EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME ve DEĞİŞEN “ULUS DEVLET”
II. BÖLÜM
ÇUŞ’LARIN TANIKLIĞI, ULUSALCI VE
LİBERAL DEMAGOJİ VE “NEOLİBERAL DEVLET”
Aynı
cenahın demagojik söylem(ler)ine inanacak olursak, “ulusal sınırlar” ortadan
kalkmaya başladı, “ulus devletler zayıfladı”, “ulus devlet artık tarih oldu”
sayılır. “Sivil toplum egemen toplum” olmaya başladı. “Ulus devlet tasfiye
ediliyor”, “sınırsız bir özgürlükler dünyası kuruluyor”, vb. Sömürüden,
uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından, krizlerden arınmış, devletsiz, hızla
devletsizliğe giden ya da devletsizliğe sıçramış, eşitlikçi vb. “küreselleşme”
(“globalizm”) iddiası kaba bir burjuva yalandan, tarihsel ve güncel gerçeklerin
alçakça çarpıtılmasından başka bir şey değildir oysa.
Bu
ihanet cephesi, benzer yalanları adice yaydı, yaymaya da devam etmektedir.
Üstelik bu vb. demagojilerin yapıldığı tarih kesiti de, tarihin ironisine bakın
ki, tarihte görülmemiş yoğunluk ve
genişlikte, kuralsız ve dizginsiz bir şekilde burjuvazinin proletaryaya karşı
amansız bir sınıf mücadelesi yürüttüğü bir tarih kesitidir. Ama biliyoruz ki,
tarihin bu karanlık, kopkoyu karanlık dönemi, bir doğa yasası kesinliğiyle,
yerini, kaçınılmaz olarak, zorunluluklar aleminden özgürlükler alemine geçişle
belirlenecek olan büyük bir tarihsel aydınlığa bırakacaktır…
Söz
konusu propaganda ve ajitasyonun kaynağında, perde gerisinde uluslararası tekeller bulunmaktadır. Uluslararası tekeller, çoğu gizli olmak
üzere yaptıkları bir dizi toplantıda, yeni dönemin gereklerine bağlı olarak,
“kamuoyu”nu hazırlamak vs. için aldıkları kararlarda sistematik bir tarzda
yürütülecek ideolojik, siyasal, kültürel, psikolojik saldırılarda kullanılacak
söylemi de belirleyip piyasaya
sürmüşlerdir. Bu hedef için onlarca, yüzlerce milyar doları harcamaktan
çekinmemişlerdir. Burjuva medya, akademisyenler ve üniversiteler, sözde “sivil
toplum” örgütleri, burjuva ve küçük burjuva aydın takımı, soldan devşirilmiş
eski tüfekler dahil bu hedefe motive edilerek uluslararası tekellerin çıkarları
doğrultusunda seferber edilmişlerdir...
Ama
yaşam, proletarya ve halklara başka bir şeyi anlatmaya ve göstermeye devam
etti. Emperyalistler, burjuva liberalleri ve yeni tasfiyeciler, tek cephede birleşerek devrim ve
sosyalizme saldırmaya, insanlık tarihinde birikmiş ilerici olan ne varsa onu
yok etmeye, tarihi yeniden yazarak
emekçileri belleksizleştirmeye yöneldiler.
Bu saldırı dalgası, bir dönem ezilenler cephesinde, proletarya cephesinde derin
gedikler açarak ağır tahribatlar yaratmasına karşın, bilakis emperyalist
demagoji, emperyalizmin azgın sömürü, ekonomik, politik ve askeri yayılma ve
saldırılara dayanan pratiğiyle ıskartaya çıkmaya başladı ve bu süreç
daha çarpıcı biçimler alarak sürmektedir. Nitekim bir dizi ülkede patlak veren
devrimci ayaklanmalar (Filipinler, Endonezya, Nepal, Kürdistan, Filistin,
Ekvator, Bolivya, Arjantin, Paraguay, Venezuella, Tunus, Mısır vb.), tüm
kıtalarda uç verip gelişen işçi ve emekçilerin sayısız direnişleri, Irak’ın
işgal edilmesine karşı küresel ölçekte on milyonları kapsayarak, harekete
geçirerek patlak veren anti-emperyalist kitle hareketi, emperyalist
küreselleşmenin yıkımına karşı patlak verip hala devam eden kitle hareketleri,
bir dizi ülkede patlak veren “açlık isyanları”, son dünya ekonomik krizine
karşı patlak veren sayısız grev, genel grev, direniş vb. bu olgunun ürünüdür…
Emekçi
insanlığı ve proletaryayı belleksizleştirme
ve beyinleri sömürgeleştirerek
fethetme sistemli ve aşağılık çabasına karşın, ezilenlerin, emekçilerin ve
proletaryanın tarihsel hafızası aldığı derin yaralara karşın, yine de
silinemedi. O tarihsel kolektif bellek yeni
mücadelelerin ışığında yeniden uyanıyor, canlanıyor. Geçte olsa, ağır ve
sancılı da olsa, yeni bir küresel devrimci atılıma doğru ilerleyen proletarya
ve halkların mücadelesi bu gerçeği kanıtlamaktadır. “Küreselleşme” ile
proletarya ve halkların, ezilenlerin de mücadelesi küreselleşmiştir. Gelişecek
yeni dünya devrim dalgası, geçmişle kıyaslanmayacak kadar, daha
enternasyonalist, daha küresel, daha
kapsamlı ve sert bir karakteristik taşıyacaktır… Kuşku yok ki, 21. asır, bir
devrimler asrı olacaktır. Örneğin, NATO’nun 50. kuruluş yıl dönümü nedeniyle
hazırlanmış olan raporunda, kendi meşreplerine uygun bir tarzda, 21. asırda,
yeni bir Ekim devrimi fırtınasına tanık olunacağı vurgulanır. Evet, buna kuşku
duyulamaz.
“Daha
az devlet, daha çok demokrasi”, “daha az devlet, daha çok özel sektör”,
“siyaset elini ekonomiden çekmelidir”, “ekonomi özel sektörün işidir, devlet
ekonomiden çekilmeli, adalet ve güvenlikle uğraşmalı” gibi söylemler son çeyrek
asrın başat söylemi oldu. Bu vb. söylemler, tam da Rockefellerlerin isteği ve
örgütlediği aşağılık saldırı kampanyasının bir parçasıdır. ÇUŞ’ların
sözcülerinin, yeni-liberallerin ve “post-marksistler”in öyle bir ulus devlet
karşıtı söylemi var ki, burjuvazinin dilini okumasını bilmeyen, bu yeni burjuva literatürün dilini ve içeriğini çözemeyen bir insan bu söyleme rahatlıkla
kapılabilir ya da hayranlık duyabilir (örneğin Negriler, bizdeki
“neoliberal”ler familyasından Ahmet Altangiller familyası, Birikim dergisi
çevresi hatırlansın).
Şu
çarpıcı açıklama ve örnekleri hep birlikte izleyelim:
“IBM’den Maisonroege, ulus devlete daha açık
saldırmaktadır: ‘Dünyanın politik yapılarının tamamen zamanı geçmiştir. En
azından bir yüzyıldır değişiklik geçirmediklerinden, teknolojik ilerlemeyle
uyum içinde olmaktan çıkmışlardır… Zamanımızın kritik sorunu, ulus devletlerin
bağımsızlığıyla kaynakların evrensel ölçüde optimalleştirilmesi kavramları
arasındaki çatışmadır.’ Business Internatıcnal, 1967 yılı Araştırma Raporunda
müşteri şirketleri şöyle uyarmaktaydı: ‘…ulus devletin zamanı geçmektedir:
Yarın onun gibi, özde ulusal kalan şirket de anlamını yitirecektir.’” (Rıchard
J. Barnet-Ronald E. Müller, Evrensel Soygun-çokuluslu şirketlerin gücü, s.
24-25, E yay., kitabın basım tarihi, 1974- Türkçe basım tarihi, Ağustos 1976)
“…Nitekim dünyanın önde gelen şirket
yöneticileri, bir zamanlar Sanayi Devrimi’nin ebeliğini yapmış olan ulus
devleti evrensel gelişmenin baş engeli olarak görmektedirler. Doksan ülkede iş
yapan Frist National City Corporation’ın başkanı William I. Spencer, ‘ ulusal
devletlerin siyasal sınırları, çağdaş ticaretin amaç ve alanını belirlemek için
çok dar ve sıkışıktır’ demektedir. George Ball’a bakılırsa, dünya şirketinin
‘plan ve eylemleri, dünyanın siyasal düşüncelerinin çok ilerisindedir. Çünkü bu
‘modern gereksinmelerin karşılığı olarak tasarlanmış modern bir kavram’dır.
Ulus devlet, ne yazık ki ‘çok eski moda bir düşünce olarak bugünkü karmaşık
dünyamıza iyi uymamaktadır.’” (s. 24)
“’Ulus devlet sönüp gitmeyecek’ demektedir
ilk on büyük dünya şirketlerinden Univelever’in başkanı. Ona ‘olumlu bir rol’
bulunmak gerekecektir.” (s.28)
Nitekim
General Mills’in Yönetim Kurulu Başkanı James P. MC Farland, 1972 tarihinde Beyaz
Saray’da verdiği bir konferansta, “1990 Yılında Şirket”ten söz ederken, “gerçek bir devlet-şirket ortaklığına”
çağrı yapar ve görevin, “yarının
gereklerini karşılayabilecek bir şirket
yapısına düzenli geçiş sağlayacak ulusal ortamın yaratılması”nı olduğunu
söyler. Kuşkusuz ki, yeni tekelci kapitalist tekeller dönemi için ulusal
ortamın hazırlanması vurgusu salt ulusal düzeyle ilgili değildir ama işe oradan
başlanması gereksiniminden dolayı konuşmada bu vurgu ilk anda önde gözüküyor.
Açık ki, söz konusu ortama “ulusu”, “kamuoyunu hazırlama” çalışması
uluslararası arenayı da kapsamış ve “uluslararası kamuoyunu hazırlama”
çalışmasıyla iç içe, kaynaşmış bir şekilde yürütülmüştür.
İşte
ÇUŞ’lar, ÇUŞ’lu dönemi ve bu dönemin ekonomik gereksinimlerini dünyaya kabul
ettirmek için sistemli çalıştı. Dünya ekonomisinin yeni gereklerine bağlı
olarak, tüm ideolojik, siyasal üst yapı yeniden yapılandırıldı. Bunun için yeni
bir Haçlı Seferberliği örgütlendi.
Yeni bir ideolojik hegemonya kuruldu. ÇUŞ’ların siyasal güç ve üstünlüğü kabul ettirildi.
ÇUŞ’ların ve arkalarındaki emperyalist devletlerin organik kudretine dayanan yeni
bir kutsal ittifak kuruldu. Bu bağlaşma, bu çalışmanın öncüsü oldu.
Amaç ve hedeflere ulaşmak için, küresel çapta merkezi, esnek, güçlü, vurucu vb.
bir kampanya örgütlendi. Böyle bir kampanyanın gerekliliğini vurgulayan D.
Rockefeller kuşağı, yukarıdaki alıntılardan da görüldüğü gibi, ulus devleti top
ateşine tutmuşlardı daha o tarihlerde. Rockefellerin kemik yalayıcıları, ondan
önce de, o gün de, bugün de “ulus devletin sonu” demagojik tezlerini ve
aşağılık ilhamlarını, öncesi bir yana, bu kuşaktan, ÇUŞ’lu dönemin tekelci
patronlarından almışlardı ve almaktadırlar.
Ama
ÇUŞ yöneticileri ve patronları “ulus devlete” saldırırken, kapitalist dünya
ekonomisindeki değişme ve gelişmeleri doğrudan yaşıyor ve özgün deneyimlerini
taşıyorlardı. Dolayısıyla politik temsilcilerinden önce gelişmeleri ve
gereksinmeleri kavrıyor, bu gelişmelerin siyasal üst yapının, “ulus devlet”in
yeniden yapılandırılmasını acilen gerektirdiğini herkesten önce anlıyor ve
talep ediyorlardı. Pfizer Şirketi Başkanı Jhon H. Powers’in 1970’li yılların
başlarında yaptığı konuşmada vurguladığı, “pratik teorinin önünde gider” saptaması bu olguyu pek güzel ifade
etmektedir. Yeni dönemde daha büyük bir güç haline gelmiş ve 80’ler, 90’lardan
sonra daha kudretli krallığa, krallara dönüşecek olan bu yeni güç odağı
-ÇUŞ’lar- ve önderleri, bu gücün doruklarında oldukları için, gelişmeleri
zamanın siyaset kurumlarından, gelenekselselleşmiş, katılaşmış devlet
aygıtından daha keskin bir şekilde görebiliyorlardı.
Onlar, “ulus devleti” “çağı geçmiş” bir devlet
olarak değerlendirirken, hiçbir zaman
kendi emperyalist devletlerinden ve kendilerine
bağımlı devletlerden vazgeçtiklerini
ve vazgeçilmesi gerektiğini asla söylememiş ve savunmamışlardır.
Onlar, tekelci kapitalizmin önderleri olarak, ekonomik gelişmenin dayattığı yeni bir siyasal
üst yapıyı, yeni dönem işlevlerine
göre yenilenmiş, şekillenmiş devleti talep ediyorlardı. Onlara
göre, burjuva ulusal devlet yeniden yapılanmalı, eskimiş, zamanı geçmiş işlevlerini
bir yana atmalı, yeni dönemin gerekleri önünde engel haline dönüşmüş, eskimiş,
eski model tasfiye edilmeli, yeni döneme uygun bir şekilde devlet, yeniden
yapılandırılmalıydı. Kamuoyunu kazanarak meşruiyetlerini dayatmak isteyen
ÇUŞ’lar ve kanat önderleri, eski kuşak burjuva devlet yöneticilerini, eski
yönetim tarzını, çalışma tarzını, eski yapılanmanın kazandırdığı ayrıcalıkları
korumak isteyen asker-sivil bürokratik mekanizma ve katmanların “esnek
üretim”in ve “yönetişim”e dayanan örgütlenmenin gereklerine uymayan yapısının
tasfiyesini talep etmekteydiler. Dolayısıyla, eskimiş olan ve yeni döneme
yeterince yanıt vermeyen taşlaşmış mekanizmaya saldırırken demagojik bir tarzda
ileri sürülen aşırı söylemlere balıklama atlayarak oltadaki balık haline gelinmemelidir.
Uluslararası
bir tekel olan Unilever başkanının
vurgusu da ya da Business International’in vurguladığı şey de “ulus devletin
tasfiyesi” değil, “ulus devletin” yeni işlevlerle donanarak, yeniden
yapılanarak yeni döneme yanıt vermesidir. Maisonrouge’nin burjuva
rasyonalizmine aykırı gördüğü şeyin “ulus devlet” değil, “ulus devlet”in
“temelde on dokuzuncu yüzyıldan kalma bakış açısı” olduğu açıklamasıyla
vurguladığı şey, işte budur. Bank America’nın Başkanı A. W. Clausen’in “tüm ulusal kişiliğini üstünden atmış
olan uluslararası şirket”, önü ulus devlet engeliyle, ulusal sınırlarla
bağlanmayan bir ÇUŞ özlemi ve söylemi; eski ABD Dışişleri Müşteşarı ve Lehman
Brothers International Şirketi Başkanı George Ball’ın, ulus devlet engelinden
kurtulmuş, “kuruluş yasasını hiçbir ulusal devlete borçlu olmayan ve iş yaptığı
her ülkeye yerleşebilen ya da yerleşmeyen uluslar-üstü şirket” istemi ve
söyleminin özü, işte böyledir.
Yani
burjuva ulus devlet, ÇUŞ’un/uluslararası
tekellerin devleti olmalı.
Buna uygun yenilenmeli. ÇUŞ’un çıkarları nerdeyse, burjuva ulus devlet orada olmalı.
Yerküre, ÇUŞ’ların özgürce cirit
attıkları bir cennet olmalı ve emperyalist dünya sistemi devletler
hiyerarşisi de buna göre yeniden
yapılanmalıdır. Burjuva ulus
devletlerin siyasal ve coğrafik sınırları uluslararası
tekeller için anlamsızlaştırılmalıdır.
Burjuva ulus devlet, ÇUŞ’lu dönemin gereksinmelerine bağlı olarak, dünya
pazarının gerekleri ekseninde yeniden şekillenmelidir. Çünkü dönem, dünya
pazarını temel alan, “dünya pazarını yerel pazarı” olarak gören uluslar arası
tekeller dönemidir. Burjuva ulus devletler sistemi de eskimiş yapıdan arınarak
yeniden konumlanmalıdır. Çünkü ekonomi devletin değil, özel sektörün işi
olmalıdır. Özel sektör, serbest piyasa ekonomisi, Adam Smith’in ön gördüğü
“serbest piyasasının görünmez eli” her şeyi rayına oturtacaktır vb.
1971
yılında Business International tarafından Jamayka’da örgütlenen ve 64 şirketin
üst düzey yöneticilerinin katıldığı “Yuvarlak Masa Toplantısı”nın temel
gündemi, geleneksel yabancı düşmanı burjuva milliyetçi tepkilerin nasıl etkisiz
hale getirileceğidir. Sorun, toplantıya sunulan gizli bir rapor ekseninde
tartışılır. Ve toplantıda “ulus devlet”e karşı daha ince açılımlar yapılır. Oybirliğiyle varılan sonuç, şöyledir:
“Ulus devlet sönüp gitmemektedir. Tersine,
halkının sosyal düzeyini ve tüm çevresini düzenlemek ve iyileştirmek işlevinin
çerçevesinde gelişecek… Çok-uluslu şirketlerle ulusal devletlerin birçok çıkarı
aşağı-yukarı aynı çizgidedir. Gerginlik çıktığı zaman, sorunlar her olayda
duruma göre çözümlenmelidir.” (age., s.77)
Bu
sözlerde gizli olan ya da inceltilmiş demagojiler bir yana, ÇUŞ’lar bu kararla
veya benzer kararlarla, kendi yardakçılarının iddia ettiği gibi, “ulus devletin
sonunu” ilan etmiyorlar, aksine ulus devletin yeni döneme uygun şekillenmesini
talep ediyorlar. Burada önemli olan kapitalizmin gerçek tanrıları olan
ÇUŞ’ların saptamalarıdır, yoksa tekelci kapitalizmi, uluslararası tekelleri
kutsayıp önünde diz çöküp gerdan kıran, yaltaklanan bilmem hangi
“postmodernist”in, hangi “postmarksist”in, hangi “sol” liberal aydının ne
dediği değildir. Burada kapitalizmin tanrıları konuşuyor, tanrıların konuştuğu
yerde yaltakçı aşağılık sürüsünün bir değeri de olamaz zaten.
Burada
işin birkaç boyutu vardır: İlki, “devletin elini ekonomiden çekmesi” ile dile
getirilen şey, “ulus devlet”e ait olan kolektif kapitalist mülkiyetin (tekelci devlet kapitalisti mülkiyetin) sudan
ucuza özelleştirmelerle ÇUŞ’lara
devredilmesidir. İkincisi, “Ulus devlet”in (burjuva devletin), işçi ve
emekçilerin yararına olan (ağır bedeller ödeyerek ve uzun yıllar yürüttükleri
mücadelelerle kazandıkları ve yasa katına çıkarmayı başardıkları) sosyal yükümlülüklerini tasfiye ederek ekonomik, mali ve
politik desteğini dizginsiz bir şekilde ÇUŞ’ların azami kar elde etmesinin
arkasına koşulması isteğidir. Üçüncüsü, burjuva devletin, ÇUŞ’ların açık ortaklığıyla birlikte, dört dörtlük olarak, yeni
tip teknolojik terörist güvenlik aygıtı olarak yeniden yapılanmasıdır.
Altyapıdaki değişme ve gelişmeler eninde sonunda üstyapının
da yeniden yapılanmasını zorunlu kılar. Çünkü
altyapıdaki değişim ve gelişimlerin politik
üstyapı aracılığıyla hem önünün açılması ve hem de ileriye doğru hareketinin güvence altına alınması gerekir. Burjuva
devlet, bunu başardığı oranda sermayeye karşı işlevini yerine getirmiş ya da
gerçekleştirmiş olur. Hatırlatmak bile gereksiz: Devlet, bir sınıfın öteki
sınıf üzerindeki egemenlik aracıdır. Devlet, egemen sınıfın hiçbir yasa ve
kuralla bağlanmamış diktatörlük aracıdır.
Devlet, egemen sınıf zorunun
kurumsallaşmış örgütlenmesi demektir.
“Küreselleşme” ve “ulus devlet” incelenmesinde, tartışmasında bu temel gerçek,
daima akılda tutulmalıdır.
Tarihsel
olarak belirlenmiş ekonomik ve toplumsal ilişkiler sistemi ve ağı içerisinde,
emperyalist ve işbirlikçi devletlerin görevi, verili ekonomik sistemi ve bu
ekonomik sistemin bekası ve yeniden üretimi için, egemen sınıfların işlevsel
yönetim erki olarak, toplumsal sürece müdahale etmektir. Dolayısıyla,
emperyalist küreselleşmenin yeni dönem gereksinimi, tekelci kapitalizmin
tekelci karakterinin daha yüksek bir temelde uluslararasılaşarak yoğunlaşmış
olmasına bağlı olarak, siyasal üst yapının da yeniden yapılanması kaçınılmazdı.
Kapitalist uluslararasılaşmanın yolunun aktif bir şekilde açılması ve güvence
altına alması özellikle kendisini dayatmaktaydı. Bu durum, yeni ekonomik koşullara denk düşen tekelci devlet aygıtını, kaçınılmaz olarak,
daha yüksek bir temel ve düzeyde merkezileşmiş, esnek ve vurucu gücü daha yüksek,
burjuva terörist karakteri daha çıplak hale gelmiş bir “ulus devlet”i
koşullamış ve üretmiştir. Bu ise gelişme ise, burjuva devletin yüzündeki
“demokratik” peçeyi daha fazla aralayarak daha iğreti hale getirmiştir.
Kuşkusuz
ki üstyapı ve özelde devlet egemen sınıf için toplumsal meşruiyeti sağlamak,
egemen düşünceleri toplumun egemen düşünceleri olarak üretmek ve sürekliliğini
güvence altında tutmakla yükümlüdür. Doğal olarak üstyapının ve devlet
aygıtının bu işlevleri de her bir yeni dönemin koşullarına göre yeniden ve
yeniden şekillenmektedir ve şekillenecektir. Bugün bu işlevler,
“küreselleşme”nin gereksinmeleriyle uyumlu tarzda geliştirilip yetkinleştirilmekte,
ideolojik, kültürel, sanatsal vb. üretim, eğitim-öğretim vs. buna göre biçimlendirilmektedir.
“Neoliberal paradigma” ÇUŞ’ların saldırı programıdır. ÇUŞ’ların ve onların
saldırı programının gelişimi, yükselişi ve hegemonyayı ele geçirişi süreci,
doğal olarak, sınır tanımayan bir ideolojik saldırının eşliğinde
gerçekleşmiştir. Bu saldırı, en açık saldırgan biçimlerden en ince, en “sol”cu
biçimlere dek geniş bir yelpazede örgütlenmiş ve gerçekleşmiştir. Neoliberal
ideolojinin türevleri olan postmodernizmin, postMarksizmin “küreselleşme”
sürecinde oynadığı rol de, söz konusu yeni tip ideolojik hegemonyanın
kurulmasında, toplumsal meşruiyetin üretilerek geliştirilmesinde işlevli bir
rol olmuştur. Yani postmodernizmin ve postMarksizmin dizginleri de uluslararası
sermayenin ellerinde olagelmiştir…
Devletin
“ekonomiden çekilmesi” politikası, “ulus devletin” yeniden yapılandırılması
isteği, tekelci kapitalizmin ulaşmış
olduğu yeni tip birikim aşamasının, yeni tip uluslararası iş bölümünün, yeni
kapitalist sermaye birikim modelinin bir gereğidir. Burada artık söz
konusu olan, ekonomik örgütlenmesi başlıca olarak iç pazara dayanan, uluslar
arası yatırımların henüz ikincil bir derece yer tuttuğu ama uluslar arası
ölçekte sömürü yapan bir tekelci kapitalizm değil, dünya pazarını temel alan,
kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecini dünya pazarı ekseninde
gerçekleştiren bir tekelci kapitalist gelişme evresidir. Artık eski
“paradigma”ların geçersizleştiği koşullarda “ulus devlet”lerin köklü bir
yeniden yapılanma sürecini yaşaması kaçınılmaz bir gereklilikti. Burjuva ulus
devletlerin yaşadığı yeniden yapılanmanın maddi temelini işte bu gerçek
oluşturmaktaydı. Merkezde, “refah kapitalizmi”nin, “Keynesçi”, “sosyal refah
devleti”nin, bağımlı periferi de ise “ulusal kalkınmacı, ithal ikameci,
devletçi” modelin tasfiyesi, bu yeni durumun ifadesidir. Değişen şey, ÇUŞ’lu
kapitalizm döneminde burjuva devletin iktisadi
(ve bağlı olarak politik) yükümlülüklerinin yeniden tanımlanması ve devletin (ve politik rejimin) bu bakımdan
da yeniden yapılandırılmasıdır. Devlet, böylece, yeni dönemin, ÇUŞ’lu
tekelci kapitalist dönemin gereksinimlerini karşılamakta, sürecin kendi
doğrultusunda yoğunlaşmasına hizmet etmektedir.
Bu
yeniden tanımlama ve yapılanmada burjuva devlet, yeni dönemin gereksinmeleriyle
bağdaşmayan ve gelişmenin önünde engel hale gelmiş her türlü barikatı, kasisi
vb. tasfiye ederek, uluslararası mali sermayenin özgürce yayılması ve sermaye
ihracı önündeki engelleri temizliyor. Yeni ekonomi politikanın gerektirdiği
politikaların (“serbest piyasa”, özelleştirme, borçların düzenli ödenmesi,
esnek kur, kar transferlerinin serbest hale getirilmesi, sermayenin vergi
yükümlülüklerinin azaltılması, emekçilerin sırtına bindirilen vergilerin
azamileştirilmesi, iş gücünün ucuzlatılması, esnek çalışma düzeni, emekçilerin
mücadeleyle kazandığı ekonomik, sosyal, siyasal hakların tasfiyesi, ekonomik ve
mali yönetim aygıtlarının özerkleştirilerek IMF’ye vb. bağlanması, birleşme ve
yutmaların finanse edilmesi, AR-GE’lerin finanse edilmesi, ulusal gelirin
dağıtımının ÇUŞ’lar lehine yeniden düzenlenmesi vb.) uygulanmasını güvence altına
alıyor. Yeni tip sermaye birikiminin gereksinmelerine yanıt oluyor.
Bu
tablo içinde, daha hızlı uluslararasılaşan şey, üretim ve sermayedir. Ulusal
sınırlar, ÇUŞ’lar için ortadan kaldırılıyor. Çünkü bugün ÇUŞ’lar için “ulusal
sınır” çizgisi, artık dünya sınır(lar)ıdır. Ama aynı serbest dolaşım veya akış hareketi işgücü
piyasası için geçerli değildir. Emperyalizme bağımlı, ekonomik ve mali
bakımlardan köleleştirilmiş ülkelerden metropollere akan ve artacak olan göç
hareketlerine karşı ise emperyalist devletler kapılarını daha sıkı
kapatmaktadırlar. Göçe karşı tedbirler barikatı “çevre”de kurularak merkeze doğru
pekiştiriliyor. Emperyalizmin, NATO’nun vb. emperyalist kuruluşların yoksul
ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğunlaşacak olan göç hareketlerini 21.
asırdaki en büyük tehlikelerden biri olarak vurgulaması boşuna değildir…
ÇUŞ’ların, emperyalist devletlerin zenginliği hiç kimseyle paylaşmaya niyetleri
yok, öyle ki bu, kendi işçi sınıfı ve halkları için de geçerlidir…
ÇUŞ’lu dönemde yeniden yapılanan burjuva devlet, yeni
liberallerin, revizyonist tasfiyecilerin demagojik bir şekilde ileri sürdükleri
gibi, “ ulusal ekonomilerin sonu”, “ulusal devletlerin sonu” falan değildir.
Üstelik bilindiği gibi, bu propagandayı yapan alçaklar sürüsü de çok iyi biliyor
ki, 90’lardan bu yana ulus devletlerin
sayısı düşmek bir yana artmıştır; Yugoslavya’nın parçalanmasıyla, SSCB’nin
ve bağlı kampın dağılmasıyla oluşan ulus devletler ve devletçikler de bunun
kanıtı değil mi! Yani “ulus devlet”lerin sayısında hızlı bir artışın yaşandığı
bir tarihsel kesitte bu demagoji de alabildiğine tırmandırılmıştı.
Hatırlatılması gerekirse: 1914 tarihinde “ulus devlet” sayısı 62’dir, bu sayı
1946’da 74’e çıkmıştır; bugün ise ulus devlet sayısı 200 civarına ulaşmış
bulunuyor.
Burjuvazi,
ÇUŞ’lar, devletsiz yapamazlar. Unutulmaması gerekir ki, burjuva devlet,
burjuva egemenliğin başlıca aracı
ve temel dayanağıdır. Burjuva devletin “Keynesyen politikalar” sürecinde
üstlendiği ekonomik ve sosyal yükümlülüklerin esnek kapitalist birikim sürecinde tasfiyesi, devletin tasfiyesi değil, aksine yeni dönemde, yeni işlevlerine bağlı olarak burjuva devletin yeniden
yapılanmasıdır. Evet, siyaset ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir. Devlet,
tarihsel olarak belirlenmiş verili üretim
ilişkisini korumakla yükümlüdür. Ama burjuva devlet, ekonomik bir tabana
(altyapı) dayanmasına ve bu temel üzerinde yükselmesine ve belirlenmesine
karşın, öncelikle ekonomik bir olgu değil, politik bir olgudur. Politik olgular, başlıca olarak, politik
olgulara dayalı analiz edilmelidir. Bu bağlamda, burjuva devleti inceler
ve çözümlerken, doğal olarak, iktisadi gerçeklerle, iktisadi evrimle bağlı
incelesek de (ki, bu kaçınılmazdır), çağın temel sınıfsal ve siyasal
gerçeklerinden yola çıkarak burjuva devleti incelemekle ve tanımlamakla
yükümlüyüz.
Hatırlatmak
bile gereksizdir ki, altyapı ile üstyapı arasındaki bağ, mekanik bir bağ,
otomatik bir bağ değildir, ama bu ilişkide son tahlilde belirleyici olan
altyapıdır (ekonomi), üstyapı, son tahlilde altyapıya bağımlıdır. Ama “neoliberalizm
çağı”nda, bu bağ, bugün, daha görünür hale gelmiştir. Dolayım ortadan
kalkmamıştır ama daha görünür hale gelmiştir. Üstyapı, altyapı üzerinde aktif
etkisiyle, altyapının önünü açarak gelişimini hızlandırmaktadır. Sanırım,
yeridir, altını çizmek gerekir: “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte
belirleyici etken, son aşamada,
gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.” “Eğer, sonradan herhangi biri,
çıkıp da ekonomik etken tek
belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut,
anlamsız bir söz haline getirmiş olur. İktisadi durum temeldir, ama çeşitli
üstyapı öğeleri -sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları-, savaş bir
kez kazanıldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb.,
-hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların, savaşıma katılanların
beynindeki yansıları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve
bunların daha sonraki dogmatik sistemler halindeki gelişmeleri, hepsi de
tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yaparlar ve bir çok durumda ağır
basarak onun biçimini belirler. Bütün bu etkenlerin etkisi ve tepkisi vardır,
öyle ki ekonomik hareket, bu etkenlerin bağrında, sonunda, bir zorunluluk
olarak, sonsuz raslantılar (…) yığını arasında kendine yol açmaya başlarlar.”
(Engels)
Burada
sorun, incelediğimiz sorun bağlamında, sorunun özü, burjuva devletin
“küreselleşme” bağlamında uğradığı değişikliklerdir. Bu değişiklikler, ne
burjuva devleti burjuva devlet olmaktan çıkarmıştır ne de kapitalizmin
sınırları içerisinde devletsizliğe geçişi ifade etmektedir. Burada bütün
sorunun özü, uluslararası tekellere
dayanan emperyalist dünya sisteminin genel olarak üstyapısının, özel olarak da
burjuva devletin bu yeni tekelci evrenin gerekleri ve gereksinmeleri temelinde
yeniden yapılanmasından ibarettir. Ve burada “ulus devlet”in, yani burjuva
devletin, yeniden yapılanarak, yeni evrenin ekonomik, politik, hukuksal,
toplumsal gereksinmelerine yanıt vermesi ve süreci hızlandıracak bir işlevler
sistemiyle yeniden donanmasıdır. Zaten olan biten “yönetişimci düzenlemeler” de
bu temel olguyla bağlıdır. Böylece bu yeniden yapılanma süreci, uluslararası
tekelci kapitalizmin ve onun temsilcisi olan uluslararası tekellerin ekonomik
ve siyasal çıkarları temelinde önünün siyasal bakımdan açılarak, güvence altına
alınarak, sürecin ivmelenmesini sağlamaktadır. İktisadi gelişme siyaseti
değişim ve dönüşüme zorlamakta, siyaset, iktisadi gelişmenin çıkarları
doğrultusunda değişerek, yeniden yapılanarak iktisadi gelişmenin önünü
açmaktadır. İktisadi çıkarlar burada siyasal çıkarlar olarak dile gelmekte,
hukuksal biçimler kazanarak burjuva sınıfın iktisadi ve sınıfsal çıkarlarını
güvence altına almaktadır. Burada, egemen
maddi ilişkiler egemen siyasal ilişkiler, egemen ekonomik ilişkiler, egemen hukuki ilişkiler, günümüzde ise
“yönetişimci hukuki ilişkiler”, yönetişimci hukuk olarak yansımakta ve
şekillenmektedir. Dolayısıyla “küreselleşme” ne “ulus devlet”in sonudur ne de
sınıfsız bir dünyaya geçişi ifade etmektedir. Altyapısıyla, üstyapısıyla sürece
damgasını basan ve biçimlendiren uluslararası tekellerdir. Söz konusu teoriler,
tezler, propagandalar gerçekliğin çarpıtılmasından ibarettir.
Sorunun
esasını ve özünü belirleyen, aydınlatan sorular şu sorulardır: Burjuva devlet,
bir sınıf içeriğine sahip mi değil mi? Burjuva devlet, burjuvazinin sınıf
egemenliğinin aracı mı değil mi? ÇUŞ’lu dönemin burjuva devleti, mali
sermayenin ve ÇUŞ’ların egemenlik aracı olan bir devlet mi değil mi? Yeniden
yapılanma ve yeni birikim modelinin uygulanması sürecinde ve bugün, egemen
sınıflar, kapitalist dünya sisteminin zincirinin halkalarını oluşturan ve
hiyerarşik uluslararası devletler sistemine dayanıyor mu dayanmıyor mu?
Evet, burjuva devlet,
bir sınıf içeriğine sahiptir; burjuvazinin başlıca egemenlik aracıdır;
ÇUŞ’ların daha da yetkinleşen egemenlik aracıdır. ÇUŞ’lar, “neoliberal”
politikalarını, başlıca olarak, emperyalist dünya devletler sistemine dayanarak
uygulamaktadırlar. Demagoji ve manipülasyonla bu gerçekler yok sayılamaz.
20. yüzyıl ile serbest rekabetçi kapitalizm yerini
emperyalist tekelci kapitalizme, burjuvazinin egemenliği yerini tekelci
burjuvazinin egemenliğine bırakmıştır. Böylece burjuva devlet de emperyalist
tekelci burjuvazinin devletine dönüşmüştür. Bugün ise tekelci burjuvazinin devleti uluslararası emperyalist
tekellerin devletine dönüşmüştür. Dünün tekelci devleti, uluslararası
karaktere sahip olmakla ve uluslararası çapta sömürü ve baskı vb. yapmakla
birlikte ekonomik örgütlenmesi esas olarak ulusal pazara dayanan ve
uluslararası karaktere sahip olmakla birlikte ulusal tekelci burjuvazinin
devletiydi. Bugünün tekelci devleti ise,
dünya pazarını temel alan, ulusal pazarını dünya pazarına tabii kılarak
küresel ölçekte örgütlenmiş uluslararası
tekellerin (ÇUŞ’ların) devletidir.
20. yüzyılın burjuva devleti ÇUŞ’lar tarafından ele geçirilerek ÇUŞ’ların
devletine dönüştürülmüştür. ÇUŞ’ların doğuşu, gelişimi, öne çıkışı süreci
tekelci devletin ele geçirilişi mücadelesinin de gelişmesinin tarihidir.
Evet, “Devlet, sınıf karşıtlıklarının frenleme
gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında
doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve
bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece
ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan
sınıfın devletidir.” (Engels) Ama burjuva devletle egemen sınıf burjuvazi
arasındaki ilişki otomatik bir ilişki, Tanrı-kul ilişkisi değildir. Uzlaşmaz
sınıf karşıtlıklarından doğan, toplumdan doğarak topluma yabancılaşan ve onun
üstünde yer alan devletin, devlete hakim olan egemen sınıf karşısında
bağımsızlığı değil ama göreli bir özerkliği vardır. Belli bir toplumda yer
alan, belli bir çağda yer alan, iç ve uluslararası sayısız faktörün dinamik hareketinin
basıncıyla kuşatılmış olan devlet bir yandan egemen sınıfın özsel çıkarlarını,
verili üretim ilişkilerini korumakla, diğer yandan tek tek kapitalistlerin
burjuva sınıfın kolektif sınıfsal çıkarlarına aykırı düşecek saldırganlığını
önlemekle, öte yandan ezilen sınıfın, ezilen cinsin, halkların ve tabakaların
hareketini dizginleyip yönetmekle, ezmekle vb. yükümlüdür. Bu bakımdan ayrıca Engels’in şu değerlendirmesi önem taşımaktadır.
“Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç
haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten
politikacılar, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik
olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler. Her özel durumda, ekonomik
olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda
olduklarından, ve aynı zamanda, daha önceden yürürlükte olan bütün hukuk
sistemini hesaba katmak gerektiğinden, hukuksal biçim, her şey olmak, ekonomik
içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır. Kamu hukuku ve özel hukuk, kendi
bağımsız tarihsel gelişmeleri olan, kendi başlarına sistemli bir açıklamayla
elverişli ve bütün iç çelişkilerin tutarlı bir biçimde elenmiş olmaları
nedeniyle böyle sistemli bir açıklamadan vazgeçmeyen özerk alanlar olarak ele
alınırlar.” (Felsefe İncelemeleri, s. 59, Sol Yay.)
Kuşkusuz ki devlet bir sınıfın devletidir. Sınıflar üstü ya
da sınıflar dışı bir devletten bahsedilemez. Kuşkusuz ki burjuva devlet
burjuvazi karşısında bağımsız bir devlet değildir. Devlet, sermayenin
devletidir. Ama buna karşın devletin sermaye sınıfıyla ilişkisinde, sermaye
sınıfının devleti etkilemesi, sivil ve asker bürokrasisini ikna etmesi, devlet
iktidarının kaymak tabakasını rüşvetle, ekonomik gücüyle, siyasal
bağlantılarıyla vb. etkilemesi gerekir. Meslekten asker ve sivil bürokrasi,
burjuva politikacılar ve partilerin özellikle de her yeni ekonomik, politik,
toplumsal dönüşüm aşamalarında yeniden yapılanırken sermaye sahiplerince ikna
edilmesi gerekir. Bu olguyu, “küreselleşme” sürecinde yeniden yapılanan kapitalizm,
burjuvazi ve devlet ilişkileri bağlamında ampirik olarak da
gözlemleyebiliyoruz…
Dolayısıyla, burjuva devletin uluslararası tekellerin
devletine dönüştürülmesi süreci, ÇUŞ’ların burjuva devleti ele geçirme ve
dönüştürme mücadelesi verdikleri bir süreç de olmuştur. Tekelci kapitalist
ekonominin uluslararası tekeller tarafından ele geçirilişi, ÇUŞ’ların başat güç
haline gelişi devletin de ele geçirilişinin iktisadi temelini oluşturmuştur.
“Ulusal
devlet” mali sermayenin, uluslararası tekellerin en güvenilir limanıdır. Burjuva devlet, tekellerin,
mali oligarşinin en güçlü korunağı,
en örgütlü siyasal ve askeri temel saldırı aracı, başlıca saldırı
üssüdür. Burjuva devlete sırtını dayamayan tek bir ÇUŞ yoktur.
Burjuva devlete ve devletler hiyerarşisine
dayanmadan ayakta kalan ve sömürü
yapan ve yayılan tek
bir ÇUŞ gösterilemez. Dolayısıyla
küresel yeni bir sınıfın oluştuğu ve bu sınıfın “ulus devlet”i tasfiye etmeye
başladığı ve egemenliğini “ulus üstü” örgenliklere dayadığı vs. teori ve
tezleri ve propagandası iğrenç bir demagojiden, gerçeklerin sınır tanımaz bir
tahrifatından ibarettir.
Emperyalist kapitalizmin son dünya ekonomik krizi
de, bir kez daha, bu olguyu ve olguları çarpıcı bir tarzda ortaya koydu zaten.
Bu kriz sürecinde, her devlet kendi ÇUŞ’larını savundu, korudu, kolladı,
destekledi. Uluslararası platformlarda ve toplantılarda burjuva devletler, iç
çıkarları temelinde gruplaşmış devletler öbeği, kendi uluslararası tekellerinin
çıkarları için mücadele yürüttüler. “Küresel sistem”in ortak çıkarları için
birlikte davranmaya önem verseler de, hiçbir ülke kendi ÇUŞ’larını şu veya bu
devlet ve ÇUŞ’u için feda etmeye yanaşmadı, güç dengelerinin elverdiği oranda,
kendi burjuvazilerin çıkarları için savaşmaya devam ettiler. Yani kıran kırana
bir rekabet mücadelesi keskinleşerek sürdü. Bu hegemonya ve rekabet
mücadelesinde her bir ulus devlet kendi ulusal burjuvazisi ile birlikte
hareket etti. Her ÇUŞ, kriz koşullarında, kendi ulusal devletinin güvenilir
limanına sığındı vb.
Kapitalizmin evriminin değişik aşamalarında
burjuva devletin ekonomik, mali ve siyasal işlevlerinin yeniden tanımlanması ve
yapılanması son derece doğal ve kaçınılmaz bir olgudur. Bilakis, kapitalizmin
tarihi bunun kanıtıdır. Bugün de yaşanan şey budur. Ve dünyamızda uygulanan
yeni politikalar, bilakis ÇUŞ’lar karşısında hizaya getirilen, dizayn edilen
“ulus devlet”lere dayanılarak uygulanmaktadır. “Ulus üstü örgenlikler” de bu
sistemin bir parçasıdır.
Burjuva
ulusal devlet, kapitalizmin doğuşu ve yükselişi aşamasında, dağınık yerel pazarları
tek bir ulusal pazarda birleştirmekle, ulusal pazarı sıkı sıkıya burjuvazinin
çıkarları doğrultusunda örgütlemekle, sermaye birikiminin önünü açmakla, bu
yükümlülüklerini enerjik bir şekilde üstlenmekle yükümlüydü. Kapitalizmin
doğuşu ve yükselişi dönemi, kapitalist ulusal pazarın doğuşu ve yükselişi, bir
dünya pazarının oluşması, ulusal pazarın dünya pazarına bağımlı hale gelişi,
kapitalist dünya pazarının yükselerek pekiştiği, artan oranda daha fazla
uluslararasılaştığı bir tarih kesitidir.
Kapitalizmin
serbest rekabetçi aşamasında öne çıkan olgu, ulusal pazarların ve ulusal
devletin doğuşu ve yükselişi, burjuva devletin ulusal pazar üzerindeki
tartışılmaz hegemonyasının kuruluşu ve tahkim edilişi ve giderek artan oranda
kapitalist pazarın ve sömürünün, uluslararası kapitalist iş bölümünün korunması
olgusudur.
Emperyalizm
aşamasında öne çıkan genel eğilim ise, burjuva ulusal devletin aynı zamanda
dünya pazarını koruma, kendi burjuvazisinin dünya egemenliği ve rekabet
mücadelesinde üstünlüğü ele geçirmesi veya var olan üstünlüğünün korunması ve
kapitalist uluslararasılaşmayı, dünya ekonomisinin bütünleşmesini hızlandırma
ve kendi tekellerinin lehine düzenleme ve devrimleri, proleter devrimi ezme
mücadelesidir.
Emperyalizm
öncesi öne çıkan eğilim, ulusal
devletlerin kuruluşu ve yaygınlaşması, serbest rekabetçi kapitalizm sonrası dönemde ise öne çıkan olgu ise,
tekelci kapitalist uluslararasılaşmanın yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bu
yoğunlaşmanın artan hızlanmasına bağlı olarak dünya pazarının ve bu pazarda
kendi tekellerinin çıkarlarının enerjik bir tarzda savunulmasıdır.
Burjuva
devletin iktisadi ve güncel politik işlevleri de her bir aşamada buna göre
şekillenmiştir. Bugün emperyalist/kapitalist “küreselleşme”nin artan orandaki
yoğunlaşması, merkezileşmesi kapitalist “ulusal ekonomilerin sonu”, burjuva
“ulus devletin sonu” değil, aksine burjuva ulusal devletin yeni dönemde, yeni
işlevlerinin tanımlanması ve yeniden yapılanmasıdır. Esas olarak emperyalizme
bağımlı işbirlikçi devletlerin, eski modelde somutlaşan ekonomik işlevlerinin
tasfiyesiyle, buna bağlı olarak, eski “ekonomik inisiyatif”lerini kaybettiği
doğrudur. Keza emperyalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzeyde, bu ülkelerin
devletlerinin kendi “ulusal” ekonomileri üzerindeki egemenliğinin göreli olarak
zayıfladığı da bir gerçektir. Çünkü uluslararası “piyasalar”, orta özellikle de
uzun vadede gelişmeleri belirlemektedir vb. Ancak bu, ne ulusal ekonomilerin,
ne ulus devletlerin tasfiyesidir ne de “ulusal devlet”in ekonomik işlevlerini
tümden yitirmesidir. Olan şey, “ulus devletin” ekonomik (ve politik)
işlevlerinin yeni döneme göre uyarlanmasıdır. Bu bağlamda, emperyalizme bağımlı
burjuva devlet, ÇUŞ’lu tekelci kapitalizmin yeni dönem ekonomik işlevlerinde,
bu işlevlerin pratikleşmesinde aktif bir aygıttır. Emperyalist devletler,
uluslararası tekeller, IMF, DB, DTÖ, OECD, Davos türü zirveler, AB, G-8, G-20
vb. gibi “küresel” emperyalist kurumlar, işbirlikçi tekeller “neoliberal”
politikaları bilakis “ulus devlet”e ve “ulus devlet”lere dayanarak pratikleştirmektedirler.
Böylece burjuva ulus devletler yeni dönem politikalarının yaşam bulmasının temel güvencesini oluşturmaktadırlar.
Üretim ve dolaşım sürecinin dünya pazarı temelinde yükseldiği koşullarda,
ulusal ekonomilerin dünya pazarı için üretim yaptığı koşullarda, her bir
devlet, kendi “ulusal” sermayesinin peşinde ve önünde o pazarda olmak
zorundadır. Bu durum “ulus devletler”in uluslararası pazarda aktif olmasını
getirmektedir. Çünkü dünya ekonomisindeki küreselleşme ve entegrasyon süreci ve
olgusu burjuva devletin uluslararası pazarlarda aktif olmasını koşulluyor,
kaçınılmaz kılıyor, şekillendiriyor.
Tamda
burada, burjuva ulus devletlerin ekonomik yeniden yapılandırma sürecindeki rolü
pasifizm, seyircilik, iktidarsızlık, çaresizlik, inisiyatifsizlik vs. değil,
aksine, enerjik bir müdahale, yolu düzleme, yeniden yapılandırmada sistematik
müdahale, ekonomi politikaların ve ekonomik politikaların uygulanmasında
merkezde duran işlevli bir duruştur. Zaten “ulus devlet” gibi, burjuva zor
aygıtı olmadan, bu örgütlü zora dayanmadan sermaye, ne “merkez”de ne de
“çevre”de emperyalist yeni tip liberal politikaları, esnek birikim stratejisini
yaşama geçiremezdi de… Kapitalist emperyalizmin son uluslararasılaşma dalgası
ile bir yandan uluslararasılaşmanın,
öte yandan da bölgeselleşmenin ve ulusal ekonomik birimlerin önemi
artmıştır. Bu son dalgayla burjuva ulus devletlerin rolü azalmak bir yana,
burjuva devletlerin zayıflaması bir yana, yeni tip ekonomik işlevleri de daha
keskin, daha enerjik hale gelmiştir. Geçmişe göre daha esnek, daha hareketli,
daha akışkan, daha çıplak saldırgan ve rekabetçi hale gelmiş olan sermayenin
iktisadi çıkarları ve gereksinmeleri söz konusu rol artışının maddi ve politik
temellerini ya da arka planını oluşturmaktadır. “Küreselleşme”yle kapitalist
emperyalizm çok daha saldırgan hale gelmiş bulunuyor. Böylece burjuva devlet de
çok daha saldırgan, zorba bir devlet haline gelmiş bulunuyor. Kapitalist üretim
tarzı ve burjuva devlet, uluslararası tekellerin emperyalizmi aşamasıyla birlikte, doğayı ve insanı daha yüksek ve geniş temel
üzerinde derinlemesine tahrip etmektedir. Her şey, metalaşmakta,
ticarileşmekte, piyasalaşmaktadır. Burjuva devlet ve uluslararası burjuva
devletler sistemi yukarıdan bu sürecin yol açıcısı, aktif bir aracı,
koruyucusu, teşvik edicisi konumundadır. “Küreselleşme”, Tanrının kendi
suretinde insanı yaratması gibi, dünyayı kendi suretinde yeniden
biçimlendiriyor. “Ulus devlet”ler sistemi de emperyalist küreselleşmenin
suretinde yeniden yapılanarak tarihsel rolünü oynuyor. Tarihinde hiçbir zaman kapitalist üretim
ilişkileri toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişimi önünde bu denli keskin,
derin, kapsamlı, küresel engel haline gelmemişti. İşte bu çelişki ve çatışma,
artan oranda burjuva devleti gericileştiriyor, siyasal gericilik eğilimini
yoğunlaştırıyor, sermaye egemenliğinin dünyamıza “modern ortaçağ”ı dayatmasına
yol açıyor. Burjuvazinin kendi ilerici ve devrimci rol oynadığı döneme
fütursuzca saldırısı, ortaçağı küstahça yardıma çağırması, postmodernizmin
emperyalizmin siyasal gericilik eğilimini bir de bu temelde formüle ederek
küstahça savunması da söz konusu tarihsel ve politik gerçeklerle bağlıdır.
Vurgulamak
isteriz ki, yeni (yani uluslararası tekeller tarafından yönetilen) emperyalist
dönemin gereksinimleri, burjuva ulus devletin ve devletler sisteminin daha
da merkezileşmesini gerektirmektedir. Ulusalcılarla liberallerin,
farklı gerekçelerle de olsa, son tahlilde üzerinde birleşerek ileri sürdükleri
gibi günümüzün devleti, zayıflayan bir devlet değildir. Günümüzün burjuva
devleti, daha fazla merkezileşmiş devlettir. Merkezileştirilerek tahkim
edilmiş, daha esnek ve vurucu bir güç olarak yetkinleştirilmiş burjuva
devlettir. “Neoliberal devlet” yapılanmasında daha fazla öne çıkan olgu
ne “demokrasi”dir ne de
“devletin zayıflatılması”dır. Aksine demokratik biçimsel uygulamaların da geniş
ölçekte tasfiye edildiği bir devlettir. Yasama ve yargı erklerinin zayıflatılarak
geri plana itildiği ve her bakımdan burjuva yürütme erkinin öne
çıkarılarak tahkim edildiği daha saldırgan bir devlet yapılanmasıdır. Ki burada
yürütme erki, yürütmenin güçlendirilmesi salt hükümetlerle ilişkili de
değildir, söz konusu yürütme erki, “yönetişim”ci modellemede, devletin ve
hükümetlerin de yetkilerini “sivil toplum, özel sektör, devlet” bileşimine
dayalı paylaşımı karakteristiğine sahiptir. Söz konusu yürütme erki ve erk
paylaşımı, ekonomiden politikaya, kültüre dek uzanan ve şekillenen bir
karaktere sahiptir. Nasıl ki “serbest piyasa ekonomisi” üretimin ve sermayenin
yoğunlaşmasını, merkezileşmesini, uluslararasılaşmasını ve “küreselleşme”nin
yerelleşerek de güçlenmesini engellemiyorsa, aksine, ulusal ve uluslararası
ölçekte tekelleşmeyi hızlandırıp güçlendiriyorsa, “serbest özgürlükler” de
burjuva devleti ve yürütme erkini zayıflatmak bir yana geliştirip
güçlendirmekte, daha fazla merkezileştirip tekelci karakterini
yetkinleştirmektedir.
“Serbest
özgürlükler”le geliştirilen ya da “serbest özgürlükler”in bir sac ayağı olan
“ademi merkezileşme”, “yerinde yönetim”, “yerelleşme” de söz konusu
merkezileşmeyi zayıflatmak bir yana, esnekleştirerek,
bütünleşerek güçlendirmektedir. Üretimin ve sermayenin artan oranda
yoğunlaşarak, merkezileşerek uluslararasılaşması (küreselleşmesi), doğası
gereği ve “küresel dünya sisteminin” gereksinimi gereği, dünya burjuvazisinin
egemenlik aracı olan burjuva devletlerin ve devletler sisteminin de küresel
ölçekte merkezileşmesini, yoğunlaşmasını, uluslararasılaşmasını getirmektedir.
Artık dünya pazarını temel alan, dünya pazarına kendi yerel pazarı olarak bakan
ÇUŞ’lar gerçeğinde, burjuva devlet ve uluslararası devletler sistemi ve
uluslararası hukuk, merkezileşmenin tasfiyesi temelinde merkezsizleşerek
ilerleyemez ve ilerlemiyor da; bu, aşağılık bir burjuva demagojisidir. Aksine,
özellikle merkezileşerek, daha fazla
küreselleşerek, bu eksende yerelleşmeyle bütünleşerek ilerlemektedir.
Dolayısıyla, esneklik, esnek merkezileşme, uluslararasılaşmasını ve
merkezileşmesini yoğunlaştırarak, küresel yürütme erkleri dahil, kendini, tüm
devletler sistemine artan oranda dayatmaktadır.
Burada geçerli olan devletin, hükümetin,
yürütme erkinin zayıflatılması değil, güçlendirilerek geliştirilmesidir. Eski
yapısı, yetki ve işlevleri tasfiye edilen ve yeni dönemin gerekleri temelinde
inşa edilen “neoliberal” burjuva devlet,
“küresel köy”ün devleti değil, “küresel kentin” devletidir. Ve günümüzde
dünyamız “küçülmüş” bir küresel kente dönüşmüştür. Kapitalist ekonomi,
teknoloji, maliye, ticaret, politika, hukuk, kültür, ideoloji, toplumsal yaşam,
toplumsal ilişkiler sistemi, proletarya ve burjuvazi, tüm bunlar, artan oranda
küreselleşmiştir. Bugün dünyamız, tarihin hiçbir kesitiyle kıyaslanamayacak
kadar daha fazla burjuva ve daha fazla proleter hale gelmiş bulunmaktadır.
Doğal olarak daha fazla küreselleşmiş dünyamızda, kapitalizmin tüm çelişki ve
çatışmaları, emek sermaye çelişkisi, krizleri, eşitsiz gelişimi,
istikrarsızlıkları, hegemonya ve rekabet mücadelesi, çok kutupluluğu da
küreselleşerek çarpıcı ifadeler kazanmıştır. “Küreselleşme”yle çelişkilerinden
kurtulmuş, kriz ve savaşlardan arınmış, istikrarsızlıklarını geride bırakmış,
demokratikleşmiş, “insan evladı” haline gelmiş, merkezsizleşmiş bir demokratik
kapitalizm propagandası ise “dünyanın lanetlileri”ni, “ayakken baş olmaya”
cüret eden, etmeye kalkanları ve kalkacakları aldatmak içindir. Ki bu
propaganda da artık tutmuyor… Oysa neydi o 80’li ve 90’lı yıllar öyle…
Devam
etmeden, yeridir, vurgulayarak dikkat çekelim;
devlet olgusuna, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenlik ve
diktatörlük aracı olarak; egemen sınıfın zorunun örgütlenmesi olarak bakmayan,
devletin sınıfsal içeriğini yadsıyan gerici, ütopik vb. akımlar ve
propagandalar, örneğin “sosyal devlet ilkesi”nin tasfiyesini, kolektif
kapitalist kurumlar olan ekonomik işletmelerin özelleştirilerek tekellere,
holdinglere devrini, küreselleşmenin yerelleşmesini, küreselleşme merkezli,
küresel denetime dayanan yerelleşmeyi, “ulus devletin tasfiyesi”, “devletin
zayıflatılması” olarak sunmakta ya da bu doğrultuda manipülasyon
yapmaktadırlar. Böyle olunca da hem esnekleşen, hem de merkezileşen, siyasal
gericilik eğilimi derinleşen ve kapsamlılaşan, burjuva karakteri ve
saldırganlığı daha da açığa çıkan “neoliberal küreselleşmeci devlet”i,
zayıflayan devlet olarak lanse etmektedirler. Bir de bu yoldan proletarya ve
halkların kafasını karıştırmaya çalışmaktadırlar. Sözde “modernizm” eleştirisi,
dahası, düşmanlığı yapan “postmodernizm”in, “otoriter modernist devlet”e
sadırırken gözetimin de “modern toplum”la sistematize haline gelerek toplumu
pençesine aldığını ısrarla vurgularken, gerçekte, aynı üretim tarzı üzerinde ve
tarihsel olarak “modernist” deneyim üzerinde yükselen ya da bu tarihi birikimi
de basamak olarak kullanan “postmodern toplum”un söz konusu otoriterleşmeyi,
gözetimi, “modern toplum”la kıyaslanamayacak derinliğe, genişliğe, yetkinliğe,
hem de açıkça ve saldırganca getirdiğini ise gözden gizlemeye çalışmaktadırlar.
Post’lu akımlar, “modernizm”e, “ulus
devlet”e çatarak, birde bu yönden “antiotoriter” operasyonal propaganda ile
uluslararası tekellerin devleti ve devletler sistemini aklayarak meşrulaştırmaya
çalışıyorlar. “Küreselleşme”nin “yerelleşmesi”ni, yerelleşmenin
küreselleşmesini, keza, gözetimin küreselleşmesini, küresel gözetimin
yerelleşmesini, bu temelde ve kapsamda yönetişimci “devlet, özel sektör, sivil
toplum, STK’lar” organizmasına dayanan “küresel yönetişim”i ve “yönetişimci
yerelleşme”yi de devletin zayıflaması olarak pazarlayarak meşrulaştırıyorlar,
bu yoldan da “neoliberal” devlet savunuculuğunu yapıyorlar. Örneğin, içinden
çıkışın, kaçışın olmadığı, “her yerde” ve “hiç yerde” olan ama özgürleştirici
“biyoiktidar”, “İmparatorluk” “analiz”leri de aynı sahteciliği dayatan teoriler
ve propagandalardan ibarettir.
Devam
edecek olursak.
Bu
model, “neoliberal yönetişim”ci modeldir; “serbest piyasa+serbest
özgürlükler+yönetişim=Uluslararası tekellerin iktidarıdır. “Yönetişim”
“neoliberal paradigma”ya dayanır, “neoliberal paradigma”yı ve politikaları
yaşama geçirmenin aracıdır. “Neoliberal paradigma” uluslararası tekellerin
programıdır. “Neoliberal yönetme paradigması” demek olan “yönetişimci
paradigma” da uluslararası tekellerin programını, ÇUŞ’ların çıkarları ve
iktidarı temelinde düzenleme ve yönetmek program ve stratejisidir. Bu
“paradigma”yı allayıp pullayıp pazarlamak için kullanılan kavramlar da çok
şatafatlıdır: Etkinlik, verimlilik, şeffaflık, hesap verilebilirlik, insan
hakları, serbest özgürlükler, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü vs. vs. Bu vb.
kavramlar proletarya ve halkları yanıltmak içindir. Mesela “etkinlik” kavramı,
bu kavram devletin piyasa ilkelerine göre çalışmasından ibarettir. Mesela
“verimlilik” kavramı, devletin-bürokrasinin-kamu yönetiminin firma gibi
çalışması, “sosyal devlet”e göre değil, kar-zarar üzerinde bütün maliyetleri
ölçerek kar amaçlı davranması demektir. Kamusal mal ve hizmet üretimini özel
sektöre sudan ucuza devrederek metalaştırılması, piyasallaştırılması demektir.
(Tabii ki, bu arada, piyasanın ve yönetişimin bir gereği olarak, “etkinlik” ve
“verimlilik” ilkelerine aykırı olduğu için, bir takım “toplumsal hak ve
yükümlülük”leri ya da kamusal olan ve olması gereken bir takım kamusal yükümlülükleri
de, çok ama çok “hayırsever” vakıflara, cemaatlara, “STK”lara, “gönüllü
kuruluşlara” devredeceksin.) Mesela “şeffaflık”-“açıklık” ilkeleri, devletin,
hükümetlerin emperyalist ve yerli sermayeye karşı şeffaf olmasıdır, hesap
verebilmesidir. Ama işçi ve emekçiler söz konusu olunca aynı ilkelerin anlamı
değişir, artık bu noktadan sonra “şeffaflık”, “ticari sır”dır, “devlet
sırı”dır, demokrasiden, siyasetten dışlanmadır vb. Mesela “insan hakları”,
“bireysel özgürlükler” demek ticaret özgürlüğüdür, sermayenin özgürce soyma
özgürlüğüdür, sermaye ihracının önünde engel olan her türlü ekonomik, siyasi,
toplumsal ayak bağının tasfiyesidir. Mesela “hukuk devleti”, “neoliberal
devlet”tir, “hukukun üstünlüğü” “neoliberal hukuk”un üstünlüğüdür;
anayasaların, yasaların, bir bütün “hukuk sistemi”nin başta emperyalist
uluslararası tekeller olmak üzere sermayenin, sermayenin özgürce ve kesin
güvenceler altında hareket etmesini sağlamayı ifade etmektedir. Mesela
“elinoğlu”, o da sırf iyiliğimizi düşünerek,
gelip, cansiperane bir fedakarlıkla güzide memleketimize “yatırım”
yapacak ama sen sırası gelince, vatan-millet-ümmet adına çıkıp aleyhinde
kararlar vereceksin ya da verebileceksin. Olmaz işte! Bu vb. davranışlar,
memleketin kalkınmasını ve demokratikleşmesini önler, hatta dahası bu vatan
hainliğidir. Haddini bileceksin. “Küresel hukuk”, “uluslararası hukuksal
standartlar” ne diyorsa yalnızca onu bileceksin. İşte o zaman sorun kalmaz.
İşte “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” budur. Demek ki, serbest
piyasa+serbest özgürlükler+serbest hukuk=insan haklarıdır. “Yönetişim” de
böylece sözde insan merkezli, insan haklarını ve hukuku yücelten bir yönetişim
olmaktadır; yerseniz tabii…
Yeni
tip burjuva devlette öne çıkanın merkezileşme ve yürütme erkinin
güçlendirilmesi olduğunu, “küreselleşme”ci, “yönetişim”ci düzenleyici,
denetleyici, yön verici kurumların ve onların “anayasa”larının “ulusal”laşarak
“yerelleşme”si, “küresel sözleşme”lerin, “küresel anlaşmalar”ın yerli hukuka
dönüşmesi ya da dönüşme süreci, “ulus devlet”in, “ulusal hukuk”un bu temelde
değişim geçirmesinden de görebilmekteyiz. Ayrıca, kararnamelerle yönetmek,
ulusal hukukun devre dışı bırakıldığı “serbest bölgeler”in yaygınca
örgütlenmesi, yine bu açıdan ilk akla gelen iki örnektir. Parlamentonun yetkisi
dahilinde olan yasa yapmak, karar almak ve denetlemek işlevlerinin bir kısmının
ve giderek genişleyen bir kısmının “bağımsız”, “özerk”, “yarı-özerk”
yönetişimci bir dizi kuruma, koordinasyona devredilmesi, vb. yönetim biçimleri,
“ulusal parlamento”yu, “milletin”, “ulus devlet”in tek meşru kaynağı olarak
lanse eden “klasik ulus devlet”in, “klasik parlamenter demokrasi”nin de
tasfiyesini ifade etmektedir. Böylece demokrasinin mabedi ilan edilen
parlamento, burjuva diktatörlüğün yüzündeki bu demokrasi peçesi de adeta bir
tarafa atılmaktadır. Burjuva mecliste, burjuva partiler arası rekabet ve
pazarlık aracı haline gelen ya da getirilen yasa yapma, karar alma süreçlerinin
devreden çıkarılması, burjuva parlamentonun ve partilerin toplumsal muhalefetin
baskısı altına girerek yalpalamasını vb. etkisizleştirmek, bu vb. etki ve
baskılardan azade, yürütme erkinin önünü açan, elini-kolunu serbest bırakan,
“piyasa”nın, “ekonomik rasyonalite”nin, azami karın mantığına uygun, hızlı,
etkin, verimli kararlar alan bir yeniden yapılanmadan da yürütme aygıtının,
devletin ve yürütme erkinin güçlendirildiğini açıklıkla görüyoruz.
Unutulmamalı: Günümüzün “ulus devlet”ti “neoliberal devlet”tir.
Bu
yeni devlet yapılanmasında, yasama ve yargının görevi de yürütme erkini
onaylamak, yürütmenin bir kaldıracı, köprüsü olmaktır. Burada söz konusu olan
burjuva devletin, devletin merkezi yapısının ve güçlü yürütme erkinin tasfiyesi
temelinde “merkezisizleşme”si, “hiç yerde” olması, “demokratikleşmesi”, değil,
aksine “küresel sistem” ile uyumlu daha fazla merkezileşmesi, esnekleşmesi,
yetkinleşmesi, iç ve uluslararası sermayenin devleti olarak “küreselleşme”nin
gerekleri doğrultusunda işlevselleşmesi, proletarya ve halklara, devrim ve
sosyalizm mücadelesine karşı daha açık saldırgan bir devlet/diktatörlük olarak
inşasıdır. Ki tüm bunlar, dizginsiz bir ikiyüzlülükle “demokrasi, özgürlük,
insan hakları, hukuk devleti, özgürleştirme” söylemine bürünmüş olarak
karşımıza çıkmaktadır. Ki bu yeni tip devlet yapılanmasında, “küreselleşme”nin
devletinde emperyalist siyasal gericilik eğilimi daha da yoğunlaşmış olduğu
gibi, neofaşist eğilimlerle iç içe geçmiş bir yapılanma karakteristiği
taşımaktadır. “Neoliberal devlet” uluslararası tekellerin devletidir ve bu
devlet yapılanmasında, yapısal değişiminde, yeni tip işlevlerle
biçimlendirilmesinde klasik burjuva demokrasisinin geniş ölçekli tasfiyesi,
yoğunlaşan ve yalınlaşan siyasal gericilik ve neofaşizan eğilimlerle iç içe
geçiş tipik bir olgudur.
“Modernizmin” devleti “ulus devlet”tir,
“modern devlet”tir, “postmodernizm”in devleti ise “postmodern devlet”tir,
“yönetişimci devlet”tir. “Neoliberal devlet”, “neoliberal küreselleşme”nin
devlet cephesindeki yanıtı ve cisimleşmesidir. Tüm bu dönüşüm süreci keskin bir
sınıf mücadelesi temelinde gelişmiş, özellikle “89-91” dönemeci ile, dünya devrim
dalgasının ve sosyalizmin prestijinin dibe vurmasıyla, kapitalist/revizyonist
sistem ve kampın ve pazarın tasfiyesi ile, kapitalist dünya pazarının yeniden
bütünleşmesiyle olağanüstü elverişli koşullarda olağanüstü hız kazanmıştır. Bu
süreç, kapitalizmin sosyalizme, uluslararası burjuvazinin enternasyonal
proletaryaya, devrime ve halklara karşı merkezi ve kapsamlı sistematik
saldırılarının eşliğinde gelişmiş, geliştirilmiştir. Burada uluslararası
politik güçler dengesinin son derece yaşamsal önemini görmekteyiz. Kapitalist
üretim ilişkilerinin yeni bir temelde, daha yüksek bir maddi-teknik temel
üzerinde uluslararasılaşarak dünyayı belirleyip biçimlendirdiği bir tarihsel
kesitte, burjuva devletin ve burjuva devletler sisteminin de yeniden
yapılanması, uluslararası bir dizi “yönetişim”ci mekanizmanın, küresel
“yönetişim”ci bir ağın doğması, eski yapıların yeni dönemin gereklerine uygun
hızla düzenlenerek işlevselleşmesi kaçınılmaz bir gereklilikti. Nitekim bu da
gerçekleştirildi.
Ve
kuşkusuz ki, sınıfsız, homojen, iç çelişkisiz, devletsiz, alternatifsiz
küreselleşme ve “ulus devletin sonu”
sahte propagandasının aksine, “küreselleşme” sürecinin örgütlenmesinde en
önemli araç burjuva devlet ve uluslararası hiyerarşik devletler sistemi
olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Ki gezegenimizi bir ahtapot gibi sarmış
ÇUŞ’lar bu sürecin de önderleridir. Artık kapitalist genişletilmiş yeniden
üretim süreci dünya çapında, dünya pazarını temel alarak gerçekleşmektedir.
Artık ulusal pazarı temel alan, ulusal pazar için üreten, üretim ve dolaşım
sürecini, yeniden genişletilmiş üretim sürecini “küreselleşme”den yalıtık
gerçekleştirebilen, ulusal pazarım her şeydir diyen kapitalizm, genel olarak
diyelim, kalmamıştır; ulusal pazarın çıkarlarını dünya pazarının çıkarlarının
üzerinde tutan, “küresel entegrasyon”a karşı direnen “ulus devlet”ler ise,
askeri zor dahil, bin bir biçimde yola getirilmekte, yola getirilmeye
çalışılmaktadır. Bu politika, örneğin Afganistan, Irak, Libya, Suriye
örneklerinde doğrudan askeri, yarı askeri müdahaleler dahil sayısız yöntemlerle
yaşama geçirilmekte, ya İran, Kuzey Kore gibi örneklerde kuşatma, her yönlü
baskı kurma, “iç karışıklık” ve “bölme” dahil bir dizi saldırı biçimi
kullanılmakta, askeri müdahaleye elverişli ortamlar yaratılmaya çalışılmakta ya
da Venezüella örneğinde olduğu gibi, açıkça askeri darbeler örgütlenmeye
çalışılmaktadır vb.
Dünya
devrim dalgasının henüz bir atılıma dönüşememiş olması, dünya karşı devrim
cephesindeki parçalanmanın keskinleşmesine karşın (ki bu eğilim de çok
kutupluluğun gelişimine bağlı gelişmektedir), henüz çok keskin düzeylere
gelmemiş olması, bu bakımdan da söz konusu müdahalelere nesnel olarak elverişli
ortam sunmakta, yardımcı olmaktadır. Bu tablo içerisinde hareket eden ÇUŞ’lar
ve ABD, söz konusu elverişli ortamı da arkalayarak, yeni dönemin önünde fiili
ve resmi engeller haline gelmiş olan eski ideolojik, siyasal, iktisadi,
toplumsal ilişkileri, ilişki biçimlerini daha fütursuzca tasfiye etmeye
yöneldiler ve bunda da başarılı oldular. Yani, kapitalizmin dikey ve yatay
gelişmesi, ulaştığı gelişme aşamasında yeniden bir yapılanmayı zaten
dayatmıştı. Nitekim bu nesnel gelişme iradi müdahale alanına yansıdı ve
kapitalist öznenin müdahalesiyle de yol düzlendi.
Ama
kuvvetle vurgulamak gerekir ki, ne yerel ulusal burjuvazilerin son bulmasıyla
küresel bir yeni sınıf oluşmuştur ne burjuva devletler kendi sermaye sınıfını
savunmaktan, koruyup kollamaktan vazgeçmiştir ne de kapitalizm koşullarında
ulusal devletlerin son bulmasıyla tek devlet ortaya çıkacaktır. Artık “ulus
devlet”ler, kendi burjuva egemenlik
ilişkilerini ve burjuvazisini dünya
pazarını temel alan sermaye birikiminin gereksinmelerini karşılayarak, dünyaya
açılarak, dünya pazarı için üreterek koruyabilir, geliştirebilirler. Eski
birikim, eski uluslararası iş bölümü “paradigma”sına bağlı kalarak bunu
başarması zaten mümkün değil; burada varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya
“ulusal burjuvazi”ler. Sermaye birikimini büyütmek, etkinlik alanını
geliştirmek, ulusal pazardan uluslararası pazara yayılmak, uluslararasılaşmak
sermaye toplumunun ve burjuvazinin genetik kodlarında yatar. Bunu unutmak,
görmezden gelmek ya da bilince çıkaramamak, gerçekte, kapitalizmi, emperyalizmi
tanımamak demektir. Nitekim artık klasik burjuva milliyetçiliğinin mahkum
edilmesi, milliyetçiliğin ya da ulusalcılığın yeni bir yorumunun geliştirilmesi
de söz konusu gerçeklerle bağlıdır. Bu yeni dönemde, ulusalcılık/milliyetçilik,
her ülkenin kendi burjuvazisinin dünya pazarı temelinde hegemonya ve rekabet mücadelesinde
başarılı olması ve uluslararası pazarda yer tutma ölçütleri temelinde
tanımlanmaktadır. Gitgide daha fazla kozmopolitleşen kendi burjuvazisinin dünya
pazarında yer kapması için mücadele etmeyenler milliyetçi/ulusalcı olarak
görülmemektedir vs. Buna göre, milliyetçiysen, gözünü dünya pazarına
dikeceksin, kendi burjuvazinin ve devletinin küresel pazarda etkin olması için
savaşacaksın…
Uluslararası
tekellerin emperyalist kapitalizminin uluslararası düzeyde standartlaştırılmış
yönetişimci ekonomi, devlet, hukuk, yasama, yargı, yürütme, devlet, toplum,
birey ilişkisi politikası, emperyalist dünya sistemi temeline dayanan
hiyerarşik devletler sistemini de belirleyip yönetmektedir. Başta ABD olmak
üzere emperyalist devletler, uluslararası tekeller, uluslararası bankalar,
uluslararası özel kredilendirme kurumları, IMF, DB, OECD, WTO, G-8, AB, BM,
NATO vb. gibi kurumlar süreci yönetmektedir. Örneğin, “BM Küresel İlkeler
Sözleşmesi” türü “gönüllü sözleşmeler”
de araçlardan birisidir. (Ki “26 Haziran 2000 tarihinde Küresel İlkeler
Sözleşmesi Proje’si New York’da bulunan BM Genel Merkezinde” onaylanmıştır. “İş
dünyasının liderlerini”, şirketleri, işçi sendikalarını, STK’ları, BM’yi bir
araya getiren bir sözleşme ve organizasyondur. Türkiye’den de TÜSİAD bu sözleşmeyi,
“16. Kalite Kongresi kapsamında 12 Kasım 2007 tarihinde İstanbul’da
gerçekleştirilen ‘Küresel İlkeler Sözleşmesi Liderler Gala Yemeği’nde Küresel
İlkeler Sözleşmesi’ni imzalamıştır.” (Bkz., www.tusiad.org.tr/tusiad/etik/bm-kuresel-ilkeler-sozlesmesi/) Böylece
“merkez”, bağımlı “çevre”yi de biçimlendirmektedir. Bir “inter emperyalizm”den,
bir “ultra emperyalizm”den, bir “imparatorluk”tan, dolayısıyla tek bir “küresel
devlet”ten, “küresel hükümet”ten bahsedemeyiz ki bu, kapitalizm koşullarında
gerçekleşemez bir şeydir. Ancak, dünya
devletler sistemine dayanarak bir “küresel devlet”, “küresel hükümet” gibi
çalışan, “küresel yönetişim”ci devletler sisteminden, kurumlar ve kurumlaşmalar
ağından, bu devasa ağın işlevsel çarkından bahsedebiliriz.
Yeni
tip devlet örgütlenmesinde, “devlet, özel sektör, sivil toplum” örgütlerini
kapsayan, yasama, yargı, yürütme erkleriyle donanmış, kendi bütçeleri olan
özerk ve “bağımsız” kurumlaşmalar ağı mevcuttur. Bu yönetişimci ağ, merkezi ve yerel devlet ağıyla
bütünleşmiştir. Bu organizasyon, bir yandan merkezileşmeyi, merkezi yürütme
erkini yetkinleştirmiş, diğer yandan “yerelleşmiş”, “merkezsizleş”miş”,
esnekleşmiş, sermayenin inisiyatifini yetkinleştirmiş, böylece sermaye için iş
bitirici devlet yapısı ortaya çıkmıştır. “Yerele yetki devri”, “geniş yerel
özerklik”, “ademi merkeziyetçilik”, “özerk yerel yönetim ilkeleri”,
“merkezisizleşme”, “yerindelik ilkesi”, “yerel demokratikleşme”, “yerel
demokratik iktidarın artan önemi”, “demokratikleşmeyi ve sivil toplum
dinamiklerini geliştirme”, “her şeyi merkezde çözmenin hantallığı”, “bürokratik
verimsizliğe son verme”, “yerel yönetimler üzerinde idari vesayeti kaldırma”,
“küresel düşünüp yerel davranan ademi merkeziyetçi yerel yönetim”, “yerel
reformların artmış önemi”, “bölgesel dengesizliklerin giderilmesi”, “yerel
bölgesel kalkınma”, dünya pazarını temel alan, dünya pazarına “yerel pazarı”
olarak bakan uluslararası tekellerin ve esnek kapitalist birikim stratejisinin
bir gereksinimidir ve böylece bu politika, pazarın hem derinlemesine hem de
genişlemesine sermayeye özgürce açma politikasını ifade etmektedir.
“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”,
yukarıda işaret ettiğimiz küresel yönetişimci “neoliberal devlet”le bağlı bir
özerklik türüdür. TC, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nı imzalarken,
“Kürt sorunu” gerçeğinden hareketle bu sözleşmeye çok önemli şerhler düşmüştür.
AB ve AB Konseyi çekincelerin kaldırılarak şartın onaylanmasını ısrarla talep
etmektedir; AB İlerleme Raporlarında, Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler
Kongresi –ve Kongreleri- Türkiye’de ademi merkeziyetçiliğin güçlendirilmesini,
merkezi yönetimlerin yerel yönetimler üzerindeki vesayetinin kaldırılmasını
ısrarla talep etmektedir. “Bölge Kalkınma Ajansları”, Belediyelerin küresel
aktörlerden borçlanma olanağı, örneğin pek çok yerel hizmetin taşerona devri
gibi yöntemler, yeni birikim stratejisinin ve devletin yeniden yapılanmasının
ifadelerindendir. “Bölge Kalkınma Ajansları”, ki TC bu anlaşmayı da imzalarken,
bir kez daha “Kürt sorunu” gerçeğinin baskısı altında bu ajansları, “Bölgesel
Kalkınma Ajansları” olarak değil, sadece “Kalkınma Ajansları” olarak kabul
etmiş ve özellikle de Kuzey Kürdistan’da kurulacak KA’ların olası “tehlikeli”
gelişmelerini hesaba katan bazı düzenlemeler yapmıştır. “Tek illi bölgeler”
dışında kalan bölgelerde, KA’ların “karar alma organlarında kamu temsilcilerinin çoğunlukta
olacağı şekilde tasarlan”ması öncelikle söz konusu “tehlike”yle ilgilidir. (“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Şartı”, Kabul tarihi 25/01/2006, Resmi
Gazete’de yayınlanış tarihi 08/02/2006 olan “5449 Sayılı Kanun” Bkz. www.ekanun.net/kanunlar/kanunlar/5449-sayili-kanun)
“Bölge
Kalkınma Ajansları” da, “küreselleşme”nin, “serbest piyasa”nın ve “yönetişimci
devlet”in, “yönetişimci yerelleşme”nin, “yerel özerklik”in bir gereğidir.
Yönetişimci yerelleşmenin içeriğini, hedef ve amaçlarını daha yakından görebilmek
için ilgili kanuna daha yakından bakmak yararlı olacaktır.
Kanunun
“Amaç ve kapsam” bölümünde şunlar
yazılıyor:
“Madde
1 — Bu Kanunun amacı; kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum
kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek, kaynakların yerinde ve etkin
kullanımını sağlamak ve yerel potansiyeli harekete geçirmek suretiyle, ulusal
kalkınma plânı ve programlarda öngörülen ilke ve politikalarla uyumlu olarak
bölgesel gelişmeyi hızlandırmak, sürdürülebilirliğini sağlamak, bölgeler arası
ve bölge içi gelişmişlik farklarını azaltmak üzere oluşturulacak kalkınma
ajanslarının kuruluş, görev ve yetkileri ile koordinasyonuna ilişkin esas ve
usûlleri düzenlemektir.”
“Ajansın
görev ve yetkileri
Madde
5 — Ajansın görev ve yetkileri şunlardır:
a)
Yerel yönetimlerin plânlama çalışmalarına teknik destek sağlamak.
b)
Bölge plân ve programlarının uygulanmasını sağlayıcı faaliyet ve projelere
destek olmak; bu kapsamda desteklenen faaliyet ve projelerin uygulama sürecini
izlemek, değerlendirmek ve sonuçlarını Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına
bildirmek.
c)
Bölge plân ve programlarına uygun olarak bölgenin kırsal ve yerel kalkınma ile
ilgili kapasitesinin geliştirilmesine katkıda bulunmak ve bu kapsamdaki
projelere destek sağlamak.
d)
Bölgede kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları tarafından
yürütülen ve bölge plân ve programları açısından önemli görülen diğer projeleri
izlemek.
e)
Bölgesel gelişme hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik olarak; kamu kesimi, özel
kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek.
f)
4 üncü maddenin ikinci fıkrasının (c) bendi çerçevesinde ajansa tahsis edilen
kaynakları, bölge plân ve programlarına uygun olarak kullanmak veya
kullandırmak.
g)
Bölgenin kaynak ve olanaklarını tespit etmeye, ekonomik ve sosyal gelişmeyi
hızlandırmaya ve rekabet gücünü artırmaya yönelik araştırmalar yapmak,
yaptırmak, başka kişi, kurum ve kuruluşların yaptığı araştırmaları desteklemek.
h)
Bölgenin iş ve yatırım imkânlarının, ilgili kuruluşlarla işbirliği halinde
ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını yapmak veya yaptırmak.
i)
Bölge illerinde yatırımcıların, kamu kurum ve kuruluşlarının görev ve yetki
alanına giren izin ve ruhsat işlemleri ile diğer idarî iş ve işlemlerini,
ilgili mevzuatta belirtilen süre içinde sonuçlandırmak üzere tek elden takip ve
koordine etmek.
j)
Yönetim, üretim, tanıtım, pazarlama, teknoloji, finansman, örgütlenme ve işgücü
eğitimi gibi konularda, ilgili kuruluşlarla işbirliği sağlayarak küçük ve orta
ölçekli işletmelerle yeni girişimcileri desteklemek.
k)
Türkiye’nin katıldığı ikili veya çok taraflı uluslararası programlara ilişkin
faaliyetlerin bölgede tanıtımını yapmak ve bu programlar kapsamında proje
geliştirilmesine katkı sağlamak.
l)
Ajansın faaliyetleri, malî yapısı ve ajansla ilgili diğer hususların güncel
olarak yayınlanacağı bir internet sitesi oluşturmak.”
Kanunun
“Genel Gerekçesi”nde ayrıntılı bir analiz yapılmaktadır. Çizilen tablo
içerisinde BKA’ların, “küreselleşme”nin ve AB üyelik hedefinin zorunlu bir
gereği olduğu da belirtilmektedir.
Birkaç paragrafı aşağıya aktarıyoruz.
“Planda
(8. 5 Yıllık Kalkınma Planı-bn.) ayrıca; dünyada ve Türkiye'de Yerel Sanayi
Odaklarının, küresel ekonomi ve rekabet anlayışında meydana gelen değişimlerin
birer ürünü olarak ortaya çıktığı ile yerel kurumların ortak hedefler
doğrultusunda organize olması yanında, belirli sektörlerde uzmanlaşmış ve kendi
aralarında bütünleşmeyi sağlamış KOBİ’lerin yer aldığı küçük ve orta boy
kentlerin dünya ekonomisinde önemini giderek artırdığı vurgulanmaktadır.
Ülkemizin sanayileşme sürecinde, ulusal kaynakların en etkili ve verimli
şekilde kullanılmasını teminen, Türkiye’nin sanayi haritasının çıkarılarak,
birbirini besleyen, birbirinin altyapısını tesis eden yatırımlar ile bölgesel
gelişmeye yönelik projelerin destekleneceği belirtilmektedir.”
“Küresel rekabet süreci, karşılaştırmalı üstünlükler
temelinde, yerel ve bölgesel uzmanlaşma sürecini de hızlandırmaktadır. Yerel
girişimcilik, yerel kaynakların harekete geçirilmesi, bilgi ve beceri birikimi
ve diğer yerel potansiyellere de bağımlı olarak, belirli sektörlerde
uzmanlaşabilen yöreler, dünya ekonomisi içerisinde karşılaştırmalı üstünlük
elde edebilmekte ve bu sayede ülke ortalamasından daha fazla büyüme ve gelişme
şansı bulurken, ülkenin genel büyümesine, refah ve istikrarına da daha fazla
katkı sağlayabilmektedir. Mevcut şartlar altında, ülkeler arası rekabetin artık
kentler ve bölgeler arası rekabete dönüştüğü gözlenmektedir. Bölge
ekonomilerinin, yeni ulusal ve yerel rekabet koşullarına ayak uydurma
yeteneğini geliştirmek ve bunun için gerekli her türlü altyapıyı
hazırlayabilmek için ise, çabuk karar alıp uygulayabilen, esnek ve dinamik yeni
kurumsal yapılara ihtiyaç bulunmaktadır.”
“Bölgesel gelişme, bölge planlama ve yerel kalkınma
alanında oluşan bilgi ve tecrübe birikimi, günümüzde “dengeli dağılım”
hedefinin yalnızca sanayi faaliyetlerinin yer seçimini etkilemeye yönelik
bölgesel politikalara bağlı olamayacağını göstermiştir. Bölgesel gelişme ve
bölge planlama alanında, dünyadaki anlayış ve uygulamalar son 20 yılda çok
büyük bir değişim göstermiştir. Her şeyden önce bölgesel gelişmenin ülke içi ve
dışı çok yönlü bir etkileşim sürecini gerektirdiği anlaşılmış ve merkezden
yönlendirilen, sadece içe dönük yerel, kırsal, kentsel veya bölgesel gelişme
modellerinin başarılı olamadığı görülmüştür. Aynı şekilde yerel aktörlerin hem
planlama, hem de uygulama safhalarında sürekli aktif olması, sahiplenme
göstermesi, araştırma ve proje üretme kapasitesi geliştirmesi ve bunu
kurumsallaştırması başarılı bölgesel/yerel kalkınma modellerinin en önemli
özelliği haline gelmiştir. Buna bağlı olarak, zaman ve mekan boyutunda,
planların esnek, dinamik ve paylaşımcı bir anlayışla yapılmasını ve
uygulanmasını gerektiren bu değişimi zorlayan etkenlerden biri de küreselleşme
olmuştur.”
“Bu bağlamda, artık, bütün dünyada bölgesel gelişme
planlarının hareket noktası sadece bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarını
gidermeye yönelik değildir. Yeni bölgesel gelişme ve planlama anlayışının en
önemli özellikleri; sürdürülebilir, dengeli, insan odaklı, esnek, rekabetçi,
katılımcı olması ve yerel aktörlerin çabalarını, yerel potansiyelleri ve
dinamikleri, stratejik yaklaşımı, öğrenmeye dayalı uygulamaları içermesidir. Bu
bakımdan, yerel/bölgesel dinamiklerin ve potansiyelin tespiti, bunların ulusal
öncelikler ile uyumlu olarak yerinde ve katılımcı bir anlayışla, ortak akıl
kullanılarak planlanması, esnek, aksiyona dayalı, rol paylaşımına açık ve insan
odaklı programlar, gelişme politikaları ve rekabetçi projeler ile desteklenmesi
aşamalarında yerelde teknik kapasitesi yüksek bir kurum gerekli olmaktadır. Bu
bakımdan, bölgesel gelişme uygulamalarımız ile bölge planlarımızın etkinliğinin
ve başarısının yükseltilmesi, bölgelerin ülkemizin genel büyümesi, gelişmesine,
refahına ve istikrarına katkısının artırılması, sosyal uyum ve adaletin temini
ve değişen küresel rekabet şartlarına adaptasyonun sağlanması amacıyla, çağdaş
gereklere uygun olarak, gelişmiş ülkelerde bir çok örnekleri görülen Kalkınma
Ajanslarının (KA) en kısa zamanda kuruluşu ve işler hale getirilmesi gerekli
görülmektedir.”
“Devlet, özel sektör, sivil toplum örgütleri” organik
birliğiyle, BKA’ları, “ulusal ve
uluslararası piyasalarda etkin rekabet için gerekli örgütlenme ve dayanışma
kültürü”nü geliştirmek, “Ulusal ve küresel rekabet, özellikle esnek ve dinamik
üretim yapılarıyla değişen koşullara kolay ayak uydurabilen” yerel
girişimciliği geliştirmek, “küreselleşme süreci”nin sunduğu avantajları
değerlendirmek, “bu bağlamda, bir
taraftan küresel düzeyde yaşanan gelişmeleri yerel düzeye aktarırken, diğer
taraftan da yerel potansiyeli, varlıkları, üstünlükleri ve özgünlükleri küresel
pazarlara taşı”mak, bu ajansların görev ve sorumlulukları içerisine
girmektedir. “Burada, hem küresel şartların iyi yorumlanması ve yerele iyi
aktarılması, hem de yerel potansiyelin tespiti ve toplanan yerel-bölgesel
bilginin küresel piyasaya özgün ürünler veya hizmetler halinde pazarlanması
ajanslar türünde teknik kapasitesi yüksek, uzmanlaşmış bir kurumun varlığını
gerektirmektedir.” Ajanslar, “girişimcilik ruhunu ve kültürünü harekete
geçirip, yönlendirecek ve bunun için gerekli ilk destekleri sağlayacak kurumsal
kapasite”leri geliştirmekle yükümlüdür.
“Ajanslar, kamu-özel sektör ortaklığı anlayışına uygun
bir yapıda kurulmaktadır. Bu bakımdan, normal kamu kuruluşu niteliğinde bir
kurum olmadığı gibi tasarıda düzenlenmeyen bütün işlemlerinde özel hukuk
hükümlerine tabi olarak faaliyet gösterecektir. Bu yapı, ajansların istihdam ve
harcama usullerinde, kamu kurum ve kuruluşlarının tabi olduğu genel bütçe, harcama,
ihale, işe alma, işten çıkarma, personel ücret ödemesi, muhasebe yöntemlerinden
bağımsız olarak esnek hareket edebilen, küçük fakat etkin ve dinamik bir birim
olmasını sağlayacaktır. Hantal, büyük ölçekli, geniş kadrolu bir kuruluş
olmayacak, bilakis küçük, etkin, çekirdek bir teknik kadroyla çalışan, destek
hizmetlerinin hemen hemen tamamını maliyet etkin bir yöntemle hizmet satın
alması ile temin eden, oluşan yeni şartlara çabuk adapte olabilen esnek bir
yapı olacaktır.”
“Ajansların teşkilat yapısı, danışma işlevi daha
ağırlıklı olan geniş katılımlı bir Kalkınma Kurulundan, karar alma organı
olarak kamu-özel sektör işbirliği ile çalışacak bir yönetim kurulundan ve
teknik kapasitesi yüksek, etkin bir özel sektör kuruluşu gibi faaliyet
gösterecek olan icra organı niteliğindeki Genel Sekreterlikten oluşmaktadır.”
“Bir örnek vermek gerekirse, Hazine Müsteşarlığı
ülkemize daha çok yabancı sermaye çekilmesi ve doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarının artırılması gibi bir işleve sahiptir ve bu açıdan yabancı sermayeye
yönelik bir promosyon yapması gereklidir. Ajansların ise bölgesel/yerel,
potansiyeli, dinamikleri tespit edip değerlendirerek, yerel aktörleri
örgütleyerek bu potansiyeli ulusal ve uluslararası piyasalara, yatırımcılara
hazır bir paket halinde sunma kapasitesi olacaktır. Bu bakımdan, ajansların,
Hazine Müsteşarlığı kanalıyla, yabancı yatırımcıya yer seçimi de dahil bütün
ilgili destekleri ve potansiyelleri içeren somut önerileri bir paket halinde
sunması Hazine Müsteşarlığının yabancı sermaye alanındaki işlevini tamamlayıcı,
destekleyici ve etkinleştirici olacaktır. Bir bakıma, bu kuruluşlar Hazine
Müsteşarlığının yurt içi destek ağı gibi çalışabileceklerdir. Ajansların buna
benzer uygulamaları yatırımı ve girişimciyi destekleme, kırsal kalkınma, küçük
altyapının temini, turizm ve çevre gibi alanlarda da ilgili bütün kuruluşlarla
işbirliği içinde yürütmesi hedeflenmektedir.”
Burada yoruma gerek yok, tablo açık: Klasik ulus
devlet “paragidma”sı bir tarafa atılıyor, “küreselleşme yerelleşiyor”, “yerelleşme
küreselleşiyor”. Altyapısı ve üstyapısıyla “serbest pazar ekonomisi”
yerelleşiyor, dünya pazarını “yerel pazarı” ilan eden ÇUŞ’lar yalnızca ulusal
pazara değil, ulusal pazarın yerel pazarına da el atıyor, tüm toplumsal yapının
kılcal damarlarına dek yayılarak kurumsallaşıyor, kurumsallaşarak yayılıyor. Bu
“yerelleşme”, “ademi merkezileşme”, tepesinde ÇUŞ’ların oturduğu
merkezileşmeyi, zayıflatmak bir yana, olağanüstü besliyor, güçlendiriyor.
ÇUŞ’ların kanat çırpışı “kelebek etkisi” yaratıyor. Süreç, “küresel yeni dünya
düzeni”nin nesnel ve öznel mantığı ekseninde ve çerçevesinde hem derinlemesine,
hem de genişlemesine ilerliyor. “Küreselleşme”nin tanrıları ÇUŞ’lar “klasik”
birikim modelini ve ulus devlet biçimlenmesini tasfiye ederek “küresel yönetişimci
paradigma” gemisinde yol alıyorlar. “Küreselleşme” BKA’ların da köprüsünden
geçerek, “volan kayışlarından” akarak yereli de içselleştiriyor. Sermayenin
özgürce akışı her yerde, her düzeyde güvenceye alınıyor; önünde engel olan ne
varsa temizleniyor, yol temizliği yapılıyor. “Yerelleşme projesi”nin özü-özeti
budur. BKA’lar da söz konusu misyonun önemli araçlarından birisidir.
Bu gelişme çizgisi, “ulus devlet”in klasik
yapılanmasıyla, yetkileriyle, hukukuyla, yönetme gücüyle, yönetim tarzıyla,
yöntemleriyle bağdaşmıyor. “Küreselleşme” çizgisinde, “ulus devlet”
“yönetişimci devlet” olarak yapılanırken ya da dönüşürken, doğal ve kaçınılmaz
olarak, bir dizi yetkisini, bir yandan uluslararası kurumlara diğer yandan da
yerel yönetimlere aktarıyor. Klasik/geleneksel yapıdaki inisiyatifi ve
yetkileri, o sınırlardaki kontrolü ve göreli özerkliği kalmıyor. Örneğin,
“küresel aktörler” yerel yapılarla, yönetimlerle doğrudan bağ kurarak iş
bitiriyor vb. Burada coğrafi sınırların, fiziksel mekanların bir önemi
kalmıyor. Zaten “yerelleşme” bunun için, uluslararası sermaye için gereklidir.
Ki bu ilişkiler sistemi, “küresel hukukla”, “küresel hukuk”un “iç hukuka”
dönüşmesiyle de güvence altına alınmıştır. Artık “homojenleştirici ulus
devlet”ler, eski biçimiyle, “bu çöplüğün horozu benim” diyememektedir. Artık
“ulus devlet” benim iç işimdir diyememektedir. Yeni dönemle birlikte “iç işler”
“dış işlere”, “dış işler” “iç işlere” dönüşmüş durumda. “Yerel küresele,
küresel yerele” dönüşmüş durumda. “Yerel farklılıklar bir zenginliktir”
vurgusu, yerel ulusal, etnik, cinsel, kültürel vb. kimliklerin ve yönelimlerin,
görünüşte “katılımcı demokrasi”, “çoklu demokrasi”, “yerel demokratik katılım”,
“doğrudan katılım” vb. slogan ve propagandasıyla yüceltilmesi, gerçekte,
“küreselleşme”nin yerelleşmesiyle, “yerel zenginlikler”in metalaştırılmasıyla,
ideolojk manipülasyonla, “küresel” politik baskının örgütlenmesiyle,
“yönetişim”ci STK’lara da alan açılmasıyla vb. ilgilidir. Yoksa küresel
emperyalizmin “katılımcı demokrasi”ye aşık olmasıyla hiçbir bağı
bulunmamaktadır. Burada “neoliberalizm”in, “postmodernizm”in “modernizm”i,
“modern devlet”i tüm kötülüklerin kaynağı gibi göstererek kapitalist üretim
tarzını ve emperyalist dünya sistemini ve ÇUŞ’ların hegemonyasını aklama,
meşrulaştırma aşağılık manevrasıyla, yalan rüzgarıyla karşı karşıya olduğumuz
çok açıktır.
Bütün bu düzenlemeler bir sisteme dayanmakta
ve şekillenmektedir. “Neoliberal yönetişimci paradigma”nın “toplam kalite
yönetimi”, “performans” denetimi kriteri, “kar ve zarar” ölçeği, “rekabet”
ölçeği, “kamu yönetim reformları” devlete ve siyasete de damgasını basmaktadır.
Burada söz konusu olan “küreselleşmenin”, “neoliberal piyasa”nın gerekleridir.
Burada burjuva devletin yanı sıra, burjuva siyaset “sınıfı” ve partiler de
“küreselleşme”ye, “neoliberalizm”e, “yönetişim”e uygun bir yeniden yapılanma
sürecinden geçmiştir ya da geçmektedir. Bu tabloda işçi sınıfının, emekçilerin
“ulus devlet” ve politik sistem ve aygıtları, araçları üzerindeki baskısı ve
olası etkisi zayıflatılmakta, bu kesimler geniş ölçekte siyasal yaşamın dışına
sürülmekte, “siyaset alanı” daraltılmakta, ulusal, bölgesel, uluslararası
“yönetişim”ci ağlar sistemiyle, mekanizmalarıyla, zaten zayıf olan emekçilerin
katılım, temsiliyet, etkileme, denetim olanakları ellerinde alınmakta, siyaset
ve karar alma iradesi tekellerin ve sözcülerinin alanı olarak yeniden
şekillendirilmektedir.
Burada “halk
egemenliği”, “bağımsız ve egemen ulus”, klasik yurttaşlık ilkeleri biçimsel
bakımdan bile tasfiye edilmekte, politika ve karar alma ve denetleme hak ve
yetkisi “devlet, sivil toplum örgütleri, özel sektör”ün “yönetişim”ci aygıt ve
mekanizmalarına bırakılmakta, hukuki çerçeve de böylece biçimlendirilmektedir.
“Serbest özgürlükler”, “liberal özgürlükler”, “demokratikleşme”, “insan hakları”
kavramlarında vurgulanan şey, ticaret özgürlüğüdür, girişimci özgürlüğüdür,
“piyasa”nın, “piyasaların” özgürlüğüdür, kapitalist bireyin bireysel
“özgürlükleri”dir, sermayenin özgürce soygun, vurgun yapma özgürlüğüdür, yoksa
emekçilerin kullandığı ve kullanacağı ya da kullanabileceği kolektif haklar,
demokratik hak ve özgürlükler değil. Bunlar zaten ortadan kaldırılıyor,
tırpanlanıyor, gasp edilmeye çalışılıyor. Birincileri ortadan kaldırarak,
ikincileri amaçlaştırıp kutsamak “yönetişim”ci (devletin ve) yeni hukuk
sisteminin de ruhudur. “Toplumsal sözleşme” bu temeller üzerinde
yükseltilmektedir. Yeni tip devletin ya da “yönetişimci devlet”in “toplumsal
sözleşmesi” “serbest piyasa”ya, “liberal özgürlükler”e, “şirket devlet”e
dayanmaktadır.
Burada “eşit
yurttaşlık” statüsü de yok artık. Devlet-yurttaşlık esası yerini kapitalist
işletmelere özgü şirket-müşteri ilişkisine bırakmakta, yurttaş yurttaş olarak
değil, devletin müşterisi olarak görülmektedir. “Piyasa”nın mantığı olan “paran
kadar adamsın” mantığı, yerini, yurttaşlık bağlamında “paran kadar yurttaşsın”a
bırakmaktadır. “Piyasa”nın mantığı artık “yurttaş”lığın mantığıdır. “Toplumsal
sözleşme”yle, anayasayla güvenceye alınmış, ekonomik, sosyal, siyasal haklara
sahip yurttaşlık, “eşit yurttaşlık” yerini bu hakların tasfiye edildiği, “paran
varsa yurttaşsın”a bırakmıştır. Güçlü olan yaşar, güçlü zayıfı ezer, altta
kalanın canı çıksın, işte kapitalist cangılın, “piyasa ekonomisi”nin, “piyasa
devleti”nin, “piyasa hukuku”nun, “piyasa”nın “adalet”inin gerçeği bu. Artık
yurttaşlık hukuku çok kaba bir biçimde hakları olmayan ama “piyasa”ya karşı
yükümlülükleri olan bir “yurttaşlık” hukukudur. Artık yurttaş değil, müşteri,
tüketici, girişimci, kapitalist şirket var. Kamu hizmetinde yararlananların
“yurttaş” değil de “müşteri olarak tanımlanmasından da bunu açıkça görmekteyiz.
Eh, bu da “şirket devlet”le gayet uyumlu bir tablodur. “Sosyal devlet”in, burjuva demokrasisinin
tasfiyesi eşit yurttaşlık hakkının, toplumsal-politik bir statü olarak
yurttaşlığın da tasfiyesinde ifadesini buluyor. Yeni tip kamusallık ya da
neoliberal kamusal alan tanım ve yapılanmasının içeriği, özel kapitalist
mülkiyetin, özel kapitalist sektörün, özelleştirmenin, her şeyi
metalaştırmanın, ticarileştirmenin kutsanması yasa katına çıkarılması teori ve
pratiği olarak anlam kazanmaktadır. Artık birinci sınıf, ikinci sınıf…, dahası
yurttaş olmayı hak etmeyen “yurttaş”lar vardır. “Eşit yurttaşlık” örtüsü her ne
kadar sınıflı toplum gerçeğini gizlemeye, manipüle etmeye hizmet etse de,
gerçekte o, uzun bir tarihi mücadelenin sonucu kazanılmış bir haktır.
Devam
edecek olursak: Burjuva devletin, burjuva siyasetin, burjuva partilerin,
burjuva parlamentonun deyim yerindeyse, apolitikleşmiş, adeta teknikleşmiş
çerçevede “küreselleşme”nin gereksinmeleri ekseninde politika yapar konuma
getirilmesi uluslararası tekellerin emperyalist kapitalizminin gerçekleridir.
Söz konusu “teknikleştirme” salt “devletin ekonomiden çekilmesi”yle ilgili
değildir, aynı zamanda burjuva siyaset alanı için de geçerlidir; kuşkusuz ki bu
da burjuva siyasetin bir biçimidir, burjuva siyasetin “küreselleşme”nin,
“neoliberal paradigma”nın gerekleri temelinde yeniden biçimlenmiş halidir.
“Siyasetten arınmış siyaset” de, burjuva siyasetin kendisidir. Burada sınıfa,
halklara, ezilenlere dayatılan şey ise apolitikleşmedir, depolitizasyondur,
gönüllü itaattir, rızanın üretimidir, bu da yetmedi mi, o zaman da politik
şiddettir.
Erk
sermayedir. Devlet erki de sermayenin erkidir. “Küreselleşme” ile bu gerçek
daha çıplak görünür hale gelmiştir. “Yönetişim” de sermayenin erkinin temel
yöntemlerinden birisidir. “Yönetişim” “postmodern çağ”ın “postmodern” yönetim
yöntemidir. “Yönetişimci devlet” “postmodern” burjuva iktidardır. Burada
demokrasinin, özgürlüğün, açıklığın vs. gerçekleşmesi, yaygınlaşması, “toplum”a
yayılması vb. söz konusu değildir. İdeolojik manipülasyon, apolitikleştirme,
yoğunlaşıp yaygınlaşan siyasal ve toplumsal gericilik, sömürülen, ezilen,
toplumsal adaletsizliğin pençesinde olan sınıf ve tabakaların, toplumsal
kategorilerin, bireylerin dışlanması, aşağılanması, gözden çıkarılması
“postmodern yönetim”in temel karakteristiklerinden bazılarıdır. Saldırgan
ekonomik zor, siyasal baskı, asker, polis, istihbarat terörü, ileri teknolojiye
dayanarak toplumun tüm gözeneklerine kadar 24 saat, her saniye denetlenmesi;
askeri-sınai kompleksin, “savunma ve güvenlik”in sayısız biçimlerde
özelleştirilerek geliştirilmesi; “suç” kavramının, “iç ve dış düşman ve
tehditler”in “küreselleşmenin, neoliberalizmin” gereksinmeleri temelinde
yeniden tanımlanarak düzenlenerek yasa katına çıkarılması; “küreselleşme”ye
direnen ülke ve devletlerin askeri saldırganlık ve işgallerle yola getirilmesi,
“neoliberal devlet”in gerçekleridir.
Dünya
çapında artan emperyalist saldırganlık, kıran kırana süren hegemonya ve rekabet
mücadelesi, askeri-sınai kompleksin yeni teknolojik temelde yenilenerek
yükselişi, “ulus devlet”lerin askeri harcamalarının, “savunma ve güvenlik”
harcamalarının azalmak bir yana hızla yükselişi günümüzün sözde çok demokrat,
demokrasi sevdalısı “neoliberal devlet”inin tipik gerçeklerindendir.
“Küreselleşme”yle birlikte insanlığın ilk kez bir “demokrasi çağı”na girdiği,
“demokrasi”nin tüm dünyayı ve ülkeleri kapsayarak ilk kez özgürce bir çığ gibi
büyüyerek yayıldığı yalanı artık tutmuyor günümüzde. Bütün bu söylem ve
propagandalar, “neoliberal” kapitalizmi, uluslararası tekellerin emperyalizmini
meşrulaştırmak için yapılan demagoji ve manipülasyondan ibarettir. Kuşkusu ki
24 saat, her salisya çalışan söz konusu sistematik, esnek, vurucu gücü yüksek
demagoji ve manipülasyon fabrikası, sistemin efendilerini, ÇUŞ’ları, sermaye
sınıfını, “ulus devlet”leri aldatmak için değil, yeryüzünün lanetlilerini,
dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler, emekçileri aldatmak ve baş
kaldırmalarını önlemek içindir…
Kapitalizmin metropollerinde emperyalist devlet uluslararası
tekellerin devletine dönüşmüştür. Artık uluslararası tekellerin ulusal
tekellere, uluslararası tekelci devletlerin de ulusal tekelci devlete geri
dönüşü olanaklı değildir ve olmayacaktır. “Girişimci devlet”, “düzenleyici
devlet” “verimli devlet”, “rekabetçi devlet”, “şirket devlet”, “şirketleşmiş
devlet”, “minimal devlet”, “piyasa için devlet”, “yönetişimci devlet”,
“karşılıklı bağımlılık ilkesi”ne dayanan devlet “neoliberal devlet”in değişik
formüllerini ifade etmektedir. “Neoliberal devlet”, dünya pazarını temel alan,
kar için üretim yapan, azami kar peşinde koşan, dünya pazarlarında hegemonya ve
rekabet yürüten uluslararası tekellerin devletidir. Azami kar için emperyalist
dünya pazarında kıran kırana süren ve gittikçe de şiddetlenen hegemonya ve
rekabet mücadelesinde “ulus devlet”, “neoliberal devlet” olarak hem dünya
proleter devrimine karşı hem de emperyalist rakibe, rakiplerine karşı
uluslararası tekelleri korumak, vuruşmak, hem önünde hem de arkasında olmak
işlevleriyle donanmış devlettir. Ulusal pazarın daha fazla “küreselleştiği”,
“küreselleşmiş pazar”ın “ulusal”laştığı bir dünya gerçeğinde, zaten başka bir
şey de olamaz. Burada “küreselleşen devlet”le, eğer tabir uygunsa, yönetişimci
eksende “devletleşen küreselleşme”yle karşı karşıyayız. Açık ki, burada, “ulus
devlet”in “neoliberal küreselleşme” temelinde yeniden yapılanarak yeni tipte
işlevleşmesiyle karşı karşıyayız, son bulmasıyla değil. Çünkü gerek “merkez”de,
gerekse de “çevrede” kapitalist üretim tarzı ve burjuvazi devletsiz yapamaz.
Burada “ulus devlet”le uluslararası tekeller arasında çıkabilecek gerilimleri,
çelişki ve çatışmaları çözen ve çözecek şey ise, güç dengeleridir, fiili kuvvet
ilişkileridir, ÇUŞ’ların damgasını bastığı her geçen gün daha fazla
“küreselleşen hukuk”tur, “uluslararası hukuk”tur, “küresel yönetişim”ci
hukuktur, küresel hukukun da ulusallaşmasıdır, “ulusal hukuk”a dönüşmesidir.
(Mesela Çok Taraflı Yatırım Anlaşması –MAI-, Çok Taraflı Yatırım Garantisi
Ajansı –MIGA-, Tahkim Yasası gibi.) “Katılımcılık, şeffaflık, hesap
verebilirlik, çoğulculuk, sivil topluma yetki devri”, “çok aktörlü yönetişim”,
“yolsuzlukla mücadele”, “yerelleşme”, “ulus devletin “merkezi bir kısım
yetkisinin yerellere devri”, “daha fazla demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”, “kar
amacı gütmeyen üçüncü sektör”, devletin, “özel sektör ve üçüncü sektörle
birleşerek sınırlarını geliştirmesi”, “sivil toplum kuruluşlarının belirleyici
hale gelmesi”, “stratejik vizyon” vb. “yönetişim”ci söylem ve düzenlemeler,
gerçekte, iç ve uluslararası sermayenin iktidar ortaklığını, her şeyin sermaye
için şekillendirilmesini ifade etmektedir. Burada proletarya, halklar,
ezilenler ve emekçi birey için söz konusu olan “daha fazla demokrasi ve
özgürlük” vs. vb. değil, daha fazla diktatörlüktür, daha fazla sömürü, baskı ve
zulüm, daha fazla adaletsizliktir; mücadelelerle kazanılmış haklara dayanan
yurttaş olarak bireyin ve haklarının daha fazla tasfiyesidir, “yurttaş”lığın
zayıflatılması, yurttaşlığın yerine müşterinin, tüketicinin, rekabetçi bireyin
geçmesidir vb.
Emperyalist dünya sistemi kapitalist üretim tarzına
dayanmaktadır. Dünya sistemini belirleyen kapitalist üretim ilişkileridir.
“Ulus devlet” de içinde olmak üzere emperyalist dünya sisteminin üst yapısını
belirleyip biçimlendiren kapitalist üretim ilişkileridir. “Küreselleşme”nin
gelişim seyri ile emperyalist tekelci kapitalizm uluslararası tekellerin
emperyalizmine dönüşmüştür. Bu, tekelci kapitalizmin daha yüksek bir içsel
evresidir. “Neoliberal devlet” bu evrenin gereksinmeleri ve gereklerine yanıt
veren burjuva devlettir. “Ulus devlet”in yapısal ve işlevsel dönüşümü bu
tabloyla bağlıdır. Söz konusu olan yapısal ve işlevsel yeniden yapılanma,
emperyalist dünya ekonomisinin ve uluslararası tekellerin önceliklerinin
gerekleridir. “Gelişmiş ülkeler”in merkezde durduğu bu süreç, “gelişmekte olan
ülkeler”i, “azgelişmiş ülkeler”i de kapsayacak tarzda yeni dönemin gerekleri
ekseninde yeniden yapılandırmıştır. Bu sürece şu veya bu şekilde direnen, karşı
koyan ülkeler ve devletler ise, “küresel sistemin güvenliği ve istikrarı”
adına, Afganistan, Irak, Libya, Suriye örneklerinde görüldüğü üzere emperyalist
“özgürleştirme”, “terörizme karşı mücadele”, “haydut devletler”e karşı
mücadele, “önleyici vuruş”, “önleyici savaş” stratejileri ile askeri işgal yolu
ile dize getirilmiş ya da Kuzey Kore, İran örneklerinde olduğu gibi elverişli
koşullar yaratılarak yola getirilmeye çalışılmaktadır. Gerçekler bundan
ibarettir, gerisi demagojiden, manipülasyondan, depolitizasyondan ibarettir.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder