''KİŞİ KÜLTÜ'' VE STALİN GERÇEĞİ
“Bana olan bağlılığından sözediyorsun… Sana, kişilere bağlılık ‘ilkesini’ terketmeni salık veriyorum. Bu, Bolşeviklerin tarzı değildir. Işçi sınıfına, onun Partisine, onun devletine bağlılık duy. Bu güzel ve yararlı bir seydir. Ancak bunu, kıt akıllı entellektüellerin kişilere duyduğu boş ve sahte bağlılıkla karıştırma!” (J. V. Stalin)
“Y(osif) V(isarionoviç), ‘Marks-Engels-Lenin-Stalin’in Bayrağı Altında’ sloganını kabul etmezken, yalnızca ‘Marks-Engels-Lenin!’ biçiminde kalmasına razı oldu.” (G. Dimitrov, Günlük-1, s. 236-237)
“J.V. Stalin kişinin putlaştırılmasına karşı çıkmış ve onu sık sık eleştirmişti; kitlelerin rolünü doğru bir biçimde değerlendirmiş ve partinin ve Sovyet devletinin kolektif önderliği ilkesini daima yüksekte tutmuştu. Ancak hayatının son yıllarında parti önderliğindeki gizli düşmanlarının ibret verici ve uğursuz kışkırtmaları altında Sovyet propagandasının kendisine yağdırdığı aşırı ve tamamen gereksiz övgüleri dizginlemek için yeterince tedbir almamıştı.” (AEP Tarihi Cilt 2, s. 163, Yurt Yay.)
“Birini ne kadar severseniz, ona o kadar az dalkavukluk edersiniz. Gerçek sevginin kanıtı, eleştiriyi esirgememektir.”
KİŞİ KÜLTÜ ve STALİN’İN DURUŞU
I
Devam etmekte olan "TROÇKİZMİN BALTASI, MAHİR SAYIN, SAVRAN..." ana başlıklı yazı dizimizin değişik alt başlıklarında bu konu ele alındı. Konuyu farklı boyutlarıyla incelemeye devam edeceğiz.
"Kişi kültü" SSCB gerçeğinde bir olguydu. Ana sorun, bu meselenin hangi sınıfın ideolojik ve siyasi çıkarları ekseninde incelendiği ve nasıl sonuçlar çıkarıldığıdır. Sınıflı bir dünyada, sınıflar mücadelesiyle belirlenip biçimlenen bir dünyada, hiçbir sorun sınıflar üstü ya da dışı bir bakış açısıyla ele alınamaz, incelenemez. Diğer sorunlar gibi, kişi kültü hakkında da, sorunun sınıfsal ve tarihsel temeli ve evrimi ortaya koyulmadan söylenen her şey, boş bir sözden ibaret kalacaktır. "Kişi kültü" sloganı, tümüyle kapitalizmle sosyalizm, proletarya ile burjuvazi, Marksizm-Leninizm ile burjuva ideolojisi arasındaki tarihsel (ve güncel) uzlaşmaz mücadeleyle bağlıdır. Tarihsel temellerinden, somut tarihsel koşullarından, burjuvazinin ve oportünist dostlarının politik hesap ve amaçlarından koparılmış bir "kişi kültü" tartışması demagoji ve manipülasyondan ibarettir. Burjuvazinin, sosyal-demokrasinin, Troçkizmin, modern revizyonizmin, "yeni sol"un "kişi kültüne karşı mücadele" sloganı, anti-komünist, anti-Sovyet (anti-Stalinist) kutsal ittifakın ardına gizlendiği bir slogandır. Bu ittifakın amacı "üzüm yemek değil, bağcı dövmek"tir. Anti-komünist ittafıkın "kişi kültüne karşı mücadele" bayrağı altında birleşmesi, Kruşçevleri, Gorbaçov-Yeltsinleri alkışlar arasında yüceltmesi ifade ettiğimiz tarihsel ve siyasal gerçeğin çok çarpıcı yansımasıdır.
Şu her seferinde pişmanlık gösterileri eşliğinde partiye dönen "önderler", Stalin'in sürekli mahkum ettiği "kişi kültü"nün geliştirilmesinde, öncü rol oynamıştır. Başını Troçki'nin çektiği Troçkist-Zinovyevist-Buharinist geniş bağlaşmanın bu gerçeği görülmeden sorun aydınlatılamaz. Sözgelimi Deutscher, 1933'de bir kez daha ''teslim'' olan Zinovyev ve Kamenev hakkında ''Bu sefer pişman olduklarını bildirirken Stalin'in yanılmazlığını da yüceltmişler ve onun tek büyük ve dahi lider olduğunu söylemişlerdi.'' (Troçki, Kovulan Sosyalist, C. III, s. 250-251, iba.) diye yazmaktadır.
Bir de Medvedev'i dinleyelim:
"Roy
Medvedev şuna işaret ediyor:
‘Pravda’nın 1934’te
yayımlanan birinci sayısında Radek’in, Stalin’i çılgınca
bir övgü yağmuruna tutan iki büyük sayfalık makalesi yer
alıyordu. Yıllardır Stalin’e karşı muhalefeti yöneten bu eski
Trotskist şimdi onu ‘Lenin’in en iyi öğrencisi, Leninist
Parti’nin modeli, onun kemiğinin kemiği ve kanının kanı’
biçiminde niteliyordu… (O’nun için- G.A)
‘Lenin kadar uzakgörüşlü’ vb. diyordu. Bunun basında özel
olarak Stalin’i pohpohlamaya adanmış ilk büyük-ölçekli makale
olduğu anlaşılıyor; bu makale kısa bir süre sonra tirajı
225,000’i bulan bir broşür biçiminde yeniden basıldı, ki bu, o
zamanlar için çok büyük bir rakamdı.” (R. A. Medvedev, Let
History Judge: The Origins and Consequences of Stalinism, Londra,
1972, s. 148" (Aktaran
B.
Bland)
Ünlü "Ruytin platformu"nda "Teslim olan eski muhalefet liderleri"nin suçlandığını biliyoruz. Bu liderlerin "Stalinist kliğe karşı mücadeleye" öncülük yapamayacağı, "Ruhlarının her zerresiyle Stalin'den nefret ederler ve ona karşı mücadele başarıyla başlatılırsa ona katılacaklardır. Ancak böyle bir olay dönüşüne kadar Stalin'i pohpohlamaya devam edecekler."i vurgulanıyor. Aslında, bu bir itiraftır. Söz konusu kültün (Stalin'i putlaştırma/tanrısallaştırma) bilakis, Troçkist-Zinovyevist-Buharinist bağlaşma tarafından geliştirilerek kullanıldığının dolaylı ama açık bir itirafıdır.
Geçmeden hatırlatalım, "platform"da eski liderlerin "eleştirilmesi" taktik bir manevraya dayanmaktaydı. Bu liderlerin önde gelen rolleri gizlenmek ve söz konusu liderlerin ilkesizliğine, oportünizmine tepki duyan “muhalif” kesimler ise kararlılık gösterisiyle manipüle edilmek istenmiştir. Ayrıca dikkat çekmek isteriz, Beşinci Kol’un lideri Troçki, bireysel teröre, iç savaş kışkırtıcılığına, askeri darbeye, dış güçlere dayanan politikalarının en önemli kararlarını, hilelerini "blok" önderlerinin çoğundan gizlemeye önem vermiştir. “Komplo ve gizlilik sanatı Stalinist iktidara karşı en iyi silahımızdır” diyen Troçki’nin bu mücadele tarzı anlaşılırdır; zira bu, komplonun karakteri gereği böyleydi. Yenilgi üstüne yenilgi alan, Sovyet proletaryası ve halkından, uluslararası devrimci hareketten tecrit edilen siyasal sahtekarlar çetesinin daha derin manevralara, en berbat “esnek” politikalara yönelmeleri kaçınılmazdı; onlara göre bu, “savaş hileleri”nden ibaretti.
Bu politika (Stalin kültünü geliştirme) gizli ya da deşifre olan oportünist kliklerin politikasının en önemli biçimlerinden birisiydi. "Muhalefet" ne kadar çok teşhir olduysa kamuoyu önünde bir o kadar da Stalin kültünü yüceltti. Stalin kendisinin yüceltilmesinin, kişi kültünün geliştirilmesinin düşmanlarının işi, partiye ve sosyalizme karşı yürütülen saldırının araçlarından birisi olduğunu açıklıkla vurgular. ''Muhalifler'' böyle bir saldırının Rusya'nın tarihsel gerçeğinde bir karşılığı olduğunu ve henüz baskın olan köylü havasında karşılığını bulacağını iyi biliyorlardı. Stalin'i yücelterek "her şeye kadir Stalin" imajı yaratarak "SSCB'nin mutlak tek hakimi kanlı diktatör propagandası"na da kan taşımak istediler. Stalin kültünün ardına sığınarak işledikleri suçları Stalin'e mal ettiler. Bu kurnazlığı yıkıcı faaliyetlerini kamufle etmede aktif kullandılar ve önemli sonuçlar da aldılar...
Troçkistlerin, Kruşçevlerin vb. ''Stalin kültüne'' karşı mücadele adına yaptıkları şey “Leninist ideolojik mücadele”, “Leninizme dönüş”, “devrimci-Bolşevik eleştiri” değil, Marksizm-Leninizm'i, proletarya diktatörlüğünü, SSCB'nin ağır bedellerle kazandığı eşsiz zaferleri ve kazanımları yok etmeyi, gözden düşürmeyi hedefleyen anti-komünist bir mücadeleden ibaretti.
"Leninsizleştirme" ve "Stalinsizleştirme", Troçkizmin ve Kruşçevizmin ortak hedef ve karakteridir. Her iki akım da kendilerini "Leninist/Bolşevik" ilan etmiştir. Her iki akım Stalin'i ve "Stalinizm"i baş düşman ilan etmiştir. Her iki akım, Leninizm'e karşı mücadelesini Stalin ve "Stalinizme karşı mücadele" adına kamufle etmiştir.
Bu iki akım, aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun, kendi özgün konumlarından aynı içerik ve hedefte, devrimleri ve sosyalizmi, Marksizm-Leninizm'i tasfiye etme çizgisinde birleşerek mücadele etti. Troçki’nin vasiyetini Kruşçevci burjuva karşıdevrim yerine getirdi; “anti-Stalinizm” adı altında yürütülen tarihsel-sınıfsal mücadele Troçki’nin gözü dönükçe istediği ve mücadelesini verdiği gibi sosyalizmin (ve giderek “Doğu bloku”nun) yıkılmasıyla sonlandı ama anti-Stalinist mücadele devam etti...
Stalin'in ''Stalin kültü'' yaratmaya karşı mücadelesini kanıtlayan pekçok veri sunabiliriz. Sözgelimi burjuva demokrat tarihçi J. Arch Getty şunları yazıyor:
''Hayatına
dair bir sergi önerisine Stalin, 'şahsiyet
kültü'... sakıncalıdır ve
partimizin
ruhuyla bağdaşmaz,'
karşılığını vermişti. Keza 1940'ta, Yemelyan Yaroslavski'ye,
'liderleri
aşırı ve mide bulandırıcı bir şekilde överek kendilerini
yükseltmek isteyen'
insanlara karşı 'bizim
görevimiz, bu utanç verici ve aşağılık duygulara... bilimsel
tarihle tutarsız bu dalkavukluğa ... bir son vermektir'
diye yazdı. Başka bir vesileyle, hayatının ayrıntılarına
yönelik saplantıyı 'vülger
bir saçmalık'
diye bir kenara itti. Bir Sovyet gazeteci kendisine, annesiyle
yaptığı bir söyleşiyi gönderdiği zaman, diktatör
sayfanın başına şu notu yazdı: 'Ben bu işe karışmam. Ne
doğrularım ne de yalanlarım.
Bu
beni ilgilendirmez.'
Bir keresinde, kendisi hakkında bir biyografiyi şu notla geri
çevirdi: 'Bakmaya
vaktim yok.'⁹
Büyük
adamların tarihte önemli olduğunu düşünmesine karşın, Stalin
birden çok kez bu
tür lider tapımını
(Voroşilov'un Lenin hakkında dediği gibi) bir
'SD kuramı'
(Narodnik-bn.)
olarak niteledi; bununla kastettiği, başat odağın sınıftan çok
liderlere yönelmesiydi. Çocuk Yayınevi'ne (ancak ölümünden
sonra yayımlanacak bir mektupla) kendisi hakkında önerilen bir
çocuk kitabının 'bir
sürü ihtimal dışı olgular, değişiklikler ve
hak edilmemiş övgülerle dolu' olduğunu
yazdı: 'Kahramanlar'
ile kitleler kuramı Bolşevist bir kuram değildir.
Size bu
kitabı yakmanızı tavsiye ederim.'
Bu bakımdan, etrafında geliştirilmekte olan kültten rahatsız
olan Lenin'in
yolunu
izlemişti. 'Bunu
okumak bile bir utanç. Her şeyi abartmakla kalmamışlar, beni bir
dahi, özel bir kişi olarak nitelemişler.
Biz ömrümüz boyunca kişiliğin yüceltilmesine karşı ideolojik
bir mücadele verdik.... çok uzun zaman önce kahramanlar sorununu
çözdük. Ve
ansızın
burada bir kez daha karşımıza bireyin yüceltilmesi
çıkıyor!'
Kendi
kültünden duyduğu tiksintiye karşın, Lenin, onun
kullanışlılığını gördü ve profesyonel fotoğraflarının
çekilmesine olduğu gibi, pazarlanmasına da izin verdi. Lenin gibi,
Stalin de kültün aşırılıklarına öfkelense de, aynı zamanda
ona karşı işlevsel, faydacı bir tutumla yaklaştı. Alman
yazar Lion Feuchtwanger'le özel
bir
görüşmesinde, kendi kültünü işçilere ve köylülere
birleştirici bir güç verecek 'aptalca' bir şey olarak bir kenara
atmaktaydı.
Kuşkusuz, tevazu ve kültün inkârı ifadelerinin kendisi, o kült
için faydalı ve umulan destekler olarak da görülebilir: 'Kült bu
söylemde, tam da bunun yadsıma kılıfı altında daha iyi
yapılandırılabilmesi için yadsınıyordu.' Öte yandan, Stalin'in
itirazları, geniş kamusal tüketime sunulmuyordu; bunların çoğu
ancak ölümünden sonra öğrenildi. Imgeyi lekeleyecek hiçbir şeye
izin verilemezdi.'' (Stalinizm
Hükmederken,
s. 147, 148)
Getty'in kendi perspektifinden yaptığı eleştirilere girmeyeceğiz, burada bizi ilgilendiren Stalinist olmayan, burjuva demokrat bir yazarın ciddiye alarak kitabına aktardığı gerçek bilgilerdir.
Stalin etrafında bir kişi kültü geliştirildiği gerçektir ama Stalin ne bu kültü geliştirdi ne de teşvik etti. Stalin daima sade, alçak gönüllü bir komünist olarak yaşadı. Proleter sadeliğe, alçak gönüllülüğe karşı olan her şeyle mücadele etti. “Bir emirle bunu (kişi putlaştırması) durduramaz mısınız?” sorusuna verdiği “denedim ama olmadı” yanıtı, bir gerçeği dile getirmekteydi. (Ki Stalin’in bu doğrultuda pek çok müdahalesi olmuştur.) Bu yanıtla aynı zamanda sorunun kendisini aştığı gerçeğinin de altını çizmiş oluyordu. “Öte yandan, Stalin kendisine karşı gösterilen bu aşırı bağlılık gösterilerini durdurma gücüne sahip olsa da bunu yapmamayı tercih etmiştir.” propagandası anti-Stalinizm kampanyasının kurnazca düzenlenmiş içeriğiyle bağlıdır.
“Stalin'in kendini çevreleyen kült hakkında ne düşündüğü açık değildir. Lenin gibi Stalin de halk içinde tevazu ve gösterişsiz şekilde davranıyordu. John Gunther 1936 yılında Stalin'in ziyaretçilerine karşı gösterdiği nezaketi ve iyi davranışı kastederek ‘O âsude görünen tek diktatör’ diye yazmıştır.[3] 1930'larda Stalin bazı konuşmalarında liderlerin bireysel önemini azaltan ve kendisi etrafında oluşan kültü Bolşevik olmayan davranış olarak niteleyip kötülemiş ve bireyler yerine daha geniş sosyal güçlerin önemini vurgulamıştır. Stalin, Lenin'in bir lider olarak çok büyük hürmet görmesi gerekliliğinin tek nedeninin Lenin'in bu sosyal güçleri anladığını ve dolayısıyla da Sovyet halkının arzularını nasıl etkin bir şekilde yönlendireceğini bildiği için olduğunu belirtmiştir. Stalin'in halk içindeki davranışları kendi kültünü küçümsediği beyanını destekler niteliktedir. Stalin sıklıkla Kremlin kabul raporlarını düzelterek kendisi için olan alkışları kısa kesmiş ve diğer Sovyet liderlerini alkışlatmıştır.[20] Walter Duranty Stalin ile yaptığı bir röportajın taslağında kullandığı ‘Lenin'in otoritesinin mirasçısı’ ifadesini Stalin'in düzelterek ‘Lenin'in sadık hizmetkarı’ olarak değiştirdiğini bildirir.[3] Ayrıca 1936'da Stalin kendi adının yer adı olarak verilmesini yasaklamıştır.[21] Gunther yine de Stalin'in bazen kendisinden üçüncü şahıs zamiri kullanarak söz ettiğini söyler.[3]” (Wikipedia)
Makyavelizmde sınır yok, her şeye bir kulp takılır; bir gerçek varsa, mızrak çuvala sığmıyorsa, ardından ya da öncesinde bu değerlendirmeleri etkisizleştirecek operasyon unsurları zaten devrededir. “İnternet ansiklopesi”nden aktardığımız bilgilerden de görüleceği üzere, Stalin, “Stalin kültü”ne karşı mücadeleyi, “gizli kapılar” arkasında değil, doğrudan kamuoyu önünde, kitleler içerisinde örgütlemiştir. Stalin tarihte bireyin rolünü doğru değerlendirmiş, ideolojik-kültürel devrim bağlamında bu sorunu etraflıca işlemiş; “kişi kültü” yaratmada gerek oportünist muhalefetin ve Beşinci Kol’un gerekse de “kızıl bürokrat”ların uğursuz rolünü teşhir etmiştir. “Önlemede yetersizlik” bağlamında eleştiriler yapılabilir ama yanı sıra meselenin bir çırpıda, bir kararla aşılamayacak nesnel nedenleri olduğu gerçeğini de görmek zorundayız. Tarihin akışı, nesnel durumlar tek başına emirlerle, kararnameler çıkarmakla aşılamıyor... Bunu ancak idealistler düşünebilir.
Rusya’nın özgün tarihsel gerçeklerini, nesnel ve öznel gerçeklerin bütünlüğünü dikkate almadan yapılan değerlendirmeler, aslında tipik bir idealizmden, “her şeye hükmeden tiran Stalin”, “bir emriyle her şeyi yaptıran Stalin” safsatasından ibarettir. Başka bir yerde de belirtmiştik; yüksek prestijlerine karşın ne Lenin ne de Stalin hiçbir zaman, evet, hiçbir zaman kadir-i mutlak bir güç olmadılar; ki bu olanaklı da değildi. Stalin zamanında sosyalist inşanın sorunları daha karmaşık, daha ağır ve kapsamlıydı. Olağanüstü koşullar ve kuşatılmışlık şartlarında görkemli zafer ve başarılar Stalin önderliğinde kazanıldı. Proletarya ve halklar nezdinde eşsiz bir sevgi ve saygıyla anılan Stalin, bu sevgiyi, saygıyı hakketmişti; bu hakkediş çok değişik toplumsal kategoriler, eğilimler tarafından istismar edildi. Bu gerçeğin altı çizilmelidir. Büyük önderlik gerçekliğine karşın Stalin’in azınlıkta kaldığı zamanlar oldu. Stalin’e rağmen Stalin adına tezgahlar döndü. Stalin’e rağmen “Stalin putu” yaratıldı. Belirlenen her politikanın, alınan her kararın, verilen her direktifin tıkır tıkır uygulandığı bir durum yoktu. Sadece hatırlatıyoruz; örneğin parti MK kararına rağmen, partinin aşırı üye yapılmasıyla şiştiği zamanlar yaşandı. Kızıl terör çığırından çıkarılarak “Stalinizm”e karşı kullanıldı; öyle ki “mutlak hakimiyet”e sahip olduğu iddia edilen Stalin dahil, Bolşevik çekirdeğin Molotov, Kaganoviç gibi liderleri giderek bu terörün hedefi haline getirilebildi; Yagoda, Yejov gibilerin çekmecelerinde Stalin ve sözü geçen liderler hakkında hazırlanmış “suç çetele”leri çıktı; saptırılan terör onların en yakın akrabalarına dek uzandı. Dilin kemiği, gizli ve açık düşmanın ise bel kemiği yoktur. Konu Stalin ve sosyalizm olunca salla her türlü iftirayı...
Şu açıklamayı da okuyalım:
''Konuşma savaşın ertesinde Stalin'e, Sovyetler Birliği Kahramanı unvanının verilmesine geldi. Stalin Sovyetler Birliği Kahramanı ölçütlerine uymadığını söyler. Bu unvan kişisel cesaret örneklerine verilmektedir.
'Ben böyle bir cesaret göstermedim,' der Stalin.
Ve yıldızı kabul etmez. Yine de portrelerine eklerler. Öldüğü zaman Nişanlar Dairesi başkanı ona bir altın yıldız verir. Yıldız bir yastığa iğnelenir ve cenaze töreni sırasında taşınır.
-Stalin'in sadece bir yıldızı vardı, Sosyalist Çalışma Kahramanı yıldızı. Ben bazen Lenin nişanımı takardım, dedi Molotov. Bir dönem Moskova'nın adını Stalin yapmak için sürekli öneriler vardı. Çok üstelenmişti! Ben karşıydım, Kaganoviç 'Sadece Leninizm yok, Stalinizm de var!' diyerek bundan yana çıkıyordu. Bu Stalin'i kızdıran bir şeydi. 16.06.1977 '' (Felikx Çuyev, Molotov Anlatıyor., s. 273-274, iba.)
Kişi olarak Stalin'in ''Stalin kültü''nü teşvik ederek geliştirdiğinin tek bir kanıtı, evet, tek bir kanıtı bulunmamaktadır. Varsa buyurun ortaya konulsun. Molotov’un “ömrünün son yıllarında biraz hoşuna gitmeye başlamıştı” mealinden sözleri nesnel gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, en nihayetinde Molotov bu sözlerini doğrulayacak herhangi bir veri de sunmamıştır. Stalin 40’ların sonlarına doğru Molotov’u ve Kaganoviç’i sertçe eleştirir. Molotov eleştirilere yanıt vermeye çalışırken “Sen bizim öğretmenimizsin, biz senin öğrencileriniz” sözlerini Stalin sertçe eleştirir ve “Benim öğrencilerim yok, hepimiz Lenin’in öğrencileriyiz” yanıtını verir.
"Muhalifler"den, keza yardakçı takımından, "saman altında su yürüten" katmanlardan farklı olarak, sıradan kitlelerin dev kazanımlardan ve başarılardan dolayı Stalin'e (ve partiye) içten, coşkulu, sarsılmaz bir sevgi duyması tümüyle anlaşılırdır. Bu, “kişi kültü” değildir. Hak edilmiş sevgidir. İşçi sınıfı ve halk içtenlikle kendileri için hizmet eden devrimci kadroları, komünist liderleri her zaman bağrına basmıştır. Sovyet halkı ve işçisi Stalin putunu değil, gerçek Stalin’i sevmiştir. Ama bir diğer gerçekte şu ki, kitlelerin Stalin sevgisi, anti-parti, anti-Sovyet düşmanlar ve yardakçı, çıkarcı kesimler tarafından istismar edilmiştir. Bu istismar, bu yöntem ve politika Marksizm-Leninizm'e, Stalin'e, parti ve sosyalizme karşı geliştirilen kirli savaşın aracı olarak kullanılmıştır.
Elbette bu alanda partinin önemli içsel zaafları olmasaydı, kişi, parti, devlet kültü bu denli etkin gelişemeyecekti. Bu kültün gelişmesini tek başına "Muhalefet"in rolüyle izah etmek saçmalık olacaktır. "Muhalefet" maddi-toplumsal koşulların sunduğu olanakları kullanmıştır.
Kişi kültünün gelişmesinde SSCB'de Stalin önderliğinde kazanılan devasa başarılardan doğan zafer sarhoşluğunun özel bir rolü olmuştur. Her ne kadar Stalin 1930'lu, 1940'lı yıllarda bu sarhoşluğa ve tehlikelerine dikkat çekerek ısrarlı bir mücadele yürütmüşse de, bu mücadele yetersiz kalmıştır. Bu sarhoşluk bir yanda Stalin'in aşırı yüceltilmesini getirirken, öte yandan da pek çok manipülasyonun aracı olarak kullanılmıştır. Stalin ve parti bu bağlamda yeterli önlemleri alamamak, güçlü bir mücadele geliştirememekle eleştirilmelidir. O dönem ortaya çıkan ağır zaaflarda olduğu gibi, kuşkusuz ki bu konuda da Stalin sürecin siyasal sorumluluğunu taşımaktadır. Dolayısıyla sosyalist inşa sürecinde ortaya çıkan bürokratikleşme zaafı, lider, parti, devlet kültünün gelişmesinde Stalin ve parti sorumlu tutulmalıdır. Çünkü ülkeyi yöneten onlardı. Olağanüstü tarihsel koşullar altında inşa edilen sosyalizmin bağrında gelişen yeni tip bürokratikleşme, "kişi kültü" kamuflajıyla iç içe gelişti. "Kişi kültü" (Stalin'in aşırı yüceltilmesi) yeni tip bürokratik katmanların bilinçli-bilinçsiz kullandığı bir silahtı. Bu büyük bir tehlikeydi, daha da önemlisi, bu tehlikenin sosyalist ve enternasyonalist görkemli başarıların gölgesinde gelişmesiydi. "Zafer sarhoşluğu" bir olguydu. Gölgesine sığınan katmanlar bu silahı etkili bir silah olarak kullanılabildi. 1952 yılında yapılan 19. Parti Kongresi Raporu'nda da bu zaaf sert bir tarzda eleştirilir, eleştiriye rağmen, bu zaaf kapitalist restorasyonu hazırlayan, örgütleyen kesimleri beslemeye devam etti...
Zafer sarhoşluğu, devrimci kadroların, komünist partilerin kendilerini kaybetmelerinin, ideolojik-siyasal-örgütsel uyanıklıklarını yitirmelerinin, özeleştiriden kopmalarının, kibire batmalarının, paslanarak çürümelerinin en tehlikeli ve en berbat yollarından birisidir. SSCB somutunda bu zaafın parti ve devlet yöneticilerini zayıf düşürdüğünü, siyasi uyanıklığını zayıflattığını, oportünist ve bürokrat öğelerin, kesimlerin, ekiplerin, hiziplerin kendilerini gizleyerek burjuva hedeflerine yürüyüşüne hizmet ettiği kesindir.
Belirtmek gerekir ki, mesele Leninizm ve sosyalizm düşmanlığı değilse, bu durumda eleştiri ve özeleştiri, devrimci ve Leninist olmak zorundadır. Topyekün reddiye senaryoları yazmak ve dizileri çekmek, olsa olsa sınıf bilinçli düşmanın işi ve ona güdümlenen iradesi kırılmış, umudunu yitirmiş, kendini kaybetmiş çevrelerin ve aydınların işi olabilir. Tarihte, zaaflardan, kirliliklerden vb. azade, sütten çıkmış ak kaşık misali devrimler, sosyalist inşalar beklenmemelidir; yapılacak tek şey, çıkarılacak dersler ışığında aynı ya da benzer zaafları tekrarlamamaktır...
Farklı örneklerle devam edelim.
Stalin’in bilimin gelişimine katkısı, sosyalizmin inşacısı ve koruyucusu olarak yarattığı büyük eserden ayrılamaz.” diye yazan değerli bilim insanı Bernal şöyle devam eder:
“Stalin, işbirliği ile çalışmanın ve ikna yöntemlerinin gereğini, örnekler göstererek, uyarılarda bulunarak, defalarca vurguladı ve yöneticilerin buyurgan bürokratik pratiğini kınadı. O, Hitler'i kaçınılmaz sona götüren içi boş 'Führer Prinzip'e yalnızca küçümseyerek bakıyordu. ( J.D.Bernal, Marksizm ve Bilim, PDF, s. 97, Birinci Basım: Mart 2007, Evrensel Basım Yayın)
“ ‘Herkesçe kabul edilmelidir ki, diye yazıyordu (Stalin-bn.), ‘hiçbir bilim, fikir mücadelesi olmadan, eleştiri özgürlüğü olmadan gelişip ilerleyemez. Ne var ki, herkesçe bilinen kural görmezden geliniyor ve saygısızca ayaklar altına alınıyordu. Dar bir yanılmaz yöneticiler grubu çıktı ortaya, bunlar her türlü olası eleştiriye karşı önlemlerini aldıktan sonra, kendi bildiklerini okudular ve akıllarına eseni yapmaya başladılar.’ ” (Concerning Marxism in Linguistics [Dilbiliminde Marksizm Üzerine], Soviet News, Londra, sf. 22) (Age., s. 100)
B. Bland’ın çalışmasından, kendi kültünü yaratmak isteyenlere karşı Stalin’in verdiği yanıtları, aktarmaya devam edeceğiz.
“ 'Doğrusunu isterseniz yoldaşlar, bana yapılan övgülerden yarısını bile hak etmiyorum. Beni hem Ekim Devrimi’nin kahramanı, hem Sovyetler Birliği Komünist Partisinin lideri, hem Komintern’in lideri, mucizevi bir kişi olarak gösteriyorlar. Bunların hepsi saçmalık yoldaşlar, gereksiz abartmalar. Genelde ölmüş devrimcilerin tabutunun başında böyle konuşulur. Ama benim ölmeye niyetim yok...
Ben aslında Tiflis’teki demiryolu atölyelerinin önde gelen işçilerinin öğrencilerinden biriydim, hâlâ da öyleyim.''
Kolektifleştirme, kulakların sınıf olarak yok edilmesi (İkinci Ekim Devrimi) sürecinde parti politikasına aykırı sapmalara, aşırılıklara karşı yazdığı makaleyle ilgili olarak söylenenlere, Nisan 1930 tarihli açıklamasında şu yanıtı verir Stalin:
'' 'Başarı sarhoşluğu' yazısının Stalin’in kendi girişimleriyle yazıldığını düşünüyorlar. Bu, kesinlikle saçmalık. MK’da kişisel inisiyatif kullanıp böyle bir şey yapacak kimse yok. ''
“Ağustos 1930:
'Bana gelince, ben sadece Lenin’in öğrencisiyim ve hayatımın amacı, ona layık bir öğrenci olabilmek...
Marksizm, ön plana çıkmış ya da tarihi değiştirmiş kişilerin rolünü tamamen reddetmez... Büyük insanlar sadece şartları doğru bir şekilde anlamakla kalmazlar, onları nasıl değiştireceklerini de bilirler. Eğer bu şartları anlamazlar ve düşüncelerini hayata geçirecek bir biçimde değiştirmek istemezlerse, DonKişot konumuna düşerler...
Hayır, kararlar tek başına alınamaz. Tek başına alınan kararlar her zaman ya da neredeyse her zaman, tek taraflı kararlardır. Her kurulda, her kolektif yapıda fikirlerinin dikkate alınması gereken insanlar vardır. Her kurulda, her kolektif yapıda yanlış da olsa görüşlerini dile getirebilecek insanlar vardır. Üç devrim tecrübesi bize, kolektif olarak gözden geçirilip düzeltilmemiş 100 karardan 90’nının tek taraflı olduğunu gösterdi...
Emekçilerimiz hiçbir zaman, hiçbir koşul altında tek kişinin yönetimine maruz kalmadı. Oldukça önemli yetkililer, emekçi kitleler onlara olan güvenini kaybeder kaybetmez, emekçi kitlelerle bağları kopar kopmaz gözden düşerler ve bir hiçe dönüşürler.'' (J.V. Stalin. Alman yazar Emil Ludwig’le görüşme. // Aynı eser. s. 105-107 ve 110. İba.)
Jakoben diktatörlüğün liderlerinden S. Just, “Herkes yönetme sevdasında. Kimse yurttaş olmak istemiyor. ... Hepsi de devrimci gibi davranarak, bağımsızlık ve mutlak güçler elde ediyor, sanki devrim gücü kendilerindeymiş gibi... Hükümet devrimcidir ama, yetkili kişiler, gönülden yürekten devrimci değiller. Kendilerine ‘Uygula!’ denilen tedbirleri uyguladıkları için devrimcidirler. Kendi başlarına devrimci gibi davranırlarsa, o zaman zorbalık olur bu, halkın yıkımına yol açar.” eleştirisini yapar ve “Onun için yetkili kişilerin yetki sınırlarını kesin olarak belirleyin! Çünkü insan kafasının sınırları vardır. Dünyanın da kendi sınırları vardır.” sert uyarısını yapar. Bu uyarı ve eleştiriden öğrenmek lazım...
Stalin, belirsiz, sınırsız, kendi kültüne endeksli bir teori ve pratiğe, yetki gücüne dayanmadı hiçbir zaman. Kendisini sınıfın, Lenin’in, partinin üstünde ve dokunulmaz görmedi. Ama O, kendilerini her şeyin üzerinde gören tiplerin her yerde ve her düzeyde olduğunun farkındaydı. O, “gönülden yürekten devrimci” olmadıkları halde, kendisiyle birlikte yürümek zorunda kalanların da farkındaydı ve O, bu kadroların “Bolşevik mayadan yoksun” olduklarını kavrayacak kadar siyasi uyanıklığa sahipti. Stalin (ve sağlam Bolşevik çekirdek) “Stalin dalkavukları”na, kızıl bürokratlara karşı mücadele etti ve partiyi eğitmeye çalıştı. Ancak, anlaşılıyor ki, bu tasfiyeci bürokratik eğilim, Stalin’in görebildiğinden daha derin, daha kapsamlıydı... Buna karşın O, kendisini “günümüzün Lenin’i”, “eşi-benzeri olmayan dahi” ilan edenlere karşı sürekli mücadele etti.
Aynı kaynaktan aktarmaya devam ediyoruz:
“Mayıs 1933:
'Robins: Sizi ziyaret edebilme imkânını bulabilmiş olmak benim için büyük bir onur.
Stalin: Çok önemli bir şey değil. Abartıyorsunuz.
Robins: (gülerek) Benim için en ilginç olan Rusya’nın her yerinde Lenin-Stalin isimlerine birlikte rastlamış olmak.
Stalin: Bu konuda da abartıyorsunuz. Ben Lenin’le nasıl aynı seviyede olabilirim?'' (V.İ. Stalin. Albay Robins'le 13 Mayıs 1933 tarihinde yaptığı görüşme. (Kısa kayıt) // Aynı eser, s. 260)
“Şubat 1938:
'Stalin’in çocukluğu hakkında öyküler' isimli kitabın basılmasına kesinlikle karşıyım.
Kitapta fazlasıyla gerçekle tutarsızlıklar, çarpıtmalar, abartmalar ve gereksiz övgü var. Yazar ancak masallarda, saçma öykülerde rastlanabilecek gereksiz abartmalara başvurmuş (bunları iyi niyetinden yapmış olabilir). Yazar için üzgünüm ama gerçekler değiştirilemez.
Ama ana mesele bu değil. Ana mesele Sovyet çocuklarının (ve genel olarak insanlarının) bilincinde kişi, önder, kusursuz kahraman kültü yaratma eğiliminin olması. Bu çok tehlikeli ve zararlı. 'Kahraman' ve 'kitle' kuramı Bolşeviklerin kuramında değil Sosyalist Devrimci (SR) kuramda vardır. 'Kahramanlar halkı yaratır, onu kitleden halka dönüştürür' der SR’liler. 'Halk kahramanları yaratır' diye karşılık verir Bolşevikler, SR’lilere. Kitap SR’lilerin değirmenine su taşıyor. Sosyalist devrimci partililerin değirmenine su taşıyan her kitap Bolşevizme zarar verir.
Bu kitabın yakılmasını tavsiye ediyorum.'' (J.V. Stalin. Komsomol MK’ya Detizdat hakkında mektup) (İba.)
“Edebiyat alanındaki ödüllere isim verme fikri ilk olarak Gorki’den çıktı. Stalin’in SBKP(B) MDK ve MK birleşik genel toplantısında (7-12 Ocak 1933) yaptığı konuşmayı gazetede okuyan yazar çok coşkulu bir mektup yazdı.
16 Ocak 1933:
'Sevgili Josef Vissarionoviç!
'İç Savaş Tarihi' ile ilgilenen Sekreterya personeli ilk dört cilt için materyal seçimini tamamladı.
Editörlerin, yazarların bu materyalleri işlerken izleyecekleri yolu artık onaylamaları gerekiyor ve bu konuda yardımınızı rica ediyorum. Yazarlar taslak metni 31 Marta kadar teslim etmek zorundalar. Sizden çok rica ediyorum: lütfen bu işin yapılmasını sağlayın! Editörlerin bu çalışmayı sabote ettikleri izlenimine kapılıyorum.
Genel toplantıda yaptığınız etkili ve anlamlı konuşmayı büyük bir keyif ve hayranlıkla okudum. Emekçilerden çok güçlü bir yankı getireceğinden kesinlikle eminim. Patlamaya hazır fırtına öncesi sakinliğinde bir konuşmaydı, geçmiş yıllarda yakaladığımız ilerleme rüzgârı sözcüklerin yarattığı o sakin havayı dağıtacak, esip gürleyecek gibiydi. Hiçbir övgüye ihtiyacınız olmadığını biliyorum ama sanırım doğruları söyleme hakkım var. Büyük bir insan, gerçek bir lidersiniz ve Sovyetler Birliği proletaryası başlarında mantığı kuvvetli, enerjisi tükenmeyen ikinci bir İlyiç olduğu için çok mutlu. Sizi kutluyorum, sevgili ve saygıdeğer yoldaş.
L. Peşkov (Gorki).'
Gorki mektubu yazdığı kâğıdın arkasına iki ekleme yapmış ve bunlardan İkincisinde şöyle diyor:
''Aleksey Tolstoy komedi dalında Sovyetler Birliği çapında bir yarışma planlıyor, bu yarışma hakkında bir karar taslağı hazırlamanızı arz ediyorum.
Yazarlar arasında büyük bir heves ve çalışma isteği hissediliyor, bu yüzden bu yarışma iyi bir sonuç verebilir. Ama tüm ülke çapında yapılacak bir yarışma için yedi ödül az, en az 15 ödül verilmeli ve birincilik ödülü 25 bin olmalı -Tanrının cezaları, parasız bir şey yapmazlar!- ve bu girişimi siz başlattığınız için, ödüller Stalin adına verilmeli.
Ayrıca: Neden sadece komedi? Dram dalında da ödül verilmeli...
Sizi bu konuyla meşgul ettiğim için özür dilerim.
A.L (Gorki).'
Stalin 3 Şubat 1933 tarihinde Gorki’ye cevap gönderdi:
'Sevgili Aleksey Maksimoviç!
16.1.33 tarihli mektubunuzu aldım. İçten sözleriniz ve 'övgüleriniz' için teşekkür ederim. İnsan ne kadar rahatsız olsa da 'övgülere' kayıtsız kalamıyor. Benim de bu konuda diğer insanlardan farklı olmadığım belli oluyor...
3. Komedi (ve dram) yarışmasını birkaç gün içinde düzenleyeceğiz. Tolstoy’un önerisini geciktirmeyeceğiz. Tüm taleplerinizi kabul ediyoruz. Ama ödüllerin Stalin adına verilmesine kesinlikle (kesinlikle!) karşıyım.
Saygılarımla! J.Stalin.'' (Alıntı: Vasiliy Soyma. “Yasaklı Stalin”. - Yay:OLMA-PRESS. 2005, s. 20-21. ) (İba.)
Stalin hakkında her türlü iftira atılmıştır. “Kendine tapınan Stalin”, “zorla kendi kültünü yaratan Stalin” vs. gibi iddialar kara propagandanın eseridir.
Liderin dışında başka gerçeklik olmadığı, liderin otoritesinin mutlak ve sorgulanamaz olduğu propagandasının arkasına sığınanlar, faşist-totaliter SSCB tablosu çizmektedirler.
Şu açıklamaları birlikte okumaya devam edelim.
“J.V. Stalin, Kısa Biyografi"
Stalin'in ‘Kısa Biyografi’ye yaptığı düzeltmeleri yayınlayan V. A. Belyanov altını çiziyor:
Stalin hayranları, aralarında kitabı hazırlayanların iltifatlarının da olduğu sayısız abartılı ifadenin (‘Stalin'in önderliğinde’, ‘deha’ vb.) üstünü çizen liderin alçakgönüllülüğünün kanıtlarını bulabilirler.’
‘Stalin, kadınların oynadığı rolün vurgulandığı paragraf da olmak üzere ‘Kısa Biyografi’ de pek çok değişiklik yaptı:
Stalin'in bu dönemindeki, büyük sorunların çözümü için tüm halkın seferber edilmesi gereken sanayileşmenin ve kolektivizasyonun ilk dönemdeki en büyük başarılarından biri de kadın konusunu, kadın emeği, işçi ve köylü kadınlar ekonomik, sosyal ve politik hayattaki rollerini gündeme getirmesi ve gerekli seviyeye çıkardıktan sonra doğru çözümü uygulamasıdır.’
L. V. Mansimenkov, Hruşçov’un, Stalin’in ‘Kısa Biyografi’de yaptığı düzeltmeleri çarpıtarak anlattığını belirtiyor:
Hruşçov’un bu tezinin aksine... Leninist ilkeleri yücelip Stalin kültü ideolojisini oldukça geri planda tuttu. Tüm ‘Stalin ilkeleri’ çıkartıldı... Stalin, 1950 yılında kendi talimatıyla hazırlanan Lenin biyografisinin taslak metninde kurulmuş olan Lenin-Stalin paralelliğinin seviyesini düşürdü... N. S. Hruşçov , P.N. Pospelov, M.A. Suslov, L.F. Ilyiçev ve ‘buzların dönemleri’ döneminin diğer ideologları anlaşabilir nedenlerden ötürü ne konuşmalarında ne de yazılarında bu düzeltmeden hiç bahsetmediler...’
(‘Stalin, Kendisi Hakkında. Kendi Biyografisinde Yaptığı Düzeltmeler’ SBKP MK Üzvestiya, 1990; sayı 9, s. 113-129)”
"‘Kısa Tarih’ çalışmasına katılanlardan biri olan V.D. Moçalov, Stalin'in kitabın ilk haline sert eleştiriler getirdiği iki toplantının kayıtlarını verdi:
Bir sürü hata var. Bu hiç hoş değil, Sosyalist Devrimci Parti (SR) tavrı. Benim savaşı daimi faktörleri hakkında ve diğer konularda ortaya koyduğum bazı ilkeler var. Ama sanki, Lenin sadece sosyalizmden bahsetmiş, komünizm hakkında hiçbir şey söylememiş gibi, komünizmin ilkelerini de ben koymuşum gibi görünüyor. Komünizm konusunda da konuşmalar yaptım ama ilkelerini ben koymadım. Ayrıca ülkenin sanayileşmesi, tarımın kolektifleştirilmesi vb. konularda da ilkeleri ben koymuşum gibi görünüyor. Ama ülkemizin sanayileşmesi, ayrıca bununla bağlantılı tarımın kolektifleştirilmesi gibi konularda ilkeleri belirleme başarısı Lenin’e aittir.
Bu biyografide övgüler, kişinin oynadığı rol çok abartılmış. Bu biyografiyi okuyanlar ne düşünür? Benim önümde diz çöküp bana tapınmayı...
Bakü hakkında, ben oralara gidinceye dek Bolşeviklerin hiçbir şey yapmadığı ama ben gider gitmez her şeyin bir çırpıda değiştiği söyleniyor. İsteyen inansın, istemeyen inanmasın! Gerçekte böyle mi oldu sanıyorsunuz? Gerekli kadroları oluşturmak gerekti. Bakü'de Bolşevik kadrolar oluşturuldu. Konuyla ilgili konuşma yaptığım yerlerde bu insanların adını söyledim.
Başka bir dönem için de aynısını yaptım. Dzerjinskiy, Frunze, Kuybıyşev o dönemi yaşadılar, o dönemde hizmet ettiler ama sanki bu insanlar hiç varolmamış gibi onlar hakkında hiçbir şey yazmıyorlar...
Aynı şey Vatanseverlik Savaşı Dönemi için de geçerli. Yetenekli kişileri toplayıp bir araya getirmek, çelik gibi sertleştirmek gerekiyordu... Bu insanlar Kızıl Ordunun yüksek komuta kademelerinde bir araya geldiler.
K endimi hep Lenin'in öğrencisi olarak gördüm ve hala da öyle görüyorum. Bunu Ludwig'le yaptığım o meşhur söyleşide açıkça söyledim... Ben Lenin'in öğrencisiyim. Lenin bana öğretmenlik yaptı, bunun tersi kesinlikle doğru değil. O yolu açtı, biz de onun açtığı yolda ilerliyoruz.’ ”
Devam edelim aynı çalışmadan aktarmalarımıza:
“İngiliz Fabyanları Sidney ve Beatrice Webb, anıtsal Soviet Communism: A New Civilisation adli kitaplarında Stalin’in diktatörlük iktidarı uyguladığı yolundaki görüşleri şiddetle reddetmekteydiler:
‘Bazan,… devletin tümüyle tek bir kişinin, Jozef Stalin’in iradesine bağlı olarak yönetildiği ileri sürülmektedir.
“Öncelikle; Mussolini, Hitler ve diğer çağdas diktatörlerden farklı olarak yasaların Stalin’e yurttasları üzerinde herhangi bir otorite kullanma yetkisi vermediğini kaydetmek gerekir. Hatta Stalin, Amerikan Anayasasının dört yılda bir birbirlerini izleyen baskanlara verdiği genis yetkilere de sahip değildir… Stalin… SSCB’nin Baskanı değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır… Hatta o bir Halk Komiseri, yani bir Hükümet üyesi de değildir… O… Parti’nin Genel Sekreteridir…”
“Biz, Parti’nin tek bir kişinin iradesine bağlı olarak yönetildiğini ya da Stalin’in böyle bir konuma sahip olmayı iddia edecek ya da isteyecek türden bir insan olduğunu sanmıyoruz. Kendisi, böylesi bir kişisel diktatörlüğü çok açık bir biçimde yadsımıştır; ki bu,… bizim olgulardan edindiğimiz izlenimlerle kesinlikle uyuşmaktadır.
“SSCB’nin Komünist Partisi, kendi örgütlenmesi için betimlemiş olduğumuz örüntüyü benimsemiştir… Bu tarzda kişisel diktatörlüğün yeri yoktur. (Bu örüntüde- G. A.) ayrıntılı önlemlere hedef olan kişisel kararlara güven duyulmaz. Önyargı, öfke, kıskançlık, kibir ve diğer aksiliklerden kaynaklanabilecek hatalardan kaçınabilmek için… bireyin her zaman, konuyu açıkyüreklilikle tartışması olan ve kendilerini de alınan kararlardan ortaklaşa sorumlu kılan eşit düzeydeki çalışma arkadaşlarının onayını edinme zorunluluğu yoluyla denetim altında tutulması istenir.
“Stalin… sık sık… kendisinin, Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin kararlarını yaşama geçirmekten öte bir şey yapmadığına işaret etmistir…
“Çıplak gerçek şudur: Son on yılda, sözümona Stalin’in diktatörlüğü altında bulunan SSCB’nin yönetiminin incelenmesi, önemli kararların, genellikle diktatörlüklerin erdemleri sayılan hızlılık, zamanındalık ya da gözükara inat gibi belirtileri sergilemediğini göstermiştir. Tam tersine Parti çoğu zaman o denli uzun ölçüp biçmelerden sonra eyleme geçmiş ve tartışmanın sonuçları bazan o denli hararetli ve kırıcı olmuştur ki, bunların formülasyonu, üzerlerinde duraksama ve güven eksikliğinin izlerini taşımışlardır… Bu politikalar… komite denetiminin işaretlerini sergilerler.’ (Sidney & Beatrice Webb, Soviet Communism: A New Civilisation, Londra, 1936, s. 431, 432, 433, 435) (İba.)
Stalin üzerine yazdığı düşmanca biyografide Isaac Don Levine şöyle diyor:
‘Stalin şan-şöhret pesinde değildir. O debdebeden nefret eder. O kamu önünde gösterişe karşıdır. İsteseydi büyük bir devletin sahip olduğu tüm törensel kıyafet ve rütbeleri edinebilirdi. Ama o arka planda kalmayı tercih eder.’ (I. D. Levine, Stalin: A Biography, Londra, 1931, s. 248-49)
Lyons Stalin’e şu soruyu sordu:
‘Siz bir diktatör müsünüz?”
‘Stalin, sorunun saçma olduğunu ima edercesine gülümsedi:
‘Hayır’ dedi yavaşça. ‘Ben bir diktatör değilim. Bu sözcüğü kullananlar Sovyet hükümet sistemini ve Komünist Partisi’nin yöntemlerini anlamıyorlar. (Bizde- G. A.) herhangi bir kişi ya da kişi grubu kendisini dayatamaz. Kararlar Parti tarafından alınır ve onun organları olan Merkez Komitesi ve Politbüro tarafından yaşama geçirilir.’ (E. Lyons, adigeçen yapit, s. 203)
Stalin’e şiddetle karşı olan Finli revizyonist Arvo Tuominen, The Bells of the Kremlin adlı kitabında Stalin’in kişi olarak kendini silikleştirmesi konusunda şu yorumu yapıyor:
“Stalin konuşma ve yazılarında her zaman arka plana çekilir, sadece komünizmden, Sovyet iktidarından ve Parti’den söz eder ve kendisinin gerçekte düşüncenin ve örgütün temsilcisi olduğunun altını çizmekle yetinirdi…
‘Ben Stalin’de hiçbir zaman bir kibir izine rastlamadım.’ (A. Tuominen, The Bells of the Kremlin, Hanover (New Hampshire, ABD), 1983, s. 155, 163)
Grover Furr, “Hruşçov’un Yalanları” hakkında yazdığı kitapta (ve diğer çalışmalarında) Troçkist, Kruşçevci, emperyalist propaganda aygıtının Stalin hakkındaki iftiralarını genişçe ele alırken, “Kişi kültü” meselesi hakkında da bir dizi veriyi ve yeni veriyi derli toplu ortaya koymaktadır. Furr’un çalışmaları önemlidir, incelenmelidir. Furr eleştirel dersler çıkarmada elbette yetersiz kalmakta, bu, eleştiri konusu yapılabilir ama, özellikle de 1990’lar sonrası Stalin bağlamında özel bir çalışmaya yönelmiş olması son derece değerlidir. Arşivlere girme ve dayanma bakımından bu çalışmalar önemsenmelidir.
Stalin “Benim kişiliğim etrafında yaratılan abartılı, aşırı derecede hayranlığa” karşıyım, bunu engellemek için defalarca müdahale ettim ama “sonuç alamadım” diyor.
Örneğin “55. doğum günüm için bir kutlama yapmak istediler. SBKP (B) MK aracılığıyla bunu yasakladım.” Kendi etrafında örülmek istenen “kişi kültü”nü “Adı çıkmış kültürsüzlüğümüzün bir görünümü” saptamasını yapıyor. 55. doğum günü kutlanması önerisinin “Zararlı ve partimizin ruhuna uygun olmayan ‘kişi kültü’nü güçlendirecek bu tür uygulamalara karşıyım.” yanıtını verir.
“Başarılı olan her partide, partiye sokulmaya çalışan yabancı öğeler, kariyeristler vardır. O partidekilere benzeyerek kendilerini korumaya çalışırlar- büstler dikerler, inanmadıkları sloganları yazarlar.” diyor.
Örneğin Stalin’in 70. doğum günün kutlama taleplerine ret yanıtı verir (ancak MK karar alarak doğum günü etkinliği yapar).
Stalin “sınırsız yetkiye sahip, kendi keyfince kararlar alan, parti ve MK disiplinini hiçe sayan, kendini partinin üstünde gören bir zorba, bir diktatör, kişisel diktatörlük için mücadele eden” bir küçük burjuva olmadı hiçbir zaman.
Onu yakından tanıyan ve savaş sürecinde Başkomutanlığı altında çalışan pek çok generalin, anılarında, Stalin’in kolektif çalışmaya, kolektif akla ne denli önem verdiğini, kişisel olarak kendini dayatmadığını, aksine, yanlışları gösterildiğinde de özeleştirel davrandığını anlattığını biliyoruz. Deutscher’in Troçki ve Stalin’in önderlik ve çalışma tarzını kıyaslarken anlattıkları da Stalin’in kolektif çalışma ve kolektif birleştiricilik bakımından olağanüstü yeteneğini yansıtmaktadır.
Örneğin;
“Savaş yıllarında Stalin’le çok yakın çalışan Mareşal S. M. Ştemenko ‘Savaş Yıllarında Genelkurmay’ isimli hatıralarında vurguluyor:
‘Stalin’in savaşta karşılaşılan en önemli sorunlar hakkında tek başına çözmeyi hiç sevmediğini söylemeliyim. Bu karışık alanda kolektif bir çalışma yapmak gerektiğini iyi anlamıştı, askeri konularda yetkililere danışırdı, hepsinin görüşlerini değerlendirirdi ve herkes görüşünü belirtmekle yükümlüydü.” (Aktaran G. Furr, Hruşçov’un Yalanları, s. 316)
Stalin’i “zorba ve diktatör” ilan eden ama her zaman Stalin’e yaltaklanan Kruşçev soytarısına gelince, inisiyatifi ele geçirince nasıl da kendi kültünü geliştirmek istediğini, entrika üstüne entrika örgütleyerek zorbaca kişisel diktatörlüğünü inşa etmeye çalıştığını, böylece nasıl teşhir ve tecrit olduğunu anlatan pek çok kanıt ve değerlendirme vardır.
Kolektif önderlik yeteneği Stalin’in çok temel nitelik ve yeteneğiydi.
Peki soytarı Kruşçev?
Buyurun birlikte okuyalım:
“MK Genel Toplantısı 14 Ekim 1964 günü başladı. Brejnev, gündemde SBKP MK birinci sekreteri Hruşçov’un uygunsuz davranışları yüzünden MK Başkanlık Heyetinde olağandışı bir durum olduğunu belirterek toplantıyı açtı. Sonra M. Suslov uzun bir konuşma yaptı. Hruscov yoldaşın parti ve devlet yönetiminde uyguladığı yanlış yöntemler yüzünden son zamanlar MK ve Başkanlık Heyetinde olağandışı durumların oluştuğunu vurguladı. Hruşçov, Lenin'in kolektif yönetim ilkesini çiğneyerek en önemli devlet ve parti sorunları konusunda tek başına karar alıyordu. Suslov, Hruşçov'un en önemli konularda bile kendi öznel ve çoğunlukla yanlış bakış açısıyla tek başına karar aldığını ekledi. Hiç hata yapmadığını, doğruları bir tek kendisinin bildiğini düşünüyordu. Hruşçov, görüşlerini beğenmediği herkese insan onurunu zedeleyen, küçümseyici ve aşağılayıcı lakaplar takıyordu. Bunun sonucunda kolektif yönetim fiilen imkansız hale gelmişti. Ayrıca Hruşçov yoldaş sistematik olarak komplolar kuruyor, Başkanlık Heyeti üyelerini birbirine düşürmeye çalışıyordu. Hruşçov yoldaşın son yıllarda sorunların görüşülmesi için MK Genel Toplantıları yerine beş altı bin kişinin katıldığı ve kürsüye çıkanların Hruşçov yoldaşı övdüğü Tümbirlik Konferansları düzenlemesi, MK ve Başkanlık Heyetinin denetiminden kaçtığının bir kanıtıdır.” (Aktaran G. Furr, age., s.317, iba.)
Modern revizyonistlerin değişik kanatları arasındaki çatışma bir yana, Kruşçev’in gerçeği bu. Molotov, Kaganoviç gibi eski Bolşevik liderlerin açıklamalarında da bu gerçeğin altı çizilmiştir. Yazı dizimizin değişik bölümlerinde Kruşçev’in Stalin hakkında neler söylediğini ele almıştık. Girmeyeceğiz ama bu pislik kendi bastırılmış özlemlerini, isteklerini, zorba karakterini, kolektivizm düşmanı ruhunu, aşağılık entrikacı niteliğini iktidarlaşmaya gidiş sürecinde ve 20. Kongre ile iktidarlaşmasından sonra açıkça ortaya koymuştur.
Stalin, her fırsatta parti ve MK’nın kolektif önderliğini vurgular, yazılan veya önerilen bir dizi karar ve kitap çalışmasında Stalin’i öne çıkaran, dizginsizce övgüler dizen ifadelere, anlayışlara, külte karşı mücadele eder.
Stalin’in dört istifa girişiminin öyküsü onun “zorbalığı”nın, “kişisel diktatörlük” peşinde koşan, kendi kültünü yaratmak için her şeyi yapan bir lider olduğunun değil, olmadığının çarpıcı kanıtıdır. İktidar koltuğunu ele geçirip, sıkı sıkıya yapışarak, her türlü entrikayı çevirerek, istifanın “iddiasızlık olduğu” teorisini yaparak, önderliklerini ebedi gören garip insanları gördükçe, Stalin’in değerini daha iyi anlamaktayız.
“Genel sekreterlik” kurumunun kaldırılmasında ısrar eden ve bunu başaran da Stalin’dir. Bu kurumun kaldırılmasından sonra Stalin sadece MK sekreterlerinden birisidir ve “Birinci sekreter”dir. Bu kurumun tasfiyesinden sonra da parti genel başkanı gibi ünvanları da almamıştır. Stalin hiçbir zaman “ben önderim”, “beni önder ilan edin”, “ben stratejik önderim, beni stratejik önder ilan edin” gibi garip, saçma sapan, burjuva revizyonist, kariyerist, kişi kültü geliştirmeye çalışan biri olmamış; genel sekreterlik, parti başkanlığı vs. gibi ünvanlar peşinde koşmamış, bu tür anlayış ve yönelimlere beş paralık önem vermemiş, kişi kültünü de yerden yere çalmıştır.
Dimitrov, Günce’sinde Stalin’in olduğu bir toplantıda (yıl 1937) Stalin’in konuşmasını özetler. Stalin diğer şeylerin yanı sıra, “orta kadrolar”ın önemi üzerinde durur. Dimitrov, söz alır ve Stalin’in bir dahi olduğunu söyler ve “Stalin ile bağlı olarak düşünmeden, Lenin’den söz edilemez!” der. Bunun üzerine Stalin şunları söyler:
“Benim yoldaş Dimitrov’a büyük saygım vardır. Biz onunla arkadaşız ve arkadaş kalacağız. Ama ben dediklerini kabul etmiyorum. O hatta Marksistçe konuşmadı. Davanın zaferi için uygun şartlar gereklidir, önder ise bulunur. Doğru yolu göstermek yeterli değildir... Asıl olan, orta kadrolardır...” (Günlük-1, s. 175, iba.)
Bunun üzerine Kruşçev, “Bizde mutlu bir uyum var; hem ulu önder, hem orta kadrolar.” der. Kruşçev, “Bolşevik mayalı olmayan” bu zat-ı muhteremdir; Stalin’i “ulu önder” ilan eden, “Marksizm-Leninizm-Stalinizm” ideolojisi diye konuşmalar yapan bu sürüngen, 1956’ya gelince Stalin’i baş düşman ilan etmişti... Modern revizyonist karşı devrimin örgütlenmesinde Kruşçev ve Mikoyan öne çıkan iki figürdür. Molotov bu ikilinin Stalin’e dalkavuklukta öne çıkan iki isim olduğunu söyler.
Dimitrov anlatıyor:
“26 Nisan 1939” tarihinde, çağrı üzerine Kremlin’de bir toplantı yapılır. “Toplantıya katılanlar: Stalin, Molotov, Kaganoviç, Voroşilov, Mikoyan, Jdanov ve Dimitrov.
1 Mayıs çağrı metni üzerine konuşulur. Stalin Dimitrov’a sorar: “‘Siz bu çağrıyı gördünüz mü?” Dimitrov “metnin son şeklini; hayır. Ama o, kolektifin bir eseridir, yoldaş Man(ulski) yazı işleri heyetinin başıdır.
Çağrıda, Stalin’e övgüler yöneltilen yerlerle ilgili olarak, özellikle şu sözler dolayısıyla.
‘Yaşasın bizim Stalin’imiz! Stalin, barış demektir! Stalin, komünizm demektir! Stalin bizim utkumuzdur!’
Y(osif) V(isarionoviç):
Manuilski dalkavuktur! O, Troçkiciydi!
Troç(kiciler) çetesinin tasfiyesi sırasında susuyor, hiç konuşmuyor diye kendisini eleştiriyorduk, o ise yağcılık yapmaya başladı! Bu, çok şüphe uyandırıcı bir durum!
...
Onun Pravda’da çıkan Stalin ve Dünya Komünist Hareketi başlıklı yazısı, zararlı bir provokasyon yazısıdır.” (bDa.)
Konuşma sürer.
Günce’de şunlar yazılır aynı toplantıyla ilgili:
“Y(osif) V(isarionoviç), ‘Marks-Engels-Lenin-Stalin’in Bayrağı Altında’ sloganını kabul etmezken, yalnızca ‘Marks-Engels-Lenin!’ biçiminde kalmasına razı oldu.” (Günlük-1, s. 236-237)
“Haziran 1933'te Yaşlı Bolşevikler Derneği yönetimi dernekte açacakları ‘İç Savaş yıllarında Yoldaş Stalin'in faaliyeti’ konulu sergi için Stalin'den fotoğraf malzemesi istedikleri zaman Stalin dilekçenin üzerine şöyle yazar: ‘Ben buna KARŞIyım, çünkü bu türden çıkışlar partimizin çizgisine uymuyor.’ ”
“1935'te Yaroslavskiy, Knorin ve Pospelov'un yazdığı Bolşevik parti tarihi kitabından Stalin'in 1902 tarihli Batum gösterisine önderlik ettiğini tasvir eden bir resmin çıkarılmasını ister. ‘Bu doğru değil’ der.” (Aktaran C. Badem)
Stalin’i anlamak bakımından bu örnekler önemli. Peki acaba Stalin’in yerinde olsaydılar, bu durumlarda megaloman Troçki ve öğrencisi megaloman Kruşçev nasıl davranırlardı acaba!
“Derin analitik bir aklı olan, kararlı, iradeli ve hedef sahibi bir insan olan Stalin astlarında da aynı nitelikleri teşvik etti, kendi bakış açısını kim olursa olsun herkesin önünde savunabilen, sağlam ve bağımsız yargıları olan insanlara bariz bir sempati duyardı, aksine, yüreksiz, yaltakçı, önderin önceden bilinen fikrine kendini uydurmaya çalışanları sevmezdi. Ve eğer genç, yeni başlayan kadrolara, ilk baştaki çekingenlik ve deneyimsizlikleri için belli bir müsamaha, bir tür ‘indirim’ uygulanıyorduysa, deneyimlilerin ve pek çok emek vermiş olanların benzeri ‘insani zaafları’ hiç affedilmezdi. ‘İşe yarar bir uzman’ demişti bunlardan biri hakkında bir keresinde Stalin. “Ama idari işlere koymamak lazım. Fazla dalkavuk. Böylesi amirlerine sevgisinden dolayı en gaddar düşmandan daha fazla zarar verir ve hesap da soramazsın – amirlerin onayı alınmıştır”. (V. Litov, Stalin ve Hruşçov Hakkında İvan Aleksandroviç Benediktov ile Söyleşi, çeviren Candan Badem, Yazılama Yayınları, 2008, s. 65, iba.)
Açık ki Stalin, kendisinin yüceltilmesine, Lenin’le bir sayılmasına, Lenin’den daha üstün bir dahi olarak sunulmasına her zaman karşı çıkmıştır. “Zorba” Stalin’in “kendi kültünü bilinçli olarak yarattığı ve dayattığı” vs. propagandası, burjuva bir palavradan ve iftiradan ibarettir. Bu sorun, somut tarihsel koşulları içerisinde kapitalizm ile sosyalizm arasındaki sınıf mücadelesi gerçeği üzerinde ele alınmak zorundadır. Birey olarak, komünist-Leninist-Bolşevik bir lider olarak Stalin kendisini asla tanrılaştırmadı ama bir yanda onun görkemli prestiji ile toplumun kültürel geriliğinin birleşmesi, öte yanda sınıf düşmanlarının, Beşinci Kol’un komünizm maskeli anti-komünist bilinçli yıkıcı propagandası, diğer yanda, küçük burjuva çıkarcı kesimlerin gayretkeşliği ve mevzi kazanma, mevzilerini koruma kariyerizmi “Stalin kültü”nü geliştirdi. Bu bağlamda bir faktör de, Stalin ismi etrafında örülecek kültün Sovyet halkı için birleştirici bir faktör olacağına içtenlikle inan pragmatik kesimlerin varlığıdır. Bu kategorinin parti ve devletin üst katlarında yer aldığını hatırlatmak isteriz. Bu olgunun “Stalin kültü”nün gelişmesinde önemli, oldukça önemli bir yerinin olduğunu kabul etmek gerekir.
Stalin hakkında bildiğimiz ve bilmediğimiz sayısız iftiraya dayanarak iki ciltlik kitap yazan anti-komünist, anti-Stalinist Sımon Sebag Montefıore şu “tiran”, “kan dökmekten zevk alan”, “milyonları yok eden” Stalin hakkında şunları yazıyor:
“Stalin'in partisinin sahiplenilmesinin temeli korku değildi. Bu gücü insanlar büyüleyerek elde ediyordu. Stalin adamlarına iradesiyle hükmediyordu, fakat onlar da Stalin’in siyasetlerini genellikle uygun buluyorlardı. Stalin, Başkan Kalinin dışında yaşça hepsinden büyüktü, ancak adamları ona her zaman ‘sen’ diye hitap ederlerdi.” (Stalin: Kızıl Çarın Sarayı, s. 51)
En yakın adamlarının bile her an yok olma korkusuyla yaşadığı iddia edilen “zorba Stalin” hakkında Montefıore şu bilgileri de veriyor:
“Stalin, Politbüro toplantılarını asla yönetmez, başkanlık koltuğunu Başbakan’a, Rikov’a bırakırdı. Mikoyan’ın anlattığına bakılırsa, asla ilk sözü alan kişi olmazdı. Önce herkes kendi fikrini söyler, böylece hiç kimse onun fikirleriyle kendini bağlamış olmazdı.” (Agk., s. 56)
Molotov bu konuyla ilgili şunları açıklar:
“Değişmez bir kural vardı: Politibüro toplantılarına başkanlık eden kişi hep Halk Komiserleri Konseyi başkanı idi. Lenin’den sonra Rikov ve daha sonra ben yaklaşık bir on yıl boyunca başkanlık ettim. 08.03.1974.” (Feliks Çuyev, Molotov Anlatıyor, Stalin’in Sağkolu İle Yapılan 140 Görüşme, s. 219, 2. Basım, Yordam Kitap)
“Bize MK içinde her zaman bağımsız karakterli adamlar lazım.” diyen Stalin ömrü boyunca bu politikaya bağlı kalmıştır. Stalin yardakçı, yaltakçı kadrolara, kariyeristlere, bürokratlara karşı mühtiş bir öfke duymuştur.
Kruşçev haini, 20. Parti Kongresi’nde bir dizi aşağılık saldırının ve berbat bir demagojinin eşliğinde Stalin’in “Başkomutanlığa uygun olmadığı”nı, “bir küreye bakarak savaşı yönettiği”ni ve “beceriksiz” biri olduğunu, ancak Stalin’in kendi etrafında efsane yaratmak, “kişi kültü”nü inşa etmek için tarihi çarpıttığını vb. ileri sürmüştü.
Kruşçev’in sahtekarlığını açığa çıkaran şu açıklamaları birlikte okuyalım:
Mareşal Jukov:
''Sağduyusu, politik yönetim tecrübesi, güçlü sezgileri, engin bilgisi silahlı mücadeleyi yönetirken J.V. Stalin’e yardım etti. Stratejik durumdaki temel faktörü bulur, iyice kavradıktan sonra düşmana karşı koyup, sonra da saldırıya geçmenin yolunu tasarlardı. Kesinlikle, başkomutanlık yapacak yeteneği vardı...
Ayrıca Başkomutanın askeri operasyonlara hazırlık, stratejik kaynakların sağlanması, çatışma için gerekli malzemelerin üretilmesi ve genel olarak savaşın sürdürülmesi için tüm ihtiyaçların karşılanması konusunda olağanüstü bir organizatör olduğunu söyleyebilirim. Hakkını teslim etmek zorundayız'' (G.K. Jukov. “Hatıralar ve Düşünceler”. Cilt 1. Bölüm 11, s. 342)
Mareşal Vasilevskiy:
''Savaştan sonraki ilk yıllarda N.S. Hruşçov ile güzel bir ilişkimiz vardı. J.V. Stalin’in operasyon stratejisi ile ilgili konuları incelemediği ve orduların operasyonlarını yönetebilecek yetenekte bir Başkomutan olmadığı açıklamalarından sonra bu ilişki bozuldu. Böyle bir şeyi nasıl iddia edebildiğini hâlâ anlamıyorum. Parti MK Politbüro ve bir dizi cephenin Askerî Konsey üyesi olan N. S. Hruşçov, Genelkurmay ve Stalin’in askeri operasyonları idare etme konusunda büyük bir otorite olduklarını bilmiyor olamazdı. Ordu ve cephe komutanlarının Genelkurmay ve Stalin’e büyük bir saygı duyduklarını ve silahlı çatışmanın yönetimi konusunda büyük bir uzman olarak gördüklerini de bilmiyor olamazdı.'' (A.M. Vasilevskiy. “Hayatımı Adadığım Mesele”. Bölüm 11, s. 246)
Amiral Kuznetsov:
''Büyük Vatanseverlik Savaşı yıllarında Başkomutan askerî konularda herkesten çok mareşal G.K. Jukov’la konuşurdu ve onu herkesten iyi tanıyan Jukov, hakkında 'Başkomutanlığa layık biri' derdi. Bildiğim kadarıyla Stalin’i gören ya da Stalin’le karşılaşan tüm komutanlar da bu görüşteydi.'' (N.G. Kuznetsov. “Keskin Dönüşler: Amiralin Hatıralarından“. Elektronik basım. R.V.Kuznetsovoy. - Yay: Fond Pamyati Admirala flota Covyetskava Sayuza N.G.Kuznetsova (admiral.centro.ru)i 1997. Ayrıca bkz: Voenno-isloriçeskiy jurnal. 1993, sayı:4, s. 51)
Sergey Konstantinov, “Nikita Hruşçov’un Şok Terapisi” isimli makalesinde şunları yazıyor:
''Hruşçov, Kızıl Ordu’nun 1942 yılında Harkov yakınlarında uğradığı felaketin tüm suçunu Stalin’e yıkarken açıkça yalan söylüyordu. En son yayınlanan ve bu felaketin sorumluluğunu Hruşçov, Güneybatı cephesi komutanı Semen Timoşenko ve bu cephenin Askerî Konsey üyesi İvan Bagramyan’a yükleyen arşiv belgeleri, Aleksandr Vasilevskiy, Georgiy Jukov, Semen Ştemenko’nun hatıralarında anlattıklarını doğruluyor. Büyük Vatanseverlik Savaşı’nda Stalin’le birlikte görev yapan üst rütbeli komutanlardan çoğu, Hruşçov’un yürüttüğü de-Stalinizasyona, her şeyden önce Nikita Sergeyeviç tarihsel gerçekleri çarpıttığı için, oldukça olumsuz yaklaşıyorlardı. Ayrıca bu komutanlardan bazıları Stalin’e bir insan olarak da sempati duyuyorlardı. Hava mareşali Aleksandr Golovanov yazar Feliks Çuyev’e bu konudan bahsetmişti. Hruşçov mareşal Rokossovskiy’den Stalin hakkında, XX. Kongrede alınan kararlara uygun bir şeyler yazmasını istemişti. Ama Hruşçov şu karşılığı aldı: 'Nikita Sergeyeviç, Stalin yoldaş benim gözümde bir azizdir!' Başka bir seferinde Rokossovskiy ve Golovanov bir yemekte Hruşçov'la kadeh tokuşturmayı reddettiler...'' (S.Konstantinov. "Nikita Hruşçov’un Şok Terapisi.// Nezavisitaya gazeta. 2001. 14 Şubat)
(Grover Furr, Hruşçov’un Yalanları, s. 408-409-410, Yordam Yayınları)
Açık ki, savaşı yöneten generaller Stalin’in Başkomutan olarak yaşamsal rolünü açıkça ortaya koymaktadırlar. Dolayısıyla modern revizyonist burjuva karşı devrimin ele başı Kruşçev’in kendi efsanesini ve kültünü yaratmak için Stalin’in zorbaca vs. davrandığı açıklama ve propagandası rezil bir kirli savaştan, kara propagandadan ibarettir.
Kruşçev, en az Troçki kadar, en az dünya burjuvazisi ve gericiliği kadar Stalin’den nefret etmektedir. Kruşçevcilerin zamanında açığa çıkarılarak hesap sorulamamış olması acı bir tarihsel derstir. İster muhalefette isterse iktidarda olunsun her zaman için komünist partilerde Kruşçevler vardır ve olacaktır; önemli olan bu proletarya ve Marksizm-Leninizm, devrim düşmanlarının zamanında açığa çıkarılarak tasfiye edilmesidir...
Stalin’in ömrünün son yıllarında yaşlanmaktan kaynaklanan sorunları nedeniyle çalışmalara giderek daha sınırlı katıldığı, Stalin olmadan Stalin adına resmi damgaların kullanıldığını değişik açıklamalardan biliyoruz. Bu olgunun da yükselmekte olan komünizm maskeli bürokrat revizyonistlere önemli bir alan açtığını özel olarak göz önünde tutmak gerekir. Bu bir olgudur, önemli sonuçları vardır, öyle görmezden gelinecek bir şey değildir. Arşivden alınmış resmi kayıtlar Stalin’in çalışmalara katılımının giderek nasıl düştüğünü göstermiştir. Bu durumun yarattığı boşluğun özellikle parti önderlik organında ve devletin tepesinde önemli bir açık yarattığı, anti-Sovyet, anti-Stalinist karşı devrimi örgütleyen kliklere çok önemli bir fırsat yarattığı kesindir.
Şu “kült” sorununa açıklık getiren tarihin kaydettiği bir gerçeğin de altını çizelim:
Cephede, partizan savaşında Kızıl Ordu komutanları, askerleri, gerillalar faşist katiller ordusunun üstüne “Yaşasın Stalin!”, “Yaşasın SSCB!” sloganları ile hücum ediyordu.
Faşist katiller tarafından kurşuna dizilen askerler, partizanlar “Yaşasın Stalin!”, “Yaşasın Anayurt!” sloganıyla toprağa düşüyordu. Bu “Stalin kültü” falan değildi, gerçek durumun, Stalin ve anayurt sevgisinin yenilmez gücüydü.
Bir de Stalingrad’ta Kızıl Ordu’ya karşı savaşan Hitler’ci ordunun bir askerinin ailesine yazdığı şu çarpıcı satırları hep birlikte okuyalım:
“İşte sen de böylece benim geri dönmeyeceğimi biliyorsun. Bunu ana-babama usulünce ilet. Çok sarsıldım ve her şeyden şüphe ediyorum. Önceleri inançlı ve kuvvetliydim, şimdi zayıf ve inançsız. Burada olan şeylerin birçoğundan haberim olmayacak, ama yaşadığım bu denli az şey bile kaldıramayacağım kadar ağır. Beni kimse askerlerin dudaklarında ‘Almanya’ veya ‘Yaşasın Hitler’ sözleriyle öldüğüne inandıramaz. Ölünüyor, bu yadsınamaz, ama son söz, ana veya en sevilen kimsenin adı veya bir yardım çağrısı oluyor. Yüzlerce kişiyi, vurulurken, ölürken gördüm ve bunların çoğu benim gibi ‘Hitler Gençliği’ne üyeydi; ama hepsi, eğer sesleri çıkabiliyorsa, yardım istediler yahut kendilerine yardım edemeyecek birinin adını çağırdılar.” (Stalingrad'dan Son Mektuplar, s. 22, 2004, Çeviri: Muammer Sığırcı, Papirüs Yayınları)
“Kişi kültü” saldırısının Stalin’den önce Lenin’e karşı yöneltildiğini, bu saldırının Stalin ile şirazesinden çıktığını unutmayalım.
III
Vasili Stalin babasının öldürüldüğünü her yerde haykırır. Kruşçevler Vasili’nin nedamet getirerek Stalin’i lanetlemesini ve “Stalin” soyadını değiştirmesini talep eder. Vasili açık bir şekilde ölüm tehdidi altındadır. Buna rağmen burjuva karşı-devrimin ağır ve yıkıcı saldırısına karşı yiğitçe direnir ve bu aşağılık talepleri reddeder.
Vasili Stalin şunları yazıyor:
“Benim vicdanım temiz, yalana dayanan bir suçlama ile kir- letilemez. Tıpkı yalan ve iftiranın babamın anısını kirletemeyeceği gibi. O, genç Sovyet ülkesini Lenin'in ellerinden dört bir yanı düşmanların, ki bunların bir kısmı içerdendi, tehditleri aItındayken aldı ve kardeş sosyalist ülkelerle çevrili, büyük sosyalist bir ülke olarak devretti. Bu suç mu? Bu utanılacak bir şey mi? Hangi kişi kültünden söz edilebilir? Babam, ülkeyi refaha ve zafere götüren bir kaptandı. Bu yüzden ona saygı duyuluyordu. İşte ‘kült’ denen şey tamamen bundan ibaret. Nasıl da iğrenç bir sözcük bulmuşlar. ‘Kült’, secde etmek demektir. Babam seviliyor ve sayılıyordu. Bunun adı kült değil, halk sevgisidir. Anıtları kaldırabilirsiniz, fakat sevgi ve saygıyı insanların yüreğinden söküp alamazsınız. Bu sevgi aziz ve daimidir. Yüz yıl sonra Hruşçov ile Bulganin’i hiç kimsenin hatırlamayacağına eminim. Yoldaş Stalin daima hatırlanacak. Bunu bir evlat olarak değil, bir Sovyet insanı, komünist ve diyalektik materyalist olarak söylüyorum.” (Vasili Stalin, Babamı Savunuyorum, Önsöz Yerine, s. 9-10, Ceylan Yayınları)
Vasili haklı, Stalin adı daima yaşayacaktır. Fakat Kruşçev gibi hainler çoktan unutuldu, hatırlayanlar varsa eğer, onu ve onun gibileri ihanet ve döneklikleriyle hatırlamaktadırlar. Bütün dezenformasyona karşın, kapitalist/revizyonist kampın dağılmasından sonra Stalin adı yine işçilerin ve emekçilerin ellerinde yükselmektedir. Peki şu Gorbaçov gibi sürüngenleri kaç kişi hatırlıyor acaba? Hatırlayanların ise nasıl hatırladığı açık...
“Yüz yıl” demiş Vasili, belki lafın gelişi, belki de yalnızlığının baskısı altında ama bir gerçeği dile getirmek için söylemiştir bu sözleri; kuşkusuz ki ne Sovyet halkı onu unutmuştu, ne dünya komünist hareketi ve devrimciler ne de düşmanları...
“Stalin kültü” Stalin’in kendini tanrılaştırmak için inşa ettiği bir şey değil, buna kuşku yok; bu kült yukarıda anlatageldiğimiz gerçekler ışığında geliştirildi. Sosyalist inşanın görkemli başarıları gölgesinde bu kült, gerçekte, yeni tip küçük burjuva bir tabakanın doğuş ve gelişmesiyle ilgiliydi... Stalin kendini tanrılaştırdığı için değil, sosyalist inşa sürecinde ortaya çıkan ve yükselen “kızıl bürokrat”lar tabakasının gelişimini önleyemediği için eleştirilebilir ancak. Anlayabildiğimiz kadarıyla Stalin 1945 sonrası yeniden bir yapılanma ve kızıl bürokratları tasfiye etme hazırlığı içerisindeydi; bunu bizzat Kruşçev ve hempaları dile getirmektedir. O’nun partiyi gençleştirme yönelimi bunun kanıtıdır. Parti ve devlet aygıtında yapmaya başladığı düzenlemeler bir diğer veridir. Parti ve devlet aygıtı fonksiyonlarını ayrıştırma, birbirinin yerine geçme diyebileceğimiz eğilime karşı mücadelesi başka bir veridir. Yeni bir program taslağı hazırlama yönelimi bir veridir. Keza sosyalist üretici güçler ile sosyalist üretim ilişkileri arasında ortaya çıkan çelişkileri (zorunlu uygunluk yasası temelinde) çözmeyi hedefleyen mücadelesi bunun kanıtıdır. Stalin’in “Son Yazıları” önemli bir kanıttır.
Önemsiyoruz ve yeniden hatırlatmak gereksinimi duyuyoruz:
1945-1953 arası kesitte parti çapında yaşanan kapsamlı tartışmalar proletarya diktatörlüğünün, sosyalist inşanın, ortaya çıkan sosyalist kampın, dünya proleter devriminin gereksinmeleri ve emperyalist kampla sosyalist kamp arasındaki savaşın kaçınılmaz olduğu koşullarda daha yüksek hedeflere sıçramanın zorunlu olduğu koşullarda gündemleşmişti. Stalin önderliğinde başlayan yeniden yapılanma yönelimi bu gerçeklerle bağlıydı. Ya ileri sıçranacak ya da geriye gidilecekti. Ortası yoktu. Ulaşılan gelişme aşaması bunu kesin bir tarzda dayatıyordu. Bu olgu, dipten mayalanan ve esas olarak parti içi mücadelelerde dile gelerek varlığını yansıtan bir kriz durumuydu. Parti içinde neredeyse tüm sorunlarda patlak veren tartışmalar bu kriz durumunun yansımasıydı. Stalin açıklıkla daha yüksek hedeflere kilitlenmiş bir sıçramayı hedef göstermekteydi. Ne yazık ki, tamda tarihin çok kritik bir dönemecinde Stalin katledildi; böylece yeni dönem için öngörülen ve hazırlanan yeni yönelimin önü kesilerek kriz tersten, kapitalizmin restorasyonu yoluna girilerek çözüldü.
Bu dönem söz konusu olunca Stalin’in ve Bolşeviklerin planlarını, hedeflerini, özellikle de bu hedeflere götürecek somut politikaları yeterince bilmiyoruz. Ortaya çıkan veriler hala bazı önemli sorunları aydınlatmak bakımından yetersizdir. Ancak zamanla yeni verilerin, belgelerin açığa çıkacağını düşünmek gerekir.
SSCB’de sosyalizmin inşası olağanüstü koşullar içerisinde gerçekleşti. Çok yoğun ve kapsamlı pratik çalışmayla yüklüydü parti. Keza yeni yetişen kuşaklar iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamın örgütlenmesinde öne çıkmaya başlamıştı. Büyük Yurtsever Enternasyonalist Savaş’ta üç milyon komünist en önde savaşırken yaşamını yitirmişti. Bu da önemli bir boşluk yaratmıştı her cephede. Stalin, partinin düşmüş olan ideolojik ve siyasi seviyesini yükseltmenin yaşamsal önemini kavramıştı. Bu yalnızca 1945 sonrası için değil, 1930’lu yılların gerçekleri içerisinde de zorunlu bir gereksinimdi ve Stalin daha o dönemde partinin ve kadroların ideolojik-siyasi düzeyini yükseltme, iktisadi sorunlara fazlasıyla gömülmüş ve partinin Sovyetlerin yerine geçme eğilimlerini açık ve sert bir tarzda eleştirmişti. Bu olgu, SBKP’nin kongre raporlarında da ele alınmıştı. Kimi nesnel ve öznel nedenlerle birlikte partinin Marksist-Leninist niteliğini yükselme planının istenildiği gibi yaşama geçirilemediği gözüküyor. Bu konuda G. Furr’un, Molotov’un, Kaganoviç’in, Benediktov’un ve başka yazarların açıklamaları, değerlendirmeleri önemli veriler sunmaktadır. Lenin, objektif bir olgu olarak, Marksizm’in genişlemesine yayılmasının onun derinlemesine kavranmasını önlediğine dikkat çekmişti. SSCB sınıflı bir toplumdu ve komünistler hala toplumun küçük bir kesimiydi. Marksist-Leninist ideoloji ve pratik işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin birleştirici gücü ve kudreti olsa da, gerçek buydu.
Stalin, yeni tip küçük burjuva bir katmanın yükseldiğini görmüştü. İdeolojik-siyasal seviyenin düşük olmasının bu bakımdan dezavantajlarının farkındaydı.
Bakın Stalin’in şu değerlendirmesi olan-bitenleri anlamak bakımından oldukça önemlidir:
“Biz, birinci kuşak yaşlı Bolşevikler teorik olarak çok sağlamdık. Kapital’i sayfa sayfa bilirdik, özetler çıkarır, tartışmalar yapar, birbirimizin bilgisini ölçerdik. Bu bizim gücümüzdü ve bu çok işimize yaradı. İkinci kuşak daha az hazırlıklıydı. Pratik sorunlar ve sosyalist inşayla meşgullerdi. Onlar Marksizmi kitapçıklardan öğrendi. Üçüncü kuşak ise satirik makaleler ve gazete makaleleriyle yetişiyor. Derin bir kavrayışları yok… Çoğunluk Marx ve Lenin okuyarak değil, onlardan yapılan alıntılarla yetişiyor.
Alıntılarla yetişip, yeni fikir ve eylem geliştirmeden bu şekilde devam edilirse insanlar yakın zamanda daha da yozlaşacak. Amerika’da insanlar şöyle diyor: ‘Bizim dolara ihtiyacımız var, teori nemize gerek?’ Bizde de insanlar benzer şekilde düşünebilir: ‘Sosyalizmi inşa ederken Kapital nemize gerek?’ Bu bizim için bir tehdittir, yozlaşmadır, ölümdür.” (Stalin, Sovyet Ekonomistleriyle Beş Görüşme, 1950, bkz. İnternet)
Donanımını sürekli geliştiremeyen, somut tarihsel gereksinimlere yanıt veremeyen partiler kaybetmeye mahkumdur. Bu da tarihin diğer bir dersidir.
Şu noktayı vurgulamak isteriz:
“Stalinsizleşme” operasyonu, başlangıçta, “Leninizm” adına ortaya çıktı. Aslında bu olguyu, “Leninsizleşme”, “Leninizmsizleştirme” olarak tanımlamak gerekir. Bu Lenin döneminde başladı. Lenin’in ölümü ile atağa geçti. Liderliğini Troçki yaptı. Bu blok Buharin’le genişledi. Giderek yeni tip küçük burjuva bir tabakanın gelişmesiyle, kapsamı alabildiğine genişledi. “Stalinsizleşme” harekatı 1945’ler sonrası değişik biçimler alarak ilerledi. Bu eğilim ve yönelim, Stalin’in ölümüyle yarı-açık biçimler alarak ortaya çıkmaya başladı. 1956 ile iktidarı ele geçirdi. Anti-komünizm, anti-Sovyetizm demek olan modern revizyonist karşı devrim böylece anti-Stalinizm bayrağını göndere çekmeyi başardı. Burada bir tarihsel süreklilik var. Bu süreklilik değişik aşamalarda değişik biçimlerde ortaya çıkarak yeniden ve yeniden yapılandı. Bu olgunun toplumsal maddi temelini gerek içeride, gerekse de uluslararası arenada sürmekte olan keskin sınıf mücadelesi oluşturmaktaydı.
Aslında “kişi kültü”, Stalin etrafındaki kuşatma ve baskının bir aracı haline gelmiştir, getirilmiştir. 1930’lu yılların ortasında ve 1945 sonrası dönemde, Stalin’in ağır bir kuşatma altında olduğu, Stalin ve sağlam Bolşevik çekirdeğin bu baskıyı püskürtmede çok önemli mücadeleler verdiğini ama esasen 1945 sonrası için yeterince etkili olamadığı anlaşılıyor. Stalin’in ölümü ya da öldürülmesi (zehirlenerek öldürüldüğü anlaşılıyor) ile bu gerçek hızla açığa çıkmıştır. Parti ve MK’da gizlenmiş revizyonistlerin daha Stalin yaşarken çok önemli bir ağırlık oluşturmayı başardıkları anlaşılıyor... Bu olgunun da derinlemesine tahlil edilmesi gerektiği açıktır.
Stalin’i kişisel diktatörlük kurmakla suçlayan ve karalayanlara göre, “o kendisini yanılmaz, hatasız” biri olarak görmekteydi ve “her zaafını ustalıkla gizleyerek, muhaliflerini, rakiplerini suçlardı.”
Sayısız anti-Stalinist tanıklıklar ve analizlerde, bu demagoji ve manipülasyonu boşa çıkarak çok sayıda veri sunulmaktadır. Buna girmeye gerek yok. Ancak önemli üç tarihsel uğrakta Stalin’in gerçeğini ortaya koyan üç değerlendirmeyi hatırlatmamız gerekir.
1) Stalin (ve parti), tüm dünyanın gözü önünde, 1930’lu yıllarda sergilenen aşırılıkları, yapılan haksızlıkları ve partinin hatalarını açıklıkla, cesurca ilan eder.
2) Stalin, Hitler faşizmi Moskova önlerine dayanmışken, Hitler faşizmini yeneceklerini ve zaferi kazanacaklarını ilan eden ünlü konuşmasını yapar. Konuşmada eğip bükmeden, aldıkları askeri yenilginin nedenlerini ve sergilenen zaafları açıkça ortaya koyar ve yapılması gerekenleri açıklıkla sergiler tüm Sovyet halkı ve dünya kamuoyu önünde.
3) Stalin, savaş sürecindeki gösterilen zaaflardan dolayı, “Başka bir halk hükümetine şöyle diyebilirdi: Beklentilerimizi karşılayamadınız; gidiniz, biz Almanya‘yla barış yaparak bize huzurlu bir hayat sağlayacak başka bir hükümet kuracağız.” saptamasını ve açıklamasını yapar ve Sovyet halkına karşı sevgi ve saygısını vurgular.
İşte size kendine “Tanrısallık” atfettiği, Hitler’in liderlik ilkesini uyguladığı iddia edilen Stalin’in zihniyet ve duruşu.
Stalin’e yol gösteren, Lenin’in dediğidir; hatalarımızı, zaaflarımızı, yenilgilerimizi, geri çekilişlerimizi “kendimizden, işçi sınıfından, kitlelerden gizleseydik, kendi politik bilinç eksikliğimizi belgelemek; mevcut durumla yüzleşme cesaretinden yoksun olduğumuzu kanıtlamış olurduk. Bu şartlar altında çalışmak ve savaşmak imkânsız olurdu.” ilkesi, politikası ve ahlakıdır.
Stalin’in 1934 yılında toplanmış olan 17. Parti Kongresi’nde şunları söyler:
“Davayı ne tarafa yöneltmek gerektiğini sadece bizim Partimiz bilmekte ve başarılı bir şekilde yol göstermektedir ona. Partimiz, üstünlüğünü neye borçludur? Üstünlüğünü; Marksist bir parti; Leninist bir parti olmasına borçludur. Üstünlüğünü; bütün işlerinde, Marx'ın, Engels'in ve lenin'in ilkelerine uygun olarak yönetilmesine borçludur. Bu ilkelere bağlı kaldığımız ve bu pusula elimizde olduğu sürece, işlerimizde başarıya ulaşacağımızdan şüphe edilemez."
Stalin ve “Stalinizm”in başarıları, “Stalin kültü”nün değil, Marksizm-Leninizm’in ustalarına bağlı kalmasının, bu ilkeleri somut koşullara uygulama yeteneğini göstermiş olmasının ürünüdür. “Kişi kültü”ne karşı mücadele kisvesine bürünmüş sapkın kafalarla proletarya diktatörlüğünün, sosyalist inşanın dev ve görkemli başarı ve kazanımlarının nedeni anlaşılamaz, dahası burjuvaziye ve anti-komünist, anti-Stalinist Kutsal İttifak’a yedeklenmek kaçınılmaz hale gelir.
“Bolşevik devriminin düşmanı olan sabık başbakan A.F. Kerenskiy bile şöyle demiştir: Stalin Rusya'yı küllerinden yeniden yaratmış, süper bir güç yapmış, Hitler'i yenmiş, Rusya'yı ve insanlığı faşizm belasından kurtarmıştır. (YY, İZS, s. 564)” (Aktaran B. Bland)
Kerenskiy’e bu sözleri söyleten “Stalin kültü” değil Leninizm’in kudretidir, Stalin önderliğindeki sosyalizmin gücüdür. Kerenskiy, Lenin ve Stalin’e düşman biridir ama tarihsel gerçeğin altını da çizmekten geri kalmamıştır.
Tarihte eşi benzeri olmayan yüksek başarıların kazanıldığı bir coğrafyada ve dünyada “Stalin kültü”nün gelişmesinin bir karşılığı da olduğu açıktır. İçerisinde yetişerek geldiğimiz tarihsel gelenekte Stalin’i idealize ettiğimizi, tek yanlı bir yüceltmeyle şekillendiğimizi belirtmek gerekir. Oysa Stalin, dev başarıların önderi olduğu gibi hatalardan, zaaflardan azade biri değildi. Bu gerçeği zamanla kavramaya başladık ama iş, Stalin ve sosyalizmin hata ve eksikliklerini anti-Stalinizme varmanın aracı haline getirilince, Stalin’in ve SSCB’nin somut tarihsel gerçeğinin ret ve inkarı aracına çevrilmeye gelince, her komünistin orada Leninizm düşmanlarına “Dur!” demesini ve dahası gerçek yüzleri açığa çıkarmasını bilmesi gerekir. Ve bu, ilkesizlik demek olan oportünizmle, ideolojik uzlaşıcılıkla yapılamaz... “Ders çıkarma” adına Stalin’e, sosyalist inşaya reddiye yazılamaz. Yazanlar ise zaten komünist olamaz.
III
Stalin öldüğünde arkasından on milyonlar ağladı. Ama sevinçlerinden değil, büyük sevgilerinden dolayı.
180 milyonu oluşturan, sayısız ulus ve ulusal topluluktan oluşan bu dev ülkede, Sovyet halkı derin bir acıyla derin bir yasa büründü. Dünya çapında on milyonlar arkasından göz yaşı döktü. Sevinçlerinden değil, yaşadıkları acıdan dolayı. Onların sevgisi de acısı da içtendi.
Elbette ki Stalin’in ölümünü büyük bir sevinç ve mutlulukla karşılayanlar da vardı: Devrilmiş gericilik, tasfiye edilmiş burjuvazinin kalıntıları, emperyalizm ve gericilik, oportünistler, Troçkizm, Stalin sonrasına yatırım yapmış revizyonistler...
İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde tanık olunmamış zaferlerin altında imzası olan Stalin’di. Bunlara girmeye gerek yok. Sovyet işçi sınıfı ve halkı, dünya proletaryası ve halklarının geniş bir kesimi Stalin’i büyük bir içtenlikle seviyordu, saygı duyuyordu.
1905, 1917 Şubat, 1917 Ekim devrimlerini yaşamış; 1918-1921 arasında iç savaş ve emperyalist işgale karşı savaşın deneylerinden geçmiş; kır burjuvazisini tasfiye eden İkinci Devrimi’ni gerçekleştirmiş; kent ve kırda dev atılımlarla sosyalizmi kurmuş; Hitler faşizmini ezmiş, sosyalist kampın doğuşuna önderlik etmiş; bilimsel, teknolojik ve kültür devrimleriyle görkemli düzeye yükselmiş, dünyanın en güçlü ülkesini yaratmış SSCB işçi sınıfı ve halklarını enayi yerine koyarak Stalin tarafından köleleştirilmiş, kolektif belleği silinmiş, korkudan altına eden kişiliksiz bir halk olarak sunan; Sovyet uluslarının sosyalist ve enternasyonalist kardeşçe birliğini kurarak kenetlenmiş Sovyet halkını, Sovyet yurtseverliğini Çarlık döneminden bin beter bir uluslar hapishanesi ve Rus milliyetçiliği olarak sunan Troçkist, faşist ve emperyalist güçler ve onların kara propagandasının Sovyet halkı tarafından lanetlenmiş olması anlaşılırdır.
Bir halk ki, en büyük bedeller pahasına zaferleri Stalin önderliğinde kazanmıştı.
Bir halk ki Stalin liderliğinde çelikten ve yenilmez bir ülke yaratmıştı. İşte Sovyet halkının Stalin ve sosyalizm sevgisinin nedenleri buradadır. Bu halkın içten bir sevgiyle Stalin’in arkasından acı ve gözyaşına boğulmasından daha doğal bir şey olabilir mi!!!
Peki soralım:
Troçki’nin arkasından kaç kişi ağladı? Peki Hitler’in? Peki Kruşçev’in?Peki Brejnev’in? Peki Gorbaçov’un? Kim Stalin’i tarihin belleğinden silebilir ki!
N e demişti Stalin:
“Ben ölünce mezarıma pisleyecekler biliyorum fakat tarihin rüzgârı o pislikleri temizleyecek.”
Anthony Barnett, anti-komünist ve anti-Stalinist bir yazardır. Kitabının “Onu Sevmişlerdi” alt başlığı altında yazdığı şu satırları birlikte okuyalım:
“Sorun şu ki, onu seviyorlardı.
Kötü bir çardı ve onu seviyorlardı.
Köylülüğü parçaladı ve yine de onu sevdiler.
Yakın arkadaşlarını tasfiye etti, onların dövülmesini isteyen notlar yazdı, haklarında uyduruk suçlamaları onayladı ve arkadaşlarının ölümünü bizzat emretti.
Osip Mandelstam'ın ölümsüz deyişiyle (ki Mandelstam bunu, hayatıyla ödemişti) Stalin, ‘İdam kararlarını ağzının suyu akarak veriyordu’ ama ona hayrandılar.
Her yirmi kişiden biri kamplara girip çıkmıştı ve yine de öldüğü zaman gözyaşı döktüler.
Açıklama yapmanın güçlüğü burda işte.”
(Anthony Barnett, Sovyetlerde Özgürlük, s. 141 )
Peki iddia edildiği gibi o “korkunç suçlar”ı işlediği halde Stalin neden bu kadar eşsiz bir sevgiyle sevildi?
Bu sevgiyi açıklayabilmek için, Stalin gerçeğini kabullenmek lazım. Bu gerçeği anlayabilmek için, örneğin yazarın Stalin’e atfettiği iftiraları reddetmesini bilmek lazım.
Bu gerçeği anlayabilmek için kara propagandayı mahkum etmek lazım.
B u gerçeği kavrayabilmek için, Stalin’e (ve Sovyet toplumuna) dönük sahte suçlamaların değil, 180 milyonluk SSCB halkının gözünden bakmasını bilmek lazım.
Bu tarihsel gerçeği anlayabilmek için, bu sevgiyi anlamak istemeyenlerin, bu sevgi ve güveni, hayranlığı anlamak için çaba sarfetmeyenlerin, dünya burjuvazisinin, Troçkizmin sahte, ikiyüzlü demagoji ve manipülasyonunu gerçekmiş gibi inananların yolundan kopuşmak lazım.
İşte bu yapılırsa, “Açıklama yapmanın güçlüğü” aşılmış ve neden Stalin’e inanıldığı, neden Stalin’in sevildiği anlaşılmış olacaktır.
Barnett’in de anlayamadığı ya da görmezden geldiği şey budur.
Bilinçli tahrifat ve demagojinin temsilcileri olmamakla birlikte etkisinde kalanların bakış açılarıyla da bu sevgi, güven, saygı fırtınası anlaşılamaz.
Barnett’in sözleri, bir itiraftır.
Stalin gerçeğinin, Sovyet toplumunun gerçeğinin itirafıdır.
Stalin bir şeytan değildi, o dünya proletaryasının ve halkların haklı davasının, kavgasının, ideallerinin ve zaferlerinin Marksist-Leninist önderiydi.
Meselenin özü ve özeti bundan ibarettir.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder