Translate

30 Ocak 2014 Perşembe

III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM” II. BÖLÜM



III. BİLİMSEL-TEKNİK DEVRİM ve “POST KAPİTALİZM”
                                     II. BÖLÜM
Emperyalist ekonominin gereksinimleri, emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi, emperyalist militarizmin yükselişi yeni teknolojik sıçramalar yapılmasında temel unsurlardır. Enformasyon (bilişim) ve komünikasyon (iletişim) teknolojilerinin gelişmesinin kökleri II. Dünya Savaşı’na dek uzanır. Ancak bu teknolojilerin yaygınlaşması 1970’ler, 80’ler sonrasına aittir. “Enformasyon devrimi”nin teknik temelini oluşturan transistorün keşfi bu bakımdan stratejik öneme sahiptir. Transistor, mikroelektroniğin kaynağını oluşturur. Mikroelektronik, bilgisayar, komünikasyon birbirleriyle bağlantılı, elektronikleşmeyi ifade eden teknolojilerdir. Her bir teknik keşif, bu teknolojileri birbirine yakınlaştırarak işlevselliğini geliştirmiştir. (bkz. Kaldıraç, Sayı: 64, “Okuma Parçası” –Çeviri-)
“Avrupa Birliği Komisyonu, Bilgi Toplumu’nu; bilgi teknolojisinin (bilgisayar, robotikler vb.) telekomünikasyon ile (sabit ve mobil telefon ağları, geniş bant iletişim sistemleri) birleşmesi olarak nitelemektedir. Bilginin ağ durumuna gelmesi ise toplum kavramını yeniden tanımlamaktadır.
“Bu ağlarla örülmüş ekonomide yatırımın temel sermayesi insan bilgisi ve insan zekâsının üretme olanaklarıdır. Kısaca çağımız, Bilgi Çağı’dır. Bütün bu değişikliklerin itici gücünü ise sayısal teknoloji oluşturmaktadır.” (TMMOB – EMO – 2006, s. 49)
Burada bizi ilgilendiren şey, yeni teknolojilerin itici gücü olarak dijital (sayısal) teknolojinin önemidir… Mikroçip teknolojisi yarı-iletken teknolojidir (tümdevre). Mikroçipler, milyonlarca transistordan oluşan bir teknolojidir. Nano teknolojinin gelişip yetkinleşmesiyle mikroçipteki sıçramanın olağanüstü boyutlara varacağını söyleyebiliriz. Daha bugünden saniyede 100 trilyonun üzerinde işlem yapma yeteneği kazanmış bilgisayarların geliştirilmiş olması, bu bakımdan bir ipucu oluşturmaktadır. Enformasyon teknolojisinin gelişiminde “1970’lerde tanıtılan bellek mikroçipi ve mikroişlemci, programlamada devrim yarattı. Programlama ve telekomünikasyon arasındaki yakınlaşma, ilk kez 1970’lerin sonunda Fransa’da gerçekleşen santrallerin dijitalleştirilerek ağa katılmasıyla başladı.” (Kapitalizm ve Enformasyon Çağı, s. 126-127) “1980’lerde fiber optik uzak mesafelerde ekonomik olmaya başlamıştı. Cam elyafından üretilen ve dijital mesajları iletmek için lazer ışınlarını kullanan fiber optik, inanılmaz ölçüde çok olan bilgiyi, yüksek frekans taşıyan kablolarda gerekli tekrarlayıcı olmaksızın iletebiliyordu.” (age., s. 129) Böylece yeryüzü fiber optik ağlarla biçimlenmeye başladı. “1990’larda, uydu aracılığıyla küresel kişisel mobil iletişimi sunacak birkaç konsorsiyumla, uydu teknolojisi ve hücresel radyo teknolojisi bir araya getirildi. Cep telefonları bu hizmet çerçevesinde, ulusal ağların birleşmesini sağlayan uyduları bağlayacaktı.”(age., s. 131). Nitekim bağladı da.
1980’lerin başında mikroçiplerin seri üretimine de geçildi.  Dijital bilgisayarın ve analog telefonun birliğiyle tek bir iletişim aracına dönüştü. Başlangıçta Pentagon merkezli işlevleri olan internet giderek ticarileştirildi. 1990’larda internet hızla yaygınlaştı. Giderek yerküre bir internet ağıyla örülmeye başlandı. Bilgisayar, radyo, TV, telefon, kamera teknolojileri birbirine yakınlaşarak iç içe geçti. Küresel bir ağ sistemi oluştu. Yazılım ve programlama devasa bir sıçrama yaptı. Ağ kapasitesi olağanüstü ölçeklerde arttı. Erişim daha hızlı, ucuz ve güvenli hale geldi. Kablo bağlantılarının gelişmesi ve parça teknolojilerinin gelişimi, iletişim teknolojisinin gelişmesini ivmeledi. Bu yazılım sektörünü de geliştirdi. Bilim ve tekniğin sıçramalı gelişimi, emek üretkenliğinin artışı, başlangıçta son derece pahalı olan ileri teknoloji ürünlerinin ucuzlamasına, böylece kitlesel tüketime sunulmasına yol açtı. Örneğin kişisel bilgisayarların, internetin, cep telefonlarının tüketiminden bu olguyu görebiliriz.
Enformasyon otobanı”, işletmeleri, iş yerlerini, evleri, okulları, bir bütün olarak pazarı enformasyon ve komünikasyon teknolojileri temelinde birbirine bağlayan; kişisel bilgisayarları, telefonları, fax ve TV’leri sistematik bir ağla birbirleriyle yakınlaştırıp birleştiren bir proje ve teknolojik gelişmeyi simgeliyor. Kuşkusuz enformasyon otobanı, uluslararası tekellerin denetiminde, yönetiminde olan bir otoban; “satıcılar için bir cennet olacak” bir otoban; Bill Gates’lerin “sürtünmesiz kapitalizm”, “elektronik pazar” düşlerinin otobanıdır.
Söz konusu teknolojik atılımlar, yeni teknolojiler neoliberal emperyalist propagandanın iddia ettiği gibi, “garaja kapanmış yenilikçi girişimcilerin” ürünü değil, aksine emperyalist devletin öncülüğünde, devlet bütçesinden ayrılan devasa fonlara, burjuva devletler ve ÇUŞ’ların bağlaşmasına dayanan; burjuva devletin finanse ettiği ve uluslararası tekellere devrettiği teknolojilerdir.
Kapitalist emperyalizmin yeniden yapılanma, “enformatikleşme” sürecinde, doğal olarak, üniversiteler de yeniden yapılandırıldı. Üniversite ve “iş dünyasının yüksek teknolojili ‘bilgi sanayilerinin’ gelişmesinde yaşamsal rol oynayan yeni, daha derin bir bütünleşmesinin koşulları yaratıldı. Parola ‘şirket üniversite ortaklığı’ydı. Bu yeni akademik düzende araştırma, özel sektörün doğrudan yararlanacağı uygulamalı programlara feda edildi. Araştırma merkezleri, özel sektörle ilişkiler, sanayi danışmanlığı ve karşılıklı görevlendirmeler ile akademik-şirket konsorsiyumları filizlenmişti. Merkezi bütçelerden alınan paralar iletişim, mühendislik ve iş idaresi fakülteleri, bilgisayar, biyoteknoloji ve uzay araştırması özel enstitüleri gibi ileri teknoloji sermayesinin doğrudan yararlandığı programlara aktarılıyordu. Üniversite idareciliği şirket ve akademik yönetim kurulları arasında kolayca geçiş yapıyordu. Fikri mülkiyet yasalarındaki değişikliklerin, üniversitelerin hükümet fonlarıyla yapılan araştırmaların sonuçları üzerinde patent almasına izin verilmesiyle, üniversiteler araştırma sonuçları ticaretinin aktif oyuncularına dönüştüler. Bu yoğunlaşan ticari yaşam felsefesinin ortasında, akademilerin iç işleyişleri özel sektörünkini yansıtan idari uygulamalarla birlikte gitgide daha çok şirketinkine benzemeye başladı.
“Sermayenin akademiyle yakınlaşması iki amaca hizmet etti. Birincisi, iş dünyası buluşlardan elde edilen kazançları özelleştirirken, aşırı pahalı ileri teknoloji araştırmasının maliyet ve riskleri toplumun sırtına yıkıldı. İkincisi, sermayenin ihtiyaç duyduğu postfordist emek gücünün yeniden eğitilmesini finanse etti. Artan harçlar eğitimin giderek daha da ağırlaşan yükünü öğrencilerin ve ailelerin sırtına yıktı ve entelektüel gelişimleri birikime uygun görülmeyen toplum kesimlerini üniversitelerden fiilen dışladı. Kayıt parasını ödeyebilenler eleştirel toplumsal çözümlemenin güme gitmesi pahasına, yeterli bilgisayar eğitimine ağırlık veren ve gitgide mesleki ve teknik bir yönelim gösteren bir müfredatla, yeni enformasyon ekonomisine uygun bir eğitim verdiler.” (Nıck Dyer Wıtheford, Siber Marx, s. 165-166)
Kendisi de bir profesör olan ve Negrici kulvarda yer alan Nıck Dyer Wıtheford, “neoliberal kapitalizm”le birlikte üniversitelerin yeniden yapılanmasıyla ortaya çıkan gerçekleri, yukarıda, çarpıcı bir şekilde özetlemiş. Üniversitelerin birer kapitalist şirkete, kar amaçlı yapılara dönüşmesi; yoksul ve emekçi sınıf ve tabakaların gençlerine üniversite kapılarının kapanması; bilimsel yaratıcı çalışmanın, kalifiye kafa emeğinin ÇUŞ’lara peşkeş çekilmesi; maliyetin topluma fatura edilmesiyle, “yeni ekonomi”nin gereksindiği kalifiye iş gücünün eğitimi ve üretimi yeni tip üniversitelerin gerçeklerini oluşturmaktadır. Devlet üniversitelerinin özelleştirilmesi, üniversitelerin özel kapitalist eğitim fabrikalarına dönüştürülmesi veya “fabrika” olarak kurulup yaygınlaştırılması aynı tablonun unsurlarıdır. Yeni kapitalist yapılanmada bilimsel ve teknik keşiflerin, ürün farklılaştırmasının artan yaşamsal rolü, kafa emeğinin sömürülmesinin artan ve öne çıkan yaşamsal rolü dikkate alındığında, üniversitelerin yaşadığı dönüşüm ve yeniden yapılanmanın önemi daha iyi görülebilir.
Geleneksel olarak üniversiteler burjuva ideolojisinin, özelde de burjuva liberalizminin, sosyal reformizmin ideolojik karargahları rolünü de oynaya gelmiştir. Yeni tip sermaye birikimi, yeni tip uluslararası işbölümü olgusu ile bu yeni dönemin ideolojik hegemonyasının üretimi gereksinimi dikkate alındığında görülecektir ki “neoliberal”, “postmodern”, “postMarksist” ideoloji ve kuramların üretilmesinde ve ideolojik etki alanının genişlemesinde; meşrulaştırma operasyonunda, üniversiteler bir kez tarihsel ve güncel rolünü oynamıştır. Pek çok postmodernist, postMarksist ideologun, teorisyenin, kalifiye propagandistin öğretim üyesi, akademik kariyer sahibi olması bir rastlantı değildir yani.
III. Bilimsel ve Teknolojik Devrim’in ürünü olan yeni teknolojik temel ve yeniden yapılanma ile sermayenin organik bileşimi de gittikçe daha çok yükselmiştir. Bu ise, değişmeyen sermayenin değişen sermaye karşısında büyümesinde, emek üretkenliğinin daha fazla gelişmesinde, göreli artı değer sömürüsünün yoğunlaşmasında, kar kitlesinin büyümesinde, işgücüne talebin göreli gerilemesinde, işsizler ordusunun büyümesinde ifadesini bulmaktadır. Bu gelişmesinin sonuçlarından birisi de kafa emeği sömürüsünün öneminin giderek daha fazla artmış olmasıdır.
Sermaye birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi öte yandan da proletaryanın mutlak ve göreli yoksullaşmasını geliştirmiştir.
Kapitalizmin gelişmesi, bilim ve tekniğin gelişimi, dünya pazarını temel alan uluslararası tekellerin hegemonyası, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin (P-M-P’) daha da küreselleşmesi, bu süreçte, üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmesi sermayenin dönüşüm sürecinin daha hızlı bir dönüşüm biçimini alarak gerçekleşmesini de sağlamıştır. Sermayenin dönüşüm zamanı, üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliğini ifade eder. “Diğer sözcüklerle, dönüşüm zamanı, sermayenin belirli bir biçimde yatırıldığı andan, sermayenin aynı biçimde, ancak artı-değer miktarında artmış olarak, kapitaliste geri döndüğü ana kadar olan zaman dilimidir.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. I, s. 210) Sermayenin dönüşüm devresinin yeni teknolojik atılımlarla kısalmış olması, sermaye bakımından yaşamsal önemdedir; “çünkü sermayenin dönüşüm zamanı ne denli kısa ise, işçiler tarafından yaratılan artı değerin para biçiminde dönüşmesi de o denli hızlı olur ve üretimin genişletilmesi için o denli hızlı kullanılabilir.”(age, C. I, s. 215)
“Küreselleşme” ve “enformatikleşme”yle birlikte bir yıl içerisinde sermayenin dönüşümünün bir yerine iki, iki yerine dört vb. devre yapması kaçınılmaz olarak artı değer gaspının realize olma sürecini kısaltır, sömürüyü yoğunlaştırır, artı değer kitlesini (kar miktarını) büyütür.
Bu gerçeklerden yola çıktığımızda, enformasyon, komünikasyon, ulaştırma ve biyo teknolojilerin ve küreselleşmenin sermayenin dönüşüm zamanını kısalttığını, kısaltılmış olmasının sermayenin gaspettiği artı değer kitlesinin büyüttüğünü, artı değer oranını yükselttiğini, artı değer oranındaki yükselmenin kar oranlarının eğilimli düşmesine karşı koyan bir etken olduğunu ama söz konusu düşmeyi son kerteden önleyemediğini görmekteyiz. Okçuoğlu, bir dizi kaynaktan derlediği verileri aktardıktan sonra, “sermayenin, kar oranlarının yüksek olduğu koşullarda üretme devri[nin] artık geride kaldı”ğını, “bugün” sermayenin %5 veya %6, bilemedin %10 karla yetinme zorunda kaldığını vurguluyor. “1885’ten 2002’ye kar oranının yüzde 50’den yüzde 4’e düşmesi, rakamların mutlaklığından ziyade kar oranının seyrindeki gelişmeyi göstermesi bakımından” önemli olduğuna dikkat çekmektedir. (bkz. İbrahim Okçuoğlu, Kapitalizmin Dünya Krizi, 2008, s. 131-132, Ceylan Yayınları)
Kar oranı sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörlerde yüksektir. Çünkü değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki ilişkide tablo değişen sermaye lehindedir. Sermaye birikimi henüz göreli olarak zayıftır. Üretim araçları ile canlı işgücünün kitlesi arasındaki ilişkide, canlı emeğin ağır bastığı, canlı emek/işçi başına düşen makine ve hammaddenin daha az olduğu; değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranının yüksek olduğu bir sermaye bileşimidir bu. Bu bileşimde değişen sermayenin payı daha yüksektir. Sermayenin organik bileşimi ne kadar düşükse işgücünün payı da, değeri de (değişen sermayenin değeri) o kadar fazla yüksek olur. Artı değerin kaynağı canlı işgücü/işçi olduğu için, bu durumda üretim sürecinde daha çok sayıda işçi yer alır ve sömürülür. Dolayısıyla hem artı değer kitlesi büyük ve hem de artı değer oranı, böylece kar oranı da daha yüksek olur. Kapitalizmin gelişimi, sermaye birikimi, sanayileşme süreci hafif sanayi ile başlar ve gelişir. Hafif sanayide sermayenin organik bileşimi düşük ve sermayenin dönüşümü daha hızlı olduğu için kar oranları yüksektir.
Fakat kapitalizm geliştikçe, sermaye birikimiyle birlikte sermayenin organik bileşimi de yükselir ve böylece değişen sermayenin payı düşerken, değişmeyen sermayenin payı artar. Hafif sanayiden ağır sanayiye geçildikçe, ağır sanayi, kapitalist maddi üretimin temeli haline geldikçe, kaçınılmaz olarak, sermayenin organik bileşimi yükselir. Sermayenin organik bileşimi yükseldikçe kar oranlarının eğilimli düşmesi yasası daha olgunlaşır, keskinleşir. Başlangıçta kar oranlarının yükselmesine yol açan yeni yatırım, yeni teknoloji, yüksek emek üretkenliği, giderek karşıtına dönüşerek kar oranının düşmesine yol açar. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle kar kitlesi artmasına karşın kar oranları düşer. Ve bu böyle sürer gider.
Kapitalizmin gelişmesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demektir ya da bu kaçınılmazdır. Bu, işçinin yerine makinenin geçmesi, canlı emek kitlesinin azalması, emek üretkenliğinin yükselmesi, üretimin, metaların ucuzlaması, kapitalistin kapitaliste karşı rekabet gücünün artması, ekstra karın elde edilmesi demektir. Ama yeni tekniğin kullanımının genişlemesiyle (ki bu kaçınılmazdır, çünkü diğer kapitalistler ayakta kalmak ve büyümek, pazar paylarını arttırmak için yeni tekniği üretime koymak zorundadırlar), genelleşmesiyle ekstra kar kaybolur ve kar oranında bir düşme yaşanır. Kar oranındaki bu düşme, bir kez daha kapitalistleri yeni teknolojiler bulup kullanmaya zorlar…
Küçük meta üretiminden doğan basit kapitalist elbirliği manifaktür kapitalizme, oradan sanayi kapitalizmine dönüşür/yükselir. Ve sermayenin sanayi kapitalizmine geçişi/yükselişiyle birlikte, sermayenin organik bileşimi hızla gelişir ve genelleşir. Kapitalizmin diğer yasaları gibi kar oranlarının düşmesi eğilimi yasası da otomatik bir süreç halinde değil, pek çok sapma, yalpalama, üretim anarşisi içerisinde etkinlik gösterir.
Kapitalizmin son 150-200 yıllık tarihi gerçekleri sanayi kapitalizmi ile bilimsel teknolojik devrimlerle, sermayenin organik bileşiminin geliştiğini, sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin gelişen bir yasa olarak etki gücünün, genel bir yönelim olarak, arttığını göstermektedir. 20. asrın ikinci yarısından bu yana geçen süreçte de, söz konusu yükselme, devam etti. Bu olgu, kar oranlarının eğilimli düşmesi yasasını şiddetlendirmiştir. Emperyalist küreselleşme/uluslararasılaşmanın daha da gelişmesi, emperyalist dünya ekonomisindeki bütünleşmenin daha küreselleşerek gelişmesi ile, bu yasa, küresel çapta işlevselliğini artan oranda dayatmıştır. Sadece hatırlatmakla yetinelim şimdilik: Bilimsel teknik sıçramalar, doğal ve kaçınılmaz olarak, kapitalizmin eşitsiz ekonomik ve politik gelişim yasasını keskinleştirir… III. Bilimsel Teknolojik Devrim de söz konusu yasayı daha keskinleştirerek şiddetlendirmiştir; gitgide keskinleşen çok merkezli emperyalist hegemonya ve rekabet gücünün varlığı ve gelişimi, “dünyanın merkezi”nin Batıdan Doğuya (Asya-Pasifik) kayma sürecinin yaşaması söz konusu olgunun açık göstergeleridir.
“Küreselleşme”yle kapitalist rekabet mücadelesi de “küreselleşmiş”tir. Üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmesi, son emperyalist küreselleşme dalgasının ayırt edici karakteristiğidir. “Küreselleşme”yle teknolojik rekabette daha fazla uluslararasılaşmıştır. En ileri teknolojiye hakim olma, ekonomilerin teknik temelini en ileri teknolojik temelde geliştirme, rakip uluslararası tekeller ve devletler arasında son derece karmaşık biçimler alan teknolojik işbirliği yoluyla bölünme ve amansız rekabet, son uluslararasılaşma/küreselleşme dalgasının çarpıcı özellikleridir. Öyle ki, dünya pazarlarının, etki alanlarının, stratejik bölgelerin her bir alanı kıran kırana süren kapitalist ve emperyalist rekabet mücadelesinin doğrudan arenası haline gelmiştir. Gittikçe artan oranda nanoteknolojik atılımlara odaklanma, yeni enerji türleri ve yeni maddeler teknolojilerine yoğunlaşma, mikrobiyoloji ve biyoteknik atılımları geliştirme, uzay teknolojisini yetkinleştirme söz konusu rekabet ve paylaşım kavgasında artan oranda önem taşıyor… Kaynakların fütursuzca uluslararası tekellere yönlendirilmesi, AR-GE, teknoparklar, teknokentler, nanoteknolojik atılımlar, databankalar, “network”, dijitalleşmiş yaşamın yetkinleştirilmesi, kesintisiz, nitelikli eğitimle kalifiye iş gücünün eğitimi ve yeniden üretimi, nitelikli iş gücü, genç iş gücü, “beyin göçü”, iş gücü ve emek süreçleri üzerinde tam bir denetim, hegemonya ve rekabet mücadelesinin olmazsa olmazları içerisinde yaşamsal önem taşımaktadır. Uluslararası rekabette geri kalmak demek, kaybetmek demek oluyor.  Emperyalist ekonomik ve politik dünya sisteminde herkesin herkesle mücadelesi kaçınılmazdır; altta kalanın canı çıkar ve düşenin de dostu yoktur; aksine, zayıf düşen iliklerine dek yağmalanır…
CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) türü projeler ekosistem ve insanlık için bilimi, teknolojiyi geliştirme projeleri değil, emperyalist ekonominin, emperyalist rekabetin, azami kar yarışının bir gereği olarak geliştirilmektedir. İnsanlığın gelişmesi, doğa ve toplum için gerekli, yararlı olan ve olacak keşifler, kapitalist üretim tarzında “ekonomik değer”, “ekonomik-ticari” değer taşımadığı için çekmecelere kilitlenmektedir. “Ekonomik değer” taşımayan, bir diğer vurguyla artı değer ve kar üretmeyen keşiflerin, uluslararası tekeller için bir değeri yoktur. “Ekonomik” olmayan buluş ve icatlar, burjuvazinin umurunda değildir. Yaratıcılık, yenilikçilik, buluş ve icatlar kapitalist maliyet fiyatlarını düşürüyorsa,  rakibi karşısında bir üstünlük yaratıyorsa, azami kara hizmet ediyorsa geliştirilip kullanılmaktadır. AR-GE’ler bunun için var. Örneğin, günümüzde ya da neoliberal “bilgi toplumu”nda kapitalist maliyet fiyatlarını düşüren, internet ağı üzerinden oldukça ucuz ve hızlı haberleşmeyi sağlayan e-posta sistemini bulan kişi, Tim Berners-Leen’dir. Bay Tim, internet üzerinden e-posta servislerinin World Wide Web (WWW ya da Web) teknolojisi aracılığıyla işlevli hale getirilmesini sağlayan kişidir. Web ya da W3 sadece internet üzerinde çalışan bir servistir. Bu ağa, “global ağ” ya da “Dünya Çapında Ağ” diyebiliriz. Milyonlarca Web sitesi ve milyarlarca belge-bilgi-sayfa birleşik etkileşimli bir dünya olarak karşımıza dikilmiştir. Bir bilgisayar tuşuna dokunarak ışık hızında sayısız veriye ulaşmak, bilgileri, verileri internet üzerinde iletmek, almak, yaymak, depolamak vs. olanaklı hale gelmiştir. Web, dijitalleşmiş, ağlaşmış ileri teknolojik temelin, uluslararasılaşmış/küreselleşmiş ekonomik ve sosyal yaşamın çarpıcı bir ifadesi ve görünümüdür.
CERN’de çalışan bir bilgisayar programcısı olan Tim Berners-Leen, keşfinin patentini alıp şirketleştirerek (“W3C”, World Wide Consortium), hem kendi cebini doldurmuş hem de kapitalizme ve burjuvaziye çok değerli bir hizmet sunmuştur. Kapitalizm, meta üretimi demektir. Meta, “burjuva zenginliğin genelleşmiş temel biçimi”dir; “meta bir kez ürünlerin genel biçimi durumuna geldiğinde üretilen her şeyin bu biçimi alması gerekir; satın alma ve satış… üretimin özünü oluşturur.” Ve “Kapitalist üretim, metayı bütün ürünlerin genel biçimi haline getiren ilk üretim tarzıdır.” (Marx, Kapitale Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s. 12, iba., Ceylan yay.) P-M-P’ hareketi kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin, kapitalist devrenin kısaltılmış çarpıcı formülasyonudur. İleri/yüksek teknoloji P-M-P’ hareketinin aracıdır, hizmetkârıdır. Böyle olduğu içindir ki kapitalizmde her teknolojik buluş ticari bir ürüne dönüşür, dönüştürülür. Burada belirleyici olan metanın değişim değeridir ve kapitalistleri de ilgilendiren tek şey, değişim değeridir; çünkü artı değeri pazarda realize edecek tek şey, değişim değeridir, değişim değerinin pazarda gerçekleşmesidir. “Kullanım değerlerini kapitalistler, salt değişim değerinin özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler.” (Marx, Kapital I, s. 188) “Bilgi teknolojileri”ne dayanan maddi ve maddi olmayan metalar, değişim değeri için üretilirler ve burada, dün olduğu gibi bugün de kullanım değerleri değişim değeri amacıyla üretilirler. “Bilgi çağı”nın, “Bilgi toplumu”nun “Bilgi ekonomisi”nin ve “hizmet sektörü”nün temel ve güncel gerçeği budur, bu kadardır; gerisi boş palavralardan, yalan rüzgârından ibarettir. Tüm bir dünya ekonomisi “Bilgi toplumu”na dönüşse ne yazar, o, yine de kapitalist üretim tarzıdır ve emperyalist dünya düzenidir. Kuşkusuz, bu yönelim, emperyalist dünya sisteminin bağrında dünya proleter devriminin nesnel ekonomik ve toplumsal koşullarının daha fazla ve keskince olgunlaşması, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkinin daha da keskinleşmesi ve çelişkinin çözümü için uluslararası proleter devrim kılıcının daha ivedi ve keskin bir biçimde indirilmesi gerekliliğinin daha yakıcı hale gelmesi demektir ve bu, nesnel olarak iyi bir gelişmedir. Eh, ne de olsa, emperyalizm, sosyalist devrimin ön günüdür, değil mi! Ve geleceğin sosyalist dünyası, başlangıçta, kapitalist üretim tarzının bağrında gelişen ve olgunlaşan teknolojik temele dayanarak yürüyecektir; bu bağıntıda, nesnel olarak, söz konusu teknolojik temelin ve toplumsal üretici güçlerin gelişimi, sosyalizmin nesnel ekonomik ve toplumsal koşullarının olgunlaşarak keskinleşmesini ve sosyalizmin maddi-teknik temeli için bir ön hazırlığı ifade etmektedir. Devrimci proletarya elbette ki bu bilinçle yürüyecektir…
UNCTAD tarafından 2009’da yayınlamış rapora göre, dünyada, 2009 yılı başı itibari ile, 82 000 olan uluslararası tekel (ÇUŞ) bulunmaktadır. ÇUŞ’lara bağlı yabancı şirket sayısı ise 810 000’dir. Bu tekeller içerisinde piramidin tepesinde bulunan 500 uluslararası mega/süper tekel, bunlar içinde de 150 kadar en güçlü süper tekel tüm bu sürecin merkezinde durmaktadır. S. Vitali, J. B. Glattfelder, S. Battiston’nun “Şirketlerin Küresel Denetim Ağı” çalışmasında ortaya çıkardıkları gerçekleri; örneğin, “ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’nı” denetledikleri saptamasını sadece hatırlatıp geçiyoruz.  Bilim ve teknolojiye de ÇUŞ’lar hükmetmekte, bu olanağı azami kar, acımasız kapitalist rekabet, sınıfın direnişini kırmak, siyasal denetim, ideolojik manipülasyon, “toplum mühendisliği” aracı olarak dizginsizce kullanmaktadırlar. Zaten bilim ve teknolojinin salt teknik, makine vb. olduğunu düşünmek saçmalıktır. Bilimsel teknolojik gelişme ve sıçramaları üretim tarzından, üretim ilişkilerinden, sınıfsal bölünmelerden, emek süreçlerinden soyut incelemek, eğer cehaletten değilse, sınıf bilinçli burjuva tavırla, burjuva demagoji ve manipülasyonla bağlıdır. Kapitalizmin tüm bir tarihsel gelişme sürecinde, burjuvazi, teknolojiyi, tekniği daima proletaryanın sınıfsal direniş ve mücadelesini kırmanın temel araçlarından biri olarak da kullana gelmiştir.  Dahası, proletaryanın direnişi, daima burjuvazinin yeni teknoloji geliştirmesinde itici güçlerden birisi olmuştur. Bilim ve teknoloji, daima ve kesin olarak, sınıf ilişkileri ve egemenlik ilişkileriyle bağlı bir olgudur. Ki Marx, Kapital isimli dev çalışmasında bu olguyu da çarpıcı bir tarzda inceleyerek ortaya koymuştur.
Bilimsel ve teknik gelişmeler, toplumsal maddi gerçekle, maddi ve ideolojik bütünselliği içinde analiz edilmelidir. Sınıfsal ve sosyal yaşamın dışında ya da üstünde bir bilim ve teknoloji tartışması tümüyle demagojiktir. Açık ki bilim ve teknoloji kapitalizmin ve burjuvazinin tutsağıdır, modern ücretli kölelik dünya sisteminin hizmetindedir. Doğanın, insanın, işçi sınıfı ve halkların değil, azami karın hizmetindedir. Doğayla uyumlu, toplumsal gereksinmelerin maddi ve tinsel bakımdan azami doyumunun değil, kapitalist karın kölesidir. Bilimsel bilgi ve teknoloji, insanlığın tarihsel gelişmesinin ve birikiminin ürünüdür; insanlığın ortak mülküdür ve ortak mülkü olmak zorundadır. Fakat kapitalist üretim tarzında, bilim, bilimsel bilgi, teknoloji ve teknik “made ın özel mülktür” damgasını taşır. Çünkü kapitalizmde her şey, metadır, metalaştırılır. Bilim, bilimsel bilgi, bilimsel keşifler, bilgi teknolojileri  “neoliberal kapitalizm” ile birlikte iyice metalaştı, sermayeleştirildi. Fikri mülkiyet hakkı adı altında bilimsel ve teknik keşifler patentlenerek, fikri mülkiyet ve telif haklarına (“Telif kapitalizmi”) bağlanarak uluslararası şirketlerin tekelci denetimine alındı; burada, hemen “küreselleşme”nin, “bilgi toplumu”nun yıldızı Microsoft’u ve Bill Gates’i hatırlayabiliriz. “Serbest rekabet”, “serbest rekabetçi bilgi toplumu” vs. üzerine koparılan fırtınaya karşın, gerçekte, “Küreselleşmiş dünyamız”da bugün, monopollerin ve oligopolların tekelci hegemonya ve denetimi artarak gelişmektedir. Serbest rekabetçi kapitalizm çoktan tarih olmuştur. Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle, o tarihsel evre zaten aşılmıştır. Keza bilim ve teknoloji, aşırı uzmanlaşmanın da girdabında proletarya ve emekçilere iyice yabancılaşmıştır. Söz konusu atılımlar, kapitalist üretim ilişkilerini daha derin ve geniş bir temel üzerinde daha etkin uluslararasılaştırarak üretmiştir. Bilim ve teknoloji üzerindeki tekellerin tekeli de alabildiğine yetkinleşmiştir. Gerçekler bunlardır.
Bilgi işlem teknolojileri, esnek otomasyon, sanayi sektöründe verimliliği hizmet sektörüne göre daha da yükseltmiştir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, emek üretkenliğini geliştirdiği, ücretleri düşürdüğü, bir yandan işgücünden tasarruf sağlarken, öte yandan da artı emek zamanını uzattığı, emeğin yoğunlaşmasını geliştirdiği için, bundan sonra da verimliliği göreli olarak geliştirmeye devam edecektir. Kuşkusuz ki bu süreç de otomatik bir verimlilik artışı biçiminde gelişmemekte, eşitsiz gelişme yasasının keskinleşmesi, kapitalist rekabet ve üretim anarşisinin baskısı altında gelişmekte ve biçimlenmektedir. Ki verimlilik sorunu, kapitalist ekonomilerdeki durgunluk eğiliminin güçlenmesi, ekonomilerin finansallaşması, hizmet sektörünün büyümesi, yapısal krizin adeta kronikleşmesi, geniş kitlelerin yoksullaşması ve tüketim gücünün gerilemesi gibi olgularla birlikte düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bilgisayar teknolojisi, hem ayrı bir sektör hem de tüm teknoloji ve sektörlerle iç içe geçmiş bir teknoloji ve sektör durumundadır. Üretim ve dolaşım süreçleri artık bilgisayar ve iletişim teknolojileri tarafından düzenleniyor. Bilgisayar Bütünleşik Üretim Sistemi (CIM) ile üretimin geleneksel işlevleri otomatik teknolojilerle yer değiştirerek otomasyona dönüşmüştür. Bilgisayar Destekli Tasarım (CAD), Bilgisayar Destekli Mühendislik (CAF), Bilgisayar Destekli Üretim (CAM), Bilgisayar Destekli Ürün Ticareti (CPC) Tam Vaktinde (JİT), artık bunlarsız bir üretim ve dolaşım süreci düşünülemez. Elektronikleşme, otomasyon, sermayenin, uluslararası tekellerin proletaryaya karşı güçlü bir silahı. Ve kuşkusuz burada da kafa emeğinin artan önemini, giderek kafa emeği sömürüsünün kazandığı ve kazanacağı ağırlığı/öne çıkışını görüyoruz. Otomasyon kaçınılmaz olarak daha az sayıda işgücü kullanmayı, böylece işin yoğunlaştırılmasını, emek üretkenliğinin yükseltilmesini ifade eder. Daha önce, hem mutlak hem de göreli olarak daha fazla işçinin yaptığı ve yapacağı iş/çalışma/beceri, otomasyonla ya da otomatikleşen teknoloji ile yerini otomasyona bırakmaktadır. Örneğin Bilgisayar Destekli Üretim (CAM) yazılımı denetimindeki tezgahlar, CAD tasarımındaki tanımları, kesin iş emirlerine dönüştürerek makineler sistemini harekete geçirir. CAD yazılımı ile sayısal denetimli tezgahlar, süreç denetimi, grup teknolojisi, otomatik montaj eylemleri gerçekleştirilir. (bkz., Genel İşletme, Anadolu Üniversitesi Yayınları) Örneğin, Kaliforniya’da yılda 1 Milyar dolar değerinde bilgisayar üretme kapasitesine sahip bir işletme, bilgisayara, elektronikleşmeye, robotiklere dayanan bu fabrika, çok sınırlı sayıda işçi (“elle çalışan sadece beş montaj işçisi ve sayıları yüzü geçmeyen mühendis ve diğer işçiye ihtiyaç duyuyor”) (Siber Marx)  ile üretimini gerçekleştirmektedir. Yukarıda sözü geçen en modern teknoloji ve bilimsel iş yönetimi sistemleri bu fabrikada en ileri biçimine ulaşmış bulunmaktadır…
Başlangıçta, özellikle de askeri amaçlarla geliştirilen enformasyon ve komünikasyon teknolojilerinin 70’lerin ortasından bu yana geçen süreçte üretim ve dolaşım süreçlerine girmesiyle devasa sıçramalara yol açtığı kesindir.
“İlk kez 19. yüzyıl sonlarında ABD’de gelişen Taylorizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok ülke endüstrisinin egemen emek rejimini oluşturmuştur. Sermayenin iş süreçleri ve çalışanlar üzerindeki kesin egemenliğini temsil eden Taylorist üretim örgütlenmesi, İkinci Endüstri Devriminin temeli olan mekanizasyona ve bunun sonucu olarak ortaya aşırı uzmanlaşmaya bağlı olarak gelişmiştir. Takım çalışmasına dayalı mekanik bir hat üzerinde gerçekleşen üretimde emeğin türdeşleşmesi, çalışmanın sürekliliği ve çalışanların kesin itaati iş sürecinin temel ilkeleridir. Bu açıdan ‘Bilimsel Yönetim’ üretim sürecindeki sınıf mücadelelerine karşı ilk kapitalist yanıttır.” (Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Günümüzde İşçi Sınıfı, Geliştirilmiş 2. Baskı, s. 123, Alan yay.)
“İkinci Endüstri Devriminin ürünü olan ve ‘endüstrileşmenin klasik paradigmasını’ temsil eden Fordizm sermayenin yoğun birikim süreçlerinin doruk noktasıdır. Toplumsal işbölümü ve teknik işbölümü süreçlerinin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan Fordist model gerçekte Taylorizmin daha gelişkin bir türünden başka bir şey değildir…
“Üretimde bir dizi değişikliğe yol açan Fordist model yarı-otomatik üretim hattına dayanır. Yarı-otomatik üretim hattında işin ve emeğin yoğunluğu çok artmıştır. Böylece tek ve aynı tür emek süreçleri yoluyla yatay bir bütünleşme gerçeklemekte ve göreli artı-değerin artışı için en elverişli koşullar yaratılmaktadır. Gerek nesnelerin hareketindeki zamandan gerek emek gücünden tasarruf sağlayan yarı-otomatik üretim hattı bugüne kadar sermayenin organik bileşimini en fazla arttıran bir sitem olmuştur. Kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı derinleştiren yarı-otomatik süreçler işin mekanizasyonu ve emeğin yoğunlaşması için bire birdir.
“Son derece özel ve tek amaçlı makineler ile eğitimsiz ve niteliksiz işgücü kullanımına dayanan sistem makine ile işçi arasındaki sürekli ve değişmez bir ilişki kurmakta ve böylece çıktının standartlaşmasını sağlamaktadır. Ayrıntılı işbölümünü sağlayan iş örgütlenmesi üretim öncesi ve sonrası süreçlerin birbiriyle ilişkisini kopararak denetim ve karar alma erkini tümüyle emek sürecinin dışına çıkarmaktadır.” (age, s. 124-125) 
Başlı başına yeniden girmek gerekmiyor; kısaca, artık eski tip uluslararası işbölümü, eski tip birikim modeli yok. “Serbest piyasa ekonomisi”, esnek kapitalist birikim modeli uluslararası tekellerin (ÇUŞ’ların) hegemonyasında emperyalist dünya ekonomisini yeniden yapılandırmıştır. Yeni tip birikim modeli “3. Bilimsel-Teknik Devrim”i ifade eden toplumsal işbölümüne ve teknik işbölümüne dayanıyor. Üretim teknolojisi, üretim süreci, emek süreci, dolaşım süreci, yönetim tarzı “neoliberal küreselleşme”nin gereksinimleri temelinde esnek birikim “paradigma”sı üzerinde yükseliyor. “Fordist birikim paradigması” da “esnek kapitalist birikim paradigması” da (“postfordist paradigma” vs.) sermaye birikimini geliştirmeye, sermayenin kendini genişletmesine, azami kar elde etmeye; yani içerik ve amaç itibariyle kapitalist üretim tarzının, emperyalist kapitalizmin hareket yasalarına dayanmaktadır. Evet, “paradigma” farklı, hem de köklü bir değişme söz konusu; ama hareket yasaları ve amaç aynı/belli. Her bir “paradigma” zamanın koşullarının ürünü ve rolünü oynamıştır, oynamaktadır.
“Yeni paradigma” sürecinde ve yeni sürece denk düşen aşamada, mikroelektroniğe dayanan tam otomatikleşmiş, esnekleşmiş, çok amaçlı makinesel sistem sermayenin organik bileşimini daha da yükseltmiştir. Canlı emek gücüne (işgücü) olan gereksinimin göreli olarak gerilemiştir. Emek üretenliği önemli oranda yükseltilmiştir. Göreli artı değer üretimi ve gaspı keskinleşmiştir. İş ve üretim süreçleri, iş organizasyonu ve yönetimi bütünsel rasyonalleştirme ekseninde yeniden yapılanmıştır. Üretimin parçalanması ve etkin bir tedarik zincirinin geliştirilmesi, taşeron ağı sistemi (esnek uzmanlaşmanın bir türevi), yalın üretim; kafa emeğinin (zihinsel işgücü) artan önemi, özellikle de “bilgi üreten endüstrilerde” geleneksel işgücünün tasfiyesi; kafa ve kol emeğini birleştiren “çekirdek işçi” kategorisinin, “salt” zihinsel üretim yapan kafa emeğinin en nitelikli kategorisi ile birlikte görece ve gelişen bir yönelim olarak öne çıkışı; “sistemin özellikle tasarım, programlama ve bakımla ilgili alanlarda çok yönlü ve nitelikli işgücüne” dayanması, kalifiye işgücü sömürüsünün rolünü artırmıştır. Sınıf içi katmanlaşmanın “kaotik” boyutlara varması, yeni emek türlerinin ortaya çıkması ya da zaten varolan bazı emek kategorilerinin önem kazanarak öne çıkışı vbg.  olgular, yeni dönemin bazı temel bileşenleridir.
Buradan da görülebileceği gibi bilimsel-teknik devrimle kapitalizm aşılmamış, kapitalizm ötesi (“postkapitalizm”) yeni bir üretim tarzına geçilmemiştir. Teknoloji tapıcılığı; teknolojiyi sınıflar dışı veya sınıflar üstü gören ya da gösteren; tek başına teknolojiye tarihi biçimlendiren, tarihin motoru rolünü biçen; teknolojiyi üretim tarzları temelinde ele almadan, sınıf ilişkileri ve egemenlik ilişkileriyle bağını koparan, kavramayan, çarpıtan, kendiliğindenliğe tapınan her türden yaklaşım burjuva ve küçük burjuva bir bakış açısına, teorik arka plana sahiptir. Bilimsel-teknik devrime, en son modern teknolojilere, otomasyona bakıp sınıf ilişkilerini, kapitalist emperyalizmin nesnel karaktere sahip hareket yasalarını görmeyen, unutan, ona sınıfsızlık atfeden her renk ve tondan akım kuşkusuz ki proletaryaya karşı burjuvaziye hizmet etmektedir.
“TEKNOLOJİ GELİŞTİRME BÖLGELERİ KANUNU”ndan birlikte okuyalım:
“Amaç
MADDE 1. - Bu Kanunun amacı, üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile üretim sektörlerinin işbirliği sağlanarak, ülke sanayiinin uluslararası rekabet edebilir ve ihracata yönelik bir yapıya kavuşturulması maksadıyla teknolojik bilgi üretmek, üründe ve üretim yöntemlerinde yenilik geliştirmek, ürün kalitesini veya standardını yükseltmek, verimliliği artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek, teknolojik bilgiyi ticarileştirmek, teknoloji yoğun üretim ve girişimciliği desteklemek, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yeni ve ileri teknolojilere uyumunu sağlamak, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunun kararları da dikkate alınarak teknoloji yoğun alanlarda yatırım olanakları yaratmak, araştırmacı ve vasıflı kişilere iş imkânı yaratmak, teknoloji transferine yardımcı olmak ve yüksek/ileri teknoloji sağlayacak yabancı sermayenin ülkeye girişini hızlandıracak teknolojik alt yapıyı sağlamaktır.” (Kanun No. 4691 / Kabul Tarihi : 26.6.2001, www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2001/07/20010706.htm )
İşte size sözde kapitalizm olmaktan çıkmış, insan merkezli hale gelmiş, “eşitlikçi”, “komünal”leşmiş “postkapitalizm”in, “Bilgi toplumu”nun  tablosu! Yerseniz tabii ki.
Bilgi/sermaye/teknoloji yoğun, “dijital”leşmiş, ağlaşmış, interaktifleşmiş, “e”leşmiş, “küresel”leşmiş, “sanal”laşmış kapitalizm de kapitalizmdir. Dünyamızın en gelişkin “Bilgi toplumu” ABD’dir. Dünya halklarının baş düşmanı ABD’yi anlatmaya gerek var mı?! ABD’nin kapitalist-emperyalist bir ülke olduğu açık değil mi!!! Demek ki, “Bilgi toplumu” da sermayenin egemenlik ve iktidar ilişkileriyle şekillenmiştir. “Eski ekonomi”nin yerine “yeni ekonomi”nin geçmesi ya da birincisinin ikincisine dönüşümü söz konusu temel tarihsel gerçeği değiştirmiyor. Temel üretim araçları kapitalist sınıfın özel mülkiyetindedir. Üretim toplumsal karakterde olduğu halde toplumsal üretimin ürünlerine el koyma özel niteliktedir. Emek ve sermaye çelişkisi temel çelişkidir. “Küreselleşme”yle, “neoliberal kapitalizm” ile tüm bu gerçekler çok daha keskin gerçekler haline gelmiştir. Dizginsiz rekabet ve doludizgin süren silahlanma yarışını, atağa kalkmış militarizmi, 2 trilyon doları bulmuş, belki de aşmış askeri harcamalar, her bakımdan yoğunlaşmış, keskinleşmiş eşitsizliği vb. hatırlatmaya bile gerek yok. Laf gevezeliğiyle, demagojik ve manipülatif “paradigma” ve literatür inşasıyla nesnel gerçek değiştirilemiyor ve değiştirilemez. Kronik yapısal kriz, kronik durgunluk eğilimi, işletmelerin kronik kapasite eksikliğiyle çalışması, gittikçe kısalan, sıklaşan aralarla patlak veren ekonomik krizler (1990-94, 2000-04, 2008, ki halen sürmektedir), kronik sermaye fazlası, teknolojik işsizliğin atağa geçişi, kronik küresel kitlesel işsizlik, kronik küresel kitlesel yoksulluk, emperyalist dünya ekonomilerinin finansallaşması, paran varsa yaşa vb.; işte size o çok yüceltilen kapitalist emperyalizmin “Bilgi çağı”,  “Bilgi toplumu”!. Emperyalist çağ demek yerine “Bilgi çağı”, kapitalist emperyalizm demek yerine “Bilgi toplumu” demek kulağa da çok hoş geliyor doğrusu. Eee, burjuvazi ve dalkavukları işlerini iyi bilmektedir. “Prof.”, “filozof”, “entelektüel”, “bilim adamı”, “aydın” vs. unvanlı bir sürü ideolojik ve politik çakalın soyunduğu iş, yukarıdaki tabloyu örtmek, kapitalist ve emperyalist dünya sisteminin devrimlerle yıkılışını önlemektir. Hangi unvan, hangi renk altında ortaya çıkarsa çıksınlar onların misyonu, vizyonu bundan ibarettir. Hepsi bu, daha fazlası ya da ötesi yok!
“Sermaye yoğun”, “teknoloji yoğun”, “bilgi yoğun” sektörlerde geleneksel kol emeğinin (“mavi yakalı”) belirleyici bir rolü kalmamıştır denebilir. Burada öne çıkan kalifiye emektir, gerek kol gerekse de kafa emeği bakımından. Zihinsel emek, kafa ve kol işçiliğini birleştiren kalifiye emek sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu sektörlerde gitgide öne çıkmakta ve belirleyici bir rol oynamaktadır. Kuşkusuz ki burada, yine de niteliksiz emek tümden tasfiye olmamaktadır ama artık üretim süreci bakımından herhangi belirleyici rolü kalmamıştır.
Ancak emek yoğun sektörlerde hala geniş çaplı bir niteliksiz emek istihdam edilmektedir…
Konu bağlamında o çok övülen “enformatik toplum”un simgesi ABD “Silikon Vadisi”ne (Silicon Valley), “ABD bilgisayar endüstrisinin tarihsel merkezi sayılan ‘Silikon Vadisi’”ne şöyle yakından bakalım.
“Vadinin emek tarihinin en iyi bilinen yönü, dijital teknolojinin yaratılmasında merkezi rol oynayan üstün vasıflı teknik işçilerin; mühendisler, yazılım tasarımcıları ve programcıların doğuşudur. Çoğu erkek, çoğu beyaz, yüksek akademik derecelere sahip bu çalışanlar (vadi, doktora dereceliler ve mühendisler yönünden dünyanın en yüksek yoğunluğuna sahiptir) karın sürekli yenilik akışına bağlı olduğu bir sanayinin gereksindiği en kusursuz ‘bilgi işçileri’dir. Yüksek ücretli, çılgınca yaratıcı, teknolojiye tutkun, çoğu kez önemli girişim fırsatlarına sahip olan bu seçkin işgücünün maceraları, bunları enformasyon devriminin romantik mitolojisinin önemli bir bölümü haline getiren medya tarafından dalkavuklulukla karışık sayısız habere malzeme yapıldı.
“Ancak Silikon Vadisi’nde çalışmanın daha gösterişsiz, başka bir yüzü de var: Hademeler, bahçıvanlar, kafeterya personeli ve bu teknolojik yaratıcılığa vazgeçilmez bir destek sunan mikroçip montajcıları. Büyük ölçüde göçmen ve etnik azınlıklardan gelen, çoğu kadın olan bu işçiler, düşük ya da asgari ücretle, sendikal örgütlenme, sağlık sigortası, annelik yardımı olmadan, cinsel tacize karşı korumasız halde çalıştırılıyorlar. Vadinin, Apple, Intel, Hawlet, Packad, Oracle ve IBM gibi saygın ileri teknoloji şirketleri bu işgücü olmadan işleyemez. Ama büyük şirketler çalışma koşulları ve ücretlerin sorumluluğundan sıyrılmalarını sağlayan bir taşeronluk sistemi ile bu gözlerden uzak aşırı sömürü ile aralarına mesafe koymaya çalıştılar. İşyerlerinde üstte bilgi işçileri ve altta hizmet emeği arasındaki bölünme, vadiyi etnik bakımdan çeşitli kuşaklara ayıran yerleşme modelleri ile pekiştirilmiştir. Silikon Vadisi ABD’nin en zengin bölgesinde bulunduğu halde, yakından incelendiğinde bu servet manzarası yerini ‘Birinci Dünyanın Üçüncüyle, garip bir ileri teknoloji ve sefalet karışımı içinde buluştuğu’ bir sanayi sonrası tabakalaşma sahnesine bırakıyor.” (Siber Marx, s. 145-146)
Tablo bu!
1992’de promosyon için ünlü basketbolcu Michael Jardon’a NİKE tarafından ödenen paranın, “sporcunun reklam amacıyla giydiği basketbol ayakkabılarını üreten otuz bin Endonezyalı genç kadının toplam yıllık gelirine eşit” olmasıyla da tamamlanan bir tablodur, bu tablo.
İşte size “Bilgi toplumu”!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder