III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST
KAPİTALİZM”
I. BÖLÜM
Sermaye
dünyasının, “küreselleşme”nin değişik renkten savunucularına ve o arada
“postkapitalizm”, “bilgi toplumu” propagandistlerine göre, kapitalizm ve
uluslararası tekeller, bilimi, tekniği, üretici güçleri özgürce ve sınırsızca
geliştirmektedir. “III. Bilimsel-Teknolojik Devrim” de bunun kanıtıdır! Böylece
kapitalizm aşılmış, “Bilgi çağı” başlamış, “Bilgi toplumu”na geçilmiştir vs.
Nesnel ve
denetlenebilir veriler bu vb. savların sahte bir savunudan ibaret olduğunu
ortaya koymaktadır. Emperyalist kapitalizmin emireri “bilim” ordusunun bilimsellik makyajı altında bu
propagandayı yapması ise, tipik bir burjuva iki yüzlülükten ibarettir. Her
alanda olduğu gibi burada da emperyalist “kilise”nin bilim-papaz-haham-imam
kutsayıcılarının manipülasyonuyla karşı karşıyayız. Örneğin Ptolemy (Batlamyus)
astronomisinde ileri sürülen ve asırlarca bilimsel kabul edilen, kilisenin de
arkasında canhıraş durduğu güneşin dünyanın etrafında döndüğü (dünya merkezli
güneş sistemi) tez ve propagandası ne kadar bilimselse yukarıdaki savunu da o
kadar bilimseldir. Kapitalist emperyalizmin üretici güçleri engelsiz, sınırsız
ve özgürce geliştirdiği iddiası ve propagandasının sahte karakterini 2007’de
mali kriz olarak patlak veren, 2008’de kapitalist dünya sistemini pençesine
alan genel ekonomik krizden de çarpıcı bir tarzda görebiliriz… Kapitalizmin
genel ekonomik krizlerinin gelişen toplumsal üretici güçlerle onu cendereye
vuran kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bir patlaması, çelişkinin zora dayalı geçici bir
çözümü olduğunu hatırlatmaya gerek var mı acaba?! Para sermayenin % 98’nin
maddi üretimden kopmuş mali piyasalarda vurgun yapıyor oluşu ya da sürekli
artmakta olan ve sayısı 1 milyarı aşan işsiz insanın varlığı (küreselleşmiş
kronik kitlesel işsizlik olgusu) söz konusu propagandanın sahteliğini çarpıcı
tarzda sergilediği açık değil mi!
Açık ve kesin
olan şudur ki; “neoliberaller”in ve “postmodernistler”in söz konusu “tez” ve
propagandası ÇUŞ’ların emperyalizmini
aklama operasyonundan başka bir şey
değildir. Burada da, burjuva neoliberal propaganda ile yeni tip sol
liberallerin bağlaşması ve birleşik cephesi ile karşı karşıyayız. Neoliberal
emperyalist propagandanın “sol”cu söylemle kılıflanması, uluslararası
tekellerle “küreselleşme”ci solcularımız arasındaki içsel ideolojik bağı da ortaya koyan çarpıcı bir olgudur.
Değişik
görünümlerde ortaya çıkan söz konusu yeni tip burjuva liberal sol propagandanın
aksine tarihsel ve güncel gerçek şudur: Bilim ve teknik emperyalist
kapitalizmin temel ekonomik yasası olan azami kar yasasının izin verdiği dar
sınırlar içerisinde cendereye alınmıştır. Üretimin ve tekniğin sınırsız gelişme eğilimi ile sermayenin dar amacı (kar için üretim), bilimin, tekniğin, üretimin özgürce gelişimini dizginlemekte,
bugünle kıyaslanmayacak nitelik ve çapta devasa atılımların yapılmasını esaslı
bir tarzda engellemektedir. Engellemektedir, çünkü çağımızda kapitalist üretim
ilişkileri toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişiminin önündeki ana engeldir. “Küreselleşme” ile, “postkapitalizm” ile,
“enformatik toplum” ile bu engel çok
daha keskin bir gerçeğe dönüşmüştür. Bu gerçek yok sayılarak unutturulmak
istenmektedir. Üretici güçlerin, bilimin, tekniğin, üretimin önündeki bu ana
engeli ortadan kaldıracak tek sınıf işçi sınıfıdır, tek çözüm yolu da proleter
devrim ve sosyalizmdir. İşte gizlenen, yok sayılan, artık tarih olduğu söylenen
bir diğer gerçek de budur.
Sermayenin
bilim ve tekniği özgürce
geliştirdiği tezinin yanı sıra; bilimi, tekniği, enformasyonu insanlığın kolektif mülkü haline getirdiği;
böylece kapitalizmin aşılarak “insan
merkezli bilgi çağı”na ve “bilgi
toplumu”na vb. girildiği/geçildiği iddiası da aynı
aklama, meşrulaştırma manipülasyonunun birbirini tamamlayan halkalarını
oluşturmaktadır. Yaşadığımız dünya, dün olduğu gibi bugün de kapitalist özel
mülkiyet dünyasıdır. Bilim ve teknoloji de uluslararası sermayenin tekelinde ve
mülkiyetindedir. Dahası, tarihte görülmemiş ölçüde gittikçe artan oranda daha
fazla özel mülkiyet haline gelmektedir. Her şey patentleşip üzerine özel
mülktür damgası basılmaktadır. “Fikri mülkiyet hakları” yasaları bu damgayı
güvencelemek amacıyla geliştirilmiştir. Evet, bilgi ve teknoloji güçtür,
ikisine de hükmeden kapitalist dünyanın iktidar sahipleridir. Ekonomik gücü
elde tutan sınıf politik iktidar gücünü de elde tutmaktadır. Ekonomik ve siyasi
iktidarı elde tutan sınıf egemen sınıftır, dolayısıyla entelektüel ve kültürel
hegemonyayı da elde tutmaktadır. Bilim ve teknik de bu bağıntıda egemen sınıfın
elindedir. Açık ki, doğayı, bilgiyi, bilimi, teknolojiyi, insanlığın tarihsel
gelişme sürecinde ürettiği kolektif zenginlikleri hiç olmadığı kadar özel
mülkiyet haline getirerek azami karın hizmetine süren dünya burjuvazisi ve onun
post’lu ya da post’suz hizmetkârları açıkça yalan söylemektedirler, hem de
sınır tanımadan. Para ekonomisinin, para iktidarının her renkten şarlatanı söz
konusu yalan rüzgârını daha etkinleştirmek için beyinlerini, yüreklerini, yeteneklerini
bu uğurda sefer ediyorlar ve bu, bizce anlaşılırdır da. En nihayetinde onlar
kendilerine düşen tarihsel ve sınıfsal görevi yerine getirmektedirler;
“paradigma”ları bu.
Bunlar bir
yana, bilim ve tekniğin, insanlık tarihinde en yüksek gelişme aşamasına
ulaştığı bir gerçektir. Sermaye, bilimin, tekniğin, üretici güçlerin özgürce gelişimini önlediği halde
bilimsel ve teknolojik sıçramaların gerçekleşmesi, emperyalist küreselleşmenin,
uluslararası tekellerin devrimciliğinden değil, kıran kırana süren azami kar yarışının dayattığı bir sonuçtur. “Küreselleşme”, emperyalizmin başlıca
olgularından birisi olan emperyalist devletler ve tekeller arası süren
hegemonya ve rekabeti de daha yüksek bir temelde küreselleştirip
keskinleştirmiştir. Bu koşullarda kıran kırana süren tekelci kapitalist rekabet bilim ve tekniğin gelişmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Uluslararası
rekabette geride kalanın şansı yoktur. Bilimsel teknolojik atılımlar, söz
konusu rekabeti yumuşatmak, geriye çekmek yerine alabildiğine keskinleştirip
geliştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, sermaye dünyası, kapitalist devletler,
uluslararası tekeller dünya pazarında/piyasasında kıran kırana sürmekte olan
rekabette üstünlüğünü korumak ya da üstünlüğü ele geçirmek, rakibinin ayağını
kaydırmak, pazar paylarını büyütmek için, araştırma, geliştirme çalışmasına
devasa yatırımlar yapmakta, buluş ve keşifleri, teknolojiyi hızla üretim
süreçlerine uygulamakta, dur durak bilmeksizin hegemonya ve rekabet
mücadelesinde yirmi dört saat yarışmaktadırlar.
Her an birbirini
parçalamaya, yutmaya hazır tekeller, gerektiğinde, teknoloji de içinde olmak
üzere devasa birleşmelere ya da bağlaşmalara gitmekte, kartelci birlikler
kurabilmekte, teknolojik üstünlüklerini, yeni teknoloji geliştirme yetilerini
vurucu ve yıkıcı bir güç olarak kullanabilmektedirler. Güçlü olan zayıf olanı
ezer, güçlü olan ayakta kalır, zayıf olan ve zayıf düşen yok olur gider; kapitalist rekabetin kanunudur bu.
Kapitalist-emperyalist dünyada ekonomi, teknoloji, ticaret, politika, kültür,
askeri alan, bir bütün olarak sosyal yaşam, bir savaş arenasıdır. Keskin bir
hegemonya ve rekabet mücadelesi bu arenaya damgasını basar. Bu mücadele, yerel,
ülkesel, bölgesel, küresel tüm alanları kapsar. Karada, deniz ve okyanuslarda,
uzayda sürer gider. Ve her yerde de güç, ekonomik, siyasal, askeri güç konuşur.
Bu mücadele bugün “barışçıl” biçimlerde sürer, yarın “barışçıl yarış”
yetersizleşerek yerini emperyalist genel savaşlara bırakır. İşte bu mücadelede
güçsüz olanın, zayıf düşenin, güç haline gelemeyenin geleceği yoktur; yeri,
emperyalist dünya sistemi hiyerarşisinin bağımlılık zinciridir ya da bu
zincirin dip noktalarıdır. Bu mücadele sürecinde “ulusal güvenlik”, “bölgesel
güvenlik”, “küresel güvenlik” ve “barış” stratejilerinin özüne damgasını basan
şey, burjuva ve emperyalist devletlerin, ÇUŞ’ların ekonomik, siyasi, askeri
çıkarlarıdır.
“Küreselleşme”yle her alanda
uluslararasılaşmış kapitalist ekonomi azgın bir rekabet mücadelesiyle birlikte
gelişip ilerlemekte ya da yapılanmaya devam etmektedir. Bu rekabet, kapitalist
üretim ilişkilerinin üretici güçlerin özgürce gelişimi üzerinde kurduğu aşırıya
baskıya karşın, kaçınılmaz olarak, teknolojinin gelişmesine, dünya pazarının
bir teknolojik rekabet arenasına da
dönüşmesine yol açmaktadır. Zaten teknolojik rekabette geride kalanın da kaderi
bağımlılık, açık bir sömürgeye dönüşme, güçlü olanın ya da olanların pazarı
konumuna gelmektir. Dolayısıyla “Bilgi çağı”nda, “Bilgi toplumu”nda “eşit
karşılıklı bağımlılık”, “eşit koşullarda rekabet” vb. gibi laflar sadece ve sadece laf-ı
güzaftan ibarettir. İleri teknolojiyi elde tutan devletler ve tekeller, dünya
pazarında ileri teknoloji tekelini de elde tutmaktadırlar. Bu tekel, mikroelektronik, biyogenetik, nükleer
teknoloji, enformasyon, komünikasyon teknolojileri, robotik, yeni uzay
teknolojileri, yeni malzemeler, yeni enerji teknolojileri, nanoteknoloji
gibi bilgi-teknoloji yoğun bir tekeldir; söz konusu tekel, yeni
teknolojik sektörleri, yeni teknolojik ürünleri, yeni tekniğe uygun hizmetleri,
AR-GE’leri kapsamaktadır. En ileri ve gelişen teknik temel üzerinde yükselen
emperyalist sanayi, dünya pazarındaki hegemonik gücü de böylece elde
tutabilmektedir. Emperyalist devletler ve tekeller bu temeller üzerinde
yapılanır ve yükselirken, doğal olarak, eskiyen sanayilerden kurtulmaya
bakmakta ve üstelik tekel fiyatlarıyla bağımlı ülkelere ihraç etmektedirler.
İleri teknolojiyi kendi özel mülkü olarak ellerinde tutan devletler ve
tekeller, bağımlı ülkelere ileri teknolojiyi değil, en fazlasından, kendi
denetimlerinde tutmaya devam ettikleri teknolojinin kullanım haklarını (lisans
sözleşmeleri) ihraç etmektedirler. İleri teknolojik yatırımlar söz konusu
olunca da özellikle de birbirlerinin pazarlarına yatırım yapmaktadırlar. Ayrıca
vurgulamakta yarar vardır: Benzer ileri teknolojik gelişme düzeyine sahip olan
ülkelerde, bu durum, söz konusu ülkeler aralarındaki teknolojik rekabeti de
daha bir şiddetlendirmektedir. Bu, kapitalizmin
eşitsiz, dengesiz, sıçramalı gelişme
yasasıyla bağlı bir olgudur. Birbirini geçmek yarışı, olmazsa olmaz
koşuldur kapitalizmin dünyasında. Bu durum, bilimsel ve teknik keşiflerin
üretime sokulması sürecini alabildiğince hızlandırarak rekabeti de
şiddetlendirmiştir. En güçlü olan, en ileri teknolojiyi kullanan, en hızlı
teknolojik yenilenmeye giden en önde olma şansını yakalayabilmekte ve
üstünlüğünü koruyup geliştirebilmekte ya da geriden gelip önde olanı
geçebilmektedir.
Modern
teknolojinin en ileri temeli üzerinde yapılanmış olan emperyalist ülkeler,
bağımlı dünyaya ileri teknoloji değil, düşük
katma değerli, modası geçmiş, çevreye zarar veren, aşırı enerji tüketen, emek
yoğun teknolojileri, sermaye yoğun olsa bile eskimiş, hantal ve pahalı sektörleri ihraç etmekte;
kapitalist maliyet fiyatlarını düşürmek, ucuz iş gücünü vb. kullanmak için söz
konusu pazarlara girmektedirler. Açık ki emperyalist ülkeler bu ülkelere düşük teknolojik temelli sanayileri
ihraç etmektedirler. Gerçekte bağımlı kapitalist çevre emperyalist ülkelerin ve
ÇUŞ’ların ucuz imalat üsleri haline
gelmişlerdir, getirilmişlerdir. Ayrıca eklemek gereksizdir ki, bağımlı
ülkelerin dünya pazarlarına ihracatının büyük ya da çok önemli bir bölümü, bu
ülkelerde üslenmiş olan ÇUŞ’ların ihracatından oluşmaktadır. Uluslararası
kapitalist iş bölümü de buna göre şekillenmiştir.
Kapitalizmin
orta derecede geliştiği ülkeler de, düşük maliyet, ucuz iş gücü, vb. gibi
avantajlardan dolayı, bağımlılık zincirinin parçası olan ülkelere, keza
bağımlılık zincirinin daha altında yer alan az gelişmiş kapitalist ülkelere
çeşitli biçimlerde sermaye ihraç edebilmekte, üretimlerinin bazı bölümlerini,
bazı parçalarını vs. bu gibi ülkelerde üretebilmektedirler. Örneğin, bu
bakımdan, bir dönemin sömürgeleri olan Asya Kaplanları’nı (Güney Kore,
Singapur, Tayvan, Hong Kong), Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri ve
bu ülkelerin kapitalist gelişme tarihlerini geçerken hatırlatabiliriz.
Kapitalizmin dünya çapında derinlemesine ve genişlemesine gelişimi, bağımlı
ülkelerin özellikle bir bölümünde çok önemli bir sermaye birikimine yol
açmakta, bu ülkelerde de sermaye birikimiyle bağlı sermaye, ulusal sınırlarının
dışına taşabilmektedir… Böylece bir kısım ülke kapitalist dünya sistemindeki
yerlerini, konumlarını yükseltebilmektedirler… Yani emperyalist dünya
sisteminin, pardon, “insan merkezli, çevreci bilgi toplumu”nun gerçekleri
eşitsiz ve dengesiz gelişmeyle, çok katlı hiyerarşik bölünmeyle, tümüyle
eşitsizliklerle vb. parçalanarak biçimlenmiştir.
Bu gerçeğe,
yani kapitalist üretim ilişkilerinin artan oranda toplumsal üretici güçlerin
özgürce gelişmesine ket vurmasına karşın, bilim ve tekniğin gelişimi,
kapitalist ekonominin teknik temelinin
yenilenmesine yol açmaktadır. Ya da azami kar yarışı, hegemonya ve rekabet
mücadelesi bilim ve tekniğin gelişmesine, kapitalist ekonominin teknik
temelinin yenilenmesine ve yeniden yapılanmasına yol açmaktadır. Böyle olmakla
birlikte, bilim ve teknolojinin gelişimi de eşitsizdir; eşitsiz gelişme yasası,
burada da kendini keskin bir biçimde göstermektedir. Bunu, yeni tipte
uluslararası kapitalist iş bölümü içerisinde de çapıcı bir şekilde görebiliriz;
ki bu eşitsizlik, daima uluslararası kapitalist iş bölümünün karakteristik
özelliği olagelmiş ve kapitalist gelişmenin her bir yeniden yapılanma evresinde
ya da evrelerinde yeniden şekillenmiştir. Süreç, en güçlü emperyalist
devletler, en güçlü uluslararası tekeller (ve bugün zayıf görünen ama yükselen
ve geleceğin en önemli gücü ya da güçleri olabilecek devletler ve tekeller)
lehine işlemekte ve şekillenmektedir. Keza böylece, bilimsel ve teknolojik
alanda hegemonya kurmuş güç odakları inisiyatifi elde tutmakta, geride kalan
ülkeleri de bağımlılık zincirinin birer bileşeni haline getirmekte ya da
dönüştürmektedirler. Bugün en büyük 500 uluslararası süper tekel, modern
teknolojinin % 90’nını elde tutmakta,
dünya teknoloji ticaretinin % 80’nine yakınını gerçekleştirmektedir. ABD, AB,
Japonya merkezli buluşlar, dünya pazarının % 80’nine tekabül etmektedir. Bu
ülkeler, dünyanın en önemli AR-GE merkezlerine, teknoloji üslerine sahiptirler.
Dünyanın nitelikli iş gücünün en önemli ve en büyük bölümüne bu ülkeler
hükmediyor. “Beyin göçü”nden en büyük payı, bu ülkeler almaktadır. Modern
teknoloji için en elverişli, gelişkin, kendini yenileyen alt yapı bu ülkelerde
bulunmaktadır. Dünyaya da bu ülkeler hükmediyor.
Bilim ve
teknolojideki atılımların insanlığı, toplumları, uluslararası ilişkileri vb.
eşitlikçi temelde şekillendirdiği, vb. iddiasına, bir de, Haziran Halk
Ayaklanması sırasında “Gezi Parkı
Kütüphanesi”nde rastlayarak aldığımız, İTO’nun ısmarlamasıyla hazırlanmış
ve İTO tarafından yayınlanmış çalışmadan birlikte okuyalım: “Bilgi iletişim
teknolojileri ve internet kullanımında gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olanlar
arasındaki mevcut farklılığı vurgulamak üzere kullanılan ‘dijital bölünme!
kavramının, küreselleşmeyle birlikte giderek ‘dijital uçurum’ haline dönüştüğü
eleştirileri son yıllarda sıkça yankı bulmaktadır. Gerçekten, günümüzde dünya
nüfusunun % 80’nin en temel haberleşme olanaklarından yoksun olduğu ve Afrika
kıtasında yaşayanların sadece % 2’sinin telefon hattına sahip bulundukları unutulmamalıdır.
Başta Afrika ülkeleri olmak üzere, az gelişmiş ülkelerde internet kullanımı
halen sapa bir konumdadır.” (Yrd. Doç. Dr. Masum Türker, Yrd. Doç. Dr. Esin
Okan, Türk Şirketlerinin Küresel Şirket
Haline Getirilmesi Yolları, s. 43, İstanbul Ticaret Odası Yayınları)
“…Aslında hangi sektöre bakılırsa bakılsın dünya piyasasının büyük bir kısmına
sahip ve kontrol eden bir avuç şirketle karşılaşılacaktır. Stratejik açıdan
bakılırsa birkaç şirketin dünya ekonomisinin büyük bir kısmını kontrol ediyor ve
yönetiyor olması küreselleşmenin önemli ve olumsuz taraflarından biridir.”
(agk., s. 45)
Bir alıntı
daha yapalım İTO yayınından: “Uluslar arası düzeyde gelir dağılımındaki
eşitsizlik 1970-1989 döneminde iyice bozulmuştur. Dünya nüfusunun en zengin %
2’sine sahip olan ülkeler, küresel GSMH içindeki paylarını % 73,9’dan % 80,7’ye
yükseltmişlerdir. Dünya nüfusunun en yoksul % 20’sine sahip olan ülkelerin,
GSMH içindeki payı ise % 2,3’ten % 1,4’e düşmüştür. Küreselleşme sürecinde
zengin fakir Amerikalılar arasındaki fark, 1980’li yıllar içerisinde o kadar
çok açılmıştır ki 1990 yılında 2,5 milyon zengin, alt gruptaki 100 milyon ile
hemen hemen aynı oranda gelir elde etmeye başlamıştır. Özellikle gelişmiş ve az
gelişmiş ülkeler arasında yaşanan gelir dağılımı adaletsizliği hem ülkeler, hem
de ülke içindeki kurumlar açısından küreselleşmeden kaynaklanan en önemli
tehdidi niteliğindedir. Küreselleşme sürecinde yaşanan bu yönlü gelir dağılımı
adaletsizliği, yalnızca ekonomik tarafını değil; ekonomik buhranların su yüzüne
çıkardığı sosyal tarafını da işaret etmektedir.” (agk., s. 31) Ki İTO yayınında
çok çarpıcı veriler sunulmaya devam edilmektedir alıntının devamında. İşte o
çok yüceltilen “küreselleşme”, “Bilgi toplumu” aynı zamanda budur. Sayısız
formülasyonlarla güzelleme yapılan sözde eşitlikçi ve insan merkezli “Bilgi
çağı” ve “Bilgi toplumu”nun bu gerçeklerini de gizlemek, çarpıtmak, manipüle
etmek burjuvaziye ve uşaklarına düşmektedir. Ama emperyalist dünya sisteminin
acımasız gerçekleri söz konusu manevraların, demagoji ve psikolojik harekatın
yüzündeki sahte şalı çekip almaktadır. Çünkü ne kadar etkili ve yanıltıcı
olursa olsun, emperyalist ve sol liberal propagandanın gücü hayatın
gerçeklerinden daha güçlü değildir ve olamaz da…
1970’ler ve
1980’ler sürecinde, emperyalist ekonomiler, teknolojik temelde iki kez yeniden
yapılanmıştır.
İbrahim
Okçuoğlu, kapitalist üretimin “1970’li yıllardan itibaren derin bir yapısal
krize” girdiğini saptar. 1970’lerden sonra, “Büyük tekeller(in), üretim
kapasitelerini genişletmeye yönelik yatırımlar yerine otomasyon ve
elektroteknik temelinde mevcut işletmelerde rasyonalleştirmeye” yöneldiklerini,
“Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının kapitalist üretim ve dolaşıma dahil
edilmesiyle, 1970’lerden sonra, daha ziyade rasyonelleştirme karakterli olan
yatırımların karakterinde” değişmeler olduğunu, kapitalist üretimin “1970’li
yıllardan itibaren derin bir yapısal krize” girdiğini, “Bu yapısal kriz”in
“bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretimde kapitalist ilkeler ışığında
kullanılmasından kaynaklandığı”nı vurgulamaktadır.
Okçuoğlu,
“1981-83 dünya fazla üretim krizinin patlak vermesinde yapısal kriz önemli bir
rol oynamış ve dev adımlarla gelişen teknoloji, yatırımların karakterini bir
kez daha belirlemiştir; artık otomasyon ve elektronik temelinde sürdürülen
yatırımlar önemini yitirmeye, en azından belirleyici olmamaya başlamıştır.
Özellikle 1981-83 ekonomik krizinden sonra mikro elektronik ve sensor tekniği
gündeme gelmiştir. Artık önemli olan, rasyonalleştirme değil, üretim kapasitelerini
mikro elektronik ve sensor tekniği temelinde yeniden yapılandırmaktır.” (Emperyalist
Küreselleşme ve Jeopolitika, s. 18-19, Ceylan Yayınları) saptamasını
yapmaktadır.
Bilimsel
teknik devrimde ifadesini bulan sıçramalar, emperyalist devletlerin ve
emperyalist uluslararası tekellerin denetiminde
bulunmaktadır. Ve bu tekel, “neoliberal”lerin, “postmodernizm” hayranlarının ve propagandistlerinin sahte
iddialarının aksine, “küreselleşme”yle,
“enformatik toplum”la birlikte zayıflamak, emeğin ortak mülki haline gelmek bir
yana, çok daha güçlü bir tekelci mülkiyet, denetim ve yönetim karakterinde
yetkinleşmektedir.
Kapitalizmin
eşitsiz gelişme yasası, düşen kar oranları, keskinleşen hegemonya ve rekabet
mücadelesi, azami kardan en fazla parsayı kapma kavgası emperyalist tekellerin
en modern teknolojileri kullanmalarına yol açmaktadır.
Nitekim söz
konusu olguların sonucudur ki, 1970’lerde otomasyon ve elektronik temelinde
yapılanan emperyalist ekonomiler, 1980’lerle birlikte mikro elektronik ve
sensor tekniği temelinde yeniden yapılanmak zorunda kalmıştır. Ve nano
teknoloji de giderek hızla gelişen ve gelecekte giderek öne çıkacak bir
teknoloji olarak gündemleşmiş bulunmaktadır.
Okçuoğlu,
“Emperyalist ekonomilerde teknoloji(nin) her 3-5 yılda bir yenilen”diğine
dikkat çekmektedir (Türkiye’de kapitalizmin Gelişmesi, Üçüncü Kitap, Genişletilmiş 2. Baskı,
s.583, Ceylan yay.) Bu olgu kıran kırana yaşanan azami kar yarışının,
emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin keskinliğini de açıkça ve
çarpıcı bir tarzda yansıtmaktadır.
Teknolojinin
bu denli hızlı yenilenmesi, fiziksel bakımdan henüz ömrünü doldurmadığı halde
ileri teknolojik temele dayanan sabit
sermayenin hızla moral ve manevi aşınmasına, değer yitimine yol
açmakta; bu da sermayenin kapitalist maliyet fiyatlarını yükseltmektedir
ayrıca.
Bu konuda
Marx, şöyle der:
“Kullanılan
sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin
gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her
belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ortalama on yılı kapsayacak
şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte
yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde
devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır.
Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok
önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu
getirir.” (Kapital, C. II. s. 169)
Bir bütün
olarak kapitalist gelişmenin tarihi, özelde de 20. asrın ikinci yarısından bu
yana yaşanan gelişmeler, Marx’ın ne denli haklı olduğunu çarpıcı bir tarzda
ortaya koymaktadır.
Açık ki,
teknolojik yenilenmenin hızlı temposu bir yandan artan oranda ve kısalan zaman
aralığında sabit sermaye kıyımlarına yol açmaktadır. Bu durum, öte yandan
kapitalizmin yapısal krizlerini
(teknolojik temelde yenilenme gereksinimini) sıklaştırmakta, ona adeta ya da
bir tür kronik karakter
kazandırmaktadır.
Teknolojik
yenilenmelerin hızlanması, yatırımların en son, en modern teknolojiye göre
yapılması, kar oranları üzerinde derin etkiler yaratmakta, sermayenin finansal
sektöre yönelmesinde, taşeron ağına dayanan üretim yöntemlerinin
yaygınlaşmasında, sabit sermayeye yatırım yapmak yerine kiralama yöntemlerinin gelişmesinde
önemli bir faktör olmaktadır.
Kapitalizm
kendi teknik-maddi temeline, sanayi
devrimiyle, sanayi kapitalizmiyle
oturdu. Sanayi kapitalizmi, sanayi devriminin ürünü makinesel büyük ölçekli
kapitalist üretimi simgeler. Makine, manifaktürden sanayi kapitalizmine geçişi
temsil etmekteydi. Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında gelişerek, 19.
yüzyıl boyunca süren bir makineli kapitalist atılım dönemini içerir. Otomatik
dokuma mekiğinin, iğle donatılmış bükme makinesinin, mekanik dokuma tezgahının
keşfi ve giderek, makinelerin insan gücünden, su gücünden, hayvan gücünden, yer
ve mevsimden bağımsızlaşarak işletilmesini olanaklı kılan buhar makinesinin
1784’de keşfi ile kapitalizm, böylece sanayi devrimiyle, geri dönüşsüz, emek
üretkenliğinin yüksek olduğu teknik temeline sağlamca oturdu. Makineleşmiş
teknik temel giderek makine üreten makine sanayisini dev bir sanayi sektörüne
dönüştürüp yetkinleştirdi. Böylece üretim
araçları üreten sanayi (ağır sanayi) kapitalist sanayileşmenin temeli ve motoru haline geldi.
18. yüzyılın
son çeyreğinde başlayarak 19. yüzyıla doğru uzanan sanayi kapitalizminin bu
dönemi pek çok kesim tarafından “I. Bilimsel Teknik Devrim”, “I. Sanayi
Devrimi” olarak da anılmaktadır.
Gelişen
kapitalizmin çıkarları, gerek sanayinin bağımlı olduğu enerji türünü, gerekse de üretim
tekniğini yenilemeye doğru itti. Böylece 19. yüzyılın son çeyreğinde kömür,
su, buhar gücü yerini elektrik ve petrole, terk etti. Elektrikli motor, dinamo
makinesi, elektromotor, yakıt motoru üretim sürecine girdi. Petrol sanayi,
elektrik sanayi, kimya sanayi, çelik sanayi ve metalürji sanayi vb. gibi yeni
sanayiler, yeni teknikler devreye girip derin altüst oluşlar yarattı. Kimya
sanayi bir atılım yaptı. Deniz ve kara taşımacılığı, telefon, telgraf,
demiryolları ağı yerküreyi hızla sararak gelişti. Kapital’in III. cildini yayınlayan Engels, “Devrin Kar Oranı Üzerindeki Etkisi” başlıklı “Dördüncü Bölüm”e
yazdığı ekte, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki teknolojik devrimin 18. yüzyılın
ikinci yarısındaki sanayi devrimi ile kıyaslanabilecek bir devrim yarattığını
söyler. O, şöyle der:
“Son elli
yıl, bu alanda (ulaşım ve haberleşme araçları-bn.), ancak 18. yüzyılın ikinci
yarısındaki sanayi devrimi ile kıyaslanabilecek bir devrim yaratmıştır. Karada,
kaplama şoselerin yerini demir yolları almış, denizde, ağır yollu ve düzensiz
yelkenli tekneleri, süratli ve güvenilir buharlı gemiler ile geri plana
itilmiş, yer yuvarlağının her yanı telgraf telleri ile örülmüştür…” (s.68)
Engels, bu
satırları, sermayenin devir zamanının/döneminin (üretim zamanı ile dolaşım
zamanının) 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen teknoloji ile (emek
üretkenliğini yükselten, ulaşım ve iletişimi hızlandıran teknolojilerin)
olağanüstü hızlandığını/kısaldığını incelerken yazar.
Kimi kesimler
Engels’in bu saptamasından esinlenerek, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki
teknolojik atılımı “II. Sanayi Devrimi” ya da “II. Bilimsel-Teknolojik Devrim”
olarak tanımlar, kavramlaştırır. “Toylarizm”i ve “Fordizm”i “2. Sanayi Devrimi”nin devamı olarak ele
alırlar.
Bu tablodan, bilimin üretime uyarlanmasıyla üretici
güçlerin devasa bir atılım yaptığını; üretimin ve sermayenin hızla yoğunlaşıp
merkezileştiğini, sermayenin organik bileşiminin hızla yükseldiğini, sermaye
birikiminin dev adımlarla ilerlediğini, dünya pazarının hızla oluşarak küresel
karakterinin güçlendiğini görüyoruz. Ya da her iki aşamasıyla sanayi
devriminin, bir bütün olarak sanayi temelinde, dünya tarihini daha hızlı ve
daha çok dünya tarihi haline getirerek devsel gelişmelere yol açtığını
söylemeliyiz.
Evet, 18.
yüzyılın ikinci ve 19. yüzyılın ikinci yarısında patlak vererek gelişen sanayi
devrim(ler)ini I. ve II. Bilimsel ve Teknolojik Devrim olarak nitelemek,
gerçekte, nesnel gerçeği kendi aslına en uygun ya da en yakın tanımlamanın ve
yansıtmanın ifadesidir.
I. Bilimsel ve Teknolojik Devrim, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal
üretici güçlerin gelişimiyle uyumlu olduğu, önünü açarak hızla geliştirdiği bir
kesite tekabül eder.
II. Bilimsel ve Teknolojik Devrim için de aynı saptamada bulunabiliriz. Ama bu
ikinci atılım dönemi serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşüm
sürecine (asıl olarak 1870 sonrası) girdiği, tekelci kapitalizmin söz konusu
sürecin bağrında hızla gelişmeye başladığı bir tarihsel kesittir. Böylece
kapitalist üretim ilişkilerinin hızla, toplumsal üretici güçlerin özgürce
gelişmesine ket vurmaya başladığı bir geçiş
sürecini de ifade etmekteydi.
“III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim”e gelince; bu süreç 20. asrın ikinci yarısına
tekabül eder.
Nükleer enerjinin ve teknolojinin keşfi, mikroçip temelli
enformasyon ve komünikasyon,
ulaştırma ve mikrobiyoloji ve biyogenetik
teknolojilerdeki sıçrama, bu sıçramanın kapitalist üretimin teknolojik ve
teknik temeli haline gelmesinde, gelme yöneliminde ifadesini bulmaktadır,
bulmuştur. Bu süreç hala devam etmektedir; nano
teknolojiye, dahası, yakın dönemde olmasa bile, ferma teknolojiye doğru bir gelişme söz konusu. Burada “Bilgi İşlem
Teknolojisi”nin başta gelen yerinin altı çizilmelidir.
III. Bilimsel
ve Teknolojik Devrim, 20. yüzyılın başlarından bu yana gelişen bilimlerdeki
birikim ve sıçramalar üzerinden gelişmiştir. Bu bakımdan modern fiziğin,
görelilik teorisi ve kuantum fiziğinin gelişimi, “Kuantum devrimi”nin altı
özellikle çizilmelidir. Bir diğer ifadeyle, III. Bilimsel Teknolojik
Devrim, 20. asrın ilk yarısında doğa
bilimlerindeki atılım üzerinden yükselmiştir; bu atılımın ürünleri emperyalist
sanayinin teknolojik ve teknik temeline dönüşerek gelişmesi ise, 20. asrın
ikinci yarısına tekabül etmektedir. Böylece, sosyo-ekonomik, sosyo-politik,
sosyo-kültürel yaşam; yerel, ulusal, bölgesel, kıtasal, küresel yaşam
networklaşarak interaktif etkileşimli bir kapitalist dünya sistemi
şekillenmiştir. AR-GE’nin hızlı gelişimi, bilimsel keşiflerin geçmişle
kıyaslanmayacak kadar hızlı bir tarzda üretime uyarlanması, teknolojinin
sofistike hale gelişi, bilim ve teknolojinin iç içe geçmesi,
bilim-teknoloji-üretim/sanayinin artan oranda kaynaşması, “beşeri sermaye”nin
yükselişi, kapitalist rekabet ve azami karın görülmemiş ölçekte bilimi tutsak
edişi, bilgi ve teknoloji yoğun sektörlerin yükselişi, böylece sanayinin yeni
temeller üzerinde biçimlenerek gelişmesi, bilim-teknoloji-üretimin entegre bir
sisteme dönüşerek ÇUŞ’lar önderliğinde dünya pazarı temelinde gelişimi, entegre
teknolojinin artan oranda uluslararasılaşarak kapitalist dünya pazarı temelinde
rekabeti kızıştırması vb. bu süreç ve evrenin bazı karakteristik özellikleri
olmuştur.
“III.
Bilimsel ve Teknolojik Devrim”, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal
üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurduğu ve kapitalizmin tarihinde, en
keskin biçimde üretici güçlerin özgürce
gelişmesine engel oluşturduğu bir tarih kesitinde, emperyalist kapitalizm
sürecinde, ÇUŞ’ların yükselişi ve emperyalizme damgasını basma sürecinde
gündemleşmiştir. Burada kapitalizmin çelişkili
gelişiminin ve eğilimlerinin
çarpıcı bir gerçeği ve görünümüyle karşı karşıyayız. Üretimin toplumsal
karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz
karşıtlık, böylece hem daha fazla uluslararasılaşarak, hem de daha da
keskinleşerek çözümünü dayatmaktadır. P-M-P’
hareketinin küresel ölçekte gerçekleşmesi ya da örgütlenmesi, toplumsal üretici
güçlerin küresel çapta vardığı gelişme aşamasını vurgulamaktadır. Bu aynı
zamanda üretimin uluslararası alanda keskin bir tarzda toplumsallaştığını, üretimin yerküresel çapta planlanmasının
ve özgürce geliştirilmesinin tümüyle
olanaklı ve kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Tarihin hiçbir döneminde
üretim-bilim-teknoloji-teknik bu denli hızlı, derin, kapsamlı, kompleks bir
tarzda iç içe geçmemiştir. İş gücünün fiziksel
ve entelektüel yetileri tarihin
hiçbir döneminde olmadığı kadar makine tarafından içselleştirilmiştir.
Otomatikleşme, sibernetikleşme, siberleşme, esnekleşme, çoklu işlev birleşimi
tarihin hiçbir döneminde bu kadar nitelikli hale gelememiş ve
genelleşememiştir. Bu, aynı zamanda kalifiye
emeğin, özelde de entelektüel emeğin
artan yaşamsal önemini göstermektedir. Üretimin ve yönetimin yüksek teknolojik
temelde sentezlenerek makineleşmesi, öncelikle üretim aletlerindeki değişme ve
gelişmeyle başlayarak tüm sosyal yaşamı yeniden ve yeniden yapılandırmıştır. Bu
sürecin özgürce gelişiminin önündeki
baş engelin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu ise örneğin 2000-2004 ve
2008’den bu yana sürmekte olan ve üretici güçlerin tahribine yol açan
kapitalizmin genel ekonomik krizlerinden de görebilmekteyiz.
Bu olgu, aynı
zamanda, üretici güçlerin sınırsız
gelişme eğilimiyle kapitalist üretimin kar amacı gibi son derece sınırlı amacı
arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın; üretici güçlerle kapitalist üretim
ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişkinin devrimci
çözümü için nesnel temellerin
emperyalist dünya sistemi içerisinde keskin bir tarzda olgunlaştığının çok
çarpıcı bir kanıtıdır.
“Enformasyon
toplumu”, “postkapitalizm”, “teknotoplum”, “hizmet kapitalizmi”, “bilgi
toplumu” vbg. tanımlamalarla ifadelendirilen toplum, kapitalist toplumun
kendisidir. Sözde bu toplumun “insan merkezli” olduğu iddiası ise, tarihin ve
çağımızın gördüğü en büyük yalanı ifade etmektedir. Bu merkez, dün olduğu gibi
bugün de kar, kar, daha fazla kardır. Kapitalist emperyalizmin ekonomik hareket
yasaları, uzlaşmaz çelişkileri, çelişik eğilimleri “enformatik çağ”a da,
“enformatik toplum”a da damgasını basan ve kapitalizmin tüm çelişkilerini
küreselleştirerek daha da keskinleştirmiş olan bir “çağ” ve “toplum”dur. “III.
Bilimsel ve Teknolojik Devrim” ile söz konusu çelişkiler, gerilemek,
belirsizleşmek, yitip gitmek bir yana, daha da şiddetlenmiştir. Kapitalizmin
bağrında, eskiyi yıkıp yeniyi kuracak sınıf ve yeni toplum için maddi teknik
koşulları çok daha olgun hale getirmiştir.
Enformasyon
teknolojisi, telekomünikasyon teknolojisi ve telematik üçlüsüne dayanan gelişme en gelişkin düzeyine emperyalist ülkelerde
ulaşmış durumdadır. Sinir sistemlerinin kendi performansının geliştirilmesiyle enformasyon teknolojisi; bunlar
arasındaki iletişimin daha etkinleştirilmesiyle komünikasyon teknolojisi; sistemlerin dış dünyayla etkileşiminin
yetkinleştirilmesiyle telematik
teknolojisi daha nitelikli ve yetkin hale getirilmeye çalışılıyor. Ve bu üç
sacayağı üzerinde yükselen teknoloji “yeni teknoloji”, bu teknolojilere dayanan
ekonomi “yeni ekonomi”, bu teknoloji ve ekonomiye dayanan topluma da “bilgi
toplumu”, “yeni toplum” vs. vb. deniyor.
Mikro
elektronik temeline dayanan otomasyonun yükselip yaygınlaşmasının elbette ki
altı çizilmelidir. Ayrıca dikkat çekmek gerekir; metrenin milyarda biri
küçüklükteki teknoloji demek ola nano teknolojinin gelişmesi, henüz başlangıç
aşamasında olmakla birlikte, gelecek bakımından daha karmaşık, daha kompleks,
daha yetkin bir mikro elektronik teknolojisi geliştirmeye adaydır. 1950’lerin
sonlarında Feyman tarafından “katı
ortam içindeki atomları tek tek, istenen bir düzene göre yerleştirme
teknolojisi” olarak tanımlanan nanoteknoloji, yalnızca mikro elektroniğin önüne
yeni ufuklar açmıyor, aynı zamanda yeni malzeme teknolojiklerinin ve
biyoteknolojinin gelişimi bakımından da insanlığın önüne yeni ufuklar
açacaktır. (TMMOB Elektrik Mühendisleri
Odası – 2006, s. 94)
Nano
teknoloji ile mikroelektromekanik sistemlerde dev bir atılım yapılacaktır.
Bugüne dek kullanılmakta olan “Silikon Vadisi” teknolojileri eskiyecek gibi
görünüyor. Bu yeni bir dev pazar demektir her bakımdan… Anlaşılıyor ki nanonun
yemeyeceği nane kalmayacak ileride. (bkz. Nanobilim ve Nanoteknoloji
Stratejileri, Vizon 2023 Projesi, Nanoteknoloji Strateji Grubu, TÜBİTAK, www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/yeniufuk/icerik/nanoteknoloji.pdf)
Telekinetik teknoloji (nesneleri zihin yoluyla kontrol) gelişme yolunda. Akıllı
teknoloji ve ürünleri hızla yaşamın her alanına yayılıyor ve git gide daha
akıllı hale geliyor. Başta önde gelen emperyalist ülkeler olmak üzere pek çok
ülkede nanobilim ve nanoteknoloji üzerinde artan oranda yoğunlaşılmaktadır.
Nanoteknoloji Enstitüleri, AR-GE merkezleri, teknoparklar, teknokentler,
teknokentler arası interaktif etkileşimli yapılanmalar boşu boşuna kurulmuyor;
aksine bu yarışta geride kalacak devletler ve tekeller altta kalacaktır… Ki
önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde nanoteknolojinin ekonomik ve sosyal
yaşantının her alanına gireceği ve yayılacağı ifade edilmektedir. Yeni enerji
türleri üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Azami karın hizmetinde olacak
tarzda enerji sorununun bol, ucuz, kaliteli çözümü için nükleer füzyon
üzerindeki çalışmalar da devam etmektedir. Termonükleer silahların üretiminde
kullanılabilen füzyon enerjisi henüz ekonomik yaşama, üretim ve tüketim
süreçlerine girebilmiş değil. Güneşte her an doğal olarak gerçekleşen füzyon
aktivitesi, bilim ve teknolojideki yeni gelişmelerle birlikte denetim altına
alınarak kullanılmaya aday bir enerji türü olarak gözüküyor.
Bu bölümü,
şöyle özetleyerek kapatalım: Mikroelektroniğe dayanan enformasyon
teknolojisinin temelinde bilgisayarlaşma yatar. İnternet ve bilgisayar,
komünikasyon teknolojisi ile iç içe geçerek yer yuvarlağını bir örümcek ağı
gibi sarar. Mikroelektronikteki gelişme ve sıçrama, komünikasyon teknolojisinde
de sıçramalara ve derin değişmelere yol açar. Dijital teknoloji, fiber optik,
lazer teknolojisi birleşerek “ağlaşır”. İleri teknoloji entegre hale gelir.
Yapay zekâdan, algılama ve değerlendirme yetisinden, sensor, elektro-mekanik,
esnek mekanik aksandan oluşan robotikler etkin hale gelir. Android robotlar
gelişir. Uydu teknolojisi yetkinleşir. Son derece dayanıklı ve kapitalist
maliyet fiyatlarını ucuzlaştıran, biyomateryaller de dâhil yeni yapay maddeler
ve malzemeler üretimi atağa geçer. Yeni ve nitelikli maddeler keşfi çalışmaları
çok yönlü derinleşerek gelişir. Yeni teknoloji ile bilimlerin önüne yeni
ufuklar açılır. Tıpta, kimyada, jeolojide, meterolojide, genetikte, astronomide
vb. yeni bilimsel keşifler yapılır ve donanımlar geliştirilir. Biyoteknoloji de
bir sektöre, yeni ekonominin bir sanayi kolu haline dönüşür. Çağdaş bilim
dünyasının, kapitalizmin kar, kar, azami kar gereksinimleri için mikro alana
yoğunlaşması hızla gelişir. Doğanın fethi harekâtı, insanın ve toplumun
gözetimi, yönetimi, manipülasyonu yeni bir düzeye sıçrar. Yeni teknoloji, yeni
metalar, yeni donanımlar, yeni iletişim biçimleri, yeni sektörler, yeni
pazarlar, yeni iş gücü, bilimsel ve teknolojik yeni keşifler, araştırmanın
sanayileşmesi, maddi ve manevi her şeyin büyük bir tutkuyla metalaştırılması
bir sıçrama yapar. Doğayı hammadde kaynağına, ürünü metaya, işgücünü ücretli emeğe, insanı
müşteri ve tüketiciye dönüştüren,
tüm ilişkileri de parasal ilişkilere indirgeyen kapitalist üretim tarzı,
böylece hızlı bir tarzda gelişir. Meta fetişizmi, insanlar arası ilişkilerin
nesneler arası ilişkilere dönüşmesi tarihte görülmemiş ölçeklere ulaşır. İleri
teknoloji ekonomik ve sosyal yaşamı kapitalist üretim tarzı temelinde yeniden
yapılandırır. Uzun bir tarihi mücadele sürecinde kazanılmış, ekonomik, sosyal,
siyasal hak ve özgürlükler yeni teknolojik atılımlarla, “yeni ekonomi”yle
birlikte daha köklü ve kapsamlı gasp edilir. Özelleştirme, ticarileştirme,
markalaştırma, piyasalaştırma, sermayeleştirme kapitalist tarihin doruk
noktasına tırmanır. İnsanı insanın, insanı doğanın kurdu haline getiren
kapitalizmde maddi zenginlik, dizginlerinden kopmuşçasına kendi başına
dizginsiz bir amaç haline gelir. Her şey, piyasanın kölesi haline gelir,
getirilmeye çalışılır. Anlayacağınız,
maddi toplumsal gerçeği, sınıflar ve egemenlik ilişkilerini, küresel
emperyalist şirketlerin hegemonyasını bir sis perdesi ile görünmez hale
getirerek manipüle eden kapitalist dünyanın gizli ve açık savunucularının o çok
yücelttikleri “bilgi toplumu”, bildiğimiz neoliberal kapitalizmden, vahşi
sermaye düzeninden, kapitalist piyasa dünyasından başka bir şey değildir.
Engels ne
güzel söylemiş: “Uygarlığın temeli, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından
sömürülmesidir.” “Uygarlığın ruhu, ilk gününden günümüze, yalınkat bir aç
gözlülük oldu; onun tek ereği, zenginlik, gene zenginlik ve hep zenginliktir;
ama toplumun zenginliği değil, şu bayağı bireyin zenginliği.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni, s. 206-207, Sol yay.)
Bilimsel
teknolojik atılımlar da işte bunun aracı.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder