ÖNDERLİK
VE ''ÖNDERLİK'' ÜZERİNE
III
Konuyu incelemeye yazımızın III. Bölüm'ünde de
devam edeceğiz.
Komünist
bir partide ayrıcalıklı/bürokratik kesimlerin, giderek sınıfsal
katmanların oluşması, o partideki ölüme
gidişin en önemli göstergelerinden birisidir. Bu katmanlaşmanın
temelini küçük burjuvazi oluşturur. Sözkonusu ayrıcalıklı
katmanların ortaya çıkması öncelikle aşağıdan/tabandan yukarı
gelişmez, aksine yukarıdan/merkezden aşağı doğru gelişir. Önce
bürokratlaşanlar, ayrıcalıklar kazanan, iktidar/yönetici olmaya
ve kalmaya alışan, ayrıcalıklarını resmi ya da fiili olarak
yasa katına çıkaran, bir geleneğe dönüştüren yukarısıdır;
yani bu hastalık, daha doğrusu kanser, MK'dan başlayarak yönetici
kategori içerisinde boy vererek gelişir, bir ahtopota dönüşür.
Sapma, bozulma, çürüme tabandan değil, tavandan başlar. Bu
gerçeğin altının özellikle çizilmesi gerekir. Bu bağıntıda
ortaya çıkan iç mücadele proleterya ile küçük burjuvazi (son
tahlilde burjuvazi) arasındaki mücadeledir. Bu süreç, sınıflı
toplumun nesnel karakterinin kendisini parti içerisinde üretmesinin
sonucudur. Ki bu süreç ve mücadele sayısız görünümler altında
gelişir; ayrıcalıklı kesimlerin oluşup gelişmesi de mücadelenin
bir alanı olarak aynı zemin üzerinde yükselir. Oysa biliyoruz ki,
komünist partisi, parti içerisinde oluşan ya da oluşabilecek
ayrıcalıklı
katmanların (''çelik çekirdek''ler, ''stratejik önderlik''ler,
sözde ''etkin birey''ler vs. dahil) varlığıyla;
Marksizm-Leninizm'i, partiyi ve komünistleri ''Procrustes
yatağı''na
sığdırmaya çalışan teori ve pratiklerle, ''stratejik
önderler''le de bağdaşmayan irade ve eylem birliğidir.
Vurgulamak
gerekir ki, bu süreç, komünist partiler içerisinde, yeni
tipten
bir sınıfsal hiyerarşinin oluşup gelişme sürecidir. Önüne
geçilemediği zaman komünist partileri komünist
olmaktan çıkarır. Oysa herhangi bir komünist partisinin dünya
görüşü, tarihsel ve politik misyonu ile bağdaşmayan bir şeydir
bu. Çünkü komünist partilerin teorisi
özel mülkiyetin tasfiyesini ve bu hedefe varmanın (geçici)
politik
aracı olarak proletarya diktatörlüğünü öngörür. Ki, komünist
partilerin nihai
amacı
komünizmdir (sınıfsız toplum). Ve bu süreç, tüm sınıf ve
tabakaların, ayrıcalıklı katmanların, sınıf hiyerarşisinin,
yönetme ve yönetilme ilişkisinin ortadan kaldırıldığı, her
bir bireyin, tüm toplumun özneleşmesinin
sağlandığı bir teori ve pratiğe dayanan kesintisiz
devrim sürecidir... Her komünist partisi ve komünist, teori ve
pratiğini sistematik
bir tarzda buna göre inşa edip geliştiremezse, yetkinleştiremezse,
kaçınılmaz
olarak giderek komünist
olmaktan çıkar...
Hepimizin
bildiği bir gerçek var; sınıflı bir dünyada yaşıyoruz ve
komünist partiler steril bir ortamda, cam bir fanusun içinde değil,
bilakis özel mülkiyet dünyasının her saniye baskı ve kuşatması
altında yaşar ve o partileri de kuran ve can verenler de bu
dünyanın içinden çıkarak orada konumlanmışlardır. Burjuva
dünyanın baskı ve kuşatması partinin küçük burjuva kökenli,
Marksizm Leninizm'i kavramamış ya da en istikrarsız kesim ve
kadrolarının zaaflarıyla birleşerek ve durmaksızın kendisini
üreterek partiyi ele geçirmesine yol açar. Bir partinin tarihsel
ve güncel zaafları ve yetersizlikleri ise bu tükenişin, ideolojik
ve örgütsel çürümenin boy atması ve canavarlaşması için eşi
benzeri olmayan bereketli
bir toprak sunar... Kesintisiz süren sınıflar mücadelesi
dünyasında kendini durmaksızın yenileyerek önderlik misyonunu
yerine getirmeyen bir partinin ise enternasyonal proletarya adına
bir geleceği de olamaz. Bu bağlamda dünyanın en gelişkin partisi
SBKP'nin deneyimlerinin (hem olumlu hem de olumsuz) derslerini etkin
bir tarzda öğrenmek zorundayız. Kuşkusuz ki bu da yetmez,
anlamlı, yol açan bir öğrenme için kendi tarihsel ve politik
gerçekliğimizi komünistçe/Bolşevikçe eleştiri özeleştiri
süzgecinden geçirmeyi de öğrenmemiz gerekir. Her iki alanda da
geri kaldığımız, öncü değil ardçı konumlarda kaldığımız
ise açıktır. Yıl 2018
ve biz hala, başta ''sosyalizmin sorunları'' olmak üzere adını
hakkeden
olgunlaşmış
bir tartışma sürecini yaşayarak gerekli donanımı kazanabilmiş
değiliz; bu olguyu revizyonist ''stratejik önderlik'' hikayesinden
de çarpıcı bir tarzda görebiliriz...
Bizde
istikrar kazanamamış küçük burjuva oportünist sapmaya dayanan
bir katman oluşmuştur. Bu katman içerisinde de kastlaşmak isteyen
(ömür boyu vazgeçilemez, hesap vermeyen, hesap soran, mutlak itaat
edilmesi gereken) bir ''çelik çekirdek'', ''stratejik önderlik''
zihniyeti ve tarzı mevcut. Burada bu ayrıcalıklı katmanın
merkezini
oluşturan küçük burjuva önderlik teorisi ve pratiğinin, iyi
niyetli mi kötü niyetli mi olduğu ya da yaşanan yabancılaşmanın
merkezinde duran tasfiyeci yıkımın negatif karakterinin bilincinde
olunup olunmadığı sorunu tümüyle ikincil bir sorundur ya da
belirleyici bir sorun değildir. Belirleyici olan savunulan ve
uygulanan anlayış ve tarzın nesnel
içeriğidir;
yaşanan sürecin nesnel
karakteridir.
Biz bununla ilgiliyiz.
“Büyük,
ilkesel düşüncelerin günün geçici çıkarları uğruna bu
unutuluşu; bu, sonuçları hesaba katmaksızın anlık başarılar
peşinde koşma, bu, hareketin geleceğinin onun bugününe kurban
edilişi, ‘dürüst’ amaçlarla yapılmış olabilir; ama gene de
oportünizm olarak kalır.'' (Lenin) Doğru yöntem, bakış açısı
ve değerlendirme tarzı da budur. Mesela, sözde bir alçak
gönüllülük gösterisi olarak ''Keşke başkaları olsa da
yapsalar'' diyen bir kafanın/zihniyetin anlamı, ilk anda sözde çok
masumane görünsede aslında, analiz edildiğinde bu sözlerin,
kendilerini vazgeçilmez, herkesi kendilerine muhtaç (''el mahkum'')
gören çürümüş zihniyeti temsil ettiğini vs. açıkça
görebiliriz. Aslında bu kafa/sözler, kendini amaçlaştıran
zihniyetin, partiyi ve kadroları araçsallaştıran ve hor
gören/küçümseyen ilkel bir megalomaninin ruh halini de çarpıcı
bir şekilde dile getirmektedir. “Dış görünüş ile şeylerin
özü eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim
gereksiz olurdu.” (Marks) Her şeyi bu gözle eleştirel incelemeye
önem vermek zorundayız. MLKH'nın içerisine sürüklendiği ve
uzun yıllara yayılmış olan bütünsel
krizini
de bu bakış açısıyla eleştirel
incelemek
zorundayız.
Gelecek vaddetmeyen ve geleceği güvence altına alma
nitelik ve yeteneğinden yoksun, anlık ya da kısa erimli
başarılarla kendinden geçmenin devrimi, sosyalizmi kazanmanın bir
yolu olmadığı haddinden fazla
açığa çıkmıştır. Başarı, kazanım ve gelişmeyi sınıf
mücadelesinin, devrim ve sosyalizm kavgasının genel
çıkarları ölçeği, mücadelenin
stratejik ve taktik
gereksinmelerinin ne kadar yanıtlanıp yanıtlanmadığı ölçeği
yerine, grupsal dünyanın kendi için politika tarzını
meşrulaştırmanın ölçeğinde, diğer grup ve partilerin
bulundukları konumlarla kıyaslamalarla ölçülmesi; tersinden
gerileme vb. dönemlerinde ise, “işte tablo bu, yalnız bizimle
ilgili bir durum yok” vs. vb. mealinden ajitatif kıyaslama ve
manipülasyonla durumu kurtarma ve meşrulaştırma, aynı tarzın
tezahürleridir. Durumun teorisini yapmak ve bununla tatmin bulmak
veya durumu kurtarmaya yönelmek oportünizmdir. Ama bu tür bir
oportünizm de devrimci hareketin güncele de yön veren tarihsel
tarzının içsel bir temel karakteristik özelliğidir. 71 devrimci
hareketinin, 71 çıkışının, tüm zaaflarına karşın, iradi
duruşu, teori ile pratiğin birliğine dayanan çıkışındaki
kararlılığını ise şimdilik sadece hatırlatıp geçiyoruz.
Buradaki
“başarı” şuradadır: Birkaç yıllık çıkış, ardından
diktatörlüğün darbeleriyle bir geriye düşüş, uzun yıllara
yayılan yeniden toparlanma çabaları; gerileme, durağanlık, ağır
kriz süreçleri, krizin tasfiyeci yıkımları…
Bu
bir kısır döngüdür.
Bunca deneyime karşın, bu deneyimden köklü bir tarzda
öğrenilemiyor. Böylece ilkeli, derin ve kapsamlı bir komünist
devrimci yenilenme başarılamıyor.
Güçlü bir tarzda sarsıcı olması gereken deneyimden eleştirel
kapsamlı dersler çıkarmak yerine, ısrarla, bilinen
idareimaslahatçı, dar pratikçi tarz korunuyor, hatta daha da
kemikleşerek şu veya bu biçimde kendisini korumaya ve üretmeye
devam edebiliyor. Bu kemikleşmenin sırtına oturmuş “önder”lerin,
“önderlik”lerin hegemonyasını koruması veya yeni önderlikler
adına benzer süreçlerin,
kendini, kendi özgün koşulları içerisinde üretmeye devam etmesi
çarpıcı bir durum olarak karşımıza çıkabiliyor. Kuşkusuz ki
bu bakımdan her bir grubun kendisine özgü yanları, tarihin belli
kesitlerinde farklı deneyimleri vb. bulunmaktadır. Ama ortaklaşan
ve genel bir görünüm olarak ortaya çıkan bir tablodur söz
konusu olan. Türkiye
devrimci hareketinin tarihinin yalnız kadro değil, aynı
zamanda bir önderler, önderlikler çöplüğü olması da
rastlantısal değildir yani… Her şeye
koşuşturan, hiçbir şeye yetişemeyen, yarım yamalak, yüzeysel,
verimsiz, genelde başarısız bir çalışma tarzı ve önderlik,
yarım doktorun candan,
yarım imamın dinden
çıkarması misali kadro, enerji, güç ve imkân tüketmesi,
yaptığından çok yıkması, anlaşılırdır. Bu kadar
başarısızlığa ve kısır döngüye karşın aynı tarzda ısrar,
devrimci hareketimizin tarihsel geleneğinin oldukça
istikrarlı, tutucu
karakteristiklerindendir. Tasfiye edilen ya da bırakıp gitmeleri
için zorlanan ya da bırakan kadroların ardından “o zaten
şöyleydi, falanın zaten şu zaafları vardı” vb. vb. gibisinden
sözde “açıklama” ve “analiz”ler kartopu gibi büyüyerek
yuvarlanmakta, “son duyanın ilk görenden daha çok şey bildiği”
garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu son derece kolaycı ve
manipülatif “analiz”ler eleştirdiğimiz
önderlik anlayışı ve çalışma tarzının bir sonucudur. Oysa
birey ve örgüt bağıntısında çubuk,
kolektiflerin zayıflıkları, zaafları,
yetersizlikleri yönüne kırılarak eleştiri
ve özeleştiri silahı
kullanılmalı, neden
bu kadar çok sayıda kadro harcanıyor, kaybediliyor diye sorulmalı,
gerçek nedenler açığa çıkarılmalı,
meselenin derslerine dayanan yeni bir donanım
kazanılmalıdır.
İlk
yöntem, ucuz, kolaycı, tutucu, parti ve grupların zaaflarını
örten; ikincisi ise nitelikli ideolojik ve
örgütsel donanım geliştirici yöntemdir.
Birinci yöntem, “diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik
açıdan yanlıştır.” Evet, “ortam ve koşullar insanları
yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratır”
Evet, “bireyin gerçek zihinsel zenginliğinin, tamamen, bireyin
gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır.”
(Marx) Bunlar üzerinde de düşünmek ve dersler çıkarmak
zorundayız. Bu soruna da sorumluluğunu üstlenmekten kaçan dar
kafalılığın, devrimci kendiliğindenciliğin, grup ve önder ve
ekip kültünün kafasından ve yüreğinden değil, gerçek
ilişkilerin, çalışma tarzının, yönetme yönetilme ilişkisinin,
kadro politikasının gözünden bakmak
gerekir. Gerek herhangi bir devrimci parti ve grup gerekse de
herhangi bir devrimci kadro, gelişimini tamamlamış, nihai sonucuna
varmış bir yapı ve birey olamaz; sınıf mücadelesi durmaksızın
yeni biçimler almakta, yeni sorunlar yaratmakta, yeni zorluklar
üretmekte, mücadelenin zamanında önünün açılmasını, böylece
kesintisiz bir yenilenmeyi gerektirmektedir. Donanıma, donanımın
kesintisiz yenilenmesine, geliştirilmesine, böylece “birey”lerin
de geliştirilmesine, eğitilmesine dayanan bir tarza ve kadro
politikasına gereksinim olduğu açık ve kesindir. Eğiticilerin de
daima eğitilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.
Şu
veya bu biçimde yaşamını kaybeden her devrimcinin ardından
samimiyetle üzülürüz, devrim sözü veririz; anıları ve
erdemleri üzerinde konuşur, tartışır, öğrenmeye çalışırız…
Peki, ama yaşarken ya da yaşamakta ve savaşmakta olan insanlara ne
kadar değer verebiliyoruz acaba? Kuşkusuz ki burada söz konusu
olan devrim ve sosyalizm kaçkınları, bilinçli yıkıcılar,
bilinçli döküntüler değildir. Fakat devrim ve sosyalizm
kavgasının her türlü zorluğunu göğüslemiş, zorlu sınavlardan
geçmiş, yaşamını ideallerine, davasına, kavgasına adamış, az
ya da çok katkılar yapmış devrimcilerin yitip gitmesinin ya da
bitirilmesinin acısına ve deneyimlerine gelince, burada, genelde
(hadi yumuşatalım, çoğunlukla) itici, acı verici, garip bir
duyarsızlıkla, keyfiyetle biçimlenmiş bir tabloyla, gelenek ve
tarzla karşı karşıyayız. Hem yeni bir dünyadan, yeni insan
tipinden bahsetmek hem de ucuza ve kolayca kadro ve insan öğütmek,
gerçek bir çelişkidir ve kuşkusuz ki bu, komünist ve devrimci
hareketin gerçek bir çelişkisidir. Bin bir zorlukla kazanılan,
eğitilen, gelişen ve geliştirilen devrimcilerin çoğaltılması
yerine, ondan çok tüketilmesi MLKH da içinde olmak üzere devrimci
hareketin gerçek yaralarından, kan kaybının
önemli nedenlerinden birisidir.
İlkesel,
ahlaki, vicdani, moral değerler açısından
bu durumu kabullenmek, kanıksamak, doğal karşılamak
devrimcilerin, devrimci parti ve grupların alışkanlığı, harcı
olmamalıdır. Evet, bu mücadele sınıf mücadelesidir; gelen olur,
giden olur ve olacaktır. En iyi dönemlerde bile bu, olacaktır. Ama
üzerinde durduğumuz nokta bu nokta değildir… Burada söz konusu
olan şey, dar kafalı kibirli bir zihniyettir, dar grup kültüdür,
dar pratikçi tarzın insan öğüten karakteridir, dar pratikçi
grup ve önderlik kültüdür, bunlarla iç içe geçmiş, kaynaşmış
bürokratik elitisizmdir; bunlarla şekillenmiş kadro politikasıdır;
“kadrolar en değerli hazinemizdir” lafazanlığıdır,
vicdansızca insan
öğütülmesidir, devrimci insanların kaderi karşısındaki
ilkelliktir, duyarsızlıktır, buna alışılmış olmasıdır…
Devrimci
hareketimiz başarısız tarzıyla bile daima çok sayıda yiğit
devrimci, dava insanı da yetiştirmiştir; bunu başarmıştır ama
bu olgu, eleştirel ele alınması, incelenmesi, derslerinin bilince
çıkarılması gereken zaaflı bir gerçeğimizin görmezden
gelinmesinin, manipüle edilmesinin aracı olmamalıdır. Aslında
burada insan faktörüne yaklaşımda küçük burjuva karakterde
ideolojik ve örgütsel yabancılaşmayla
karşı karşıyayız. Bu yapısal zaaf ve aynı zamanda dar kafalı
burjuva kibir ve tutuculuğun, teoriden, tarihsel deneyimden, kendi
öz deneyimlerinden öğrenememesinin sonucu olarak sınıf düşmanın
sınırsız bir kin ve zevkle yapmak istediği ama başaramadığı
ve başaramayacağı şeyi, üstelik en korkuncu da kendi
ellerimizle, yani kendi tarihsel ve yapısal zaaflarımızla, buradan
da kaynaklanan yeni yeni yıkıcı faktörlerin etkisiyle
yapmamızdır.
Mücadelenin
hareketli gerçeği temelinde sorunlara çözüm gücü olamayan
siyasal hareketler, sözgelimi devrimci hareketimizin önderlik
anlayışı ve çalışma tarzı, başarısızlığıyla,
verimsizliğiyle, donanımsızlığıyla, kısır döngüsüyle,
idareimaslahatçılığıyla, grup ve önderlik kültüyle,
bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan yapısıyla vs. kadroları
sistematik bir tarzda teorik ve pratik olarak eğitip
geliştirememektedir. Kadroların bağımsız devrimci kişiliğe
sahip, eleştiri gücü olan, fikirlerinin ve eleştirilerinin
arkasında durabilen, bağımlı değil ama bilimsel devrimci
bağlılıkta ifadesini bulan kişilikler olarak gelişmesi
sağlanamamaktadır. “Birey”lerin (kadroların) iç demokrasi ve
kolektivizm temelinde enerjik katılımcılığı güvence altına
alınamamakta, daha ziyade biçimsel,
isteneni
onaylamakla şekillenmiş bir katılımcılıkla sınırlı, pratikte
koşturan ve itaatkâr
ve sorunlara bütünsel
bakarak
sorgulama
niteliği
kazanamamış
ya da gelişmemiş bir kadro tipi yaratılmaktadır. Kısacası, her
siyasal mücadele anlayışı, önderlik ve çalışma tarzı kendine
uygun bir örgüt ve kadro tipi biçimlendirmektedir, böylece dar
pratikçi, idareimaslahatçı, grubun idealize edilmesine dayanan
çalışma tarzı da kendi insan tipini yaratmaktadır. Bu da
ideolojik, siyasi, örgütsel bakımdan donanımlı ve donanımı
sürekli gelişen bir kadro tipini değil, önemli zaaflarla,
zayıflıklarla, geriliklerle şekillenmiş bir kadro tipi
üretmektedir. Kolektiflerin niteliksel bakımdan zaaflı ve
yüzeysel, geliştirici olmayan ortamı, işleyişi ve işlevi
giderek kadro tüketen, kazandığından ya da yetiştirdiğinden
çok, kolayca harcayan bir makineye dönüşmesine yol açmaktadır.
Bu konu üzerinde de ilkeli, köklü, eleştirel bir değerlendirme,
özeleştirel bir yenilenme, dersleriyle donanma sorunu MLKH de dahil
devrimci hareketin önünde durmaktadır.
Hataları,
zaafları, eksiklikleri temelinde parti ve kadroları eğitmek yerine
ajitatif söylemle gerçekleri gizlemek duruşunda komünistçe olan
hiçbir şey yoktur. Hele de böyle bir ''önderlik'' anlayışı,
''parti tarzı'', ''adanmış devrimcilik'', ''eleştirinin devrimci
şiddeti'', ''devrimci romantizm'' kendini ne kadar vazgeçilmez, ne
kadar başarılı olduğunun aracı olan bir propaganda ve ajitasyon
aracına dönüştürülmüşse, bu, bu kodların arkasındaki gerçek
zihniyet ve duruş gizlenerek yapılıyorsa, ki yapılan şey de
budur zaten, bu tablonun ilkeli eleştirisi ısrarla yapılmalıdır.
Bu durum aşılmalıdır.
''Sadelik''
ve ''alçakgönüllülük'' ardına gizlenmiş kibir en iki yüzlü,
en çürümüş, en çirkin kibirdir. Küçük burjuva kibirin basit
esiri, kendini beğenmişlik bataklığının dibi olan ve
başkalarına şehit olmak için ileri diye haykırırken ve
Demircioğlu gibi ikircimsiz en önde olması gerekirken bundan
oportünist manevralarla kaçınan çürümüş zihniyet soruyor;
''Verdiğimiz şehitler doğru yolda olduğumuzu göstermiyor mu!''
Şehit
vermek ne dün ne bugün ne de gelecekte doğru bir politika
izlendiğinin ve ne kadar başarılı olduğumuzun ve kendini
''stratejik önder/lik'' ilan edenlerin ya da edecek olanların
başarılı olduğunun kanıtı değildir ve olmayacaktır da!
Örneğin bir DEV-SOL, DHKP-C geleneği ya da Maoist gelenek bizden,
gerek birlik öncesi dönemden gerekse de birlikten sonraki dönemde
çok daha fazla şehit vermiştir... Örneğin DHKP-C'nin sadece F
Tipi'ne karşı direniş döneminde verdiği şehit sayısı
101-102'dir. DHKP-C savaşçıları adlarını tarihe kahramanca bir
direnişle yazdırmışlardır. Ancak bu yiğitlik ve ağır bedel
DHKP-C'nin ne doğru bir stratejik ve taktik bir çizgi izlediğinin
ne de DHPK-C önderliğinin başarılı olduğu anlamına gelmiyordu.
Devrim
ve komünizm için bir kavga varsa elbette ki şehitler de
verilecektir... Enternasyonal proletarya ve onun öncü kuvvetleri
ödedikleri bedellerin eşliğinde bu gerçeği daima vurgulaya
gelmişlerdir... Burada sorun ilkel ve yolunu kaybetmiş küçük
burjuva zihniyetin soruna bakış açısıdır, önderlik
anlayışıdır, verdiği ''eğitim''dir.
Devrim
ve komünizm şehitlerine değer vermenin özsel anlamı bir
partinin, komünist partilerin kendi zaaflarıyla hesaplaşarak
kavgayı geliştirmesidir. Durumun teorisini yapmanın, oportünist
manevralar yapmanın, dar kafalı çıkarcılığın, tasfiyeci
oportünizmi meşrulaştırmanın şehitlere değer vermeyle bir
ilişkisi olamaz ve yoktur da.
Önümüzdeki
bölümde sorunları işlemeye devam edeceğiz.
DEVAM EDECEK
İrfan
AZADKILIÇ