Translate

13 Mart 2013 Çarşamba

EMPERYALİST KÜRESELLEŞME ve DEĞİŞEN “ULUS DEVLET” II. BÖLÜM



EMPERYALİST KÜRESELLEŞME ve DEĞİŞEN “ULUS DEVLET”
                                      II. BÖLÜM
ÇUŞ’LARIN TANIKLIĞI, ULUSALCI VE LİBERAL DEMAGOJİ VE “NEOLİBERAL DEVLET”
Aynı cenahın demagojik söylem(ler)ine inanacak olursak, “ulusal sınırlar” ortadan kalkmaya başladı, “ulus devletler zayıfladı”, “ulus devlet artık tarih oldu” sayılır. “Sivil toplum egemen toplum” olmaya başladı. “Ulus devlet tasfiye ediliyor”, “sınırsız bir özgürlükler dünyası kuruluyor”, vb. Sömürüden, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından, krizlerden arınmış, devletsiz, hızla devletsizliğe giden ya da devletsizliğe sıçramış, eşitlikçi vb. “küreselleşme” (“globalizm”) iddiası kaba bir burjuva yalandan, tarihsel ve güncel gerçeklerin alçakça çarpıtılmasından başka bir şey değildir oysa.
Bu ihanet cephesi, benzer yalanları adice yaydı, yaymaya da devam etmektedir. Üstelik bu vb. demagojilerin yapıldığı tarih kesiti de, tarihin ironisine bakın ki,  tarihte görülmemiş yoğunluk ve genişlikte, kuralsız ve dizginsiz bir şekilde burjuvazinin proletaryaya karşı amansız bir sınıf mücadelesi yürüttüğü bir tarih kesitidir. Ama biliyoruz ki, tarihin bu karanlık, kopkoyu karanlık dönemi, bir doğa yasası kesinliğiyle, yerini, kaçınılmaz olarak, zorunluluklar aleminden özgürlükler alemine geçişle belirlenecek olan büyük bir tarihsel aydınlığa bırakacaktır…  
Söz konusu propaganda ve ajitasyonun kaynağında, perde gerisinde uluslararası tekeller bulunmaktadır. Uluslararası tekeller, çoğu gizli olmak üzere yaptıkları bir dizi toplantıda, yeni dönemin gereklerine bağlı olarak, “kamuoyu”nu hazırlamak vs. için aldıkları kararlarda sistematik bir tarzda yürütülecek ideolojik, siyasal, kültürel, psikolojik saldırılarda kullanılacak söylemi de belirleyip piyasaya sürmüşlerdir. Bu hedef için onlarca, yüzlerce milyar doları harcamaktan çekinmemişlerdir. Burjuva medya, akademisyenler ve üniversiteler, sözde “sivil toplum” örgütleri, burjuva ve küçük burjuva aydın takımı, soldan devşirilmiş eski tüfekler dahil bu hedefe motive edilerek uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda seferber edilmişlerdir...
Ama yaşam, proletarya ve halklara başka bir şeyi anlatmaya ve göstermeye devam etti. Emperyalistler, burjuva liberalleri ve yeni tasfiyeciler, tek cephede birleşerek devrim ve sosyalizme saldırmaya, insanlık tarihinde birikmiş ilerici olan ne varsa onu yok etmeye, tarihi yeniden yazarak emekçileri belleksizleştirmeye yöneldiler. Bu saldırı dalgası, bir dönem ezilenler cephesinde, proletarya cephesinde derin gedikler açarak ağır tahribatlar yaratmasına karşın, bilakis emperyalist demagoji, emperyalizmin azgın sömürü, ekonomik, politik ve askeri yayılma ve saldırılara dayanan pratiğiyle ıskartaya çıkmaya başladı ve bu süreç daha çarpıcı biçimler alarak sürmektedir. Nitekim bir dizi ülkede patlak veren devrimci ayaklanmalar (Filipinler, Endonezya, Nepal, Kürdistan, Filistin, Ekvator, Bolivya, Arjantin, Paraguay, Venezuella, Tunus, Mısır vb.), tüm kıtalarda uç verip gelişen işçi ve emekçilerin sayısız direnişleri, Irak’ın işgal edilmesine karşı küresel ölçekte on milyonları kapsayarak, harekete geçirerek patlak veren anti-emperyalist kitle hareketi, emperyalist küreselleşmenin yıkımına karşı patlak verip hala devam eden kitle hareketleri, bir dizi ülkede patlak veren “açlık isyanları”, son dünya ekonomik krizine karşı patlak veren sayısız grev, genel grev, direniş vb. bu olgunun ürünüdür…
Emekçi insanlığı ve proletaryayı belleksizleştirme ve beyinleri sömürgeleştirerek fethetme sistemli ve aşağılık çabasına karşın, ezilenlerin, emekçilerin ve proletaryanın tarihsel hafızası aldığı derin yaralara karşın, yine de silinemedi. O tarihsel kolektif bellek yeni mücadelelerin ışığında yeniden uyanıyor, canlanıyor. Geçte olsa, ağır ve sancılı da olsa, yeni bir küresel devrimci atılıma doğru ilerleyen proletarya ve halkların mücadelesi bu gerçeği kanıtlamaktadır. “Küreselleşme” ile proletarya ve halkların, ezilenlerin de mücadelesi küreselleşmiştir. Gelişecek yeni dünya devrim dalgası, geçmişle kıyaslanmayacak kadar, daha enternasyonalist, daha küresel,  daha kapsamlı ve sert bir karakteristik taşıyacaktır… Kuşku yok ki, 21. asır, bir devrimler asrı olacaktır. Örneğin, NATO’nun 50. kuruluş yıl dönümü nedeniyle hazırlanmış olan raporunda, kendi meşreplerine uygun bir tarzda, 21. asırda, yeni bir Ekim devrimi fırtınasına tanık olunacağı vurgulanır. Evet, buna kuşku duyulamaz.
“Daha az devlet, daha çok demokrasi”, “daha az devlet, daha çok özel sektör”, “siyaset elini ekonomiden çekmelidir”, “ekonomi özel sektörün işidir, devlet ekonomiden çekilmeli, adalet ve güvenlikle uğraşmalı” gibi söylemler son çeyrek asrın başat söylemi oldu. Bu vb. söylemler, tam da Rockefellerlerin isteği ve örgütlediği aşağılık saldırı kampanyasının bir parçasıdır. ÇUŞ’ların sözcülerinin, yeni-liberallerin ve “post-marksistler”in öyle bir ulus devlet karşıtı söylemi var ki, burjuvazinin dilini okumasını bilmeyen, bu yeni burjuva literatürün dilini ve içeriğini çözemeyen bir insan bu söyleme rahatlıkla kapılabilir ya da hayranlık duyabilir (örneğin Negriler, bizdeki “neoliberal”ler familyasından Ahmet Altangiller familyası, Birikim dergisi çevresi hatırlansın).
Şu çarpıcı açıklama ve örnekleri hep birlikte izleyelim:
IBM’den Maisonroege, ulus devlete daha açık saldırmaktadır: ‘Dünyanın politik yapılarının tamamen zamanı geçmiştir. En azından bir yüzyıldır değişiklik geçirmediklerinden, teknolojik ilerlemeyle uyum içinde olmaktan çıkmışlardır… Zamanımızın kritik sorunu, ulus devletlerin bağımsızlığıyla kaynakların evrensel ölçüde optimalleştirilmesi kavramları arasındaki çatışmadır.’ Business Internatıcnal, 1967 yılı Araştırma Raporunda müşteri şirketleri şöyle uyarmaktaydı: ‘…ulus devletin zamanı geçmektedir: Yarın onun gibi, özde ulusal kalan şirket de anlamını yitirecektir.’” (Rıchard J. Barnet-Ronald E. Müller, Evrensel Soygun-çokuluslu şirketlerin gücü, s. 24-25, E yay., kitabın basım tarihi, 1974- Türkçe basım tarihi, Ağustos 1976)
“…Nitekim dünyanın önde gelen şirket yöneticileri, bir zamanlar Sanayi Devrimi’nin ebeliğini yapmış olan ulus devleti evrensel gelişmenin baş engeli olarak görmektedirler. Doksan ülkede iş yapan Frist National City Corporation’ın başkanı William I. Spencer, ‘ ulusal devletlerin siyasal sınırları, çağdaş ticaretin amaç ve alanını belirlemek için çok dar ve sıkışıktır’ demektedir. George Ball’a bakılırsa, dünya şirketinin ‘plan ve eylemleri, dünyanın siyasal düşüncelerinin çok ilerisindedir. Çünkü bu ‘modern gereksinmelerin karşılığı olarak tasarlanmış modern bir kavram’dır. Ulus devlet, ne yazık ki ‘çok eski moda bir düşünce olarak bugünkü karmaşık dünyamıza iyi uymamaktadır.’” (s. 24)
’Ulus devlet sönüp gitmeyecek’ demektedir ilk on büyük dünya şirketlerinden Univelever’in başkanı. Ona ‘olumlu bir rol’ bulunmak gerekecektir.” (s.28)
Nitekim General Mills’in Yönetim Kurulu Başkanı James P. MC Farland, 1972 tarihinde Beyaz Saray’da verdiği bir konferansta, “1990 Yılında Şirket”ten söz ederken, “gerçek bir devlet-şirket ortaklığına” çağrı yapar ve görevin, “yarının gereklerini karşılayabilecek bir şirket yapısına düzenli geçiş sağlayacak ulusal ortamın yaratılması”nı olduğunu söyler. Kuşkusuz ki, yeni tekelci kapitalist tekeller dönemi için ulusal ortamın hazırlanması vurgusu salt ulusal düzeyle ilgili değildir ama işe oradan başlanması gereksiniminden dolayı konuşmada bu vurgu ilk anda önde gözüküyor. Açık ki, söz konusu ortama “ulusu”, “kamuoyunu hazırlama” çalışması uluslararası arenayı da kapsamış ve “uluslararası kamuoyunu hazırlama” çalışmasıyla iç içe, kaynaşmış bir şekilde yürütülmüştür.
İşte ÇUŞ’lar, ÇUŞ’lu dönemi ve bu dönemin ekonomik gereksinimlerini dünyaya kabul ettirmek için sistemli çalıştı. Dünya ekonomisinin yeni gereklerine bağlı olarak, tüm ideolojik, siyasal üst yapı yeniden yapılandırıldı. Bunun için yeni bir Haçlı Seferberliği örgütlendi. Yeni bir ideolojik hegemonya kuruldu. ÇUŞ’ların siyasal güç ve üstünlüğü kabul ettirildi. ÇUŞ’ların ve arkalarındaki emperyalist devletlerin organik kudretine dayanan yeni bir kutsal ittifak kuruldu. Bu bağlaşma, bu çalışmanın öncüsü oldu. Amaç ve hedeflere ulaşmak için, küresel çapta merkezi, esnek, güçlü, vurucu vb. bir kampanya örgütlendi. Böyle bir kampanyanın gerekliliğini vurgulayan D. Rockefeller kuşağı, yukarıdaki alıntılardan da görüldüğü gibi, ulus devleti top ateşine tutmuşlardı daha o tarihlerde. Rockefellerin kemik yalayıcıları, ondan önce de, o gün de, bugün de “ulus devletin sonu” demagojik tezlerini ve aşağılık ilhamlarını, öncesi bir yana, bu kuşaktan, ÇUŞ’lu dönemin tekelci patronlarından almışlardı ve almaktadırlar.
Ama ÇUŞ yöneticileri ve patronları “ulus devlete” saldırırken, kapitalist dünya ekonomisindeki değişme ve gelişmeleri doğrudan yaşıyor ve özgün deneyimlerini taşıyorlardı. Dolayısıyla politik temsilcilerinden önce gelişmeleri ve gereksinmeleri kavrıyor, bu gelişmelerin siyasal üst yapının, “ulus devlet”in yeniden yapılandırılmasını acilen gerektirdiğini herkesten önce anlıyor ve talep ediyorlardı. Pfizer Şirketi Başkanı Jhon H. Powers’in 1970’li yılların başlarında yaptığı konuşmada vurguladığı, “pratik teorinin önünde gider” saptaması bu olguyu pek güzel ifade etmektedir. Yeni dönemde daha büyük bir güç haline gelmiş ve 80’ler, 90’lardan sonra daha kudretli krallığa, krallara dönüşecek olan bu yeni güç odağı -ÇUŞ’lar- ve önderleri, bu gücün doruklarında oldukları için, gelişmeleri zamanın siyaset kurumlarından, gelenekselselleşmiş, katılaşmış devlet aygıtından daha keskin bir şekilde görebiliyorlardı.
 Onlar, “ulus devleti” “çağı geçmiş” bir devlet olarak değerlendirirken, hiçbir zaman kendi emperyalist devletlerinden ve kendilerine bağımlı devletlerden vazgeçtiklerini ve vazgeçilmesi gerektiğini asla söylememiş ve savunmamışlardır. Onlar, tekelci kapitalizmin önderleri olarak, ekonomik gelişmenin dayattığı yeni bir siyasal üst yapıyı, yeni dönem işlevlerine göre yenilenmiş, şekillenmiş devleti talep ediyorlardı. Onlara göre, burjuva ulusal devlet yeniden yapılanmalı, eskimiş, zamanı geçmiş işlevlerini bir yana atmalı, yeni dönemin gerekleri önünde engel haline dönüşmüş, eskimiş, eski model tasfiye edilmeli, yeni döneme uygun bir şekilde devlet, yeniden yapılandırılmalıydı. Kamuoyunu kazanarak meşruiyetlerini dayatmak isteyen ÇUŞ’lar ve kanat önderleri, eski kuşak burjuva devlet yöneticilerini, eski yönetim tarzını, çalışma tarzını, eski yapılanmanın kazandırdığı ayrıcalıkları korumak isteyen asker-sivil bürokratik mekanizma ve katmanların “esnek üretim”in ve “yönetişim”e dayanan örgütlenmenin gereklerine uymayan yapısının tasfiyesini talep etmekteydiler. Dolayısıyla, eskimiş olan ve yeni döneme yeterince yanıt vermeyen taşlaşmış mekanizmaya saldırırken demagojik bir tarzda ileri sürülen aşırı söylemlere balıklama atlayarak oltadaki balık haline gelinmemelidir.
Uluslararası bir tekel olan Unilever başkanının vurgusu da ya da Business International’in vurguladığı şey de “ulus devletin tasfiyesi” değil, “ulus devletin” yeni işlevlerle donanarak, yeniden yapılanarak yeni döneme yanıt vermesidir. Maisonrouge’nin burjuva rasyonalizmine aykırı gördüğü şeyin “ulus devlet” değil, “ulus devlet”in “temelde on dokuzuncu yüzyıldan kalma bakış açısı” olduğu açıklamasıyla vurguladığı şey, işte budur. Bank America’nın Başkanı A. W. Clausen’in “tüm ulusal kişiliğini üstünden atmış olan uluslararası şirket”, önü ulus devlet engeliyle, ulusal sınırlarla bağlanmayan bir ÇUŞ özlemi ve söylemi; eski ABD Dışişleri Müşteşarı ve Lehman Brothers International Şirketi Başkanı George Ball’ın, ulus devlet engelinden kurtulmuş, “kuruluş yasasını hiçbir ulusal devlete borçlu olmayan ve iş yaptığı her ülkeye yerleşebilen ya da yerleşmeyen uluslar-üstü şirket” istemi ve söyleminin özü, işte böyledir.
Yani burjuva ulus devlet, ÇUŞ’un/uluslararası tekellerin devleti olmalı. Buna uygun yenilenmeli. ÇUŞ’un çıkarları nerdeyse, burjuva ulus devlet orada olmalı. Yerküre, ÇUŞ’ların özgürce cirit attıkları bir cennet olmalı ve emperyalist dünya sistemi devletler hiyerarşisi de buna göre yeniden yapılanmalıdır. Burjuva ulus devletlerin siyasal ve coğrafik sınırları uluslararası tekeller için anlamsızlaştırılmalıdır. Burjuva ulus devlet, ÇUŞ’lu dönemin gereksinmelerine bağlı olarak, dünya pazarının gerekleri ekseninde yeniden şekillenmelidir. Çünkü dönem, dünya pazarını temel alan, “dünya pazarını yerel pazarı” olarak gören uluslar arası tekeller dönemidir. Burjuva ulus devletler sistemi de eskimiş yapıdan arınarak yeniden konumlanmalıdır. Çünkü ekonomi devletin değil, özel sektörün işi olmalıdır. Özel sektör, serbest piyasa ekonomisi, Adam Smith’in ön gördüğü “serbest piyasasının görünmez eli” her şeyi rayına oturtacaktır vb.
1971 yılında Business International tarafından Jamayka’da örgütlenen ve 64 şirketin üst düzey yöneticilerinin katıldığı “Yuvarlak Masa Toplantısı”nın temel gündemi, geleneksel yabancı düşmanı burjuva milliyetçi tepkilerin nasıl etkisiz hale getirileceğidir. Sorun, toplantıya sunulan gizli bir rapor ekseninde tartışılır. Ve toplantıda “ulus devlet”e karşı daha ince açılımlar yapılır. Oybirliğiyle varılan sonuç, şöyledir:
Ulus devlet sönüp gitmemektedir. Tersine, halkının sosyal düzeyini ve tüm çevresini düzenlemek ve iyileştirmek işlevinin çerçevesinde gelişecek… Çok-uluslu şirketlerle ulusal devletlerin birçok çıkarı aşağı-yukarı aynı çizgidedir. Gerginlik çıktığı zaman, sorunlar her olayda duruma göre çözümlenmelidir.” (age., s.77)
Bu sözlerde gizli olan ya da inceltilmiş demagojiler bir yana, ÇUŞ’lar bu kararla veya benzer kararlarla, kendi yardakçılarının iddia ettiği gibi, “ulus devletin sonunu” ilan etmiyorlar, aksine ulus devletin yeni döneme uygun şekillenmesini talep ediyorlar. Burada önemli olan kapitalizmin gerçek tanrıları olan ÇUŞ’ların saptamalarıdır, yoksa tekelci kapitalizmi, uluslararası tekelleri kutsayıp önünde diz çöküp gerdan kıran, yaltaklanan bilmem hangi “postmodernist”in, hangi “postmarksist”in, hangi “sol” liberal aydının ne dediği değildir. Burada kapitalizmin tanrıları konuşuyor, tanrıların konuştuğu yerde yaltakçı aşağılık sürüsünün bir değeri de olamaz zaten.
Burada işin birkaç boyutu vardır: İlki, “devletin elini ekonomiden çekmesi” ile dile getirilen şey, “ulus devlet”e ait olan kolektif kapitalist mülkiyetin (tekelci devlet kapitalisti mülkiyetin) sudan ucuza özelleştirmelerle ÇUŞ’lara devredilmesidir. İkincisi, “Ulus devlet”in (burjuva devletin), işçi ve emekçilerin yararına olan (ağır bedeller ödeyerek ve uzun yıllar yürüttükleri mücadelelerle kazandıkları ve yasa katına çıkarmayı başardıkları) sosyal yükümlülüklerini tasfiye ederek ekonomik, mali ve politik desteğini dizginsiz bir şekilde ÇUŞ’ların azami kar elde etmesinin arkasına koşulması isteğidir. Üçüncüsü, burjuva devletin, ÇUŞ’ların açık ortaklığıyla birlikte, dört dörtlük olarak, yeni tip teknolojik terörist güvenlik aygıtı olarak yeniden yapılanmasıdır.
Altyapıdaki değişme ve gelişmeler eninde sonunda üstyapının da yeniden yapılanmasını zorunlu kılar. Çünkü altyapıdaki değişim ve gelişimlerin politik üstyapı aracılığıyla hem önünün açılması ve hem de ileriye doğru hareketinin güvence altına alınması gerekir. Burjuva devlet, bunu başardığı oranda sermayeye karşı işlevini yerine getirmiş ya da gerçekleştirmiş olur. Hatırlatmak bile gereksiz: Devlet, bir sınıfın öteki sınıf üzerindeki egemenlik aracıdır. Devlet, egemen sınıfın hiçbir yasa ve kuralla bağlanmamış diktatörlük aracıdır.  Devlet, egemen sınıf zorunun kurumsallaşmış örgütlenmesi demektir. “Küreselleşme” ve “ulus devlet” incelenmesinde, tartışmasında bu temel gerçek, daima akılda tutulmalıdır.
Tarihsel olarak belirlenmiş ekonomik ve toplumsal ilişkiler sistemi ve ağı içerisinde, emperyalist ve işbirlikçi devletlerin görevi, verili ekonomik sistemi ve bu ekonomik sistemin bekası ve yeniden üretimi için, egemen sınıfların işlevsel yönetim erki olarak, toplumsal sürece müdahale etmektir. Dolayısıyla, emperyalist küreselleşmenin yeni dönem gereksinimi, tekelci kapitalizmin tekelci karakterinin daha yüksek bir temelde uluslararasılaşarak yoğunlaşmış olmasına bağlı olarak, siyasal üst yapının da yeniden yapılanması kaçınılmazdı. Kapitalist uluslararasılaşmanın yolunun aktif bir şekilde açılması ve güvence altına alması özellikle kendisini dayatmaktaydı. Bu durum, yeni ekonomik koşullara denk düşen tekelci devlet aygıtını, kaçınılmaz olarak, daha yüksek bir temel ve düzeyde merkezileşmiş, esnek ve vurucu gücü daha yüksek, burjuva terörist karakteri daha çıplak hale gelmiş bir “ulus devlet”i koşullamış ve üretmiştir. Bu ise gelişme ise, burjuva devletin yüzündeki “demokratik” peçeyi daha fazla aralayarak daha iğreti hale getirmiştir.
Kuşkusuz ki üstyapı ve özelde devlet egemen sınıf için toplumsal meşruiyeti sağlamak, egemen düşünceleri toplumun egemen düşünceleri olarak üretmek ve sürekliliğini güvence altında tutmakla yükümlüdür. Doğal olarak üstyapının ve devlet aygıtının bu işlevleri de her bir yeni dönemin koşullarına göre yeniden ve yeniden şekillenmektedir ve şekillenecektir. Bugün bu işlevler, “küreselleşme”nin gereksinmeleriyle uyumlu tarzda geliştirilip yetkinleştirilmekte, ideolojik, kültürel, sanatsal vb. üretim, eğitim-öğretim vs. buna göre biçimlendirilmektedir. “Neoliberal paradigma” ÇUŞ’ların saldırı programıdır. ÇUŞ’ların ve onların saldırı programının gelişimi, yükselişi ve hegemonyayı ele geçirişi süreci, doğal olarak, sınır tanımayan bir ideolojik saldırının eşliğinde gerçekleşmiştir. Bu saldırı, en açık saldırgan biçimlerden en ince, en “sol”cu biçimlere dek geniş bir yelpazede örgütlenmiş ve gerçekleşmiştir. Neoliberal ideolojinin türevleri olan postmodernizmin, postMarksizmin “küreselleşme” sürecinde oynadığı rol de, söz konusu yeni tip ideolojik hegemonyanın kurulmasında, toplumsal meşruiyetin üretilerek geliştirilmesinde işlevli bir rol olmuştur. Yani postmodernizmin ve postMarksizmin dizginleri de uluslararası sermayenin ellerinde olagelmiştir…
Devletin “ekonomiden çekilmesi” politikası, “ulus devletin” yeniden yapılandırılması isteği, tekelci kapitalizmin ulaşmış olduğu yeni tip birikim aşamasının, yeni tip uluslararası iş bölümünün, yeni kapitalist sermaye birikim modelinin bir gereğidir. Burada artık söz konusu olan, ekonomik örgütlenmesi başlıca olarak iç pazara dayanan, uluslar arası yatırımların henüz ikincil bir derece yer tuttuğu ama uluslar arası ölçekte sömürü yapan bir tekelci kapitalizm değil, dünya pazarını temel alan, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecini dünya pazarı ekseninde gerçekleştiren bir tekelci kapitalist gelişme evresidir. Artık eski “paradigma”ların geçersizleştiği koşullarda “ulus devlet”lerin köklü bir yeniden yapılanma sürecini yaşaması kaçınılmaz bir gereklilikti. Burjuva ulus devletlerin yaşadığı yeniden yapılanmanın maddi temelini işte bu gerçek oluşturmaktaydı. Merkezde, “refah kapitalizmi”nin, “Keynesçi”, “sosyal refah devleti”nin, bağımlı periferi de ise “ulusal kalkınmacı, ithal ikameci, devletçi” modelin tasfiyesi, bu yeni durumun ifadesidir. Değişen şey, ÇUŞ’lu kapitalizm döneminde burjuva devletin iktisadi (ve bağlı olarak politik) yükümlülüklerinin yeniden tanımlanması ve devletin (ve politik rejimin) bu bakımdan da yeniden yapılandırılmasıdır. Devlet, böylece, yeni dönemin, ÇUŞ’lu tekelci kapitalist dönemin gereksinimlerini karşılamakta, sürecin kendi doğrultusunda yoğunlaşmasına hizmet etmektedir.
Bu yeniden tanımlama ve yapılanmada burjuva devlet, yeni dönemin gereksinmeleriyle bağdaşmayan ve gelişmenin önünde engel hale gelmiş her türlü barikatı, kasisi vb. tasfiye ederek, uluslararası mali sermayenin özgürce yayılması ve sermaye ihracı önündeki engelleri temizliyor. Yeni ekonomi politikanın gerektirdiği politikaların (“serbest piyasa”, özelleştirme, borçların düzenli ödenmesi, esnek kur, kar transferlerinin serbest hale getirilmesi, sermayenin vergi yükümlülüklerinin azaltılması, emekçilerin sırtına bindirilen vergilerin azamileştirilmesi, iş gücünün ucuzlatılması, esnek çalışma düzeni, emekçilerin mücadeleyle kazandığı ekonomik, sosyal, siyasal hakların tasfiyesi, ekonomik ve mali yönetim aygıtlarının özerkleştirilerek IMF’ye vb. bağlanması, birleşme ve yutmaların finanse edilmesi, AR-GE’lerin finanse edilmesi, ulusal gelirin dağıtımının ÇUŞ’lar lehine yeniden düzenlenmesi vb.) uygulanmasını güvence altına alıyor. Yeni tip sermaye birikiminin gereksinmelerine yanıt oluyor.
Bu tablo içinde, daha hızlı uluslararasılaşan şey, üretim ve sermayedir. Ulusal sınırlar, ÇUŞ’lar için ortadan kaldırılıyor. Çünkü bugün ÇUŞ’lar için ulusal sınır” çizgisi, artık dünya sınır(lar)ıdır.  Ama aynı serbest dolaşım veya akış hareketi işgücü piyasası için geçerli değildir. Emperyalizme bağımlı, ekonomik ve mali bakımlardan köleleştirilmiş ülkelerden metropollere akan ve artacak olan göç hareketlerine karşı ise emperyalist devletler kapılarını daha sıkı kapatmaktadırlar. Göçe karşı tedbirler barikatı “çevre”de kurularak merkeze doğru pekiştiriliyor. Emperyalizmin, NATO’nun vb. emperyalist kuruluşların yoksul ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğunlaşacak olan göç hareketlerini 21. asırdaki en büyük tehlikelerden biri olarak vurgulaması boşuna değildir… ÇUŞ’ların, emperyalist devletlerin zenginliği hiç kimseyle paylaşmaya niyetleri yok, öyle ki bu, kendi işçi sınıfı ve halkları için de geçerlidir…
ÇUŞ’lu dönemde yeniden yapılanan burjuva devlet, yeni liberallerin, revizyonist tasfiyecilerin demagojik bir şekilde ileri sürdükleri gibi, “ ulusal ekonomilerin sonu”, “ulusal devletlerin sonu” falan değildir. Üstelik bilindiği gibi, bu propagandayı yapan alçaklar sürüsü de çok iyi biliyor ki, 90’lardan bu yana ulus devletlerin sayısı düşmek bir yana artmıştır; Yugoslavya’nın parçalanmasıyla, SSCB’nin ve bağlı kampın dağılmasıyla oluşan ulus devletler ve devletçikler de bunun kanıtı değil mi! Yani “ulus devlet”lerin sayısında hızlı bir artışın yaşandığı bir tarihsel kesitte bu demagoji de alabildiğine tırmandırılmıştı. Hatırlatılması gerekirse: 1914 tarihinde “ulus devlet” sayısı 62’dir, bu sayı 1946’da 74’e çıkmıştır; bugün ise ulus devlet sayısı 200 civarına ulaşmış bulunuyor.
Burjuvazi, ÇUŞ’lar, devletsiz yapamazlar. Unutulmaması gerekir ki, burjuva devlet, burjuva egemenliğin başlıca aracı ve temel dayanağıdır. Burjuva devletin “Keynesyen politikalar” sürecinde üstlendiği ekonomik ve sosyal yükümlülüklerin esnek kapitalist birikim sürecinde tasfiyesi, devletin tasfiyesi değil, aksine yeni dönemde, yeni işlevlerine bağlı olarak burjuva devletin yeniden yapılanmasıdır. Evet, siyaset ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir. Devlet, tarihsel olarak belirlenmiş verili üretim ilişkisini korumakla yükümlüdür. Ama burjuva devlet, ekonomik bir tabana (altyapı) dayanmasına ve bu temel üzerinde yükselmesine ve belirlenmesine karşın, öncelikle ekonomik bir olgu değil, politik bir olgudur. Politik olgular, başlıca olarak, politik olgulara dayalı analiz edilmelidir. Bu bağlamda, burjuva devleti inceler ve çözümlerken, doğal olarak, iktisadi gerçeklerle, iktisadi evrimle bağlı incelesek de (ki, bu kaçınılmazdır), çağın temel sınıfsal ve siyasal gerçeklerinden yola çıkarak burjuva devleti incelemekle ve tanımlamakla yükümlüyüz.
Hatırlatmak bile gereksizdir ki, altyapı ile üstyapı arasındaki bağ, mekanik bir bağ, otomatik bir bağ değildir, ama bu ilişkide son tahlilde belirleyici olan altyapıdır (ekonomi), üstyapı, son tahlilde altyapıya bağımlıdır. Ama “neoliberalizm çağı”nda, bu bağ, bugün, daha görünür hale gelmiştir. Dolayım ortadan kalkmamıştır ama daha görünür hale gelmiştir. Üstyapı, altyapı üzerinde aktif etkisiyle, altyapının önünü açarak gelişimini hızlandırmaktadır. Sanırım, yeridir, altını çizmek gerekir: “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.” “Eğer, sonradan herhangi biri, çıkıp da ekonomik etken tek belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. İktisadi durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri -sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları-, savaş bir kez kazanıldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb., -hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların, savaşıma katılanların beynindeki yansıları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların daha sonraki dogmatik sistemler halindeki gelişmeleri, hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yaparlar ve bir çok durumda ağır basarak onun biçimini belirler. Bütün bu etkenlerin etkisi ve tepkisi vardır, öyle ki ekonomik hareket, bu etkenlerin bağrında, sonunda, bir zorunluluk olarak, sonsuz raslantılar (…) yığını arasında kendine yol açmaya başlarlar.” (Engels)
Burada sorun, incelediğimiz sorun bağlamında, sorunun özü, burjuva devletin “küreselleşme” bağlamında uğradığı değişikliklerdir. Bu değişiklikler, ne burjuva devleti burjuva devlet olmaktan çıkarmıştır ne de kapitalizmin sınırları içerisinde devletsizliğe geçişi ifade etmektedir. Burada bütün sorunun özü, uluslararası tekellere dayanan emperyalist dünya sisteminin genel olarak üstyapısının, özel olarak da burjuva devletin bu yeni tekelci evrenin gerekleri ve gereksinmeleri temelinde yeniden yapılanmasından ibarettir. Ve burada “ulus devlet”in, yani burjuva devletin, yeniden yapılanarak, yeni evrenin ekonomik, politik, hukuksal, toplumsal gereksinmelerine yanıt vermesi ve süreci hızlandıracak bir işlevler sistemiyle yeniden donanmasıdır. Zaten olan biten “yönetişimci düzenlemeler” de bu temel olguyla bağlıdır. Böylece bu yeniden yapılanma süreci, uluslararası tekelci kapitalizmin ve onun temsilcisi olan uluslararası tekellerin ekonomik ve siyasal çıkarları temelinde önünün siyasal bakımdan açılarak, güvence altına alınarak, sürecin ivmelenmesini sağlamaktadır. İktisadi gelişme siyaseti değişim ve dönüşüme zorlamakta, siyaset, iktisadi gelişmenin çıkarları doğrultusunda değişerek, yeniden yapılanarak iktisadi gelişmenin önünü açmaktadır. İktisadi çıkarlar burada siyasal çıkarlar olarak dile gelmekte, hukuksal biçimler kazanarak burjuva sınıfın iktisadi ve sınıfsal çıkarlarını güvence altına almaktadır. Burada, egemen maddi ilişkiler egemen siyasal ilişkiler, egemen ekonomik ilişkiler, egemen hukuki ilişkiler, günümüzde ise “yönetişimci hukuki ilişkiler”, yönetişimci hukuk olarak yansımakta ve şekillenmektedir. Dolayısıyla “küreselleşme” ne “ulus devlet”in sonudur ne de sınıfsız bir dünyaya geçişi ifade etmektedir. Altyapısıyla, üstyapısıyla sürece damgasını basan ve biçimlendiren uluslararası tekellerdir. Söz konusu teoriler, tezler, propagandalar gerçekliğin çarpıtılmasından ibarettir.
Sorunun esasını ve özünü belirleyen, aydınlatan sorular şu sorulardır: Burjuva devlet, bir sınıf içeriğine sahip mi değil mi? Burjuva devlet, burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı mı değil mi? ÇUŞ’lu dönemin burjuva devleti, mali sermayenin ve ÇUŞ’ların egemenlik aracı olan bir devlet mi değil mi? Yeniden yapılanma ve yeni birikim modelinin uygulanması sürecinde ve bugün, egemen sınıflar, kapitalist dünya sisteminin zincirinin halkalarını oluşturan ve hiyerarşik uluslararası devletler sistemine dayanıyor mu dayanmıyor mu?
 Evet, burjuva devlet, bir sınıf içeriğine sahiptir; burjuvazinin başlıca egemenlik aracıdır; ÇUŞ’ların daha da yetkinleşen egemenlik aracıdır. ÇUŞ’lar, “neoliberal” politikalarını, başlıca olarak, emperyalist dünya devletler sistemine dayanarak uygulamaktadırlar. Demagoji ve manipülasyonla bu gerçekler yok sayılamaz.
20. yüzyıl ile serbest rekabetçi kapitalizm yerini emperyalist tekelci kapitalizme, burjuvazinin egemenliği yerini tekelci burjuvazinin egemenliğine bırakmıştır. Böylece burjuva devlet de emperyalist tekelci burjuvazinin devletine dönüşmüştür. Bugün ise tekelci burjuvazinin devleti uluslararası emperyalist tekellerin devletine dönüşmüştür. Dünün tekelci devleti, uluslararası karaktere sahip olmakla ve uluslararası çapta sömürü ve baskı vb. yapmakla birlikte ekonomik örgütlenmesi esas olarak ulusal pazara dayanan ve uluslararası karaktere sahip olmakla birlikte ulusal tekelci burjuvazinin devletiydi. Bugünün tekelci devleti ise, dünya pazarını temel alan, ulusal pazarını dünya pazarına tabii kılarak küresel ölçekte örgütlenmiş uluslararası tekellerin (ÇUŞ’ların) devletidir. 20. yüzyılın burjuva devleti ÇUŞ’lar tarafından ele geçirilerek ÇUŞ’ların devletine dönüştürülmüştür. ÇUŞ’ların doğuşu, gelişimi, öne çıkışı süreci tekelci devletin ele geçirilişi mücadelesinin de gelişmesinin tarihidir.
Evet, “Devlet, sınıf karşıtlıklarının frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” (Engels) Ama burjuva devletle egemen sınıf burjuvazi arasındaki ilişki otomatik bir ilişki, Tanrı-kul ilişkisi değildir. Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından doğan, toplumdan doğarak topluma yabancılaşan ve onun üstünde yer alan devletin, devlete hakim olan egemen sınıf karşısında bağımsızlığı değil ama göreli bir özerkliği vardır. Belli bir toplumda yer alan, belli bir çağda yer alan, iç ve uluslararası sayısız faktörün dinamik hareketinin basıncıyla kuşatılmış olan devlet bir yandan egemen sınıfın özsel çıkarlarını, verili üretim ilişkilerini korumakla, diğer yandan tek tek kapitalistlerin burjuva sınıfın kolektif sınıfsal çıkarlarına aykırı düşecek saldırganlığını önlemekle, öte yandan ezilen sınıfın, ezilen cinsin, halkların ve tabakaların hareketini dizginleyip yönetmekle, ezmekle vb. yükümlüdür. Bu bakımdan ayrıca Engels’in şu değerlendirmesi önem taşımaktadır.
“Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler. Her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklarından, ve aynı zamanda, daha önceden yürürlükte olan bütün hukuk sistemini hesaba katmak gerektiğinden, hukuksal biçim, her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır. Kamu hukuku ve özel hukuk, kendi bağımsız tarihsel gelişmeleri olan, kendi başlarına sistemli bir açıklamayla elverişli ve bütün iç çelişkilerin tutarlı bir biçimde elenmiş olmaları nedeniyle böyle sistemli bir açıklamadan vazgeçmeyen özerk alanlar olarak ele alınırlar.” (Felsefe İncelemeleri, s. 59, Sol Yay.)
Kuşkusuz ki devlet bir sınıfın devletidir. Sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir devletten bahsedilemez. Kuşkusuz ki burjuva devlet burjuvazi karşısında bağımsız bir devlet değildir. Devlet, sermayenin devletidir. Ama buna karşın devletin sermaye sınıfıyla ilişkisinde, sermaye sınıfının devleti etkilemesi, sivil ve asker bürokrasisini ikna etmesi, devlet iktidarının kaymak tabakasını rüşvetle, ekonomik gücüyle, siyasal bağlantılarıyla vb. etkilemesi gerekir. Meslekten asker ve sivil bürokrasi, burjuva politikacılar ve partilerin özellikle de her yeni ekonomik, politik, toplumsal dönüşüm aşamalarında yeniden yapılanırken sermaye sahiplerince ikna edilmesi gerekir. Bu olguyu, “küreselleşme” sürecinde yeniden yapılanan kapitalizm, burjuvazi ve devlet ilişkileri bağlamında ampirik olarak da gözlemleyebiliyoruz…
Dolayısıyla, burjuva devletin uluslararası tekellerin devletine dönüştürülmesi süreci, ÇUŞ’ların burjuva devleti ele geçirme ve dönüştürme mücadelesi verdikleri bir süreç de olmuştur. Tekelci kapitalist ekonominin uluslararası tekeller tarafından ele geçirilişi, ÇUŞ’ların başat güç haline gelişi devletin de ele geçirilişinin iktisadi temelini oluşturmuştur.
“Ulusal devlet” mali sermayenin, uluslararası tekellerin en güvenilir limanıdır. Burjuva devlet, tekellerin, mali oligarşinin en güçlü korunağı, en örgütlü siyasal ve askeri temel saldırı aracı, başlıca saldırı üssüdür. Burjuva devlete sırtını dayamayan tek bir ÇUŞ yoktur. Burjuva devlete ve devletler hiyerarşisine dayanmadan ayakta kalan ve sömürü yapan ve yayılan tek bir ÇUŞ gösterilemez. Dolayısıyla küresel yeni bir sınıfın oluştuğu ve bu sınıfın “ulus devlet”i tasfiye etmeye başladığı ve egemenliğini “ulus üstü” örgenliklere dayadığı vs. teori ve tezleri ve propagandası iğrenç bir demagojiden, gerçeklerin sınır tanımaz bir tahrifatından ibarettir.
Emperyalist kapitalizmin son dünya ekonomik krizi de, bir kez daha, bu olguyu ve olguları çarpıcı bir tarzda ortaya koydu zaten. Bu kriz sürecinde, her devlet kendi ÇUŞ’larını savundu, korudu, kolladı, destekledi. Uluslararası platformlarda ve toplantılarda burjuva devletler, iç çıkarları temelinde gruplaşmış devletler öbeği, kendi uluslararası tekellerinin çıkarları için mücadele yürüttüler. “Küresel sistem”in ortak çıkarları için birlikte davranmaya önem verseler de, hiçbir ülke kendi ÇUŞ’larını şu veya bu devlet ve ÇUŞ’u için feda etmeye yanaşmadı, güç dengelerinin elverdiği oranda, kendi burjuvazilerin çıkarları için savaşmaya devam ettiler. Yani kıran kırana bir rekabet mücadelesi keskinleşerek sürdü. Bu hegemonya ve rekabet mücadelesinde her bir ulus devlet kendi ulusal burjuvazisi ile birlikte hareket etti. Her ÇUŞ, kriz koşullarında, kendi ulusal devletinin güvenilir limanına sığındı vb.
 Kapitalizmin evriminin değişik aşamalarında burjuva devletin ekonomik, mali ve siyasal işlevlerinin yeniden tanımlanması ve yapılanması son derece doğal ve kaçınılmaz bir olgudur. Bilakis, kapitalizmin tarihi bunun kanıtıdır. Bugün de yaşanan şey budur. Ve dünyamızda uygulanan yeni politikalar, bilakis ÇUŞ’lar karşısında hizaya getirilen, dizayn edilen “ulus devlet”lere dayanılarak uygulanmaktadır. “Ulus üstü örgenlikler” de bu sistemin bir parçasıdır.
Burjuva ulusal devlet, kapitalizmin doğuşu ve yükselişi aşamasında, dağınık yerel pazarları tek bir ulusal pazarda birleştirmekle, ulusal pazarı sıkı sıkıya burjuvazinin çıkarları doğrultusunda örgütlemekle, sermaye birikiminin önünü açmakla, bu yükümlülüklerini enerjik bir şekilde üstlenmekle yükümlüydü. Kapitalizmin doğuşu ve yükselişi dönemi, kapitalist ulusal pazarın doğuşu ve yükselişi, bir dünya pazarının oluşması, ulusal pazarın dünya pazarına bağımlı hale gelişi, kapitalist dünya pazarının yükselerek pekiştiği, artan oranda daha fazla uluslararasılaştığı bir tarih kesitidir.
Kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasında öne çıkan olgu, ulusal pazarların ve ulusal devletin doğuşu ve yükselişi, burjuva devletin ulusal pazar üzerindeki tartışılmaz hegemonyasının kuruluşu ve tahkim edilişi ve giderek artan oranda kapitalist pazarın ve sömürünün, uluslararası kapitalist iş bölümünün korunması olgusudur.
Emperyalizm aşamasında öne çıkan genel eğilim ise, burjuva ulusal devletin aynı zamanda dünya pazarını koruma, kendi burjuvazisinin dünya egemenliği ve rekabet mücadelesinde üstünlüğü ele geçirmesi veya var olan üstünlüğünün korunması ve kapitalist uluslararasılaşmayı, dünya ekonomisinin bütünleşmesini hızlandırma ve kendi tekellerinin lehine düzenleme ve devrimleri, proleter devrimi ezme mücadelesidir.
Emperyalizm öncesi öne çıkan eğilim, ulusal devletlerin kuruluşu ve yaygınlaşması, serbest rekabetçi kapitalizm sonrası dönemde ise öne çıkan olgu ise, tekelci kapitalist uluslararasılaşmanın yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bu yoğunlaşmanın artan hızlanmasına bağlı olarak dünya pazarının ve bu pazarda kendi tekellerinin çıkarlarının enerjik bir tarzda savunulmasıdır.
Burjuva devletin iktisadi ve güncel politik işlevleri de her bir aşamada buna göre şekillenmiştir. Bugün emperyalist/kapitalist “küreselleşme”nin artan orandaki yoğunlaşması, merkezileşmesi kapitalist “ulusal ekonomilerin sonu”, burjuva “ulus devletin sonu” değil, aksine burjuva ulusal devletin yeni dönemde, yeni işlevlerinin tanımlanması ve yeniden yapılanmasıdır. Esas olarak emperyalizme bağımlı işbirlikçi devletlerin, eski modelde somutlaşan ekonomik işlevlerinin tasfiyesiyle, buna bağlı olarak, eski “ekonomik inisiyatif”lerini kaybettiği doğrudur. Keza emperyalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzeyde, bu ülkelerin devletlerinin kendi “ulusal” ekonomileri üzerindeki egemenliğinin göreli olarak zayıfladığı da bir gerçektir. Çünkü uluslararası “piyasalar”, orta özellikle de uzun vadede gelişmeleri belirlemektedir vb. Ancak bu, ne ulusal ekonomilerin, ne ulus devletlerin tasfiyesidir ne de “ulusal devlet”in ekonomik işlevlerini tümden yitirmesidir. Olan şey, “ulus devletin” ekonomik (ve politik) işlevlerinin yeni döneme göre uyarlanmasıdır. Bu bağlamda, emperyalizme bağımlı burjuva devlet, ÇUŞ’lu tekelci kapitalizmin yeni dönem ekonomik işlevlerinde, bu işlevlerin pratikleşmesinde aktif bir aygıttır. Emperyalist devletler, uluslararası tekeller, IMF, DB, DTÖ, OECD, Davos türü zirveler, AB, G-8, G-20 vb. gibi “küresel” emperyalist kurumlar, işbirlikçi tekeller “neoliberal” politikaları bilakis “ulus devlet”e ve “ulus devlet”lere dayanarak pratikleştirmektedirler. Böylece burjuva ulus devletler yeni dönem politikalarının yaşam bulmasının temel güvencesini oluşturmaktadırlar. Üretim ve dolaşım sürecinin dünya pazarı temelinde yükseldiği koşullarda, ulusal ekonomilerin dünya pazarı için üretim yaptığı koşullarda, her bir devlet, kendi “ulusal” sermayesinin peşinde ve önünde o pazarda olmak zorundadır. Bu durum “ulus devletler”in uluslararası pazarda aktif olmasını getirmektedir. Çünkü dünya ekonomisindeki küreselleşme ve entegrasyon süreci ve olgusu burjuva devletin uluslararası pazarlarda aktif olmasını koşulluyor, kaçınılmaz kılıyor, şekillendiriyor.
Tamda burada, burjuva ulus devletlerin ekonomik yeniden yapılandırma sürecindeki rolü pasifizm, seyircilik, iktidarsızlık, çaresizlik, inisiyatifsizlik vs. değil, aksine, enerjik bir müdahale, yolu düzleme, yeniden yapılandırmada sistematik müdahale, ekonomi politikaların ve ekonomik politikaların uygulanmasında merkezde duran işlevli bir duruştur. Zaten “ulus devlet” gibi, burjuva zor aygıtı olmadan, bu örgütlü zora dayanmadan sermaye, ne “merkez”de ne de “çevre”de emperyalist yeni tip liberal politikaları, esnek birikim stratejisini yaşama geçiremezdi de… Kapitalist emperyalizmin son uluslararasılaşma dalgası ile bir yandan uluslararasılaşmanın, öte yandan da bölgeselleşmenin ve ulusal ekonomik birimlerin önemi artmıştır. Bu son dalgayla burjuva ulus devletlerin rolü azalmak bir yana, burjuva devletlerin zayıflaması bir yana, yeni tip ekonomik işlevleri de daha keskin, daha enerjik hale gelmiştir. Geçmişe göre daha esnek, daha hareketli, daha akışkan, daha çıplak saldırgan ve rekabetçi hale gelmiş olan sermayenin iktisadi çıkarları ve gereksinmeleri söz konusu rol artışının maddi ve politik temellerini ya da arka planını oluşturmaktadır. “Küreselleşme”yle kapitalist emperyalizm çok daha saldırgan hale gelmiş bulunuyor. Böylece burjuva devlet de çok daha saldırgan, zorba bir devlet haline gelmiş bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı ve burjuva devlet, uluslararası tekellerin emperyalizmi aşamasıyla birlikte,  doğayı ve insanı daha yüksek ve geniş temel üzerinde derinlemesine tahrip etmektedir. Her şey, metalaşmakta, ticarileşmekte, piyasalaşmaktadır. Burjuva devlet ve uluslararası burjuva devletler sistemi yukarıdan bu sürecin yol açıcısı, aktif bir aracı, koruyucusu, teşvik edicisi konumundadır. “Küreselleşme”, Tanrının kendi suretinde insanı yaratması gibi, dünyayı kendi suretinde yeniden biçimlendiriyor. “Ulus devletler sistemi de emperyalist küreselleşmenin suretinde yeniden yapılanarak tarihsel rolünü oynuyor.  Tarihinde hiçbir zaman kapitalist üretim ilişkileri toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişimi önünde bu denli keskin, derin, kapsamlı, küresel engel haline gelmemişti. İşte bu çelişki ve çatışma, artan oranda burjuva devleti gericileştiriyor, siyasal gericilik eğilimini yoğunlaştırıyor, sermaye egemenliğinin dünyamıza “modern ortaçağ”ı dayatmasına yol açıyor. Burjuvazinin kendi ilerici ve devrimci rol oynadığı döneme fütursuzca saldırısı, ortaçağı küstahça yardıma çağırması, postmodernizmin emperyalizmin siyasal gericilik eğilimini bir de bu temelde formüle ederek küstahça savunması da söz konusu tarihsel ve politik gerçeklerle bağlıdır.
Vurgulamak isteriz ki, yeni (yani uluslararası tekeller tarafından yönetilen) emperyalist dönemin gereksinimleri, burjuva ulus devletin ve devletler sisteminin daha da merkezileşmesini gerektirmektedir. Ulusalcılarla liberallerin, farklı gerekçelerle de olsa, son tahlilde üzerinde birleşerek ileri sürdükleri gibi günümüzün devleti, zayıflayan bir devlet değildir. Günümüzün burjuva devleti, daha fazla merkezileşmiş devlettir. Merkezileştirilerek tahkim edilmiş, daha esnek ve vurucu bir güç olarak yetkinleştirilmiş burjuva devlettir. “Neoliberal devlet” yapılanmasında daha fazla öne çıkan olgu ne “demokrasi”dir ne de “devletin zayıflatılması”dır. Aksine demokratik biçimsel uygulamaların da geniş ölçekte tasfiye edildiği bir devlettir. Yasama ve yargı erklerinin zayıflatılarak geri plana itildiği ve her bakımdan burjuva yürütme erkinin öne çıkarılarak tahkim edildiği daha saldırgan bir devlet yapılanmasıdır. Ki burada yürütme erki, yürütmenin güçlendirilmesi salt hükümetlerle ilişkili de değildir, söz konusu yürütme erki, “yönetişim”ci modellemede, devletin ve hükümetlerin de yetkilerini “sivil toplum, özel sektör, devlet” bileşimine dayalı paylaşımı karakteristiğine sahiptir. Söz konusu yürütme erki ve erk paylaşımı, ekonomiden politikaya, kültüre dek uzanan ve şekillenen bir karaktere sahiptir. Nasıl ki “serbest piyasa ekonomisi” üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasını, merkezileşmesini, uluslararasılaşmasını ve “küreselleşme”nin yerelleşerek de güçlenmesini engellemiyorsa, aksine, ulusal ve uluslararası ölçekte tekelleşmeyi hızlandırıp güçlendiriyorsa, “serbest özgürlükler” de burjuva devleti ve yürütme erkini zayıflatmak bir yana geliştirip güçlendirmekte, daha fazla merkezileştirip tekelci karakterini yetkinleştirmektedir.
“Serbest özgürlükler”le geliştirilen ya da “serbest özgürlükler”in bir sac ayağı olan “ademi merkezileşme”, “yerinde yönetim”, “yerelleşme” de söz konusu merkezileşmeyi zayıflatmak bir yana, esnekleştirerek, bütünleşerek güçlendirmektedir. Üretimin ve sermayenin artan oranda yoğunlaşarak, merkezileşerek uluslararasılaşması (küreselleşmesi), doğası gereği ve “küresel dünya sisteminin” gereksinimi gereği, dünya burjuvazisinin egemenlik aracı olan burjuva devletlerin ve devletler sisteminin de küresel ölçekte merkezileşmesini, yoğunlaşmasını, uluslararasılaşmasını getirmektedir. Artık dünya pazarını temel alan, dünya pazarına kendi yerel pazarı olarak bakan ÇUŞ’lar gerçeğinde, burjuva devlet ve uluslararası devletler sistemi ve uluslararası hukuk, merkezileşmenin tasfiyesi temelinde merkezsizleşerek ilerleyemez ve ilerlemiyor da; bu, aşağılık bir burjuva demagojisidir. Aksine, özellikle merkezileşerek, daha fazla küreselleşerek, bu eksende yerelleşmeyle bütünleşerek ilerlemektedir. Dolayısıyla, esneklik, esnek merkezileşme, uluslararasılaşmasını ve merkezileşmesini yoğunlaştırarak, küresel yürütme erkleri dahil, kendini, tüm devletler sistemine artan oranda dayatmaktadır.
 Burada geçerli olan devletin, hükümetin, yürütme erkinin zayıflatılması değil, güçlendirilerek geliştirilmesidir. Eski yapısı, yetki ve işlevleri tasfiye edilen ve yeni dönemin gerekleri temelinde inşa edilen “neoliberal” burjuva devlet, “küresel köy”ün devleti değil, “küresel kentin” devletidir. Ve günümüzde dünyamız “küçülmüş” bir küresel kente dönüşmüştür. Kapitalist ekonomi, teknoloji, maliye, ticaret, politika, hukuk, kültür, ideoloji, toplumsal yaşam, toplumsal ilişkiler sistemi, proletarya ve burjuvazi, tüm bunlar, artan oranda küreselleşmiştir. Bugün dünyamız, tarihin hiçbir kesitiyle kıyaslanamayacak kadar daha fazla burjuva ve daha fazla proleter hale gelmiş bulunmaktadır. Doğal olarak daha fazla küreselleşmiş dünyamızda, kapitalizmin tüm çelişki ve çatışmaları, emek sermaye çelişkisi, krizleri, eşitsiz gelişimi, istikrarsızlıkları, hegemonya ve rekabet mücadelesi, çok kutupluluğu da küreselleşerek çarpıcı ifadeler kazanmıştır. “Küreselleşme”yle çelişkilerinden kurtulmuş, kriz ve savaşlardan arınmış, istikrarsızlıklarını geride bırakmış, demokratikleşmiş, “insan evladı” haline gelmiş, merkezsizleşmiş bir demokratik kapitalizm propagandası ise “dünyanın lanetlileri”ni, “ayakken baş olmaya” cüret eden, etmeye kalkanları ve kalkacakları aldatmak içindir. Ki bu propaganda da artık tutmuyor… Oysa neydi o 80’li ve 90’lı yıllar öyle…
Devam etmeden, yeridir, vurgulayarak dikkat çekelim;  devlet olgusuna, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenlik ve diktatörlük aracı olarak; egemen sınıfın zorunun örgütlenmesi olarak bakmayan, devletin sınıfsal içeriğini yadsıyan gerici, ütopik vb. akımlar ve propagandalar, örneğin “sosyal devlet ilkesi”nin tasfiyesini, kolektif kapitalist kurumlar olan ekonomik işletmelerin özelleştirilerek tekellere, holdinglere devrini, küreselleşmenin yerelleşmesini, küreselleşme merkezli, küresel denetime dayanan yerelleşmeyi, “ulus devletin tasfiyesi”, “devletin zayıflatılması” olarak sunmakta ya da bu doğrultuda manipülasyon yapmaktadırlar. Böyle olunca da hem esnekleşen, hem de merkezileşen, siyasal gericilik eğilimi derinleşen ve kapsamlılaşan, burjuva karakteri ve saldırganlığı daha da açığa çıkan “neoliberal küreselleşmeci devlet”i, zayıflayan devlet olarak lanse etmektedirler. Bir de bu yoldan proletarya ve halkların kafasını karıştırmaya çalışmaktadırlar. Sözde “modernizm” eleştirisi, dahası, düşmanlığı yapan “postmodernizm”in, “otoriter modernist devlet”e sadırırken gözetimin de “modern toplum”la sistematize haline gelerek toplumu pençesine aldığını ısrarla vurgularken, gerçekte, aynı üretim tarzı üzerinde ve tarihsel olarak “modernist” deneyim üzerinde yükselen ya da bu tarihi birikimi de basamak olarak kullanan “postmodern toplum”un söz konusu otoriterleşmeyi, gözetimi, “modern toplum”la kıyaslanamayacak derinliğe, genişliğe, yetkinliğe, hem de açıkça ve saldırganca getirdiğini ise gözden gizlemeye çalışmaktadırlar. Post’lu akımlar,  “modernizm”e, “ulus devlet”e çatarak, birde bu yönden “antiotoriter” operasyonal propaganda ile uluslararası tekellerin devleti ve devletler sistemini aklayarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar. “Küreselleşme”nin “yerelleşmesi”ni, yerelleşmenin küreselleşmesini, keza, gözetimin küreselleşmesini, küresel gözetimin yerelleşmesini, bu temelde ve kapsamda yönetişimci “devlet, özel sektör, sivil toplum, STK’lar” organizmasına dayanan “küresel yönetişim”i ve “yönetişimci yerelleşme”yi de devletin zayıflaması olarak pazarlayarak meşrulaştırıyorlar, bu yoldan da “neoliberal” devlet savunuculuğunu yapıyorlar. Örneğin, içinden çıkışın, kaçışın olmadığı, “her yerde” ve “hiç yerde” olan ama özgürleştirici “biyoiktidar”, “İmparatorluk” “analiz”leri de aynı sahteciliği dayatan teoriler ve propagandalardan ibarettir.
Devam edecek olursak.
Bu model, “neoliberal yönetişim”ci modeldir; “serbest piyasa+serbest özgürlükler+yönetişim=Uluslararası tekellerin iktidarıdır. “Yönetişim” “neoliberal paradigma”ya dayanır, “neoliberal paradigma”yı ve politikaları yaşama geçirmenin aracıdır. “Neoliberal paradigma” uluslararası tekellerin programıdır. “Neoliberal yönetme paradigması” demek olan “yönetişimci paradigma” da uluslararası tekellerin programını, ÇUŞ’ların çıkarları ve iktidarı temelinde düzenleme ve yönetmek program ve stratejisidir. Bu “paradigma”yı allayıp pullayıp pazarlamak için kullanılan kavramlar da çok şatafatlıdır: Etkinlik, verimlilik, şeffaflık, hesap verilebilirlik, insan hakları, serbest özgürlükler, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü vs. vs. Bu vb. kavramlar proletarya ve halkları yanıltmak içindir. Mesela “etkinlik” kavramı, bu kavram devletin piyasa ilkelerine göre çalışmasından ibarettir. Mesela “verimlilik” kavramı, devletin-bürokrasinin-kamu yönetiminin firma gibi çalışması, “sosyal devlet”e göre değil, kar-zarar üzerinde bütün maliyetleri ölçerek kar amaçlı davranması demektir. Kamusal mal ve hizmet üretimini özel sektöre sudan ucuza devrederek metalaştırılması, piyasallaştırılması demektir. (Tabii ki, bu arada, piyasanın ve yönetişimin bir gereği olarak, “etkinlik” ve “verimlilik” ilkelerine aykırı olduğu için, bir takım “toplumsal hak ve yükümlülük”leri ya da kamusal olan ve olması gereken bir takım kamusal yükümlülükleri de, çok ama çok “hayırsever” vakıflara, cemaatlara, “STK”lara, “gönüllü kuruluşlara” devredeceksin.) Mesela “şeffaflık”-“açıklık” ilkeleri, devletin, hükümetlerin emperyalist ve yerli sermayeye karşı şeffaf olmasıdır, hesap verebilmesidir. Ama işçi ve emekçiler söz konusu olunca aynı ilkelerin anlamı değişir, artık bu noktadan sonra “şeffaflık”, “ticari sır”dır, “devlet sırı”dır, demokrasiden, siyasetten dışlanmadır vb. Mesela “insan hakları”, “bireysel özgürlükler” demek ticaret özgürlüğüdür, sermayenin özgürce soyma özgürlüğüdür, sermaye ihracının önünde engel olan her türlü ekonomik, siyasi, toplumsal ayak bağının tasfiyesidir. Mesela “hukuk devleti”, “neoliberal devlet”tir, “hukukun üstünlüğü” “neoliberal hukuk”un üstünlüğüdür; anayasaların, yasaların, bir bütün “hukuk sistemi”nin başta emperyalist uluslararası tekeller olmak üzere sermayenin, sermayenin özgürce ve kesin güvenceler altında hareket etmesini sağlamayı ifade etmektedir. Mesela “elinoğlu”, o da sırf iyiliğimizi düşünerek,  gelip, cansiperane bir fedakarlıkla güzide memleketimize “yatırım” yapacak ama sen sırası gelince, vatan-millet-ümmet adına çıkıp aleyhinde kararlar vereceksin ya da verebileceksin. Olmaz işte! Bu vb. davranışlar, memleketin kalkınmasını ve demokratikleşmesini önler, hatta dahası bu vatan hainliğidir. Haddini bileceksin. “Küresel hukuk”, “uluslararası hukuksal standartlar” ne diyorsa yalnızca onu bileceksin. İşte o zaman sorun kalmaz. İşte “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” budur. Demek ki, serbest piyasa+serbest özgürlükler+serbest hukuk=insan haklarıdır. “Yönetişim” de böylece sözde insan merkezli, insan haklarını ve hukuku yücelten bir yönetişim olmaktadır; yerseniz tabii…
Yeni tip burjuva devlette öne çıkanın merkezileşme ve yürütme erkinin güçlendirilmesi olduğunu, “küreselleşme”ci, “yönetişim”ci düzenleyici, denetleyici, yön verici kurumların ve onların “anayasa”larının “ulusal”laşarak “yerelleşme”si, “küresel sözleşme”lerin, “küresel anlaşmalar”ın yerli hukuka dönüşmesi ya da dönüşme süreci, “ulus devlet”in, “ulusal hukuk”un bu temelde değişim geçirmesinden de görebilmekteyiz. Ayrıca, kararnamelerle yönetmek, ulusal hukukun devre dışı bırakıldığı “serbest bölgeler”in yaygınca örgütlenmesi, yine bu açıdan ilk akla gelen iki örnektir. Parlamentonun yetkisi dahilinde olan yasa yapmak, karar almak ve denetlemek işlevlerinin bir kısmının ve giderek genişleyen bir kısmının “bağımsız”, “özerk”, “yarı-özerk” yönetişimci bir dizi kuruma, koordinasyona devredilmesi, vb. yönetim biçimleri, “ulusal parlamento”yu, “milletin”, “ulus devlet”in tek meşru kaynağı olarak lanse eden “klasik ulus devlet”in, “klasik parlamenter demokrasi”nin de tasfiyesini ifade etmektedir. Böylece demokrasinin mabedi ilan edilen parlamento, burjuva diktatörlüğün yüzündeki bu demokrasi peçesi de adeta bir tarafa atılmaktadır. Burjuva mecliste, burjuva partiler arası rekabet ve pazarlık aracı haline gelen ya da getirilen yasa yapma, karar alma süreçlerinin devreden çıkarılması, burjuva parlamentonun ve partilerin toplumsal muhalefetin baskısı altına girerek yalpalamasını vb. etkisizleştirmek, bu vb. etki ve baskılardan azade, yürütme erkinin önünü açan, elini-kolunu serbest bırakan, “piyasa”nın, “ekonomik rasyonalite”nin, azami karın mantığına uygun, hızlı, etkin, verimli kararlar alan bir yeniden yapılanmadan da yürütme aygıtının, devletin ve yürütme erkinin güçlendirildiğini açıklıkla görüyoruz. Unutulmamalı: Günümüzün “ulus devlet”ti “neoliberal devlet”tir.
Bu yeni devlet yapılanmasında, yasama ve yargının görevi de yürütme erkini onaylamak, yürütmenin bir kaldıracı, köprüsü olmaktır. Burada söz konusu olan burjuva devletin, devletin merkezi yapısının ve güçlü yürütme erkinin tasfiyesi temelinde “merkezisizleşme”si, “hiç yerde” olması, “demokratikleşmesi”, değil, aksine “küresel sistem” ile uyumlu daha fazla merkezileşmesi, esnekleşmesi, yetkinleşmesi, iç ve uluslararası sermayenin devleti olarak “küreselleşme”nin gerekleri doğrultusunda işlevselleşmesi, proletarya ve halklara, devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı daha açık saldırgan bir devlet/diktatörlük olarak inşasıdır. Ki tüm bunlar, dizginsiz bir ikiyüzlülükle “demokrasi, özgürlük, insan hakları, hukuk devleti, özgürleştirme” söylemine bürünmüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Ki bu yeni tip devlet yapılanmasında, “küreselleşme”nin devletinde emperyalist siyasal gericilik eğilimi daha da yoğunlaşmış olduğu gibi, neofaşist eğilimlerle iç içe geçmiş bir yapılanma karakteristiği taşımaktadır. “Neoliberal devlet” uluslararası tekellerin devletidir ve bu devlet yapılanmasında, yapısal değişiminde, yeni tip işlevlerle biçimlendirilmesinde klasik burjuva demokrasisinin geniş ölçekli tasfiyesi, yoğunlaşan ve yalınlaşan siyasal gericilik ve neofaşizan eğilimlerle iç içe geçiş tipik bir olgudur.
 “Modernizmin” devleti “ulus devlet”tir, “modern devlet”tir, “postmodernizm”in devleti ise “postmodern devlet”tir, “yönetişimci devlet”tir. “Neoliberal devlet”, “neoliberal küreselleşme”nin devlet cephesindeki yanıtı ve cisimleşmesidir. Tüm bu dönüşüm süreci keskin bir sınıf mücadelesi temelinde gelişmiş, özellikle “89-91” dönemeci ile, dünya devrim dalgasının ve sosyalizmin prestijinin dibe vurmasıyla, kapitalist/revizyonist sistem ve kampın ve pazarın tasfiyesi ile, kapitalist dünya pazarının yeniden bütünleşmesiyle olağanüstü elverişli koşullarda olağanüstü hız kazanmıştır. Bu süreç, kapitalizmin sosyalizme, uluslararası burjuvazinin enternasyonal proletaryaya, devrime ve halklara karşı merkezi ve kapsamlı sistematik saldırılarının eşliğinde gelişmiş, geliştirilmiştir. Burada uluslararası politik güçler dengesinin son derece yaşamsal önemini görmekteyiz. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni bir temelde, daha yüksek bir maddi-teknik temel üzerinde uluslararasılaşarak dünyayı belirleyip biçimlendirdiği bir tarihsel kesitte, burjuva devletin ve burjuva devletler sisteminin de yeniden yapılanması, uluslararası bir dizi “yönetişim”ci mekanizmanın, küresel “yönetişim”ci bir ağın doğması, eski yapıların yeni dönemin gereklerine uygun hızla düzenlenerek işlevselleşmesi kaçınılmaz bir gereklilikti. Nitekim bu da gerçekleştirildi.
Ve kuşkusuz ki, sınıfsız, homojen, iç çelişkisiz, devletsiz, alternatifsiz küreselleşme ve  “ulus devletin sonu” sahte propagandasının aksine, “küreselleşme” sürecinin örgütlenmesinde en önemli araç burjuva devlet ve uluslararası hiyerarşik devletler sistemi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Ki gezegenimizi bir ahtapot gibi sarmış ÇUŞ’lar bu sürecin de önderleridir. Artık kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci dünya çapında, dünya pazarını temel alarak gerçekleşmektedir. Artık ulusal pazarı temel alan, ulusal pazar için üreten, üretim ve dolaşım sürecini, yeniden genişletilmiş üretim sürecini “küreselleşme”den yalıtık gerçekleştirebilen, ulusal pazarım her şeydir diyen kapitalizm, genel olarak diyelim, kalmamıştır; ulusal pazarın çıkarlarını dünya pazarının çıkarlarının üzerinde tutan, “küresel entegrasyon”a karşı direnen “ulus devlet”ler ise, askeri zor dahil, bin bir biçimde yola getirilmekte, yola getirilmeye çalışılmaktadır. Bu politika, örneğin Afganistan, Irak, Libya, Suriye örneklerinde doğrudan askeri, yarı askeri müdahaleler dahil sayısız yöntemlerle yaşama geçirilmekte, ya İran, Kuzey Kore gibi örneklerde kuşatma, her yönlü baskı kurma, “iç karışıklık” ve “bölme” dahil bir dizi saldırı biçimi kullanılmakta, askeri müdahaleye elverişli ortamlar yaratılmaya çalışılmakta ya da Venezüella örneğinde olduğu gibi, açıkça askeri darbeler örgütlenmeye çalışılmaktadır vb.
Dünya devrim dalgasının henüz bir atılıma dönüşememiş olması, dünya karşı devrim cephesindeki parçalanmanın keskinleşmesine karşın (ki bu eğilim de çok kutupluluğun gelişimine bağlı gelişmektedir), henüz çok keskin düzeylere gelmemiş olması, bu bakımdan da söz konusu müdahalelere nesnel olarak elverişli ortam sunmakta, yardımcı olmaktadır. Bu tablo içerisinde hareket eden ÇUŞ’lar ve ABD, söz konusu elverişli ortamı da arkalayarak, yeni dönemin önünde fiili ve resmi engeller haline gelmiş olan eski ideolojik, siyasal, iktisadi, toplumsal ilişkileri, ilişki biçimlerini daha fütursuzca tasfiye etmeye yöneldiler ve bunda da başarılı oldular. Yani, kapitalizmin dikey ve yatay gelişmesi, ulaştığı gelişme aşamasında yeniden bir yapılanmayı zaten dayatmıştı. Nitekim bu nesnel gelişme iradi müdahale alanına yansıdı ve kapitalist öznenin müdahalesiyle de yol düzlendi.
Ama kuvvetle vurgulamak gerekir ki, ne yerel ulusal burjuvazilerin son bulmasıyla küresel bir yeni sınıf oluşmuştur ne burjuva devletler kendi sermaye sınıfını savunmaktan, koruyup kollamaktan vazgeçmiştir ne de kapitalizm koşullarında ulusal devletlerin son bulmasıyla tek devlet ortaya çıkacaktır. Artık “ulus devlet”ler, kendi burjuva egemenlik ilişkilerini ve burjuvazisini dünya pazarını temel alan sermaye birikiminin gereksinmelerini karşılayarak, dünyaya açılarak, dünya pazarı için üreterek koruyabilir, geliştirebilirler. Eski birikim, eski uluslararası iş bölümü “paradigma”sına bağlı kalarak bunu başarması zaten mümkün değil; burada varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya “ulusal burjuvazi”ler. Sermaye birikimini büyütmek, etkinlik alanını geliştirmek, ulusal pazardan uluslararası pazara yayılmak, uluslararasılaşmak sermaye toplumunun ve burjuvazinin genetik kodlarında yatar. Bunu unutmak, görmezden gelmek ya da bilince çıkaramamak, gerçekte, kapitalizmi, emperyalizmi tanımamak demektir. Nitekim artık klasik burjuva milliyetçiliğinin mahkum edilmesi, milliyetçiliğin ya da ulusalcılığın yeni bir yorumunun geliştirilmesi de söz konusu gerçeklerle bağlıdır. Bu yeni dönemde, ulusalcılık/milliyetçilik, her ülkenin kendi burjuvazisinin dünya pazarı temelinde hegemonya ve rekabet mücadelesinde başarılı olması ve uluslararası pazarda yer tutma ölçütleri temelinde tanımlanmaktadır. Gitgide daha fazla kozmopolitleşen kendi burjuvazisinin dünya pazarında yer kapması için mücadele etmeyenler milliyetçi/ulusalcı olarak görülmemektedir vs. Buna göre, milliyetçiysen, gözünü dünya pazarına dikeceksin, kendi burjuvazinin ve devletinin küresel pazarda etkin olması için savaşacaksın…
Uluslararası tekellerin emperyalist kapitalizminin uluslararası düzeyde standartlaştırılmış yönetişimci ekonomi, devlet, hukuk, yasama, yargı, yürütme, devlet, toplum, birey ilişkisi politikası, emperyalist dünya sistemi temeline dayanan hiyerarşik devletler sistemini de belirleyip yönetmektedir. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, uluslararası tekeller, uluslararası bankalar, uluslararası özel kredilendirme kurumları, IMF, DB, OECD, WTO, G-8, AB, BM, NATO vb. gibi kurumlar süreci yönetmektedir. Örneğin, “BM Küresel İlkeler Sözleşmesi” türü “gönüllü sözleşmeler”  de araçlardan birisidir. (Ki “26 Haziran 2000 tarihinde Küresel İlkeler Sözleşmesi Proje’si New York’da bulunan BM Genel Merkezinde” onaylanmıştır. “İş dünyasının liderlerini”, şirketleri, işçi sendikalarını, STK’ları, BM’yi bir araya getiren bir sözleşme ve organizasyondur. Türkiye’den de TÜSİAD bu sözleşmeyi, “16. Kalite Kongresi kapsamında 12 Kasım 2007 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen ‘Küresel İlkeler Sözleşmesi Liderler Gala Yemeği’nde Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni imzalamıştır.” (Bkz., www.tusiad.org.tr/tusiad/etik/bm-kuresel-ilkeler-sozlesmesi/) Böylece “merkez”, bağımlı “çevre”yi de biçimlendirmektedir. Bir “inter emperyalizm”den, bir “ultra emperyalizm”den, bir “imparatorluk”tan, dolayısıyla tek bir “küresel devlet”ten, “küresel hükümet”ten bahsedemeyiz ki bu, kapitalizm koşullarında gerçekleşemez bir şeydir.  Ancak, dünya devletler sistemine dayanarak bir “küresel devlet”, “küresel hükümet” gibi çalışan, “küresel yönetişim”ci devletler sisteminden, kurumlar ve kurumlaşmalar ağından, bu devasa ağın işlevsel çarkından bahsedebiliriz.  
Yeni tip devlet örgütlenmesinde, “devlet, özel sektör, sivil toplum” örgütlerini kapsayan, yasama, yargı, yürütme erkleriyle donanmış, kendi bütçeleri olan özerk ve “bağımsız” kurumlaşmalar ağı mevcuttur. Bu yönetişimci ağ,  merkezi ve yerel devlet ağıyla bütünleşmiştir. Bu organizasyon, bir yandan merkezileşmeyi, merkezi yürütme erkini yetkinleştirmiş, diğer yandan “yerelleşmiş”, “merkezsizleş”miş”, esnekleşmiş, sermayenin inisiyatifini yetkinleştirmiş, böylece sermaye için iş bitirici devlet yapısı ortaya çıkmıştır. “Yerele yetki devri”, “geniş yerel özerklik”, “ademi merkeziyetçilik”, “özerk yerel yönetim ilkeleri”, “merkezisizleşme”, “yerindelik ilkesi”, “yerel demokratikleşme”, “yerel demokratik iktidarın artan önemi”, “demokratikleşmeyi ve sivil toplum dinamiklerini geliştirme”, “her şeyi merkezde çözmenin hantallığı”, “bürokratik verimsizliğe son verme”, “yerel yönetimler üzerinde idari vesayeti kaldırma”, “küresel düşünüp yerel davranan ademi merkeziyetçi yerel yönetim”, “yerel reformların artmış önemi”, “bölgesel dengesizliklerin giderilmesi”, “yerel bölgesel kalkınma”, dünya pazarını temel alan, dünya pazarına “yerel pazarı” olarak bakan uluslararası tekellerin ve esnek kapitalist birikim stratejisinin bir gereksinimidir ve böylece bu politika, pazarın hem derinlemesine hem de genişlemesine sermayeye özgürce açma politikasını ifade etmektedir.
 “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”, yukarıda işaret ettiğimiz küresel yönetişimci “neoliberal devlet”le bağlı bir özerklik türüdür. TC, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nı imzalarken, “Kürt sorunu” gerçeğinden hareketle bu sözleşmeye çok önemli şerhler düşmüştür. AB ve AB Konseyi çekincelerin kaldırılarak şartın onaylanmasını ısrarla talep etmektedir; AB İlerleme Raporlarında, Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi –ve Kongreleri- Türkiye’de ademi merkeziyetçiliğin güçlendirilmesini, merkezi yönetimlerin yerel yönetimler üzerindeki vesayetinin kaldırılmasını ısrarla talep etmektedir. “Bölge Kalkınma Ajansları”, Belediyelerin küresel aktörlerden borçlanma olanağı, örneğin pek çok yerel hizmetin taşerona devri gibi yöntemler, yeni birikim stratejisinin ve devletin yeniden yapılanmasının ifadelerindendir. “Bölge Kalkınma Ajansları”, ki TC bu anlaşmayı da imzalarken, bir kez daha “Kürt sorunu” gerçeğinin baskısı altında bu ajansları, “Bölgesel Kalkınma Ajansları” olarak değil, sadece “Kalkınma Ajansları” olarak kabul etmiş ve özellikle de Kuzey Kürdistan’da kurulacak KA’ların olası “tehlikeli” gelişmelerini hesaba katan bazı düzenlemeler yapmıştır. “Tek illi bölgeler” dışında kalan bölgelerde, KA’ların “karar alma organlarında kamu temsilcilerinin çoğunlukta olacağı şekilde tasarlan”ması öncelikle söz konusu “tehlike”yle ilgilidir. (“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”, Kabul tarihi 25/01/2006, Resmi Gazete’de yayınlanış tarihi 08/02/2006 olan “5449 Sayılı Kanun” Bkz. www.ekanun.net/kanunlar/kanunlar/5449-sayili-kanun)
“Bölge Kalkınma Ajansları” da, “küreselleşme”nin, “serbest piyasa”nın ve “yönetişimci devlet”in, “yönetişimci yerelleşme”nin, “yerel özerklik”in bir gereğidir. Yönetişimci yerelleşmenin içeriğini, hedef ve amaçlarını daha yakından görebilmek için ilgili kanuna daha yakından bakmak yararlı olacaktır.
Kanunun Amaç ve kapsam” bölümünde şunlar yazılıyor:
Madde 1 — Bu Kanunun amacı; kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek, kaynakların yerinde ve etkin kullanımını sağlamak ve yerel potansiyeli harekete geçirmek suretiyle, ulusal kalkınma plânı ve programlarda öngörülen ilke ve politikalarla uyumlu olarak bölgesel gelişmeyi hızlandırmak, sürdürülebilirliğini sağlamak, bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farklarını azaltmak üzere oluşturulacak kalkınma ajanslarının kuruluş, görev ve yetkileri ile koordinasyonuna ilişkin esas ve usûlleri düzenlemektir.”
“Ajansın görev ve yetkileri
Madde 5 — Ajansın görev ve yetkileri şunlardır:
a) Yerel yönetimlerin plânlama çalışmalarına teknik destek sağlamak.
b) Bölge plân ve programlarının uygulanmasını sağlayıcı faaliyet ve projelere destek olmak; bu kapsamda desteklenen faaliyet ve projelerin uygulama sürecini izlemek, değerlendirmek ve sonuçlarını Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına bildirmek.
c) Bölge plân ve programlarına uygun olarak bölgenin kırsal ve yerel kalkınma ile ilgili kapasitesinin geliştirilmesine katkıda bulunmak ve bu kapsamdaki projelere destek sağlamak.
d) Bölgede kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülen ve bölge plân ve programları açısından önemli görülen diğer projeleri izlemek.
e) Bölgesel gelişme hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik olarak; kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek.
f) 4 üncü maddenin ikinci fıkrasının (c) bendi çerçevesinde ajansa tahsis edilen kaynakları, bölge plân ve programlarına uygun olarak kullanmak veya kullandırmak.
g) Bölgenin kaynak ve olanaklarını tespit etmeye, ekonomik ve sosyal gelişmeyi hızlandırmaya ve rekabet gücünü artırmaya yönelik araştırmalar yapmak, yaptırmak, başka kişi, kurum ve kuruluşların yaptığı araştırmaları desteklemek.
h) Bölgenin iş ve yatırım imkânlarının, ilgili kuruluşlarla işbirliği halinde ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını yapmak veya yaptırmak.
i) Bölge illerinde yatırımcıların, kamu kurum ve kuruluşlarının görev ve yetki alanına giren izin ve ruhsat işlemleri ile diğer idarî iş ve işlemlerini, ilgili mevzuatta belirtilen süre içinde sonuçlandırmak üzere tek elden takip ve koordine etmek.
j) Yönetim, üretim, tanıtım, pazarlama, teknoloji, finansman, örgütlenme ve işgücü eğitimi gibi konularda, ilgili kuruluşlarla işbirliği sağlayarak küçük ve orta ölçekli işletmelerle yeni girişimcileri desteklemek.
k) Türkiye’nin katıldığı ikili veya çok taraflı uluslararası programlara ilişkin faaliyetlerin bölgede tanıtımını yapmak ve bu programlar kapsamında proje geliştirilmesine katkı sağlamak.
l) Ajansın faaliyetleri, malî yapısı ve ajansla ilgili diğer hususların güncel olarak yayınlanacağı bir internet sitesi oluşturmak.”
Kanunun “Genel Gerekçesi”nde ayrıntılı bir analiz yapılmaktadır. Çizilen tablo içerisinde BKA’ların, “küreselleşme”nin ve AB üyelik hedefinin zorunlu bir gereği olduğu da belirtilmektedir.  Birkaç paragrafı aşağıya aktarıyoruz.
Planda (8. 5 Yıllık Kalkınma Planı-bn.) ayrıca; dünyada ve Türkiye'de Yerel Sanayi Odaklarının, küresel ekonomi ve rekabet anlayışında meydana gelen değişimlerin birer ürünü olarak ortaya çıktığı ile yerel kurumların ortak hedefler doğrultusunda organize olması yanında, belirli sektörlerde uzmanlaşmış ve kendi aralarında bütünleşmeyi sağlamış KOBİ’lerin yer aldığı küçük ve orta boy kentlerin dünya ekonomisinde önemini giderek artırdığı vurgulanmaktadır. Ülkemizin sanayileşme sürecinde, ulusal kaynakların en etkili ve verimli şekilde kullanılmasını teminen, Türkiye’nin sanayi haritasının çıkarılarak, birbirini besleyen, birbirinin altyapısını tesis eden yatırımlar ile bölgesel gelişmeye yönelik projelerin destekleneceği belirtilmektedir.”
“Küresel rekabet süreci, karşılaştırmalı üstünlükler temelinde, yerel ve bölgesel uzmanlaşma sürecini de hızlandırmaktadır. Yerel girişimcilik, yerel kaynakların harekete geçirilmesi, bilgi ve beceri birikimi ve diğer yerel potansiyellere de bağımlı olarak, belirli sektörlerde uzmanlaşabilen yöreler, dünya ekonomisi içerisinde karşılaştırmalı üstünlük elde edebilmekte ve bu sayede ülke ortalamasından daha fazla büyüme ve gelişme şansı bulurken, ülkenin genel büyümesine, refah ve istikrarına da daha fazla katkı sağlayabilmektedir. Mevcut şartlar altında, ülkeler arası rekabetin artık kentler ve bölgeler arası rekabete dönüştüğü gözlenmektedir. Bölge ekonomilerinin, yeni ulusal ve yerel rekabet koşullarına ayak uydurma yeteneğini geliştirmek ve bunun için gerekli her türlü altyapıyı hazırlayabilmek için ise, çabuk karar alıp uygulayabilen, esnek ve dinamik yeni kurumsal yapılara ihtiyaç bulunmaktadır.”
“Bölgesel gelişme, bölge planlama ve yerel kalkınma alanında oluşan bilgi ve tecrübe birikimi, günümüzde “dengeli dağılım” hedefinin yalnızca sanayi faaliyetlerinin yer seçimini etkilemeye yönelik bölgesel politikalara bağlı olamayacağını göstermiştir. Bölgesel gelişme ve bölge planlama alanında, dünyadaki anlayış ve uygulamalar son 20 yılda çok büyük bir değişim göstermiştir. Her şeyden önce bölgesel gelişmenin ülke içi ve dışı çok yönlü bir etkileşim sürecini gerektirdiği anlaşılmış ve merkezden yönlendirilen, sadece içe dönük yerel, kırsal, kentsel veya bölgesel gelişme modellerinin başarılı olamadığı görülmüştür. Aynı şekilde yerel aktörlerin hem planlama, hem de uygulama safhalarında sürekli aktif olması, sahiplenme göstermesi, araştırma ve proje üretme kapasitesi geliştirmesi ve bunu kurumsallaştırması başarılı bölgesel/yerel kalkınma modellerinin en önemli özelliği haline gelmiştir. Buna bağlı olarak, zaman ve mekan boyutunda, planların esnek, dinamik ve paylaşımcı bir anlayışla yapılmasını ve uygulanmasını gerektiren bu değişimi zorlayan etkenlerden biri de küreselleşme olmuştur.”
“Bu bağlamda, artık, bütün dünyada bölgesel gelişme planlarının hareket noktası sadece bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarını gidermeye yönelik değildir. Yeni bölgesel gelişme ve planlama anlayışının en önemli özellikleri; sürdürülebilir, dengeli, insan odaklı, esnek, rekabetçi, katılımcı olması ve yerel aktörlerin çabalarını, yerel potansiyelleri ve dinamikleri, stratejik yaklaşımı, öğrenmeye dayalı uygulamaları içermesidir. Bu bakımdan, yerel/bölgesel dinamiklerin ve potansiyelin tespiti, bunların ulusal öncelikler ile uyumlu olarak yerinde ve katılımcı bir anlayışla, ortak akıl kullanılarak planlanması, esnek, aksiyona dayalı, rol paylaşımına açık ve insan odaklı programlar, gelişme politikaları ve rekabetçi projeler ile desteklenmesi aşamalarında yerelde teknik kapasitesi yüksek bir kurum gerekli olmaktadır. Bu bakımdan, bölgesel gelişme uygulamalarımız ile bölge planlarımızın etkinliğinin ve başarısının yükseltilmesi, bölgelerin ülkemizin genel büyümesi, gelişmesine, refahına ve istikrarına katkısının artırılması, sosyal uyum ve adaletin temini ve değişen küresel rekabet şartlarına adaptasyonun sağlanması amacıyla, çağdaş gereklere uygun olarak, gelişmiş ülkelerde bir çok örnekleri görülen Kalkınma Ajanslarının (KA) en kısa zamanda kuruluşu ve işler hale getirilmesi gerekli görülmektedir.”
“Devlet, özel sektör, sivil toplum örgütleri” organik birliğiyle, BKA’ları, “ulusal ve uluslararası piyasalarda etkin rekabet için gerekli örgütlenme ve dayanışma kültürü”nü geliştirmek, “Ulusal ve küresel rekabet, özellikle esnek ve dinamik üretim yapılarıyla değişen koşullara kolay ayak uydurabilen” yerel girişimciliği geliştirmek, “küreselleşme süreci”nin sunduğu avantajları değerlendirmek, bu bağlamda, bir taraftan küresel düzeyde yaşanan gelişmeleri yerel düzeye aktarırken, diğer taraftan da yerel potansiyeli, varlıkları, üstünlükleri ve özgünlükleri küresel pazarlara taşı”mak, bu ajansların görev ve sorumlulukları içerisine girmektedir. “Burada, hem küresel şartların iyi yorumlanması ve yerele iyi aktarılması, hem de yerel potansiyelin tespiti ve toplanan yerel-bölgesel bilginin küresel piyasaya özgün ürünler veya hizmetler halinde pazarlanması ajanslar türünde teknik kapasitesi yüksek, uzmanlaşmış bir kurumun varlığını gerektirmektedir.” Ajanslar, “girişimcilik ruhunu ve kültürünü harekete geçirip, yönlendirecek ve bunun için gerekli ilk destekleri sağlayacak kurumsal kapasite”leri geliştirmekle yükümlüdür.
“Ajanslar, kamu-özel sektör ortaklığı anlayışına uygun bir yapıda kurulmaktadır. Bu bakımdan, normal kamu kuruluşu niteliğinde bir kurum olmadığı gibi tasarıda düzenlenmeyen bütün işlemlerinde özel hukuk hükümlerine tabi olarak faaliyet gösterecektir. Bu yapı, ajansların istihdam ve harcama usullerinde, kamu kurum ve kuruluşlarının tabi olduğu genel bütçe, harcama, ihale, işe alma, işten çıkarma, personel ücret ödemesi, muhasebe yöntemlerinden bağımsız olarak esnek hareket edebilen, küçük fakat etkin ve dinamik bir birim olmasını sağlayacaktır. Hantal, büyük ölçekli, geniş kadrolu bir kuruluş olmayacak, bilakis küçük, etkin, çekirdek bir teknik kadroyla çalışan, destek hizmetlerinin hemen hemen tamamını maliyet etkin bir yöntemle hizmet satın alması ile temin eden, oluşan yeni şartlara çabuk adapte olabilen esnek bir yapı olacaktır.” 
“Ajansların teşkilat yapısı, danışma işlevi daha ağırlıklı olan geniş katılımlı bir Kalkınma Kurulundan, karar alma organı olarak kamu-özel sektör işbirliği ile çalışacak bir yönetim kurulundan ve teknik kapasitesi yüksek, etkin bir özel sektör kuruluşu gibi faaliyet gösterecek olan icra organı niteliğindeki Genel Sekreterlikten oluşmaktadır.”
“Bir örnek vermek gerekirse, Hazine Müsteşarlığı ülkemize daha çok yabancı sermaye çekilmesi ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının artırılması gibi bir işleve sahiptir ve bu açıdan yabancı sermayeye yönelik bir promosyon yapması gereklidir. Ajansların ise bölgesel/yerel, potansiyeli, dinamikleri tespit edip değerlendirerek, yerel aktörleri örgütleyerek bu potansiyeli ulusal ve uluslararası piyasalara, yatırımcılara hazır bir paket halinde sunma kapasitesi olacaktır. Bu bakımdan, ajansların, Hazine Müsteşarlığı kanalıyla, yabancı yatırımcıya yer seçimi de dahil bütün ilgili destekleri ve potansiyelleri içeren somut önerileri bir paket halinde sunması Hazine Müsteşarlığının yabancı sermaye alanındaki işlevini tamamlayıcı, destekleyici ve etkinleştirici olacaktır. Bir bakıma, bu kuruluşlar Hazine Müsteşarlığının yurt içi destek ağı gibi çalışabileceklerdir. Ajansların buna benzer uygulamaları yatırımı ve girişimciyi destekleme, kırsal kalkınma, küçük altyapının temini, turizm ve çevre gibi alanlarda da ilgili bütün kuruluşlarla işbirliği içinde yürütmesi hedeflenmektedir.”
Burada yoruma gerek yok, tablo açık: Klasik ulus devlet “paragidma”sı bir tarafa atılıyor, “küreselleşme yerelleşiyor”, “yerelleşme küreselleşiyor”. Altyapısı ve üstyapısıyla “serbest pazar ekonomisi” yerelleşiyor, dünya pazarını “yerel pazarı” ilan eden ÇUŞ’lar yalnızca ulusal pazara değil, ulusal pazarın yerel pazarına da el atıyor, tüm toplumsal yapının kılcal damarlarına dek yayılarak kurumsallaşıyor, kurumsallaşarak yayılıyor. Bu “yerelleşme”, “ademi merkezileşme”, tepesinde ÇUŞ’ların oturduğu merkezileşmeyi, zayıflatmak bir yana, olağanüstü besliyor, güçlendiriyor. ÇUŞ’ların kanat çırpışı “kelebek etkisi” yaratıyor. Süreç, “küresel yeni dünya düzeni”nin nesnel ve öznel mantığı ekseninde ve çerçevesinde hem derinlemesine, hem de genişlemesine ilerliyor. “Küreselleşme”nin tanrıları ÇUŞ’lar “klasik” birikim modelini ve ulus devlet biçimlenmesini tasfiye ederek “küresel yönetişimci paradigma” gemisinde yol alıyorlar. “Küreselleşme” BKA’ların da köprüsünden geçerek, “volan kayışlarından” akarak yereli de içselleştiriyor. Sermayenin özgürce akışı her yerde, her düzeyde güvenceye alınıyor; önünde engel olan ne varsa temizleniyor, yol temizliği yapılıyor. “Yerelleşme projesi”nin özü-özeti budur. BKA’lar da söz konusu misyonun önemli araçlarından birisidir.
Bu gelişme çizgisi, “ulus devlet”in klasik yapılanmasıyla, yetkileriyle, hukukuyla, yönetme gücüyle, yönetim tarzıyla, yöntemleriyle bağdaşmıyor. “Küreselleşme” çizgisinde, “ulus devlet” “yönetişimci devlet” olarak yapılanırken ya da dönüşürken, doğal ve kaçınılmaz olarak, bir dizi yetkisini, bir yandan uluslararası kurumlara diğer yandan da yerel yönetimlere aktarıyor. Klasik/geleneksel yapıdaki inisiyatifi ve yetkileri, o sınırlardaki kontrolü ve göreli özerkliği kalmıyor. Örneğin, “küresel aktörler” yerel yapılarla, yönetimlerle doğrudan bağ kurarak iş bitiriyor vb. Burada coğrafi sınırların, fiziksel mekanların bir önemi kalmıyor. Zaten “yerelleşme” bunun için, uluslararası sermaye için gereklidir. Ki bu ilişkiler sistemi, “küresel hukukla”, “küresel hukuk”un “iç hukuka” dönüşmesiyle de güvence altına alınmıştır. Artık “homojenleştirici ulus devlet”ler, eski biçimiyle, “bu çöplüğün horozu benim” diyememektedir. Artık “ulus devlet” benim iç işimdir diyememektedir. Yeni dönemle birlikte “iç işler” “dış işlere”, “dış işler” “iç işlere” dönüşmüş durumda. “Yerel küresele, küresel yerele” dönüşmüş durumda. “Yerel farklılıklar bir zenginliktir” vurgusu, yerel ulusal, etnik, cinsel, kültürel vb. kimliklerin ve yönelimlerin, görünüşte “katılımcı demokrasi”, “çoklu demokrasi”, “yerel demokratik katılım”, “doğrudan katılım” vb. slogan ve propagandasıyla yüceltilmesi, gerçekte, “küreselleşme”nin yerelleşmesiyle, “yerel zenginlikler”in metalaştırılmasıyla, ideolojk manipülasyonla, “küresel” politik baskının örgütlenmesiyle, “yönetişim”ci STK’lara da alan açılmasıyla vb. ilgilidir. Yoksa küresel emperyalizmin “katılımcı demokrasi”ye aşık olmasıyla hiçbir bağı bulunmamaktadır. Burada “neoliberalizm”in, “postmodernizm”in “modernizm”i, “modern devlet”i tüm kötülüklerin kaynağı gibi göstererek kapitalist üretim tarzını ve emperyalist dünya sistemini ve ÇUŞ’ların hegemonyasını aklama, meşrulaştırma aşağılık manevrasıyla, yalan rüzgarıyla karşı karşıya olduğumuz çok açıktır. 
  Bütün bu düzenlemeler bir sisteme dayanmakta ve şekillenmektedir. “Neoliberal yönetişimci paradigma”nın “toplam kalite yönetimi”, “performans” denetimi kriteri, “kar ve zarar” ölçeği, “rekabet” ölçeği, “kamu yönetim reformları” devlete ve siyasete de damgasını basmaktadır. Burada söz konusu olan “küreselleşmenin”, “neoliberal piyasa”nın gerekleridir. Burada burjuva devletin yanı sıra, burjuva siyaset “sınıfı” ve partiler de “küreselleşme”ye, “neoliberalizm”e, “yönetişim”e uygun bir yeniden yapılanma sürecinden geçmiştir ya da geçmektedir. Bu tabloda işçi sınıfının, emekçilerin “ulus devlet” ve politik sistem ve aygıtları, araçları üzerindeki baskısı ve olası etkisi zayıflatılmakta, bu kesimler geniş ölçekte siyasal yaşamın dışına sürülmekte, “siyaset alanı” daraltılmakta, ulusal, bölgesel, uluslararası “yönetişim”ci ağlar sistemiyle, mekanizmalarıyla, zaten zayıf olan emekçilerin katılım, temsiliyet, etkileme, denetim olanakları ellerinde alınmakta, siyaset ve karar alma iradesi tekellerin ve sözcülerinin alanı olarak yeniden şekillendirilmektedir.
Burada “halk egemenliği”, “bağımsız ve egemen ulus”, klasik yurttaşlık ilkeleri biçimsel bakımdan bile tasfiye edilmekte, politika ve karar alma ve denetleme hak ve yetkisi “devlet, sivil toplum örgütleri, özel sektör”ün “yönetişim”ci aygıt ve mekanizmalarına bırakılmakta, hukuki çerçeve de böylece biçimlendirilmektedir. “Serbest özgürlükler”, “liberal özgürlükler”, “demokratikleşme”, “insan hakları” kavramlarında vurgulanan şey, ticaret özgürlüğüdür, girişimci özgürlüğüdür, “piyasa”nın, “piyasaların” özgürlüğüdür, kapitalist bireyin bireysel “özgürlükleri”dir, sermayenin özgürce soygun, vurgun yapma özgürlüğüdür, yoksa emekçilerin kullandığı ve kullanacağı ya da kullanabileceği kolektif haklar, demokratik hak ve özgürlükler değil. Bunlar zaten ortadan kaldırılıyor, tırpanlanıyor, gasp edilmeye çalışılıyor. Birincileri ortadan kaldırarak, ikincileri amaçlaştırıp kutsamak “yönetişim”ci (devletin ve) yeni hukuk sisteminin de ruhudur. “Toplumsal sözleşme” bu temeller üzerinde yükseltilmektedir. Yeni tip devletin ya da “yönetişimci devlet”in “toplumsal sözleşmesi” “serbest piyasa”ya, “liberal özgürlükler”e, “şirket devlet”e dayanmaktadır.
Burada “eşit yurttaşlık” statüsü de yok artık. Devlet-yurttaşlık esası yerini kapitalist işletmelere özgü şirket-müşteri ilişkisine bırakmakta, yurttaş yurttaş olarak değil, devletin müşterisi olarak görülmektedir. “Piyasa”nın mantığı olan “paran kadar adamsın” mantığı, yerini, yurttaşlık bağlamında “paran kadar yurttaşsın”a bırakmaktadır. “Piyasa”nın mantığı artık “yurttaş”lığın mantığıdır. “Toplumsal sözleşme”yle, anayasayla güvenceye alınmış, ekonomik, sosyal, siyasal haklara sahip yurttaşlık, “eşit yurttaşlık” yerini bu hakların tasfiye edildiği, “paran varsa yurttaşsın”a bırakmıştır. Güçlü olan yaşar, güçlü zayıfı ezer, altta kalanın canı çıksın, işte kapitalist cangılın, “piyasa ekonomisi”nin, “piyasa devleti”nin, “piyasa hukuku”nun, “piyasa”nın “adalet”inin gerçeği bu. Artık yurttaşlık hukuku çok kaba bir biçimde hakları olmayan ama “piyasa”ya karşı yükümlülükleri olan bir “yurttaşlık” hukukudur. Artık yurttaş değil, müşteri, tüketici, girişimci, kapitalist şirket var. Kamu hizmetinde yararlananların “yurttaş” değil de “müşteri olarak tanımlanmasından da bunu açıkça görmekteyiz. Eh, bu da “şirket devlet”le gayet uyumlu bir tablodur.  “Sosyal devlet”in, burjuva demokrasisinin tasfiyesi eşit yurttaşlık hakkının, toplumsal-politik bir statü olarak yurttaşlığın da tasfiyesinde ifadesini buluyor. Yeni tip kamusallık ya da neoliberal kamusal alan tanım ve yapılanmasının içeriği, özel kapitalist mülkiyetin, özel kapitalist sektörün, özelleştirmenin, her şeyi metalaştırmanın, ticarileştirmenin kutsanması yasa katına çıkarılması teori ve pratiği olarak anlam kazanmaktadır. Artık birinci sınıf, ikinci sınıf…, dahası yurttaş olmayı hak etmeyen “yurttaş”lar vardır. “Eşit yurttaşlık” örtüsü her ne kadar sınıflı toplum gerçeğini gizlemeye, manipüle etmeye hizmet etse de, gerçekte o, uzun bir tarihi mücadelenin sonucu kazanılmış bir haktır.
Devam edecek olursak: Burjuva devletin, burjuva siyasetin, burjuva partilerin, burjuva parlamentonun deyim yerindeyse, apolitikleşmiş, adeta teknikleşmiş çerçevede “küreselleşme”nin gereksinmeleri ekseninde politika yapar konuma getirilmesi uluslararası tekellerin emperyalist kapitalizminin gerçekleridir. Söz konusu “teknikleştirme” salt “devletin ekonomiden çekilmesi”yle ilgili değildir, aynı zamanda burjuva siyaset alanı için de geçerlidir; kuşkusuz ki bu da burjuva siyasetin bir biçimidir, burjuva siyasetin “küreselleşme”nin, “neoliberal paradigma”nın gerekleri temelinde yeniden biçimlenmiş halidir. “Siyasetten arınmış siyaset” de, burjuva siyasetin kendisidir. Burada sınıfa, halklara, ezilenlere dayatılan şey ise apolitikleşmedir, depolitizasyondur, gönüllü itaattir, rızanın üretimidir, bu da yetmedi mi, o zaman da politik şiddettir.
Erk sermayedir. Devlet erki de sermayenin erkidir. “Küreselleşme” ile bu gerçek daha çıplak görünür hale gelmiştir. “Yönetişim” de sermayenin erkinin temel yöntemlerinden birisidir. “Yönetişim” “postmodern çağ”ın “postmodern” yönetim yöntemidir. “Yönetişimci devlet” “postmodern” burjuva iktidardır. Burada demokrasinin, özgürlüğün, açıklığın vs. gerçekleşmesi, yaygınlaşması, “toplum”a yayılması vb. söz konusu değildir. İdeolojik manipülasyon, apolitikleştirme, yoğunlaşıp yaygınlaşan siyasal ve toplumsal gericilik, sömürülen, ezilen, toplumsal adaletsizliğin pençesinde olan sınıf ve tabakaların, toplumsal kategorilerin, bireylerin dışlanması, aşağılanması, gözden çıkarılması “postmodern yönetim”in temel karakteristiklerinden bazılarıdır. Saldırgan ekonomik zor, siyasal baskı, asker, polis, istihbarat terörü, ileri teknolojiye dayanarak toplumun tüm gözeneklerine kadar 24 saat, her saniye denetlenmesi; askeri-sınai kompleksin, “savunma ve güvenlik”in sayısız biçimlerde özelleştirilerek geliştirilmesi; “suç” kavramının, “iç ve dış düşman ve tehditler”in “küreselleşmenin, neoliberalizmin” gereksinmeleri temelinde yeniden tanımlanarak düzenlenerek yasa katına çıkarılması; “küreselleşme”ye direnen ülke ve devletlerin askeri saldırganlık ve işgallerle yola getirilmesi, “neoliberal devlet”in gerçekleridir.
Dünya çapında artan emperyalist saldırganlık, kıran kırana süren hegemonya ve rekabet mücadelesi, askeri-sınai kompleksin yeni teknolojik temelde yenilenerek yükselişi, “ulus devlet”lerin askeri harcamalarının, “savunma ve güvenlik” harcamalarının azalmak bir yana hızla yükselişi günümüzün sözde çok demokrat, demokrasi sevdalısı “neoliberal devlet”inin tipik gerçeklerindendir. “Küreselleşme”yle birlikte insanlığın ilk kez bir “demokrasi çağı”na girdiği, “demokrasi”nin tüm dünyayı ve ülkeleri kapsayarak ilk kez özgürce bir çığ gibi büyüyerek yayıldığı yalanı artık tutmuyor günümüzde. Bütün bu söylem ve propagandalar, “neoliberal” kapitalizmi, uluslararası tekellerin emperyalizmini meşrulaştırmak için yapılan demagoji ve manipülasyondan ibarettir. Kuşkusu ki 24 saat, her salisya çalışan söz konusu sistematik, esnek, vurucu gücü yüksek demagoji ve manipülasyon fabrikası, sistemin efendilerini, ÇUŞ’ları, sermaye sınıfını, “ulus devlet”leri aldatmak için değil, yeryüzünün lanetlilerini, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler, emekçileri aldatmak ve baş kaldırmalarını önlemek içindir…
Kapitalizmin metropollerinde emperyalist devlet uluslararası tekellerin devletine dönüşmüştür. Artık uluslararası tekellerin ulusal tekellere, uluslararası tekelci devletlerin de ulusal tekelci devlete geri dönüşü olanaklı değildir ve olmayacaktır. “Girişimci devlet”, “düzenleyici devlet” “verimli devlet”, “rekabetçi devlet”, “şirket devlet”, “şirketleşmiş devlet”, “minimal devlet”, “piyasa için devlet”, “yönetişimci devlet”, “karşılıklı bağımlılık ilkesi”ne dayanan devlet “neoliberal devlet”in değişik formüllerini ifade etmektedir. “Neoliberal devlet”, dünya pazarını temel alan, kar için üretim yapan, azami kar peşinde koşan, dünya pazarlarında hegemonya ve rekabet yürüten uluslararası tekellerin devletidir. Azami kar için emperyalist dünya pazarında kıran kırana süren ve gittikçe de şiddetlenen hegemonya ve rekabet mücadelesinde “ulus devlet”, “neoliberal devlet” olarak hem dünya proleter devrimine karşı hem de emperyalist rakibe, rakiplerine karşı uluslararası tekelleri korumak, vuruşmak, hem önünde hem de arkasında olmak işlevleriyle donanmış devlettir. Ulusal pazarın daha fazla “küreselleştiği”, “küreselleşmiş pazar”ın “ulusal”laştığı bir dünya gerçeğinde, zaten başka bir şey de olamaz. Burada “küreselleşen devlet”le, eğer tabir uygunsa, yönetişimci eksende “devletleşen küreselleşme”yle karşı karşıyayız. Açık ki, burada, “ulus devlet”in “neoliberal küreselleşme” temelinde yeniden yapılanarak yeni tipte işlevleşmesiyle karşı karşıyayız, son bulmasıyla değil. Çünkü gerek “merkez”de, gerekse de “çevrede” kapitalist üretim tarzı ve burjuvazi devletsiz yapamaz. Burada “ulus devlet”le uluslararası tekeller arasında çıkabilecek gerilimleri, çelişki ve çatışmaları çözen ve çözecek şey ise, güç dengeleridir, fiili kuvvet ilişkileridir, ÇUŞ’ların damgasını bastığı her geçen gün daha fazla “küreselleşen hukuk”tur, “uluslararası hukuk”tur, “küresel yönetişim”ci hukuktur, küresel hukukun da ulusallaşmasıdır, “ulusal hukuk”a dönüşmesidir. (Mesela Çok Taraflı Yatırım Anlaşması –MAI-, Çok Taraflı Yatırım Garantisi Ajansı –MIGA-, Tahkim Yasası gibi.) “Katılımcılık, şeffaflık, hesap verebilirlik, çoğulculuk, sivil topluma yetki devri”, “çok aktörlü yönetişim”, “yolsuzlukla mücadele”, “yerelleşme”, “ulus devletin “merkezi bir kısım yetkisinin yerellere devri”, “daha fazla demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”, “kar amacı gütmeyen üçüncü sektör”, devletin, “özel sektör ve üçüncü sektörle birleşerek sınırlarını geliştirmesi”, “sivil toplum kuruluşlarının belirleyici hale gelmesi”, “stratejik vizyon” vb. “yönetişim”ci söylem ve düzenlemeler, gerçekte, iç ve uluslararası sermayenin iktidar ortaklığını, her şeyin sermaye için şekillendirilmesini ifade etmektedir. Burada proletarya, halklar, ezilenler ve emekçi birey için söz konusu olan “daha fazla demokrasi ve özgürlük” vs. vb. değil, daha fazla diktatörlüktür, daha fazla sömürü, baskı ve zulüm, daha fazla adaletsizliktir; mücadelelerle kazanılmış haklara dayanan yurttaş olarak bireyin ve haklarının daha fazla tasfiyesidir, “yurttaş”lığın zayıflatılması, yurttaşlığın yerine müşterinin, tüketicinin, rekabetçi bireyin geçmesidir vb.
Emperyalist dünya sistemi kapitalist üretim tarzına dayanmaktadır. Dünya sistemini belirleyen kapitalist üretim ilişkileridir. “Ulus devlet” de içinde olmak üzere emperyalist dünya sisteminin üst yapısını belirleyip biçimlendiren kapitalist üretim ilişkileridir. “Küreselleşme”nin gelişim seyri ile emperyalist tekelci kapitalizm uluslararası tekellerin emperyalizmine dönüşmüştür. Bu, tekelci kapitalizmin daha yüksek bir içsel evresidir. “Neoliberal devlet” bu evrenin gereksinmeleri ve gereklerine yanıt veren burjuva devlettir. “Ulus devlet”in yapısal ve işlevsel dönüşümü bu tabloyla bağlıdır. Söz konusu olan yapısal ve işlevsel yeniden yapılanma, emperyalist dünya ekonomisinin ve uluslararası tekellerin önceliklerinin gerekleridir. “Gelişmiş ülkeler”in merkezde durduğu bu süreç, “gelişmekte olan ülkeler”i, “azgelişmiş ülkeler”i de kapsayacak tarzda yeni dönemin gerekleri ekseninde yeniden yapılandırmıştır. Bu sürece şu veya bu şekilde direnen, karşı koyan ülkeler ve devletler ise, “küresel sistemin güvenliği ve istikrarı” adına, Afganistan, Irak, Libya, Suriye örneklerinde görüldüğü üzere emperyalist “özgürleştirme”, “terörizme karşı mücadele”, “haydut devletler”e karşı mücadele, “önleyici vuruş”, “önleyici savaş” stratejileri ile askeri işgal yolu ile dize getirilmiş ya da Kuzey Kore, İran örneklerinde olduğu gibi elverişli koşullar yaratılarak yola getirilmeye çalışılmaktadır. Gerçekler bundan ibarettir, gerisi demagojiden, manipülasyondan, depolitizasyondan ibarettir.
                                                                                        DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder