BAHÇELİ’NİN EL SIKIŞMASI VE “YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ”
“Yakalandığında devletin hizmetindeyim diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün silah bıraktığını ilan etsin.” “Devlet terörle masaya oturmaz.” (Bahçeli)
“Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz. O süreçler geçmişte kaldı, tarihe mal oldu. Siyonizmin saldırganlığı sebebiyle bir ‘çözüm süreci’ başlatılıyor iddiası son derece saçmadır ve Türkiye’nin gücünün farkında olmamaktır. Konuyu hiç bir zaman böyle manasız bir bağlamda ele almamak gerekir. Devlet deneyip tam sonuç alamadığı yol ve yöntemleri bir daha denemez. Devlet başka etkili yol ve yöntemler bulur. O da 15 Temmuz’dan sonra uygulanan güçlü ve etkili siyasi ve askeri stratejilerdir. Bunların yumuşatılması veya bunlardan vazgeçilmesi söz konusu olmaz.
Türkiye partisi olun çağrısı ise kıymetlidir ve şöyle tercüme edilebilir: Birincisi DEM’in kendi içinden yükselen ‘bizi terör ve şiddet siyasetinden kurtarın’ talebini ifade edenlere bir imkan sağlamaktır. İkincisi DEM’i terör vesayetinden kurtarmak için DEM’e bir seçenek sunmaktır. Üçüncüsü, TBMM’de DEM üzerinden etkili kılınan terör vesayetini hem DEM üzerinden hem de TBMM’den tasfiye etmektir.” (Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Uçum)
“Çözüm süreci masamızda yok. Sorun farklı, çözüm yolları da farklı. Geçmişte bu süreç oldu ve sona erdi. Aynı şeyi tekrarlamak zorunda değiliz.” “24 saat Kürtçe yayın yapan bir kanal var. O süreçlerin belli bir noktasında Ortadoğu tarumar oldu. Türkiye, o reformları yapmamış olsaydı Irak ve Suriye’ye döndürmek isteyen projelere yenilirdi” (Efkan Ala)
“ ‘Bahçeli DEM Partililerin elini sıktı. Normalleşmeden kasıt bu ise kötü bir şey mi?’ diye de soruldu. Perinçek şunları söyledi: ‘Bu çok tehlikeli, PKK meşrulaştırılıyor. Sayın Devlet Bahçeli gidiyor PKK'nın elini sıkıyor. Dinleyince oh ne güzel diyor insan. PKK'yı uslandıracağız diyor. PKK silah bırakmaz. PKK'ya ancak silahla, silah bıraktırılır” ““Normalleşme, PKK'yı Türkiye iktidarının ortağı yapmaktır. Sonuç itibariyle Türkiye'yi yönetirken birdenbire PKK'yı muhatap alıyorsunuz. PKK ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin muhatabı olur. O da dağda, bayırda.” “PKK'nın aldığı bütün oylar bizim Türk Devletimizin zaafı yüzünden. Atatürk'ün iradesi olsa bugün Türkiye'de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çizgisi uygulansa PKK etkisiz hale getirilse ve bu açılımlar yapılmasa PKK'nın oyları yüzde 2’lerde.” (Doğu Perinçek)
Uçum ve Ala’nın açıklamaları, “yeni plan” hakkında fikir vermesi bakımından önemsenmelidir... Konu bağlamında Kandil’den yapılan açıklamalar önemli ve süreci anlamak, gelişmenin yönünü ve tehtileri, tuzakları görebilmek bakımından önemli ve uyarıcıdır.
I
1 Ekim (2024) günü yapılan TBMM açılış toplantısında, (bir Türkiye partisi olmayan, aksine Türk ırkçılığının en rafine temsilcisi ve Meclis’te de ancak 4. sırada yer bulabilen iktidar ortağı, Kürtlerden ve Kürdistan’dan oy alamayan) MHP’nin elebaşı Bahçeli’nin mecliste DEM parti eş başkanlarıyla el sıkışması, ardı sıra gelen Erdoğan’ın açıklamaları, Özer’in “biz varız” sözleri. “Yumuşama”, “normalleşme” propagandasının yükselişi... Kamuoyunda beklenmeyen, şaşkınlıkla, kuşkuyla, kötümserlikle, “yeni bir tuzak mı?” sorusuyla karşılanan, pazarlık havası kokan, kısmen heyecan uyandıran, ihtiyatlı iyimserlikle beklenti yaratan ama her halükarda geniş bir çevrede kafa karışıklığı yaratan açıklamalar ve tartışmalar... HÜDA-PAR’ın anayasanın ilk 4 maddesinin (sözde sadece 3. maddesi) değiştirilmesi çıkışı, N. Kurtulmuş’un benzer çıkışı bu “yeni açılım” operasyonuyla da ilişkili. Keza, 17 Ekim’de Avrupa Konseyi’nin yaptığı toplantıda (“Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin), Türkiye’nin belediye ve il seçimlerinde ve sonrasında öne çıkan sorunların giderilmesi amacıyla hazırlanan rapor-un-, ezici oy çoğunluğu ile kabul edil”mesi, “Ankara ile olumlu bir uzlaşı sonucu’ son şekli verilen rapora hiçbir değişiklik önergesinin gelmemesi ve raporun olduğu gibi kabul edilmesi, söz konusu ‘uzlaşıyı’ teyit eder nitelikte olması dikkat çekti.” (Fırat Haber Ajansı News (Türkçe) ) Ajansın haberine göre, Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi (AK-YBYK) alınan kararlar çerçevesinde Türkiye için bir “yol haritası” da çıkartılacak. (Ayrıntılar için bkz. Fırat Haber Ajansı News (Türkçe) ) Bu gelişmenin tamda Bahçeli eliyle yapılan, Erdoğan’la süren “Barış” çağrısının akabinde gündemleşmesi tesadüfi değildir. Haberde Avrupa Konseyi Kongresi’ne AKP, CHP, DEM parti yetkililerinin de katıldığı yer almaktadır.
Ayrıntılara girmeye gerek yok, herkes günün 24 saati süreci merakla izliyor ve anlamaya çalışıyor. Biz burada, kimileri tarafından “Yeni çözüm süreci” olarak tanımlanan gelişmeler bağlamında bazı olgulara dikkat çekmek istiyoruz. “Olay” henüz çok taze ama yapılan yorumlar çok çeşitli. Büyük bir bilgi kirliliği var. Dinci faşist özel savaşın “toplum mühendisliği”, “halkla ilişkiler uzmanlığı” operasyonu ile karşı karşıya olduğumuz açık. Dinsel faşist diktatörlük ve Erdoğan rejimi bir taşla pek çok kuş vurma peşinde... Belli ki, aynı zamanda “kamuoyu”nun nabız ölçülüyor. Kürt diasporasında özellikle ilkel Kürt milliyetçiliğini temsil eden çevrelerden Öcalan ve PKK karşıtı ideolojik saldırı ve manipülasyon yapılması dikkat çekmektedir. Özel savaş cephesinin propagandası ile bu çevrelerin bir bölümünün açıklama ve “analizler”in çakışması tesadüfi olmasa gerek. Kuşkusuz ki önümüzdeki günlerde, haftalarda gelişmenin arka planı görünür hale gelecektir; böylece sorunu daha kapsamlı ve somut olarak ele alabilme imkanı doğacaktır.
Amberin Zaman’ın verdiği habere göre, “hükümet ile PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan arasında fiili müzakerelerin yeniden başlaması için istikşafi görüşmeler” yapılmaktadır. Habere göre Öcalan’la politik rejim arasında başlayan şey, henüz “istikşafi görüşmeler”den ibaret; yani üzerinde anlaşılmış, bir mutabakata dönüşmüş bir şey yok ortada. Zaman’ın 3 kaynağa dayandırarak verdiği haberi doğrulama imkanımız yok, dahası PKK önderleri bu haber(ler)i yalanlamaktadır. “Kulağı delik” Cengiz Çandar ise, “Henüz bir çözüm sürecinden bahsedemeyiz ama bir şeyler pişiyor” derken ortada henüz somut bir durumun olmadığına işaret etmektedir. “Sol Kemalist”, “Ulusalcı” vb. kesimlerin “Devlet Bahçeli açılımıyla” zamandaş başlattıkları “DEM AKP ile anlaştı”, “DEM zaten her zaman AKP’yle işbirliği içindeydi” gibi söylemlerin ise demagojik ve manipülatif olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok.
AKP-MHP’nin sözde “barış ve çözüm” atraksiyonu öyle laf olsun diye, salt gündem değiştirme babında yapılmış açıklamalar olarak görülemez. İlk veriler bu yönelimin ciddi bir arka plana ve hazırlığa dayandığını göstermektedir. Dinci faşist diktatörlüğün harekat planı, birbiriyle kopmaz bağlara sahip iç ve dış politikanın sac ayakları üzerinde biçimlenmektedir. “İç cepheyi sağlamlaştırma” operasyonu aynı zamanda dış politikadaki gelişmelerle, özelde “Büyük Orta Doğu Projesi” bağlamında “bölgenin yeniden yapılandırılması” rekabetiyle bağlıdır. İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı, “memleketi böleceği” propagandası, yeni bir dış düşman yaratarak “iç cepheyi sağlamlaştırma” manipülasyonun ve Kürt düşmanlığının kılıflarından birisidir. Biliyoruz ki, T.C. bölgenin 2. İsrail’idir. İsrail’i tanıyan ilk müslüman ülkedir. Filistin soykırımının da suç ortağıdır. Sömürgeci Türk sermaye devleti ve rejimi (kendisi gibi sömürgeci, soykırımcı bir devlet olan) İsrail sermaye devletinin “Fırat’tan Nil’e Vadedilmiş Kutsal Topraklar” propagandasını kendi lehine adice kullanmaktadır. T.C., tıpkı dinsel duyarlılıkları da kullanarak asıl amaçlarını gizlemeye, saldırganlığını meşrulaştırmaya çalışan İsrail gibi dinsel maskeyle, içeride faşist terör, soykırım, dışarıda emperyal yayılmacı saldırgan politika ve hesaplarını örtülemeye çalışmaktadır.
II
Öncelikle belirtmek isteriz; dinci faşist diktatörlüğün sözde “yumuşama, normalleşme, açılım” politikasının öncelikli ve yaşamsal hedefi, Kürt ulusal devrimini boğmak ve Orta Doğu’daki Kürt kazanımlarını yok etmektir. Ortada Kürt sorununun “demokratik barışçıl çözümü”nü hedefleyen bir politika yoktur. Açık ki sözde “Çözüm süreci” adına atılabilecek adımlar İslamcı faşist diktatörlüğün belirlenmiş politik hedefleriyle bağlı olacaktır.
Son yerel seçim sonuçlarından da görüleceği gibi, dinsel faşist diktatörlüğün dayandığı faşist ittifak ve rejimin partileri güç kaybetmeye, politik rejimin toplumsal temeli daralmaya devam etmektedir. Son olarak katiller çetesi HÜDA-PAR’ın da dahil edildiği “Cumhur İttifakı” ile politik rejim ayakta kalamıyor ya da kalamayacak. Saray iktidarı ittifaklarını genişleterek iktidarı ayakta tutma taktiğini kullanmaktadır. Sözde “barış”, “açılım”, her ne denecekse, salt Erdoğan’ın yeniden “Cumhurbaşkanı” seçilmesiyle de sınırlı değildir ama merkezinde politik iktidarı koruma, güçlendirme politikası durmaktadır. Bu olmaksızın sözde açılımın iç ve dış politik hedefleri de tutmayacaktır. Erken ya da zamanında seçim durumunda Erdoğan kaybetme riskiyle karşı karşıyaya; bu gerçeğin altını çizmemek olmaz. Açık ki, “Beka”ya, “Milli birlik ve beraberlik”e endeksli “açılım” propagandası ve politikası ile bu kan kaybı durdurulmak, yeniden güç toplanmak isteniyor.
Türkiye Cumhuriyeti, derin bir siyasal ve toplumsal kriz yaşıyor. Derinleşip yaygınlaşan ve emekçilere yaşamı zehir eden dizginsiz bir yoksullaşma ve yıkım göz çıkarıyor. “Ekonomi kırılgan”. IMF’siz IMF programı fütürsuzca uygulanıyor. Toplumsal ve siyasal öfke büyüyor. Korkunç bir toplumsal, ahlaki, kültürel, insani yıkım ve çöküş yaşanıyor. Dış politikada açmazlar keskinleşerek büyüyor. Çoklu kriz gerçeği sistemi, rejimi, toplumu sarmış, temellerinden hızla aşındırıyor. Bu koşullarda dinsel faşist diktatörlüğün “yeni çözüm” arayışlarına yönelmesi, yeni manevralara başvurması, “Barış, çözüm, yeni anayasa, iç cepheyi sağlamlaştırma” sloganlarına sarılması kaçınılmazdır. Kürt sorununu göz önünde tutmadan, Kürt sorununu kullanmadan “Türkiye toplumu”nun yönetilemeyeceği açıktır... Diktatörlüğün ve rezil temsilcilerinin oyun kurucu olarak kendi oyununu kurması, siyasal ve toplumsal aktörleri ve yapısal sorunları kendi oyununda kullanmak istemesi her zaman karşılaştığımız bir olgudur. Burada önemli olan kurulan oyunun hangi siyasal hedeflerle bağlı olduğu ve olası sonuçlarıdır. Sistem, diktatörlük krizini aşmak, krizi kendi lehine çözmek için Makyavelizmde sınır tanımaz ve tanımamaktadır. Bu durum Türkiye’nin iç ve dış politikasının merkez noktası ya da merkez noktaları içerisinde keskin bir şekilde öne çıkan Kürt sorunu için fazlasıyla geçerlidir. Henüz ortada fol yok, yumurta yokken Kandil’den yapılan dikkat çekici açıklamayı hatırlayalım: “Bize ahlaksız teklifte bulunuldu.”... Faşist ittifakın ve Saray rejiminin “eskisi gibi olmaz, farklı bir yol deneyeceğiz” açıklamaları rastlantısal değildir; bu “yol” her ne ise önümüzdeki günlerde görünür hale gelecektir.
CHP Genel Başkanı Özer’in yerel seçimlerin hemen ardından “yumuşama”, “normalleşme” adına attığı adımlar da Erdoğancı faşist diktatörlüğün politika ve psikolojik harekatına kan taşımaya devam etmektedir. Erdoğan-Bahçeli’nin merkezinde durduğu ittifak ve politik rejim “memleketin bekası, teröre son verme” adına, burjuva muhalefete açıkça balans ayarı çekmektedir. Nedeni belli: “Muhalefet”in Saray rejiminin arkasına hizanlaması demek iktidarın elinin güçlenmesi, manevra alanının genişlemesi, daha rahat at koşturur hale gelmesi demektir.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, işçi sınıfının ve emekçilerin, ezilen toplumsal kimliklerin ekmek, adalet, demokrasi, eşitlik, barış özlem ve talebleri yükselmekte; sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe, ekolojik yıkıma karşı öfkesi büyümektedir. Dolayısıyla faşizm ve sermaye cephesinde, Erdoğan ve Bahçeli’nin yüreğinde “Sosyal patlama” korkusu giderek büyümeye devam etmektedir. İşsizlik, açlık, yoksulluk, mafyalaşma, uyuşturucu kullanımı, rüşvet ve yolsuzluk, fuhuş, tecavüz ve cinsel istismar, kadın cinayetleri, şiddetin toplumsallaşarak sıradanlaşması, ahlaki ve kültürel çürüme tavan yapmış durumda. Nitelikli iş gücünün yurtdışına akışı yoğunlaşarak sürüyor. Yapılan kamuoyu araştırmaları devlet kurumlarına, burjuva siyasi partilere, meclise, yargıya, dinayete vb. karşı güvenin ya yerlerde süründüğünü ya da düşük seviyelerde seyrettiğini göstermektedir. Yani barut fıçıları bilakis verili ekonomik-toplumsal, siyasal sistem tarafından kendi temellerine yerleştirilmeye devam etmektedir...
İşçi sınıfını ve halkları faşist terörle, iç savaş taktikleriyle, sömürgeci savaşla terörize eden egemen sınıflar bir de “yumuşama, açılım, reform” beklentileri yaratarak kitleleri alıklaştırıp yönlendirmeye çalışmaktadır.
“Beka ve teröre son verme” adına önderliğini PKK’nin yaptığı Kürt ulusal direnişini, Roja Devrimi’ni tasfiye etmek için yanıp tutuşan dinci faşist diktatörlük, PKK’ye, İmralı’ya, Rojava’ya şartsız teslimiyeti, en fazlasından bir tas çorba karşılığında tam teslimiyeti dayatmaktadır. Sözde “barış” derken PKK’yi, liderini, Kürtleri sürekli aşağılayan açıklamalar yapılması tesadüfi değildir.
Kürt halkı ve PKK içerisinde bölünmeler yaratarak kışkırtıp derinleştirme; DEM partiye ayar çekerek “devletleştirme”, yedeklenebilecekleri doğrudan yedekleme, “tarafsızlaştırılacak” kesimleri tarafsızlaştırma, ufak tefek politik rüşvetlerle satın alınabilecekleri satın alma, Kürt burjuvazisinin liberal eğilimlerini geliştirip güçlendirme söz konusu “açılım politikası”nın hedefleri içerisindedir. İşbirlikçi Kürt milliyetçiliğini geliştirmenin yanı sıra, sözde “radikal” mücadeleden yana ama henüz politik rejimle arasına mesafe koyan ilkel Kürt milliyetçiliği olarak ifade edilen eğilimleri PKK, Öcalan karşıtlığı temelinde kışkırtarak yanına çekme bu politikanın bileşenleri içerisindendir. Saray rejimi, Öcalan ile Kandil’i karşı karşıya getirme, iç çelişki ve çatışmaları kışkırtmayı da hedeflemektedir. Başlamış olan kirli psikolojik savaş saldırısı bu noktayı da özel olarak gözetmektedir. Öcalan’ın “telefonu öfkeyle Kandil’in yüzüne kapadığı” propagandası tesadüfi olmasa gerek.
Kuşkusuz ki, Erdoğan ve Cumhur İttifakı, sözde “barış, normalleşme” manevrasıyla “Cumhurbaşkanlığı başkanlık rejimi”ni bir anayasayla taçlandırmak, Erdoğan’ın yeniden başkan seçilmesini sağlamak, böylece politik rejimi kalıcı hale getirmek istemektedir. Erdoğan’ın “Rejimde aksayan bir şey varsa birlikte düzeltmeye hazırız” açıklaması burjuva muhalefetle pazarlığa açık olduğu mesajını taşımaktadır. Anayasa için referanduma gitmeyi riskli bulan Erdoğan-Bahçeli ikilisi, gerek DEM Partisi’ni gerekse de mecliste mebusu olan öteki burjuva “muhalif” partileri yanına alma gereksinimi duymaktadır. “Barış”, “beka”, “demokratik anayasa” yapma sloganlarına ve propagandasına sığınarak bu beklenti ve operasyonlarını dış düşmanlara karşı “iç cepheyi sağlamlaştırma” olarak lanse etmektedir. Böyle bir tuzağa düşmek kuşkusuz ki DEM için aptallık olur. İlk açıklamadan itibaren DEM yetkililerinin yaptığı açıklamalar bu konuda fena gözükmüyor; bunca deneyden sonra DEM’in bir tas çorba karşılığı Erdoğan rejimi ile yeni bir anayasa yapacağını düşünmek olanaklı değildir. Kaldı ki DEM’in tek başına karar verme güç ve olanağı da yoktur. Bu konuda son tahlilde belirleyici karar mekanizması İmralı’dır; Öcalan ve Kandil’in ne diyeceği ve ne yapacağı belirleyici olacaktır. Silahlar DEM’in değil, Kandil’in elindedir. DEM’in işlevi daha özgündür...
Erdoğan
ve Bahçeli rejimiyle demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapmak
olanaklı değildir. En zayıf dönemini yaşayan dinci faşist
iktidara ve faşist şeflerine can suyu sunmak saçma olur. İçerde
terör, dışarda terör ve saldırganlık diktatörlüğün ve Saray
rejiminin ana yönelimi ve duruşu olmaya devam edecektir. İstenen
anayasa, demokratik, halkçı, Kürt sorununun barışçıl
demokratik çözümünü hedefleyen ve temsil eden bir anayasa değil,
tepesinde Saray sırtlanının oturmaya devam edeceği, Saray
Rejimini güvenceye alacak bir anayasadır. İç, bölgesel,
uluslararası denklem ve gelişmelerin yönü, Türk “devlet
aklı”nı faşist devlet biçimi yerine “burjuva demokrasisi
”ne
geçişle kendini tahkim etmeye ve yeniden yapılanmaya uygun
değildir. Halkların devrimci
atılımı ve yıkıcı devrimci darbeleri olmadan da “Türk devlet
aklı”
böyle
bir değişime boyun eğmez de.
Hayalci
beklentilere gerek yok. “Hak verilmez alınır.”
Bir diğer olguya “değinme”den geçmek doğru olmayacaktır; bu olgu, “Büyük Orta Doğu” politikası ekseninde değişik biçimler alarak sürmekte olan emperyalist yeniden yapılandırma ve paylaşım olgusudur. Kuşkusuz ki bu projenin lideri Amerikan emperyalizmidir. Büyük Orta Doğu, küresel çapta (çok kutupluluk olgusunun eşliğinde yükselmeye devam eden) emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin yoğunlaşma mekanıdır. Küresel alanda olduğu gibi Orta Doğu’da da rekabet ve hegemonya mücadelesinde şimdilik önde gelen, etkili olan güç, dünya halklarının baş düşmanı Amerikan emperyalizmidir. Siyonist İsrail devleti ise, bölgeye şekil verme, rakip emperyalist devletlerin (Çin, Rusya) ve İran’ın etkisini zayıflatarak önleme operasyonunun öncü gücüdür. Çin’in “Yol-Kavşak Projesi”nin (Orta Asya’nın yanı sıra) Orta Doğu’da önünü kesme, alternatif bir proje olarak ABD liderliğinde (Batılı emperyalist devletlerin de desteğini alan) Hindistan’dan Avrupa’ya uzanacak yol-kavşak projesi, söz konusu rekabetin güncel görünümlerinden birisidir. Gazze’nin Filistinsizleştirilmesini aynı zamanda bu politikanın unsuru olarak görmeliyiz. Yerli işbirlikçi Arap devletlerinin İsrail devletiyle arasını düzeltme ve ittifakını sağlamlaştırma (Abram Antlaşması hatırlansın), Filistin’i bir ayak bağı olmaktan çıkarma, İran’a boyun eğdirme ya da yıkma, İran önderliğinde kurulmuş olan “Direniş Cephesi”ni (HAMAS, HİZBULLAH, Yemen’de Husiler, Irak ve Suriye’de İran müttefiği siyasal ve askeri güçler) dağıtmak Orta Doğu’nun söz konusu gerçekleriyle bağlıdır.
ABD’nin “bölgeden çekileceği, doğan boşluğu Türk devletinin doldurmak istediği” saptaması abartılı ve gerçek dışı bir saptamadır. ABD değil bölgeden çekilmek, bölgeye daha derin, kapsamlı, aktif bir şekilde yerleşmeye, kontrol etmeye, yönlendirmeye, Çin ve Rusya’nın önünü kesmeye çalışıyor. “ABD’nin çekilmesi” denen şey, çekilme değil, olsa olsa kuvvetlerini yeniden düzenleme gereksinimidir ama bu da doğaldır. Koşullara bağlı olarak yeniden ve yeniden yapılanarak konumlanma Amerikan emperyalizminin de gereksinimidir. Şu İsrail’in Filistin’de gerekleştirdiği ve Lübnan’a da sıçrayan, İran’ı da vuran askeri saldırılar sürecinin verilerinin kanıtladığı gibi, ABD Doğu Ak Deniz’e, Kızıl Deniz’e olağanüstü askeri kuvvet yığmış durumda; bu bir çekilme değil, güç yığınağıdır. Ve ABD askeri üsleri bölgenin her yerindedir. İslamcı faşist diktatörlüğün ABD’den, İsrail’den rahatsızlığı bölgede kendisine daha fazla rol ve pay verilmemesine dayanmaktadır. Özel olarak da, Kürt sorununda ABD tarafından kendisine “yeterli desteğin” verilmediğini düşünmesindendir.
Bu sınırlı hatırlatmalarla birlikte devam edelim.
Birinci Körfez Savaşı’nda ABD işgaliyle birlikte başlayan süreçte Irakta bölgesel bir Kürt Devleti doğdu. “Arap Baharı”yla başlayan süreçte Suriye, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Türkiye, ABD, AB’li emperyalist ve işbirlikçi devletler eliyle tam bir yıkıma uğratıldı. Emperyalizm ve bölge ülkelerinin “paralı askeri” olan, onlar adına “Vekalet Savaşı” yürüten radikal İslami çeteler ve IŞİD aracılığıyla Suriye kan ve ateşe boğuldu. Bu mücadele ve yıkım sürecinde yeni bir bölgesel Kürt devleti (Rojava) daha doğdu.
Sıra İran’da. Buna kuşku yok, ki zaten İran çok uzun yıllardan beri topun ağzında bulunmaktaydı. İran, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin Batılı emperyalist ve bölge devletlerinin saldırı ve yıkımı örneğinde olduğu gibi sıranın kendisine geldiğini iyi bilmektedir. Emperyalist rekabet mücadelesinde İran’ın, hangi biçimlerde olursa olsun, zayıflatılması, geriletilmesi ya da işgali durumunda İran Kürdistanı’nda da bölgesel bir Kürt devleti doğma olasılığı yüksektir. Bu olasılık da terörist başı Erdoğan’ın ve iktidar ortağı diğer terörist başı Bahçeli’nin uykularını kaçırmaktadır.
Dinci faşist diktatörlüğün sözde “barışçıl açılım”ı Orta Doğu’da Kürt kazanımlarını tasfiye etme, Orta Doğu’daki emperyalist dalaştan Kürtler lehine çıkacak yeni imkanları önleme ve ezme; “Büyük Orta Doğu”da yayılma ve yeni mevziler kazanma politikasıyla iç içedir... Erdoğan’ın Suriye Esad rejimi ile görüşmeleri başlatma ısrarı bu bağlamda değerlendirilmelidir.
En kaba hatlarıyla tablo budur.
Burjuva demokratik çerçevede bile olsa Kürt sorununun Türkiye’de “Barışçıl demokratik çözümü”nün ön koşulu Türk halkının desteğini, Kürt ve Türk halklarının ortak mücadelesini, Doğu ve Batıdaki işçi ve emekçilerin birleşik bir devrimci mücadelesini gerektirmektedir. İçerde terör, dışarda ilhak, işgal, emperyal yayılma politikasının merkezi olan, en ufak demokratik kıpırdaşı bile gözü dönük saldırganlıkla yanıtlayan İslamcı faşist diktatörlükten ve sermayenin Mankurdu elebaşı Erdoğan ve Bahçeli’den “demokratikleşme”, “barışçıl demokratik çözüm”, “demokratik anayasa” bekleyenler yanılmaktadır.
“Kürt sorunu” küreselleşmiş, Orta Doğu’da güç dengelerini derinden etkileyen uluslararası karaktere sahip bölgesel bir sorundur. Sömürgeci faşist diktatörlük Kürt sorununa salt Kuzey Kürdistan’ının dar çerçevesinde bakmamaktadır ve bakma şansı da yoktur... Bu kapsamda atılan ve atılacak her adım, planlanan ve pratikleştirilen politika, doğası gereği, Orta Doğu çapındadır ve işin içerisinde “küresel güçler ve kapışmalar” da yer almaktadır. Dolayısıyla Kürt sorununun derinliği, kapsamı, etki gücü ve gelecek üzerindeki etkisi Türkiye politikası bağlamında da bütünsel ele alınmalıdır. Sömürgeci dinsel faşist diktatörlüğün “barış, açılım, normalleşme politikası” da bu kapsamda değerlendirilmelidr, aksi durumda çuvallamak kaçınılmazdır. Ve hemen eklemek gerekir: Emperyalist güçlerin bir bölümüne, ABD’ye bel bağlayarak “çözüm” peşinde koşmak, halklar nezdinde itibar kaybıyla sonuçlanacak, bedelleri ağır olacak bir politika olacaktır...
Olayın perde gerisi henüz ortaya çıkmamış olmakla birlikte, sömürgeci faşizmin temsilcileri “29. Kürt İsyanı”nın lideri ile İmralı’da görüşüyor olabilir. Kandil’le görüşmeler yapılıyor olabilir. Bunda normal olmayan bir şey yoktur. Böyle bir görüşme trafiği varsa eğer, ki bunu bilmiyoruz, bu bir yanda Türk burjuva devletinin sıkıştığının, öte yandan da Öcalan ve PKK’nin siyasal ağırlık ve gücünün kanıtıdır. Sorun böyle bir görüşmenin varlığı ya da yokluğu sorunu değildir, sorun erken hayallere kapılmamak, halkları manipüle etmemek, her cephede halkların birleşik mücadelesini meşru zeminde büyüterek yükseltmektir. Dağın yaptığı açıklamalarda (Karayılan, Bese Hozat, Karasu) kararlılıkla vurgulanan şey, orta yerde yeni bir çözüm sürecinin olmadığıdır. Kuşkusuz ki bu açıklamalar değerlidir ama tablo henüz aydınlanmış değil. Bu bağlamda ihtiyatı elden bırakmak için bir neden de yok.
Ortalığa saçılmış “bilgiler”, “yorumlar” Saray rejiminden sızdırılıp yönlendiriliyor. “Kamuoyunun nabzı” da ölçülüyor. Açık ve net bir tarzda özel harp psikolojik saldırısı devrede. Oltada balık olmaya hazır yaygın bir siyasi çevre var. Bunlar ukalaca, kibir dolu çığlıklar atarak “bilgelik” satıyor. Eğer henüz kamuoyuna yapılmamış açıklamalar varsa ya da yapılacak açıklamalar henüz erken görülüyorsa, bu da anlaşılırdır. Bunu bilemeyiz. 2015 “Dolmabahçe Mutabakatı”nın nasıl tekmelendiğini, o tarihten bu yana içerde ve dışarda nasıl bir imha, inkar, soykırım saldırısının gerçekleştirildiğini biliyoruz. Kürt ulusal demokratik hareketinin Erdoğan-Bahçeli ikilisinin tuzaklarına düşmeyeceğini düşünmek için yeterince veri vardır. Çok sayıda deneyimden geçerek direnişe, kazanımlarını topyekün savunmaya ve savaşmaya devam eden PKK’nin öyle kolayca faşizme yem olacağını düşünmek haksızlık olacaktır. Bugün için de geçerli olan görev, Kürt ulusal direnişiyle her cephede birleşik mücadeleyi yükseltmektir. Diktatörlüğün “yumuşama” manevrasının arkasından yeni ve daha kapsamlı saldırılar gelme olasılığı çok yüksektir. Bahçeli’nin, Erdoğan’ın, Uçum’un ve benzeri figürlerin açıklamalarını ise hep birlikte izliyoruz... Manevra ve hedef ne olursa olsun, rejimin ve elebaşılarının sözünü ettiğimiz girişimini şövenizme, ırkçılığa, militarizme, kirli topyekün savaşa karşı güçlü bir ajitasyona çevirmek; gettoların dışına çıkarak gerçekleri işçi ve emekçilere sistematik siyasi kampanyalarla anlatmak; bunu Kürt ulusunun ve halkların güncel talepleriyle birleştirip yürümesini bilmek gerek.