğini
birleştiren kalifiye emek sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu
sektörlerde gitgide öne çıkmakta ve
belirleyici bir rol oynamaktadır. Kuşkusuz ki burada, yine de niteliksiz
emek tümden tasfiye olmamaktadır ama artık üretim süreci bakımından herhangi
belirleyici rolü kalmamıştır.
Ancak emek
yoğun sektörlerde hala geniş çaplı bir niteliksiz emek istihdam edilmektedir…
Konu
bağlamında o çok övülen “enformatik toplum”un simgesi ABD “Silikon Vadisi”ne
(Silicon Valley), “ABD bilgisayar endüstrisinin tarihsel merkezi sayılan
‘Silikon Vadisi’”ne şöyle yakından bakalım.
“Vadinin emek
tarihinin en iyi bilinen yönü, dijital teknolojinin yaratılmasında merkezi rol
oynayan üstün vasıflı teknik işçilerin; mühendisler, yazılım tasarımcıları ve
programcıların doğuşudur. Çoğu erkek, çoğu beyaz, yüksek akademik derecelere
sahip bu çalışanlar (vadi, doktora dereceliler ve mühendisler yönünden dünyanın
en yüksek yoğunluğuna sahiptir) karın sürekli yenilik akışına bağlı olduğu bir
sanayinin gereksindiği en kusursuz ‘bilgi işçileri’dir. Yüksek ücretli,
çılgınca yaratıcı, teknolojiye tutkun, çoğu kez önemli girişim fırsatlarına
sahip olan bu seçkin işgücünün maceraları, bunları enformasyon devriminin
romantik mitolojisinin önemli bir bölümü haline getiren medya tarafından
dalkavuklulukla karışık sayısız habere malzeme yapıldı.
“Ancak
Silikon Vadisi’nde çalışmanın daha gösterişsiz, başka bir yüzü de var:
Hademeler, bahçıvanlar, kafeterya personeli ve bu teknolojik yaratıcılığa
vazgeçilmez bir destek sunan mikroçip montajcıları. Büyük ölçüde göçmen ve
etnik azınlıklardan gelen, çoğu kadın olan bu işçiler, düşük ya da asgari
ücretle, sendikal örgütlenme, sağlık sigortası, annelik yardımı olmadan, cinsel
tacize karşı korumasız halde çalıştırılıyorlar. Vadinin, Apple, Intel, Hawlet,
Packad, Oracle ve IBM gibi saygın ileri teknoloji şirketleri bu işgücü olmadan
işleyemez. Ama büyük şirketler çalışma koşulları ve ücretlerin sorumluluğundan
sıyrılmalarını sağlayan bir taşeronluk sistemi ile bu gözlerden uzak aşırı
sömürü ile aralarına mesafe koymaya çalıştılar. İşyerlerinde üstte bilgi
işçileri ve altta hizmet emeği arasındaki bölünme, vadiyi etnik bakımdan
çeşitli kuşaklara ayıran yerleşme modelleri ile pekiştirilmiştir. Silikon
Vadisi ABD’nin en zengin bölgesinde bulunduğu halde, yakından incelendiğinde bu
servet manzarası yerini ‘Birinci Dünyanın Üçüncüyle, garip bir ileri teknoloji
ve sefalet karışımı içinde buluştuğu’ bir sanayi sonrası tabakalaşma sahnesine
bırakıyor.” (Siber Marx, s. 145-146)
Tablo bu!
1992’de
promosyon için ünlü basketbolcu Michael Jardon’a NİKE tarafından ödenen
paranın, “sporcunun reklam amacıyla giydiği basketbol ayakkabılarını üreten
otuz bin Endonezyalı genç kadının toplam yıllık gelirine eşit” olmasıyla da
tamamlanan bir tablodur, bu tablo.
İşte size “Bilgi
toplumu”!