SEÇİMLER, SOL HAREKET VE MUHASEBE
İKİNCİ BÖLÜM*
-MUHASEBE YAKICI BİR GEREKSİNİMDİR
-“MIŞ” GİBİ YAPARAK...
-TARTIŞMA ELİTLE SINIRLANMAMALI...
-GERÇEKLER KARŞISINDA KÖRLEŞME, SAĞIRLAŞMA...
-DURUMUN TEORiSİNİ YAPMAK, “ÖĞRETİLMİŞ VE ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK”...
-İYİMSER OLMAKLA SORUNLAR ÇÖZÜLMÜYOR...
-YENİ NESİLLER VE GELECEK
-“GÜVENSİZLİK YAYMA” DEMAGOJİSİ...
-İRADE KAVRAMI...
-“SOSYALİST HAREKET” GENELLEMESİ...
-SOSYAL PATLAMA HAYALLERİYLE YAŞAMAK...
-SEÇİMLERDE ORTAYA ÇIKAN TABLO DEVRİMCİ ÖNDERLİK SORUNUN ÇÖZÜLEMEMESİNİN SONUCUDUR
-“YENİLDİK” VE SOSYAL REFORMİST ÇIĞLIK, MORAL BOZUKLUĞU... AKP SALDIRISI
-“3. CEPHE”, HDP, BİLEŞENLER VE YENİDEN YAPILANMA GEREĞİ...
-YENİLGİLER EĞER ÖĞRENMESİNİ BİLİRSEN İYİ BİR OKULDUR
MUHASEBE YAKICI BİR GEREKSİNİMDİR
Sendika.org’da, 14 ve 28 Mayıs seçim sonuçları vesilesiyle, “Sosyalist hareket, eleştiri, özeleştiri” başlığı altında bir “muhasebe” tartışması başlatıldı. Bu tartışma zaten başlamıştı; sosyal reformist çevrelerden devrimci çevrelere kadar sorun şöyle ya da böyle gündemleşmişti. Bu bağlamda Sendika.org, bu tartışmayı “dosya” halinde açarak yararlı, geliştirici bir inisiyatif gösterdi. Seçim sonuçları “sol hareket”in başarısızlığına geniş çaplı ayna tuttu; bu olgu, “muhasebe” tartışmasından kaçınmanın olanaklı olmadığını gösterdi. Başlatılan eleştiri, özeleştiri, muhasebe tartışmasına pek çok siyasi çevre ve aydın katıldı; bu tartışma dar ya da geniş platformlarda değişik biçimlerde devam etmektedir. “Bizde sorun yok, başkaları kendisine baksın” mealinden eleştiri ve açıklamalar yapan dar kafalı siyasi çevreler de dahil “sosyalist hareket” “muhasebe” tartışmasına karşı ilgisiz kalamamaktadır. “Muhasebe” komünisti de içinde olmak üzere anti-faşist ve devrimci sol hareketin yakıcı bir gereksinimidir. Bundan kaçınmak, olsa olsa, devrim ve sosyalizm kavgasına önderlik etme iddiasında olan siyasi çevrelerin önderlik-öncülük görevini kavramaktan ne kadar uzak olduğunu gösterir sadece.
Sınıf mücadelesinin gereksinmelerinden ve gereklerinden kopmuş, dar sektlere dönüşmüş, kendini amaçlaştırmış, kendini beğenmişliğin kibirli sularında kulaç atanlar için özeleştiri ve eleştiriye dayanan “muhasebe” sorunu, kendi dışında kalanların sorunudur. Süslü cümlelerin ardına “gizlenmiş” kodları okursak, söylediklerinin özü şudur: Zaten kendileri devrim ve sosyalizmin önderleridir; şöyle ya da böyle hatalar, eksiklikler olsa da kendileri hep “başarı”lıdır; bugün de, gelecek de yalnızca onlardan sorulabilir vs.
Bunlar, ısrarla inşa ettikleri ve ayakta tutmaya özel önem verdikleri görüntünün aksine gerçekte öz güvenden yoksundurlar. Kendi küçük burjuva daracık dünyalarının dışına karşı körleşmiş, sekter, bürokratik, sınıftan ve kitlelerden kopmuş, üstelik güç kaybetmeye de devam eden parti ve çevrelerdir. “Sol” keskinlikle, dar grupçu hezeyanlarla kendi gerçekleriyle ilkeli bir tarzda hesaplaşacak nitelikten ve yetenekten de yoksundur bu tip siyasi çevreler.
Belirttiklerimiz onların nesnel gerçekleridir. Mızrak çuvala sığmıyor ama gerçeklerden kopmuş küçük burjuva zihniyet, duruş ve yönelim bu gerçeğe gözlerini kapamayı sistematik bir önderlik tarzına dönüştürmüştür. Böyle de olsa, çuvala sığmayan ve sığdıramadıkları mızrak, durmaksızın kendilerini dürtmekte, dolayısıyla mızrağın sivri ucundan kaçınamamaktadırlar. En nihayetinde güneş balçıkla sıvanamıyor. Kadrolar, devrimci kitle tabanı, anti-faşist kitleler öyle ya da böyle “Ne oluyor?” diyerek olan-biteni sorgulamaktadır. Yani devrimci ve komünist hamasetle, ahlakçı, romantik ajitasyonla, boş övünmelerle ne mızrak gizlenebiliyor ne de eleştirel sorgulamanın önü kesilebiliyor. Çünkü teorinin, politik mücadelenin, örgütlenmenin temel sorunları, ağır başarısızlık ve yenilgilerle açığa çıkan yıkımlar hamasetle, romantizmle, ahlakçılıkla, parıltılı sözler ve parlak sloganlarla çözülemez ve çözülemiyor. Çözülemeyince de niteliksel gerileme, aşınma, yıpranma, irade kırılması, devrimcilik kaybı, gözden düşme sürüyor. Bu tablo kapsamlı ve köklü “muhasebe” yapılmasını özellikle dayatıyor.
“Muhasebe”nin yalnızca kendi dışındaki siyasi yapılar tarafından yapılması gereken bir iş olduğuna inanan siyasi çevreler, aynı zamanda, kaba ya da ince “sol” lafazanlıkla “her şeyi batıran”, “batırmış” diğer siyasi çevrelerin kendi “yanılmaz otorite”lerine hesap vermekle de yükümlü olduklarını düşünmekte ve “bekleme”ktedirler. Öyle ya, dünya onlardan sorulur...
Bu küçük burjuva zihniyet ve duruş, aynı zamanda, “muhasebe” tartışmalarının tasfiyeciliğe, sosyal reformizme sürükleme ya da var olan sürüklenişi daha da derinleştirme tehdidine karşı ideolojik ve politik duyarsızlaştırma rolünü de oynamaktadır. Aslında değişik düzeylerde kendileri de zaten bu sürecin birer parçasıdırlar; örneğin uzun yıllardan beri yaşanan şu legal particilik furyasını ve açtığı yıkımları hatırlayalım...
“MIŞ” GİBİ YAPARAK...
Seçimler, “muhasebe” için bir vesile oldu ama köklü, yapısal, tarihsel zaaflar, uzun yıllardır süren yenilgi psikolojinden çıkamamanın eleştiri ve özeleştirisi zaten yakıcı bir gereksinimdi. Kaldı ki, 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçim sonuçları vesilesiyle başlamış olan sol hareketin “muhasebe”, “eleştiri-özeleştiri”, “”ders çıkarma” tartışması başlıca olarak seçim çarpışmasının sonuçlarına, yaşanan başarısızlığa dayanılarak ele alınamaz. Önemli bir deneyim olarak seçim sonuçları, yapılacak muhasebede, elbette ki değerlendirilecektir ama bir seçim başarısızlığının üzerinden, seçime endeksli, onunla sınırlı bir değerlendirme yanıltıcı, tek yanlı, yüzeysel, manipülatif olacaktır.
Seçimler öncesi başarılı, güçlenen, kazanımları yükselen, sorunları çözen, yolu açan, moral gücü yüksek, proletarya ve kitlelerle bağları güçlü, politik bir çekim merkezi haline gelmiş bir ilerici demokratik, devrimci-demokratik ve komünist devrimci hareket zaten yoktu; dolayısıyla “mış” gibi yaparak “neden seçimlerde yenildik” ya da “seçim yenilgisi” üzerine konuşmak subjektif bir tartışmadır. En nihayetinde seçimler bir muharebedir, “an”da yaşanan bir çarpışmadır. Dolayısıyla “yenilgi” ve “yenildik” sorununun dar alana sıkıştırılarak tartışılması, sol hareketin nesnel gerçeklerinin köklü ele alınmasını ve kendini aşmasını önler.
Muhasebe üzerine tartışma bir tarihe, bu tarihin deneyimlerine, yarım asrı aşkın bir sürecin ardından devrimci öznelerin geldiği yerin nesnel gerçeklerine dayanmak zorundadır...
Seçim çarpışmasında başarı veya başarısızlık, “an”daki durum tarafından değil, öncesinden belirlenir asıl olarak; dün hazırlığın, çalışman neredeyse yoksa, duruş ve yönelimin yetersizse, başarısızsa, “an”ı bir gelecek perspektifine bağlı ele alamıyorsan, “an”da başarılı olmak pek olası değildir. 14-28 Mayıs seçim sonuçları sol hareketin göz çıkaran gerçeklerinin daha keskin açığa çıkması bakımından sarsıcıdır ve böylece sol hareketin geniş bir kategorisi “muhasebe” tartışmasını gündemine almak zorunda kalmıştır. Yayınlamış olduğumuz bir önceki yazımızda*, sistemin, egemen sınıfın yaşadığı krizin, tersinden sol hareketin yaşadığı krizle birlikte ele alınması gerektiğini yazmıştık. Sol hareketin yaşadığı krizin, sınıf mücadelesinin teorik, politik, örgütsel-pratik gereksinmelerine yanıt verememesinin, hareketin gerisine düşerek altında ezilmesinin yansıması olduğunu saptamıştık.
“Solun krizi” yeni ve güçlü devrimci çıkışlara olduğu kadar, tersinden, “yenilenme”, “ders çıkarma” adına daha derin ve kapsamlı tasfiyeci yıkımlara da gebe ya da oraya götürecek dinamiklere de sahiptir. Bu bir çelişkidir ve sürecin çelişkili nesnel karakteriyle bağlıdır. Bu çelişki diyalektik bir çelişkidir. Çelişkinin çözümünün devrimci mi reformist mi olacağını, hangi seçeneğin galebe çalacağını ise seçilecek “çözüm yolu” belirleyecektir. Ortaya çıkacak çözüm seçenekleri iyi ya da kötü niyetlerle değil, öznelerin nesnel siyasal ve toplumsal hareketin gereklerine ve gereksinmelerine verecekleri yanıtlarla belirlenecektir.
TARTIŞMA ELİTLE SINIRLANMAMALI...
“Muhasebe”, “eleştiri, özeleştiri” tartışmasının dar bürokratik elitlerin tartışmasına sıkıştırılması tehlikelidir. Dahası bu yöntem devrimci değil, gericidir. Böyle bir yöntem ve perspektifle “muhasebe” yapmak, gerçek bir tartışmanın yapılmasını önleyecek; bürokratik yapılara dayanan, bürokratik yabancılaşmanın da en gelişkin, en derin özünü oluşturan ve temsil eden bürokratik elitlerin, “önderler”in “kendi doğruları”nı bir kez daha kendi yapılarına dayatmasının; devrimci kadroların, tabanın, kitlelerin, yaratıcı kolektif aklın eleştiri, özeleştiri enerjisini boğmasının bürokratik aracına dönüştürülecektir. Bu yapısal bir hastalıktır ve nesnel olarak kendini üreterek hastalığı derinleştirip kapsamlılaştırmaktadır.
Yani niyetlerle açıklanamayacak, bir sorun olmanın ötesine taşarak bilakis sorunun kaynağına ya da kaynaklarından birisine dönüşerek şekillenmiş bürokratik yapısallıkla, zihniyet, alışkanlık ve tarzla “muhasebe” gerçekleştirilemez. Muhasebe devrimci ve anti-faşist kitle tabanını, devrimci hareketin siyasi etkisi altında kalan kitleleri, kitlelerin ileri katmanlarını kapsayacak tarzda yapılmalıdır. “Muhasebe” doğası gereği, kitleleri dolaysız ilgilendiren bir sorundur. Ve kitleler bu sorunları sayısız biçimler altında tartışmaktadır. Bunu görememek en hafif deyişle saçmalık olacaktır. Devrimler öncülerin ve elitlerin değil, kitlelerin ürünüdür. (“Devrim kitlelerin eseridir.”) Sınıfın ve kitlelerin dışına düşmüş, dar güçleriyle bir tür baş başa kalmış, öğrenci olmasını bilmeden hep “büyük öğretmen” rolünü oynayan, krize sürüklenmiş ya da krizsel girdapta olan devrimci örgütler, kitlelerden öğrenmeye önem verdiklerini bu bağlamda da kanıtlamak zorundadırlar. Eğer başarılırsa, böyle bir yönelim “muhasebe” bakımından değerli bir kazanım olacaktır.
Başlamış olan muhasebe tartışması, geniş kesimler tarafından ilgiyle izleniyor; bu ilgi ve tartışma gerçek nedenleri anlamaya çalışan, hazin tablomuzun sonuçlarıyla her seferinde keskin bir şekilde karşılaşan, her şeye karşın devrimci örgütlerin öz güçsüzlüğünü aşmasını, rollerini yerine getirmesini isteyen geniş bir kesimin varlığını göstermektedir. Bu ilgiyi, potansiyeli, devrimci imkanı içererek yürümek her bakımdan yaşamsaldır. Fedakarca mücadele yürüten yüzlerce devrimci kadro ve aktivist eleştiri ve tartışma özgürlüğü ekseninde “muhasebe” tartışmasında yer almalıdır. Yalnızca iyi günlerde değil kötü günlerde de devrimci hareketi bir biçimde sahiplenen ilerici, devrimci kitlelerin, keza uzaktan da olsa devrimci hareketimizin durumunu duyarlılıkla izleyen kitlelerin birikimlerinin “muhasebe” tartışmalarında yaratıcı tarzda yer bulması ve karşılık üretmesi önemli ve geliştirici olacaktır. “Kitlelerden kopukluk”, “dar alanlara sıkışmışlık”, “bürokratlaşma” eleştirilerinin haklı olduğu, öncülük/önderlik iddiasını güçten düşürdüğü koşullarda “kitlelerden öğrenmek” “kendimizi ölçme”nin de mihenk taşıdır ya da mihenk taşlarından birisidir.
Vurgulamak isteriz; muhasebeyi, “tartışma kulübü değil, savaş örgütüyüz”, “muhasebe zaman kaybıdır”, “bırakalım bunları dikkatimizi günün devrimci görevlerine yoğunlaştıralım”, “bu bizi ilgilendirmez, biz zaten haklıyız, başarılıyız; gitsin başkaları özeleştiri versin”, “bu tartışmalar devrime, sosyalizme, devrimci harekete karşı güvensizliği geliştiriyor” vb. gibi tepkilerle karşılayan zihniyetler, politik yapılar gerçek durumun açığa çıkarılmasını ve çözümlerin geliştirilmesini engelleyerek günün devrimci görevlerinden de kaçmaktadırlar. “Günün devrimci görevlerin”den de kopmuş, “günün devrimci görevleri”ne “devrimci savaş örgütü olarak” yanıt olamamış ve olacak durumda da olmayan; bu gerçekleriyle sınıfın ve kitlelerin, devrimci kitle tabanının güvenini kırmış ya da giderek güvensizlik üreten bir devrimci hareketin ya da tek tek partilerin bu vb. argümanların ardına gizlenerek yaptıkları ya da yapacakları sözde “analiz”ler ve “eleştiri”ler ise, sadece çıkışsızlığın, ideolojik, politik, örgütsel güçsüzlüğün, yaşanan krizin yansıması olarak okunmalıdır.
GERÇEKLER KARŞISINDA KÖRLEŞME, SAĞIRLAŞMA...
“Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” (Albert Einstein)
Devrimci ve komünist hareket bakımından yukarıda işaret ettiğimiz ve etmeye devam edeceğimiz tablo, en genel hatlarıyla, dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan alt-üst oluşlarla, hızlı, kapsamlı, derin radikal değişimlerle (emperyalist küreselleşme, “sosyalizmin çöküşü”, dünya devriminin geçici ama ağır yenilgisi gibi) ve değişimlerin güncel mücadeleye sirayet eden anlamının kavranarak sürece yanıt verilememesiyle, böylece geriye düşerek altında kalınmasıyla; tüm devrimci ve komünist çabalara karşın içerisine düşülmüş girdaptan çıkılamamasıyla dolaysız bağlıdır...
Devrimci hareketimiz içerisine düştüğü geri konumdan çıkamamış, kendini koruma ve savunma psikolojisine mahkum olmuştur. Ama bu durum, doğal ve kaçınılmaz olarak, gerilemeyi daha fazla ivmelemekte, proletarya ve halkların en yakıcı sorunları üzerinde organik bağlar kurarak rolünü oynamasını daha çok önlemektedir. Burada yenilgi ve savunma psikolojisi, keskin inisiyatif kaybı, öz temellerde aşınma ve daracık alanlara sıkışma, kendi dar sorunlarına gömülme ve ileri doğru sıçrama dinamiğinin aşırı aşınması, ağır kan kaybı ve tasfiyeci zehirlenmeyle birlikte bütünsel bir yıkım olarak şekillenmiştir. Bu açık bir devrimcilik kaybında, yalnız nicelik olarak değil, daha da önemlisi ve belirleyici olarak nitelik kaybında somutlaşmaktadır. Sınıfın, halkların sorunları üzerinden devrimci ve komünist bir çizgide güncelleşerek devrim ve sosyalizmin genel ve güncel taleplerine dayanan bir politika geliştirilemeyince, kendi “dertleri”ni öne alan, öncü çıkışlara dayanan bir “savaş hattı”na endekslenip daha da geriye gidilmektedir.
Faşizm ve sermayenin dinmek bilmeyen saldırılarına yanıt veremeyen ve gerilemeye devam eden komünist ve devrimci öznelerin açık bir yorgunluk yaşadığı, ağır siyasal koşullarda yolu açmak yerine kendi içine sıkışmış olduğu açıktır. Bu yenilgi, irade kırılması, nitelik kaybı, yorgunluk, ağır siyasal koşulları göğüsleyememe, altında ezilme komünist ve devrimci hareketi özellikle fiili olarak kendi devrimci siyasal çizgisinden ve iktidar perspektifi ve hedefinden uzaklaştırarak daha da daralmasına, kendi öz kitlesini bile işin gereklerine bağlı örgütleyememesine, legalizme batmasına vb. yol açmıştır. Başarısızlıklar, yenilgiler, yenilgilerin ürünü tasfiyecilik, sınırlı başarılarla şekillenen bir tarih burada iç içedir ve bu, bir yanda geniş çaplı tasfiyeci oportünizmi üretirken, öte yandan da dar kafalı sekterizmi beslemektedir.
Devrimci ve komünist hareket ağır bir kriz yaşamaktadır. Kriz komünist ve devrimci hareketi kötürümleştirmiştir ve tüketmektedir. “Gettolaşma” bu gerçeğin ifadesidir. İç ve uluslararası bütünselliği olan kriz palyatif tedbirlerle aşılamıyor. Krizin temel sacayaklarından olan ya da krizin bir parçası haline gelen aktörler, nesnel olarak krizi derinleştirip daha da ağırlaştırma misyonunu üstlenmiş; büyük bir oranda inşa edilmiş “sanal gerçeklik”le durumu kurtarmaya çalışmaktadır. Böyle bir “öncülük-önderlik” anlayışı ve çalışma tarzı ile devrimci hedeflere kilitlenmiş bir gelecek kazanılamaz.
Krizi anlamayan devrimcilik, komünistlik, nesnel koşulların ürünü olan krizin özne düzeyindeki aktif taşıyıcıları olarak krizin pençesinde tükenişe devam etmektedir. Daracık dünyalarda inşa edilen ve dayatılan sözde “gerçeklik”, yaşamdan, sınıf mücadelesinden, proletarya ve halklardan kopuşun izahı; ve bu güçsüzlüğün de özel olarak beslediği ve kışkırttığı savunma psikolojisinde derinleşmenin, taşlaşmanın aracı olarak gerici bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda geçtik zaafların hesabını vermeyi, alınan yenilgilerin bile uslandıramadığı küçük burjuva cüretle bir de hesap sormaya çalışılmaktadır.
Hesap vermesi gerekenler, hesap sorar hale geldikçe tasfiyecilik ve oportünizm, bürokratizm ve kariyerizm ve manipülasyon daha da etkinlik kazanarak devrimcilik erozyonu eşliğinde kendi mezarını kazmaya devam etmektedir. Hesap sormazsan hesap verilmez, hesap vermemeye alışanlar ise elinde kılıç kadro ve değerleri hoyratça harcar...
İlkeli, geleceğe endeksli, güncele yanıt veren, eleştiri ve özeleştiri mekanizmasının işlediği ve yol açtığı, kolektivizm ilkesi ekseninde kolektif akıl ve savaş gücüne dayanıldığı, ortak kuralların yön verdiği, söz ile eylemin birliğine dayanan yoldaşça sevgi ve saygının, açıklık ve güven ilkelerinin az ya da çok işlediği devrimci ve komünist bilinç ve duyarlılık, eylem gücü ağır darbeler yemiş, yerini “garip” bir çifte standarda dayanan bürokratik yabancılaşmaya bırakmıştır. (Bunun her bir örgüt için eşit derecede önem taşımaması işin sadece ikincil derece önem taşıyan yanıdır.)
Bu negatif yönelim Marksist-Leninist değerlere, devrimci değerlere yabancılaşmanın ifadesidir aynı zamanda. Köklü, yapısal zaafları, başarısızlıkları, yenilgileri akılcılaştırmak (oportünizme has durumun teorisini yapma) devrimcilik üretmemekte “ama bu şey”, bir çizgiye, eyleme, önderlik “sanatı”na, çalışma tarzına çoktan dönüşmüştür. Aşamadığın şeyin esiri haline gelir ve bunu üretirsin. Mesele bu aynı zamanda.
Gerçekler karşısında bu denli körleşme, sağırlaşma, dilsizleşme tesadüfen karşımıza çıkmıyor yani. Bu durumu devrimci kadroların ve devrimci parti ve çevrelerin kötü niyetleriyle, aptallığıyla, cehaletiyle, korkaklığıyla, mücadeleden kaçışıyla izah edemeyiz. Ortada teorik, ideolojik, siyasal, örgütsel yapısal ve tarihsel nedenler, özelde de 1990’lar sonrası içerisinde geçilen tarihsel konjonktürün yarattığı ağır ve kapsamlı, yıkıcı sorun ve gelişmeler var. Sorgulama, buralardan başlamalı, bu eksene dayanmalı, böylece yol açılmalıdır. Devrimci olmak, devrimcilik yapıyor olmak, devrimcilikte direnmek, devrimci bedeller ödüyor olmak değerlidir ama bu tek başına devrimci yenilenmeye, yolu açmaya, sıçramaya vb. yetmiyor ve yetmez de. Yol açılmadığında devrimci direngenlik de yıpranır, geriler, verimsizleşir, enerji, inisiyatif ve yaratıcılığını, iddiasını kaybetmeye başlar; tıkanır, kendini daha keskin tüketmeye başlar; krizin pençesinde ve girdabında devrimcilik durmaksızın kan kaybeder; yaşadığımız da bu değil mi? Bunu anlamak için acaba daha ne gerekiyor?!
DURUMUN TEORiSİNİ YAPMAK VE “ÖĞRETİLMİŞ VE ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK”...
“Muhasebe” adına sağ ya da “sol” temelde durumun teorisini yapmak, özeleştiri görevinden kaçmak geçtik sınıfı, Kürt ulusal devrimi ile Türk ulusundan “ezilenler”in savaşçı birliğini kurma ve geliştirme görevinin de kavranmadığının ifadesidir.
Türkiye devrimci ve komünist hareketi elbette ki başarılı olmak istemektedir ama siyasal mücadele ve önderlik anlayışıyla, kitle çizgisiyle, çalışma tarzıyla bu başarıyı yakalamaktan ve geliştirmekten yoksundur. Dar pratikçi ilkellikle, amatörlükle, idare-i maslahatçılıkla belirlenen; stratejiye dayanmayan pragmatik taktiksel başarılar kazanmayı temel alan bir teori ve pratikle devrime önderlik edilemiyor ve edilemez. Körleşmiş, küçük mülkünü korumayı amaçlaştırmış, bürokratlaşmış, bürokratik elitisizme ve kastlaşmaya dayanan “önderlik” etme ve yönetme tarzını kırmızı çizgisi olarak belirlemiş; küçük mülküne yönelen her eleştiriyi tehlike gören, düşmanca karşılayan, ödenen bedellerin ve şehitlerin arkasına geçerek devrimci ve komünist eleştiriyi bastıran küçük esnaf kafasının aşılması gerekmektedir. Bu kafayla (zihniyet, tarz, gelenek, kültür, alışkanlıkla) yol açılamaz, büyük tarihsel ve siyasal pratiklere önderlik edilemez. Aslında bu, nesnel olarak “öğretilmiş, öğrenilmiş çaresizlik” denen durumun sol versiyonudur. “Sanal gerçeklik inşası”, “kendine hayranlık”, “çıkışsızlık”, birkaç başarılı hamlenin ardından kendine dönme, devrim ve iktidar hedef ve iddiasında nitelik kaybı, bu kısır ve tüketen döngüden bir tür çıkamama hali, kendi özgün gerçekliğinde “öğretilmiş, öğrenilmiş çaresizlik” olgusunu üretmekte, alışkanlıkların gücüyle sarmaş-dolaş kötürümleştirici bir girdapta direnmeyi biçimlendirmektedir. 1994-1996 anti-faşist yükselişini hatırlayalım; bu dönemde devrimci hareketimiz “öğretilmiş çaresizlik” (kendi zaaflarına tutsaklık ve alışkanlık) cenderesini parçalamada güçlü bir irade göstermiş; anti-faşist dalga içerisinde konumlanmış olarak önemli ölçüde öncü konumlarda etkili olabilmişti.
Yukarıda dikkat çektiğimiz ve eleştirdiğimiz tablonun arkasında hesaplaşılamamış ve geri dönüşsüz kopuşulamamış bir tarih, alışkanlıklar, gelenek, kültür, teori ve pratik var; ya da hesaplaşma doğrultusunda atılan ilk temel adımların, sıçramaların ardından eskinin yeni içinde, yeni bir biçimde ortaya çıkarak kendini var etmesi; ve bu var edişin bir tarihe, kültüre, tarza, geleneğe yaslanması var. Ve işaret ettiğimiz olgu, her bir yeni dönemde, kendine özgü somut koşullar içerisinde kendini üreterek, kendi mecrasında yıkıcı rolünü oynamaya devam edegelmiştir. Devrim ve sosyalizm davasına kazanılan genç insanlar da bu çarkın ve girdabın içinde benzer motivasyon ve duruşla şekillenerek oynaması gereken rolü oynayamamakta, böylece yaratıcı enerjisi, çok yönlü gelişimi boğularak engellenmektedir...
Bu tabloyu üreten nesnel temeller var ve bu nesnel neden ve koşulların bir dolayımdan geçerek yansıması olan ideolojik ve örgütsel zaaflarla hesaplaşılamadan da “kendini aşma”, “sıçrama”, “her bir dönemin gereksinmelerine yanıt veren başarılı öncülük” gerçekleştirilemiyor. Her salisya burjuva dünyanın kuşatması ve baskısı altında yaşayan ve savaşan yapılarda bürokratikleşmenin kaynağı ideolojik ve örgütseldir. “Öğretilmiş çaresizlik”le şekillenmiş, içerisinde geçtiğimiz tarihsel konjonktürün altında kalmış, yönünü şaşırmış, yenilgi psikolojisine tutsak olmuş devrimci hareketimizin de genel gerçeğidir bu. Faşizm ve sermayenin “devrimci hareketi denetlenebilir sınırlar içerisinde tutma politikası”nın başarılı olmasını sağlayan en temel neden, kendi yapısal zaaflarıdır. Bu “kontrol edilebilir sınırlarda tutma” politikasını yıkan ve aşan tek hareket ise, PKK oldu...
“Kontrol edilebilir sınırları” aşmada, “öğretilmiş ve öğrenilmiş çaresizlik”i proletarya ve devrim adına yıkmada en iddialı ve gerçekçi çıkış, Birlik Devrimi’ydi (1994 MLKP’nin kuruluşu) ama o da birkaç yıllık başarılı gelişmenin (1994-96) ardından, kendi özgün temellerine, gelişme çizgisine oturamadan irade kırılmasına uğradı; giderek ideolojik ve örgütsel krize sürüklendi. Bu kriz giderek yapısallaştı. Yeni zaaflarla da kriz pekişti. Post-Marksizm ve ezilenci oportünizm, legalizme yönelme ve sürüklenme bu sürecin ideolojik ve siyasal gerçekleri olmaya başladı...
MLKP’nin doğuşu, atılımı ve ardından tökezleyerek yapısal ve tarihsel zaafların esiri haline gelmesi derin dersler sunan bir laboratuvardır komünistler için...
Burada yöntem ve bakış açısı bağlamında vurgulamak istediğimiz bazı gerçekler vardır “muhasebe” bakımından.
Kapsamı ve derinliği geniş olan “muhasebe” tartışmalarında, sayısız olguya ya da olguların/görüngülerin çeşitli boyutlarına işaret etmek, meseleyi anlamak bakımından çok önemlidir ama gerçek durumu kavramak ve aşmak için yeterli olmaktan oldukça uzak pozitivist bir yöntem ve perspektiftir. Oysa belirleyici olan, bütün olguların temelinde yatan gelişme yasalarının bilince çıkarılmasıdır. Bilimin görevi olguları incelerken tüm bir gelişme biçimlerini birbirine bağlayan derindeki nedeni, yüzeyin altındaki hareket ettirici gelişme yasasını kavramaktır. Doğada ve toplumda tüm görüngüler (olgular) bir gelişme dinamiğine ve temel gelişme yasalarına dayanır... Muhasebe, tartışması, sınıfları, sınıf mücadelesini, tarihsel hareketi temel alarak, devrimci ve komünist hareketi kendi nesnel gerçekleri ve somut gelişmesi içerisinde incelemek ve açıklamakla yükümlüdür. (Kuşkusuz ki bu kapsamlı, birkaç makalenin sınırlarını aşan ayrı bir çalışmayı gerektirir.)
Bu yöntem ve bakış açısı olmaksızın muhasebe adına söylenecek şeyler, bir dizi olgunun sıralanmasına, çeşitli hataların, eksikliklerin, zaafların varlığına indirgenecek; bu sorunların “devrimci irade”yle, “feda ruhu”yla, “yetkin liderler”le veya “doğrudan demokrasi” (vbg.) ile aşılacağı gibi gerekçeler ileri sürülerek, var olan durum son tahlilde meşrulaştırılarak “yol açma”ya bakılacaktır.
İYİMSER OLMAKLA SORUNLAR ÇÖZÜLMÜYOR...
Gündemleşmiş olan “muhasebe” tartışmalarından nasıl sonuçlar çıkabilir acaba? İleriye doğru sıçrama yapılabilir mi? Yoksa tasfiyeciliğe, reformizme, legalizme, parlamenterizme daha fazla batmayla mı şekillenecek? Doğal olarak, gönül, ortaya çıkarılacak sonuçların devrimci ve komünist yenilenmeye, gelişmeye, geleceğin fethine sıçramayı sağlayabilecek bir gelişme çizgisinde olmasını arzulamaktadır; fakat sınıf mücadelesi bu, iyi niyet dilekleriyle yol açılamıyor, tarihin, sınıfın, halkların çağrısına yanıt verilemiyor... Uzun vadede, gelecek için iyimser olmakla, şu dönem içerisinde geçtiğimiz kesitin gerçekleri içinde “iyi niyetli bildirimler”de bulunmak farklı şeylerdir... Kuşkusuz ki bu dönem, zamanla yerini gürbüz, gelişen, tarihin yolunu açan bir gelişme çizgisine bırakacaktır; bu sürecin bağrında açık ya da gizli olarak var olan geleceği inşa edecek devrimci imkanlar ve birikimleri görmezden gelmek de düşünülemez ve bundan kuşku da duyulamaz...
Doğrusu muhasebe tartışmalarının yolu açması beklentisi bağlamında güçlü sonuçlar çıkaracağını gösteren yeterli veriler yok henüz. Dahası görülen o ki, taşlaşmış yapılar, nalıncı keseri gibi kendinden yana yontacak; ağırlıklı olarak lafazanlık düzeyinde kalacak, yolu açmayacak “tartışma”lardan, “özeleştiri”lerden sonra bir kez daha eski konumlardan “mücadele” edilecektir. Zihniyet, tarz, gelenek, kültür, şekillenme, en büyük başarıları başarısızlık olan pozisyonlarıyla “önderler” de iktidar koltuklarını korumaya; bu amaçla canhıraş mücadele etmeye, küçük burjuva ihtiraslarını “Marksist”, “ezilenci Marksist”, “Leninist”, “Maoist” vb. keskinlikle, “feda ruhu”yla açıklamaya, durumun teorisini yaparak, öncülük, önderlik üzerine büyük büyük laflar ederek yollarına devam edecekler...
Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesi olmaktan çıkmakla birlikte hala baskın havası küçük burjuva havadır. Devrimci hareketimiz bu cereyanı göğüsleyememektedir. Ve köklü yapısal hastalıkları alışkanlıkların gücüyle de güvence altına alınmıştır. Öyle ki, sözgelimi “sosyalizmin deneyleri”ni tartışan, eleştiriler yapan bir sürü akım SBKP’de, SSCB’de bürokrasi, bürokratik çürüme, ayrıcalıklı bürokrat tabakaların doğması, giderek kastlaşması, bürokratik önderlik, mutlak itaat, kişi kültü, parti kültü, iç demokrasi yokluğu vs. üzerine kalem sallar, propaganda yaparken, hiçbir ilkesel, ahlaki, vicdani kaygı duymadan, iş kendi gerçeğine, kendi pratiğine gelince, sanki bu eleştirileri yapmamış gibi davranmaktadır. Bu bağlamda başı özellikle de bu yapılarda etkili olan “kızıl bürokrat önderler” çekmektedir. Burada da oportünizm ve tasfiyecilik, çifte standarda, inkarcılığa, çift kimlikliliğe dayalı olarak tam da karşımızda durmaktadır.
Dikkat çekmek isteriz: Faşizm ve gericiliğe karşı mücadelede, poliste, zindanda, mahkemelerde dik duran, kafa tutan, gündelik politik ve örgütsel çalışmanın yükünü fedakarca omuzlayan devrimci kadrolar, iş “kendi mahallesi”ne, kendi yapılarını eleştirmeye, hesap sormaya gelince ya tek yanlı bürokratik şartlanmanın belirleyici etkisi altında bunu yapamamakta ya da cesaretsizliğinin sonucu kendini ifade etmekten uzak durmakta, uzlaşıcı davranmakta bürokratik emir ve kumanda sistemine, amir-memur ilişkilenişine tabi olabilmektedir. Ki bu olgu, aslında genel bir hastalık olarak kendini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda ideolojik-siyasi-örgütsel bilinç ve donanımın düşüklüğü, devrimci ve komünist özne olarak bağımsız kimliğin gelişmemiş olması yapısal ve tarihsel bir zaaf olarak göz çıkarmaktadır. Faşist diktatörlüğün dinmek bilmeyen saldırıları ve verilen kayıplar, bürokratik yabancılaşmaya dayanan biçimlenmenin ekseniyle birleşerek söz konusu zaafların bilince çıkarılmasını alabildiğine zorlaştırmaktadır. Aslında bu, devrimci partilerin kendi elleriyle kendi gelişimini önleyen, kolektif aklı ve dinamizmi, deneylerden öğrenmeyi darbeleyen, kısırlık, cansızlık üreten bir yıkıma yol açtığını da göstermektedir.
Hatırlatmaya gerek var mı; “yeni insan tipi” ancak bütünsel gelişimiyle birlikte “yeni insan” olabilir. Ve bu bireysel bir sorun olmanın ötesinde kolektif savaşımın gerekleri ve ateşi içerisinde çözülebilecek bir sorundur. Söz konusu zaafların gelişmeyi engellediği, tek yanlı insan tipi, örgüt ve kadro biçimlendirdiği berrakça kavranmalıdır. Devrimci ve komünist eleştiri ve özeleştiri, eleştiri ve tartışma özgürlüğü, açıklık ilkesi, sınıf mücadelesinin gereklerine yanıt veren, güçlü ve sistematik geliştirici bir yaşam tarzı olarak kendini inşa etmedikçe, bu zaaflı gerçekten kopuşulamaz. Ve bu kuşkusuz ki, bu öncelikle komünist hareketin gelişiminde somutlaşmalıdır. Özel mülkiyetçi dünyanın açık, net, kolayca gözüken biçimlerine karşı mücadele her zaman daha kolaydır ama bu mücadelenin partili devrimci yaşamda “Marksist”, “Marksist-Leninist” görüngülerle ortaya çıkan bütün forumlarına karşı mücadeleyle tamamlanması gerekir. Ve en zor olan da bu ikinci formu görmek ve savaşmaktır; burada SBKP ve SSCB deneyiminin bizlere sunduğu dev tarihsel derslerle donanmanın yaşamsal önemde olduğu görülmelidir...
Kendini ve kadrolarını bağımsız devrimci özne olarak inşa edemeyen, kadroları, örgütleri, kitleleri kendine tabi olacak, söylenenleri yapacak nesne olarak gören küçük burjuva teori ve pratikle, önder kültünü (önderleri idealize eden, dokunulmaz, eleştirilemez, hesap sorulamaz bir yüksekliğe yerleştiren) liderlik çizgisi haline getiren sefaletle kopuşulması gerektiği açıktır...
YENİ NESİLLER VE GELECEK
Devrimci hareketin devrimcilikte direnmesi önemlidir. Devrimci hareketin ağır saldırılara karşı bedeller ödemeyi göze alarak mücadele etmesi çok değerlidir. Evet bu az şey değildir, değerlidir ama devrimcilikte direnmekle, bedeller ödemekle ne sınıf ve kitleler kazanılabiliyor ne de devrim ve sosyalizm kavgası yolunda ileri doğru sıçranabiliyor. Evet bunlar olmadan devrimci kalınamaz ama bu duruş ve şekillenme kanamaya, ağır kan kaybına yol açan hastalığa ve hastalıklara çare olamıyor. O halde açık ki, bu durumun aşılması gerekiyor. Eğer muhasebe buna hizmet edecekse anlamlı ve geliştirici olacaktır.
Devrimci hareket, niceliksel birikimlerin üzerinden niteliksel sıçramalar yapacak gelişme seviyesine ulaşmaktan henüz oldukça uzaktır. Bunun sorumlusu da yine kendisidir. Bu devrimci hareketin nesnel gerçeğidir. İleri atılma, kendini aşma çabasının, birkaç başarı ve kazanımın ardından kırılması, gerileme, devrimci iddianın, irade gücünün aşınarak yıpranması, kırılmaya dönüşmesi, krize sürükleniş bu olgunun kanıtıdır. Bu rutini kırabilmek yaşamsal önemdedir...
Devrimci bir dalganın yükselmediği koşullarda, irade kırılmasının kötürümleştirdiği yapılar üzerinden devrim ve sosyalizm kavgasının yolu açılamıyor. 50 yılı aşkın bir tarihin (1971-2023) ardından gelinen yer, içerisine düşülmüş girdapta bir tür “kendini tekrarlama”yla belirlenen mücadele çizgisinden kopuşulmadan devrimci ve komünist yenilenme zaten başarılamaz. Kendini amaçlaştıran, kutsayan, sınıfı ve kitleleri kazanma ve seferber etme niteliğini kaybetmiş, post-modernizmin, post-Marksizmin, legalizmin ideolojik ve siyasi etkisi altına girmiş, zamanını doldurmuş öncüler, teoriler, pratikler aşılmalıdır.
Görülen o ki, yeni büyük mücadele dalgaları içinde öne çıkacak yeni nesiller, eski birikimlerin eleştirisiyle yeniyi kurmaya yönelecektir. Eski kuşaktan devrimcilerin ve komünistlerin bu yeni dönemde, yeni kuşaklara, olabilecekse eğer, (hele de “böyük böyük önderler” oyununu oynamadan) yardımcı olma misyonunun ötesinde yapabilecekleri bir şey yoktur. Eğer muhasebe çalışması, eleştiri, özeleştiri, ders çıkarma böyle bir yenilenmeye hizmet ederse (ya da ettiği oranda) bir değer taşıyacaktır.
Kuşkusuz ki işe sıfırdan başlanmayacaktır. Aksine burada söz konusu olan, tarihsel birikimi eleştirel içselleştiren, aşan bir devrimci ve komünist yenilenmedir. Elbette ki bu nirengi noktası ret ve inkar edilirse sonuç tasfiyeci oportünizm ve inkarcılıkla noktalanacaktır ve bu tehlike her zaman devrimci hareketin gündeminde olmaya devam edecektir. Gelişme aynı zamanda bu vb. tehlikelere karşı ideolojik ve örgütsel donanım ve savaşma yeteneğiyle karşılanabilir ancak. Yani yeni tipten bir devrimci ve komünist yenilenme ve yapılanma gelecekte de benzer yıkıcı sapmalarla, çürüme tehditleriyle karşı karşıya kalmaktan kurtulamayacaktır; dolayısıyla bu vb. tehlike ve tehditlere karşı sistematik uyanıklık ve mücadele kesintisiz gündemde olmaya devam edecektir. Uluslararası devrimci-demokratik ve komünist hareketin tarihsel deneyimleri bu bakımdan her zaman kulağa küpe olmalıdır.
Yeni kuşaklar ekseninde yeniden yapılanma meselesi öyle kolayca kavranabilecek, gerekleri yerine getirilecek bir gelişme olmayacaktır ve bu gelişme açık, net sancılı bir süreçten geçecek ve geçerek biçimlenecektir; bu bugünden zaten açıktır.
Devrimci, komünist yenilenmenin, gelişmenin önünü öncelikle ve özellikle bürokratik elitizm, bürokratik oligarşiler, “kızıl bürokrat”lar kesmekte ve kesmeye çalışacaktır. Bir tarihsel süreç öncülük iddiasındaki yapıları ve kadrolarını böyle şekillendirmiştir; yani hiçbir şey rastlantısal, nedensiz değildir... Bürokratizmi, bürokratik çürümeyi, bürokratik liderlik teori ve pratiğini de bu bağlamda incelemek ve eleştirmek gerekir. Fakat mücadelenin yolunu açacağına güvenmek lazım. Ya bir yol bulunulacak ya da yeni bir yol açılacaktır. Belirleyici olan yeni tipten bir gelişme çizgisinin doğuş ve gelişimidir ve bunun önemidir, bugünden öneminin görülebilmesidir. “Bu iş bizsiz olmaz, bu işleri biz biliriz”, “kainat bizden sorulur” vs. ukalalığı nesnel olarak ömrünü doldurmuştur ve yeni eğilim görünen ve görünmeyen biçimlerde mayalanıp gelişmektedir. Hemen hatırlatmak gerekir ki Lenin’in, hareketin proletarya ve geniş kitlelerden kopukluğunun, yaşamın ve mücadelenin nabzının elde tutularak yanıtlanamamasının her zaman için oportünizmi beslediği, sayısız oportünist zaaflara yol açtığı vurgusundan tekrar tekrar öğrenmeliyiz. Öğrenci olmadan öğretmen kesilmek, öğrenci olmayı bilmeden hep öğretmeni oynamak, mücadelenin tüm bir gelişim seyrinde önce öğrenci sonra öğretmen olmayı kesintisiz kılmadan öncülük, önderlik iddiaları oportünizmdir; bu, bürokratik öncülük ve önderlik gerçeğinin, yaşamdan ve gereksinmelerinden kopmanın en berbat biçimlerde açık dile gelişidir. Köklü ve sistematik kopuşlara ihtiyaç olduğu açıktır.
“GÜVENSİZLİK YAYMA” DEMAGOJİSİ...
Bu eleştiri ve değerlendirmeleri, özelde de ve başlıca olarak, kendisine yöneldiğinde (bu devrimci hareketin genel hastalığıdır) ayağa zıplayıp “güvensizlik yayma”, “partinin prestijini sarsma”, “ağır siyasal koşulları göğüsleyememe” vb. olarak lanse edenlerin, ustalaştıkları en büyük yeteneklerden biri olan bastırma-manipülasyon yeteneğini bir silah olarak kullanmaları trajik, dahası traji-komik bir durumdur ve buna da “liderlik” deniyor. Üstelik ağır siyasal koşulları göğüslemeyip dibe doğru giderken, Avrupa merkezde olmak üzere mültecileşirken sağa sola bağırıp “ağır siyasal koşulları göğüsleyemeyenler” söyleminin arkasına gizlenenlerin; duygular dünyasını romantik hamasetle manipüle eden zihniyetlerin ve duruşların canlı yaşamla da bağı kalmadığı görülmelidir. Şu 12 Eylül askeri faşist darbesiyle ilk fırsatta “güvenlik”, “süreklilik” vs. adına kapağı Avrupa’ya atan, kadroları, örgütleri, kitleleri kaderiyle baş başa bırakan “liderler”i dün gibi hatırlıyoruz; bugün de bu eğilim çarpıcı hale gelmiştir. Ve biliyoruz ki, egemen sınıf, dinsel faşist diktatörlüğün terörü ve ağır cezalandırma saldırısıyla başlı başına bu mültecileşmeyi teşvik etmekte; gerilemiş, öz gücüne güveni zayıflamış, illegal ve yasadışı temelleri yıkıma uğramış, tutunamayan politik parti ve çevreler, bu saldırıları göğüslemez duruma gelmiştir... Devrimci çizgide kararlıca durmak, illegal ve yasadışı temeli sağlamca kurmak, devrimci kitle çizgisinde şekillenmek olmaksızın devrimci ve komünist hareketin gittikçe yapısallaşan mültecileşme zaafına karşı başarılı bir mücadele geliştirilmesi olanaklı değildir. “Denizde balık” olmayı tam bir kararlılıkla, sistematik öğrenmek yakıcı bir devrimci görevdir.
Kabaca işaret ettiğimiz ağır tabloya bakıp, kendini sorgulamak, öğrenmek, dersler çıkarmak, yenilenmek yerine, alışılmış, yapısallık kazanmış hastalıklı zihniyetle de ne yol alınabilir ne de yol açılabilir. Koca bir tarihsel deneyim bunu haddinden fazla açığa çıkarmıştır ama öğrenmesini bilen için. Zamanını doldurmuş, gelişmenin önüne engele dönüşmüş teorilerin, politikaların, tarzların, fikirlerin, “liderler”in, alışkanlıkların yeniye karşı canhıraş direnmesi, amaçlaştırdığı varlığını korumaya dayanan aşırı tutuculuğuyla, savunma psikolojisi ile yolu kapaması, durumun teorisini yapması, eşyanın doğası gereğidir. O zamanını dolduran şey, bu refleks ve direnişini en sağ biçimlerden en “sol” biçimlere dek, bukalemun gibi renk değiştirerek kendini korumaya, gelişmenin önünü keserek küçük burjuva gerici ideolojik saldırganlığını yenilir yutulur hale getirmeye çalışır... Fakat buradan değil gelecek, devrimciliği de tüketen geleceği olmayan gericileşmiş bir direniş çıkar, hepsi bu.
İRADE KAVRAMI...
Sık sık vurgu yapma gereksinimi duyulan “irade” kavramı eğer teoriden pratiğe kadar uzanan kapsam ve derinlikte yol açamıyorsa; en dar anlama indirgeniyorsa, ahlakçı, romantik, imancı, militan mücadeleye, feda ruhuna çağrıya, günü birlik başarılara endeksleniyorsa, bu durumda bahsi geçen “irade” kavramı, işlevsel değildir. Kötürümleştiren, körleştiren küçük esnaf kafası kendine olmadık özellikler, öznellikler atfederek, buna da “devrimci irade”, “komünist irade”, “büyük düşünmek”, “büyük oynamak”, “büyük liderlik” vs. diyerek gerçek bir çıkışa önderlik etme niteliğinden ve yeteneğinden uzak olduğunu kanıtlamaktadır. Proletarya ve halk kitlelerinden kopmuş, proletarya hareketinin, genel demokratik halk hareketinin, devrim ve sosyalizm kavgasının önünü açamayan politik-pratik, eylemin içeriği irade kavramının sağlamasıdır. Süslü açıklamalar ve manipülasyon bu gerçeğin yerini tutma nitelik ve yeteneğine sahip değildir ama bu, gerçeklere körleşen birey ve partiler için geçerli değildir ve olamaz da.
Aslında yenilgi ve tasfiyecilik, devrimci ideolojik-politik konumlardan vazgeçme eğilimi, devrimcilik kaybı, bilimsel devrimci teori ve pratiğin kavramlarını da alt üst ederek, içeriğini boşaltarak kullanmada da somutlaşıyor, tamamlanıyor. Objektif durum budur. Oportünizme has iyi niyeti bir yana atarak, irade kavramı da dahil, bu kavramların manipüle edilmesi eleştirel tarzda açığa çıkarılarak mahkum edilmelidir. Ve “irade” kavramı da sınıfsaldır, sınıfların damgasını taşır, bağlı olduğu sınıfa-kategoriye hizmet eder, onun nesnel karakterine göre anlamlanır... “İrade, irade” diye bağıranların, süslü cümleler kuranların nasıl bir iradeyi temsil ettikleri her zaman için eleştirel incelenmeli ve tanımlanmalıdır. “İrade, irade, daha fazla irade” diye “önderlik” çığlıkları atanların yolu açamadıkları, gerileme ve yenilgilerin başlıca sorumluları oldukları, devrimci ve komünist gelişmenin yolunu kapadıkları bizce açıktır. Pratik bunun sağlaması ve aynasıdır...
“SOSYALİST HAREKET” GENELLEMESİ...
“Muhasebe” tartışmalarında, genelleme yapılarak kullanılan “sosyalist hareket” kavramı, küçük burjuva “kafa karışıklığı”nın sonucudur. Dahası bu kavramlaştırma kendini “sosyalist”, “Marksist” ilan her akımı “sosyalist”, “Marksist” gören, sınıflar arası, ideolojiler arası temel ayrımları, farklılıkları inkar eden halkçılığın, oportünizm ve tasfiyeciliğin, post-Marksist teorilerin, siyasetin damgasını taşımaktadır. Proletarya sosyalizmini, küçük burjuva sosyalizmini, burjuva sosyalizmini aynı kefeye koyarak yapılan değerlendirmeler, proletarya sınıfının ideolojisi olan Marksizm-Leninizm ile küçük burjuva reformizmi ve küçük burjuva devrimci-demokrasi arasındaki sınır çizgilerini ortadan kaldırarak burjuva ideolojisine kan taşımaktadır. “Mezhepçi sosyalizm”, “mezhepçi Marksizm” teorileri, “kendine Marksist diyen Marksisttir” (Brenstein), “görevimiz Marksistlerin, sosyalistlerin birliğini sağlamaktır”, “ezilenlerin, ötekileştirilenlerin Marksizmi ve sosyalizmi” vs. diyen akımın, dünya çapındaki yenilgi ve gericilik fırtınasının ürünü olan liberal post-modern akım olduğunu biliyoruz. Herkesi sosyalist ilan eden ve “sosyalistlerin birliğini” savunan bu teoriler ve ideolojik saldırı sosyal reformizmin, tasfiyeci oportünist akımın günahlarını da bir çırpıda devrimci ve komünist harekete yıkma özelliği de taşımaktadır.
Sonuç itibari ile sınıflar arası, ideolojiler arası farklılığı atlayarak “analiz”ler yapan ideolojik ve siyasi oportünizme karşı savaşmak da komünist bir görevdir... kavramları bozmadan kullanmak gerekir. Ve vurgulamak isteriz; komünistlerin ısrarla devrimcileri Marksizm-Leninizm’e, komünist saflara çağırma ve kazanma çalışması; kendi Marksist-Leninist ilkesel ve ideolojik konumundan küçük burjuva demokrasisinin devrimci yapılarını eleştirmesi ile bu akımlara, Marksizm-Leninizm’i benimseyin, proletaryaya yönelin, sorunlarınızı ancak böyle çözersiniz mealinden çağrılar yapmak iki farklı şeydir. Bu ikisini birbirine karıştırmak komünistlerin görevi değildir. İkincisi küçük burjuva hayalciliğinden ve küçük burjuvazinin sınıfsal gerçeklerinin kavranmamasından, küçük burjuvaziyi “kazanmak” adına kendi sınıfsal ve ideolojik konumlarını terk etmekten kaynaklanan bir sapmadır. Bu, en hafif deyimle oportünist iyimserliktir. Oportünizm ve inkarcılık, ortacı oportünizm tek cümleyle, Marksizm-Leninizm’in, proletarya sosyalizminin reddidir.
SOSYAL PATLAMA HAYALLERİYLE YAŞAMAK...
Gerek burjuvazinin şu veya bu kliğini kurtarıcı, katalizör, kendi rolünü “sol”dan ona yedeklenme gören, proletarya ve halkların öz gücüne güvenmeyen, çareyi sosyal reformlarda gören, devrim perspektifini yadsıyan bir çizgiyle, gerekse de parlak “sol” lafazanlığa, parlak slogancılığa ve “öncü çıkış”lara dayanan, nesnel durumun nesnel analizine dayanan taktikler yerine, devrimci duygulara dayanan bir çizgiyle işaret ettiğimiz, tartıştığımız sorunlar, pratikler aşılamaz. Seçim sonuçları bir de bu gerçeğin altını çizdi.
Emperyalizme, faşizm ve sermayeye karşı mücadelede “dipten gelecek dalga”ya, “sosyal patlamaya”, “uygun koşullar”a bel bağlanarak hareket edilmez. Devrimci hareket için koşullar her zaman ağır olacaktır, önemli olan bu zorlukları silahları daha etkin kuşanmanın ve kullanmanın aracı haline getirerek ve bunu her bir gelişme evresinde başarıp yolu açarak savaşmaktır. Bu olmaksızın “sosyal patlama”lara öncülük yapmak, daha yüksek bir niteliğe sıçratarak yolu açmak olanaksızdır...
1989 “Bahar eylemleri”ni, 2013 “Haziran Ayaklanması”nı, 2014 “Kobani Serhildanı”nı, 2015 Metal işçilerinin kontur-gerillanın denetimindeki Türk Metal İş Sendikası’nı kağıttan bir kaplan gibi yırtıp atmasını hatırlayalım...
4 Ocak 1991’de Ankara’ya doğru yola çıkan, önü Mengen’de kesilen 100 binlik Zonguldak maden işçisinin büyük eylemi, 2010 yılı baharında 78 gün boyunca Ankara Sakarya Caddesi’nde kurdukları çadırlarda direnen 10 bin Tekel işçisinin görkemli eylemleri örneklerinde de komünist ve devrimci yapıların yapabildiği başlıca şey, dışarıdan yardıma gitmek ve dayanışma göstermek oldu.
Yani belirleyici olan şey, “sosyal patlama”lar geldiğinde onu hazırlıklı karşılayabilmek, bu fırsatı devrimci bir çizgide yönetmektir. Eğer patlama ya da patlamalar öncesi kitlelerin ve hareketin içinde değilsen, yapacağın şey, dışarıdan “yardıma koşmak”la sınırlı etkisiz bir çalışmadır. Bu, devrimci önderlik iddiası ve çizgisiyle de asla bağdaşmaz. Bu, düpedüz kendiliğinden hareket önünde secdeye gelme, yedeklenme, sürüklenmedir...
Bu tablomuz tesadüflerle izah edilemez.
Sol hareketin yaşadığı ağır krizin iç ve uluslararası nedenleri vardır...
Krizin komünist ve devrimci hareketin tarihsel ve yapısal zaaflarıyla sıkı sıkıya bağı vardır...
Kendi program ve stratejisinden, devrimci kitle çizgisinden kaymış, devrim ve iktidar iddiası alabildiğine gerilemiş, yapısal krizin pençesine düşmüş, büyük bir oranda bunun da farkında olmayan ya da bu gerçeği yadsıyan, nitelik kaybını anlamaktan uzak, “cepten yiyen”, kazanılmış birikim ve değerleri hoyratça tüketen, güven ve umut vermeyen, öz güçlerinin bile yeterli güven duymadığı zayıf bir devrimcilik ve komünistlik tablosuyla boğuşuyoruz.
Uzun zamandan beri süregelen devrimci ve komünist hareketin bu durumu, kısmi değil toplam organik gerçeklerinin yansımasıdır...
SEÇİMLERDE ORTAYA ÇIKAN TABLO DEVRİMCİ ÖNDERLİK SORUNUN ÇÖZÜLEMEMESİNİN SONUCUDUR
21 yıllık dinsel faşist saldırıların geri püskürtülememesinin üzerine binen ve her şeyi Erdoğancı diktatörlüğün bu kez yenileceği üzerine inşa eden, abartılı beklentilerle “politik çalışma” yürüten bir kafanın ortaya çıkan seçim başarısızlığından yoğun bir moral bozukluğuna, öz güven kaybına, çaresizliğe kapılması kaçınılmazdı(r).
Bu bağlamda reformist hareketin, HDP ekseninin CHP hakkında yaydığı hayaller ve kolay başarı beklentisi; Millet İttifakı’nda cisimleşen burjuva muhalefetin “Erdoğan, AKP, MHP zaten gidici” manipülasyonu, seçimlerin kaybedilmesinin ardından geniş çaplı bir moral bozukluğuna yol açtı. Her şeye karşın, bu etkiden muaf olmamakla birlikte, moral bozukluğuna karşı en dayanıklı kesim devrimci hareket oldu.
AKP iktidarı döneminde Erdoğancı faşist diktatörlüğe karşı proletarya ve halkların, kadınların, ezilen cinsel kimliklerin, Alevilerin, Kürtlerin, çevrecilerin hareketi, direnişi (kimi zaman daha güçlü ileri atılımlarla da birleşerek Gezi Ayaklanması gibi) daima vardı. Bir dizi biçim altında olgunlaşarak açığa çıkan ve büyüyen toplumsal ve siyasal öfke, direniş, Erdoğan’ı bu kez götürme istek ve baskısı, devrimci önderlik sorunu çözülemediği için hedeflerine ulaşamadı. Burjuva muhalefet bu öfke ve mücadeleyi yedeklemeye oynadı... Yani bu bağlamda sorunu sadece antifaşist güçlerin reformist politikasının yol açtığı moral bozukluğu gibi bir şeye indirgeyemeyiz. Dikkati buraya yönlendirmek, objektif olarak, berbat bir oportünizmdir.
Ortaya çıkan moral bozukluğunu ve sonuçlarını kendi sorunu olarak görmeyen bir analiz, nesnel olarak, meseleyi dar burjuva kliklerin politik mücadelesine endeksleyen, geniş kitlelerin eğilimlerini görmeyen, reformizmi, liberalizmi suçlayarak ana sorunun devrimci ve komünist önderlik boşluğu olduğunu görmezden gelen, kendi işlevsizliğini de erdem katına yükselten dar bir burjuva perspektifi ifade eder.
Burada söz konusu olan Kılıçdaroğlu liderliğindeki burjuva muhalefetin başarısızlığı, yenilgisi değil, sorun 21 yıllık Erdoğancı iktidara karşı geniş kitlelerin birikmiş öfkesinin, verilmiş mücadelelerin başarılı sonuçlarla açığa çıkamamasıdır. “Moral bozukluğu” meselesi, aynı zamanda hissedilen, yaşanan çaresizlikle, burjuva muhalefete karşı gelişen öfke ve tepkiyle, güvensizlikle iç içe geçen bir durumdur. Dolayısıyla ortaya çıkan tabloyu da tek yanlı okumamak, bu durumun yalnızca negatif değil, aynı zamanda pozitif bakımdan bir gelecek perspektifiyle birlikte sunduğu imkanları, sınıfı ve kitleleri devrimci çizgiye çekmekte sunduğu olanağı da bilince çıkarmak gerekir. Biliyoruz ki kitleler öz deneyimlerinden öğrenir...
Değişik saiklerle Erdoğan rejimine karşı öfke duyan ve “Erdoğan gitmelidir, Erdoğan gidecektir”, “Erdoğan’ı bu kez gönderereceğiz” diyen geniş kitlelerin devrimci enerjisi, iktidarıyla burjuva muhalefetiyle birlikte boğuldu. Devrimci alternatifin zayıflığı, Emek ve Özgürlük blokunun döneme ve “an”a yanıt olabilecek aktiviteyi, taktiksel çıkışı, saldırı ruhunu geliştirememesi ve seçimlerden güçlenerek çıkamaması, ittifak politikalarındaki yetersizlikler ve istikrarsızlıklar söz konusu moral bozukluğunda önemli bir sac ayağı olarak kaydedilmelidir.
%10’nun üstünde oy gücüne, çok önemli bir dinamik olarak, politik ağırlığı itibari ile kilit parti olarak rol oynayabilecek HDP/YPS, ilkeli duruşa dayanarak, sınırları açık ve net olacak bir talepler zinciri ve baskısı kurmadan, adeta tek yanlı, şartsız Kılıçdaroğlu’na destek açıklaması, gündem belirlemek yerine gündeme eklenerek inisiyatif kaybetmesi ağır zaaflardan birisi oldu. “Sol cephe”de moral bozukluğunun gelişmesinde bu gerçeğin önemli bir rolü olduğu açıktır.
HDK’nın HDP’nin uzantısına dönüştürülmesi, dahası adı var kendi yok konumuna indirgenmiş olması, aslında kitlelerle kopan bağı, kitlelerin devrimci potansiyelini yakalamayı önemsemeyen bir siyasal-pratik gerçeğe işaret etmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasından, HDK’nın tasfiyesinde tek başına HDP’yi suçlamak doğru olmayacaktır; bu önde gelen bir faktör olmakla birlikte, başlangıçta HDK perspektifini onaylayan ve bir dönem etkin olması için çalışan devrimci örgütlerin de ağır bir sorumluluğu vardır. Bu durum, bu yapıların ağır zafiyetlerinin, politik gerilemesinin de açık ifadesidir. HDK meclisler temelinde örgütlenen ve çalışan bir güç, bütün sömürülen, ezilen kitleleri, ezilen toplumsal kimlikleri mevzilerine çekecek ve birlikte politika yapılacak bir işlevsel araç olarak geliştirilebilirdi ve geliştirilmeliydi. Aslında bu, “Türkiyelileşme” politikasını bir ihtiyaç olarak gören Kürt ulusal hareketinin ve HDP’nin de bir gereksinimiydi.... En geniş kitlelere ulaşabilecek, kitlelere dayanan, kitlelerin söz ve karar hakkına sahip olduğu kitlesel örgütlenme biçimleri sorunu bu süreçte daha yakıcı bir sorun olarak herkesin önünde durmaktadır... Bu sorunu çözecek bir politik çalışma ve kitle çizgisi olmadan, “kitlelere”, “kitlelerden kitlelere” çağrısı da yanıt bulmayacaktır.
“YENİLDİK” VE SOSYAL REFORMİST ÇIĞLIK, MORAL BOZUKLUĞU... AKP SALDIRISI
“Seçim yenilgisi”, “yenilgi” üzerine yapılan değerlendirmelerin özellikle sosyal reformist cepheden gelmesi, tesadüfi değildir. Bu, onların CHP’ye bel bağlama, “sosyal demokrasi”nin sol kanadı olarak oynadıkları rolden; dahası bu bağlama dayanan duruşlarından gelmektedir. “Sosyal demokrat”, “sol”, “sol ittifak” içinde gördükleri CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun yenilgisini kendi yenilgisi olarak gören bakış açısı ve analizler geniş anlamda söz konusu cephenin sosyal reformizmiyle, ekonomizmiyle, legalizmiyle, parlamenterist çizgisiyle, burjuvazinin bir kanadından beklentileri ile; dar anlamda bu konumun, siyasal çizgi ve pratiğin 14 ve 28 Mayıs seçimlerinden bekledikleri ve kapıldıkları aşırı iyimser oportünist beklentileriyle ilgilidir. Sol hareket içerisinde moral bozukluğuna en fazla kapılanların sosyal reformist güçler olması rastlantısal değildir...
Ne söylenirse söylensin, seçim sonuçlarının Erdoğan karşıtı renkli cephede geniş çaplı moral bozukluğuna ve bu cephenin etkisinde olan geniş kitlelerde öz güven kırılmasına yol açtığı bir gerçektir. Kuşkusuz ki bunun politik yaşamda negatif ve ağır güncel etkileri oldu ve olacaktır... Gündemde olan yerel seçimlerde Saray’ın ve Saray ittifakının kaybettiği büyük kentleri en azından önemli yerleri yeniden kazanma olasılığı (ki bu olasılık ciddiye alınmalıdır) ve bu amaçla özel tarzda yoğunlaşması; içeride ve dışarıda daha da katmerleşecek sömürü, baskı, terör, yayılmacı saldırganlık; kazanımlarını anayasa katına sağlamca yükseltme operasyonu; kimlik politikaları üzerinde gerici temelde kutuplaştırma; “ailevi değerler”e daha güçlü sarılma, kadın ve LGBT+ düşmanlığında, göçmen düşmanlığında daha güçlü ataklar yaparak moral bozukluğunu derinleştirerek işçi ve emekçi hareketini, Kürt ulusal hareketini ve kadın hareketini daha etkili vurma politikası; siyasal ve toplumsal yaşamı daha aktif dinselleştirme, militarize etme, dağınık, zayıf ilerici ve devrimci hareketimizi, geniş kitleleri, daha fazla yıpratacaktır. Bu durumun moral bozukluğunu daha fazla derinleştireceğini, bu amaçla daha ince ve daha kaba biçimlere dayanan psikolojik hareketin geliştireceğini öngörmek gerekir.
Bu tabloyu değiştirecek şey, proletarya hareketinin, genel demokratik halk hareketinin, demokratik kadın hareketinin, Kürt ulusal demokratik hareketinin, demokratik Alevi hareketin, ekolojik hareketin gelişecek ve geliştirilecek mücadelesi olacaktır. Bugün yaygın bir şekilde “Erdoğan’ı götürme” istek ve iradesi gösteren ama seçim sonuçlarıyla yaygın ve güçlü hayal kırıklığına düşen, öz güven zayıflaması yaşayan kitlelerin öfkesi de devam etmektedir. Zamanla hayal kırıklığının daha büyük öfke patlamalarına yol açacağını da görmek gerekir. Keza bugün Erdoğancı faşist diktatörlük en iyi, en güçlü dönemini yaşamıyor; her bakımdan saldırılarını arttırarak, yoğunlaştırarak ayakta kalmanın dışında elinde seçenekler de hemen hemen yoktur... Erdoğan liderliğindeki dinci faşist diktatörlük taktik saldırı üstünlüğüne, bu üstünlüğe dayanarak olağanüstü hal, kriz yönetimi, önleyici saldırı, seçmeli terörizm, topyekün savaş politikası üzerinde manevralar yapmaya ve saldırı hattını derinleştirmeye devam edeceği açıktır.
“Cumhur cephesi”nin Erdoğan liderliğindeki dinci faşist saldırısını püskürtmek tümüyle olanaklıdır. Bu, tümüyle geliştirilecek mücadelenin gücüne bağlıdır. Önümüzdeki süreç aynı zamanda sınıf çelişkilerinin daha da keskinleşeceği, mücadele dinamiklerinin yenilgiyi kabul etmeyerek harekete geçeceği bir dönem olacağını asla unutmamalıyız. Bu bağlamda “sosyal patlama” beklentisine bel bağlamadan ısrarlı, kararlı, örgütlü, politik mücadelenin gereksinmelerine yanıt vererek yolu açmak gerekir. Bu bağlamda devrimci yenilenme, hazırlık, güç biriktirme, manevralar yapma, proletarya ve kitlelerle bağları hızla geliştirme, anti-faşist, anti-emperyalist cephesel birliği hem nitelik hem de nicelik olarak güçlendirme yakıcı görevler olarak gündemde durmaktadır. Moral bozukluğuna karşı, açık, net, kararlı bir devrimci duruş ve direniş geliştirmek, bu pozisyondan saldırı üstünlüğüne giden güçlü bir yol inşa etmek; bunu da dar öncü eylemlerin ötesine taşıyarak asıl olarak güçlü anti-faşist kitlesel harekete dayanarak gerçekleştirmek acil bir görevdir.
“3. CEPHE”, HDP, BİLEŞENLER VE YENİDEN YAPILANMA GEREKSİNİMİ...
Gerek yazı dizimizin yayınlanmış olan “Birinci Bölüm”ünde yer alan saptama ve eleştirilerimiz, gerekse de yukarıda eleştirel ortaya koyduğumuz bazı önemli gerçekler, objektif olarak devrimci rol oynayan anti-faşist karaktere sahip “3. yol” olarak nitelenen çizgi ve duruşun ciddi düzeyde bir liberalizmle sulandırıldığına işaret etmektedir.
Bu “3. yol” meselesinin devrimci ve komünist eleştirisi zorunludur. Başka bir yazının konusu olması gereken şu “3. yol” meselesine kısaca dikkat çekmekle yetineceğiz.
Bu yol, sadece devrimci gelişmenin yolunu açabilecek, sıçrama yapabilmeye imkan tanıyan bir yoldan ibarettir. Bu yolun devrimi hedefleyen bir yol olarak lanse edilmesi ise reformizmdir, tasfiyeci oportünizmdir; çünkü bu yol, proletaryanın asgari programını temel alan anti-emperyalist demokratik devrimin zaferine bağlı bir siyasi çizgiyi temsil etmemektedir. Bu yol, proletaryanın asgari programı ve asgari programının merkezinde duran devrimci iktidar hedefine dayanmamaktadır; Anti-faşist cephesel ittifakı temsil eden bu yol, hele de komünist hareket söz konusu olduğunda demokratik devrimci ve sosyalist-komünist programının ne yerine geçirilebilir ne de bunu karartan, arasındaki sınır çizgilerini belirsizleştiren tarzda propaganda ve ajitasyonu yapılabilir. Komünistler “3. yol” siyasetini yaparken bu gerçeklerin altını da kırmızı çizgiyle çizmek zorundadır. Bu gerçeği örtüleyen propaganda ve ajitasyon, proletaryayı ve halkları yanıltmaktadır. Bu yolun belirleyici ögesi olan yurtsever hareketin çizgisi “demokratik konfederalizm”dir, “moderniteye karşı demokratik modernite”dir. Yurtsever hareket politik hedeflerine ulaşmak için, “post-modern paradigma”sına karşın, faşizm ve gericiliğe karşı devrimci mücadele yürütmektedir; yürütmektedir, çünkü bu olmaksızın sosyal reformu ön gören politik hedefini kazanma şansı yoktur. PKK’nin “İmralı çizgisi” ile silahlı devrime dayanan bağımsız birleşik Kürdistan devleti program ve hedefinden koptuğunu biliyoruz. Bu nesnel bir gerçektir. Böyle olmakla birlikte, Kürt ulusal devrimi ve yurtsever hareketin varlığı ve kavgası olağanüstü somut devrimci bir imkandır ve devrimci mücadelenin geliştirilmesinde rolü yaşamsaldır. Gereken değer verilmelidir ama gerçeklerden de kopmamak gerekir.
Eğer “3. yol”, anti-emperyalist demokratik halk devriminin zaferi, devrimci-demokratik bir iktidar kurmayı programı olarak belirleseydi, eyleminin karakteriyle bunu doğrulasaydı kuşkusuz ki bu değerlendirmeyi yapamazdık. Komünistlerin bu temel teorik ve politik gerçeği ilkeli bir şekilde ortaya koymak yerine bu perspektife yedeklenmiş olması, tasfiyeci teorik ve pratik yönelimin yansımasıdır. Sömürgeci faşist diktatörlüğe karşı mücadelede, “3. yol” anti-faşist bir yoldur. Kuşkusuz ki, bu yol, faşizmle kesintisiz çarpışma sürecinde başta da Kürt ulusal devriminin kazanılmış devrimci mevzilerini tutmak, geliştirmek, faşizmin yıkılmasında bir manivela silahı haline getirmek için gerekli bir yoldur. Kürt ve Türk halklarının birleşik mücadele gereksinimi böyle bir anti-faşist ittifakı zorunlu kılmaktadır. Keza mücadelenin gelişim seyrinde bu yol, devrime gidişte bir sıçrama tramplenine de dönüşebilir. Bunları reddetmek saçmalık olur ama “3. yol”u, sanki proletaryanın asgari (küçük burjuvazinin ise azami) programını oluşturan devrimci politik çizgiymiş gibi propaganda yapmak, nesnel olarak, (devrimci-demokrasi ve keza komünist hareket bakımından), devrimci çizgiden (program) kopmak anlamına gelir; bu kopuş otomatik bir kopuş olarak değil ama görünen ve görünmeyen biçimlerde sosyal reformizme götüren bir gerçeğe ve yönelime işaret etmektedir. Reformist harekete verip veriştirirken dönüp bu gerçeklerimize bakmak, sorgulamak, eleştirmek gerekir. Denebilir ki, HDP’de yer alan devrimci bileşenlerin, HDP’ye sığmayacak program ve hedefleri vardır. Evet vardır ama vurguladığımız nokta, buna rağmen propaganda ve ajitasyon çalışmasında “3. yol”culuğun sınırları ve hedefleriyle kendi programlarının üstünü örtmeleri, bir tür “unutma”larıdır; kendilerini “3. yol”un sınırlarına daraltmalarıdır...
Aslında HDK ve HDP yapılanması, HDP’nin bileşenleriyle ilişkilerinin yeniden incelenmesi gerekmektedir ama bunu en iyi yapacak olanlar da bu sürecin içinde yer alan ileri kitleler, kadrolar, aktivistler, yapılardır.
HDP-HDK oluşumu özgün ve geliştirici bir politik çıkışı ve deneyimi temsil etmektedir. Bu toprakların somut gerçeklerine dayanmaktadır...
HDK ve HDP bir dönemin gereksinmeleri üzerinde, Öcalan’ın önerisiyle oluşmuştu. Potansiyel olarak içerisinde barındırdığı risklere karşın temelde iyi bir politika, proje ve adımdı... Fakat geride kalan sürecin deneyimlerine dayanarak yeniden yapılanma bir gereksinim olarak görünüyor. Bu yeniden yapılanmada “Türk solu” ile cephesel bağlaşmanın da yeni bir biçimde düzenlenmesi belki de daha doğru olacaktır. “Bileşenler” ile ittifakın özel bir “bileşen hukuku” üzerinde değil, doğrudan cephesel bir ittifak olarak düzenlenmesi her iki taraf bakımından yeniden düşünülmesi yanlış olmayacaktır. “Bileşenler” kendi ayakları üzerinde durmasını ve yürümesini bilmelidirler. “Bileşenler”in bu konumda ileri doğru gelişip güçlenmek yerine, geride kalan süreçte gerilemeye devam etmesi rastlantısal değildir. Kuşkusuz ki esas sorun HDP-HDK politikası ve modelinde değildir ama bu sürecin ortaya çıkardığı bazı önemli dersler de vardır. Bunu görmezden gelmek devrimci ve komünist bir bakış açısı, yöntem ve duruş olamaz.
Tüm öncülük iddialarına ve propagandasına karşın, nesnel olarak, nitelik kaybının ve güçsüzlüklerinin ürünü konum kaybı yaşayan siyasi çevrelerin, HDP vitrininde olmayı benimsemiş ve alışmış olmaları, kendi ayakları üzerinde yürüme ve kendilerini aşmayı aşındıran bir rol oynamaktadır. “Vitrinlik” pozisyona kayılmış olması eleştirilmelidir, öyle “HDP üzerinde önemli etkimiz var yoldaşlar” vb. vb. açıklamalarına inanmamak lazım. Bağımsız politik bir güç olarak sınıf hareketi ve genel demokratik halk hareketi içerisinde bir güç olamaz ve gelişemezsen, HDP’deki varlığın zamanla öyle ya da böyle eklemlenme, yedeklenme, sürüklenme olur. Nitekim gerçek durum da büyük bir oranda bundan ibarettir. Öyle keskinlik yaparak, subjektif beklentiler uyandıran “açıklama”larla falan bu gerçeğin üstünü örtemeyiz.
HDP’de “bileşen hukuku”, böyle bir ittifak biçimi başlangıçta HDP ve HDK somutunda, geliştirici bir rol oynadı. Fakat zamanla başlangıçtaki gelişme giderek karşıtına dönüşerek devrimci yenilenme, yaratıcılık, dinamizm, ileri atılma, yolu açma işlevini oldukça geri çekerek tüketici bir forma dönüştü. Şu veya bu konuda HDP’ye yapılan eleştiriler, gösterilen bazı ayrıksı tutumlar, ne vurguladığımız tablonun gerçekliğiyle çelişir ne de büyük öncülük iddiaları ileri süren politik yoğunlukların işaret ettiğimiz gerçek durumunu boşa düşürür. Unutmayalım HDK’sız bir HDP kurulup inşa edilmedi; HDK’sız bir HDP düşünülemez. Fakat giderek HDK’nın adeta “elbirliği” ile tasfiye edilmesi, söylediklerimizi anlamak bakımından önemlidir...
Öncelikle de ideolojik tasfiyecilikte somutlaşan yönelim, politik ve örgütsel güç kaybında da ortaya çıkmakta, güçsüzleşme, konformizm, kendiliğindenci ya da yarı-kendiliğindenci dünyanın bir bileşeni olmaya mahkum etmektedir devrimci hareketi. Ve burada devrimci ve komünist hareket öncelikle kendisini sorgulamalıdır. Burada ideolojik ve siyasi bağımsızlığın değişik biçimlerde kaybı, sınıf mücadelesinin temel ve güncel gereksinimlerine yanıt verememe gerçekleri iç içe gelişmektedir. İdeolojik-siyasi tasfiyecilik ve dar kafalı sekterlikle bu gerçekler anlaşılamaz. Her iki formun, sapmanın temsilcileri, bu eleştiriyi kabullenmek bir yana, bu değerlendirme ve eleştirileri kendilerine hakaret görüp, işin teorisini yapmaya, gerçek zaaflarını ve niteliksizliklerini erdem gibi göstermeye devam edeceklerdir...
Vurgulamak gereksiz değildir; mücadele içerisinde politik ağırlığı olan bir güç olmadan, politik kuvvet ilişkileri içerisinde etkin politika yapan, politik gündemi etkileyen, belli dönemeçlerde de belirleyici olabilen politik bir güçle yüründüğünde, giderek o gücün etkisine girmek, ideolojik ve politik bağımsızlığın yitirilmesi oranında da o güce yedeklenmek bir tür kaçınılmazdır. Burada ana sorun, böylesine devrimci bir merkezle-cepheyle ilişkilenirken, her cephede omuz omuza savaşırken, bu doğru, devrimci politikanın seni giderek vitrin süsüne çevirmemesi, ideoloji kaybına, pragmatizme ve kısmi kazançlara mahkum etmemesi ve giderek bu durumun normalleşmemesi; bu zafiyetin bir “başarı” olarak sunulmamasıdır. Hele de devrimci ve komünist hareketin gerilediği, dibe vurduğu koşullarda ve bu koşulların baskısı altında hareket eden yapıların dikkat çektiğimiz ağır risk ve yönelimle şekillenmesi her zaman için daha olasıdır ve bu koşullar bu hikayeye oldukça elverişli ortam sunmaktadır...
Güçsüzün güçlüye tutunması, güçlünün akışına kapılması, bağımsız bir güç olarak ortaya çıkamaması ya da zamanla bu konumunu yitirmesi devrimci iddialarla da bağdaşmaz. İlişkiler ve ortak çalışma ve savaşma, eşitsiz güç dengeleri üzerinde zayıf politik güçler bakımından ciddi tehlikeler yaratır ama bu tehlikeler var diye ortak savaşımı büyütecek, sıçratacak ittifaklaşmalardan uzak durulamaz. Sorunun esası kendi bağımsız politik kimliğini, ideolojik duruşunu korumasını bilmeyen, niteliksel aşınma ve gerileme yaşayan siyasi çevrelerdedir kuşkusuz. Bunun için Kürt ulusal hareketi ve HDP suçlanamaz. Ulusal devrimci harekete, HDP’ye yapılacak eleştiriler ne olursa olsun, asıl sorun, HDK-HDP oluşumunun devrimci harekete sunduğu imkanların devrimci açıdan yeterince değerlendirilememiş olması; dahası, nitelik kaybı, bürokratikleşme, legalizm eğilimini güçlendirmesi, parlamenter pasifizminden etkilenmedir...
HDP+HDK formülü işlevselleştirilerek geliştirilirse hala önemli ve geliştirici bir politikadır. İki ayak üzerinde duracak ve güçlü bir şekilde yürüyecek bir HDP+HDK geride kalan sürecin dersleriyle donanmasına bağlıdır. Fakat bu politika ve modelin önünün açılması ve etkin bir tarzda geliştirilmesi, yeni biçimlerle de yetkinleştirilmesi gerekmektedir. Deneylerin eleştirel değerlendirmesinden çıkacak sonuçlar, “bileşen hukuku” sorununun da yeni bir gözle değerlendirmesini içermelidir. Bu bağlamda sorunun esası “bileşenlere daha fazla olanak tanıma”, “yeni bir denge kurma” sorunu değildir; sürece hukuk değil, politik kuvvet ilişkileri damgasını basacaktır. “Bileşen hukuku”nun ve “denge”sinin hangi çerçevede şekilleneceği hukuki değil, politik bir sorundur. Politikada ağırlığın her ne ise sözü geçen hukuk da, “iç denge”ler de buna göre biçimlenecektir. Bu bağlamda yurtsever hareketin grupçu zaafları elbette ki ilkeli bir tarzda eleştirilmeli ve aşılmalıdır. Burada karşılıklı zaaflar ve yetmezliklerin rolü olduğu açıktır ama bir kez daha belirtmek gerekirse, aşırı eşitsiz güç dengeleri içerisinde, en anlayışlı ve en gelişkin birleştirici kararlar ve hukuksal tedbirlere karşın, objektif olarak, “bileşenler”in etki gücü ve “dengeler”deki yeri itibariyle bir sorun oluşturmaya devam edecektir. Politika denen şey, güç olmayla, bu gücü doğru kullanmayla ve sonuç almayla şekillenen bir olgudur...
Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ), önemli bir deneyim olarak önemsenmelidir, fakat bu ittifakın rolünü yeterince oynayamadığı da vurgulanmalıdır. Bilindiği gibi bu ittifakın merkezinde HDP/YSP durmaktaydı.
EÖİ, uzun vadeli istikrarlı bir anti-faşist ittifak olmaktan çok seçim ittifakına yakın bir ittifak rolü oynadı ya da bu eğilim öne çıktı. Bu durum, reformizmle, parlamentarist zafiyetlerle, dar grupçu hesaplarla da doğrudan bağlıdır. Evet en geniş anti-faşist güçlerin birliğine gereksinim var ve bunu geliştirmek için sistematik çalışmak gerekir. Seçim ittifakları da bir biçimdir ve bir araç olarak kullanılabilir. Bu bağlamda politik esneklik gereklidir. Fakat asıl gereksinim, pasifizmle, reformizmle, parlamenterizmle, sivil toplumculukla, tasfiyecilikle mücadele eden devrimci çizgide savaşı geliştirecek niteliğe sahip bir cephesel birliktir. Sokağı, meşru mücadele çizgisini, kitle şiddetini, devrimci şiddeti, illegal temeli liberalce yadsıyan, yasal çalışmayı bile meşru zeminde kararlıca ele almayan pasifist-reformist birliklerle fazla ilerlemek olanaklı değildir. Faşist diktatörlüğün saldırılarına hedef olmamak için devrimci mücadele ve hareketten, Kürt ulusal demokratik hareketinden uzak duran ya da kaçan, iş dar grupçu çıkarlara gelince “biz de varız” diyerek birkaç milletvekili hesabı yapan oportünist akımlara ve manevralara karşı da ideolojik savaşımı geliştirmek zorunludur...
Ancak “ideal” bir birleşik cephe yaratmak süreç işidir... Olandan yola çıkmak, mücadelenin gereksinmelerine dayalı olarak ilerici-demokratik hareketi de dışlamayacak, onları da kapsayan, tek biçime endekslenmeyen; dar ittifaklardan geniş ittifaklara kadar uzanan değişik biçim ve yöntemlerle ilerlemek geliştirici olacaktır.
YENİLGİLER EĞER ÖĞRENMESİNİ BİLİRSEN İYİ BİR OKULDUR
Yenilgilerden geçmeden zafere erişen devrimlerden bahsedilemez ama bunu tekrarlamak fazla bir işe yaramıyor. Yenilgiler, ders çıkarmaya, derslerin ışığında kavgayı geliştirmeye hizmet etmiyorsa, devrimci açıdan anlamlı değildir. Yenilmeye alışmak, üstelik demagojik ve manipülatif propagandayla yenilme ve yenilgi alışkanlığını keskin bir sol, Marksist vb. söylemle meşrulaştırmak, teorize etmek devrimci değil, gericidir. Öyle “şanlı tarih” üzerine kalem sallayarak, iman gücüne çağrı yaparak, ahlakçı, romantik hamasete sığınarak, “feda ruhu”na seslenerek, sınıfa ve kitlelere uzaktan çağrı yaparak devrim ve sosyalizmin yolu açılamaz. Bunca tarihsel deneyime rağmen bunu anlamayan devrimcilik, gerçekte nesnel olarak tükenmiş, geleceği inşa niteliğini kaybetmiş, devrimci yenilenme ekseninde ileri atılmanın engeli haline gelmiş demektir. Büyük mücadele fırtınaları olmadan ve bu mücadeleler içerisinde pişmeden bu tablonun hiç olmazsa esasen değişmeyeceğini görmek zor olmasa gerek.
Aslında bu durumu salt Türkiye’ye özgü görmek yanıltıcıdır; devrimci ve komünist hareketin yaşadığı ağır yapısal sorunlar, hem tarihseldir hem de 1980-1990’lar sonrası dünya çapında yaşanan yenilgilerle, köklü alt-üst oluşlarla bağlıdır. Fakat bu durum, sınıfa, halklara, devrim ve sosyalizm mücadelesine önderlik etme iddiasında bulunanların kendini devrimci ve komünist temeller ve açılımlar üzerinde yenilemesinin, yeni tarihsel konjonktürün gereklerine uygun yolu açmasının engeli olarak görülemez. Görülürse bu perspektif ve duruş, yapılanma daha baştan öncülük iddiasını kaybetmiş demektir. Yani yaşanan ağır, kapsamlı, derin krizi küresel alandaki değişikliklere endeksleyerek, çözümü başka yerlerden bekleyerek aşamayız. Tarihin devrim, sosyalizm çağrısına yanıt vermek isteyenler bağımsız inisiyatif ve yaratıcılık göstererek, öncelikle de öz gücüne dayanarak teorik ve pratik olarak rolünü oynamalıdırlar. Evet gerek 12 Eylül yenilgisinden gerekse de özellikle de 1989-91 dönemecinde küresel çapta alınan büyük ve ağır yenilgiden gerekli ve yeterli derslerin çıkarıldığı söylemez. Ancak temcit pilavı gibi tekrar tekrar dönüp 12 Eylül yenilgisine, 90’lı yılların küresel çaptaki yenilgisine başvuran tartışma ve “analiz”lerle uğraşmak tek başına geliştirici değildir. Bu tarihten az ya da çok ders çıkaranlar da var, tasfiyeciliğe yenilerek devrimci ve komünist konumlarından vazgeçenler de var. Gerçeğin bu yanını da görmeden hepsini aynı kefeye koyarak topyekün “sosyalist” vs. göstermek de, bunlar arasındaki niteliksel ayrımları görmemek de tasfiyeci, inkarcı bir bakış açısı ve “eleştiri”dir. Devrimci geçmişe topyekün inkarcılık yazanlar elbette ki tasfiyecilik denizinde boğulmuş olanlardır. Muhasebe adına tasfiyeci inkarcılık meşrulaştırılmamalıdır. Bu topraklarda her zaman güçlü devrimci bir damar olageldi. Şimdi sorun başta nitelik olmak üzere nitelik ve nicelik olarak gelip tıkanmış, kendini amaçlaştırmış, kendi zaaflarına zincirlenmiş devrimcilik evresini aşmak ve ileri sıçramaktır.
Burada belirleyici olan şey, bilimsel akla, deneyimlerden öğrenmeye, çaplı savaş yeteneğine dayanan cesur bir çizgide sarsılmadan savaşarak yolu açmak, asgari ve azami hedeflere dayalı mücadeleyi zaferle taçlandırmaktır. Eğer böyle bir gelişme çizgisi varsa, eğer bu eksende mücadelenin yolu açılarak yürünebiliyorsa, bu ana doğrultu bozulmadan savaş geliştirebiliyorsa işin esası çözülmüş demektir. Böyle bir gelişme çizgisinin varlığı tek başına yenilgilere karşı güvence değildir ama yenilgileri de göğüslemenin, yeni derslerle donanarak bir kez daha militanca ileri atılmanın güvencesidir. Yapılamayan, geliştirilemeyen, sıçramaya dönüştürülemeyen bu nitelik ve atılım(lar)dır; ve bu, devrim ve sosyalizm hedefleri doğrultusunda, her dönem üretilerek geliştirilmesi gereken bir görevdir. Birkaç yıllık anti-faşist yükseliş dönemlerinde şu veya bu ölçekte güçlenebilen, bazı başarılar kazanabilen, bununla övünen, kendinden geçen; ardından ağır bir gerilemeyle dibe düşerek uzun süre bu girdapta kendini tüketen; bir stratejik gelişme sürecinin gereksinmelerine bağlanmış bir tarzda taktik politika yapamayan, günü birlik düşünen ve davranan çizgi ve pratikler ne yolu açabilir ne de yeni bir devrimci, komünist yol bulabilir. Açık ki, küçük esnaf kafasıyla yol açılamıyor. Şu deprem sürecine bakınız, halkın yardımına hemen ve doğrudan koşan devrimci ve ilerici hareket oldu; refleks iyiydi. Bu inisiyatif işe dahil olan yapılara da politik ve ahlaki moral verdi. Devamı gelmedi. Burada sorun öncülük iddiasının gereklerine bağlı bütünsel bir yönelmeden değil, halkla dayanışmaya, zor anda halka yardıma koşmaya dayanan bir tarzdır. Oysa “dayanışma” politikası sınırlı, toprağa derin kökler salmayan, geliştirmeyen, esaslı verim ve ürün vermeyen bir politikadan ibarettir. Bu zihniyet ve duruşla faşizm ve sermayeyle hesaplaşılamaz. Açık ki sorun bütünseldir, yapısaldır, tarihseldir... Hesaplaşma da bu kapsam ve derinlikte olmak zorundadır.
Sonuç itibari ile bu köklü, yapısal, tarihsel zaaflar, sınıf mücadelesinin ateşi içerisinde aşılabilir ancak. Önemli olan şey, tarihin ve güncel mücadelenin gereklerine ve gereksinmelerine yanıt verecek tarzda bu perspektifin içselleştirilmesidir. Devrimci tarihsel birikim potansiyel olarak bunu başarmanın ön koşuludur ve bu koşulun/temelin eleştirel aşılarak yeni dönemin yanıtlanması gerekmektedir.
DEVAM EDECEK
*17 TEMMUZ 2023 PAZARTESİ blogda yayınladığımız “14/28 MAYIS SEÇİMLERİNİN SONUÇLARI VE “SOL HAREKET”” başlıklı yazı, yazı serimizin “Birinci Bölüm”üdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder