Translate

17 Temmuz 2023 Pazartesi

14/28 MAYIS SEÇİMLERİNİN SONUÇLARI VE “SOL HAREKET”*

 




I

Milletvekili erken genel seçimleri ve cumhurbaşkanı seçiminde ortaya çıkan sonuçlar, ilerici-demokratik, yurtsever demokratik, devrimci-demokratik, komünist hareket (“Sol hareket”) bakımından önemli veriler sunmaktadır. Bu cenah, seçimlerde başarısız oldu. Başarısızlık bir sonuç, bu durumda doğal olarak başarısızlığın nedenlerinin incelenmesi ve derslerinin çıkarılması gerekmektedir. Bu inceleme, sorgulama, eleştiri ve özeleştirinin ne kadar yapılacağını hep birlikte göreceğiz... Biz bu yazımızda meselenin bazı yanlarına dikkat çekmekle yetineceğiz.

Burjuva cenahta “değişim” üzerine süren “ateşli” tartışmalar, burjuva siyasetin krizini yansıtmaktadır. Bu tartışma ve mücadele sistemin toplumsal ve politik krizi tabanında yükselmektedir. “Değişim” talebi geniş kitlelerin birikmiş toplumsal, politik tepki ve öfkesinin açık yansımasıdır. Burjuvazi ve değişik klikleri sisteme karşı birikmiş politik ve toplumsal öfkeyi ve mücadele isteğini sisteme yedekleyerek boğmanın hesabını yapmaktadır. “Değişim” tartışmalarında CHP bağlamında öne çıkan ve süregiden mücadeleler de rastlantısal değildir. Kapitalist istem ve burjuvazi bakımından CHP’nin, mücadeleye atılan kitlelerin devrimcileşmesini engellemek, sisteme yedeklemek bakımından özel bir misyonu vardır. Bu rol, CHP’nin “değişim” tartışmalarında öne çıkmasının ve çıkarılmasının ana nedenidir.

Değişim” üzerine burjuva liberallerin, sosyal reformistlerin vb. kesimlerin çığırtkanlığı sistem için erken uyarı işlevini görmektedir. Kuşkusuz ki burada önemli olan “değişim” istemine devrimci yanıtlar verebilmektir. “Değişim” gereksinimi devrimci hareketimizin de nesnel gereksinimidir. Yani “değişim” gereksinimi ve talebi salt burjuva cepheyle sınırlı bir olgu değildir. Sistemin ve egemen sınıfın krizi, bu krize devrimci temelde yanıt veremeyen devrimci ve komünist hareketin de krizi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu krize yanıt vermek, komünist ve devrimci hareketin omuzlarındadır. Toplumsallaşmış politik değişim gereksinimine yanıt verebilmek başta komünist hareket olmak üzere devrimci hareketin kendisini yenilemesinden; eleştiri ve özeleştiri temelinde gerekli dersleri çıkarmasından, bu dersleri pratik-politik bir silaha çevirmesinden geçmektedir. Bu görevin gereklerinin ve gereksinmelerinin henüz kavranmamış olduğunun altını çizmek gerekir.

Hatırlatmak gerekmektedir: Bürokratikleşme, bürokratik çalışma tarzı, bürokratik oligarşi, ünvanların/rütbelerin kutsanması ve itaat, bürokratik oligarşinin liderlik kültünü liderlik ilkesine dönüştürmesi, bürokratik merkeziyetçilik; bürokratik kastlaşmaya dayanan çifte standart, partileri kendi mülkü görme, devrimci ve komünist özeleştiri ve istifayı “iddiasızlık”, ilkeli eleştirileri ve eleştiri gücünü “vatan hainliği” görme; kariyerizm, bürokratik elit ekiplere göre örgüt ve kadro politikası, kitlelerle bürokratik öncülük zihniyetiyle ilişkilenme ve kitlelerle birlikte siyaset yapamama ve yapmama gibi zaafların, özel mülkiyetçi maddi temel üzerinde yükselerek şekillendiğini; tarihsel ve yapısal süreklilik kazanarak toplumsal-politik yaşamı zehirlediğini görmek gerek.

Bu zaaflar, küçük burjuvazi, geniş anlamda orta sınıflar, büyük burjuvazi, oportünizm ve tasfiyecilik zemininde her bir sınıf ve tabakanın kendine özgü ve ayırıcı zemininde farklı ya da benzer biçimlerde ortaya çıkması tesadüfi değildir. Vurguluyoruz; maddi temel özel mülkiyettir; bütün bu yapılar özel mülkiyetçi üretim ilişkileri temelinde ve kuşatmasında, baskısı altında biçimleniyor. Biliyoruz ki, devrimci ve komünist hareket de bu dünyanın içinde ve kuşatmasında, dizginsiz baskısı altında yaşamakta ve savaşmaktadır.

Bir demokratik devrim deneyiminden geçilmemiş olması; yaşadığımız toplumun “otoriter” bir tarihsel arka plana sahip olması ve güncele iz düşümü olgusuyla birlikte tüm bu gerçeklerin bütünsel analizi kaçınılmaz bir gereksinimdir. Proletarya ve kitlelerle bağ zayıflığı, kitlelerden kopukluk temel bir sorun olarak sol harekette bürokratik siyasi ve örgütsel, eylemsel hattı şekillendirmektedir.

Bürokratik hastalık ve çürümenin salt burjuva cepheye ve tarihe özgü olduğunu komünist ve devrimci hareketin bu zaaflardan azade olduğunu düşünmek teori, bilim ve tarihsel deneyimle bağdaşmamaktadır; dahası birbirini tamamlayan bu köklü zaaflar devrimci ve komünist hareketimizin hiç olmazsa ezici bir bölümünün tarihsel evrimine, oluşan tarzına, kültürüne, geleneğine dayandığını bilince çıkarmak ve hesaplaşmak gerekir. Bu olgular da içinde olmak üzere “değişim” isteğinin teori ve pratikte karşılığını bulması gerekir; komünist hareket de içinde olmak üzere, alışılagelen bürokratik, aşırı kibirli hamasetle, bürokratik boş övünmelerle, “boş tencereyi” dolu gösterme manipülasyonuyla bu görev yerine getirilemez... Daha gerilere uzanmadan, özellikle 1980 dönemeci, 1989/91 dönemeci sürecinde ortaya çıkan dev değişiklikleri yeterince bilince çıkaramayan, sınıf savaşımının çok yönlü gereksinmelerine yanıt veremeyen, geride kalmakla, altında ezilmekle şekillenmiş komünist ve devrimci hareketin gerçekleri anlaşılmadan, daha doğrusu kavranmadan yapılacak analizler, seçimlerden gerekli ilkeli sonuçlar çıkarılmasını da engelleyecektir.

Geçmeden altını çizelim: Devrimci ve komünist yolu, eskimiş, gelişmenin kösteği haline gelmiş kuşaklar değil, yeni devrimci ve komünist kuşaklar açacak; bu kuşaklar yeni devrimci atılımların fırtınası içinde öne çıkarak tarihe karşı sorumluluklarını üstlenecektir. Geçmiş birikimleri eleştirel aşarak yeniyi inşa edecektir. Bunun hangi biçimleri alarak gelişeceğini şimdiden bilemeyiz ama bu gerçeği hep birlikte zamanla göreceğiz. Kavranmayan, üstü örtülen ve geleceği de belirleyecek bu olgu üzerinde bütün boyutlarıyla durmak yaşamsal bir gereksinimdir.

II

Sol hareket” derken homojen bir yapıdan değil, farklı sınıf ve tabakaların, ezilen toplumsal kategorilerin varlığından; ilerici-demokratik, yurtsever-demokratik, devrimci-demokratik ve komünist hareketten bahsetmekteyiz. Bu tanımın içinde sol olmayan CHP vb. gibi gerici burjuva partiler ve çevreler yer almamaktadır. Dolayısıyla okur, anlatımı kısaltmak/kolaylaştırmak için kullanacağımız “sol hareket” kavramına bu gözle bakmalıdır.

Solda seçimlerde en geniş ve en etkin politik gruplaşmayı HDP-Yeşil Sol Parti önderliğinde kurulmuş olan “Emek ve Özgürlük İttifakı” (EÖİ) temsil etmekteydi. Yapılagelen tanımlamaya göre, bu blok “3. yol”u temsil etmekteydi.

Bu blok seçimlerde 100 milletvekili çıkarmayı hedeflemişti. Oysa aldığı sonuçlar, belirlenen hedefin oldukça gerisinde kaldı. Daha da önemlisi “ezilenler”e dönük politik çalışmada yetersiz kalınmış olmasıdır. Seçim süreçleri bir “an”dır; öncesinde hazır değilseniz ya da az-çok hazırlığınız yoksa ya da başarılı değilseniz, bu tablo seçimler gibi politik çarpışma “an”larında sıçrama yapma olanağını da size sunmaz...

Hatırlatalım: 14 Mayıs 2023 seçimlerinde YPS ve blok yüzde 8,82 oranında oy aldı. Blok üyesi ama ayrı listeyle seçimlere katılan ve 4 mebus kazanan TİP ise yüzde 1,76 oranında oy aldı. Dolayısıyla EÖİ’nın toplam oy oranı 10.58, toplam mebus sayısı ise 65’tir.

Bir diğer hatırlatma; HDP 2015 seçimlerinde yüzde 10 barajını aşarak yüzde 13,12 oranını yakalamış, 80 mebus kazanmıştı... Bu düzey HDP’nin yakaladığı en yüksek düzeydi. Bu düzeyi aşabilecek bir iddia eğer pratik-politik duruş ve savaşma gücünde somutlaşmazsa yaşamda karşılığını bulamaz. Yaşanan deneyim bir kez daha bu gerçeğin altını çizmiştir.

HDP, YSP-EÖİ seçimlere ağır faşist kuşatma ve saldırı altında katıldı. Düzmece gerekçelerle açılan dava ile HDP’nin seçimlere katılması engellendi. Binlerce üyesi tutsak alınan HDP’ye dönük saldırı kampanyası seçim boyunca da devam etti. HDP’nin seçimlere katılımının engellenmesinin yaratığı negatif psikoloji önemli bir motivasyon kaybına da yol açtı. Her ne kadar HDP YPS ile seçimlere katılarak dinci faşist diktatörlüğün saldırısını karşıladıysa da, seçmen HDP’ye karşı yaşadığı sıcaklığı YPS, EÖİ somutunda yakalayamadı. İşin bu yanı dinci faşist iktidarın HDP’yi kapatma davası açarken hesaba kattığı ve psikolojik savaşında önemsediği bir olguydu. Oy kaybında bunun bir faktör olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.

Bu düzmece dava, motivasyonu kırmak hedefiyle de açıldı. HDP hakkında açılan sahte dava, Erdoğancı faşist diktatörlüğün, AKP-MHP ittifakının topyekün sömürgeci kirli savaşının bir manevrasıydı. Çok boyutlu kuşatma ve topyekün savaş yurtsever hareketin desteğini arkalayan legal Kürt hareketinin politik ve örgütsel aktivitesini, örgütsel imkanlarını epeyce geriletti. Kara propaganda başta olmak üzere psikolojik harekat fiziksel terör politikasına geniş bir alan ve manevra olanağı sunarak, HDP-YPS-EÖİ’yi ağır bir şekilde sınırladı; yanı sıra Millet İttifakı da “terörist, kafir, LGBT’li, vatan haini” ilan edilerek, toplumun yarısından fazlası (Cumhur İttifakı’na -Cİ- oy vermeyen, oy vermede kararsız kalan kitleler de dahil) aşağılık tarzda baskı ve saldırı altına alındı.

Bu saldırı dalgası EÖİ’nin oy kaybının temel nedenlerinden bir tanesidir. Bu olgu, öyle üzerinden atlanarak geçilecek, gözardı edilecek bir olgu değildir. Seçimlere başta devrimci hareket olmak üzere sol hareketin gelişip güçlendiği, moral üstünlüğü elde tuttuğu bir süreçte değil, zayıfladığı, uzun süredir irade kırılması üzerinde gerilemesinin sürdüğü bir kesitte girildiğini unutmamalıyız... Bu sorun uzun bir zamandan beri devam edegelen ve devrimciliği çürüten bir temele ve geçmişe sahiptir. Keza seçim sonuçları bakımından 2015’lerden bu yanan süregelen faşizmin topyekün savaşının Kürt hareketi bakımından da yarattığı bazı ağır sonuçlar vardır; Rojava’da Erdoğancı faşist diktatörlüğün önemli mevziler kazanması, Güney Kürdistan içlerine doğru önemli mevziler elde etmesi, Kuzey Kürdistan’da gerilla hareketinin sınırlanması gibi gerçeklerin de görmezden gelinmesi doğru değildir...

Seçimler sürecinde de görüldüğü üzere, burada sorun, Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de güçlü bir birleşik, topyekün anti-faşist karşı direniş ve saldırıyla faşizmin geri püskürtülememesidir. Bunun ise pek çok sebebi vardır... Bu bağlam içinde bölgesel ve uluslararası mücadele dinamikleriyle de birlikte mücadelenin geliştirilememesi sorununun dün olduğu gibi bugün de yakıcı bir sorun olmaya devam ettiğini biliyoruz...

Deprem faciası nedeniyle silahlı eylemlerini durduran PKK bu tavrını seçim sürecinde de devam ettirdi. Erdoğancı faşist diktatörlük PKK’nin bu tutumunu yeni saldırıların fırsatı ve aracı olarak kullandı. Irak ve Suriye’de askeri saldırılar devam etti. MİT aracılığıyla nokta-hedef operasyonlarıyla imha savaşına daha fazla önem verildi...

Güncel bakımdan daha da önemli olan HDP’nin uzun süreden beridir mücadeleyi öncelikli olarak parlamenter zemine kaydırmış olması; sokaklarla ve kendi tabanı ile bağlarının zayıflamış olmasıdır. Bu bağlamda HDP bürokratik, aristokratik, elitist bir yapıya dönüşme sürecine girmişti. Bu durumun kendi tabanında HDP’ye, özellikle lider oligarşisine ve oligarşik yönetici kademeye karşı ciddi bir tepki geliştirdiğinin altı çizilmelidir. Tabanın söz ve karar hakkı, tabanın politikaya demokratik katılım ve eleştiri hakkı, kağıt üstünde değil ama fiili olarak ağır darbeler almıştır. Örneğin yerel ve genel seçimlerde aday belirlenmesinde tabanın etkisi, etkileme gücü kırılmıştır. Aslında bu eğilim ve tahribat, ulusal hareket içindeki burjuva liberal, orta sınıf olarak tanımlanan pasifist eğilimin, temelde Kürt burjuvazisinin sınıfsal ve politik yönelişinin HDP’de güçlendiğini göstermektedir. Bu olgu, Kürt ulusal hareketini tehdit eden, koşullar olgunlaştığında hızla öne çıkan veya çıkmaya çalışan bir eğilimdir. Devletin terörü, psikolojik harekatı daima bu kesimleri ve eğilimleri güçlendirme hedefini de içermektedir; bu olgu, bir an olsun bile unutulmamalıdır.

HDP’nin, EÖİ’nın sıçrama yapmak yerine gerilemesinde bu eğilimin ve tablonun temel bir rolü oldu. Bürokratikleşen, aristokratlaşan, lider ve yönetici oligarşisine dayanan; ağırlıklı olarak seçimlere (“sandık”) göre siyaset yapan, seçim pazarlıkları ile uğraşan bir yönelimle HDP anti-faşist rolünü de oynayamaz. Belli ki, HDP’nin baştan aşağı yenilenmesi gerekiyor. Başta Kürt halkı olmak üzere geniş kitlelere dayanan, sistematik kitle çalışmasıyla beslenen, sokaklarla haşır neşir, tabanın söz ve karar hakına dayanan; parlamenter mücadeleyi ihmal etmeden ama özellikle bu mücadeleyi kitlelerin meşru mücadelesine, sokakların gücüne tabi kılan acil bir yenilenmeye ihtiyaç vardır... Gerek HDP gerekse de devrimci hareket için parlamenter mücadele hala önem taşımaktadır; ancak, parlamenter mücadele parlamento dışı mücadeleye, fiili meşru mücadeleye dayandığı ve tabi olduğu ölçüde anlamlı sonuçlar üretecektir. Aksi durumda ehlileşme, burjuvazinin güdümüne girme, pasifize olma, parlamenter avanaklık kaçınılmaz bir sondur.

Biliyoruz ki, burjuvazi, egemen sınıflar ve onların sözcüleri, sol hareketin önüne parlamento yemi atarak onları teslim almaya başlı başına önem vermektedir. Legalizme, parlamenterizme, reformizme batmış bir mücadeleden devrim ve sosyalizm; Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarının kazanılması, Kürt ulusal direnişinin özellikle Türk halkının nezdinde meşruiyetin kazanılması çıkmaz; geçtik devrimi, faşist terörü geriletmek bile sokakların, milyonların örgütlü mücadelesine bağlıdır. Bu perspektif ve pratik yitirildiğinde, geriye devrimden, sosyalizmden, militan devrimci yurtseverlikten iz kalmayacaktır ve bu durumda kazanan burjuvazi, sermaye devleti, kaybedeni ise proletarya ve halklar olacaktır.

Bu tehlike ve tehdit politik gündemin çok önemli bir sorunudur; bu durum, yalnızca bugüne has, gelip geçici bir tehlike ve tehdidi ifade etmemektedir; aksine gerek Türkiye devrimci hareketi, gerekse de Kürt ulusal demokratik mücadelesi bakımından yarınları da kapsayan ciddi bir risktir...

Bu nokta, sosyal reformist hareket bakımından geçersizdir, çünkü onlar zaten yukarıda anlattığımız tablonun bileşenleridir.

İlk kurulduğu dönemde önemli bir işlev üstlenen ve gerçekleştiren, umut vadeden, demokratik işlerliğe sahip, daha geniş kesim ve kitleleri kucaklayan ya da bu yönelime sahip HDK’nın zaman içinde fiilen tasfiye olmasının, daha doğrusu tasfiye edilmesinin önemli bir zaaf olduğu açığa çıkmıştır. Bu organizasyonu önemli bir anti-faşist olanak görmek ve elbirliğiyle geliştirmek yerine, giderek bir engel ve yük gören dar grupçu, bürokratik, tahakkümcü politikalarla adı var kendi yok derekesine indirgenmesinin derslerinin de irdelenmesi önemlidir ve önemsenmelidir...

Yaşamın her alanını kapsayan sistematik, yaratıcı, kararlı gündelik kitle çalışmasının yerini hiçbir şey tutamaz; parlamento kürsüsü ve sosyal medya üzerinden yapılacak propaganda ve ajitasyonun etki gücü son tahlilde sınırlıdır ya da asla birincisinin yerini tutamaz. Dinci faşist rejimin ve burjuva medyanın alabildiğine sansür uyguladığı, alan açmak bir yana, kriminalize edilerek sesi duyulmaz hale getirilen HDP gerçeği farklı konumlanmayı ve mücadele hattını gerektirdiği kesindir; ulusal demokratik Kürt hareketinin tarihsel deneyimleri, ve HDP’nin özgül geçmiş deneyimleri bu açıdan da kulaklara küpe olmalıdır...

HDP esasen Kürt ulusal dinamiğine dayanan, yurtsever hareketten gücünü alan ve anti-faşist güçlere (“ötekilileştirilenler”) alan açan, birleşik mücadeleye önem veren bir cephesel yapılanmadır. Kuşkusuz ki HDP devrimi yapacak bir parti değildir; ona bu misyonu atfetmek ve buna göre beklentiler içerisinde olmak daha baştan yanlıştır. Sen devrimci görevlerini yapma ama kalk HDP neden devrimi hedeflemiyor diye “eleştiri” yap ya da devrim misyonu yükle; bu tutumlar saçma ve aşırı subjektiftir. HDP’yi kendi nesnel gerçeği içerisinde kavramak gerekir...

Sömürgeci faşist diktatörlüğün HDP’yi geriletmesine karşın tasfiye politikasının başarısız olduğunun altı çizilmelidir. HDP’nin varlığı ve direnişi Türkiye devrimi için ciddi bir imkandır. HDP etrafındaki sıkıştırılan faşizmin çemberini kırmak, birleşik mücadele hattında siyasal özgürlük kavgasını geliştirmek ulusal ve sınıfsal mücadelenin en önemli görevlerinden birisidir. HDP’nin ezilmesi demek salt dar anlamda Kürt ulusal hareketinin kaybı olmayacak; böyle bir sonuç, bir bütün olarak Türkiye devrimi bakımından ağır bir kayıp olacaktır... Bu gerçeğin bazı devrimci örgütler ve sosyal reformist olsa da ilerici kesimler tarafından kavranmaması, dahası küçümsenmesi gerçek bir politik yüzeyselliğe, ilkel bir politik zihniyete işaret etmektedir.

HDP’nin EÖİ şahsında cumhurbaşkanlığı seçiminde aday çıkarmaması yanlış olmuştur. Başlangıçta nispeten geniş bir yurtsever ve devrimci kitlenin beklentisi EÖİ’nın kendi cumhurbaşkanı adayını çıkaracağı beklentisiydi. Fakat HDP Erdoğan karşıtı muhalefetin 1. turda seçimi kazanacağı beklentisinden yola çıkarak, “Erdoğan’a kaybettirme taktiği”ni araçsallaştırarak kendi adayını çıkarmadı ve Millet İttifakı’nın (Mİ) adayı Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıkladı.

Bu beklentinin subjektif olduğu, keza Cumhur İttifakı’nın (Cİ) gerçek durumunun yeterince değerlendiremediği de açığa çıktı. Daha baştan hesap hatası yapıldı. Bu durum EÖİ aleyhine oldu; oy kaybı olgusu da bu gerçeğin önemli bir boyutudur. Dinci faşist rejimin sadece sandıklarda yenilebileceği beklentisi ağır bir yanılgıdır; var olan dinsel politik rejim istikrarlı bir temel kazanamamış olmasına karşın her geçen gün biraz daha yol almakta ve faşist diktatörlüğün tepesinde ekonomik, politik, askeri gücüyle, uluslararası bağlantılarıyla sonuna kadar direnmektedir ve direnecektir. Böyle bir iktidar ne pasifizmle ne de dar öncü çıkışlarla yenilebilir; bu iktidar sokakların meşru gücü, milyonların gücü ve mücadelesiyle yıkılabilir ancak. Seçimler öncesi bu politika yeterince dikkate alınmadı ya da es geçildi büyük oranda...

HDP’nin, YPS’nin-EÖİ’nın kendi adayını çıkarmaması, EÖİ’nın hem milletvekili seçiminde hem de cumhurbaşkanı seçiminde motivasyonunu darbelediği, bu bloka oy verecek ve verebilecek önemli bir kitleyi uzaklaştırdığı açıktır. Dahası seçim sonuçlarından da görüleceği üzere ırkçı milliyetçi siyasal eğilimin ve siyasi partilerin öne çıkması ve çıkarılmasıyla HDP’nin misyonu, kilit parti özelliği görünmez hale getirildi ve bu amaçla gerek Millet İttifakı’nın gerekse de Cumhur İttifakı’nın Emek ve Özgürlük İttifakı’nı gözden düşürme operasyonunu daha kolay geliştirmesine hizmet etti. Oysa EÖİ, 1. turda kendi adayı etrafında yoğunlaşmasını ve gücünü ortaya koymasını sağlayacak güçlü bir kampanya geliştirebilseydi, HDP (YPS, EÖİ) 2. turda kilit parti olarak kudretini gösterebilecek, burjuva cephe, özellikle de Mİ üzerinde güçlü bir “baskı gücü” olabilecek, kamuoyu nezdinde taleplerini dayatabilecek, kendine önemli bir manevra alanı açabilecekti. Ne yazık ki bu fırsat kaçırıldı; bu fırsatın kaçırılması Zafer Partisi, Oğan gibi ırkçıların ve ırkçı milliyetçiliğin öne çıkarak gündemi önemli ölçüde yönlendirilmesine hizmet etti ve “yükselen milliyetçilik” propagandasına elverişli bir imkan sağladı.

1. turda aday gösterilmemesi, Mİ’nın adayının desteklenmesi; CHP ve Kılıçdaroğlu hakkında hayaller yayılması son derece tehlikeli bir yönelim ve duruşu ifade etmekteydi. Oysa CHP ve lideri hakkında hayaller yayılmaması önemliydi. Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi Erdoğan’ın kaybetmesi faşizmden burjuva demokrasisine geçiş anlamına gelmeyeceği gibi, CHP’nin ve Mİ’nın gerçekleri dikkate alındığında Kürt sorunun “barışçıl çözümü” için yolun açılması anlamına da gelmemekteydi... Burjuva liberal beklentiler yaratmadan mücadelenin geliştirilmesi önemlidir. Bu sorun bugün için olduğu kadar gelecek için de özel öneme sahiptir.

HDP’nin, EÖİ’nın oylarının gerilemesinde TİP’in yüzsüzce kendi amblemi, ismi ve adaylarıyla seçime girmesinin de önemli bir rolü olduğu kayda geçirilmelidir. Sosyal şoven TİP arsızca kendisini dayattı. Sorunu bilinçli, küçük hesaplarla önce kamuoyunda tartıştı. Burjuvazi ve CHP kanalları bu tutumu kışkırtarak bloku zayıf düşürmeye çalıştı. TİP’in duruşu EÖİ karşı ciddi bir güvensizlik geliştirdiği gibi, özelde de Kürt tabanda “Türk solu”na karşı çok ciddi tepkilerin gelişmesine yol açtı. Blokun cumhurbaşkanlığı seçiminde gerek 1. turda gerekse de 2. turda Kılıçdaroğlu nezdinde CHP ve Mİ destek vermesi; TİP’in YPS ve EÖİ sırtına binerek yüzde 7 seçim barajının altında kalmamayı garanti altına alarak fütursuzca davranması, ikisi bir arada; keza milletvekili seçiminin tabanı dışlayarak HDP (ve ittifak) tarafından bürokratça, bürokratik merkeziyetçi tarzda tepeden belirlenmesi ile birleşince, antifaşist blok (EÖİ) alabileceği oy oranını alamadığı gibi geriledi.

TİP egemen ulus milliyetçiliğinin küçük burjuva, sosyal şoven kesimlerinin oylarına oynayarak (ki zaten bu sınıfın sözcüsüdür) ve aynı zamanda faşizm ve sermayeye “Kürt ulusal hareketi ile aramızda çizgisel fark var” (“kırmızı çizgi”), “bana fazla dokunmayın”, “gerektiğinde yolumuzu ayırmaya hazırız” mesajını verdi. Sol Kemalist ekolü de temsil eden TİP’in duruşu, başlıca olarak Kürt ulusal hareketinin sırtından semirmek politikasında ifadesini bulmuştur. Seçim süreci de bunu kanıtladı. TİP’in Kürt ulusal mücadelesi ile ilişkilenmede sosyal şöven TKP’den daha ileri duruşu olsa da temel gerçek budur.

Kanımızca HDP, EÖİ TİP karşısında gerekli militan duruşu sergileyemedi. “Batı benden sorulur”, “Batıda benim borum ötmeli”, “Batıda yüzde 10 oy alırım”, “mecliste grup kuracak sayıya kolayca ulaşırım, hazine yardımı da alırım” çığırtkanlığı boşa düşürülmeliydi; bunun yol ve yöntemi bulunmalıydı ve bulunabilirdi. Nihai olarak yapılması gereken şey, TİP ile yolları ayırmak, “kendimizi görmek istiyoruz” politikasına alan açmak, “kendisini görmesi için” yüzde 7 barajı garantisinin dışına almak olmalıydı. TİP’in bu dar grupçu, oportünist (fırsatçı) politikasının sonucu olarak, eğer daha fazla değilse, 9 milletvekili kaybedilmiştir ve daha da önemlisi orta ve belki de uzun vadede özellikle Kürt seçmen nezdinde “Türk solu”na karşı ciddi bir güvensizlik gelişmiştir ve geliştirecektir. TİP tutumu ile Türk işçi ve emekçileri içerisinde sosyal şovenizmin etkisini canlı tutarken, böylece, aynı zamanda ilkel Kürt milliyetçisi ve muhafazakar Kürt çevrelerin eline de ciddi bir propaganda imkanı sunmuştur. Bu propaganda iki ulustan işçi sınıfının ve halkların birleşik mücadelesine karşı olan başta Kürt milliyetçileri olmak üzere Türk ve Kürt milliyetçi siyasi çevrelerini güçlendirmiştir. Anti-faşist mücadelede birleşik davranmak, TİP’in oportünist iki yüzlülüğüne imkan ve fırsat sunmak anlamına gelmez ve gelmemelidir.

Bilindiği gibi TİP, 49 il, 52 seçim çevresinde kendi adı ve listesiyle seçimlere girdi. TİP’in aldığı yüzde 1,75 oy oranında ve çıkardığı 4 milletvekilinin seçilmesinde anti-faşist çevrelerin önemli bir rolü olduğu açıktır. TİP, HDP’ye, EÖİ’na rağmen bu oyları almadı, en azından oylarının önemli bir kısmını hiç olmazsa bazı bölgelerde TİP’e kerhen oy veren blok seçmenleri ve gönlü HDP’den yana olan anti-faşist kitleler oluşturdu. Eğer TİP bu koşullarda “kendimizi görmek istiyoruz” politikası yerine blok listesi ve adıyla seçimlere girseydi, bu, blok için bir avantaj sunacaktı...

Hem Kürt hareketinden ve devrimci hareketten uzak duran hem de CHP ve Mİ ile arasına belli bir mesafe koyan bir kitlenin olduğu ve bu kitlenin kazanılmasının gözetilmesi gerektiği açıktır... TİP’in üzerine oynadığı bu kitlenin bir kesimi seçimlerde TİP’e oy vermiştir... TİP’in eleştirdiğimiz gerçeklerine karşın, kendi bağlamında oy oranı itibari ile göreli bir başarısından bahsetmek yanlış olmayacaktır.

Hatırlatma gereği duyuyoruz; esas olarak, Kürt hareketinin gücüne ve imkanlarına dayanarak “devrimci siyaset” yapan asalaklaşmaya karşı mücadele etmek de önemli bir devrimci görevdir. Bu asalaklaşmanın “Türk solu”nu geliştirmediğini, hem devrimci harekete hem de HDP’ye zarar verdiği görülüyor. Gettolaşmış, devrimci bir yükselişin olmadığı koşullarda devrimci sol hareketin derinleşen çıkmazları, politik ve örgütsel krizi HDP’ye tutunarak aşılamaz. Kendi ayakları üzerinde duran, yolu açan bir devrimciliğe ihtiyaç var ve bu henüz ufukta gözükmemektedir... HDP ile sol hareketin birleşik politik mücadelesi bir şeydir ona tutunarak ayakta kalmak farklı bir şeydir; bunlar birbirinin yerine ikame edilemez; ayrıca “bileşen hukuku”na güvenerek ayrıcalık beklemek, istemek ve peşinde koşmak nesnel olarak devrimcilik erozyonudur... Kendi gerçeklerini sorgulamak yerine HDP’ye verip veriştirerek zaaflarını, çıkmazlarını, yaşadıkları erozyonu “devrimci Marksist” vs. lafazanlıkla örtüleyenlerin, dikkati başlıca olarak dış etkenlere yönlendirenlerin ise herhangi bir geleceği yoktur...

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkanın şu açıklaması özünde haklıdır:

"Kendilerini sol, sosyalist, özgürlükçü tanımlamalarına rağmen toplumdan kopuklar. Bürokratik yapıları, yaklaşımları çok önde. Kürt Özgürlük Hareketi'nin yarattığı hazır kitleye dayanıyorlar, nasıl olsa kitle hazır, çok fazla gerek yok gibi bir havaları var."

"Bu seçimler gösterdi ki halk içinde çalışılmazsa, kitleler eğitilip örgütlendirilmezse kazanılmıyor. Yani öyle oy çantada keklik değildir. Çok çalışan, kitlelere giden, kitleleri eğitip örgütleyen kazanıyor.”

DEVAM EDECEK

*Bu konuyu işlemeye devam edeceğiz. Uzun olacağı için yazımızı birkaç parçaya bölerek yayınlayacağız.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder