Translate

27 Ağustos 2024 Salı

İBRAHİM OKÇUOĞLU'NUN ANISINA SAYGIYLA...

 

İBRAHİM OKÇUOĞLU'NUN ANISINA SAYGIYLA...



Aşağıda yayınladığımız üç yazı ( 1- POST-MARKSİZM BAYRAĞI ALTINDA İŞÇİ SINIFI KENDİ HİKAYESİNİ YAZAMAZ! 2- MARKSİST-LENİNİST ORTAMDA “ÜÇ MAYMUN OYUNU” VE TASFİYECİLİK. 3-TROÇKİZM İŞÇİ SINIFINA KENDİ HİKAYESİNİ YAZDIRAMAZ!), 24 Ağustos 2023 tarihinde yaşama veda eden İbrahim Okçuoğlu'nun bloğunda yer almaktadır. Okçuoğlu, Marksist Leninist Komünist Hareket'te gelişen ve hegemonya kuran tasfiyeci oportünizme karşı ideolojik mücadele veren bir militandı. Onun bloğunda yayınladığı çok sayıda yazı bunun kanıtıdır. Okçuoğlu'nun bloğunda değişik konularda çok sayıda makale yer almaktadır. Bu bloğu unutmamak ve blogda yayınlanmış yazılardan eleştirel öğrenmek komünist devrimci bir görevdir.

Özel olarak vurgulamak isteriz, Okçuoğlu yoldaşın Marksizm-Leninizme bağlı kalarak tasfiyeci oportünizme ve değişik eğilimlerine karşı yürüttüğü mücadeleyi unutturma manipülasyonuna karşı mücadele etmek aynı zamanda yoldaşın anısına saygının da bir gereğidir. Okçuoğlu, ezilenlerin Marksizmine, post-Marksizme, Troçkizme, Menşevizme, orta yolculuğa, kişi ve önderlik kültüne, bürokratik merkeziyetçiliğe, eklektik oportünist bulamaca, "en Marksist-Leninist"çi ideolojik ve örgütsel tasfiyeciliğe karşı etkin bir mücadele yürüttü. Onun Marksizm-Leninizm'den ve sınıf ilkesinden kopuşla belirlenen ve biçimlenen tasfiyeci oportünizme karşı bu mücadelesinin anlatılmaması, üstünden atlanılması, görünmez hale getirilmesi nesnel olarak ikiyüzlülüktür. Ve iki yüzlülük oportünizme, özelde de tasfiyeci oportünizme has bir niteliktir. Komünistsen bu gerçeği bilecek ve mücadelesini de vereceksin. Uzun bir devrimci ve komünist yaşamın sahibi olan Okçuoğlu'nun anısına saygı duyan ve erdemlerinden öğrenmek isteyen her devrimci ve komünist, onun tasfiyeci oportünizme karşı ilkeli mücadelesinden de öğrenmesini bilmelidir.

Okçuoğlu yoldaşın yayınladığım üç yazısı, bir serinin üç makalesinden oluşmaktadır. Dileyen, yoldaşın bloğuna girerek, başka yazılarının yanı sıra, bu yazılarının tümünü inceleyebilir.

Okçuoğlu yoldaş, tasfiyeciliğe karşı kendi bloğunda yazarken, bulunduğu konum (üyelik) gereği kimi zaman görece dolaylı ya da yarı dolaylı bir yöntem kullanmıştır. Bu yöntem değişik renklerden oluşan "yaşa ve yaşat" ilkesi üzerinde yükselen tasfiyeci oportünist ittifakın baskısına karşı kullandığı bir yöntemdi. Tasfiyecilik ve tasfiyeciler parti basınında özgürce yazıp çizerken onun bu çifte standard karşısında sessiz kalmaması anlaşılırdır. Onun kendi bloğunda postmodernizme, postmarksizme, ezilenlerin Marksizmine, Troçkizme, politik-ekonomi vbg. alanlarda küresel tasfiyeciliğe yürüttüğü mücadele aynı zamanda komünist hareketteki tasfiyeci oportünizme karşı yürüttüğü mücadeleyle iç içeydi. Çünkü o, iç ve uluslararası tasfiyeci akımın etle tırnak gibi iç içe olduğunu kavramış bir komünistti. Yazıları da bunun kanıtıdır.

Yayınladığım yazılar içindeki italikli bölümler bana aittir.


POST-MARKSİZM BAYRAĞI ALTINDA İŞÇİ SINIFI KENDİ 

HİKAYESİNİ YAZAMAZ!

25 Temmuz 2021 Pazar

İBRAHİM OKÇUOĞLU

I

Marksist-Leninist ortamda Troçkist tasfiyecilik ve Post-marksist tasfiyecilik biri diğerinden daha az tehlikeli olan tasfiyecilik değildir. Her ikisi de aynı derecede tehlikelidir. Bir yenişememe durumu olduğuna göre birinin daha az, diğerinin daha çok tehlikeli olduğunu söyleyemeyiz.

Birisi sağdan (Post-marksist tasfiyecilik), diğeri “sol”dan (Troçkist tasfiyecilik) şimdi elele vermiş Marksist-Leninist ortamı ortadan kaldırmak için yoğunluğu gerilemeyen ideolojik, teorik ve örgütsel yıkıcılıklarını devam ettiriyorlar.

Her iki tasfiyecilik açısından biçim ile içerik arasında uzlaşması mümkün olmayan bir çelişki var. Biçim, görünür olan sözel Marksizm-Leninizm’dir. Gerçek Marksist-Leninistlerden daha Marksist-Leninist olma görünümüne önem veriliyor. Ancak, bu biçimin, bu kılıfın altında tasfiyecilik sırıtıyor. Bu tasfiyecilik “yeni” adına geliştirilmektedir. Troçkist tasfiyeciler Lenin’in deyimiyle “hergele” Troçki’nin 1920’li, ‘30’lu yıllardan kalma görüşlerini “yeni” olarak, günümüzde Marksizm-Leninizm’in geliştirilmesi olarak; Post-marksist tasfiyeciler ise 1920’li yılların Batı Marksizm’inden, 20. yüzyılın son 30-40 senesinde üretilen Marksizm-Leninizm’den (onlara göre Marksizm’den) kaçışın teorileştirilmesini “yeni” olarak sunuyorlar. Bu “yeni”lerin hiçbirisi yeni değil. Sınıf mücadelesinin mahkum ettiği, çürüttüğü, tarihin çöplüğüne atılmış ne kadar tasfiyeci görüş varsa yeniden parlatılıyor, umut olarak sunuluyor.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, sınıf partisi olmaktan biran önce kurtulmaktır.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, sınıf ideolojisinden (işçi sınıfı) biran önce kurtulmaktır.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, Marksizm-Leninizm’in sembollerinden biran önce kurtulmaktır.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, Marksist-Leninist kavramlardan biran önce kurtulmaktır.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, sınıf (bu durumda işçi sınıfı) değil, sınıflardır.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, işçi sınıfı artık tarihsel görevini yerine getirecek durumda değildir, demektir.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan sınıf uzlaşmacılığıdır.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, lafta sosyalizmdir.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, toplumsal ilerlemede artık kimlikler belirleyicidir demektir.

Post-marksist “aslan”ın gönlünde yatan, devrim değil, reformdur.

Troçkist ve Post-marksist tasfiyecileri hem biçim hem de içerik boğuyor. İçeriğe inançları kalmamış, ama Marksist-Leninist ortamda var olmak için savunmak zorundalar. Biçimi de savunmak zorundalar. Görünüşte de olsa Marksizm-Leninizm demek zorundalar. Velhasıl Marksist-Leninist ortamda ne Troçkist ne de Post-marksist tasfiyeci, ne olduğu gibi görünebiliyor ne de göründüğü gibi olabiliyor.

Sağdan ve “sol”dan bu kaçkınların; olduğu gibi görünememe, göründüğü gibi olamama çelişkisi içinde kıvranan bu tasfiyeciler topluluğunun, işçi sınıfının kendi tarihini yazmasına bir katkıları olabilir mi? Olsaydı Troçki’nin olurdu. Olsaydı bilumum Post-marksistlerin olurdu.

Her Cephede Tasfiyecilik

Onlarca yıldan bu yana, daha doğrusu Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve revizyonist blokun dağılmasından (1990/’91), emperyalist burjuva kaynaklı yoğunlaştırılmış anti-komünizm baskısıyla da hala devam eden bir tartışma var. Bu tartışma geçmiş ile hesaplaşma tartışmasıdır. Bazıları bu tartışmayı yapmış, bazıları hala tartışıyor olabilir. Bu tartışmanın dışında kalan iki çevre vardır. Bunlardan birisi, biz dememiştik miydi” söylemiyle Marksizm-Leninizm’e her cepheden saldırırken, yani Marksizm-Leninizm ile hesaplaşırken, diğeri ise emperyalist burjuvazinin desteği ile Marksizm-Leninizm’in ideolojide, teoride, örgütsel alanda tasfiyesini somutlaştırmanın çabası içindedir.

Kendisiyle, geçmişle ideolojik hesaplaşma yaptığını sananlar büyük bir yanılgı içindeler. Hayır, Anadolu coğrafyasında kendine Marksist-Leninist diyenler geçmişle ideolojik hesaplaşma yapmadılar. Bu unsurlar, geçmişle hesaplaşmayı Marksizm-Leninizm’le hesaplaşma olarak anladılar ve ona göre de hareket ettiler.

Biçimsel olarak Marksizm-Leninizm’i savunanlar için tarih 1956’da SBKP(B)’nin 20. Kongresinde sonlanmıştır. E. Hoca önderliğinde Arnavutluk Emek Partisi’nin bazı alanlardaki çıkışını hesaba katmazsak, bizim ideolojik, felsefi, örgütsel vb. gıdamızın raf ömrü sözü geçen 20. kongre ile sonlanmıştır. O kongreden 2000’li yılların başına kadar 50 sene geçmiştir. Peki, bu zaman zarfında ne yaptık? Bir şey yaptık da bu yaptığımız Marksizm-Leninizm’in eksikliğini, yeni sorunlara cevap verememesini mi açığa çıkardı? Hayır. Biz kendi yetmezliğimizin sorumlusu olarak Marksizm-Leninizm’i gördük. Kendi ideolojik bunalımlarımızı Marksizm-Leninizm'in krizi olarak açıklamaktan hiç çekinmedik. Bu, birtakım arayışların önünü açtı; Marksizm-Leninizm'e sırt çevirmenin vesilesi oldu.

Ancak, şunu unutmamamız gerekir: Marksist-Leninist partilerin tarihe ödemek zorunda oldukları bir borcu vardır. Bu borç ödenmeden bir milim ilerleyemeyiz. Nedir bu borç?

SSCB’de sınıfsal iktidar değişimi 1956’da 20. Parti Kongresinde gerçekleşmiştir, Kurşçev ile başlayan dönem revizyonizmdir, bürokratik kapitalizmdir diyorsanız’ 20. kongreden bu yana biriken borcu sıralayım:

1)Felsefe alanında 1956’dan bu yana burjuva ve revizyonist felsefe yorumlarına karşı hangi ideolojik-felsefi mücadeleyi verdik? Marks-Engels-Lenin ve Stalin’in bu alanda bıraktığı mirası nasıl geliştirdik?

2)1956’dan bu yana tarih bilimi açısından burjuva ve revizyonist yorumlara karşı nasıl bir materyalist tarih yazımı mücadelesi verdik?

3) Marksist-Leninist politik ekonomi alanında burjuva ve revizyonist değerlendirmelere karşı ekonomi bilimini nasıl geliştirdik?

4)1956’dan bu yana sosyalizme giden yolda; yakın geçmişin devrimleri, tarih incelemesi konusunda burjuva ve revizyonist sapkınlıklara karşı nasıl bir mücadele verdik?

5) 1956’dan bu yana burjuva ve revizyonist sistematik anti-komünizm saldırılarına karşı sistematik olarak nasıl bir mücadele verdik?

6)İdeolojik donanım, derinleşme ve bunu pratikte politik silaha dönüştürme; yani ideolojiyi silaha dönüştürme bakımından sistematik olarak ne yaptık? Örneğin, Post-Marksizm’in, Troçkizm’in her alanda -ideolojide, teoride, politik ekonomide, felsefede, örgütlenmede, devrim anlayışında vs.- saldırılarına karşı sistematik olarak ne yaptık?

7)Koskoca burjuva ve revizyonist tarihi, ekonomisini, toplumsal yapısını sistematik olarak analiz etme konusunda ne yaptık?

Sanki Marksizm-Leninizm 1956’dan bu yana bir akıl tutulmasına içinde. (Arnavutluk’un kısmi çabaları bunun dışında). Uzun bir zaman...

Bu boşluğu ve alanları Sovyet revizyonizmi, SSCB dağıldıktan sonra ortada kalan “modern revizyonizm”, Troçkizm ve nihayetinde “Post-Marksizm” ve “Post-modernizm” doldurmuştur. Marksizm-Leninizmin vermesi gereken cevapları bunlar vermiştir: Marks’ı Lenin’den ayrıştırmıştır; Stalin’i Hitler’in yanına koymuştur; işçi sınıfını işçi sınıfı olmaktan çıkartmıştır; makinelere artı değer ürettirmiştir; kimlikleri sınıfsallığın önüne çıkartmıştır; hemen herkesi, sermaye karşısında sosyalizm savunucusu yapmıştır; Marksist-Leninist politik ekonomiyi çarpıtmıştır; kapitalist ekonominin üretimden kaynaklı nesnel yasalarını hiçe sayarak “finans” alanındaki gelişmeleri kıstas almıştır; yeni ekonomik yasalar icat etmiş, ekonomik yasaların etkisini geçersiz ilan etmiştir. Marksizm’i kendine göre yorumlamıştır; Radikal demokrasi diye tutturmuştur; proletarya diktatörlüğünü tanınamaz hale getirmiştir. Sosyalizmi sosyalizm olmaktan, devrimi devrim olmaktan çıkartmıştır.

Saymakla bitmez “yeni”ler ve “yenilik”ler getirmiştir. Seçmece, beğen al! Hangisi işine geliyorsa!

Post-marksizm, “21. yüzyıl sosyalizmi” dediğinizde önünüze her şeyiyle hazırlanmış bir sosyalizm projesi sunuluyor. İşine geleni alırsın, işine gelmeyeni atarsın. Bir yol Chavez-sosyalizmi peşinde gidersin, bir yol da Negri’nin “çokluk”una takılırsın! O da olmuyorsa Küba sosyalizminde karar kılarsın!

Ancak, bunun bir bedeli var; bu yola bir defa girdin mi, geçmişini küçümsemekten, yok saymaktan kurtulamazsın. Bu yol, insana tarihini, ideolojisini unutturan yoldur. Burjuvazi, “Post-Marksizm”i, Troçkizmi boşuna parlatmıyor, boşuna olanaklar sağlamıyor. Bunu niçin yapıyor? Marksizm-Leninizm’i, Lenin ve Stalin’i, SSCB’de sosyalizmi, proletarya diktatörlüğünü, işçi sınıfının tarihsel görevini çarpıtmak için önümüze anti-küresellcilik, Avrupa ve Dünya Sosyal Forumculuğu, Negri’cilik, hatta Harvey’cilik, 21. yüzyıl sosyalizmciliği, sınıf değil, kimlik siyaseti türünden gözlerimizi kamaştıran alternatifler sunuyor. Bir Harvey, az kalsın bize Marks’ın Kapital’ini, günümüzde kapitalist genişletilmiş yeniden üretimi, artı değer üretimini çöpe attıracaktı. Bir Negri çıktı, neredeyse işçi sınıfını unutacak duruma geldik! Bu avane takımı yüzünden kendimizi sorgular duruma veya da ayıplar hale geldik. Neden? Geçmişimizle bağ kuramadığımız için, kendimizi geliştiremediğimiz için, o borcu ödeyemediğimiz için!

Biz üretmedik, onlar bizim adımıza, bizim yerimize, bizim için teoriler ürettiler ve üretmeye de devam ediyorlar. Bazıları da onların peşinde koşmaya devam ediyor...

Yol ayrımına çoktan gelinmişti. Şaşkınlar ve tasfiyeciler sürüsü yürümek istedikleri yolda yürümek için kararlı olduklarını her bakımdan gösterdiler. Yine ne olduğunun farkında değilmiş gibi hareket eden Marksist-Leninist ortamın “Marksist-Leninistleri’’ sırtlarında tasfiyecilik kamburuyla yol alınabileceğini sandılar. Sonuç ortada. Sınıftan vaz geçildi; varsa da yoksa da kimlikler üzerinden siyaset yapmak. Yenilgilerimizi Marksizm-Leninizm’in yenilgisi olarak görmek adeta moda oldu: Sınıf mücadelesindeki yenilgi olsun, parti örgütlenmesindeki yenilgi olsun, ideolojik alandaki yenilgi olsun bunların hepsi bizden kaynaklanmıyordu; Marksizm-Leninizm’den kaynaklanıyordu; Marksizm-Leninizm artık günümüz gerçekliğine, yeni olana cevap veremiyordu vb. vb.! Sonuç: Ne kadar Post-modernist, Post-marksist varsa onların söyledikleri, yazıp-çizdikleri tasfiyeciler için takip edilmesi gereken düstur oldu.

Marksizm-Leninizm, tarih sınıflar mücadelesinden ibarettir, tarihin nasıl gelişeceğini, nasıl olacağını sınıf mücadelesi belirler, der.

Post-modernizm buna kesinlikle karşıdır.

Hokus Pokus, Al Sana “Gerçeklik”!

Michel Foucault şu anlayışı savunur: “Eğer iyi bakılacak olursa, hayatımızın tümü bir masaldan, bilgimiz bir aptallıktan, emin olduğumuz şeyler hikâyelerden başka bir şey değillerdir; kısacası bu dünyanın tümü bir oyundan ve sürekli bir komediden başka bir şey değildir.” (La Mothe Le Vayer, Dialogues d'Orasius Tt|bero, 1716 yay., c. 1, s. 5. Aktaran; Michel Foucault; “Deliliğin Tarihi, İmge Kitapevi, 4. baskı, s. 165)

Foucault buna inanırsa, Post-modernizm/Post-Marksizm’in ideologlarından Ernest Laclau ve Chantal Mouffe ondan aşağı kalırlar mı? Laclau ve Mouffe anlatı temeline dayalı “sol popülizm”i teorileştirirlerken gerçeği şöyle anlatırlar veya üretirler:

Anlatıma dayalı” ideoloji oluşturmanın arka planında şu var: Gerçeklik, anlatımlardan, hikayelerden oluşturulur. Şayet siyasi aktörler insanların tecrübelerini heyecanlı, çekici hikayelere dönüştürebilirlerse, insanların eyleyişlerini; hal ve hareketlerini etkilerler ve böylece gerçekliği oluştururlar. Yani bu durumda gerçeklik; düşüncelerin nedenini oluşturan nesnel, materyal gerçeklerden değil de, sanki düşünceler, dünyayı modelleştirmiş, yapılandırmış olur. Örneğin, kapitalizm, içsel işleyiş tarzından dolayı işçi sınıfı ve burjuva sınıfı oluşturan bir sistem değildir. Tam tersine bu bir anlatımdır, bir tasarımdır. Mouffe buna anti-özcülük diyor. Yani nesnel, gerçek bir dünya yoktur diyor. Mouffe’a göre “toplumlar ... hegemonyacı uygulamalar yoluyla söylemsel olarak inşa edilir”, kapitalizm gibi bir toplum düzeni “Hiçbir zaman daha derin bir nesnelliğin tezahürü değildir.” (Ernest Laclau ve Chantal Mouffe; “Für einen linken Populismus” s. 17 ve 101.)

Post-modernizm/Post-marksizm’e göre nesnel gerçeklik yoktur, olamaz da. O ancak üretilebilir.

Örneğin Troçki’nin kapitalizm değerlendirmesi “bir anlatım”dır, gerçeklik değildir. Troçki, kapitalizm çöküyor anlatımını, hikayesini anlata anlata Troçkistlerin kafasında ‘kapitalizm çöküyor’u “gerçekliğe” dönüştürebilmiştir. Hal böyle olunca hayal dünyasında gezinenlerin “gerçek” sandığı kapitalizmle uğraşmak zorunda kalıyoruz. Oysa böyle bir kapitalizm yoktur.

Post-modernizm/Post-marksizm, Marksizm-Leninizm’in tarihin sınıflar mücadelesi olduğuna; sınıflara ayrışmış insanın kendi tarihini kendisinin yaptığına tamamen karşıdır. Marksizm-Leninizm düşmanı bu unsurlar açısından sınıflı toplum yoktur ve aynı zamanda toplumu topyekun değiştiremezsin. Bu unsurlara göre insanların yaşadıkları dünyayı değiştirme diye bir dertleri de yoktur. Dünya ancak ve ancak farklı kimliklere, kültürlere göre değişebilir veya farklı kimlikler toplumsal olarak kendilerini ifade edebilirler. Devrim, dünyayı topyekun değiştirme, sınıf mücadelesi ve sonucu korkusu Post-modernist ve post-marksistlerin akıllarını başlarından almış. Örneğin bu korku içinde kıvranan Foucault şöyle diyor: “Bütünün tümünü birden değiştirmeye kalkamazsınız, eğer tümünü birden değiştirmeye kalkarsanız yeni bir despotizm yaratırsınız. Marksizmin yanlışı da toplumu global bir şekilde değiştirmeye kalkmasında yatmaktadır. Stalinizme neden olan da budur.” (Aktaran; Sema Sav; Postmodernizm, https://sosyolojivefelsefe.wordpress.com/2014/07/14/postmodernizm/ - 14 Temmuz 2014)

Bu anlayışı biraz daha deşerseniz bu unsurların insanı özne olarak ortadan kaldırmaya çalıştıklarını görürsünüz.

Sadece birkaç örnek Post-marksizm’in, Post-modernizm’in derdinin Marksizm-Leninizm’le hesaplaşmak olduğunu göstermektedir. Marksizm-Leninizm'in çağ açması veya kapatması nesnel gerçeklere/olgulara dayanır. Örneğin emperyalizm çağından bahsediyorsak, bunun nesnel nedenleri vardır. Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir diyorsak, bunun nesnel nedenleri vardır. Özel mülkiyetin hakim olduğu toplumlarda toplum ezen ve ezilen; sömüren ve sömürülen olarak iki ana sınıfa ayrışmıştır diyorsak, bunun da nesnel nedenleri vardır. Ancak, bütün bunlar Post-marksizm açısından “gerçeklik” değildir; indirgemeciliktir, determinizmdir. Bu durumda Marksizm-Leninizm, anlatımdan oluşan dünyanın hayali “gerçekliği” anlatamaz, açıklayamaz. Bu nedenle de Marksizm-Leninizm dünyanın hal-i pür melalini açıklayacak durumda olmadığı için içi boşalmış bir ideolojiden başka bir şey değildir. Anlatılan budur.

Üzerinde bolca durulan işçi sınıfı mı? O zaten daha baştan yok sayılıyor veya özne olarak yapacak bir şeyi kalmamış insan topluluğu olarak görülüyor. Bu durumda ortaya ne çıkar dersiniz? İşçi sınıfını sınıf olarak ortadan kaldırmak, onun tarihsel misyonunu da ortadan kaldırmak demektir; komünist partide örgütlenmesini ve devrimi gerçekleştirmesini ortadan kaldırmak demektir. Bu durumda devrim de ortadan kaldırılınca geriye ne kalır dersiniz? Reformizm!

Kahrolsun sınıf politikası, yaşasın kimlik politikası”!

Post-marksist tasfiyeciler böyle haykırmak, Marksizm-Leninizm’e karşı duydukları nefreti böyle dile getirmek isterler, ama haykıramazlar. İçerik ile biçim önlerinde engeldir; göründükleri gibi olamazlar, oldukları gibi görünemezler.

Bir Marksist-Leninist parti, kimlik politikasını sınıf politikası yerine koymuşsa veya önüne geçirmişse; ideolojik cephaneliğini artık kimlik politikası oluşturuyorsa, o partinin Marksist-Leninist parti olup olmadığı tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Artık o, en fazlasıyla kimlik politikası zemininde “Marksist-Leninist” parti olmuştur.

Kimliklerin de birbirlerine nasıl yaklaştıklarını, aralarındaki ilişkilerin nasıl olduğunu; aralarında çıkar ortaklıklarının mı, zıtlıklarının mı genel anlamda hakim olduğunu burada ayrıntılı ele almaya gerek yok. En azından bu makalenin hacmini oldukça genişletir. Aslında bu konuya ne Marksist-Leninistlerin ne de post-marksist tasfiyecilerin kafa yormalarına gerek var. Kimlik politikasında “üstat” olan Laclau ve Mouffe post-marksist tasfiyecilerin akıl hocaları olarak konuya yeteri kadar kafa yormuşlar. Bunlar, sınıfları ortadan kaldırma konusunda Marksizm’in “yapı kıran”larıdır ve aynı zamanda sınıf yerine kimlik politikasının da “yapıcı”larıdır. Vardıkları sonuç “radikal demokrasi”dir. Ancak, “radikal demokrasi” de derde derman değildir. Yan yana gelmekte zorlanan kimliklerin omuz omuza mücadelesi çok nadirdir. Hele hele iktidara karşı mücadelesi daha da nadirdir. Ortak mücadelenin, omuz omuza mücadelenin zeminini oluşturacak ortak bir çıkarın olmaması sonuçta çarenin siyaset dışında aranmasını kaçınılmaz kılar. Efendim ortada bir iyi niyet olmalıdır. Belki bu yoldan ilerlenirse sonuç alınabilir!

Kimlik siyasetinde ısrarın nedenini hiç sordunuz mu? Neden kimlik siyasetine harcanan zaman ve imkanları işçi sınıfının politikasına, onu örgütlemeye harcamıyoruz diye hiç sordunuz mu? Bir sorun. Alacağınız cevap “kem küm”den öte bir şey olmayacaktır. Burada da biçim ve içerik arasındaki uzlaşmazlık kendini gösterecektir. Biçim olarak, görünüşte, bir Marksist-Leninist parti sınıf partisidir, işçi sınıfını örgütleyerek var olur. Bu kabul edilecektir. Ancak, bir dizi nedenler sayılacak ve soruyu sorana bu işin kolay olmadığı anlatılacaktır. Ama kimlikler, sınıfsal aidiyetlerinden arındırılmış olarak sürekli şu veya bu biçimde düzenle çatışma içindedir denecektir.

Aslında burada, sınıfı örgütlemenin zorluğu anlamında söylenmek istenen, ama bir türlü açıktan söylenemeyen şudur: İşçi sınıfı artık, eskiden olduğu gibi toplumsal altüst oluşun veya genel anlamda toplumsal ilerlemenin motor gücü, bu altüst oluşun öznesi değildir; başka bir ifadeyle, işçi sınıfı devrimi gerçekleştirecek temel özne olmaktan çıkmıştır. Post-marksizm, Laclau ve Mouffe gibileri bunu öğretiyor. O halde geriye ne kalıyor? Geriye başka, daha doğrusu yeni toplumsal hareketler kalıyor. Nedir bunlar? Anti-küresel hareketi hatırlarız. Bu yeni bire sosyal harekettir. ATTAC da yeni bir sosyal hareketti. Avrupa Sosyal Forumu yeni bir sosyal hareketti. Dünya Sosyal Forumu da yeni bir sosyal hareketti. Bunlar uluslararası sosyal hareketlerdi ve aradığınız her türlü kimliği bu hareketler içinde bulabilirdiniz. Ancak, bunların hepsi şimdi birer cenaze olmuştur.

Bu hareketler neden bir saman alevi gibi parladılar, dünyada ne kadar avanak küçük burjuva varsa hepsine umut oldular ve sonra sönümlenip gittiler? Bu hareketler, geliştilerse bunun temel nedeni Marksist-Leninist partilerin müdahale gücünün olmamasında, kendilerini post-marksist tasfiyenin girdabından kurtaramamasında ve genel anlamda işçi hareketinin geriye çekilmesinde aramak gerekir. Eh böyle bir ortamda post-marksist kimlik politikaları gelişmeyecek de ne gelişecekti?

Kimlik politikasının hakim olduğu yerde sınıf politikası yürütülemez. Çünkü sınıf politikasının ideolojik arka planı, örgütlenmesi ve hedefi kimlik politikasının arka planından ideolojisinden, örgütlenme ve hedefinden farklıdır.

Neresinden bakarsanız bakın söz konusu olan ideolojik tasfiyeciliktir. İdeolojik tasfiyeye uğramış bir “komünist” parti aynı zamanda sınıfsal tasfiyeye de uğramış demektir. Eh sınıfsal tasfiyenin sonucu da örgütsel tasfiyedir. Kapılar her bakımdan; ideolojik, teorik, sınıfsal ve örgütsel olarak toplumun diğer ezilen sınıf ve sosyal tabakalarına, tabi bu arada kimliklere de ardına kadar açılmıştır. Post-marksist tasfiyecilik işçi sınıfının ideolojisini ve örgütünü teslim almış, bir daha kolay kolay çıkamayacağı bir köşeye sıkıştırmıştır. O köşe devrim yapma iddiasından vazgeçme köşesidir, varlığını kimlik politikalarıyla sürdürme köşesidir. O köşede sınıfa hitap edemezsin; onun taleplerini dillendiremezsin ve onu örgütleyemezsin. Orada ancak en genel anlamda ezilenlere hitap edebilirsin. O köşede LGBTI+’lardan bahsedebilirsin. Kürt “halkımız”dan, Ermeni “halkımız”dan, Arap “halkımız”dan, Alevi “halkımız”dan bahsedebilirsin. Ancak, nedense Sünni “halkımız”dan bahsetmezsin. Çünkü halklarımızın bu kesiminden umut kesilmiştir, diktatörlüğün oy küpü olarak görülmektedir.

Bu durumda ortaya ne çıkıyor? Bu halklarımızın sınıfsal aidiyetleri siliniyor; farklı sınıflardan bir bileşim olsalar da bir bütün olarak görülüyor. Bu halklarımız çalıştıkları işyerlerinde, fabrikalarda, işletmelerde işçi sınıfı olarak örgütlenmiyor; hangi dinsel ve etnik kökenden olurlarsa olsunlar onların bir sınıfın üyeleri oldukları öne çıkartılmıyor, tam tersine özenle gözardı ediliyor.

Post-marksizm tam da bunu istiyor, böyle olmalısınız, böyle olursanız Marksizm-Leninizm cenderesinden kurtulmuş, düşünce özgürlüğünüze kavuşmuş olursunuz diyor. Bunun tersi, yani sınıf politikası, Post-marksizm için çok tehlikeli, asla girilmemesi gereken sulardır.

İşçi sınıfı, bu ve benzeri post-marksist anlayışları göklere çıkartan bir “Marksist-Leninist” parti ile mi kendi tarihini yazacak?

Devam edecek


27 Temmuz 2021 Salı

MARKSİST-LENİNİST ORTAMDA

ÜÇ MAYMUN OYUNU” VE TASFİYECİLİK

II

Post-modernistler ve Post-marksistler kimdir diye soracak olursanız geçen yüzyılın ‘60’lı ve ‘70’li yıllarına gitmek gerekir. Post-marksizm bağlamında aynı yüzyılın ‘20’li yıllarına inip atalarından bahsetmeye gerek yok. Söz konusu ‘60’lı ve ‘70’lü yıllarda ÇKP etkisinden kopan, ‘68’ gençlik hareketinden devrim çıkartamayan; genel anlamda devrimden umudunu kesmiş, bu nedenle hayal kırıklığına uğramış ve bir nevi düşünsel, mental olarak da “işsiz” kalmış aydın takımının ortaya koyduğu marifet Post-modernizm ve Post-marksizm olmuştur. Aslında bunlar Marksizm-Leninizm’e karşı (onlara göre Marksizm’e karşı) mücadelenin ideolojik yapılarını oluşturmuşlardı. Ortaya karşıdevrimci teorik bir ürün çıkartmışlardı. Yani Marksizm-Leninizm‘e karşı bir “yapı sökümü” mücadelesinin yeni bir versiyon olarak temellerini atmışlardı.

İşçi sınıfını teorik olarak ortadan kaldırmanın neredeyse sayısız denemeleri yapılmıştır. Makinalara artı değer ürttirerek işçi sınıfını ortadan kaldırabileceğiniz gibi, sermaye ile emek arasındaki çelişkiyi yok sayarak da işçi sınıfını sınıf olmaktan çıkarttabilirsiniz. Ancak, Laclau ve Mouffe gibi Post-marksizm’in kurucuları böyle bir zahmete katlanmadan toplumsal değişimin, toplumsal ilerlemenin ana dinamiğini; yani toplumu ileriye götürmesi, devrimleri gerçekleştirmesi gereken özneyi; işçi sınıfını bu görevi yerine getirecek özne olmaktan çıkartmak ve yerine de ezilenciliğin başka bir ifadesi olan “çokluğu”, kimlikleri getirmek yolundan yürümüşlerdir. Amacı kapitalist sistemi aşmayan, burjuva düzen içinde kalan, en fazlasıyla reformlar gerçekleştirmeyi hedefleyen amipvari bir çokluk.

Tabii bu işin bir de “radikal”lik kısmı var. Radikallik kulağa hoş geliyor, enerji dolu, değişim isteyenleri belki de mücadele için kamçılıyor. Ancak, post-marksistlerin radikallikten anladıkları burjuva düzen/demokrasi ufkunu aşmayan bir radikalliktir.

Aşamaz da, çünkü Mouffe için değişim, ancak ve ancak burjuva demokrasisi, “parlamenter demokrasi” çerçevesinde kalmalıdır; “sol”, yeniden seçimler kazanıp hükümet olmalıdır.

Kısacası:

...geleneksel sosyalist düşüncenin o zamanlar yeni sosyal hareketler -feminizm, ırkçılık karşıtı mücadele, çevre hareketi- diye adlandırılan olguları anlayamadığını hissettik. Geleneksel sosyalist düşünce, bunlara farklı baskı formlarından kaynaklanan, aslî olarak farklı direniş formları diyerek saygı göstermektense, sınıf mücadelesi modeli içine çekmeye çalıştı. Toplumun çatışma (conflict) ile bölündüğü şeklindeki Marksist anlayışa katılıyorduk.

Ancak geleneksel Marksist doktrinin, çatışmaların alabileceği her biçimi anlamak için yeterli alana izin vermediğini hissettik...

Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu, bir tâbiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar. Fabrikadakileri de kapsar, fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Marksizmle bir kopuştur, çünkü örgütleyici ilkeleri, her şeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun, bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.” (“Kalpler, Zihinler ve Demokrasi”; Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ile söyleşi. Çeviren, Asena Günal, (Red Pepper, Haziran 1998, sayı 49).

Yani, artık devrim değil, artık sınıf değil; artık reformlar ve kimlikler politik mücadelenin merkezinde olmalıdır.

Ancak, devrimden, sınıftan kaçışın örgütlenmesi gerekir. Bu reformların gerçekleştirilmesi için mücadeleyi omuzlayan bir özne gerekir. İhtiyaç duyulan o politik mücadelenin merkezinde duran bir güçtür. Bu güç, Mouffe’un kafasında oluşturduğu bir “halk”tır. Bildiğimiz halk değil. Öyle olsaydı “halk” inşa etmeye kalkışmazdı. Mouffe, kafasında bir “halk” canlandırıyor, bu canlandırmayı tasarı haline dönüştürüyor ve arkasında da “inşa ediyor”.

Mouffe’un çıkış noktası belli: İşçi sınıfı artık toplumsal değişimin, onun deyimiyle “radikal demokrasi”nin gerçekleştirilmesi için motor bir güç olmaktan çıkmıştır. İşçi sınıfı, zaten giderek güç kaybetmektedir, parçalanıp bölünmektedir. Teknolojik ve üretimde kullanılan bilimsel yöntemlerin sonucunda işçi sınıfının katmanlarının artması, yeni sektörler bazında ayrışıyor gözükmesi vb. Mouffe açısından sınıfın parçalanması anlamına gelmektedir.

Mouffe’a göre önce toplumu iki kampa bölen siyasi sınırların tespit edilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor. Bu kampın birisinde “iktidar sahipleri”, diğerinde ise “halkımız”, yani ezilenler yer alacak. Burada her iki kamp arasındaki çelişki, iktidar sahipleriyle “halkımız” arasında düşmanlığa dayanmalıdır, iktidar sahiplerine karşı kaybedenlerin, yani “halkımız”ın demokratik taleplerini ifade etmelidir.

Öyleyse önce şu “halk”ı inşa edelim:

Chantal Mouffe diyor ki, “biz” “onlar”a karşıyız. Mouffe “onlar”dan iktidar sahiplerini, “oligarşi”yi anlıyor. “Biz” derken de inşa ettiği “halk”ı anlıyor. (“Für einen linken Populismus”).

Mouffe açısından popülizm her şeyden önce, kitleleri harekete geçirmek için tarafsız bir araçtır. Burada kitleleri harekete geçirmek “onlar”a karşı “biz”im harekete geçirilmesidir, yani inşa edilen “halk”ın karşıtlarına karşı harekete geçirilmesidir.

Onlar”a karşı “biz” sloganı duygu uyandırır. Mouffe’a göre etkileme ve tutku çok önemlidir. Sol popülizm bunun politikada itici, ilerletici bir güç olduğunun farkına varmalıdır. Bu nedenle bu alan, sağ popülizme bırakılamayacak kadar önemlidir...

Mouffe, kendi sol popülizm anlayışında “halk”ı demokratik olarak inşa ediyor; ortak çıkarlar, işçi sınıfı için eşit değerde bir mücadele, feminizm, etnik kimlikler, çevre sorunu, LGBTİ+’lar, göçmenler vs. Bütün bunlar “halk”ımızın yapı taşlarıdır. Büyük amaç, asla ve asla neoliberal kapitalizmi terbiye etmek, insani kılmak değildir. Büyük amaç inşa edilen “halk”ımızla neoliberal kapitalizmi yıkmaktır. Burada “yıkmak” çok radikal, altüst edici, devrimci bir eylem olarak algılanabilir. Mouffe’un “radikal”liği, sistem değiştirme retoriği, liberal demokrasiyi, yani burjuva demokrasisini güçlendirmekle sınırlıdır. AB’yi demokratik bir Avrupa’ya dönüştürmek isteyenden Mouffe gibilerinden zaten başka bir şey beklenemez.

Demek ki, post-marksist Mouffe’un “radikal demokrasi”nin gerçekleşmesi için toplum iki kampa ayrılmalıdır: Yukarıdakiler, iktidar sahipleridir, oligarşidir. Aşağıdakiler ise “baldırı çıplaklar”dır, Mouffe’un inşa ettiği “halk”tır.

Aslından burada, bu sınır çekmede Marksizm-Leninizm ile Post-marksizm arasında ideolojik, sınıfsal kesin bir ayrışma söz konusudur. Bu ayrımın adı Marksizm-Leninizm’de emek-sermaye veya burjuvazi-işçi sınıfı arasındaki çelişkidir. Mouffe bunu neoliberalizm ile burjuva demokrasisi arasındaki çelişkiye dönüştürmüştür. İlkinde işçi sınıfının tarihsel görevini yerine getirmesi bağlayıcı ve bu çelişki, ancak devrimle çözülebilecek, ortadan kaldırılabilecek bir çelişkiyken ikincisi müesses nizamı yenileme, tamir etme, reform sürecinden geçirme çelişkisidir. Bu çelişkinin çözümünde Mouffe’un inşa ettiği “halk”ın rolü önemlidir.

Mouffe: Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu, bir tâbiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar. Fabrikadakileri de kapsar, fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Marksizmle bir kopuştur, çünkü örgütleyici ilkeleri, her şeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun, bu fikirlerin, onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları, bu fikirleri gerçekten uygulamaya zorlamaktır.

Hiçbir zaman radikal demokratik zincire yerleştirilemeyecek hareketler vardır, çünkü onlar, diğerlerinin taleplerine uymayı reddedebilirler - örneğin Ku Klux Klan zenci haklarına bağlanamaz. Ancak pek çok mücadele, özgül koşullarda nasıl eklemlendiklerine bağlı olarak, radikal demokratik projenin yanında veya karşısında yer alabilir. Hegemonya mücadelesi toplumdaki tek tek grupların bilincini dönüştürme mücadelesidir. Böylece insanlar çıkarlarının diğer grupların çıkarlarına bağlı olduğunu görürler. Örneğin orta sınıfların talepleri radikal demokratik hegemonyaya bağlanabilir: eğer bunu, insanları ‘daha fazla vergi vermemiz gerektiğini kabul edeceğiz, çünkü daha iyi okullara, daha iyi bir sosyal güvenlik sistemine, daha iyi ulusal sağlık hizmetlerine sahip olmanın önemli olduğuna inanıyoruz’ demeye itecek şekilde sunabilirseniz. Geniş bir anti-kapitalist hareket yaratmak için şu anda radikal olmayan grupların sosyalist davaya bağlanmaları gerekir...

Ancak eşdeğerlilik zincirinde yapısal bir sınır vardır. Bir eşdeğerlilik zincirinin bizim eleştirel sınır dediğimiz şeye ihtiyacı vardır. Radikal bir bakışa sahip olmak için bir hegemonya, bir düşman kurmaya ihtiyaç duyar; bu, kapitalizm, ekolojik yıkım veya insan hakları ihlalleri olabilir. Bugün gerçekleşen siyaset türüne dair daha kaygı verici bulduğum şeylerden biri merkezin konsensusu fikridir. Radikal bir projenin tüm görüşleri kapsaması imkânsızdır. Merkezin konsensusu her şeyin aşağı yukarı aynı kalmasını sağlar.’’ (“Kalpler, Zihinler ve Demokrasi”; Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ile söyleşi. Çeviren, Asena Günal, (Red Pepper, Haziran 1998, sayı 49).

Neoliberal hegemonya yıkılacak, sol popülist hegemonya kurulacak.

Bu durumda ne oluyor? Bu durumda kimliklerden bir “eşdeğerlilikler zinciri” oluşuyor, bunlar bir talepler listesi çıkartıyorlar ve işçi sınıfının talepleri de bu listede dile getiriliyor. Bu bir kurnazlık mı, demagoji mi, orası ayrı bir sorundur diyelim. Ancak, Mouffe, safça veya uyanık bir biçimde işçi sınıfını talepleri üzerinden “eşdeğerlilikler zinciri”nin, yani o kimlikler zincirinin bir halkası yapıyor; diğer halkalardan, örneğin feministler, çevreciler, etnik gruplar, İLGTB+’lar gibi, onlarla eşdeğer olan bir halka oluveriyor.

Sınıfların Sonu ve Kimliklerin Yükselişi

Sınıf, Halk, Devrim ve Reformizm

Yukarıda bahsetmiştik. Laclau ve Mouffe gibilerinin tezlerinin; “yeni” toplum yapılandırma anlayışlarının gerçekleşmesi için işçi sınıfının itici bir tarihsel rolünün olmaması gerekir. Onlar açısından işçi sınıfı toplumsal altüst oluşun öznesi değildir.

Yine yukarıda bahsettiğimiz gibi işçi sınıfının yok sayılmasının farklı yol ve yöntemleri vardır. Örneğin teknolojide gelişmenin üretimde, dolaşımda veya üretim merkezli alanlarda kullanılması sonucunda işçilerin sokağa atılmaları. Yine emperyalist küreselleşme sürecinde gördüğümüz gibi binlerce işçinin çalıştığı büyük işletmelerin parçalanması ve bunun sonucu olarak işçilerin de bölünmesi. Bu durum, genel anlamda sınıfın örgütlenmesini, sendikal mücadelenin zayıflamasını beraberinde getirdiği gibi devletin, sermayenin ve emperyalist küreselleşme sürecinde oldukça yaygınlaşmış olan taşeronculuğun yoğun baskısıyla sınıf mücadelesinin gerilemesine de neden olur.

Mücadelede gerileme, komünist partilerin sınıfla bağının işçileri harekete geçirecek derecede olmaması, sonuçta işçi sınıfının pratik faaliyetteki ve böylece toplum üzerindeki siyasi etkisini zayıflatmıştır. İşçi sınıfının “ölümü” üzerine, “elveda proletarya” üzerine az yazılıp çizilmemiş, teoriler üretilmemiştir. Bu türden teorileri üreten merkezlerden birisi de Post-modernizm ve Post-marksizm’dir. Öyle ki, bu teoriler veya Post-modernizm ve Post-marksizm’in işçi sınıfı üzerine yazıp çizdikleri birçok örgütte Marksizm-Leninizm’den, Marksist-Leninist parti örgütlenmesinden ve nihayetinde işçi sınıfından kaçışın argümanları olmuştur. Bu argümanlar, kapitalist toplumun giderek daha çok, kapsamlı işçileşen bir toplum olduğu biline biline kullanılmıştır. İşçilerin sayısı dünya çapında artmıştır; dün küçük burjuva diye tanımladığımız doktorların, hukukçuların, eğitimcilerin büyük bir kısmı bugün işçi sınıfının saflarında yer almaktalar.

İşçi sınıfının bir taraftan sayısal çoğalması ve kendi içinde katmanlara ayrışması, sonuçta Post-modernizm’i ve Post-marksizm’i inkar edilemeyecek bu gerçeği farklı bir kavramla ifade etmeye zorlamıştır. İşçi sınıfı artık “prekarya” olmuştur.

Prekarya işçi sınıfının sınırlı-kontratlı, yarı zamanlı, proje sözleşmeler ile çalışan kesimini; yani sürekli iş

Ancak, bu türden argümanların etkisiz kaldığı düşünülmemelidir. Bu argümanlar “sol”da, daha dar anlamda ifade edecek olursak Marksist-Leninist partilerde de etkili olmuştur. Sağ tasfiyeciler Post-modernizm’in, Post-marksizm’in bu türden savlarına dayanarak sınıf politikasını bir kenara atmışlar -hem de hızlıca atmışlar- ve kimlik politikalarına yönelmişlerdir.

Devrimci bir partinin ana taleplerini hitap ettiği sınıfın ana talepleri oluşturur. Şüphesiz, sosyal tabakaların, etnik ve dinsel grupların, başkaca farklı kimliklerin taleplerine/sorunlarına kayıtsız kalmaz. Ancak, devrimci bir parti, diyelim ki Marksist-Leninist bir parti, kendi varoluş nedeni olan işçi sınıfının temel çıkarlarını temel talep yapmıyorsa veya sözde yapıyorsa ve kendi programını ciddiye almıyorsa ve bunun yerine kimliklere hitap ederek bu kimliklerin çıkarlarını esas alıyorsa, toplumun bütününe, en azından toplumun en büyük kesimini oluşturan işçi sınıfı ve emekçi yığınlara hitap etmiyor, bunun yerine toplumun sınırlı bir kesimine hitap ediyor demektir. Bu durum Marksist-Leninist ortamın bir gerçekliğidir.

Daha önceki çok sayıda yazımda Marksist-Leninist ortamın halinden, tasfiyecilikten bahsettim. Tasfiyeciliğin ideolojik, teorik ve örgütsel derinliğini; Marksist-Leninist ortamda Marksizm-Leninizm’e karşı nasıl mücadele edildiğini; Troçki, Troçkizm demeden Troçki ve Troçkizm; Post-marksizm demeden post-marksist düşüncelerin nasıl savunulduğunu ve Marksist-Leninist ortamın, partinin nasıl bir Troçkist, post-marksist şebeke ve legaliteye dönüştürülmeye çalışıldığını anlattım. Bu makalede de diğerlerinden farklı bir şey yapmadım. Bütün bunlar üç koldan tasfiyeciliğin belli bir dengenin, henüz bozulmamış dengenin doğrudan bir sonucu olarak “üç maymun oyunu” ile gerçekleştirilmektedir.

Marksist-Leninist Ortamda “Üç Maymun Oyunu”

Biri diyor ki, görmedim, duymadım, söylemedim, bilmiyorum.

İkincisi diyor ki, görmedim, duymadım, söylemedim, bilmiyorum. 

Üçüncüsü diyor ki, görmedim, duymadım, söylemedim, bilmiyorum.

Peki, neyi görmediler, duymadılar, söylemediler veya bilmiyorlar?

Biri (Post-marksist) diyor ki, zinhar, bizde Troçkist ve Troçkizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.

Diğeri (Troçkist) diyor ki, zinhar, bizde Troçkist ve Troçkizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.

Diğeri (“Marksist-Leninist”) diyor ki, Troçkizm mi dedin? Zinhar, bizde Troçkist ve Troçkizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.

 Biri (Troçkist) diyor ki, zinhar, bizde post-marksist ve Post-marksizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.

Diğeri (Post-marksist) diyor ki, zinhar, bizde post-marksist ve Post-marksizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum

Diğeri (“Marksist-Leninist”) diyor ki, Post-Marksizm mi dedin? Zinhar, bizde post-marksist ve Post-marksizm yoktur: Görmedim, duymadım, bilmiyorum.

Biri diyor ki, yaşasın Marksizm-Leninizm. Ama için için yaşasın Troçki, yaşasın Troçkizm, kahrolsun Marksizm-Leninizm demek istiyor. En azından yazılıp çizilenler bunu gösteriyor.

Diğeri diyor ki, yaşasın Marksizm-Leninizm. Ama için için yaşasın Post-marksizm, yaşasın sınıf prangasından kurtulmuş parti, kahrolsun Marksizm-Leninizm demek istiyor. En azından yazılıp çizilenler bunu gösteriyor.

Diğeri (“Marksist-Leninist”) diyor ki, var olmak için dengeyi korumak, devam ettirmek zorundayız, uzlaşı devam etmelidir.

Marksist-Leninist ortamda açıktan ama adı konmada Troçkizm propagandası yapılırken; Marksizm-Leninizm lanetlenirken Troçkisti de, post-marksisti de, “marksist-leninist”i de görmedim, duymadım, bilmiyorum modundan milim sapmıyor!

Marksist-Leninist ortamda açıktan ama adı konmada Post-marksizm propagandası yapılırken; Marksizm-Leninizm lanetlenirken Troçkisti de, post-marksisti de, “marksist-leninist”i de görmedim, duymadım, bilmiyorum modundan milim sapmıyor!

Devam edecek


22 Temmuz 2021 Perşembe

TROÇKİZM İŞÇİ SINIFINA KENDİ HİKAYESİNİ YAZDIRAMAZ!Daha önceki altı makalede Türk burjuvazisinin kendi hikayesini nasıl yazdığını; nereden nereye geldiğini anlatmaya çalıştım. Tabii bu sınıfın karşıtı olan işçi sınıfının da bir hikayesi vardır, olmalıdır. Ancak, işçi sınıfının kendi hikayesini yazabilmesi için belli koşulların var olması gerekir. Aslında temel koşul kendiligindenci işçi hareketi ile sınıf bilinçli hareketin birleşmesidir. Bu birleşme Türkiye koşullarında henüz gerçekleşmemiştir. Kendini sosyalist, komünist diyen düzinelerce örgütün olmasına rağmen birleşmemiştir.. Burada anlatacağım, Marksist-Leninist ortamı doğrudan ilgilendiren iki tasfiyeci akımın; Troçkizm ve Post-marksizm, bugün için işçi sınıfının Marksist-Leninist ortamda kendi hikayesini yazmasının önünde esas engel olduğudur. 

I

Troçkizmi kendimizden çok uzakta duran bir sınıf düşmanı akım olarak görmek, sınıflar mücadelesinde işlenebilecek en vahim hatalardan biridir. Bunun böyle olduğunu; Troçkizm’i uzakta, kendi dışımızda aramak yerine kendi içimizde veya yakınımızda aramanın gerektiğini sürekli vurguladım, vurgulamaya devam edeceğim.

Troçkistler kendi örgütleri, kendi örgütsel “eğilim”leri içinde çüretkar olabilirler. Ancak, ele geçirmek istedikleri, bu nedenle içine sızdıkları veya ortamını buldukları için orada oluştukları yapılarda açığa çıkmamak kaygısıyla her türden kılıfa bürünürler. Bütün dertleri, Troçkist karşı devrimci düşünceleri Marksizm-Leninizm olarak veya da Maoizm olarak açıklamaktır.

Troçkizm, burjuvaziye karşı mücadele sürecinde, burjuva ideolojiye karşı mücadele ederek doğmamıştır. Troçkizm, Marksizm-Leninizm’e karşı mücadele sürecinde doğmuştur. Bu nedenle Troçkizm varoluşunu Marksizm-Leninizm’e borçludur. 20.Yüzyılın Marksizm’i Leninizm olmasaydı; Ekim Devrimi ve kurulan proletarya diktatörlüğü ve inşa edilen sosyalizm olmasaydı; Lenin’den sonra Bolşevik Partiye ve inşa edilen sosyalizme önderlik eden Stalin olmasaydı, Troçkizm olur muydu? Onu var eden bedenler olmadığı durumda, Lenin’in deyimiyle ne “hergele” Troçki ne de Troçkizm olurdu. Elle tutulur, gözle görülür gerçekler var. Bu gerçekler bize doğuş döneminde uluslararası komünist hareket içinde Troçkizm’in oynadığı karşıdevrimci rolü göstermektedir.

Kendi yayınlarında Troçkistler, Troçki döneminde olduğu gibi bugün de Marksizm-Leninizm’e, SSCB’ye, sosyalizmin inşasına; uluslararası komünist harekete ve nihayetinde Stalin’e saldırılarını aynı yoğunlukta devam ettirmekteler. Troçkistler, karşı devrimcilikte sınır tanımayan bir karaktere sahiptirler. Ancak, Troçkizm’i küçümseyenler, hani nerede diye soranlar etrafta olup biteni ya görmüyorlar veya da yazılıp çizileni okumuyorlar veya okusalar da anlamıyorlar.

Troçkizm’in ideolojik tahribatına maruz kalan bir parti, bu durumda Marksist-Leninist bir parti, sınıf mücadelesinde, işçi sınıfını örgütleme mücadelesinde iddiasızlaşan bir parti demektir. Sınıf partisi olmak iddiasında olan bir parti, bu durumda Marksist-Leninist bir parti, bu iddiasından fersah fersah uzaktaysa, işe yeni başlıyor derecede uzaktaysa bunun elbette bazı temel nedenleri vardır. Ancak, bu temel nedenlerden birisinin Troçkizm olduğu görülmüyorsa, evet bu saklanıyorsa, önemsiz birtakım açıklamalara indirgeniyorsa bu bize birbirini tamamlayan iki olasılığı gösterir. Olasılıklardan birisi, bütünün yok olacağı korkusu içinde yenişemeyen kliklerin Troçkizm’in varlığını inkar etmeleridir. Diğer olasılık ise bu inkara inanmaktır.

Bir Marksist-Leninist parti nasıl olur da Troçkizm’i masumlaştırabilir, nasıl olur da kendini Marksist-Leninist parti olarak var eden ilkeleri, ideolojiyi tahrip eden, bu değerlere saldıran Troçkist anlayışları yok sayabilir veya önemsiz görüşler seviyesine indirgeyebilir?

Troçkizm bağlamında Stalin’in öğretisi oldukça önemlidir. Stalin'in SBKP(B) MK Plenumu'nda (1937) “Parti Çalışmasının Eksikliği ve Troçkistler ve Diğer İkiyüzlülerin Tasfiyesi İçin Alınacak Önlemler Üzerine” sunum ve kapanış konuşmasının üçüncü bölümü -”Bugünkü Troçkizm”- hala günceliğini korumaktadır.

...Troçkist ajanlara karşı mücadelede partili yoldaşlarımız, bugünkü Troçkizmin, diyelim ki 7-8 yıl önceki Troçkizm olmadığını, Troçkizmin ve Troçkistlerin bu süre içerisinde, Troçkizmin çehresini temelden değiştiren ciddi bir evrim geçirdiğini, bunun sonucunda, Troçkizme karşı mücadelenin, Troçkizme karşı mücadele yöntemlerinin de temelden değişmek zorunda olduğunu unutmuşlar, fark etmemişlerdir. Partili yoldaşlarımız Troçkizmin işçi sınıfı içinde politik bir akım olmaktan çıktığını, Troçkizmin 7-8 yıl önce işçi sınıfı içinde politik bir akım olma niteliğinden çıkıp, yabancı devletlerin casusluk organlarının emriyle hareket eden zararlı unsurlar, bozguncular, casuslar ve katillerden oluşan azgın ve ilkesiz bir çeteye dönüştüğünü fark etmemişlerdir.

İşçi sınıfı içinde bir politik akım nedir? İşçi sınıfı içinde politik akım demek, belli bir politik fizyonomiye, kendi platformuna, kendi programına sahip, görüşlerini işçi sınıfından gizlemeyen, gizlemesi mümkün olmayan, tam tersine, işçi sınıfının önünde görüşlerinin açıkça ve dürüstçe propagandasını yapan bir grup ya da parti demektir; işçi sınıfına politik yüzünü göstermekten korkmayan, gerçek amaç ve görevlerini işçi sınıfının önünde açıkça ortaya sermekten korkmayan, tersine,, işçi sınıfını kendi görüşleri doğrultusunda ikna etmek için açıkça ortaya çıkan bir grup ya da parti demektir. Geçtiğimiz yıllarda, 7-8 yıl önce Troçkizm, anti-leninist, o nedenle temelden yanlış da olsa, işçi sınıfı içinde böyle bir politik akımdı.

Bugünkü Troçkizmin, diyelim ki 1936 yılının Troçkizminin işçi sınıfı içinde bir akım olduğu söylenebilir mi? Hayır söylenemez. Neden? Çünkü bugünkü Troçkistler, işçi sınıfına gerçek yüzlerini göstermekten korkuyorlar, çünkü işçi sınıfına hedef ve görevlerini açmaya korkuyorlar, çünkü işçi sınıfından politik fizyonomilerini isteyerek gizliyorlar; çünkü gerçek amaçlarını öğrenirse işçi sınıfının kendilerini, ona yabancı insanlar olarak lanetleyip kendisinden uzaklaştırmasından korkuyorlar. Troçkistlerin bugünkü çalışmalarında temel yöntemin, görüşlerini işçi sınıfı içinde açıkça ve dürüstçe savunmak değil, görüşlerini gizlemek, hasımlarının görüşlerini kölece bir boyun eğiş ve dalkavuklukla övmek, kendi görüşlerine ise ikiyüzlü ve sinsi bir biçimde çamur atmak olması da bununla açıklanır...

Bugünkü Troçkizm işçi sınıfı içinde politik bir akım değil, yabancı devletlerin casusluk organlarının hizmetinde çalışan zararlı unsurlar, bölücüler, casus ve katillerden oluşan ilkeden ve düşünceden yoksun bir çete, işçi sınıfının yeminli düşmanı olan bir çetedir...

Partili yoldaşlarımızın hatası, geçmişteki Troçkizmle bugünkü Troçkizm arasındaki belirleyici farkı görememelerinde yatmaktadır. Troçkistlerin uzun zamandan beri bir düşüncenin savunucusu olmaktan çıktıklarını, çoktandır sadece Sovyet devletine ve Sovyet iktidarına zarar vermek için, casusluk ve vatana ihanet de dahil olmak üzere, her türlü iğrençliği, her türlü alçaklığı yapabilecek haydutlara dönüştüklerini fark etmediler. Bunu fark etmediler, dolayısıyla da, Troçkistlere karşı yeni tarz mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek için zamanında değişiklik yapmayı beceremediler...

O nedenle Troçkistlerin son yıllardaki alçaklıkları bazı yoldaşlarımız için tamamen sürpriz olmuştur.” (Stalin; C. 14, Türkçesi; s. 142-146)

Bu tespitlerden ders çıkartılıyor mu?

Stalin’in “partili yoldaşlarımız” dediği bugünün komünistleridir. Bunlar Troçkizm’i kendilerinden çok uzakta gördükleri, önemsemedikleri, en yakınındaki “yoldaş”ından Troçkizm beklemediği için ne Troçkizm ne de ona karşı mücadele onlar için önemli olmuştur, olmaktadır. Bu alanda akıl almaz bir aymazlık yaygındır.

Troçkistlerin amacı Marksizm-Leninizm’i ideolojik, teorik ve örgütsel olarak tasfiye etmek olmasaydı görüşlerini korkusuzca, açıkça dile getirirlerdi. Ancak, onların amacı tasfiyeciliktir. Bu nedenle olduğu gibi görünmemek ve göründüğü gibi olmamak onların esas ilkesidir. Bunlar korkaktır, acizdir. Bu nedenle görüşlerini özgürce açıklayamazlar, ben Troçkistim diyemezler.

Örneğin, SSCB’de proletarya diktatörlüğüne, sosyalizmin inşasına “hepsi yanlıştı. Bu konuda doğru olanı Troçki savundu. Biz soruna onun görüşleri aşısından yaklaşıyoruz” deme cüretini kendilerinde bulamayacak kadar korkaktırlar. Tabii bu sadece SSCB’de proletarya diktatörlüğüne, sosyalizmin inşasıyla da sınırlı değildir. Bunu toplumsal yaşamın başka alanlarında da Troçki’nin karşı devrimciliğinin Marksist-Leninist ortamda açığa çıkması korkusuyla kıvranan tetikçilerinin suskunluğunda da görebilirsiniz.

Dünya siyasi arenasının “sol” tarafında sosyal hareketlerin hakimiyeti devam etmektedir. Kimler burada temsil ediliyorlar diye soracak olursanız cevabı saymakla bitmez olur. Ancak, ele aldığımız sorun açısından bütün türleriyle Post-Marksizm ve Troçkizm’dir. Her ikisinin önemi, sınıf mücadelesinde önemli bir güç olmalarından kaynaklanmıyor. Hele Troçkizm’in sınıf mücadelesinde esamesi bile okunmaz. Ne var ki, her ikisi de ideoloji, teori ve örgütsel cephede tasfiyecilik yapıyor ve işçi sınıfı ve emekçi yığınların 21. yüzyılda devrim ve sosyalizm perspektifini karartmaya çalışıyor. Hangi türünden olursa olsun ne Post-Marksizm’in ne de Troçkizm’in devrim diye bir derdi yoktur. Ama Marksizm-Leninizm’e, Stalin'e, SSCB'de sosyalizme saldırma, karalama diye bir dertleri vardır. Siz hiç Marksizm-Leninizm kavramını kullanan Post-Marksist bir hareket gördünüz mü? Siz hiç SSCB’yi, sosyalizmin inşasını, Marksist-Leninist öğretinin sosyalizm anlayışını ve nihayetinde Stalin'i karalamayan, karşı devriminden bahsetmeyen bir Troçkist yazı okudunuz mu?

Bu türden gruplar, dünya çapında derin izler bırakan tarihsel değişim dönemlerinde yerden mantar biter gibi ortaya çıkıyorlar. 1990’ın başında SSCB’nin ve dolayısıyla revizyonist blokun dağılması böyle bir dönemin ifadesidir. Sanki birileri bu unsurları, bu grupları o zamana kadar uyutmuş ve “haydi kalk, zamanın geldi” diyerek uyandırmış. Özellikle anarşist ve Troçkist grupların gelişmesinde bu çok açık izlenebilir. Bunu anlamak lazım. Bu anlaşılmazsa tasfiyeciliğin nasıl ve esasen hangi mihverde küresel örgütlendiği asla anlaşılmaz: Tasfiye edilmesi gereken, bütün değerleriyle Marksizm-Leninizm’di. Tasfiye edilmesi gereken işçi sınıfının ideolojisiydi, Marksist-Leninist parti anlayışıydı, sosyalizm anlayışıydı.

Yöntemsel ve felsefi açıdan dünkü Troçkizm’le bugünkü Troçkizm arasında bir fark yoktur. Dün de bugün de Troçkizm’in temel özelliği iradeci subjektivizmdir. Varoluşunun her döneminde Troçkizm, nesnel koşulları analiz etme yeteneğinden yoksun olduğunu sergilemiştir; bu nedenle ulusal ve dünya çapında devrimlerin gelişme koşullarını, devrimlerin farklı gelişme aşamalarını görme yeteneğine sahip değildir.

Dün olduğu gibi bugün de Troçkizm, ilkesizlik abidesi olduğunu sergilemiştir; yalpalamak, bir uçtan diğerine savrulmak, eklektizm, Troçkizm’in temel özelliklerindendir.

Siyasi ve ideolojik alanda dünkü ve bugünkü Troçkizm arasında hiçbir fark yoktur: Marksizm-Leninizm, Troçkizm’in var oluş iksiridir. Marksizm-Leninizm’e, SSCB’de sosyalizme ve Stalin’e karşı mücadele ettikleri kadar burjuvaziye karşı mücadele etmemişlerdir. Dün olduğu gibi bugün de Troçkizm, Lenin ve Leninizm’e, sonrasında da Stalin'e, onun öğretisine ve SSCB'de sosyalizmin inşasına karşı düşmanlık içinde varlığını sürdürmüştür. Bu düşmanlık bugün bütün şiddetiyle devam etmektedir.


Troçkizm, Marksizm-Leninizm’e ve onu kendinde simgeleştiren Stalin ve SSCB'de sosyalizmin inşasına karşı düşmanlığıyla, işçi sınıfı ve emekçi yığınları revizyonizme ve oportünist, sınıf uzlaşmacı anlayışlara karşı mücadelesinde silahsızlandırmayı amaçlamaktadır. Troçkizm’in revizyonizme karşı mücadele diye bir derdinin olmaması, her koşul altında ve hemen her konuda Marksizm-Leninizm ve Stalin'le uğraşıyor olması, onun esas amacının ne olduğu konusunda oldukça öğreticidir. Leninizm olmasaydı, Troçkizm olmazdı ve Stalin olmasaydı Troçkizm de gelişemezdi; yani Stalin önderliğinde SBKP(B)'nin mücadelesi, SSCB'de sosyalizmin inşası olmasaydı Troçkizm de gelişemezdi. Burada önemli olan, Stalin'in Troçkizm’i işçi hareketi içinde bir akım olmaktan çıkarak yabancı ülkelerin istihbarat örgütlerine hizmet eden, yıkıcı, zarar verici faaliyette bulunan bir çeteye dönüştü değerlendirmesi değildir. Troçkistler bundan alınmışlardır diye düşünüyorsanız fena halde yanılmış olursunuz. Onları ilgilendiren var oluşlarının ve gelişmelerinin Stalin'in varoluşuna ve SSCB'de sosyalizmin inşasına bağlı olduğudur. Başlangıç itibariyle aradan neredeyse 100 sene geçmesine rağmen Troçkizm’in hala bütün şiddetiyle devam eden bu düşmanlığının nedeni ne olabilir?

İdeolojik bakımdan Troçkizm kime daha yakındır, kim ile akrabadır diye soracak olursak, bu sorunun cevabı sosyal demokratizmdir denebilir. Troçki, Lenin'e karşı mücadele ederek ve aynı zamanda Menşevikleri destekleyerek Rus işçi hareketi içinde boy göstermişti. Onun bu anlayışında, dolayısıyla Troçkizm’in bu ideolojik özelliğinde değişen bir şey olmamıştır.

Sınıf mücadelesinin zayıf olduğu, gelişmenin sancılı, sorunlu olduğu ortam tam da Troçkizm’in aradığı ortamdır. Troçkizm bulanık suda balık avlamasını pek sever. Böylesi ortamlarda Troçkizm devrimci mücadelenin, komünist hareketin gelişmesini engelleyici bir rol üstlenir; ideolojik kargaşa yaratmaya çalışır, en sol taraftan atışlar yapar, gerçek anlamda “mangalda kül bırakmaz”. Hitap edeceği insanlar yok değildir. Bağı olmadığından veya oldukça sınırlı olduğundan doğrudan işçi sınıfına hitap edemez. Ama küçük burjuva kesimler vardır, esasen onlara hitap eder ve bu kesimlerde genel anlamda uç sol söylemlere yatkınlık vardır. Diğer taraftan özellikle emperyalist ülkelerde Troçkizm işçi aristokrasisine de hitap eder.

Troçkizm dumanlı havayı çok sever. Böylesi ortamlarda kendini tanıtmadan sızma yapar. Troçkizm entrizmi pek sever ve bunu anlata anlata bitiremez. Kendi düşüncelerini ve amacını gizleyerek başka örgütlere sızmak ve ortamı etkileyerek örgütü ele geçirmek, entrizmlerinin temel nedenidir. Sızma sürecinde sızılan örgütten geriye bir kişi de kalsa hiç önemli değilidir. Troçkizm sızma taktiğini sosyal demokrat örgütlerde kullanabildiği gibi en uç sol örgütlerde de kullanabilir.

Dünkü ve bugünkü Troçkizm’in temel siyasi özelliğinde bir değişim olmamıştır. Troçkizm lafta keskin devrimcilik, pratikte ise devrime, devrimci örgütlere karşı mücadele demektir. Onun bu mücadelesi, ideolojik kargaşa yaratma, mücadeleyi sabote etme vb. biçimlerde ortaya çıkar. Bu bakımdan Troçkizm’in nelere muktedir olduğunu; devrime, sosyalizme, bir bütün olarak Marksizm-Leninizm’e karşı nasıl mücadele ettiğini iyi anlamak, kavramak gerekir.

Nasıl bir devrim vadediyorlar? İsterseniz Troçkizm’in her derde deva “sürekli devrim”ine bir göz atalım:

Troçkist sürekli devrim teorisi devrimin aşamalı gelişmesini reddeden bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu teoriye göre devrim kesintisiz gelişeceği için aşamaları da olmaz. Bu teori Troçki'yi Troçki yapan, onu sürekli devrim uzmanı yapan özelliklerden birisidir. İster emperyalist ülkelerde olsun isterse de gelişmesi geri olan, emperyalizme bağımlı ülkelerde olsun; ister bir ülkenin koşuları sosyalist devrime uygun olsun (örneğin emperyalist ülkeler, kapitalist gelişmesi ileri ülkeler) isterse ülkenin gelişme seviyesi sosyalist değil de demokratik devrime uygun olsun (örneğin kapitalist gelişmesi geri ülkeler) Troçkizm için hiç önemli değildir; devrimin aşamaları olmayacağı, kesintisiz devam edeceği için gelişmesi geri ülkelerde de gerçekleştirilmesi gereken sosyalist devrimdir.

Troçkist sürekli devrim teorisi, devrimde ulusal faktörü inkar eder. Yani tek ülkede devrim mümkün değildir. Bu bakımdan sürekli devrim teorisi dış faktörü abartan, iç faktörü küçümseyen bir anlayış üzerinde yükselmektir. Bu teori tek ülkede devrimi yasaklayan bir teoridir. Bu teori kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasını inkar eden bir teoridir. Ama tabii ki, Troçkistler hiç de öyle değil diyecekler. Onlar açısından bunun açıklanması gayet basit: Doğrudur, ülkelerin gelişme seviyeleri oldukça farklıdır. Ama kapitalizmin, sermaye ve üretiminin uluslararasılaşma seviyesi, gelişmesi, seviyeleri oldukça farklı olan bütün bu ülkeleri birbirine bağlamıştır; bu ülkelerin birbirine bağımlılıkları esas alınmalıdır. Ve kapitalizm bu uluslararasılaşmışlık seviyesinden geriye, ulusal sınırlar içine yeniden çekilmez. Soruna böyle bakınca tek ülkede de devrim olmaz; bütün ülkeler birbirine bağımlı olduğu için bir zincirleme dünya devrimi söz konusu olacaktır. Yani tek tek ülkelerde devrimler değil, dünya çapında eş zamanlı veya birbirini takip eden devrimler olacaktır. Bu durumda devrimci mücadelenin oldukça geliştiği, devrim sürecine girildiği bir ülkede bu teoriye ve Troçkizme göre devrim yapmak yanlıştır, bekleyeceksin, dünya çapında devrim koşulları olgunlaşana kadar bekleyeceksin. Bu, devrimi bilinmeyen bir zamana ötelemekten başka bir anlam taşımaz. Gerçi Troçkizm bu düşüncesinden dolayı şu veya bu ülkede devrimi fiilen engelleme olanağı bulamamıştır. Ama salt bu düşüncenin kendisi devrime, devrimci mücadeleye ihanetten başka bir anlam taşımaz.

Troçki'ye göre tek ülkede devrim ve sosyalizmin ancak bir koşul altında var olma şansı vardır; o da Batı'da proletaryanın daha önce zafere ulaşmış olması ve “devletsel yardım”da bulunmasıdır.

Proleter öncü konusunda Troçkizm ayrı bir karanlığı oluşturmaktadır.

Proleter önderlik konusunda önem verdiğimiz nokta şudur: Troçkizm proleter devrimde komünist partinin tek başına önderliğine; bölünmez önderliğine karşıdır. Ve sosyalizmde çok partili sistemi savunmaktadır. Bu konuda da Troçkizm, burjuva ve revizyonistlerin sosyalizmde çok parti sistemiyle ortaklaşmaktadır. Proletarya diktatörlüğü koşullarında çok parti anlayışı Troçki'den kaynaklanmaktadır. Proletarya diktatörlüğü koşullarında, sosyalizmi inşa sürecinde komünist partinin yanı sıra başka bir partinin iktidar ortaklığı veya başka bir partinin varlığı, proletarya diktatörlüğüne karşı, sosyalizmin inşasına karşı mücadele etmek isteyen güçlerin meşrulaştırılmasıdır. Yani daha baştan devrimin geleceğini tehlikeye atmaktır, geriye dönüşün yolunu açmaktır.

Ancak şunu da açıklayalım: Troçkizm’in proletarya diktatörlüğünden, sosyalizmden anladığıyla Marksizm-Leninizm’in anladığı birbirine tamamen zıttır: Marks, Engels, Lenin, Stalin; bir bütün olarak Marksizm-Leninizm proletarya diktatörlüğünü sosyalizmde iktidar biçimi olarak anlar. Marksist-Leninist öğreti böyle der. Troçki ise proletarya diktatörlüğünü sosyalizmde işçi sınıfının iktidar biçimi olarak anlamaz. Troçki’ye göre proletarya diktatörlüğü sosyalizm değildir; kapitalizmden sosyalizme geçiş düzenidir. Bu düzende çok parti de olur, para da olur vs. Sosyalizm ise proletarya diktatörlüğü düzeninde komünizme geçiş dönemidir; bu dönemde devlet olmaz, para ilişkisi olmaz, sınırlar kalkmıştır, meta üretimi olmaz...

Sosyalizmi analiz eden, tartışan her dünyalı, Marksizm-Leninizm ile Troçkizm arasındaki bu farkı mutlaka görmüştür.

Troçkizm’in dünya devrimi teorisi devrimde ulusal faktörü küçümsediği için ulusal sınırlar içinde devrim için mücadele eden parti olgusunu da küçümsemektedir. Troçkizm dünya partisinden yanadır, seksiyonları, ulusal mücadele alanları olmayan bir dünya partisi. Bu anlayışa göre tek tek ülkelerde o ülkelerde devrimler gerçekleştirmek için komünist partilerine gerek yoktur. Bütün bu işleri kurulacak olan dünya partisi yapacaktır. Buradan çıkartılması gereken sonuç şudur: Dünya partisi dünya devrimini örgütleyecektir!

Troçkizm, Leninist örgütlenmenin yeminli düşmanıdır. Parti içi yaşamda Leninist ilkeler Troçkizm’i öldüren ilkelerdir. Bu gerçeklik göz önünde tutulursa Troçkistlerin biz Leninistiz demelerinin ne denli bir ikiyüzlülük olduğu görülür. Troçkizm’in parti içi yaşamda demokrasiden ve düşünce özgürlüğünden anladığı, partinin düşünce ve eylemde birliğini, partinin demirden disiplinini reddetmektir. Troçkizm için demokrasi bu anlamda önemlidir. Troçkizm’in örgütlenme anlayışına göre parti bir tartışma kulübü ve bölünme parçalanma sahnesi olmaktan öteye geçemez.


Leninist parti normlarını sürekli çiğneyen, lanetleyen, partiyi bütün fraksiyonların, kendini sosyalist veya komünist olarak tanımlayan akımların ilkesiz birliği olarak gören bizzat Troçki'den başkası değildi. Troçkizm’in bu özelliğinde hiçbir şey değişmemiştir.

Troçkizm, nesnel olarak işçi sınıfını ve mücadelesini bölmek için burjuvazinin işçi sınıfı ve devrimci mücadele içindeki özel bir şubesidir, acentasıdır. Stalin bu acenteyi “yabancı devletlerin casusluk organlarının emriyle hareket eden zararlı unsurlar, bozguncular, casuslar ve katillerden oluşan azgın ve ilkesiz bir çete” diye tanımlıyordu.

Sonuç itibariyle:

Troçkizm’i, Marksist-Leninist örgütlenmeyi, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası bağlamında devrimi; tek ülkede devrimi ve sosyalizmin inşasını, genel anlamda sosyalizmi tartışanlar şunun farkında olmak zorundadırlar:

1-Bir Marksist-Leninist parti Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretisi olan sosyalizmi, sosyalist inşa analizi adı altında tartışmaz. Bunu tartışması kendi varlığını tartışmaya açmak anlamına gelir.

2-Bir Marksist-Leninist parti, saflarında ideolojik çoğulculuğa yer veremez. Bunu yaparsa kendi varlık nedenini ortadan kaldırır.

3- Bir Marksist-Leninist partinin varlık nedeni işçi sınıfını, ideolojisi temelinde örgütlemek ve insanlığı sınıfsız toplum olan komünizme götürebilmektir. İşçi sınıfı ancak bu koşullarda; partisi önderliğinde sınıf bilinciyle örgütlendiğinde kendi hikayesini yazabilir.

Ancak, Troçkistler, son Marksist-Leninisti de tasfiye edene kadar durmayacaklardır. Son Marksist-Leninist de tasfiye edilince karşıdevrimci bayraklarına “zafer”lerini nakşedebilirler. O bayrak yaşasın Troçkizm, kahrolsun Marksizm-Leninizm bayrağıdır. Şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfı böyle bir bayrak altında kendi hikayesini yazmamıştır, yazamaz da.

İdeolojik karmaşa, çift başlılık, üç başlılık koşullarında işçi sınıfı kendi hikayesini yazamaz.

Toplumsal ve sınıfsal alanda, ekonomide bilim nasıl altüst edilir, nasıl tasfiye edilir, nasıl pespaye liberal, sosyal demokrat, Troçkist, Post-marksist görüşler Marksizm-Leninizm adına savunulur diyorsanız basına bakmanız yeterlidir. Bu ideolojik, teorik yozluk içinde işçi sınıfının kendi hikayesini yazmasını beklemek tasfiyeciliğe destek sunmaktan başka bir anlam taşımaz.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder