Translate

20 Ocak 2014 Pazartesi

III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM”



III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM”
                                     I. BÖLÜM
Sermaye dünyasının, “küreselleşme”nin değişik renkten savunucularına ve o arada “postkapitalizm”, “bilgi toplumu” propagandistlerine göre, kapitalizm ve uluslararası tekeller, bilimi, tekniği, üretici güçleri özgürce ve sınırsızca geliştirmektedir. “III. Bilimsel-Teknolojik Devrim” de bunun kanıtıdır! Böylece kapitalizm aşılmış, “Bilgi çağı” başlamış, “Bilgi toplumu”na geçilmiştir vs.
Nesnel ve denetlenebilir veriler bu vb. savların sahte bir savunudan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Emperyalist kapitalizmin emireri “bilim”  ordusunun bilimsellik makyajı altında bu propagandayı yapması ise, tipik bir burjuva iki yüzlülükten ibarettir. Her alanda olduğu gibi burada da emperyalist “kilise”nin bilim-papaz-haham-imam kutsayıcılarının manipülasyonuyla karşı karşıyayız. Örneğin Ptolemy (Batlamyus) astronomisinde ileri sürülen ve asırlarca bilimsel kabul edilen, kilisenin de arkasında canhıraş durduğu güneşin dünyanın etrafında döndüğü (dünya merkezli güneş sistemi) tez ve propagandası ne kadar bilimselse yukarıdaki savunu da o kadar bilimseldir. Kapitalist emperyalizmin üretici güçleri engelsiz, sınırsız ve özgürce geliştirdiği iddiası ve propagandasının sahte karakterini 2007’de mali kriz olarak patlak veren, 2008’de kapitalist dünya sistemini pençesine alan genel ekonomik krizden de çarpıcı bir tarzda görebiliriz… Kapitalizmin genel ekonomik krizlerinin gelişen toplumsal üretici güçlerle onu cendereye vuran kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bir patlaması, çelişkinin zora dayalı geçici bir çözümü olduğunu hatırlatmaya gerek var mı acaba?! Para sermayenin % 98’nin maddi üretimden kopmuş mali piyasalarda vurgun yapıyor oluşu ya da sürekli artmakta olan ve sayısı 1 milyarı aşan işsiz insanın varlığı (küreselleşmiş kronik kitlesel işsizlik olgusu) söz konusu propagandanın sahteliğini çarpıcı tarzda sergilediği açık değil mi!
Açık ve kesin olan şudur ki; “neoliberaller”in ve “postmodernistler”in söz konusu “tez” ve propagandası ÇUŞ’ların emperyalizmini aklama operasyonundan başka bir şey değildir. Burada da, burjuva neoliberal propaganda ile yeni tip sol liberallerin bağlaşması ve birleşik cephesi ile karşı karşıyayız. Neoliberal emperyalist propagandanın “sol”cu söylemle kılıflanması, uluslararası tekellerle “küreselleşme”ci solcularımız arasındaki içsel ideolojik bağı da ortaya koyan çarpıcı bir olgudur.
Değişik görünümlerde ortaya çıkan söz konusu yeni tip burjuva liberal sol propagandanın aksine tarihsel ve güncel gerçek şudur: Bilim ve teknik emperyalist kapitalizmin temel ekonomik yasası olan azami kar yasasının izin verdiği dar sınırlar içerisinde cendereye alınmıştır. Üretimin ve tekniğin sınırsız gelişme eğilimi ile sermayenin dar amacı (kar için üretim), bilimin, tekniğin, üretimin özgürce gelişimini dizginlemekte, bugünle kıyaslanmayacak nitelik ve çapta devasa atılımların yapılmasını esaslı bir tarzda engellemektedir. Engellemektedir, çünkü çağımızda kapitalist üretim ilişkileri toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişiminin önündeki ana engeldir.  “Küreselleşme” ile, “postkapitalizm” ile, “enformatik toplum” ile bu engel çok daha keskin bir gerçeğe dönüşmüştür. Bu gerçek yok sayılarak unutturulmak istenmektedir. Üretici güçlerin, bilimin, tekniğin, üretimin önündeki bu ana engeli ortadan kaldıracak tek sınıf işçi sınıfıdır, tek çözüm yolu da proleter devrim ve sosyalizmdir. İşte gizlenen, yok sayılan, artık tarih olduğu söylenen bir diğer gerçek de budur.
Sermayenin bilim ve tekniği özgürce geliştirdiği tezinin yanı sıra; bilimi, tekniği, enformasyonu insanlığın kolektif mülkü haline getirdiği; böylece kapitalizmin aşılarak “insan merkezli bilgi çağı”na ve “bilgi toplumu”na vb. girildiği/geçildiği iddiası da aynı aklama, meşrulaştırma manipülasyonunun birbirini tamamlayan halkalarını oluşturmaktadır. Yaşadığımız dünya, dün olduğu gibi bugün de kapitalist özel mülkiyet dünyasıdır. Bilim ve teknoloji de uluslararası sermayenin tekelinde ve mülkiyetindedir. Dahası, tarihte görülmemiş ölçüde gittikçe artan oranda daha fazla özel mülkiyet haline gelmektedir. Her şey patentleşip üzerine özel mülktür damgası basılmaktadır. “Fikri mülkiyet hakları” yasaları bu damgayı güvencelemek amacıyla geliştirilmiştir. Evet, bilgi ve teknoloji güçtür, ikisine de hükmeden kapitalist dünyanın iktidar sahipleridir. Ekonomik gücü elde tutan sınıf politik iktidar gücünü de elde tutmaktadır. Ekonomik ve siyasi iktidarı elde tutan sınıf egemen sınıftır, dolayısıyla entelektüel ve kültürel hegemonyayı da elde tutmaktadır. Bilim ve teknik de bu bağıntıda egemen sınıfın elindedir. Açık ki, doğayı, bilgiyi, bilimi, teknolojiyi, insanlığın tarihsel gelişme sürecinde ürettiği kolektif zenginlikleri hiç olmadığı kadar özel mülkiyet haline getirerek azami karın hizmetine süren dünya burjuvazisi ve onun post’lu ya da post’suz hizmetkârları açıkça yalan söylemektedirler, hem de sınır tanımadan. Para ekonomisinin, para iktidarının her renkten şarlatanı söz konusu yalan rüzgârını daha etkinleştirmek için beyinlerini, yüreklerini, yeteneklerini bu uğurda sefer ediyorlar ve bu, bizce anlaşılırdır da. En nihayetinde onlar kendilerine düşen tarihsel ve sınıfsal görevi yerine getirmektedirler; “paradigma”ları bu. 
Bunlar bir yana, bilim ve tekniğin, insanlık tarihinde en yüksek gelişme aşamasına ulaştığı bir gerçektir. Sermaye, bilimin, tekniğin, üretici güçlerin özgürce gelişimini önlediği halde bilimsel ve teknolojik sıçramaların gerçekleşmesi, emperyalist küreselleşmenin, uluslararası tekellerin devrimciliğinden değil, kıran kırana süren azami kar yarışının dayattığı bir sonuçtur.  “Küreselleşme”, emperyalizmin başlıca olgularından birisi olan emperyalist devletler ve tekeller arası süren hegemonya ve rekabeti de daha yüksek bir temelde küreselleştirip keskinleştirmiştir. Bu koşullarda kıran kırana süren tekelci kapitalist rekabet bilim ve tekniğin gelişmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Uluslararası rekabette geride kalanın şansı yoktur. Bilimsel teknolojik atılımlar, söz konusu rekabeti yumuşatmak, geriye çekmek yerine alabildiğine keskinleştirip geliştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, sermaye dünyası, kapitalist devletler, uluslararası tekeller dünya pazarında/piyasasında kıran kırana sürmekte olan rekabette üstünlüğünü korumak ya da üstünlüğü ele geçirmek, rakibinin ayağını kaydırmak, pazar paylarını büyütmek için, araştırma, geliştirme çalışmasına devasa yatırımlar yapmakta, buluş ve keşifleri, teknolojiyi hızla üretim süreçlerine uygulamakta, dur durak bilmeksizin hegemonya ve rekabet mücadelesinde yirmi dört saat yarışmaktadırlar.
Her an birbirini parçalamaya, yutmaya hazır tekeller, gerektiğinde, teknoloji de içinde olmak üzere devasa birleşmelere ya da bağlaşmalara gitmekte, kartelci birlikler kurabilmekte, teknolojik üstünlüklerini, yeni teknoloji geliştirme yetilerini vurucu ve yıkıcı bir güç olarak kullanabilmektedirler. Güçlü olan zayıf olanı ezer, güçlü olan ayakta kalır, zayıf olan ve zayıf düşen yok olur gider; kapitalist rekabetin kanunudur bu. Kapitalist-emperyalist dünyada ekonomi, teknoloji, ticaret, politika, kültür, askeri alan, bir bütün olarak sosyal yaşam, bir savaş arenasıdır. Keskin bir hegemonya ve rekabet mücadelesi bu arenaya damgasını basar. Bu mücadele, yerel, ülkesel, bölgesel, küresel tüm alanları kapsar. Karada, deniz ve okyanuslarda, uzayda sürer gider. Ve her yerde de güç, ekonomik, siyasal, askeri güç konuşur. Bu mücadele bugün “barışçıl” biçimlerde sürer, yarın “barışçıl yarış” yetersizleşerek yerini emperyalist genel savaşlara bırakır. İşte bu mücadelede güçsüz olanın, zayıf düşenin, güç haline gelemeyenin geleceği yoktur; yeri, emperyalist dünya sistemi hiyerarşisinin bağımlılık zinciridir ya da bu zincirin dip noktalarıdır. Bu mücadele sürecinde “ulusal güvenlik”, “bölgesel güvenlik”, “küresel güvenlik” ve “barış” stratejilerinin özüne damgasını basan şey, burjuva ve emperyalist devletlerin, ÇUŞ’ların ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarıdır.
 “Küreselleşme”yle her alanda uluslararasılaşmış kapitalist ekonomi azgın bir rekabet mücadelesiyle birlikte gelişip ilerlemekte ya da yapılanmaya devam etmektedir. Bu rekabet, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin özgürce gelişimi üzerinde kurduğu aşırıya baskıya karşın, kaçınılmaz olarak, teknolojinin gelişmesine, dünya pazarının bir teknolojik rekabet arenasına da dönüşmesine yol açmaktadır. Zaten teknolojik rekabette geride kalanın da kaderi bağımlılık, açık bir sömürgeye dönüşme, güçlü olanın ya da olanların pazarı konumuna gelmektir. Dolayısıyla “Bilgi çağı”nda, “Bilgi toplumu”nda “eşit karşılıklı bağımlılık”, “eşit koşullarda rekabet”  vb. gibi laflar sadece ve sadece laf-ı güzaftan ibarettir. İleri teknolojiyi elde tutan devletler ve tekeller, dünya pazarında ileri teknoloji tekelini de elde tutmaktadırlar. Bu tekel, mikroelektronik, biyogenetik, nükleer teknoloji, enformasyon, komünikasyon teknolojileri, robotik, yeni uzay teknolojileri, yeni malzemeler, yeni enerji teknolojileri, nanoteknoloji gibi bilgi-teknoloji yoğun bir tekeldir; söz konusu tekel, yeni teknolojik sektörleri, yeni teknolojik ürünleri, yeni tekniğe uygun hizmetleri, AR-GE’leri kapsamaktadır. En ileri ve gelişen teknik temel üzerinde yükselen emperyalist sanayi, dünya pazarındaki hegemonik gücü de böylece elde tutabilmektedir. Emperyalist devletler ve tekeller bu temeller üzerinde yapılanır ve yükselirken, doğal olarak, eskiyen sanayilerden kurtulmaya bakmakta ve üstelik tekel fiyatlarıyla bağımlı ülkelere ihraç etmektedirler. İleri teknolojiyi kendi özel mülkü olarak ellerinde tutan devletler ve tekeller, bağımlı ülkelere ileri teknolojiyi değil, en fazlasından, kendi denetimlerinde tutmaya devam ettikleri teknolojinin kullanım haklarını (lisans sözleşmeleri) ihraç etmektedirler. İleri teknolojik yatırımlar söz konusu olunca da özellikle de birbirlerinin pazarlarına yatırım yapmaktadırlar. Ayrıca vurgulamakta yarar vardır: Benzer ileri teknolojik gelişme düzeyine sahip olan ülkelerde, bu durum, söz konusu ülkeler aralarındaki teknolojik rekabeti de daha bir şiddetlendirmektedir. Bu, kapitalizmin eşitsiz, dengesiz, sıçramalı gelişme yasasıyla bağlı bir olgudur. Birbirini geçmek yarışı, olmazsa olmaz koşuldur kapitalizmin dünyasında. Bu durum, bilimsel ve teknik keşiflerin üretime sokulması sürecini alabildiğince hızlandırarak rekabeti de şiddetlendirmiştir. En güçlü olan, en ileri teknolojiyi kullanan, en hızlı teknolojik yenilenmeye giden en önde olma şansını yakalayabilmekte ve üstünlüğünü koruyup geliştirebilmekte ya da geriden gelip önde olanı geçebilmektedir.
Modern teknolojinin en ileri temeli üzerinde yapılanmış olan emperyalist ülkeler, bağımlı dünyaya ileri teknoloji değil, düşük katma değerli, modası geçmiş, çevreye zarar veren, aşırı enerji tüketen, emek yoğun teknolojileri, sermaye yoğun olsa bile eskimiş, hantal ve pahalı sektörleri ihraç etmekte; kapitalist maliyet fiyatlarını düşürmek, ucuz iş gücünü vb. kullanmak için söz konusu pazarlara girmektedirler. Açık ki emperyalist ülkeler bu ülkelere düşük teknolojik temelli sanayileri ihraç etmektedirler. Gerçekte bağımlı kapitalist çevre emperyalist ülkelerin ve ÇUŞ’ların ucuz imalat üsleri haline gelmişlerdir, getirilmişlerdir. Ayrıca eklemek gereksizdir ki, bağımlı ülkelerin dünya pazarlarına ihracatının büyük ya da çok önemli bir bölümü, bu ülkelerde üslenmiş olan ÇUŞ’ların ihracatından oluşmaktadır. Uluslararası kapitalist iş bölümü de buna göre şekillenmiştir.
Kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkeler de, düşük maliyet, ucuz iş gücü, vb. gibi avantajlardan dolayı, bağımlılık zincirinin parçası olan ülkelere, keza bağımlılık zincirinin daha altında yer alan az gelişmiş kapitalist ülkelere çeşitli biçimlerde sermaye ihraç edebilmekte, üretimlerinin bazı bölümlerini, bazı parçalarını vs. bu gibi ülkelerde üretebilmektedirler. Örneğin, bu bakımdan, bir dönemin sömürgeleri olan Asya Kaplanları’nı (Güney Kore, Singapur, Tayvan, Hong Kong), Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri ve bu ülkelerin kapitalist gelişme tarihlerini geçerken hatırlatabiliriz. Kapitalizmin dünya çapında derinlemesine ve genişlemesine gelişimi, bağımlı ülkelerin özellikle bir bölümünde çok önemli bir sermaye birikimine yol açmakta, bu ülkelerde de sermaye birikimiyle bağlı sermaye, ulusal sınırlarının dışına taşabilmektedir… Böylece bir kısım ülke kapitalist dünya sistemindeki yerlerini, konumlarını yükseltebilmektedirler… Yani emperyalist dünya sisteminin, pardon, “insan merkezli, çevreci bilgi toplumu”nun gerçekleri eşitsiz ve dengesiz gelişmeyle, çok katlı hiyerarşik bölünmeyle, tümüyle eşitsizliklerle vb. parçalanarak biçimlenmiştir.
Bu gerçeğe, yani kapitalist üretim ilişkilerinin artan oranda toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurmasına karşın, bilim ve tekniğin gelişimi, kapitalist ekonominin teknik temelinin yenilenmesine yol açmaktadır. Ya da azami kar yarışı, hegemonya ve rekabet mücadelesi bilim ve tekniğin gelişmesine, kapitalist ekonominin teknik temelinin yenilenmesine ve yeniden yapılanmasına yol açmaktadır. Böyle olmakla birlikte, bilim ve teknolojinin gelişimi de eşitsizdir; eşitsiz gelişme yasası, burada da kendini keskin bir biçimde göstermektedir. Bunu, yeni tipte uluslararası kapitalist iş bölümü içerisinde de çapıcı bir şekilde görebiliriz; ki bu eşitsizlik, daima uluslararası kapitalist iş bölümünün karakteristik özelliği olagelmiş ve kapitalist gelişmenin her bir yeniden yapılanma evresinde ya da evrelerinde yeniden şekillenmiştir. Süreç, en güçlü emperyalist devletler, en güçlü uluslararası tekeller (ve bugün zayıf görünen ama yükselen ve geleceğin en önemli gücü ya da güçleri olabilecek devletler ve tekeller) lehine işlemekte ve şekillenmektedir. Keza böylece, bilimsel ve teknolojik alanda hegemonya kurmuş güç odakları inisiyatifi elde tutmakta, geride kalan ülkeleri de bağımlılık zincirinin birer bileşeni haline getirmekte ya da dönüştürmektedirler. Bugün en büyük 500 uluslararası süper tekel, modern teknolojinin %  90’nını elde tutmakta, dünya teknoloji ticaretinin % 80’nine yakınını gerçekleştirmektedir. ABD, AB, Japonya merkezli buluşlar, dünya pazarının % 80’nine tekabül etmektedir. Bu ülkeler, dünyanın en önemli AR-GE merkezlerine, teknoloji üslerine sahiptirler. Dünyanın nitelikli iş gücünün en önemli ve en büyük bölümüne bu ülkeler hükmediyor. “Beyin göçü”nden en büyük payı, bu ülkeler almaktadır. Modern teknoloji için en elverişli, gelişkin, kendini yenileyen alt yapı bu ülkelerde bulunmaktadır. Dünyaya da bu ülkeler hükmediyor.
Bilim ve teknolojideki atılımların insanlığı, toplumları, uluslararası ilişkileri vb. eşitlikçi temelde şekillendirdiği, vb. iddiasına, bir de, Haziran Halk Ayaklanması sırasında “Gezi Parkı Kütüphanesi”nde rastlayarak aldığımız, İTO’nun ısmarlamasıyla hazırlanmış ve İTO tarafından yayınlanmış çalışmadan birlikte okuyalım: “Bilgi iletişim teknolojileri ve internet kullanımında gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olanlar arasındaki mevcut farklılığı vurgulamak üzere kullanılan ‘dijital bölünme! kavramının, küreselleşmeyle birlikte giderek ‘dijital uçurum’ haline dönüştüğü eleştirileri son yıllarda sıkça yankı bulmaktadır. Gerçekten, günümüzde dünya nüfusunun % 80’nin en temel haberleşme olanaklarından yoksun olduğu ve Afrika kıtasında yaşayanların sadece % 2’sinin telefon hattına sahip bulundukları unutulmamalıdır. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere, az gelişmiş ülkelerde internet kullanımı halen sapa bir konumdadır.” (Yrd. Doç. Dr. Masum Türker, Yrd. Doç. Dr. Esin Okan, Türk Şirketlerinin Küresel Şirket Haline Getirilmesi Yolları, s. 43, İstanbul Ticaret Odası Yayınları) “…Aslında hangi sektöre bakılırsa bakılsın dünya piyasasının büyük bir kısmına sahip ve kontrol eden bir avuç şirketle karşılaşılacaktır. Stratejik açıdan bakılırsa birkaç şirketin dünya ekonomisinin büyük bir kısmını kontrol ediyor ve yönetiyor olması küreselleşmenin önemli ve olumsuz taraflarından biridir.” (agk., s. 45)
Bir alıntı daha yapalım İTO yayınından: “Uluslar arası düzeyde gelir dağılımındaki eşitsizlik 1970-1989 döneminde iyice bozulmuştur. Dünya nüfusunun en zengin % 2’sine sahip olan ülkeler, küresel GSMH içindeki paylarını % 73,9’dan % 80,7’ye yükseltmişlerdir. Dünya nüfusunun en yoksul % 20’sine sahip olan ülkelerin, GSMH içindeki payı ise % 2,3’ten % 1,4’e düşmüştür. Küreselleşme sürecinde zengin fakir Amerikalılar arasındaki fark, 1980’li yıllar içerisinde o kadar çok açılmıştır ki 1990 yılında 2,5 milyon zengin, alt gruptaki 100 milyon ile hemen hemen aynı oranda gelir elde etmeye başlamıştır. Özellikle gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında yaşanan gelir dağılımı adaletsizliği hem ülkeler, hem de ülke içindeki kurumlar açısından küreselleşmeden kaynaklanan en önemli tehdidi niteliğindedir. Küreselleşme sürecinde yaşanan bu yönlü gelir dağılımı adaletsizliği, yalnızca ekonomik tarafını değil; ekonomik buhranların su yüzüne çıkardığı sosyal tarafını da işaret etmektedir.” (agk., s. 31) Ki İTO yayınında çok çarpıcı veriler sunulmaya devam edilmektedir alıntının devamında. İşte o çok yüceltilen “küreselleşme”, “Bilgi toplumu” aynı zamanda budur. Sayısız formülasyonlarla güzelleme yapılan sözde eşitlikçi ve insan merkezli “Bilgi çağı” ve “Bilgi toplumu”nun bu gerçeklerini de gizlemek, çarpıtmak, manipüle etmek burjuvaziye ve uşaklarına düşmektedir. Ama emperyalist dünya sisteminin acımasız gerçekleri söz konusu manevraların, demagoji ve psikolojik harekatın yüzündeki sahte şalı çekip almaktadır. Çünkü ne kadar etkili ve yanıltıcı olursa olsun, emperyalist ve sol liberal propagandanın gücü hayatın gerçeklerinden daha güçlü değildir ve olamaz da…
1970’ler ve 1980’ler sürecinde, emperyalist ekonomiler, teknolojik temelde iki kez yeniden yapılanmıştır.
İbrahim Okçuoğlu, kapitalist üretimin “1970’li yıllardan itibaren derin bir yapısal krize” girdiğini saptar. 1970’lerden sonra, “Büyük tekeller(in), üretim kapasitelerini genişletmeye yönelik yatırımlar yerine otomasyon ve elektroteknik temelinde mevcut işletmelerde rasyonalleştirmeye” yöneldiklerini, “Bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının kapitalist üretim ve dolaşıma dahil edilmesiyle, 1970’lerden sonra, daha ziyade rasyonelleştirme karakterli olan yatırımların karakterinde” değişmeler olduğunu, kapitalist üretimin “1970’li yıllardan itibaren derin bir yapısal krize” girdiğini, “Bu yapısal kriz”in “bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretimde kapitalist ilkeler ışığında kullanılmasından kaynaklandığı”nı vurgulamaktadır.
Okçuoğlu, “1981-83 dünya fazla üretim krizinin patlak vermesinde yapısal kriz önemli bir rol oynamış ve dev adımlarla gelişen teknoloji, yatırımların karakterini bir kez daha belirlemiştir; artık otomasyon ve elektronik temelinde sürdürülen yatırımlar önemini yitirmeye, en azından belirleyici olmamaya başlamıştır. Özellikle 1981-83 ekonomik krizinden sonra mikro elektronik ve sensor tekniği gündeme gelmiştir. Artık önemli olan, rasyonalleştirme değil, üretim kapasitelerini mikro elektronik ve sensor tekniği temelinde yeniden yapılandırmaktır.” (Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, s. 18-19, Ceylan Yayınları) saptamasını yapmaktadır.
Bilimsel teknik devrimde ifadesini bulan sıçramalar, emperyalist devletlerin ve emperyalist uluslararası tekellerin denetiminde bulunmaktadır. Ve bu tekel, “neoliberal”lerin, “postmodernizm” hayranlarının ve propagandistlerinin sahte iddialarının aksine, “küreselleşme”yle, “enformatik toplum”la birlikte zayıflamak, emeğin ortak mülki haline gelmek bir yana, çok daha güçlü bir tekelci mülkiyet, denetim ve yönetim karakterinde yetkinleşmektedir.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, düşen kar oranları, keskinleşen hegemonya ve rekabet mücadelesi, azami kardan en fazla parsayı kapma kavgası emperyalist tekellerin en modern teknolojileri kullanmalarına yol açmaktadır.
Nitekim söz konusu olguların sonucudur ki, 1970’lerde otomasyon ve elektronik temelinde yapılanan emperyalist ekonomiler, 1980’lerle birlikte mikro elektronik ve sensor tekniği temelinde yeniden yapılanmak zorunda kalmıştır. Ve nano teknoloji de giderek hızla gelişen ve gelecekte giderek öne çıkacak bir teknoloji olarak gündemleşmiş bulunmaktadır.
Okçuoğlu, “Emperyalist ekonomilerde teknoloji(nin) her 3-5 yılda bir yenilen”diğine dikkat çekmektedir (Türkiye’de kapitalizmin Gelişmesi, Üçüncü Kitap, Genişletilmiş 2. Baskı, s.583, Ceylan yay.) Bu olgu kıran kırana yaşanan azami kar yarışının, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin keskinliğini de açıkça ve çarpıcı bir tarzda yansıtmaktadır.
Teknolojinin bu denli hızlı yenilenmesi, fiziksel bakımdan henüz ömrünü doldurmadığı halde ileri teknolojik temele dayanan sabit sermayenin hızla moral ve manevi aşınmasına, değer yitimine yol açmakta; bu da sermayenin kapitalist maliyet fiyatlarını yükseltmektedir ayrıca.
Bu konuda Marx, şöyle der:
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yandan bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir.” (Kapital, C. II. s. 169)
Bir bütün olarak kapitalist gelişmenin tarihi, özelde de 20. asrın ikinci yarısından bu yana yaşanan gelişmeler, Marx’ın ne denli haklı olduğunu çarpıcı bir tarzda ortaya koymaktadır.
Açık ki, teknolojik yenilenmenin hızlı temposu bir yandan artan oranda ve kısalan zaman aralığında sabit sermaye kıyımlarına yol açmaktadır. Bu durum, öte yandan kapitalizmin yapısal krizlerini (teknolojik temelde yenilenme gereksinimini) sıklaştırmakta, ona adeta ya da bir tür kronik karakter kazandırmaktadır.
Teknolojik yenilenmelerin hızlanması, yatırımların en son, en modern teknolojiye göre yapılması, kar oranları üzerinde derin etkiler yaratmakta, sermayenin finansal sektöre yönelmesinde, taşeron ağına dayanan üretim yöntemlerinin yaygınlaşmasında, sabit sermayeye yatırım yapmak yerine kiralama yöntemlerinin gelişmesinde önemli bir faktör olmaktadır.
Kapitalizm kendi teknik-maddi temeline, sanayi devrimiyle, sanayi kapitalizmiyle oturdu. Sanayi kapitalizmi, sanayi devriminin ürünü makinesel büyük ölçekli kapitalist üretimi simgeler. Makine, manifaktürden sanayi kapitalizmine geçişi temsil etmekteydi. Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında gelişerek, 19. yüzyıl boyunca süren bir makineli kapitalist atılım dönemini içerir. Otomatik dokuma mekiğinin, iğle donatılmış bükme makinesinin, mekanik dokuma tezgahının keşfi ve giderek, makinelerin insan gücünden, su gücünden, hayvan gücünden, yer ve mevsimden bağımsızlaşarak işletilmesini olanaklı kılan buhar makinesinin 1784’de keşfi ile kapitalizm, böylece sanayi devrimiyle, geri dönüşsüz, emek üretkenliğinin yüksek olduğu teknik temeline sağlamca oturdu. Makineleşmiş teknik temel giderek makine üreten makine sanayisini dev bir sanayi sektörüne dönüştürüp yetkinleştirdi. Böylece üretim araçları üreten sanayi (ağır sanayi) kapitalist sanayileşmenin temeli ve motoru haline geldi.
18. yüzyılın son çeyreğinde başlayarak 19. yüzyıla doğru uzanan sanayi kapitalizminin bu dönemi pek çok kesim tarafından “I. Bilimsel Teknik Devrim”, “I. Sanayi Devrimi” olarak da anılmaktadır.
Gelişen kapitalizmin çıkarları, gerek sanayinin bağımlı olduğu enerji türünü, gerekse de üretim tekniğini yenilemeye doğru itti. Böylece 19. yüzyılın son çeyreğinde kömür, su, buhar gücü yerini elektrik ve petrole, terk etti. Elektrikli motor, dinamo makinesi, elektromotor, yakıt motoru üretim sürecine girdi. Petrol sanayi, elektrik sanayi, kimya sanayi, çelik sanayi ve metalürji sanayi vb. gibi yeni sanayiler, yeni teknikler devreye girip derin altüst oluşlar yarattı. Kimya sanayi bir atılım yaptı. Deniz ve kara taşımacılığı, telefon, telgraf, demiryolları ağı yerküreyi hızla sararak gelişti. Kapital’in III. cildini yayınlayan Engels, “Devrin Kar Oranı Üzerindeki Etkisi” başlıklı “Dördüncü Bölüm”e yazdığı ekte, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki teknolojik devrimin 18. yüzyılın ikinci yarısındaki sanayi devrimi ile kıyaslanabilecek bir devrim yarattığını söyler. O, şöyle der:
“Son elli yıl, bu alanda (ulaşım ve haberleşme araçları-bn.), ancak 18. yüzyılın ikinci yarısındaki sanayi devrimi ile kıyaslanabilecek bir devrim yaratmıştır. Karada, kaplama şoselerin yerini demir yolları almış, denizde, ağır yollu ve düzensiz yelkenli tekneleri, süratli ve güvenilir buharlı gemiler ile geri plana itilmiş, yer yuvarlağının her yanı telgraf telleri ile örülmüştür…” (s.68)
Engels, bu satırları, sermayenin devir zamanının/döneminin (üretim zamanı ile dolaşım zamanının) 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen teknoloji ile (emek üretkenliğini yükselten, ulaşım ve iletişimi hızlandıran teknolojilerin) olağanüstü hızlandığını/kısaldığını incelerken yazar.
Kimi kesimler Engels’in bu saptamasından esinlenerek, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki teknolojik atılımı “II. Sanayi Devrimi” ya da “II. Bilimsel-Teknolojik Devrim” olarak tanımlar, kavramlaştırır. “Toylarizm”i ve “Fordizm”i  “2. Sanayi Devrimi”nin devamı olarak ele alırlar.
Bu tablodan, bilimin üretime uyarlanmasıyla üretici güçlerin devasa bir atılım yaptığını; üretimin ve sermayenin hızla yoğunlaşıp merkezileştiğini, sermayenin organik bileşiminin hızla yükseldiğini, sermaye birikiminin dev adımlarla ilerlediğini, dünya pazarının hızla oluşarak küresel karakterinin güçlendiğini görüyoruz. Ya da her iki aşamasıyla sanayi devriminin, bir bütün olarak sanayi temelinde, dünya tarihini daha hızlı ve daha çok dünya tarihi haline getirerek devsel gelişmelere yol açtığını söylemeliyiz.
Evet, 18. yüzyılın ikinci ve 19. yüzyılın ikinci yarısında patlak vererek gelişen sanayi devrim(ler)ini I. ve II. Bilimsel ve Teknolojik Devrim olarak nitelemek, gerçekte, nesnel gerçeği kendi aslına en uygun ya da en yakın tanımlamanın ve yansıtmanın ifadesidir.
I. Bilimsel ve Teknolojik Devrim, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin gelişimiyle uyumlu olduğu, önünü açarak hızla geliştirdiği bir kesite tekabül eder.
II. Bilimsel ve Teknolojik Devrim için de aynı saptamada bulunabiliriz. Ama bu ikinci atılım dönemi serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşüm sürecine (asıl olarak 1870 sonrası) girdiği, tekelci kapitalizmin söz konusu sürecin bağrında hızla gelişmeye başladığı bir tarihsel kesittir. Böylece kapitalist üretim ilişkilerinin hızla, toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurmaya başladığı bir geçiş sürecini de ifade etmekteydi.
III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim”e gelince; bu süreç 20. asrın ikinci yarısına tekabül eder.
Nükleer enerjinin ve teknolojinin keşfi, mikroçip temelli enformasyon ve komünikasyon, ulaştırma ve mikrobiyoloji ve biyogenetik teknolojilerdeki sıçrama, bu sıçramanın kapitalist üretimin teknolojik ve teknik temeli haline gelmesinde, gelme yöneliminde ifadesini bulmaktadır, bulmuştur. Bu süreç hala devam etmektedir; nano teknolojiye, dahası, yakın dönemde olmasa bile, ferma teknolojiye doğru bir gelişme söz konusu. Burada “Bilgi İşlem Teknolojisi”nin başta gelen yerinin altı çizilmelidir.
III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim, 20. yüzyılın başlarından bu yana gelişen bilimlerdeki birikim ve sıçramalar üzerinden gelişmiştir. Bu bakımdan modern fiziğin, görelilik teorisi ve kuantum fiziğinin gelişimi, “Kuantum devrimi”nin altı özellikle çizilmelidir. Bir diğer ifadeyle, III. Bilimsel Teknolojik Devrim,  20. asrın ilk yarısında doğa bilimlerindeki atılım üzerinden yükselmiştir; bu atılımın ürünleri emperyalist sanayinin teknolojik ve teknik temeline dönüşerek gelişmesi ise, 20. asrın ikinci yarısına tekabül etmektedir. Böylece, sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel yaşam; yerel, ulusal, bölgesel, kıtasal, küresel yaşam networklaşarak interaktif etkileşimli bir kapitalist dünya sistemi şekillenmiştir. AR-GE’nin hızlı gelişimi, bilimsel keşiflerin geçmişle kıyaslanmayacak kadar hızlı bir tarzda üretime uyarlanması, teknolojinin sofistike hale gelişi, bilim ve teknolojinin iç içe geçmesi, bilim-teknoloji-üretim/sanayinin artan oranda kaynaşması, “beşeri sermaye”nin yükselişi, kapitalist rekabet ve azami karın görülmemiş ölçekte bilimi tutsak edişi, bilgi ve teknoloji yoğun sektörlerin yükselişi, böylece sanayinin yeni temeller üzerinde biçimlenerek gelişmesi, bilim-teknoloji-üretimin entegre bir sisteme dönüşerek ÇUŞ’lar önderliğinde dünya pazarı temelinde gelişimi, entegre teknolojinin artan oranda uluslararasılaşarak kapitalist dünya pazarı temelinde rekabeti kızıştırması vb. bu süreç ve evrenin bazı karakteristik özellikleri olmuştur. 
“III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim”, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesine ket vurduğu ve kapitalizmin tarihinde, en keskin biçimde üretici güçlerin özgürce gelişmesine engel oluşturduğu bir tarih kesitinde, emperyalist kapitalizm sürecinde, ÇUŞ’ların yükselişi ve emperyalizme damgasını basma sürecinde gündemleşmiştir. Burada kapitalizmin çelişkili gelişiminin ve eğilimlerinin çarpıcı bir gerçeği ve görünümüyle karşı karşıyayız. Üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, böylece hem daha fazla uluslararasılaşarak, hem de daha da keskinleşerek çözümünü dayatmaktadır. P-M-P’ hareketinin küresel ölçekte gerçekleşmesi ya da örgütlenmesi, toplumsal üretici güçlerin küresel çapta vardığı gelişme aşamasını vurgulamaktadır. Bu aynı zamanda üretimin uluslararası alanda keskin bir tarzda toplumsallaştığını, üretimin yerküresel çapta planlanmasının ve özgürce geliştirilmesinin tümüyle olanaklı ve kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Tarihin hiçbir döneminde üretim-bilim-teknoloji-teknik bu denli hızlı, derin, kapsamlı, kompleks bir tarzda iç içe geçmemiştir. İş gücünün fiziksel ve entelektüel yetileri tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar makine tarafından içselleştirilmiştir. Otomatikleşme, sibernetikleşme, siberleşme, esnekleşme, çoklu işlev birleşimi tarihin hiçbir döneminde bu kadar nitelikli hale gelememiş ve genelleşememiştir. Bu, aynı zamanda kalifiye emeğin, özelde de entelektüel emeğin artan yaşamsal önemini göstermektedir. Üretimin ve yönetimin yüksek teknolojik temelde sentezlenerek makineleşmesi, öncelikle üretim aletlerindeki değişme ve gelişmeyle başlayarak tüm sosyal yaşamı yeniden ve yeniden yapılandırmıştır. Bu sürecin özgürce gelişiminin önündeki baş engelin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu ise örneğin 2000-2004 ve 2008’den bu yana sürmekte olan ve üretici güçlerin tahribine yol açan kapitalizmin genel ekonomik krizlerinden de görebilmekteyiz.
Bu olgu, aynı zamanda, üretici güçlerin sınırsız gelişme eğilimiyle kapitalist üretimin kar amacı gibi son derece sınırlı amacı arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın; üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişkinin devrimci çözümü için nesnel temellerin emperyalist dünya sistemi içerisinde keskin bir tarzda olgunlaştığının çok çarpıcı bir kanıtıdır.
“Enformasyon toplumu”, “postkapitalizm”, “teknotoplum”, “hizmet kapitalizmi”, “bilgi toplumu” vbg. tanımlamalarla ifadelendirilen toplum, kapitalist toplumun kendisidir. Sözde bu toplumun “insan merkezli” olduğu iddiası ise, tarihin ve çağımızın gördüğü en büyük yalanı ifade etmektedir. Bu merkez, dün olduğu gibi bugün de kar, kar, daha fazla kardır. Kapitalist emperyalizmin ekonomik hareket yasaları, uzlaşmaz çelişkileri, çelişik eğilimleri “enformatik çağ”a da, “enformatik toplum”a da damgasını basan ve kapitalizmin tüm çelişkilerini küreselleştirerek daha da keskinleştirmiş olan bir “çağ” ve “toplum”dur. “III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim” ile söz konusu çelişkiler, gerilemek, belirsizleşmek, yitip gitmek bir yana, daha da şiddetlenmiştir. Kapitalizmin bağrında, eskiyi yıkıp yeniyi kuracak sınıf ve yeni toplum için maddi teknik koşulları çok daha olgun hale getirmiştir.
Enformasyon teknolojisi, telekomünikasyon teknolojisi ve telematik üçlüsüne dayanan gelişme en gelişkin düzeyine emperyalist ülkelerde ulaşmış durumdadır. Sinir sistemlerinin kendi performansının geliştirilmesiyle enformasyon teknolojisi; bunlar arasındaki iletişimin daha etkinleştirilmesiyle komünikasyon teknolojisi; sistemlerin dış dünyayla etkileşiminin yetkinleştirilmesiyle telematik teknolojisi daha nitelikli ve yetkin hale getirilmeye çalışılıyor. Ve bu üç sacayağı üzerinde yükselen teknoloji “yeni teknoloji”, bu teknolojilere dayanan ekonomi “yeni ekonomi”, bu teknoloji ve ekonomiye dayanan topluma da “bilgi toplumu”, “yeni toplum” vs. vb. deniyor.
Mikro elektronik temeline dayanan otomasyonun yükselip yaygınlaşmasının elbette ki altı çizilmelidir. Ayrıca dikkat çekmek gerekir; metrenin milyarda biri küçüklükteki teknoloji demek ola nano teknolojinin gelişmesi, henüz başlangıç aşamasında olmakla birlikte, gelecek bakımından daha karmaşık, daha kompleks, daha yetkin bir mikro elektronik teknolojisi geliştirmeye adaydır. 1950’lerin sonlarında Feyman tarafından “katı ortam içindeki atomları tek tek, istenen bir düzene göre yerleştirme teknolojisi” olarak tanımlanan nanoteknoloji, yalnızca mikro elektroniğin önüne yeni ufuklar açmıyor, aynı zamanda yeni malzeme teknolojiklerinin ve biyoteknolojinin gelişimi bakımından da insanlığın önüne yeni ufuklar açacaktır. (TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası – 2006, s. 94)
Nano teknoloji ile mikroelektromekanik sistemlerde dev bir atılım yapılacaktır. Bugüne dek kullanılmakta olan “Silikon Vadisi” teknolojileri eskiyecek gibi görünüyor. Bu yeni bir dev pazar demektir her bakımdan… Anlaşılıyor ki nanonun yemeyeceği nane kalmayacak ileride. (bkz. Nanobilim ve Nanoteknoloji Stratejileri, Vizon 2023 Projesi, Nanoteknoloji Strateji Grubu, TÜBİTAK, www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/yeniufuk/icerik/nanoteknoloji.pdf‎) Telekinetik teknoloji (nesneleri zihin yoluyla kontrol) gelişme yolunda. Akıllı teknoloji ve ürünleri hızla yaşamın her alanına yayılıyor ve git gide daha akıllı hale geliyor. Başta önde gelen emperyalist ülkeler olmak üzere pek çok ülkede nanobilim ve nanoteknoloji üzerinde artan oranda yoğunlaşılmaktadır. Nanoteknoloji Enstitüleri, AR-GE merkezleri, teknoparklar, teknokentler, teknokentler arası interaktif etkileşimli yapılanmalar boşu boşuna kurulmuyor; aksine bu yarışta geride kalacak devletler ve tekeller altta kalacaktır… Ki önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde nanoteknolojinin ekonomik ve sosyal yaşantının her alanına gireceği ve yayılacağı ifade edilmektedir. Yeni enerji türleri üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Azami karın hizmetinde olacak tarzda enerji sorununun bol, ucuz, kaliteli çözümü için nükleer füzyon üzerindeki çalışmalar da devam etmektedir. Termonükleer silahların üretiminde kullanılabilen füzyon enerjisi henüz ekonomik yaşama, üretim ve tüketim süreçlerine girebilmiş değil. Güneşte her an doğal olarak gerçekleşen füzyon aktivitesi, bilim ve teknolojideki yeni gelişmelerle birlikte denetim altına alınarak kullanılmaya aday bir enerji türü olarak gözüküyor.
Bu bölümü, şöyle özetleyerek kapatalım: Mikroelektroniğe dayanan enformasyon teknolojisinin temelinde bilgisayarlaşma yatar. İnternet ve bilgisayar, komünikasyon teknolojisi ile iç içe geçerek yer yuvarlağını bir örümcek ağı gibi sarar. Mikroelektronikteki gelişme ve sıçrama, komünikasyon teknolojisinde de sıçramalara ve derin değişmelere yol açar. Dijital teknoloji, fiber optik, lazer teknolojisi birleşerek “ağlaşır”. İleri teknoloji entegre hale gelir. Yapay zekâdan, algılama ve değerlendirme yetisinden, sensor, elektro-mekanik, esnek mekanik aksandan oluşan robotikler etkin hale gelir. Android robotlar gelişir. Uydu teknolojisi yetkinleşir. Son derece dayanıklı ve kapitalist maliyet fiyatlarını ucuzlaştıran, biyomateryaller de dâhil yeni yapay maddeler ve malzemeler üretimi atağa geçer. Yeni ve nitelikli maddeler keşfi çalışmaları çok yönlü derinleşerek gelişir. Yeni teknoloji ile bilimlerin önüne yeni ufuklar açılır. Tıpta, kimyada, jeolojide, meterolojide, genetikte, astronomide vb. yeni bilimsel keşifler yapılır ve donanımlar geliştirilir. Biyoteknoloji de bir sektöre, yeni ekonominin bir sanayi kolu haline dönüşür. Çağdaş bilim dünyasının, kapitalizmin kar, kar, azami kar gereksinimleri için mikro alana yoğunlaşması hızla gelişir. Doğanın fethi harekâtı, insanın ve toplumun gözetimi, yönetimi, manipülasyonu yeni bir düzeye sıçrar. Yeni teknoloji, yeni metalar, yeni donanımlar, yeni iletişim biçimleri, yeni sektörler, yeni pazarlar, yeni iş gücü, bilimsel ve teknolojik yeni keşifler, araştırmanın sanayileşmesi, maddi ve manevi her şeyin büyük bir tutkuyla metalaştırılması bir sıçrama yapar.  Doğayı hammadde kaynağına, ürünü metaya, işgücünü ücretli emeğe, insanı müşteri ve tüketiciye dönüştüren, tüm ilişkileri de parasal ilişkilere indirgeyen kapitalist üretim tarzı, böylece hızlı bir tarzda gelişir. Meta fetişizmi, insanlar arası ilişkilerin nesneler arası ilişkilere dönüşmesi tarihte görülmemiş ölçeklere ulaşır. İleri teknoloji ekonomik ve sosyal yaşamı kapitalist üretim tarzı temelinde yeniden yapılandırır. Uzun bir tarihi mücadele sürecinde kazanılmış, ekonomik, sosyal, siyasal hak ve özgürlükler yeni teknolojik atılımlarla, “yeni ekonomi”yle birlikte daha köklü ve kapsamlı gasp edilir. Özelleştirme, ticarileştirme, markalaştırma, piyasalaştırma, sermayeleştirme kapitalist tarihin doruk noktasına tırmanır. İnsanı insanın, insanı doğanın kurdu haline getiren kapitalizmde maddi zenginlik, dizginlerinden kopmuşçasına kendi başına dizginsiz bir amaç haline gelir. Her şey, piyasanın kölesi haline gelir, getirilmeye çalışılır.  Anlayacağınız, maddi toplumsal gerçeği, sınıflar ve egemenlik ilişkilerini, küresel emperyalist şirketlerin hegemonyasını bir sis perdesi ile görünmez hale getirerek manipüle eden kapitalist dünyanın gizli ve açık savunucularının o çok yücelttikleri “bilgi toplumu”, bildiğimiz neoliberal kapitalizmden, vahşi sermaye düzeninden, kapitalist piyasa dünyasından başka bir şey değildir.
Engels ne güzel söylemiş: “Uygarlığın temeli, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesidir.” “Uygarlığın ruhu, ilk gününden günümüze, yalınkat bir aç gözlülük oldu; onun tek ereği, zenginlik, gene zenginlik ve hep zenginliktir; ama toplumun zenginliği değil, şu bayağı bireyin zenginliği.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 206-207, Sol yay.)
Bilimsel teknolojik atılımlar da işte bunun aracı.
                                                                             DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder