ORTA DOĞU ÜZERİNE NOTLAR
V. BÖLÜM
ORTADOĞU VE TÜRKİYE (İKİNCİ KISIM)
V
SSCB önderliğindeki “Doğu Bloku”nun çöküşüyle ortaya çıkan yeni güç dengeleri ve gelişmenin yönü bu yeni dönemde yalnızca küresel emperyalist güçler için değil, bölgesel devletler bakımından da yaşamsal önem taşıyan bir gelişme aşamasını ifade etmekteydi. Bu olgu Türk egemen sınıfları bakımından da geçerliydi. “Atlantik eksenli dünya”nın “Asya-Pasifik eksenli dünya”ya kaymaya başladığı dünya gerçekliğinde işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisi de yeniden pozisyon aldı. Fiiliyatta zaten aşınmış olan Kemalist devlet ideolojisi ve politika çizgisinin (“Yurtta sulh, cihanda sulh”) eskiyerek aşılması, “1. cumhuriyet”ten “2. cumhuriyet”e geçiş; “Adriyatikten Çin’e” genişletilen yeni Türklük tanımı, “Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi”nin Türklüğün ve İslamcı Türk devletinin “yeni sınırlar”ı olarak ilan edilmesi; Osmanlı-İslamcı kültürel değerlerin neo-Osmanlıcılık politikaları temelinde yüceltilmesi; sözde “İslam aleminin lideri TC” propagandası ve atağı; Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihçi yayılmacılığını kapitalist fetihçilik politikası ile meşrulaştırma; insanlık tarihinin biriktirdiği ilerici değerlere, keza burjuva demokratik devrimler çağının ilerici, demokratik, devrimci değerlerine ve kazanımlarına sınırsız düşmanlık; kadının en bağnaz İslamcı kültürel ve toplumsal değerler eşliğinde aşağılanması ve ataerkil İslamcı aile kurumunun kutsanması; laik ve seküler kitlelere çıplak düşmanlık; “ümmetçilik politikası” ile başta Kürt ulusu olmak üzere ulusal topluluklara dönük sömürgeciliğin yüceltilmesi; sınır tanımayan mezhepçilik ve Alevi düşmanlığı; Yahudi halkına düşmanlığı ifade eden Semitist propaganda; Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi; Osmanlının ihtişamlı günlerine dönerek, özelde Orta Doğu hidrokarbon enerji yataklarına ve ticari geçiş hatlarına el koyarak zenginleşmek ve “Türkiye’yi yeniden büyük ve zengin yapmak”, çevre ülkesi değil, kendi hinterlandında “merkez ülke” olmak; Osmanlı mirasına atıfta bulunarak yeniden “özgün ve uzun ömürlü siyasî düzen kuran bir medeniyetin merkezi” propagandası ile emekçi kitleleri manipüle etmek; gösterişli “Dünya beşten büyüktür” sloganı eşliğinde de “Monşerliğe hayır”, “proaktif ve çok boyutlu politika”, “dinamik ve esnek bir diplomasi” inşası ve geliştirilmesi, Türk burjuvazisinin genişleme-yayılma stratejisi, söz konusu yapısal değişimi ve yeni stratejik yönelimi yansıtmaktadır.
Ekonomik ve jeopolitik önemi yaşamsal olan Orta Doğu’yu “İslam dini etrafında oluşan bütünlük ve Osmanlı’dan kalan ortak tarihî miras“a dayanarak iç etme (çökme) yönelimi TC’nin “Yeni Nizamı-Alem”ini kurma hedefinin yaşamsal alanıdır. “Petrol ile özdeşleşen bölge jeoekonomisi ve petrole bağlı dengelerin yönlendirdiği bölge jeopolitiği özellikle bölgenin su kaynakları, tarım havzaları ve enerji kaynaklarının” “Haçlı kafirlere” yedirilmesinin kabul edilemez olduğu; “din ve medeniyet eksenli bir kutuplaşma”yla Orta Doğu’nun kurtarılması gerektiği propagandası Türk egemen sınıflarının yayılmacı, hegemonyacı saldırgan stratejisini örtülemenin argümanlarıdır.
Siyasal islamcı, neo-Osmanlıcı, sömürgeci Türk burjuvazisinin, TC’nin ve Saray rejiminin özelde Orta Doğu’ya hükmetmeden “Türkiye’nin bölünmesi”nin engellenemeyeceği vurguları da önemlidir. “Bölgede bu konuda en köklü tarihî birikime sahip olan Türkiye'nin bu meseleyi iç çatışmaya dönüşmeden aşabilmesi ve yeni bir medeniyet açılımına girebilmesi sadece ülke bütünlüğü açısından değil, bölgenin geleceği açısından da büyük bir önem taşımaktadır.” analizi durumu kavramamıza hizmet etmektedir. “Bölünme“ korkusu Türk burjuvazisinin tarihsel ve güncel korkusudur. Orta Doğu’da Kürt sorunu ve mücadelesi, Orta Doğu cangılında tüm devletleri ilgilendiren, keza Türk egemen sınıflarının, devletinin jeopolitik pozisyonunu, yönelimini ve gelecek planlarını derinden etkileyen bir sorun olduğu açıktır...
Amerikancı, NATO’cu emperyal ve sömürgeci İslamcı-Osmanlıcı-Türkçü politikanın aşağılık bir demagoji ile “anti-emperyalizm”, “İslam aleminin bağımsızlık mücadelesi” görüntüsü altında lanse edilmesi kullanılan örtülerden bir diğeridir. “Dindar, kindar” ve fetihçi gençlik yetiştirilmesi, toplumsal psikolojinin Osmanlıcı, dinci, ümmetçi ve ırkçı milliyetçilikle şekillendirilmesi söz konusu tabloyu tamamlamaktadır.
Eğitim ve öğretimin dincileştirilmesi; bir bakanlık bile olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın işlevsel bir fetva merkezine dönüştürülmesi; birkaç bakanlığın bütçesinden daha büyük bütçeye sahip olması; dinci vakıfların, tarikatların, cemaatların siyaseti, toplumsal yapıyı bir ahtopot gibi sararak gelişmesi; sinemanın, TV dizilerinin, sosyal medyanın bu amaçla enerjik tarzda kullanılması vb. söz konusu tablo ve politikanın unsurlarıdır. Tüm azgınca saldırılara karşın Erdoğan’ın “Kültürel savaşı kazanamadık” açıklaması dinci faşist diktatörlüğün zayıflığını yansıttığı kadar daha sistemli bir saldırı direktifidir de.
İfade ettiğimiz yönelim ve yeni politik açılım, jeo-politik mücadelede TC’nin duruş ve yönelimini açık bir şekilde dile getirmektedir. TC tarihi boyunca devlet disipliniyle sistematik kutlanan resmi bayramların “toplumu pasifize ediyor”, “tarihimizle barışmamızı önlüyor, bizi bugünkü sınırlarımıza mahkum ediyor” vurguları ve söz konusu kutlamaların geniş çaplı tasfiyesi, Osmanlı’nın, hilafetin, II. Abdülhamit’in, Vahteddin’in yüceltilmesi gibi politikalar rastgele ortaya çıkmadı.
Sözgelimi giderek daha yüksek sesle küstahça “Bizi Misak-i Milli sınırlarına (resmi devlet sınırlarına) hapsetmek etmek istiyorlar, bu kabul edilemez”, “Türkiye Türkiye’den büyüktür”, “Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız”, “Tarihin millet olarak bize yüklediği misyonu görmek mecburiyetindeyiz”, “Bize Lozan’ı bir zafer diye yutturmaya çalıştılar. Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’la verdik”, “Türkiye’nin savunması Balkanlar’da, Orta Asya’da, Kafkaslar’da başlar”, “Musul, Kerkük bizimdir”, “Suriye/Şam bizim vilayetimizdir”, “Mavi Vatan” sloganları ve politikası emperyal yayılmacılık ve saldırganlığın açık göstergeleridir. Daha önce Kerkük ve Musul’a plaka numarası veren TC ve Erdoğan yandaşları şimdi de Halep ve Şam’a plaka numaraları vermiştir. Suriye’nin TC’nin himayesinde bir ülke olarak lanse edilmesi, HTŞ hamiliği, Suriye’nin pek çok noktasında askeri üs inşa etme politikası ve propagandası, Türk egemen sınıflarının ve neo-Osmanlıcı Türkçü saldırganlığın çarpıcı ifadeleridir.
Osmanlı İmparatorluğu gibi kendi “Nizamı Alem”ini kurma propagandasının iç kamuoyunu yönlendirmede önemli bir faktör olduğunu kaydetmeliyiz. Osmanlı’nın kuruluş yıl dönümünün vb. günlerin kutlanmasını resmi bayramlara dönüştürme çabası, Saray ihtişamı, Emevi İslamın, İslamcı ve Osmanlıcı sembollerin yüceltilmesi; yurttaşlık bilincinin tasfiyesiyle bağlı ümmetçiliğin ve tebaa, biat, kul kültürünün inşası; İslamcı terörist çetelere yapılan güzellemeler ve kurulan organik bağlar sözünü ettiğimiz saldırgan, yayılmacı yeni vizyonla, “Yeni Türkiye”, “Yeni Türk yüzyılı” vizyonuyla bağlıdır.
“Tarihin ve coğrafyanın ülkemize yüklediği kaderden kaçamayız” demagojisiyle İslamcılığa-Osmanlıcılığa-Türkçülüğe dayanan yayılmacı ve hegemonyacı politikalar yeni stratejik yönelimi meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılmaktadır. “Kendi tarihimizle barışmak, tarih bilinciyle hareket etmek zorundayız”, “İslam kimliğimiz”, “Osmanlı mirasımız”, “kimlik bunalımımızı aşma” üzerine yırtınırcasına 24 saat yapılan propaganda tesadüfi değil yani.
Somali, Libya, Irak, Suriye’ye yapılan askeri müdahaleler ve işgaller, Katar’da edinilen askeri üs; MİT’in bölgesel çapta emperyal yayılma politikasının gereklerine bağlı yeniden yapılandırılması; SADAT’ın aynı zamanda dış politikada hegemonya, rekabet, yayılma politikasının bir aracı olarak bölgesel çapta üstlendiği rol; TC ordusunun aynı anda birkaç cephede ve denizlerde savaşı yürütebilecek bir kara-hava-deniz gücünü kazanması yönelimi yukarıda işaret ettiğimiz gerçeklerle bağlıdır.
Bu politika ve yönelim bir yandan ABD ve İsrail ve Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda üstlenilmiş olan işbirlikçi misyonla, diğer yandan da Türk burjuvazisinin bölgesel çapta hegemonya kazanma politikasıyla bağlıdır.
Türk burjuva devletinin nükleer silah edinme stratejisi bölgesel yayılmacı karakteri ve stratejisiyle dolaysızca bağlıdır. Nükleer bir güç olmayı başaracak bir TC’nin bölgede çok önemli bir yerde duracağı açıktır...
TC, Soğuk Savaş yıllarının alışagelinen taşeron devleti olmanın ötesine geçmiştir. Bir diğer ifadeyle TC bağlı olduğu emperyalist blogun basit bir aleti, pasif bir taşeronu olarak ele alınamaz. İran’ın Filistin, Lübnan, Suriye’de aldığı ağır darbelerden sonra TC ve İsrail bölgenin öne çıkan, rekabet eden en önemli iki bölgesel devletidir. Bu rekabet mücadelesi önümüzdeki süreçte daha açık ve keskin hale gelecektir. Suriye’de iktidarın altın tepsi içerisinde HTŞ’ye sunulmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni durumda keskinleşen TC İsrail rekabetinin, gerek hidrokarbon zenginliğin geçiş hatları üzerinde yoğun bir şekilde sürmekte olan rekabet mücadelesinde, gerek İran’ı dize getirme ya da tasfiye etme sürecinde, gerekse de Orta Doğu’da Kürt sorunu ve emperyalist, siyonist hesaplar ve yönelimler bağlamında, Akdeniz ve Kıbrıs bağıntısında bu rekabetin daha da keskinleşeceğini göreceğiz. TC, NATO üyesi olmasına karşın İsrail ABD-AB desteği bakımından açık ara ile öndedir. Bu durumun TC bakımından önemli bir dezavantaj oluşturduğu açıktır.
İran, Mısır, Pakistan ve Suudi Arabistan da bölgesel çapta rekabet yürüten diğer dört önemli devlettir. ABD, AB, Fransa, İngiltere dışında enerji kaynakları, ticari geçiş yolları bakımından Hindistan, Rusya, Çin, Japonya gibi çıkarları olan devletler gerçeği de bölgenin olgudur. Yani TC için GOP coğrafyası her istediğini yapacağı dikensiz gül bahçesi değildir. Başkanlık rejiminin tepesinde oturan savaş ve terör kışkırtıcı ve yayıcısı lumpen megolamanın her ağzını açtığında bölgenin patronu/efendisi gibi konuşmasına bakmamak lazım. TC kendisini çevreleyen dar ve geniş bölgede, jeoekonomik, jeopolitik önemi yüksek, stratejik jeopolitik rekabet tarafından kuşatılmış durumda ve TC saldırganlığının gidebileceği en ileri noktanın da sınırları var. Megaloman Erdoğancı palavralar dinsel faşizmin etkisinde olan geniş kitleleri manipüle etmede bir dönem işe yarasa da yaşamın gerçekleri gösteriyor ki, “TC’den büyük Allah var.”
Davutoğlu’nun “Stratejik derinlik”te ifade ettiği “Yakın komşularımızın asırlarca Osmanlı yönetimi altında kalmış olması bu rejimleri sürekli müteyakkız halde tutmakta ve karşı psikolojik tepkiler, müzakerelerin öncelikli şartı olan güven ortamının sağlanamaması dolayısıyla, siyasî diyalogların etkisini kaybetmesine yol açmaktadır.” sözleri, komşu devletler ve halkların gerek dün gerekse de bugün Türk egemen sınıflarını, TC’yi dost değil düşman ülke kategorisinde gördüğünün itirafıdır.
“Komşularla sıfır sorun” politikasının hızla deşifre olup çöktüğünü, özel olarak vurgulamak isteriz... TC’nin, Saray rejiminin kendisini çevreleyen bölgede (“kendi arka bahçemiz”, “etkin alanımız”, “bizim hinterlandımız”da) sorunlu olmadığı, çatışmadığı tek bir komşu devlet neredeyse kalmamıştır. Bunun öncelikle sorumlusu kuşkusuz ki TC’dir, yöneticileridir. Komşu devletler ve halklarla demokratik, barışçıl, eşit ilişkilenmeyi, iç işlerine karışmama politikasını açıkça ve fiilen reddeden saldırgan bir TC’nin sorun kaynağı olması zaten var olan çelişki ve çatışmaları başlı başına kışkırtmakta ve keskinleştirmektedir.
TC, uluslararası hukuki tanımlama bağlamında ABD ve İsrail gibi haydut devletler kategorisinde yer almaktadır. İki kutuplu dünyanın son bulduğu 90’lar sonrası ortaya çıkan yeni güç dengeleri ve oluşmakta olan yeni küresel güç dengeleri iki kutuplu dünya dengeleri içerisinde ortaya çıkan “uluslararası hukuk”u ve sözde onun güvencesi olan BM gibi oluşumları çoktan eskitip işlevsiz hale getirmişti. Bugün bu olgu çok daha çarpıcı biçimler almaktadır. Yakın dönemin örneği olarak Trump’un neofaşist saldırgan stratejisinin küstahça açıklamalar eşliğinde “uluslararası hukuk” denen hiçbir şeyi takmadan hareket etmesinden de bu gerçeği görmekteyiz. Bu olgu, Türk burjuva devletinin ve Saray diktatörlüğünün fırsat bulduğunda, gücü yettiği koşullarda sergilediği yönelimden de görülebilir...
Geçmeden ekleyelim; yeniden oluşan ve gelişimini tamamlamaktan henüz uzak olan yeni güç dengelerinin oluşumu küresel çapta bir emperyalist hegemonya krizini de yaratmıştır. Bu kriz derinleşecektir. Krizin derinleşip kapsamlılaşması, doğal olarak, “uluslararası hukuk ve normları” denen şeyi de daha biçimsel, işlevsiz ve iğreti hale getirecektir.
Yukarıda kabaca işaret ettiğimiz yeniden yapılanma ve stratejik yönelim en gelişkin ve çarpıcı ifadesini Erdoğan ve AKP’nin iktidarlaşmasında buldu. “Topluma” giydirilmiş deli gömleği olan Başkanlık sistemi, Saray rejimi söz konusu yapılanmanın rafine ifadesi oldu. İşbirlikçi kapitalizmin, egemen sınıfın, İslamcı faşist diktatörlüğün içeride ve dışarıda çok yönlü saldırgan politikasının gerekleri tek kişiye dayanan ve Sarayda somutlaşan iktidarı biçimlendirmiştir. Sofraya sonradan gelen kudurmuş aç sırtlanlardan oluşan İslamcı sermayenin hızlı yükselişi, sermaye birikimi bu yoldan da güvence altına alınmıştır. Yasama-yürütme-yargı erkini ele geçiren Erdoğan megaloman ve psikopat karakteriyle de bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu ispatlamıştır.
VI
TC, “Atlantik ekseni”ne karşı “Asya-Pasifik” eksenini temel alan bir yönelim içerisinde yer almamaktadır. TC, başını Amerikan emperyalizminin çektiği emperyalist bloktan kopmuş değil. Halihazırda böyle bir temel yönelim de yok. Tarihin gelişimi içerisinde mutlak ve değişmez olan veya kalan eksenler, mutlak ve değişmez tek seçeneğe endeksli bağımlılık ilişkileri de olamaz. Bu bağlamda TC’nin uzun vadede kamp değiştirmeyeceği de iddia edilemez. Ancak bugün ve görünür gelecekte böyle bir politika değişikliği görünmemektedir. Kısacası TC’nin “eksen değiştirdiği” iddiası gerçek dışı bir saptamadır.
TC, tekelci sermaye ve dinci faşist diktatörlük “eksen değiştirme”ye, Çin ve Rusya eksenine geçmeye değil, bağlı olduğu eksenle birlikte “çok yönlü politika” ile iki kamp arasında manevralar yaparak inisiyatif alanını geliştirmeye çalışmaktadır. Türk sermaye cumhuriyetinin gidebildiği en ileri nokta hala son tahlilde ABD-NATO’nun temel stratejik çıkarlarıyla belirlenip biçimlenmektedir.
Türk burjuvazisi ve devletinin, Erdoğancı faşist diktatörlüğün güç ve yeteneği emperyalist bir gücün güç ve yeteneği, niteliği değildir. Göreli bağımsız davranış ve yönelimi, bölgesel ölçekte önemli ama sınırlı sermaye ihracı, askeri müdahaleleri gibi olgular TC’nin emperyalist bir ülke olduğunu göstermez ama emperyalistleşme istek ve yönelimini gösterir. Emperyalist bir ülkenin iktisadi temeli özellikle 1950’ler, 1980’ler sonrası tarihsel kesitte ÇUŞ’lara dayanır, dayanmak zorundadır. Bu bağlamda TC’nin ekonomik yapısının ve egemen sınıflarının henüz böyle bir gerçeği olmadığını biliyoruz... TC konumu ve pozisyonu itibari ile emperyalizmin bölgedeki taşeronudur ama bu taşeronluk Türk işbirlikçi sermaye birikiminin özgün çıkarları ve yöneliminin ifadesi olan yayılmacı saldırganlıkla iç içedir.
Geniş ve dar anlamıyla Orta Doğu’da yaşanan ve büyümekte olan krizin temelinde emperyalizme bağımlılık, Siyonist İsrail, işbirlikçi devletlerin varlığı, küresel emperyalist ve bölgesel yayılmacı devletler durmaktadır. TC İslamcı-Osmanlıcı-Türkçü yayılmacı saldırgan politikasıyla Orta Doğu’daki tarihsel ve güncel krizi keskinleştirmektedir. Gerek tek tek ülkelerde gerekse de bölgesel çapta tarihin çağrısına yanıt verecek bir gelişme düzeyine ve savaş yeteneğine sahip devrimci ve komünist bir çekim merkezinin olmaması proletarya ve halkların kaderlerini ele almasını önlemektedir. Krize devrimci yanıt ve devrimci çözüm bölgenin de çözümünü bekleyen en yaşamsal tarihsel ve politik görevi ve sorunudur.
VII
TC bir baştan bir başa ABD ve NATO üs ve tesisleriyle işgal altındadır. Bu olgu, TC’nin emperyalizme bağımlılığının önemli göstergelerindendir.
“CIA, 19 Kasım 1980 tarihinde hazırladığı belgede Türkiye’deki üs ve tesislere dikkat çekmiştir. Belgede ABD'nin Türkiye'de 40 üs ve tesisinin olduğu belirtilmiştir. Bunların 26'sının üs olarak kullanıldığı ifade edilmiştir. Bu üslerden Adana-İncirlik Hava Üssü ve İzmir-Çiğli Hava Üssünün en önemlileri olduğu belirtilmiştir.” bilgisi Atatürk Araştırma Merkezi sitesinde yer alan Sinan Kıyaç imzalı “Soğuk Savaş Yıllarında ABD Üs ve Tesisleri” başlıklı çalışmada yer almaktadır.
Durum gazetesinde ise şu bilgiler verilmektedir: “Türkiye'nin toplamda 16 noktasında ABD Silahlı Kuvvetleri'ne ait askeri üsleri yer almakta, yine 15 farklı noktada ise NATO radarları vardır. Ayrıca 5 farklı noktada da ABD'nin füze ve nükleer bomba kontrol merkezleri konuşlanmıştır. İzmit, Balıkesir, Eskişehir, Konya, Ankara, Malatya ve Erzurum'da ise ABD'ye ait nükleer silah depoları yer alıyor. ABD'nin Türkiye'de bulunan en büyük askeri üssü İncirlik Hava Üssü'dür.” Türkiye’de sayısı bilinmeyen gizli tutulan ABD ve NATO üsleri de bulunmaktadır.
ABD'nin Orta Doğu'da yer alan 11 ülkede (Katar, Bahreyn, Kuveyt, Suudi Arabistan, BAE, Mısır, İsrail, Suriye, Ürdün, Irak ve Umman) toplam 82 askeri üssü, 50 binden fazla askeri bulunmaktadır. En çok ABD-NATO üs ve radarının bulunduğu ülke ise Türkiye’dir.
Devam edelim.
Aralarındaki sorunlara ve çelişkilere karşın, ABD ve AB desteği TC’nin arkasındadır. TC, bir yanda Batılı emperyalistlere bağımlılığının baskısı altında yaşarken öte yandan da bir dizi ekonomik, ticari, mali, siyasal, askeri, istihbari, diplomatik destek almaktadır. Türk egemen sınıfları, emperyalist devletler arasındaki çelişkilere oynayarak “Avrasya” açılımını gözetmektedir. Rusya ve Çin, özellikle Rusya ile ilişkilerinde bu çelişkilere oynama olgusu daha da belirgindir.
Dünya çapında büyük kapışmanın, hegemonya ve rekabet mücadelelerin merkezine girmiş olan Asya-Pasifik jeopolitiğinde ve pazarlarında tutunamayan az ya da çok etkili olamayan bir devletin olduğu gibi, TC’nin de geriye düşmesi kaçınılmazdır. Çin’i, Rusya’yı dolaysızca karşısına alacak saldırgan bir TC’nin, tek yanlı olarak ABD’ye yaslanan bir TC’nin süreç içerisinde kapsamlı bir tecrit duvarına çarpması kaçınılmazdır ya da çarpması çok büyük bir olasılıktır. “Ulusalcı-Batıcı” eğilimle “Avrasyacı” eğilimlerin çatışması biçiminde açığa çıkan burjuvazi ve devlet klikleri içerisindeki mücadele işaret ettiğimiz gerçeklerle bağlıdır. Ancak sermayenin ve devlet içi kliklerin başlı başına “Avrasyacı” ve “Batıcı” olarak ikiye bölünmüş olduğundan henüz söz edilemez.
Türk tekelci burjuvazisi, sömürgeci faşist diktatörlük, “Doğu blog”unun ve Varşova Paktı’nın dağılışından sonra ama özellikle de Erdoğan’la birlikte Balkanlar’da, Orta Asya’da, Kafkasya’da, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da ilişkilerini çok yönlü geliştirdi. Bu bölgelerde BM ve NATO adına (veya bazı durumlarda kendi adına) askeri misyonlar üstlenirken (Kosova, Bosna, Afganistan, Somali, Libya, Karabağ vb.) yanı sıra askeri üsler edinme yönelimine de girdi. Katar’da, Sudan’da (Sevaki adası) askeri üsler kurdu. Arnavutluk örneğinde olduğu gibi askeri işbirliği adına Adriyatik kıyısında Volare’de askeri üs edindi. Irak’ta, Suriye’de Kürdistan topraklarının önemli bölümlerini işgal ederek yerleşti. Sadece Suriye’de işgal altında tuttuğu bölgelerde 10 bini bulan askeri bir güç bulundurmaktadır. TC HTŞ aracılığıyla Suriye’de legalite kazandırılmış çok sayıda askeri üsler edinme peşindedir. Aynı şekilde Irak’ta (Katar’dan TC üzerinden Avrupa’ya uzanacak enerji koridoru projesinin arkasına saklanarak) iç bölgelerde Irak hükümeti nezdinde yasalite kazanmış askeri üsler kurma peşinde koşmaktadır.
TC’nin Azerbeycan’da da askeri üssü ya da üsleri bulunmaktadır. İlham Aliyev her ne kadar "Türkiye'nin Azerbaycan'da askeri üs kurma planlarına ilişkin medyada çıkan haberler, siyasi spekülasyondan ibaret" dese de gerçekte Azerbeycan’da TC’nin askeri üs kurduğu anlaşılıyor. Aliyev’in aynı açıklamasında, Azerbaycan ile Türkiye arasında imzalanmış olan “Şuşa Beyannamesi”nde yer aldığını söylediği, "iki ülkeden birinin dış tehdit veya dış saldırıyla karşı karşıya kalması durumunda diğerinin yardıma koşma taahhüdü. Dolayısıyla Beyannamesi'nin bu maddesi, özünde, topraklarımızda kalıcı askeri altyapıların oluşturulmasını kesinlikle gereksiz kılıyor." açıklaması yarı dolaylı ama Türk askeri varlığını açık bir teyit niteliği taşımaktadır.
TC’nin İslamcı cihadist terörist çetelerle yaygın ve derin bağlar kurduğu ve bu bağları gerek ABD-Batı-NATO çıkarları gerekse de kendi hedefleri temelinde kullandığı biliniyor. TC, Libya’da, Yemen’de, Afrika’da, Çin Sincan’da, Orta Asya ve Kafkaslar’da, Ukrayna’da radikal İslamcı terörist çeteler aracılığıyla bir istikrarsızlık kaynağı olmaya devam edecektir. TC rekabet mücadelesinde her sıkıştığında ya da kendine yol açmada elinde tuttuğu bu kozu değişik biçimlerde kullanacaktır. Türkiye’de MİT ve kontur gerillanın denetimi altında yaygın bir tarzda örgütlenmiş cihadist terör çetelerin özellikle devrim ve sosyalizm kavgasının yükseleceği dönemlerde vurucu bir güç olarak kullanılacağı açıktır. Keza bu çetelerin denetim dışına çıkma olasılığı, böylece bu çetelerin emperyalist ve bölgesel rekabet mücadelesinde TC’ye karşı bir koz olarak kullanılma olasılığı da her zaman mevcuttur. Aşağılık ve saldırgan bir tarzda komşu ülkelerin iç işlerine müdahale eden, rejim yıkan, ülkeleri istikrarsızlaştıran, işgal eden bir TC gerçeğiyle karşı karşıyayız ama bu olgu, bugün değilse yarın, diğer devletlerin de benzer bir tarzda çok yönlü TC’nin iç işlerine karışmasına açık davetiye çıkardığı çok açıktır.
VIII
Türk egemen sınıfları ya gelişip güçlenmek ya da gerilemek seçenekleriyle karşı karşıya. Bu bağlamda gerilememek için Türk tekelci sermayesinin Asya-Pasif merkezli pazarda yer kapmak hedefi vardır. Bu bağıntıda Kafkaslar, Orta Asya, Rusya, Çin, Hindistan’la bağlar geliştirmeye, küresel kapışmanın çelişkilerinden yararlanarak alan açmaya çalıştığı görülüyor. Dünyanın merkezinin Asya-Pasifik havzasına kaydığı, en büyük kapışmaların bu bölgede olacağı gerçeğini dikkate almayan, bu olgudan da yola çıkarak stratejiler geliştiremeyen devletlerin gerilemesi, küçülmesi kaçınılmazdır. TC bunun farkındadır. Vahşi orman yasalarının, sosyal Darwinizmin geçerli olduğu dünyamızda çok uzun bir zamandır MGK belgelerinde de bu konu işlenmektedir...
İşin bu boyutu bir yana “büyümek ve küçülmek” bağlamında Orta Doğu’nun sınırlarını uzun zaman önce aşmış, küreselmiş Kürt sorunu TC’nin kaderini tayin etmede en önemli sorunu oluşturmaktadır. Türk burjuva devleti Kürdistan sorununda, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ve gelişmenin yönü bakımından GOP’ta Kürt kartı üzerine oynayan emperyalist ve bölgesel devletlerin Türk devleti bakımından oluşturduğu tehlike ve tehditlerin farkındadır. Sömürgeci dinci faşist diktatörlük Orta Doğu çapında Kürt kazanımlarını değişik yollardan yok ederek, ulusal demokratik mücadeleyi ezerek Kürt sorununu “çözmek” istemektedir. Bu bağlamda aralarındaki çelişki ve çatışmalara karşın Fars ve Arap gericiliği ve milliyetçiliklerinin ortaklaşa desteğini kullanmaya önem vermektedir. Böyle olmakla birlikte TC’nin Kürt sorununda gerek Kuzey Kürdistan’da gerekse de diğer parçalara dönük izleyegeldiği geleneksel sömürgeci politikası tıkanmış ve kapsamlı krizler üreten bir olguya dönüşmüştür. Bu kriz ve çöküş Kürt halkının lehinedir...
Kendi bölgesinde bir teröristan devleti olan, terör ihraç eden, işgallere girişen TC çözümü gecikmiş bir ulusal sorun olan Kürt sorununun ağır baskısı altında olmaya, Kürt ulusal direnişinin de gelişip güçlenerek kendi çözümünü dayatmasıyla daha keskin ve derin karşı karşıya gelmeye mahkumdur. Rojava gerçeğinin sömürgeci TC üzerinde yarattığı ağır baskının yakın dönemin gerçeği olduğunu hepimiz biliyoruz. TC’nin Kürt sorununda izleyegeldiği strateji Orta Doğu çapında çoktan iflas ettiği halde Türkiye ve Suriye’de “Ez ve çöz” politikasında ısrar etmektedir. Öte yandan değişik manevralarla, taktik açılımlarla Kürt gerçeğinin baskısı göğüslenmek, Kürt kazanımları yok edilmek istenmektedir. Devlet Bahçeli’nin çıkışlarıyla başlayan Öcalan’la “Kürt sorununu çözme” girişimi de krize saplanmış, daha ağır krizler üreten, Kürt sorunundaki iflas etmiş sömürgeci politika ekseninde yapılan, yapılmak zorunda kalınan bir girişimi ifade etmektedir. Kürt sorunu TC’nin stratejik zayıflıklarından birisidir, dahası en yakıcısıdır. Bu sorun, TC’nin jeopolitik konumunu da derinden sarsan ve çözülmediği koşullarda daha keskin, daha çaplı bunalımlara yol açacak sorunudur da...
İslamcı Türk faşist diktatörlüğü, GOP’ta süren “düşük yoğunluklu bölgesel savaş”ın içerisinde kışkırtıcı, işgalci, yayılmacı, soykırımcı bir devlet olarak yer almaktadır. Bunun en çarpıcı örneğini Suriye oluşturmaktadır. Suriye küçük bir Orta Doğu’dur. Suriye savaşı bölgesel çapta bir savaş karakteri taşımakta ve Suriye küresel emperyalist rekabet ve kapışmanın yoğunlaştığı arenalardan birisini oluşturmaktadır. 24 saat içinde Şam’da Emevi Camisi’nde namaz kılmayı hedefleyen ve bunu da dünya aleme ilan eden Erdoğan ve iktidarı Suriye’yi bir baştan diğer başa işgal etme politikasını dile getirmişti. O ve devleti, ordusu ilk aşamada bunu başaramadı, hevesleri kursaklarında kaldı ama Suriye’nin bir bölümünü (Rojava’nın bir bölümünü) işgal etmeyi başardı. Erdoğancı sömürgeci faşist diktatörlük, bugün iktidarı ele geçirmiş radikal İslamist terörist çeteler aracılığıyla Suriye’yi istikrarsızlaştırmaya da devam etmektedir. Rojava devrimini boğmak için hem ordusuyla hem de doğrudan ve dolaylı örgütledikleri paralı çakallar ordusuyla soykırım yapmaktadır. TC ve Erdoğan iktidarı, emperyalist devletler arasındaki çelişkilere de oynayan ve direnen Rojava’yı (yerel Kürt devleti) yıkmayı başaramamakla birlikte Orta Doğu’da ikinci İsrail devleti olarak Rojava’ya ateş ve ölüm yağdırmaya, öyle ya da böyle, Rojava devriminin kazanımlarını yok etme stratejisini izlemeye devam edecektir... Irak bölgesel Kürt devletini kendi vasalı haline getirme, PKK’yi ezme, “barışçıl” taktikleri de kullanarak tasfiye amaçlı operasyonları ise kesintisiz sürmektedir. Kimyasal silahlar başta olmak üzere seyretilmiş uranyumlu taktik başlıklı nükleer silahlar da içinde Güney Kürdistan’da PKK mevzilerini sürekli vuran sömürgeci Türk sermaye devleti ve Saray rejimi, içeride ve dışarıda yürüttüğü topyekün saldırganlığa karşın, bugüne dek “ez ve çöz” politikasında başarılı olamadı ve olamayacak da. HTŞ eliyle Rojava devrimini tasfiye etme politikası ise tutmayacaktır.
Kürt ulusal devrimi ve Kürt sorunu ve direnişi dinci faşist diktatörlüğün iç ve dış politikasına damgasını basmaya devam etmektedir. Kürt direnişini bahane olarak kullanan dinci faşist diktatörlüğün Irak ve Suriye Kürdistanı’nda askeri işgali ve askeri yerleşmesi bir olgudur. Dahası, Suriye’de işgal ettiği Suriye ve Kürt topraklarında TC’nin vilayetlerini oluşturmaktadır. Bütün kurumlaşma ağı buna göre işlemektedir. Suriye’den İran’a uzanan hat boyunca Suriye ve İran topraklarında (gerçekte Kürdistan toprakları) 40 km içeride kurulmak istenen tampon bölge, TC adına vekalet savaşları yürüten paralı İslamcı çetelerle vb. doldurulmak istenmektedir. Bu politika açık ki sömürgeci işgali genişletme, yayılma politikasına dayanmaktadır. Kerkük-Musul-Rojava petrol bölgelerini ele geçirme stratejisi ve saldırısı da söz konusu yayılmacı politikanın öteden beri süregelen yaşamsal sac ayaklarından birisidir. TC döneme, duruma göre biçimleri değişse de özünde sözünü ettiğimiz hedeften vazgeçmeyecektir...
Hemen eklemek gerekir ki Orta Doğu çapında temel bir sorun olan Kürt sorunu ve mücadelesi bir yandan da sömürgeci Türk devletinin Orta Doğu çapında yayılmacı ve saldırgan politikasını örtülemenin aracı olarak kullanılmaktadır. “Terörizme karşı mücadele”, “Türkiye’nin ulusal güvenliği ve çıkarları” adına bugün Irak ve Suriye’ye yapılan askeri saldırılar ve işgaller yarın İran’a da müdahalenin gerekçesi olarak kullanılabilecektir. “Terörizme karşı mücadele”, “Türkiye’nin ulusal güvenliği ve çıkarları” propagandası TC’nin Orta Doğu’ya müdahalesi ve işgallerini meşrulaştırmanın bir diğer adıdır. Ama aynı propaganda İsrail devletinin de kullandığı propaganda ve İsrail egemen sınıfının Orta Doğu’ya müdahale ve işgalci yayılmasını meşrulaştırmanın aracıdır. Bu bağlamda her iki devletin kendi özgün çıkarları doğrultusunda aynı propagandaya başvurması olgusu da sürekli teşhir edilmelidir. Her iki saldırgan burjuva devletin kendi çıkarlarına dayanan farklı gündemleri onların uluslararası destek almaya önem vermelerinde de somutlaşmaktadır. ABD ve AB bu rekabet mücadelesinde İsrail’i bir tür eleştirisiz destekleyerek ağırlıklı olarak İsrail yanlısı bir politika izlemektedir. Kuşkusuz ki bu durum İslamcı Türk faşizminin tepkisine yol açmaktadır. Ancak yalnızca bugün değil, gelecekte de İsrail bu avantajlı konumunu korumaya devam edecektir.
(Önümüzdeki bölümde “Orta Doğu ve Kürt Sorunu”nu işleyeceğiz.)
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder