Translate

20 Ekim 2024 Pazar

BAHÇELİ’NİN EL SIKIŞMASI VE “YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ”

 

BAHÇELİ’NİN EL SIKIŞMASI VE “YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ”


Yakalandığında devletin hizmetindeyim diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün silah bıraktığını ilan etsin.” “Devlet terörle masaya oturmaz.” (Bahçeli)

Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz. O süreçler geçmişte kaldı, tarihe mal oldu. Siyonizmin saldırganlığı sebebiyle bir ‘çözüm süreci’ başlatılıyor iddiası son derece saçmadır ve Türkiye’nin gücünün farkında olmamaktır. Konuyu hiç bir zaman böyle manasız bir bağlamda ele almamak gerekir. Devlet deneyip tam sonuç alamadığı yol ve yöntemleri bir daha denemez. Devlet başka etkili yol ve yöntemler bulur. O da 15 Temmuz’dan sonra uygulanan güçlü ve etkili siyasi ve askeri stratejilerdir. Bunların yumuşatılması veya bunlardan vazgeçilmesi söz konusu olmaz.

Türkiye partisi olun çağrısı ise kıymetlidir ve şöyle tercüme edilebilir: Birincisi DEM’in kendi içinden yükselen ‘bizi terör ve şiddet siyasetinden kurtarın’ talebini ifade edenlere bir imkan sağlamaktır. İkincisi DEM’i terör vesayetinden kurtarmak için DEM’e bir seçenek sunmaktır. Üçüncüsü, TBMM’de DEM üzerinden etkili kılınan terör vesayetini hem DEM üzerinden hem de TBMM’den tasfiye etmektir.” (Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Uçum)

Çözüm süreci masamızda yok. Sorun farklı, çözüm yolları da farklı. Geçmişte bu süreç oldu ve sona erdi. Aynı şeyi tekrarlamak zorunda değiliz.” “24 saat Kürtçe yayın yapan bir kanal var. O süreçlerin belli bir noktasında Ortadoğu tarumar oldu. Türkiye, o reformları yapmamış olsaydı Irak ve Suriye’ye döndürmek isteyen projelere yenilirdi” (Efkan Ala)


“ ‘Bahçeli DEM Partililerin elini sıktı. Normalleşmeden kasıt bu ise kötü bir şey mi?’ diye de soruldu. Perinçek şunları söyledi:Bu çok tehlikeli, PKK meşrulaştırılıyor. Sayın Devlet Bahçeli gidiyor PKK'nın elini sıkıyor. Dinleyince oh ne güzel diyor insan. PKK'yı uslandıracağız diyor. PKK silah bırakmaz. PKK'ya ancak silahla, silah bıraktırılır” ““Normalleşme, PKK'yı Türkiye iktidarının ortağı yapmaktır. Sonuç itibariyle Türkiye'yi yönetirken birdenbire PKK'yı muhatap alıyorsunuz. PKK ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin muhatabı olur. O da dağda, bayırda.” “PKK'nın aldığı bütün oylar bizim Türk Devletimizin zaafı yüzünden. Atatürk'ün iradesi olsa bugün Türkiye'de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çizgisi uygulansa PKK etkisiz hale getirilse ve bu açılımlar yapılmasa PKK'nın oyları yüzde 2’lerde.” (Doğu Perinçek)

Uçum ve Ala’nın açıklamaları, “yeni plan” hakkında fikir vermesi bakımından önemsenmelidir... Konu bağlamında Kandil’den yapılan açıklamalar önemli ve süreci anlamak, gelişmenin yönünü ve tehtileri, tuzakları görebilmek bakımından önemli ve uyarıcıdır.

I

1 Ekim (2024) günü yapılan TBMM açılış toplantısında, (bir Türkiye partisi olmayan, aksine Türk ırkçılığının en rafine temsilcisi ve Meclis’te de ancak 4. sırada yer bulabilen iktidar ortağı, Kürtlerden ve Kürdistan’dan oy alamayan) MHP’nin elebaşı Bahçeli’nin mecliste DEM parti eş başkanlarıyla el sıkışması, ardı sıra gelen Erdoğan’ın açıklamaları, Özer’in “biz varız” sözleri. “Yumuşama”, “normalleşme” propagandasının yükselişi... Kamuoyunda beklenmeyen, şaşkınlıkla, kuşkuyla, kötümserlikle, “yeni bir tuzak mı?” sorusuyla karşılanan, pazarlık havası kokan, kısmen heyecan uyandıran, ihtiyatlı iyimserlikle beklenti yaratan ama her halükarda geniş bir çevrede kafa karışıklığı yaratan açıklamalar ve tartışmalar... HÜDA-PAR’ın anayasanın ilk 4 maddesinin (sözde sadece 3. maddesi) değiştirilmesi çıkışı, N. Kurtulmuş’un benzer çıkışı bu “yeni açılım” operasyonuyla da ilişkili. Keza, 17 Ekim’de Avrupa Konseyi’nin yaptığı toplantıda (“Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin), Türkiye’nin belediye ve il seçimlerinde ve sonrasında öne çıkan sorunların giderilmesi amacıyla hazırlanan rapor-un-, ezici oy çoğunluğu ile kabul edil”mesi, “Ankara ile olumlu bir uzlaşı sonucu’ son şekli verilen rapora hiçbir değişiklik önergesinin gelmemesi ve raporun olduğu gibi kabul edilmesi, söz konusu ‘uzlaşıyı’ teyit eder nitelikte olması dikkat çekti.” (Fırat Haber Ajansı News (Türkçe) ) Ajansın haberine göre, Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi (AK-YBYK) alınan kararlar çerçevesinde Türkiye için bir “yol haritası” da çıkartılacak. (Ayrıntılar için bkz. Fırat Haber Ajansı News (Türkçe) ) Bu gelişmenin tamda Bahçeli eliyle yapılan, Erdoğan’la süren “Barış” çağrısının akabinde gündemleşmesi tesadüfi değildir. Haberde Avrupa Konseyi Kongresi’ne AKP, CHP, DEM parti yetkililerinin de katıldığı yer almaktadır.

Ayrıntılara girmeye gerek yok, herkes günün 24 saati süreci merakla izliyor ve anlamaya çalışıyor. Biz burada, kimileri tarafından “Yeni çözüm süreci” olarak tanımlanan gelişmeler bağlamında bazı olgulara dikkat çekmek istiyoruz. “Olay” henüz çok taze ama yapılan yorumlar çok çeşitli. Büyük bir bilgi kirliliği var. Dinci faşist özel savaşın “toplum mühendisliği”, “halkla ilişkiler uzmanlığı” operasyonu ile karşı karşıya olduğumuz açık. Dinsel faşist diktatörlük ve Erdoğan rejimi bir taşla pek çok kuş vurma peşinde... Belli ki, aynı zamanda “kamuoyu”nun nabız ölçülüyor. Kürt diasporasında özellikle ilkel Kürt milliyetçiliğini temsil eden çevrelerden Öcalan ve PKK karşıtı ideolojik saldırı ve manipülasyon yapılması dikkat çekmektedir. Özel savaş cephesinin propagandası ile bu çevrelerin bir bölümünün açıklama ve “analizler”in çakışması tesadüfi olmasa gerek. Kuşkusuz ki önümüzdeki günlerde, haftalarda gelişmenin arka planı görünür hale gelecektir; böylece sorunu daha kapsamlı ve somut olarak ele alabilme imkanı doğacaktır.

Amberin Zaman’ın verdiği habere göre, “hükümet ile PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan arasında fiili müzakerelerin yeniden başlaması için istikşafi görüşmeler” yapılmaktadır. Habere göre Öcalan’la politik rejim arasında başlayan şey, henüz “istikşafi görüşmeler”den ibaret; yani üzerinde anlaşılmış, bir mutabakata dönüşmüş bir şey yok ortada. Zaman’ın 3 kaynağa dayandırarak verdiği haberi doğrulama imkanımız yok, dahası PKK önderleri bu haber(ler)i yalanlamaktadır. “Kulağı delik” Cengiz Çandar ise, “Henüz bir çözüm sürecinden bahsedemeyiz ama bir şeyler pişiyor” derken ortada henüz somut bir durumun olmadığına işaret etmektedir. “Sol Kemalist”, “Ulusalcı” vb. kesimlerin “Devlet Bahçeli açılımıylazamandaş başlattıkları “DEM AKP ile anlaştı”, “DEM zaten her zaman AKP’yle işbirliği içindeydi” gibi söylemlerin ise demagojik ve manipülatif olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok.

AKP-MHP’nin sözde “barış ve çözüm” atraksiyonu öyle laf olsun diye, salt gündem değiştirme babında yapılmış açıklamalar olarak görülemez. İlk veriler bu yönelimin ciddi bir arka plana ve hazırlığa dayandığını göstermektedir. Dinci faşist diktatörlüğün harekat planı, birbiriyle kopmaz bağlara sahip iç ve dış politikanın sac ayakları üzerinde biçimlenmektedir. “İç cepheyi sağlamlaştırma” operasyonu aynı zamanda dış politikadaki gelişmelerle, özelde “Büyük Orta Doğu Projesi” bağlamında “bölgenin yeniden yapılandırılması” rekabetiyle bağlıdır. İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı, “memleketi böleceği” propagandası, yeni bir dış düşman yaratarak “iç cepheyi sağlamlaştırma” manipülasyonun ve Kürt düşmanlığının kılıflarından birisidir. Biliyoruz ki, T.C. bölgenin 2. İsrail’idir. İsrail’i tanıyan ilk müslüman ülkedir. Filistin soykırımının da suç ortağıdır. Sömürgeci Türk sermaye devleti ve rejimi (kendisi gibi sömürgeci, soykırımcı bir devlet olan) İsrail sermaye devletinin “Fırat’tan Nil’e Vadedilmiş Kutsal Topraklar” propagandasını kendi lehine adice kullanmaktadır. T.C., tıpkı dinsel duyarlılıkları da kullanarak asıl amaçlarını gizlemeye, saldırganlığını meşrulaştırmaya çalışan İsrail gibi dinsel maskeyle, içeride faşist terör, soykırım, dışarıda emperyal yayılmacı saldırgan politika ve hesaplarını örtülemeye çalışmaktadır.

II

Öncelikle belirtmek isteriz; dinci faşist diktatörlüğün sözde “yumuşama, normalleşme, açılım” politikasının öncelikli ve yaşamsal hedefi, Kürt ulusal devrimini boğmak ve Orta Doğu’daki Kürt kazanımlarını yok etmektir. Ortada Kürt sorununun “demokratik barışçıl çözümü”nü hedefleyen bir politika yoktur. Açık ki sözde “Çözüm süreci” adına atılabilecek adımlar İslamcı faşist diktatörlüğün belirlenmiş politik hedefleriyle bağlı olacaktır.

Son yerel seçim sonuçlarından da görüleceği gibi, dinsel faşist diktatörlüğün dayandığı faşist ittifak ve rejimin partileri güç kaybetmeye, politik rejimin toplumsal temeli daralmaya devam etmektedir. Son olarak katiller çetesi HÜDA-PAR’ın da dahil edildiği “Cumhur İttifakı” ile politik rejim ayakta kalamıyor ya da kalamayacak. Saray iktidarı ittifaklarını genişleterek iktidarı ayakta tutma taktiğini kullanmaktadır. Sözde “barış”, “açılım”, her ne denecekse, salt Erdoğan’ın yeniden “Cumhurbaşkanı” seçilmesiyle de sınırlı değildir ama merkezinde politik iktidarı koruma, güçlendirme politikası durmaktadır. Bu olmaksızın sözde açılımın iç ve dış politik hedefleri de tutmayacaktır. Erken ya da zamanında seçim durumunda Erdoğan kaybetme riskiyle karşı karşıyaya; bu gerçeğin altını çizmemek olmaz. Açık ki, “Beka”ya, “Milli birlik ve beraberlik”e endeksli “açılım” propagandası ve politikası ile bu kan kaybı durdurulmak, yeniden güç toplanmak isteniyor.

Türkiye Cumhuriyeti, derin bir siyasal ve toplumsal kriz yaşıyor. Derinleşip yaygınlaşan ve emekçilere yaşamı zehir eden dizginsiz bir yoksullaşma ve yıkım göz çıkarıyor. “Ekonomi kırılgan”. IMF’siz IMF programı fütürsuzca uygulanıyor. Toplumsal ve siyasal öfke büyüyor. Korkunç bir toplumsal, ahlaki, kültürel, insani yıkım ve çöküş yaşanıyor. Dış politikada açmazlar keskinleşerek büyüyor. Çoklu kriz gerçeği sistemi, rejimi, toplumu sarmış, temellerinden hızla aşındırıyor. Bu koşullarda dinsel faşist diktatörlüğün “yeni çözüm” arayışlarına yönelmesi, yeni manevralara başvurması, “Barış, çözüm, yeni anayasa, iç cepheyi sağlamlaştırma” sloganlarına sarılması kaçınılmazdır. Kürt sorununu göz önünde tutmadan, Kürt sorununu kullanmadan “Türkiye toplumu”nun yönetilemeyeceği açıktır... Diktatörlüğün ve rezil temsilcilerinin oyun kurucu olarak kendi oyununu kurması, siyasal ve toplumsal aktörleri ve yapısal sorunları kendi oyununda kullanmak istemesi her zaman karşılaştığımız bir olgudur. Burada önemli olan kurulan oyunun hangi siyasal hedeflerle bağlı olduğu ve olası sonuçlarıdır. Sistem, diktatörlük krizini aşmak, krizi kendi lehine çözmek için Makyavelizmde sınır tanımaz ve tanımamaktadır. Bu durum Türkiye’nin iç ve dış politikasının merkez noktası ya da merkez noktaları içerisinde keskin bir şekilde öne çıkan Kürt sorunu için fazlasıyla geçerlidir. Henüz ortada fol yok, yumurta yokken Kandil’den yapılan dikkat çekici açıklamayı hatırlayalım: “Bize ahlaksız teklifte bulunuldu.”... Faşist ittifakın ve Saray rejiminin “eskisi gibi olmaz, farklı bir yol deneyeceğiz” açıklamaları rastlantısal değildir; bu “yol” her ne ise önümüzdeki günlerde görünür hale gelecektir.

CHP Genel Başkanı Özer’in yerel seçimlerin hemen ardından “yumuşama”, “normalleşme” adına attığı adımlar da Erdoğancı faşist diktatörlüğün politika ve psikolojik harekatına kan taşımaya devam etmektedir. Erdoğan-Bahçeli’nin merkezinde durduğu ittifak ve politik rejim “memleketin bekası, teröre son verme” adına, burjuva muhalefete açıkça balans ayarı çekmektedir. Nedeni belli: “Muhalefet”in Saray rejiminin arkasına hizanlaması demek iktidarın elinin güçlenmesi, manevra alanının genişlemesi, daha rahat at koşturur hale gelmesi demektir.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, işçi sınıfının ve emekçilerin, ezilen toplumsal kimliklerin ekmek, adalet, demokrasi, eşitlik, barış özlem ve talebleri yükselmekte; sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe, ekolojik yıkıma karşı öfkesi büyümektedir. Dolayısıyla faşizm ve sermaye cephesinde, Erdoğan ve Bahçeli’nin yüreğinde “Sosyal patlama” korkusu giderek büyümeye devam etmektedir. İşsizlik, açlık, yoksulluk, mafyalaşma, uyuşturucu kullanımı, rüşvet ve yolsuzluk, fuhuş, tecavüz ve cinsel istismar, kadın cinayetleri, şiddetin toplumsallaşarak sıradanlaşması, ahlaki ve kültürel çürüme tavan yapmış durumda. Nitelikli iş gücünün yurtdışına akışı yoğunlaşarak sürüyor. Yapılan kamuoyu araştırmaları devlet kurumlarına, burjuva siyasi partilere, meclise, yargıya, dinayete vb. karşı güvenin ya yerlerde süründüğünü ya da düşük seviyelerde seyrettiğini göstermektedir. Yani barut fıçıları bilakis verili ekonomik-toplumsal, siyasal sistem tarafından kendi temellerine yerleştirilmeye devam etmektedir...

İşçi sınıfını ve halkları faşist terörle, iç savaş taktikleriyle, sömürgeci savaşla terörize eden egemen sınıflar bir de “yumuşama, açılım, reform” beklentileri yaratarak kitleleri alıklaştırıp yönlendirmeye çalışmaktadır.

Beka ve teröre son verme” adına önderliğini PKK’nin yaptığı Kürt ulusal direnişini, Roja Devrimi’ni tasfiye etmek için yanıp tutuşan dinci faşist diktatörlük, PKK’ye, İmralı’ya, Rojava’ya şartsız teslimiyeti, en fazlasından bir tas çorba karşılığında tam teslimiyeti dayatmaktadır. Sözde “barış” derken PKK’yi, liderini, Kürtleri sürekli aşağılayan açıklamalar yapılması tesadüfi değildir.

Kürt halkı ve PKK içerisinde bölünmeler yaratarak kışkırtıp derinleştirme; DEM partiye ayar çekerek “devletleştirme”, yedeklenebilecekleri doğrudan yedekleme, “tarafsızlaştırılacak” kesimleri tarafsızlaştırma, ufak tefek politik rüşvetlerle satın alınabilecekleri satın alma, Kürt burjuvazisinin liberal eğilimlerini geliştirip güçlendirme söz konusu “açılım politikası”nın hedefleri içerisindedir. İşbirlikçi Kürt milliyetçiliğini geliştirmenin yanı sıra, sözde “radikal” mücadeleden yana ama henüz politik rejimle arasına mesafe koyan ilkel Kürt milliyetçiliği olarak ifade edilen eğilimleri PKK, Öcalan karşıtlığı temelinde kışkırtarak yanına çekme bu politikanın bileşenleri içerisindendir. Saray rejimi, Öcalan ile Kandil’i karşı karşıya getirme, iç çelişki ve çatışmaları kışkırtmayı da hedeflemektedir. Başlamış olan kirli psikolojik savaş saldırısı bu noktayı da özel olarak gözetmektedir. Öcalan’ın “telefonu öfkeyle Kandil’in yüzüne kapadığı” propagandası tesadüfi olmasa gerek.

Kuşkusuz ki, Erdoğan ve Cumhur İttifakı, sözde “barış, normalleşme” manevrasıyla “Cumhurbaşkanlığı başkanlık rejimi”ni bir anayasayla taçlandırmak, Erdoğan’ın yeniden başkan seçilmesini sağlamak, böylece politik rejimi kalıcı hale getirmek istemektedir. Erdoğan’ın “Rejimde aksayan bir şey varsa birlikte düzeltmeye hazırız” açıklaması burjuva muhalefetle pazarlığa açık olduğu mesajını taşımaktadır. Anayasa için referanduma gitmeyi riskli bulan Erdoğan-Bahçeli ikilisi, gerek DEM Partisi’ni gerekse de mecliste mebusu olan öteki burjuva “muhalif” partileri yanına alma gereksinimi duymaktadır. “Barış”, “beka”, “demokratik anayasa” yapma sloganlarına ve propagandasına sığınarak bu beklenti ve operasyonlarını dış düşmanlara karşı “iç cepheyi sağlamlaştırma” olarak lanse etmektedir. Böyle bir tuzağa düşmek kuşkusuz ki DEM için aptallık olur. İlk açıklamadan itibaren DEM yetkililerinin yaptığı açıklamalar bu konuda fena gözükmüyor; bunca deneyden sonra DEM’in bir tas çorba karşılığı Erdoğan rejimi ile yeni bir anayasa yapacağını düşünmek olanaklı değildir. Kaldı ki DEM’in tek başına karar verme güç ve olanağı da yoktur. Bu konuda son tahlilde belirleyici karar mekanizması İmralı’dır; Öcalan ve Kandil’in ne diyeceği ve ne yapacağı belirleyici olacaktır. Silahlar DEM’in değil, Kandil’in elindedir. DEM’in işlevi daha özgündür...

Erdoğan ve Bahçeli rejimiyle demokratik, özgürlükçü bir anayasa yapmak olanaklı değildir. En zayıf dönemini yaşayan dinci faşist iktidara ve faşist şeflerine can suyu sunmak saçma olur. İçerde terör, dışarda terör ve saldırganlık diktatörlüğün ve Saray rejiminin ana yönelimi ve duruşu olmaya devam edecektir. İstenen anayasa, demokratik, halkçı, Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü hedefleyen ve temsil eden bir anayasa değil, tepesinde Saray sırtlanının oturmaya devam edeceği, Saray Rejimini güvenceye alacak bir anayasadır. İç, bölgesel, uluslararası denklem ve gelişmelerin yönü, Türk “devlet aklı”nı faşist devlet biçimi yerine “burjuva demokrasisi”ne geçişle kendini tahkim etmeye ve yeniden yapılanmaya uygun değildir. Halkların devrimci atılımı ve yıkıcı devrimci darbeleri olmadan da “Türk devlet aklı” böyle bir değişime boyun eğmez de. Hayalci beklentilere gerek yok. “Hak verilmez alınır.”

Bir diğer olguya “değinme”den geçmek doğru olmayacaktır; bu olgu, “Büyük Orta Doğu” politikası ekseninde değişik biçimler alarak sürmekte olan emperyalist yeniden yapılandırma ve paylaşım olgusudur. Kuşkusuz ki bu projenin lideri Amerikan emperyalizmidir. Büyük Orta Doğu, küresel çapta (çok kutupluluk olgusunun eşliğinde yükselmeye devam eden) emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin yoğunlaşma mekanıdır. Küresel alanda olduğu gibi Orta Doğu’da da rekabet ve hegemonya mücadelesinde şimdilik önde gelen, etkili olan güç, dünya halklarının baş düşmanı Amerikan emperyalizmidir. Siyonist İsrail devleti ise, bölgeye şekil verme, rakip emperyalist devletlerin (Çin, Rusya) ve İran’ın etkisini zayıflatarak önleme operasyonunun öncü gücüdür. Çin’in “Yol-Kavşak Projesi”nin (Orta Asya’nın yanı sıra) Orta Doğu’da önünü kesme, alternatif bir proje olarak ABD liderliğinde (Batılı emperyalist devletlerin de desteğini alan) Hindistan’dan Avrupa’ya uzanacak yol-kavşak projesi, söz konusu rekabetin güncel görünümlerinden birisidir. Gazze’nin Filistinsizleştirilmesini aynı zamanda bu politikanın unsuru olarak görmeliyiz. Yerli işbirlikçi Arap devletlerinin İsrail devletiyle arasını düzeltme ve ittifakını sağlamlaştırma (Abram Antlaşması hatırlansın), Filistin’i bir ayak bağı olmaktan çıkarma, İran’a boyun eğdirme ya da yıkma, İran önderliğinde kurulmuş olan “Direniş Cephesi”ni (HAMAS, HİZBULLAH, Yemen’de Husiler, Irak ve Suriye’de İran müttefiği siyasal ve askeri güçler) dağıtmak Orta Doğu’nun söz konusu gerçekleriyle bağlıdır.

ABD’nin “bölgeden çekileceği, doğan boşluğu Türk devletinin doldurmak istediği” saptaması abartılı ve gerçek dışı bir saptamadır. ABD değil bölgeden çekilmek, bölgeye daha derin, kapsamlı, aktif bir şekilde yerleşmeye, kontrol etmeye, yönlendirmeye, Çin ve Rusya’nın önünü kesmeye çalışıyor. “ABD’nin çekilmesi” denen şey, çekilme değil, olsa olsa kuvvetlerini yeniden düzenleme gereksinimidir ama bu da doğaldır. Koşullara bağlı olarak yeniden ve yeniden yapılanarak konumlanma Amerikan emperyalizminin de gereksinimidir. Şu İsrail’in Filistin’de gerekleştirdiği ve Lübnan’a da sıçrayan, İran’ı da vuran askeri saldırılar sürecinin verilerinin kanıtladığı gibi, ABD Doğu Ak Deniz’e, Kızıl Deniz’e olağanüstü askeri kuvvet yığmış durumda; bu bir çekilme değil, güç yığınağıdır. Ve ABD askeri üsleri bölgenin her yerindedir. İslamcı faşist diktatörlüğün ABD’den, İsrail’den rahatsızlığı bölgede kendisine daha fazla rol ve pay verilmemesine dayanmaktadır. Özel olarak da, Kürt sorununda ABD tarafından kendisine “yeterli desteğin” verilmediğini düşünmesindendir.

Bu sınırlı hatırlatmalarla birlikte devam edelim.

Birinci Körfez Savaşı’nda ABD işgaliyle birlikte başlayan süreçte Irakta bölgesel bir Kürt Devleti doğdu. “Arap Baharı”yla başlayan süreçte Suriye, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Türkiye, ABD, AB’li emperyalist ve işbirlikçi devletler eliyle tam bir yıkıma uğratıldı. Emperyalizm ve bölge ülkelerinin “paralı askeri” olan, onlar adına “Vekalet Savaşı” yürüten radikal İslami çeteler ve IŞİD aracılığıyla Suriye kan ve ateşe boğuldu. Bu mücadele ve yıkım sürecinde yeni bir bölgesel Kürt devleti (Rojava) daha doğdu.

Sıra İran’da. Buna kuşku yok, ki zaten İran çok uzun yıllardan beri topun ağzında bulunmaktaydı. İran, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin Batılı emperyalist ve bölge devletlerinin saldırı ve yıkımı örneğinde olduğu gibi sıranın kendisine geldiğini iyi bilmektedir. Emperyalist rekabet mücadelesinde İran’ın, hangi biçimlerde olursa olsun, zayıflatılması, geriletilmesi ya da işgali durumunda İran Kürdistanı’nda da bölgesel bir Kürt devleti doğma olasılığı yüksektir. Bu olasılık da terörist başı Erdoğan’ın ve iktidar ortağı diğer terörist başı Bahçeli’nin uykularını kaçırmaktadır.

Dinci faşist diktatörlüğün sözde “barışçıl açılım”ı Orta Doğu’da Kürt kazanımlarını tasfiye etme, Orta Doğu’daki emperyalist dalaştan Kürtler lehine çıkacak yeni imkanları önleme ve ezme; “Büyük Orta Doğu”da yayılma ve yeni mevziler kazanma politikasıyla iç içedir... Erdoğan’ın Suriye Esad rejimi ile görüşmeleri başlatma ısrarı bu bağlamda değerlendirilmelidir.

En kaba hatlarıyla tablo budur.

Burjuva demokratik çerçevede bile olsa Kürt sorununun Türkiye’de “Barışçıl demokratik çözümü”nün ön koşulu Türk halkının desteğini, Kürt ve Türk halklarının ortak mücadelesini, Doğu ve Batıdaki işçi ve emekçilerin birleşik bir devrimci mücadelesini gerektirmektedir. İçerde terör, dışarda ilhak, işgal, emperyal yayılma politikasının merkezi olan, en ufak demokratik kıpırdaşı bile gözü dönük saldırganlıkla yanıtlayan İslamcı faşist diktatörlükten ve sermayenin Mankurdu elebaşı Erdoğan ve Bahçeli’den “demokratikleşme”, “barışçıl demokratik çözüm”, “demokratik anayasa” bekleyenler yanılmaktadır.

Kürt sorunu” küreselleşmiş, Orta Doğu’da güç dengelerini derinden etkileyen uluslararası karaktere sahip bölgesel bir sorundur. Sömürgeci faşist diktatörlük Kürt sorununa salt Kuzey Kürdistan’ının dar çerçevesinde bakmamaktadır ve bakma şansı da yoktur... Bu kapsamda atılan ve atılacak her adım, planlanan ve pratikleştirilen politika, doğası gereği, Orta Doğu çapındadır ve işin içerisinde “küresel güçler ve kapışmalar” da yer almaktadır. Dolayısıyla Kürt sorununun derinliği, kapsamı, etki gücü ve gelecek üzerindeki etkisi Türkiye politikası bağlamında da bütünsel ele alınmalıdır. Sömürgeci dinsel faşist diktatörlüğün “barış, açılım, normalleşme politikası” da bu kapsamda değerlendirilmelidr, aksi durumda çuvallamak kaçınılmazdır. Ve hemen eklemek gerekir: Emperyalist güçlerin bir bölümüne, ABD’ye bel bağlayarak “çözüm” peşinde koşmak, halklar nezdinde itibar kaybıyla sonuçlanacak, bedelleri ağır olacak bir politika olacaktır...

Olayın perde gerisi henüz ortaya çıkmamış olmakla birlikte, sömürgeci faşizmin temsilcileri “29. Kürt İsyanı”nın lideri ile İmralı’da görüşüyor olabilir. Kandil’le görüşmeler yapılıyor olabilir. Bunda normal olmayan bir şey yoktur. Böyle bir görüşme trafiği varsa eğer, ki bunu bilmiyoruz, bu bir yanda Türk burjuva devletinin sıkıştığının, öte yandan da Öcalan ve PKK’nin siyasal ağırlık ve gücünün kanıtıdır. Sorun böyle bir görüşmenin varlığı ya da yokluğu sorunu değildir, sorun erken hayallere kapılmamak, halkları manipüle etmemek, her cephede halkların birleşik mücadelesini meşru zeminde büyüterek yükseltmektir. Dağın yaptığı açıklamalarda (Karayılan, Bese Hozat, Karasu) kararlılıkla vurgulanan şey, orta yerde yeni bir çözüm sürecinin olmadığıdır. Kuşkusuz ki bu açıklamalar değerlidir ama tablo henüz aydınlanmış değil. Bu bağlamda ihtiyatı elden bırakmak için bir neden de yok.

Ortalığa saçılmış “bilgiler”, “yorumlar” Saray rejiminden sızdırılıp yönlendiriliyor. “Kamuoyunun nabzı” da ölçülüyor. Açık ve net bir tarzda özel harp psikolojik saldırısı devrede. Oltada balık olmaya hazır yaygın bir siyasi çevre var. Bunlar ukalaca, kibir dolu çığlıklar atarak “bilgelik” satıyor. Eğer henüz kamuoyuna yapılmamış açıklamalar varsa ya da yapılacak açıklamalar henüz erken görülüyorsa, bu da anlaşılırdır. Bunu bilemeyiz. 2015 “Dolmabahçe Mutabakatı”nın nasıl tekmelendiğini, o tarihten bu yana içerde ve dışarda nasıl bir imha, inkar, soykırım saldırısının gerçekleştirildiğini biliyoruz. Kürt ulusal demokratik hareketinin Erdoğan-Bahçeli ikilisinin tuzaklarına düşmeyeceğini düşünmek için yeterince veri vardır. Çok sayıda deneyimden geçerek direnişe, kazanımlarını topyekün savunmaya ve savaşmaya devam eden PKK’nin öyle kolayca faşizme yem olacağını düşünmek haksızlık olacaktır. Bugün için de geçerli olan görev, Kürt ulusal direnişiyle her cephede birleşik mücadeleyi yükseltmektir. Diktatörlüğün “yumuşama” manevrasının arkasından yeni ve daha kapsamlı saldırılar gelme olasılığı çok yüksektir. Bahçeli’nin, Erdoğan’ın, Uçum’un ve benzeri figürlerin açıklamalarını ise hep birlikte izliyoruz... Manevra ve hedef ne olursa olsun, rejimin ve elebaşılarının sözünü ettiğimiz girişimini şövenizme, ırkçılığa, militarizme, kirli topyekün savaşa karşı güçlü bir ajitasyona çevirmek; gettoların dışına çıkarak gerçekleri işçi ve emekçilere sistematik siyasi kampanyalarla anlatmak; bunu Kürt ulusunun ve halkların güncel talepleriyle birleştirip yürümesini bilmek gerek.





6 Ekim 2024 Pazar

“YARATICI ...” VIII. BÖLÜM

 

YARATICI ...” VIII. BÖLÜM



Einstein’dan:

Sorunları çözmeye çalışırken, o sorunları yaratırken kullandığımız düşünce yapısını kullanamayız.”

Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.”

Bir insanın zekası cevaplarından değil; sorduğu sorulardan anlaşılır.”

Dünya; kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.”

Otoriteye körü körüne sadık olmak, gerçeğin en büyük düşmanıdır.”

I

Öncelikle belirtmek isteriz, fikirleri, eleştirileri, eylemleri, siyasal yönelimleri vb. değerlendirirken, belirleyici ve bağlayıcı olan şey, bunların objektif karakteri ve mantığı, “olayların objektif mantığı sayesinde meselelerin nereye sürüklendiğidir. (Lenin) “Olayların kendi mantığı vardır: Bir şey söyleriz, ancak olaylar diğer yönde gider.” (Stalin) Yani sorunları, değerlendirmeleri, siyasal eğilimleri, ideolojik gruplaşmaları, kritik dönemeçlerdeki tutum ve duruşları, ortaya çıkan ya da çıkacak partisel krizleri vb. bireylerin, devrimcilerin, devrimci partilerin iyi ya da kötü niyeti ile değil, sınıf mücadelesinin nesnel mantığı ile bilince çıkarabilir, kavrayabilir, siyasal pratik içinde sağlaması yapabiliriz. Devrimci hareketteki tasfiyecilik olgusunu ve temsilcilerini değerlendirilirken de bu yöntem, bakış açısı tümüyle geçerlidir. Nesnel durumu ve bu durumun teorik, siyasal, örgütsel-pratik bakımdan yüklediği görevleri kavrayamayan partiler, tüm iyi niyetlerine ve devrimci çabalarına ve fedakarlıklarına karşın, istenen değil de istenmeyen yöne doğru giderek devrimci ve komünist çizgilerinden kopup başka doğrultulara doğru savrulurlar; tasfiyecilik olgusunda da bu, böyledir. Bu bağlamda gidişi belirleyen iyi ya da kötü niyetler değil, objektif gerçeklerdir, bunun gerekleridir. Kuşkusuz ki bu bağlamda ilkesiz, faydacı, oportünist, kariyerist, manipülatör, makyavelist, çok dinli, yozlaşmış vb. unsurlar her zaman olacak ve kimi zaman da bu gidişte öne çıkan olumsuz roller oynayabilecektir. Bu olgu komünist işçi hareketinin tarihsel deneyiminde ve deneylerimizde de sabittir. Ancak bu faktör önemli olmakla birlikte ikincil derece bir faktördür ve eğer bu kategoriye giren unsurlar bu bağlamda önemli ya da önde gelen roller oynayabiliyorsa burada da bir kez daha dönüp buna yol açan öncü güçlerdeki yapısal zaafları, buna fırsat yaratan ortamı, zihniyeti ve tarzı, burjuva etkiyi sorgulamak gerekir. Bir kez daha dikkat çekmek isteriz ki komünist partilerde tasfiyecilik vbg. anti-Leninist yıkımlar ve kopuşlar, yaşanan krizler “kötü niyetler”le izah edilemez, bu idealizm olur, bu olgu proletarya üzerindeki burjuva etki, bir tesadüf, bireysel kötülük, aptallık ve hata değil, objektif nedenlerin kaçınılmaz sonuçlarıdır.” (Lenin)

II

Sınıf mücadelesinin gereklerine ve gereksinmelerine yanıt verememenin ifadesi olan yapısal, bütünsel (ideolojik, siyasal, örgütsel-pratik) kriz gerçeğini anlamak, özeleştirel bilince çıkarmak komünistlerin en yakıcı görevidir. Kriz gerçeğini, krizin nesnel ve öznel nedenlerini bilince çıkaramadan krizi aşmak da olanaklı değildir; böyle olunca da (bütün devrimci çabalara karşın) kriz tüketmeye, öncü değil artçılığa mahkumiyet devam etmektedir. Bu tablo içerisinde samimi devrimci çabalar ve devrimci yönelimler ise sorunları çözmeye yetmiyor. Kısmi, geçici, romantik ve ajitatif pansuman tedaviler politikası ve tarzıyla yol açılamıyor; bu bir yana öncünün oportünizme, idarei-maslahatçılığa, dar pratikçi tarza mahkumiyeti daha da derinleşiyor...

Lenin’in dediği gibi;

"... Sorunları laf kalabalığıyla geçiştirmeye çalışmak kadar zararlı, ilkelere aykırı bir şey olamaz. Bugün en önemli görevimiz, bunalımın derinliğini ve onunla savaşma gereğini anlamış bütün marksistleri bir çatı altında toplayarak, marksizmin teorik temellerini ve ana ilkelerini, burjuva etkisinden sıyrılamayan 'yol arkadaşlarının' çeşitli yönlerdeki sapmalarına karşı savunmaktır..." (Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 144, iba.)

Bu mücadelenin önündeki ana engel ise değişik renk ve tonlarıyla tasfiyeci oportünizmdir. Tasfiyeci erozyon ve çürümenin yarattığı yıkım ise oldukça derin ve kapsamlıdır. Sorunu öncelikle doğrudan doğruya kendi tasfiyeci oportünizminde aramak, bulmak, görmek ve aşmaya çalışmak yerine, tasfiyeci oportünizmin sorumluluğunu atlayarak sorunu salt tasfiyeciliğin bazı görüngülerine ve “üzerimiz”deki bazı etkilerine çekerek/indirgeyerek “tasfiyeciliğe karşı mücadele etmek” son derece yanıltıcıdır. Bu ilkesiz yöntem ve bakış açısı ve sözde “analiz” sadece ve sadece gerçeği sis bombalarıyla görünmez hale getirmeye hizmet etmekte, böylece tasfiyeci oportünizme karşı gerçek bir mücadelenin yürütülmesini önlemektedir. Bu politika ve tarz, komünist değildir. Bu tarz dikkati başka adreslere yöneltme, hedef saptırma, kendini aklama tarzıdır. Bu tarzda uzmanlaşmış olanların bu işi maharetle yerine getirdiklerini inkar edemeyiz. Küçük burjuvazinin damgasını vurduğu bu yöntem, tarz, ruh hali çözülemeyen ana sorunların, aşılamayan ağır zaafların, yenilgi ve başarısızlıkların, yıkımların, gerilemenin, gelişememin nedenlerini dışsallaştırarak kendini ak sütten çıkmış kaşık olarak sunmakta, komünist hareketin kendisiyle ilkeli hesaplaşmasını ve derslerinin çıkarılarak ileri atılmasını engellemektedir. İşte bu tasfiyeci önderlik teori ve pratiği tasfiyeciliği de dışsalaştırmakta, tasfiyeciliği dışarıdaki güçlerde arama, bulma, damgalama hattında yürüyerek yaratılan yıkımın sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmaktadır. Aşağı yukarı, bizde de tasfiyeciliğin bazı etkileri vardır ama tasfiyecilik bizi değil devrimci hareketi pençesine almıştır. Biz Türkiye ve Kürdistan’da tasfiyeciliğe karşı mücadelenin önderiyiz.” içeriğinde analizler yapılıyor.Devrimci hareketin rönansasıyız”, “devrimci hareketin merkezinde durmaktayız”, “devrimci hareketi tasfiyecilikten kurtarmak istiyoruz ve kurtaracağız” gibisinden propaganda ve ajitasyon yapılmaktadır. Fakat bu, büyük bir oranda kurgusal gerçeklik inşasına tekabül etmektedir; önce kendi gerçekliğini bilince çıkarıp aşacaksın ki, diğerleri seni ciddiye alsın, öğrensin, üstlenmek istediğin misyon politik ve ideolojik etki gücün görülebilsin. Bunu yapmadıktan sonra, kendini yaralamaya devam edersin... Bu tarz, kendine dönük politika tarzıdır, kendi dar çevreni motive etme tarzıdır, geliştirici olmak bir yana, orta ve uzun vadede daha ağır yıkımları hazırlar.

Devam edelim.

Tasfiyeci oportünist ve Troçkist, yarı-Troçkist, revizyonist, reel politiker ezilenci tasfiyeci eğilimler köklü ve yapısallaşmış olarak sürece yön vermektedir. Herhangi bir sapmanın da ötesine çoktan geçmiş tasfiyeci, post-Marksist, revizyonist eğilimlerle ideolojik olarak hesaplaşmadan da Marksist-Leninist çizgide yeniden yapılanmak, proletaryanın sınıf çizgisini temsil eden bir öncü, sömürülen, ezilen sınıf ve tabakaların, ezilen toplumsal ve kültürel kimliklerin haklı taleplerini de en önde üstlenerek devrim ve sosyalizm mücadelesine önderlik eden başarılı bir öncü inşa edemezsin. Buna niyet etmek bir şeydir yapabilmek farklı bir şeydir. Kaldı ki komünist parti ile işçi sınıfı hareketinin birliğine dayanan bir parti inşa etmek teori ve pratiğinden çoktan kopulmuş ve işin teorisi de (ezilencilik) yapılmıştır.

Her devrimci parti başarılı olmak ister, buna kuşku yok. Fakat, başarı iyi niyetlerle, şatavatlı söylem ve dileklerle, oportünist beklentilerle, ilkeleri yadsıyan maneviyatçılıkla, romantik düşçülükle, manipülatif abartılı devrimcilik propagandası ile gelmez. Nesnel değerlendirmelere, nesnel kriterlere, bilimsel komünist eleştirel duruşa gereksinim var. Ağacı görüp ormanı görmemek, göstermemek ya da gözden yitirmekte komünistçe olan hiçbir şey yoktur. Komünistlerin mesihlere, mesihçiliğe, manipülatörlere, ruhani romantizme, manipülasyona, anti-Leninist teorilere gereksinmeleri yoktur. Tüm bunlar, Marksizm-Leninizm’in, enternasyonal proletaryanın bilimsel devrimci teori ve pratiğinin, politik ve örgütsel çalışmasının küçük burjuvaziye özgü yadsıma biçimleridir.

Gerek coğrafyamızda gerekse de dünyada durumun Marksist-Leninist parti ve örgütler için dezavantaj yüklü olduğunu; burjuva ve küçük burjuva baskı ve saldırının her alanda olağanüstü baskın olduğunu biliyoruz. Bu baskı ve saldırıya ancak ve yalnızca proleter sınıf ideolojisine, sınıf ilkesine sağlam bir bağlılıkla, niteliksel gelişme ve yenilenmeyle, devrim ve sosyalizm kavgasının önünü açacak bir savaş yeteneğiyle karşı koyulabilir, yol açılabilir. Bunu başaramayan komünist parti ve örgütlerin tasfiyeciliğe batması ve tasfiyesi ise kaçınılmazdır.

III

Marks Proudhon'u eleştirirken;

''Geriye bir tek egemen dürtü kalıyor, işin cakası, ve bütün gösterişçi insanlarda olduğu gibi onun için de önemli olan tek şey, o anın başarısıdır, günlük başarıdır.'' (iMa.)

Proudhon küçük burjuvazinin temsilcisiydi ve onda somutlaşan “işin cakası”, “gösteriş”çilik, “anın başarısı”, “günlük başarı” ile tatmin olma küçük burjuvazinin sınıf karakteridir ve salt bireylere de özgü değildir... “Reel politiker”lik ve “gösterişçilik” küçük burjuva sınıfının karakteridir.

Tasfiyeciliğin ve yeni tip revizyonizmin “reel politiker” teori ve pratiğinden kurtulmak, proletarya hareketine dayanan, proletarya hareketini merkeze alan bir stratejik gelişme çizgisinde yürümek gerekir. Teorinin, program ve stratejinin belirleyip yönlendirdiği başarılara, komünist hareketle işçi sınıfının hareketinin birliğini ifade eden ve cisimleştiren partileşmeye, komünist işçi hareketine dayanan bir partiye gereksinim var. Kimlik politikaları ile ezilenler içerisinde güç olmayı temel alan bir teorik ve pratik duruş, geleceği kuracak tek devrimci sınıf olan proletaryanın önderliği ve hegemonyası olmadığı müddetçe kalıcı olmayacak geçici başarıları getirebilir en fazlasından. Komünist olma iddiasını bir gerçeğe dönüştürmek isteyen bir parti bütün demokratik talepleri, anti-emperyalist, anti-faşist, siyasal özgürlükçü mücadeleleri proletaryanın komünist hareketine dayanarak, bütün bu sorunları anti-kapitalist, sosyalist programa ve hedeflere bağlı bir tarzda ele alarak çözebilir ancak. Komünistler bakımından bu bir tercih değil, bir zorunluluk, komünist olmanın zorunluluğudur. Asıl olan toplumsal kurtuluştur; ulusal kurtuluşçu talepler ve mücadeleler de toplumsal kurtuluş hedefine bağlanmış bir tarzda, ulusal ve toplumsal kurtuluş davası ve mücadelesini birleştiren bütünsel bir perspektifle ele alınarak pratikleştirilmesi komünist olmanın gereğidir. Bunu yapmıyorsan, zaten komünist olamazsın. Bu bağlamda “yarı-komünist” olmak da komünist olmamayı ifade eder.

Biliyoruz ki partilerin kendilerini tanımlamaları ile onların nesnel gerçekliği her zaman üst üste binmez. Burada belirleyici ölçü, eylemin içeriğidir. Mesela Türkiye’de devrimci olan, devrimcilikte direnen ve mücadele eden hangi örgüt Marksist-Leninist olmadığını, proletaryayı temsil etmediğini söylüyor ki! Tersine “biz Marksist-Leninistiz, “biz proletaryanın komünist öncüsüyüz” vb. diyorlar. Fakat gerçek durum farklı, onların nesnel gerçeği (biçimsel söylemin ötesinde), eyleminin içeriği devrimci-demokrasiyle belirlenmektedir...

Lenin,Tanner’le yaptığı tartışmada;

Siyasi bir parti sınıfın sadece bir azınlığından oluşabilir, aynı şekilde, herhangi bir kapitalist toplumda gerçekten sınıf bilincinde olan işçiler, bütün işçilerin ancak çok küçük bir azınlığını oluşturabilirler.” diyor. Ve biraz ileride, “Nedir bu örgütlü azınlık?” diye sorarak şöyle devam ediyor:Eğer bu azınlık gerçekten sınıf bilincine sahipse, kitlelere öncülük edebiliyorsa ve eğer ortaya çıkan her güncel soruna cevap verebiliyorsa, o zaman gerçekte bu bir partidir.

Peki ortada böyle bir parti var mı?

Stalin şöyle der:

Tüm gerçek şu ki, parti, sadece önden gitmeli, ama sayısız yığınları da, kendi ardından götürmelidir. Sayısız yığınları ardından götürmeden önden gitmek, aslında hareketin gerisine düşmek, hareketin kuyruğuna takılmak demektir. Artçıdan koparak, artçıyı ardından götürmesini beceremeyerek önden gitmek, gereğinden çok öncelemek demektir; bu, yığınların ileriye doğru hareketini, bir zaman için tehlikeye düşürebilir. Leninist yönetim tastamam şuna dayanıyor: Öncü artçıyı kendi ardından götürmesini bilmelidir; öncü yığınlarindan kopmaksızın önden gitmelidir. Ama öncünün yığınlarından kopmaması sayısız yığınları gerçekten kendi ardından götürebilmesi için, kesin bir koşul, yani yığınların öncünün göstergelerinin, yönergelerinin, sloganlarının doğruluğuna kendi öz deneyleri ile inanmaları koşulu zorunludur. Eğer büyük yığınlar tarafından desteklenmiyorsa, tek başına partinin, tek başına öncü grubun devrimi yapacak durumda olmadığını, devrimin eninde sonunda sayısız emekçi yığınları tarafından 'yapıldığını' anlamayan muhalefetin mutsuzluğu da, işte sayısız yığınların yönetimi ile ilgili bu basit Leninist kuralı doğru kabul etmemesidir.» (Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 300-019)

Peki ortada böyle bir parti var mı? Peki bu çizgide gelişimini güvenceleyen bir siyasi ve örgütsel çizgi ve pratik ve özeleştiri var mı? Yok.

Peki buna rağmen nasıl oluyor da bardak hep dolu gösterilebiliyor? Bu durum Marksizm-Leninizm ile nasıl bağdaşabilir ki! Gerçek duruma iki yönden de bakmak gerekmez mi?

Peki bu tablonun sorumlusu kim, hangi teori ve pratik, hangi siyasi çizgi ve önderlik anlayışı?!!!

Bu tablo yerel örgütlerin, kadroların zaafları ve “suçlarıyla”, “taktik önderlikler”in yetersizliğiyle nasıl izah edilebilir ki?

Belirleyici olan ne? Hele de işlevsel bir kolektivizmin, proleter demokrasi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü, açıklık ilkesinin yediği ağır darbeleri ve nitelik kaybını da düşünürsek öncelikli olarak yönetilenleri suçlamak, sorumlu ilan etmek hangi sınıfın kafasıdır acaba?

Evet bu konuda merkez noktayı ve sorumluluğu taşıyan düzey neresi? Kitleler mi? Sempatizan kitlesi mi? Tabanda yer alan kadrolar mı? Yerel örgütler mi? Kim evet kim?

Ve elbette sorulması ve eleştirilmesi gerekiyor: Olduğu kadarıyla organik bir yapı olan partinin kolektif aklı ve düzeltici iradesi nerede ve neden işlevsiz? Nasıl oluyor da bir partinin kendini aşması için zaaflarına karşı, yetersizliklerine karşı kolektif bilimsel akla ve işlerliğe, mücadeleci gücüne dayalı bir mücadele geliştirilemiyor, pasifizm, uzlaşıcılık, öz güvenden yoksunluk, evet efendimcilik, bürokratik bağımlılık böylesine yıkım yaratabiliyor?! Evet nasıl? Bu bir sonuç değil mi? Bunun doğrudan sınıfsal ve ideolojik nedenleri, sınıfsal kökleri olması gerekmez mi?

Bu tablo tasfiyeci oportünizmle izah edilmeyecek de neyle izah edilecek?

Kendine berbat bir liberalizmi başkasına zıvanadan çıkmış sekterizmi uygulayan bir teorik ve pratik duruşda komünistçe olan bir şey olamayacağı açık değil mi!

Lenin’i hep birlikte dinleyelim:

Bizim İstediğimiz yeni ve farklı partilerdir. Biz kitlelerle sürekli ve gerçek bağlantıları olan ve bu kitlelere öncülük edebilecek olan partileri istiyoruz.” (Komüntern II. Kongresi, Komünist partisinin rolü üzerine konuşma, bkz. Teorik Yazılar Arşivi, https://solokul.blogspot.com)

Peki ortada böyle bir parti var mı? İddiamız, misyonumuz, hedefimiz bu değil miydi? Peki gerçek tablo ne?

Peki 30 yıllık tarihsel ve politik deneyim bizlere ne söylemektedir? Bu tarihsel tecrübe Lenin’in bahsettiği partinin var olduğunu mu göstermektedir? Tarihsel deneyimin dersleriyle donanmayan, sorunu Bolşevik eleştiri ve özeleştiri temelinde ele almayan ve kavramayanlar acaba ne kadar komünisttir?

Teorinin, politikanın, örgütlenmenin, devrim ve sosyalizm kavgasının, herhangi bir devrimci ve komünist partinin sorunlarına, zaaflarına vb. devrimci duyguların, romantik ahlakın, mistik sisin, mekanizmin, manipülasyonun gözünden bakılamaz ve değerlendirilemez. Tek ölçüt nesnel gerçeklik, eylemin içeriği ve onun Marksist-Leninist bilime, diyalektik materyalist yönteme, ideolojiye, ilkelere dayalı değerlendirilmesidir. Devrimci duygular ve duyarlılıklar eğer Marksist-Leninist dünya görüşüne dayanarak ele alınıp biçimlendirilemezse, oportünizme, maceracılığa, tasfiyeciliğe, revizyonizme, post-Marksizme oyun alanı açar, böylece anti-Leninist yıkıma yolu açar. Bu alana oynayan oportünizmin gerçek yüzünün açığa çıkarılması komünist olmanın zorunlu gereğidir. “Ne kadar nahoş olsa da, olguları açıkça görmek, adlı adınca çağırmak, işçilere doğruyu söylemek zorundayız.” (Lenin)

IV

Lenin Buharin’i eleştirirken, her hatanın teorik bir temeli olduğunu, her hatanın sınıfsal ve teorik köklerine inilerek açığa çıkarılması gerektiğini vurgular. Komünistlere gerekli olan ilkesel yöntem ve perspektif budur yoksa hataların, zaafların, fikir ayrılıkların yüzeysel ele alınması, lafta “eleştiri-özeleştiri”, gerçekte ise oportünist uzlaşma değil.

Kaganoviç’in, 1931’de “Kızıl Profesörler Enstitüsü’nün kuruluşunun 10. yıldönümü” vesilesiyle yaptığı konuşmada dile getirdiği perspektif önemlidir ve örnek alınmalıdır.

Günlük politika ve uygulama konusundaki tartışma her zaman açık bir şekilde teorik bir tartışma olmuştur. Her zaman teorik görüş farklılıklarında başlangıç noktası olmuştur. Aynı şekilde pratik hataların da kökleri Marksist-Leninist teorinin çarpıtılmasında olmuştur.” (Bkz. Kaganoviç, SBKP Tarihinin Bolşevik Eğitimi İçin, s. 16, PDF olarak İnternetten indirilebilir.)

Komünist harekette olan-biten her şey, politik mücadelenin gelişmesinin her bir anında ortaya çıkan ya da çıkabilecek her sorun bu yöntem ve perspektifle analiz edilmelidir. Bu olmadığı müddetçe, gerçek durum bilince çıkarılamaz. Tasfiyeciliği kendi dışında, küçük burjuva elitin dışında her yerde arayan ve “bulan” zihniyet zaten komünist değildir. “Yanılmaz liderlik” saçmalığı nerde olursa olsun yalnızca ideolojik ve örgütsel yıkım yaratır.

Sloganların, düşüncelerin ve mücadelelerin, ideolojik ayrılıkların nesnel temeli ve anlamı, mantığı vardır. Israrla vurgulamıştık, dış görünüşle, görüngülerle sınırlı bir eleştiri ve özeleştiri olguculuktur. Sorunun ya da sorunların, değişme ve gelişmelerin dışsal, biçimsel yapısına takılan işin derinliğine inemez, maddenin ve toplumsal maddi gerçeğin hareketini kavrayamaz; süreçleri yöneten hareket yasalarını, ana nedenlerini ve anlamlarını bilince çıkaramaz. Sınıfsal temeli ve amaçlarını ya da proleter sınıf kriterini yadsır vb.

Marks’ın Dış görünüş ile şeylerin özü eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.vurgusu komünistlere yol göstermelidir her koşulda. Nesnel ve denetlenebilir verilerden, veriler bütününden yola çıkarak fikir ayrılıklarını ve ideolojik mücadeleleri, partilerin evrimini incelemek zorunludur. Bu bir tarihsel süreçtir, tarihsel evrimin dinamik gelişimini kendi dönemeçleri içerisinde eleştirel değerlendirmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Tek başına devrimci olmak, devrimci bir parti olmak bu niteliği kazanmak için yetmez, yetmiyor. Marksizm-Leninizm’den post-Marksist ezilenlerin Marksizmine geçiş, proletaryayı temel almaktan ezilenleri temel almaya geçiş; proletaryanın devrim ve sosyalizm kavgasının önderi parti teorisinden “ezilenlerin öncü feda müfrezesine” geçiş; demokratik merkeziyetçilikten bürokratik merkeziyetçiliğe geçiş, kolektivizm ilkesinden biçimsel olarak kolektivizm ama içerik olarak bireylere, bireyciliğe dayanan “etkin birey” teorisiyle meşrulaştırılan örgütsel yapı ve tarza, yönetim tarzına geçiş; III. Enternasyonal’i “20. asrın aşılmış, eskimiş Marksizmi”nin ürünü sayan “yaratıcı Marksist” sözde açılımla, “21. asrın Marksizmi”nin teori ve programına göre 21. asrın yeni komünist enternasyonalinin “sosyalizm ve Marksizm iddialı yapılar”la birlikte kurma çizgisine geçiş, Leninist parti teorisi ve modelinin artık geçersizleşerek aşıldığı, komünist partilerde fikir ayrılıklarının Lenin ve Stalin partisindeki gibi ele alınamayacağı savunusu komünist devrimci tarihten, teori ve pratikten kopuşun çarpıcı tablosudur ve bir tarihsel politik sürecin ürünüdür. Bu süreci, sürecin nesnel ve öznel nedenlerini diyalektik materyalist yönteme, Marksizm-Leninizm’in ilkelerine, Birlik Devrimi’nin belirlediği çizgiye dayanarak eleştirel değerlendirmeden olan-biteni ve yaşanan aşırı gerileme bilince çıkarılamaz ve sürüklenip gitme devam eder. Komünistler sorunu, nedenlerini, sonuçları başka yerlerde değil, öncelikle dönüp kendi gerçekliğinde arayıp bulmalıdırlar...

Güven ya da güvensizlik sorunu bu bağlamda ele alınıp çözümlenmediğinde, geriye duygusal, tutarsız, herhangi geliştirici karakteri olmayan “devrimci” romantik kışkırtıcı manipülasyon kalır ve bu da tasfiyeci yıkımı meşrulaştırmanın etkili aracına dönüşür. Tasfiyecilik de bunun üzerinde oynamaya, yıkıcı etki yaratmaya devam eder. Güven ya da güvensizliğin temel ölçütü, ayırdedici niteliği Marksizm-Leninizm’e, Birlik Devrimi’nin çizgisine bağlı olup olmamada, bu çizginin kendi ana ilkeleri ve siyaseti temelinde geliştirilip geliştirilmemesinde somutlaşır; bu çizginin ve ilkelerinin tasfiye edildiği durumda ortada Marksist-Leninist bir güvenin kalmaması ya da yıkılması da doğal ve kaçınılmazdır; yıkılan bu şey, dolaysız olarak ideolojik-siyasal-ilkeseldir; romantik tasfiyeci yüzeysel propaganda ile görünmez hale getirilen, manipülasyona sığınılarak yok sayılan şey, budur. Güven ya da güvensizlik sorunun sınıflar üstü, partiler üstü bir karakteri olmadığı ve olmayacağını biliyoruz. Bu sorunu idealize ederek “yanılmazlık” mitini inşa edenler Marksist-Leninist eleştiriyi ve ideolojik mücadeleyi önlemeye, bu mücadelelere karşı tasfiyeci barikat kurarak “otoriteleri”ni kutsamaya, “iç ve dış düşmanlar” üreterek komünist iradeyi kırmaya çalışagelmişlerdir. Tasfiyeciliğin doğuş, gelişimi, hegemonya kurma süreci aynı zamanda Marksist-Leninist güven ortamı ve değerlerinin, komünist çizginin, ahlaki ölçülerin peşpeşe darbelendiği, güven ilişkilerinin yıkıma uğradığı bir süreçti. Bunun ana sorumlusu “reel politiker” tasfiyeciliktir. Hem değerleri yıkacak, ortamı bozacak, güveni ortadan kaldıracak, ilke, tüzük tanımayacak, her alanda son derece kötü çifte standardı bir önderlik anlayışı ve pratiğine dönüştüreceksin, hem de küçük burjuva uyanıklığa sığınıp manipülasyonla güven ve güvensizlik sorunu üzerinden tasfiyeci saldırı örgütleyeceksin; bu zihniyet ve duruş küçük burjuva sınıfın, ideolojisinin, işlerliğin temsilcilerinin karakteridir. Bu onların nesnel gerçeğidir, bu gerçeğin bilinç ve örgütlenme düzeyinde yansıması ve somutlaşmasıdır. Kendini amaçlaştıran geri kalan her şeyi araçsallaştıran, “Marksizm”, “yaratıcı Marksizm”, “en Marksist-Leninist”, “kahrolsun dogmatizm” söylemiyle kamufle olan küçük burjuva bürokratik önderlik arayışında, teori ve pratiğinde Leninizm’in L’si bile yok.

Engels’in şu çarpıcı eleştiri ve değerlendirmeleri üzerinde özel olarak düşünmeli ve öğrenmeliyiz:

Bizim Müller'in uyguladığı yöntem, yaşamın her alanında görülen romantizmin tipik bir örneğidir. Bunlar şeylerin en yüzeysel görünüşlerinden derlenen günlük önyargılardan oluşurlar. Ardından da, bu yanlış ve basmakalıp içeriğin, esrarlı bir ifade tarzıyla ‘yüceltilmesi’ ve ululaştırılması işi kalıyor.

Bu zihniyet ve tarzdan kopuşmak gerekir.

Mantıksal ve rasyonel argümanlar yerine duygusal argümanlar kullanarak”, “Mantıklı ve derinlemesine analiz gerektiren konular yerine basit ve yüzeysel” bir yöntem, tarz, ajitasyonla manipülasyon yapmak ve bunu bir “önderlik sanatı”na çevirmek komünistlerin, komünist partilerin karakteri, tarzı olamaz.

Bu tarz ret ve mahkum edilmelidir.

Yine Engels’in dediği gibi; “Politikada şairene sempatilerin yeri yoktur.” Komünist partilerde şairene” politika yapma ve yönetmenin, kendine tapınmanın, tapınılmasının mücadelesini vermenin, “şairane” manipülasyonun, çok anlamlı, çok katlı, duruma uygun manevra yapabilmenin önünü açık tutan, ucu açık bir dilin ve söylemin yeri yoktur. Politika ve devrim romantizmle yapılmaz. Nesnel gerçekliğin, olayların, gelişmelerin bilimsel Leninist değerlendirilmesini engelleyen, ilkeli komünist aklın yerine geçirilen, gerçeklik ile kurgusal arasındaki farkı ve farklılıkları belirsizleştiren, çarpıtan, tek yanlı sunan subjektif gerçeklik inşasına, gerçekliğin duygusal çarpıtılmasına, çoklu anlamlar”a, belirsizliğe, “çokluk”a hitap eden, değişik yorumlara açık post-Marksist, “Kahrolsun dogmatizm” sloganına sığınan yaratıcı Marksist” ideolojik yönelim herhangi bir komünist partinin ne kafası, ne yüreği, ne kolektif niteliği, ne de duruşu ve yönelimi olamaz.

Bu tarzdan kopuşmak gerekir.

Politikada, tıpkı bilimde olduğu gibi, insan her şeyi olduğu gibi kabul etmelidir.” ( Engels, Düşünceler Aforizmalar, s. 130)

Her zaman hatırlanmalıdır ve asla unutulmamalıdır: “Küçük burjuvalar sahte sofulardır.”, komünist/Bolşevik/Marksist-Leninist değil. Tasfiyeciler de “sahte sofular”dır. Burada şu atasözü üzerinde düşünmek son derece yararlı olacaktır: “''Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder.'' Tarihi tecrübe bu gerçeği sayısız biçimde ortaya koyagelmiştir. Nerede ve ne zaman olursa olsun, ağzında dua, yüreğinde hile eksik olmayanlara, görüntüleri ile içi başka olanlara güvenilmez ve asla güvenilmemeli, dahası açığa çıkarılıp gerçek gösterilmelidir. Bilgi tekelini elinde tutanların manipülasyonu ve demagojisi daima bir zaman etkili olur ama gün gelir gerçekler tüm boyutlarıyla ortaya çıkar. En nihayetinde devrimci ve komünist bilince ve bağımsız karaktere sahip, olan-biteni sorgulayan devrimciler her zaman vardır ve var olacaktır.

V

Teori, politika, örgütsel alanlarda yaşanan gelişmeleri “olayların bütünü içinde, nedensel bağları ve sonuçları ile inceleyerek, işlerimizi aralıksız denetlemeliyiz. Dünkü yanlışlıklarımızın çözümleyerek (tahlil ederek), bu suretle, bugünün ve yarının yanlışlarından kurtulmuş oluruz.” (Lenin, Düşünceler ve Aforizmalar, s. 233)

Fakat bu tarz çoktan unutulmuş, kaba bir romantizm, yüzeysellik, hafızayı bozma, hafıza kaybı, oportünist uzlaşı, reel politikerlik, idare-i maslahatçılık, duruma göre davranma, eklektisizm ve pragmatizm, manipülasyon, özeleştiri yoksunluğu, çifte standart, gettolaşma, mültecilik vb. tasfiyeci oportünizm sayesinde bir erdeme dönüşmüş, dönüştürülmüştür. Tasfiyeci bürokratik eğilim ve hegemonya bu tablonun baş suçlusudur.

Biz bedel ödüyoruz” propagandası aracılığıyla da yaşanan ve öğütmeye devam eden kriz gerçeği ve başarısız politika ve başarısızlık örtülmeye çalışılıyor. Bedel ödüyor olmak bir ayrıcalık değildir. Bu aynı zamanda sınıf mücadelesinin doğal olgularından birisidir. Bedel ödüyor olmak eleştiri ve özeleştiriyi, ilkeli ideolojik mücadele ve duruşu boğmanın, manipüle etmenin aracı olarak kullanılamaz. Komünist olan bunu yapmaz. Can alıcı sorun ödenen bedel değil, bedelin hangi çizgide, komünist devrimci çizgide mi küçük burjuva halkçı çizgi de mi ödendiği ve ödeneceği sorunudur. Bir komünist parti, komünist bir militan soruyu böyle sorar ve yanıtlar. Bu ilkesel çizginin ve bakış açısının tasfiye edildiği koşullarda “bedel ödeme” sorunu, ağacı göstererek ormanı görmeyi önlemeye, gerçek durumun ve ağır yıkımların gerçek nedenlerinin görülmesini önlemeye hizmet eder. Bedelsiz kavga olmaz. Dün olduğu gibi bugün de dünyanın dört bir yanında devrimciler bedel ödemeye devam ediyor. Bedel ödemek için komünist olmak gerekmiyor. Bu, Türkiye ve Kürdistan gerçeğinde de böyledir. Dahası, başta toprağa düşenler olmak üzere bedel ödemede hiçbir güç Kürt halkının ve PKK’nin yanına bile yaklaşamaz. Ama bu olgu, PKK’yi komünist yapmıyor ve yapamaz da. Türkiye’de kavga içerisinde toprağa düşen devrimci sayısında örneğin DHKPC önde gelir. Bu gerçekleri çoğaltabiliriz... Şu yakıcı günlerde yanı başımızda Filistin örgütlerinin, Lübnanlı ilerici hareketlerin ödediği bedeli ise hatırlatmaya bile gerek yok.

Marksist-Leninistler, “bedel ödeme” sorununa küçük burjuva ajitasyonun, ahlakçılığın, mistisizmin, dervişçiliğin, sofuluğun gözünden, gezinden, namlusundan bakamaz ve bakmamalı. Kendisi de uzun yıllardır aynı tablonun bir bileşeni haline geldiği halde, Türkiye devrimci hareketinin gerilemiş, dibe vurmuş pratiğine bakarak üstünlük taslamak, böbürlenmek, “radikal” keskinliğe sığınarak da “kendini kanıtlamak” zihniyetinde komünist olan hiçbir şey yoktur. Bazı devrimci örgütlere göre, göreli olarak avantajlı olmak ya da bazı avantajların varlığı bir ayrıcalık olarak görülemez, kibirli gösterinin aracına çevrilemez. Bu bağlamda da proleter sadelik ısrarla korunmalı ve başarı ve kazanımlar, güçlü ve gelişen yanlar ortaya konulmalıdır.

Ve altını çizmek isteriz: Bedel ödemenin ikinci bir yanı var. Bu ikinci yanın sorgulanması, ideolojik mücadele, eleştiri ve özeleştirinin konusu yapılması istenmemektedir ya da “mış” gibi yapılmasıyla yetinilmesi istenmektedir. Üstelik bu bir tarza, önderlik teorisi ve pratiğine dönüştürülmüştür. Bu da devrimci hareketimiz ortak tarihsel ve güel zaaflarından birisidir. Bu bağlamda dar kafalılık, yüzeysellik, tek yanlı ajitasyon göz çıkarmaktadır. Proletaryanın, proletarya hareketinin reformizme, sarı sendikal çizgilere, burjuva partilerin oyun alanına bırakılmasının devrim ve sosyalizm davası ve kavgasına ödettiği bedel nedir acaba?! Bu bedelin ödenmesinde proletaryayı, proletarya hareketini temel almayan, ezilenleri temel alan, ezilenci oportünizmle yol almaya çalışan tasfiyeciliğin sorumluluğunun baş köşede oturduğu açık değil mi? Örneğin sayısız kadro kaybedildi; üstelik zengin bir babanın müflis oğlu gibi kadro harcandı. Legalize olma uzun yılların çarpıcı bir gerçeği. Kolektif akıl ve işlerlik, işlevsel kolektif önderlik, açıklık ilkesi anlayışı esaslı darbeler yedi. Biçimselliğe, bürokratizme, biata dayalı, kafa dengi kadrolarla iş yapma yönelimi ağır tahribatlar yarattı. Lafta değil ama Marksist-Leninist ideolojiye ve Birlik Devrimi çizgisine bağlı eleştiri gücü ve ideolojik mücadele boğuldu. Tasfiyeci tahribat ve yıkım çok kapsamlı ve derin...

Peki bu gerçeklerin devrim ve sosyalizm kavgasına, partiye çok yönlü verdiği ağır kayıpların bedelinin sorumlusu kim acaba?

Peki partiye, proletaryaya, devrim ve sosyalizm kavgasına tasfiyeciliğin ödettiği bedellerin hesabı soruldu mu? Hayır ve burada tasfiyecilik gerçeğini göremeyen, gördüğü halde uzlaşan, boyun eğen kadroların, keza tasfiyeciliğin sömürdüğü ve beslendiği, cesaret bulduğu kolektif yapının zaaflarının rolü olduğu açık değil mi!!!

Peki bunun verdiği ağır zararların faturasının baş suçlusu kim? Devrime, sosyalizme, sınıfa, partiye ödetilen ağır mı ağır bu bedellerin hesabını sormak ve hesabını vermek komünist ve devrimci olmanın gereği değil mi?

Ödenen devrimci bedellere güçlü bir tarzda sahip çıkılırken, zaaflardan, tasfiyeci yıkımın ürünü olan bedel ödeme ve bedel ödetme çizgisini mahkum etmek bir komünistlerin görevidir. Bu gerçekleşmediği müdddetçe aynı zaaflar sınıf mücadelesine ağır zararlar vermeye devam edecektir. Kuşkusuz ki bu gerçekleri yazmak tasfiyecilik nezdinde suçtur, en ağır hakaretlere ve baskılara maruz kalmak demektir. Ancak devrimci ve komünist kadrolar ve yapılar, devrimci hareketin bu ortak ve ağır zaaflarına karşı mücadele etmekle tarihin dersleriyle silahlanarak çalışmakla yükümlüdür. Devrimci ilkelerle, ahlakla, vicdanla, moral değerlerle, zaaflardan ders çıkarmayla bağdaşmayan bu zaafla da hesaplaşmak ve aşmak şarttır. Çok çarpıcı olduğu için belirmek gereksiz olmayacaktır. DHKP-C devrimci bir örgüttür. Kendi çizgisinde devrimci bedeller ödeyegelmiş devrimci bir yapıdır. Ama bu devrimciliği ve devrimci bedeller ödüyor oluşu, onun devrimci romantik çizgisini, tartıştığımız konuda yarattığı ağır yıkımları ve özeleştirisizliğini haklı çıkaramaz. Diğer alanları geçiyoruz ama kendi “sol” oportünist maceracı çizgisi ve bu çizgiyle bağlı olan ölüm orucu politikası eleştirildiği zaman P-C tam bir tahammülsüzlükle, sekterlikle ve devrimci olmayan bir dille “oportünizm”e saldırmaktadır. F Tipi Hapishanelere geçiş ve sonrası süreci hatırlayalım ya da dönüp o dönemi inceleyelim... P-C kendi çizgisinde devrimci davranırken, öte yandan da dışarıya çıktıktan sonra ölüm orucuna devam etmeyen çok sayıda yoldaşını korkunç bir şekilde hain ilan etti... Peki devrimci bedel ödedi diye üstelik kararlılıkla uzun bir ölüm orucu sürecini yaşayan ama hapisten çıktıktan sonra ölüm orucuna devam etmeyen çok sayıda insanını hain ilan ederek neye hizmet etti P-C? Kendi yanıtı açıktır ve biliniyor ama bu politika ve duruşun devrim ve sosyalizm kavgasına verdiği ağır mı ağır zararın sonuçları bugün de görülmektedir...

P-C bunu kötü niyetinden yapmadı aksine bu politika ve duruşu kendi öz çizgisinin gereğiydi ve küçük burjuva devrimci duruşunun, kararlılığın ifadesiydi... Ama bu gerçek onun gerçeğinin diğer yanını görmemizi ve eleştirmemizi önleyemez, önlememeli. En nihayetinde öteki şeylerin yanı sıra, P-C, bu bağlamdaki eleştirileri de son derece sekter ve yıkıcı dille hainlik olarak, ihanete suç ortaklığı olarak damgalamakta, örgüt düşmanlığı, örgütsüzlüğü meşrulaştıma, partiye karşı güvensizliği kışkırtma, kadrolarda ve kitlelerde P-C’ye karşı güveni yıkma, ağır siyasal koşulları gösleyememe, zorlu mücadeleden, feda ruhundan kaçma vs. vb. olarak lanse etti ve etmektedir. Bu karşı eleştiri bombardumanının objektif ve bilimsel, haklı olmadığı ve olmayacağı açıktır. Sözgelimi iş P-C ya da başka bir devrimci parti ve örgüte gelince söz konusu vb. tutum ve davranışları, siyasi eğilim ve duruşları mahkum etmekten geri durmayan, buna karşı ideolojik mücadele yürütmekten çekinmeyen parti, iş kendilerine gelince aynı ilkesizliği, yıkıcı yöntemi herkese karşı kolayca kullanabilmektedir. Bu standard proletaryanın ve komünizmin değil, küçük burjuvazinin standardıdır ve ideololojik olarak burjuvaziye bağımlı burjuvanın küçüğünün karakteridir.

Devrimci hareket bedel ödüyor, o halde eleştirilemez” diyemeyiz ve devrimci bedellerin yanı sıra devrime, sosyalizme zarar veren bedellerle de hesaplaşmasını, dersler çıkarmasını, pratik-politik bir silaha çevirmesini bilmek şarttır.

VI

Marksist-Leninist bir parti II. Enternasyonalci oportünizmin gerçeği olan şu yoldan yürüyemez ve yürümemelidir:

Batı'da Sosyal Demokrat partiler nasıl yaşadılar ve geliştiler? Bu partilerde ilkeler üzerinde herhangi bir iç çelişkiler ve farklılıklar var mı? Şüphesiz ki var. Onlar bu çelişkileri teşhir edip ve parti kitlelerinin gözleri önünde dürüstçe ve açıkça bunların üstesinden gelmeye çalışıyorlar mı? Hayır, şüphesizki yapmıyorlar. Bu uzlaşmazlıkları gizlemek sosyal-demokratların bir pratiğidir, konferans ve kongrelerini maskeli baloya çevirmek, parti içinde herşeyin iyi gittiğini göstermeye çalışan resmi geçite dönüştürmek  sosyal-demokratların bir pratiğidir; Parti içindeki  farklılıkları gizlemek ve perdelemek için her çareye baş vururlar. Ama, böyle pratiklerden, kafa karışıklığı ve partinin entellektüel yoksullaşmasından başka bir sonuç elde edilemez. Bu,  bir zamanlar  devrimci, ama şimdi reformist olan Batı Avrupa sosyal-demokrasisinin çöküş  nedenlerinden biri sidirAncak biz,  bu şekilde yaşayamaz ve gelişemeyiz. İlke sorunları üzerinde bir ‘orta yol’ bulma politikası, bizim politikamız değildir. Ilke sorunları üzerinde bir ‘orta yol’ bulma politikası çöken ve yozlaşan partilerin politikasıdır.” (Stalin, Partinin Gelişmesinin Doğasal Çelişkileri, 1926)

Şu yol Troçki’nin ve tasfiyecilerin, dar kafalı küçük burjuvaların yoludur ve keskinkes mahkum edilmelidir:

Troçki, kararının daha ilk sözlerinde, en kötü uzlaşmacılığın, tırnak içinde ‘uzlaşmacılığın’; parti çalışmasının verili çizgisini, verili anlayışını, verili ideolojik-politik içeriğini değil, ‘verili kişiler’i öne alan, çevrelerin ve dar kafalıların uzlaşmacılığının en mükemmel anlayışını ortaya koydu. (Lenin, SE, C.4, s. 48)

Bu kafadan, teori ve pratikten kopulması gerekiyor. Bu dün de bugün de yarın da geçerli ve bağlayıcı ilke ve perspektiftir. Pratik de buna göre sorgulanmalıdır.

Marks'ın aşağıdaki eleştirel sözlerinde somutlaşan şey, bireycilik ilkesi, şaha kalmış egoizm ve kariyerizm, küçük burjuva önderlik anlayışıdır;

''Demek ki tarihi yapanlar alim adamlardır, tanrının gizli düşüncelerini nasıl aşıracaklarını bilenlerdir. Sıradan insanların yapacakları şey, onların vahiymişcesine tebliğ ettikleri kutsal mesajı uygulamaktan ibarettir…”

Tasfiyeci oportünizm, ''tarihte bireyin rolü'' ve ''önderlik'' adına 2000’lerden bu yana tam da bunu geliştirdi, doğal olarak “Marksizm”, “Marksizm-Leninizm” adına. Partiyi taktik araç, kendilerini “stratejik önder”, “stratejik önderlik” ilan eden teori ve pratik de bundan ibarettir. Bir zamanlar Öcalan’ın bu teorisi, TİKB’nin önderlik teorisi, P-C’nin önderlik teorisi yerden yere vuruluyordu. Ama bunlar “unutuldu”, dahası unutturulmaya çalışıldı. Hatırlatmak isteriz, bu teori de eleştiregeldiğimiz diğer teoriler de küçük burjuvazinin sofrasından/cephaneliğinden alınarak “algı manipülasyonu” yoluyla sanki “özgün yaratıcı Marksist” açılımlar gibi sunulmuştur...

Marksist-Leninist teori, Uluslararası Komünist Hareket, Birlik Devrimi ve ilkeleri, “... bir yanda kendisine vahiy inmiş bir peygamber, öte yanda onu ağzı açık dinleyen birtakım eşekler bulunduğunu varsayan'' (Marx) önderlik anlayışlarını her zaman mahkum ederek oportünizmle, kariyerizmle, bürokratizmle, burjuva ve küçük burjuva elitisizmiyle, idealizmle, tarihin “üst insan”ın ya da “üst insanlar”ın eseri ya da “kahramanların eseri” olduğu saçmalığıyla kendi arasına kalın bir sınır çizgisi çekmiştir. Devrimci ve komünist tarihte burjuva ve küçük burjuva ihtiraslarının kurbanı olanların varlığı doğrudan özel mülkiyet dünyasının maddi ve ideolojik gerçeğiyle, hastalıklı insan tipiyle bağlıdır. Bu hastalıkların önüne de ancak ve ancak Bolşevik teori ve pratikle, bu donanımın kesintisiz geliştirilmesiyle geçilebilir. 1956 modern revizyonist karşı devrimine, giderek revizyonist/kapitalist ülkeye ve bloga varan tarihsel süreçte SSCB’de, öncelikle de partide ortaya çıkarak gelişen bürokratik yabancılaşma ve çürümenin ideolojik-siyasal-örgütsel, toplumsal dersleri bu bakımdan bizlere yaşamsal dersler sunmaktadır...