Translate

5 Mart 2013 Salı

EMPERYALİST KÜRESELLEŞME ve DEĞİŞEN “ULUS DEVLET” I. BÖLÜM



EMPERYALİST KÜRESELLEŞME ve DEĞİŞEN “ULUS DEVLET”
                                           I. BÖLÜM
Emperyalist küreselleşmenin yeni atılımıyla emperyalist dünya sistemi, alt yapısı ve üst yapısıyla yeniden şekillendi. Bu “neoliberal küreselleşme”ci yeniden yapılanma süreci, doğal ve kaçınılmaz olarak, “ulus devlet”lerin ve uluslararası ulus devletler sisteminin de bir yeniden yapılanması süreci olarak gelişti. Bu sürecin merkezinde duran temel olgu, uluslararası tekeller olgusudur. Söz konusu yeniden yapılanma sürecinin uluslararası ilişkiler sistemi (“uluslararası toplum”) nezdinde ortak bir iradeye dönüşmesi süreci ÇUŞ’ların sistematik mücadelesine dayanarak gerçekleşmiştir. Sürecin önderleri ÇUŞ’lardır. (Kuşkusuz ki burada ABD emperyalizmi başköşede oturmaktadır.) Örneğin, Birleşmiş Milletler’in “Milenyum Bildirgesi”, söz konusu “ortak irade”nin bir ifadesi ve yansımasıdır.
8 Eylül 2000 tarihinde, New York’ta, BM Genel Kurulu yapıldı. Genel Kurul’a, 147 devlet ya da hükümet başkanı ve toplam 189 üye ülke katıldı. Genel Kurul’da, 8 alt başlıktan, 32 maddeden oluşan “BM Binyıl Bildirgesi” oy birliğiyle onaylanarak dünya kamuoyuna duyuruldu. Bildirge’de ortaya konulan perspektif ve yapılan çağrılar tümüyle uluslararası tekellerin emperyalist dünya düzeninin onaylanmasına, “neoliberal” politikaların, “iyi yönetişim”in kutsanarak program ilan edilmesine dayanmaktadır. Kuşkusuz ki tüm bunlar, sınır tanımayan bir demagoji ve manipülasyonun eşliğinde kamufle edilerek yapılmıştır. “Bugün karşımızda bulunan en temel sorunun, küreselleşmenin tüm insanlık için olumlu bir güce dönüştürülmesi olduğuna inanıyoruz.” diyen BM, “küreselleşme”yi temel veri kabul ederek, dünya çapında bu sorunların “küresel ölçekli politika ve önlemler”le çözülebileceğini vurguluyor. Bu vurgu, bildirgede, “Söz konusu çabalar, gelişmekte olan ülkelerin ve geçiş sürecindeki ülkelerin ihtiyaçlarına cevap veren ve onların etkin katılımı ile formüle edilip uygulanan küresel ölçekli politika ve önlemleri içermelidir.” açılımıyla, “İnsan Hakları, Demokrasi ve İyi Yönetişim”le devam ediyor. “Bu hakların (21. yüz yılın evrensel temel değerleri-bn.) en büyük güvencesi insanların kendi iradelerine dayalı demokratik ve katılımcı yönetişimdir.” vurgusu ve bağlı olarak, “Demokrasinin geliştirilmesi ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra, kalkınma hakkı dahil olmak üzere, uluslararası kabul gören insan hakları ve temel özgürlüklere saygının güçlendirilmesi için hiç bir çabadan kaçınmayacağız.” kararlılığıyla sürüyor. Bu minval üzerinde bildirge,  “evrensel özlemlerimizi gerçekleştirmemize aracılık edebilecek olan Birleşmiş Milletler'in tüm insanlık ailesinin vazgeçilmez ortak yuvası olduğunu(nun) bir kez daha vurgu”lanmasıyla tamamlanıyor.
BM’nin “milenyum” bildirgesi, açık ve kesin olarak, dünya kapitalizminin programını, yani; “serbest piyasa”dan+”serbest özgürlükler”den+”iyi yönetişim”den oluşan programı, kendi öz programı ilan ediyor, kararlılıkla arkasında duracağını vurguluyor. Anımsatmak bile gereksiz ki, “küreselleşme”yi yücelten BM’nin kendisi de, ABD’nin patronluğundaki emperyalist dünya düzeninin araçlarından, sözcülerinden birisidir. Bildirgenin önemi, dünya proletaryası ve halklarını aldatmak amaçlı yapılan açıklamalardan gelmiyor, bu önem, “merkez” ve “çevre” ülkelerden oluşan ülkelerin “küreselleşme”nin onayında birleşmesinden, ortak irade beyanından, dünya düzeninin “küreselleşme”nin gerekleri ekseninde yeniden yapılanmasının bir zorunluluk ve gereklilik olarak onaylanmasından gelmektedir.
 Öncelikle vurgulanması gerekir: “Küreselleşme” denen şey, emperyalizmdir, emperyalist küreselleşmenin ta kendisidir. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasının temel karakteristik özelliği ise uluslararası tekellerdir. Emperyalist dünya sistemindeki yeniden yapılanmaya damgasını basan da uluslararası tekellerdir. Emperyalist dünya sisteminde ortaya çıkan derin değişiklikler, dünya sisteminin hiyerarşik devletler bağıntısında da derin ve kapsamlı değişikliklere yol açtı. Aşağıda inceleyeceğimiz söz konusu değişiklikler, değişik türevleriyle ideolojik liberalizmin ve sosyal reformizmin “küreselleşme”yle birlikte Marksizm-Leninizm’in devlet teorisinin eskidiği, aşıldığı ya da “anakronik” karakterini gösterdiği propagandasının aksine, doğrulanmaya devam ettiğini ortaya koymaktadır.  Bu değişikliklerin temel karakteristik özelliklerinin analizi doğal olarak önem taşımaktadır. Bu değişikliklerin teori, program ve taktiklerde yol açtığı ve açacağı değişikliklerin tahlili, teorinin geliştirilmesi bakımından yaşamsal önemdedir. Doğal olarak yapılacak tahlil, burjuva liberal görüş açısından; “Batı Marksizmi” açısından, “postmodern”, “postMarksist” görüş açısından, keza, burjuva milliyetçi/ulusalcı görüş açısından değil, diyalektik materyalist görüş açısından, Marksizm-Leninizm’in görüş açısından yapılacaktır.
Siyaset ve devlet, sınıflarla, sınıf mücadelesiyle, egemenlik ilişkileriyle bağlı olgulardır. Siyasetin merkez kavramı, devlettir. Devlet, siyasal bir oluşum ve aygıttır. Devlet, sınıfsal bir karaktere sahiptir. Sınıflar üstü ya da dışı devlet teorileri ve propagandası tümüyle sahtedir. Devlet, sınıflı toplumların ürünüdür ve daima egemen sınıfın egemenlik aracıdır. Lenin’in dediği gibi, “siyaset, devlet işlerine katılma, devleti yönetme, devlet faaliyetlerinin biçimlerini, görevlerini ve içeriğini belirlemektir.” (Marksizm-Devlet Üzerine. Devlet ve İhtilal İçin Hazırlık Materyali, s. 138, Diyalektik Yayınları) Dolayısıyla devlet karşısında alınan tutumlar, geliştirilen analizler, yapılan propagandalar ideolojik-teorik bir arka plana ve dolaysız bir siyasal karaktere sahiptir. Bu gerçekleri, “küreselleşme” bağıntısında ortaya çıkan burjuva milliyetçi “ulus devlet” savunusundan da, “postliberal” “ulus devletin sonu” ilanından da görebiliriz ve görmekteyiz.
“KÜRESELLEŞME” VE “NEOLİBERAL DEVLET”
Lenin, şöyle der: “Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: Mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı.” Ve bir başka yerde vurgular; “Emperyalizm, her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır: Siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı derecede yoğunlaşması.” (Emperyalizm). Lenin şu tahliliyle, emperyalist siyasal gericilik eğilimiyle emperyalizmin ekonomik temeli arasındaki dolaysız bağa işaret eder. “Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder.” (Emperyalist Ekonomizm) Lenin, “emperyalizm, banka sermayesi çağı, dev kapitalist tekeller çağı”nda, “ ‘devlet mekanizması’nın olağanüstü bir güçlenişini, gerek monarşist gerekse de en özgür, cumhuriyetçi ülkelerde proletaryaya karşı baskı önlemlerinin artırılmasıyla bağıntı içinde onun bürokratik ve askeri aygıtının görülmedik bir büyümesi”ne (Devlet ve Devrim) tanık olunduğunun altını çizer.
Lenin’in yukarıdaki tez ve tahlilleri, bugün de tümüyle doğru ve geçerlidir. Dahası, bu tezlerin ortaya koyduğu gerçekler, bugün çok daha keskin biçimler almıştır. Emperyalist gelişmenin nesnel hareket yasaları temelinde yükselen, emperyalizmin kendi içsel evrimiyle ortaya çıkarak genelleşen tekelci kapitalist gelişme evresinde, emperyalizmin siyasal gericilik eğilimini; siyasal üstyapının aşırı gerici karakterini daha da yoğunlaştırmış, keskinleştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. “Küreselleşme” ile (uluslararası tekelci kapitalizm!) emperyalist siyasal gericilik eğilimi de daha yüksek bir temelde ve düzeyde uluslararasılaşarak daha fazla “küresel”leşmiştir. Böylece, emperyalizmin doğal karakteristiği olan siyasal gericilik eğilimi, bir tür “süper” siyasal gericilik olarak insanlığın karşısına dikilmiştir.
Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Ekonomideki kapitalist tekelleşme, siyasette de (siyasal üstyapıda) burjuvazinin siyasal tekelciliğini ve siyasal gericilik eğilimini üretmiş ve katmerleştirmiştir. Ekonomi ile politika arasında kopmaz bağlar vardır. Siyasal duruşu şekillendiren sınıfların iktisadi çıkarlarıdır. Her siyaset, bir sınıfın, her siyasal üstyapı, egemen sınıfın damgasını taşır ve o sınıfın iktisadi çıkarlarının gerekleri tarafından biçimlendirilir. Çünkü “siyaset, ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir” (Lenin). Ve devlet, tekelci kapitalist ekonomiye dayanan sınıfın, “özünde, üretim üzerinde egemen olan sınıfın ekonomik gereksinmelerinin yoğunlaşmış biçimde yansısından başka bir şey değil”dir (Engels). Bazı özgün ve geçici kesitler hariç,  kural olarak, ekonomik iktidarı elde tutan sınıf, siyasal iktidara da hükmeder. Tekelci kapitalist ekonominin siyasal üstyapısı ve siyaseti, mali sermayenin siyasal gericilikle belirlenen siyasal iktidarına, iktidar tekeline tekabül eder. Üretici güçlerin özgürce gelişimini engelleyen, artan çürüme, can çekişme ve asalaklıkla belirlenen emperyalist tekelci kapitalizm, emperyalist kapitalizmin her bakımdan uluslararasılaşarak (küreselleşerek) keskinleşmiş ve daha da keskinleşecek uzlaşmaz çelişkileri, onun azami kar amacı, doğal ve kaçınılmaz bir şekilde, siyasal alanda demokrasinin reddi ve artan ve yoğunlaşan siyasal gericilik olarak karşımıza çıkar. “Küreselleşme”yle, “neoliberalizm”le, “yönetişim”le ortaya çıkan yeni tip burjuva devlet yapılanmasıyla kısıtlı burjuva demokrasisinin her fırsatta budanmaya çalışılıyor oluşu da bu olgunun bir yansımasını oluşturmaktadır. Burjuva ulus devlet, 1917 Ekim sosyalist devriminin zaferinin ürünü olan sosyalist devletin doğuşuyla, tarihsel bakımdan aşılmıştır. Burjuva ulus devletin sosyalizmin zaferiyle tarihsel olarak ömrünün doldurduğunun açığa çıkmasıyla, bu nesnel, tarihsel ve politik gerçeğin baskısıyla, siyasal gericilik ve siyasi çürüme eğilimi daha da keskinleşerek yoğunlaşmıştır.
 Emperyalizmin 100 yılı aşan tarihsel deneyimi, dipten doruğa yukarıda özetlenmeye çalışılan olgunun ya da olguların açık ve keskin kanıtlarıyla dopdoludur. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında ortaya çıkan faşizm olgusu (ve son çeyrek asırda gelişen, geliştirilen neofaşist siyasal gericilik eğilimi) emperyalist siyasal gericiliğin tepe noktası olarak vardığı ve varabileceği noktayı göstermiştir, göstermektedir. Uluslararası tekellerin (ÇUŞ) egemenliğiyle belirlenen tekelci kapitalizm olgusu, özellikle de son 20-30 yılı, iktisadi açıdan tekelci kapitalizmin daha yüksek tipten tekelleşmesinin bir ürünü olarak, buna koşut, sosyal-emperyalist kampın dağılışı, dünya devrim dalgasının geçici geri çekilişiyle de birleşerek, siyasal alanda, emperyalist devletin siyasal gericilik eğilimini daha da yoğunlaşmıştır.
 Emperyalist siyasal gericilik ve saldırganlık, NATO’nun 50. Kuruluş Yıldönümü vesilesiyle formüle edilen ama özellikle de 11 Eylül vuruşundan sonra çok daha çıplak hale gelmiştir. “Terörizme karşı mücadele”, “küresel terörizmle sonsuza kadar savaş”, “önleyici savaş”, “özgürleştirme stratejileri” ile ve bu stratejinin ışığında geliştirilen yasal düzenlemelerle ve taktiklerle daha gerici ve faşizan bir şekilde ete-kemiğe bürünmüştür. Böylece emperyalist siyasal gericilik eğilimi, emperyalist burjuvazinin yeni politik duruş ve yönelimiyle, daha iğrenç, yıkıcı ve ikiyüzlü biçimler almıştır.
 Bu gelişme, “küreselleşme”yle “küresel”leşerek yoğunlaşıp kapsamlılaşan emperyalizmin siyasal gericilik eğilimi, iç politikada, yoğunlaşan faşizan burjuva terör, faşist akımların hızla güç toplaması, yükselen faşizm tehlikesi olarak karşımıza çıkmaktadır. “Vatanseverlik Yasası”, “Anavatan Güvenliği Yasası”, “Terörizmle mücadele” yasaları gibi yasal düzenlemelerden, “E-devlet” uygulamasının geliştirilmesinden bunu görebiliriz. Suç ve güvenliğin, “küreselleşme”yle bağlı olarak yeniden tanımlanmasından ve ceza yasalarının çeşitlendirilip ağırlaştırılmasından bunu görebiliriz.  Teknolojik kontrolün, elektronik gözetim ağlarının sınır tanımaz gelişiminden, yurttaşlık statüsünün ve kişisel verilerin ve özel yaşamın gizliliğinin resmi ve fiili tasfiyesinden bunu görebiliriz. “Piyasa için güvenlik” politikasından, “piyasaların güvenliği” için yapılan düzenlemelerden ve güvenliğin özelleştirilmesi vb. gibi neofaşist, militarist düzenlemelerden bunu görebiliriz. Böylece, artan oranda burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin açık açık gasp edilmesinden bu olguyu görebiliyoruz. Açıktır ki, “neoliberal devlet”te artık bir girişimciler var, bir de potansiyel suçlular. Burada artık yurttaş yok, girişimcilerden, müşterilerden, potansiyel suçlulardan oluşan bir topluluk var.
“Küresel toplumun güvenliği”, “ulusal güvenlik”, “yurttaşın güvenliği”, “siyasal istikrar” vb. adı altında “risk toplumu”nu yönetme, “yönetişim”e bağlama, kontrol edilebilir, yönetilebilir, risklerin hesaplanabilir, “önleyici” baskı, kuşatma, saldırı ile itaatkar toplum ve birey yaratmak esası yürürlüktedir. Enformasyon, komünikasyon, biyogenetik vb. teknolojiler, elektronik ağlar ve dijital kontrol teknolojisi ve aygıtı azami karın emrinde olduğu gibi, burjuvazinin, burjuva devletin, devletler sisteminin ideolojik hegemonya kurmasının, siyasal ve toplumsal denetimi geliştirmesinin de yetkin araçlarıdır. Kuşkusuz ki tüm bunlar, salt yerelle, ulusal çapla sınırlı değil, küresel çapta gerçekleşmekte, “riskler”le, “suç”la, “suçluyla, “terörizm”le, “istikrarsızlık”larla mücadele adına küresel veri tabanları ve kurumsallaşması üzerinden işlevselleşmektedir. “Demokrasi”, “demokratikleşme”, “şeffaflık” vs. aynı zamanda işte bu anlama geliyor ve gelmektedir
ABD, sözde “hür dünya”nın lideridir. AB, sözde “demokrasinin” mabedidir.  Oysa ABD, AB ülkelerinde, bu ülkelerin devlet ve hükümetlerinin doruğunu oluşturan yönetici elitinin (ordu, istihbarat, polis, jandarma kurumlarının şefleri ve temel yöneticilerinin, devlet başkanlarının, başbakanlarının) bilgisi ve onayı temelinde gizli işkence merkezlerini kurarak işletmiştir. Bu olgu bile tek başına emperyalizmin ve burjuva devletin artan siyasal çürümesini ve yoğunlaşan siyasal gericilik eğilimini çarpıcı bir şekilde kanıtlamaya yetiyor. “Küreselleşme” sürecinde İtalya’da, Avusturya da, ABD’de faşist hükümetlerin ortaya çıkmış olması da söz konusu saptamalarımızı doğruluyor.
Bugün, burjuva devlet biçimlerinin, o arada faşist devlet biçiminin, faşist diktatörlüklerin sınıfsal temelleri değişmiştir. Bu sınıf temelini artık tekelci burjuvazi değil, uluslararası tekelci burjuvazi (uluslararası tekeller) oluşturmaktadır. Faşizm de klasik bir burjuva faşizmi değil, neofaşizmdir. “Serbest piyasa” ve “serbest özgürlükler” (“neoliberal özgürlük”), neofaşizmin karakteristikleri olarak öne çıkmıştır. Bu neofaşizm, ister piyasacı isterse de klasik söylemle ve ulusalcı demagojiyle ortaya çıksın, artık uluslararası tekelci burjuvaziye ve onun siyasal programına dayanmaktadır ya da dayanacaktır; onların en gerici, en şoven, en saldırgan kesimlerinin açık terörist diktatörlüğü olacaktır.
Söz konusu gelişme dış politika alanında ise, dünya pazarını temel alan ve yükselen emperyalist yayılmacılık ve keskinleşen rekabet mücadelesi, yer küremizin açık bir sömürgeye dönüştürülmesi, yükselen militarizm ve artan askeri saldırganlık ve işgaller olarak karşımıza çıkmaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması ve yerle bir edilmesi, Afganistan, ardından Irak işgali, sonra Libya ve bugün Suriye örneklerini bilmem hatırlatmaya gerek var mı? “Küresel terörizme karşı mücadele”, ırkçı “medeniyetler çatışması”nın körüklenmesini hatırlatmak acaba çok mu gerekli? Sözde “STK”lar ve “halk” aracılığıyla Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan vb. gibi ülkelerde “turuncu”,  “gül”,  “karanfil” vs. adı altında gerçekleştirilen sözde “devrimler” de aynı olgunun bir diğer biçimi ve yansıması olduğu açık değil mi?
Küresel, kıtasal, bölgesel, ülkesel bazda kışkırtılan gerici fanatik ulusal, dinsel, mezhepsel boğazlaşmalar, dinsel gericiliğin korkunç biçimde horlatılması, ırkçılığın ayyuka çıkartılması, ortaçağın yardıma çağrılışı, sayısız sapkın akımın geliştirilmesi, mafyatik burjuva devletin gelişmesi, uyuşturucu kullanımının teşvik edilmesi, uyuşturucu kullanımının özellikle gençlik içerisinde bilinçli teşviki, “Tele-Voleci”,  apolitik, sadece günü kurtararak yaşayan, tarih bilincinden yoksun, gelecek perspektifi olmayan, çağına, toplumuna ve mensubu olduğu emekçi sınıflara karşı hiçbir sorumluluk duymayan, gemisini yürüten kaptandır diyen aşırı bencil ve tüketim delisi yırtıcı bireyin inşası, insani yabancılaşmanın tarihte hiçbir zaman görülmemiş derecelere varması vb. emperyalist siyasal gericiliğin, toplumsal ve kültürel dejenerasyonunun katmerleşen diğer birkaç görünümüdür.
Uluslararası tekellerin damgasını bastığı “neoliberal küreselleşme” dönemi, emperyalist “neoliberal”, “postmodern”, “postmarksist” sahte propagandanın ileri sürdüğü gibi daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla insan haklarıyla, daha az devlet, daha çok “sivil toplum”la, “ulus devletin sonu” ile belirlenen bir dönem olmamıştır. Aksine, siyasal gericiliğin çok daha keskinleşerek, kapsamlılaşarak, “küresel”leşerek yoğunlaşıp yükseldiği bir tarih kesiti olmuştur. Enternasyonal proletarya ve halkların ve sosyalist kampın baskı ve mücadelesiyle koparılıp alınmış, kazanılmış siyasal özgürlüklerin, ekonomik ve sosyal hakların son çeyrek asırda sürekli tırpanlanıp tasfiye edilmesinden de bu olguyu açıkça görmekteyiz. Uluslararası tekellerin emperyalist kapitalizminden başka bir şey olmayan “neoliberal küreselleşme”nin burjuva ve küçük burjuva propagandistlerinin, tümüyle demagojik ve manipülatif iddialarının aksine, temel gerçek budur. Bu mızrağın bu çuvala sığmadığı açık ve kesindir.
“Serbest piyasa ekonomisi”, “serbest özgürlükler” sadece ve sadece birkaç yüz, birkaç bin ÇUŞ (uluslararası tekel) içindir. Burada da, “küreselleşme”nin nimetleri sadece ÇUŞ’ların hanesine külfetleri ise proletarya ve ezilen insanlığın hanesine yazılmıştır ve yazılmaktadır. “Yönetişim”, “iyi yönetişim” olarak kavramlaştırılan şey, devlet, toplum, birey ilişkilerinin, gündelik yaşamın “küreselleşme”nin, sermayenin, uluslararası tekellerin sınırsız yönetimi için yeniden yapılandırılmasından ibarettir. “Yönetişim”ci “paradigma”nın merkezinde, işçi ve emekçiler için daha fazla demokrasi-özgürlük, insan hakları falan durmaz. Bu söylem, sermayenin ve yedeğindeki renkli akımların demagojisinden ve manipülasyonundan ibarettir.  “Küresel yönetişimci paradigma”nın merkezinde, düpedüz uluslararası tekellerin “neoliberal” devleti ve politikası durmaktadır. Emek ve sermaye ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanında fütursuzca sermaye lehine yeniden yapılandırılması durur. Ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamın kar, daha fazla kar mantığına uygun yeniden şekillendirilmesi, “serbest piyasa”nın önünde engel haline gelmiş tüm ayak bağlarının tasfiyesi durur. Bu tasfiye eylemi, hem proletarya ve halkların kazanımlarının, hem de yeni tip sermaye birikiminin önünde engele dönüşmüş eski tip burjuva ekonomik, siyasal, ideolojik biçimlerin tasfiyesini kapsamaktadır. Her şey azami kar için diyen uluslararası tekellerin önderlik ve yönetim tarzı olan “yönetişim”in “ulus devlet”in yönetim, yeniden yapılanma çizgisi konumuna sıçrayarak toplumsal yaşamın yeniden dizayn edilmesinin aracı haline gelişi, “neoliberal devlet”in gerçek yüzünü çarpıcı bir tarzda sergileyen bir olgudur. Burada söz konusu olan şey, “küreselleşme”nin, “serbest piyasa”nın mantığının burjuva devletin ve burjuva siyasetin mantığı, böylece devletin mantığının “küreselleşme”nin, “serbest piyasa”nın mantığı haline gelerek, “her şey kar ve daha fazla kar için” diyen saldırgan “piyasacı devlet”in ortaya çıkışıdır. İşçi sınıfı ve emekçilere karşı sosyal yükümlülüklerinden kurtulmuş, artı değer soygununu azamileştiren, ulusal gelirin dağılımını saldırganca sermaye lehine düzenleyen, kar ve zarar hesabına göre davranan, sermayenin aleyhine olan tüm kazanımları yok eden, tekellerin iktidar ortaklığının açık seçik hale geldiği, yoksulların gözden çıkarıldığı, her şeyin tekeller için olduğu bir devlettir “yönetişim”ci devlet. “Ekonominin siyasetten arındırılması”, “devlet, özel sektör, sivil toplum ortaklığı”, “merkezsiz toplum”, “iktidarın dağılması”, “yöneten yönetilen” ayrımına, “devlet toplum ikiliğine” son vermek, “şeffaflık”, “bürokrasiye”, “yolsuzluğa” karşı mücadele, “popülizm” düşmanlığı, “hukukun üstünlüğü” vb. piyasacı “minimal devlet”in kodlarıdır sadece.
Emperyalizmin ve “küreselleşmeci”lerin o çok yücelttikleri “demokrasi” ve “liberal özgürlükler” bugün dünle kıyaslanmayacak kadar çok daha küçük bir azınlığı oluşturan mali sermaye sınıfı, mali oligarşi, bağımlı ülkelerdeki işbirlikçi sermaye oligarşileri için çok daha fazla demokrasi, proletarya ve halklar için çok daha fazla diktatörlük haline gelmiş bulunuyor. Emperyalist küreselleşmenin atılımının dünya devriminin geçici ama ağır yenilgisiyle örtüşerek gelişmesi, uluslararası politik güçler dengesinin, merkezinde emperyalizmin bulunduğu dünya karşı-devrim cephesinin lehine gelişmesi, emperyalist ve burjuva saldırganlığın adeta engelsiz ve dizginsiz bir tarzda gelişmesine, siyasal gericiliğin küresel çapta atılım yapmasına da yol vermiştir.
 “HAYIRSEVER” VE “FİLOZOF” SOROS’UN TANIKLIĞININ GÖSTERDİKLERİ
Kapitalist emperyalizmin, ÇUŞ’ların safına geçmiş revizyonistlerin “küreselleşme”nin demokrasiyi temsil ettiği ve geliştirdiği, dünyamızın son çeyrek asırda daha fazla demokratikleştiği propagandasının gerçek dışı bir iddia, düpedüz yalan olduğuna, Soros da tanıklık yapmaktadır. Soros’un, bu ünlü CIA bağlantılı spekülatörün tanıklığının değerli olduğu açıktır. Soros’un açık sözlü sayılabilecek aşağıdaki değerlendirmeleri önemlidir.
“Dünyada kapitalizmin zaferinden bahsedebiliriz, fakat demokrasinin zaferinden henüz değil.”(Açık Toplum Küresel Kapitalizmde Reforum, s. 10, Truva yay.)
Kapitalizm ve demokrasinin el ele gitmesi gerekmez. Biraz ilişki vardır… Fakat ilişki otomatik olmaktan uzaktır. Baskıcı rejimler (tabii ki kastettiği emperyalist ülkeler değil! bn.) ellerinde sıkı sıkıya tuttukları gücü isteyerek gevşetmezler ve genellikle hem yabancı, hem de yerli iş çıkarlarından yardım ve cesaret alırlar. Bunu birçok ülkede, özellikle petrol ve elmas gibi doğal kaynakların tehlikede bulunduğu ülkelerde görebiliriz. Belki de bugün dünyada özgürlük ve demokrasiye yapılan en büyük tehdit hükümet ile iş dünyası arasında kötü birlikler kurulmasından kaynaklanmaktadır.
“Bu yeni bir olgu değil. Faşizm olarak isimlendiriliyor ve Mussolini’inin İtalya’sında, değişik derecelerde Hitlerin Almanya’sında, Franco’nun İspanya’sında ve Salazar’ın Portekiz’inde kendini gösteriyor. Bugün daha çok çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor, fakat birkaç örnek söylemek gerekirse, Fujimori’nin Peru’sunda, Mugabe’nin Zimbabwe’sinde, SPOC’nin Burma’sında ve Mahathir’in Malezya’sında ortaya çıkıyor…” (Açık Toplum, s. 11, abç.)
“Kapitalizmin servetin yaratılmasında çok başarılıdır, fakat özgürlükler, demokrasi ve hukuk düzeni sağlayacağına güvenemeyiz… Özgürlük, demokrasi ve hukuk düzeni gibi evrensel ilkelerle ilgileniyorsak, onları piyasa güçlerinin korumasına bırakamayız; onları korumak için başka kurumlar oluşturmak zorundayız.” (s. 11-12, abç)
Kuşkusuz ki burjuva demokrasisi burjuvazi için demokrasi, proletarya ve halklar için diktatörlüktür. Soros bu olguyu elbette ki gizliyor. Fakat bu önemli değil, önemli olan faşizm, askeri ve gerici diktatörlükler vb. gibi diktatörlüklerin işbirlikçi yerli sermaye ile uluslararası sermayenin ittifakına dayandığının veya İtalya ve Almanya gibi ülkelerde tekelci sermayenin “demokrasi”yi gerektiğinde çöpe attığının ve atabileceğinin itirafıdır. Önemli olan, burjuvazinin, mali sermayenin, tekellerin “demokrasi, insan hakları, hukuk düzeni” gibi değerlerin doğal temsilcisi olmadıklarının, burjuva demokrasisine dayanacak bir diktatörlük için bile sermayeye güvenilmeyeceğinin dobra dobra itiraf edilmesi ya da dile getirilmesidir…
“Küreselleşme”ci “neoliberal”, “postmodern” propagandaya göre, geri ülkeler ve “demokrasiden” yoksun geri ülkeler “serbest piyasa ekonomisi”ni geliştirdikleri oranda zenginleşecek, bu da doğal olarak “demokrasi”yi getirecektir vs.. O halde “demokratik bir ülke” haline gelebilmek için “küreselleşme” savunulmalı, “birey, toplum, devlet” ilişkileri, “ekonomi, toplum, politika liberalleşmeli”, “neoliberalizm”e Allah’ın ipine sarılır gibi sarılmalı, vb.
Konu hakkında bir kez daha Soros’a başvurabiliriz.
Ayrıca ekonomik zenginliğin illaki demokratik özgürlüklerin gelişmesine neden olacağı doğru değildir.” “Kapitalizmin demokrasiye öncülük ettiğine dair argüman ilgili temel bir zorluk var. Ülkeleri demokrasiye doğru iten küresel kapitalist sistem içindeki güçler biraz zayıftır. Uluslararası bankalar ve çok uluslu şirketler kendilerini güçlü otokratik bir rejimde, zayıf demokratik bir rejimden daha rahat hissederler. Özellikle petrol ve elmas gibi doğal kaynakların olduğu ülkelerde, yabancı sermaye genellikle yolsuzluğun kaynağı ve diktatörlüğün başlıca dayanağı olmuştur.” (agk., s. 170, abç)
Gerek kapitalizmin metropollerinde, gerekse de emperyalizme bağımlı ülkelerde ÇUŞ’lar “kendilerini güçlü otokratik bir rejimde, zayıf demokratik bir rejimden daha rahat hissederler.” Kuşkusuz ki uluslararası bankalar, ÇUŞ’lar kadir-i mutlak bir güç değildir, her zaman kendileri için ideal olan yönetim biçimlerini bulamayabilirler… Ama “küreselleşme”nin devleti  “demokratik” değil “güçlü otoriter” devlettir. “Zayıf bir devlet açık toplum için otoriter bir devletten daha fazla tehdit oluşturabilir.” (s. 109) vurgularıyla Soros, ÇUŞ’ların nasıl bir devlet istediklerini de gözler önüne serer. Böylece pek demokrat ve çok hayırsever Soros da kendi gerçeğinin altını çizer.
“Küreselleşme” ve “enformasyon devrimi”nin dünyayı demokratikleştirdiği ve demokratikleştireceği iddiasını ileri süren “neoliberalizm”, “postmodernizm”, “postMarksizm”in iddiaları da dahil yeni tip burjuva liberal propagandaya yine Soros’un açıklamalarının ışığında bakmak yararlı olacaktır. Ne de olsa “küreselleşme”nin, “enformasyon devrimi”nin nimetlerinin tepesinde oturan zat-ı şahanelerden birisidir kendisi.
“Fakat enformasyon özgürlüğüne de gereğinden fazla değer biçilmemelidir… Her halükarda enformasyonun serbest dolaşımının insanları demokrasiye sevkedeceği kesin değildir, özellikle demokrasilerde yaşayan insanlar demokrasiye inanmazken…”
“Gerçeği söylersek, demokrasi ile kapitalizm arasındaki bağlantı nihayetinde zayıftır. Bununla birlikte kapitalizmin aşırılıklarını sınırlamak ve düzeltmek için demokratik kurumlara ihtiyaç duyar. 19. yüzyıl Avrupa’sında, Komünist Manifesto’nun büyük kehanetleri politik oy verme hakkının genişlemesiyle boşa çıkmıştır.” (agk., s. 170-171, abç)
Evet, Soros, sınıf bilinçli biri, yaşamını aynı zamanda emperyalist kapitalizme, Amerikan emperyalizmine adamış bir militan. Ama “filozof”luğa soyunduğu oranda da sistemin bazı gerçeklerini ifade etmek zorunda kalıyor. Emperyalist dünya sistemini bekleyen asıl tehlikenin dünya devrimi ve sosyalizm olduğunun da çok iyi bilincinde. O, enformasyonun enformasyonu kontrol edenler, demokrasinin demokrasiyi kontrol eden ve yöneten bir avuç azınlık için özgürlük olduğunu, ezilen ve sömürülenleri sürekli boyundurukta tutup köleleştirmek için etkince kullanıldığını çok iyi biliyor.
Emperyalist propagandaya göre ve bu propagandadan beslenerek sermayenin hizmetinde proletaryaya, devrime, sosyalizme karşı ideolojik saldırı yürütenlerin (ki bunların tasması da ÇUŞ’ların, Sorosgillerin ellerindedir) “küreselleşme”yle demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının at başı gittiği, demokrasiye inancın yoğunlaşıp yaygınlaştığı, sonsuz bir demokratikleşme ve özgürlükler çağına girdiğimize dair pembe yalanlarına yanıtımızı yine “filozof” Soros üzerinden vermeye devam edelim. “Zayıf devlet açık toplum için” (yani emperyalist dünya düzeni için) “tehlikelidir” diyen Soros, şunları yazıyor.
“Başka bir şey daha keşfettim. Açık toplumlarda yaşayan insanlar açık topluma evrensel bir fikir olarak gerçekten inanmıyorlar.” (agk., s. 109, abç.)
Soros’un, dünyanın lanetlileri için geçersiz olan, “Açık toplum, bir evrensel fikir olarak özgürlük, demokrasi, hukuk düzeni, insan hakları, sosyal adalet ve toplumsal sorumluluk ilkelerini temsil etmektedir” yalanlarını ya da tüm bunların sermaye düzenini ve egemenlik ilişkilerini evrensel bir fikir, tüm insanlığın ortak değerleri olarak lanse etme gereksiniminin ürünü olduğunu belirterek geçelim. Soros, kapitalist/revizyonist bloğun 1989/91 sürecinde çözülerek dağılışından, açık kapitalist biçimler almasından sonra (ki bu süreçte, kendisinin, Açık Toplum Vakfı’nın ve fonlarının önde gelen bir rol oynadığını da açıkça belirtir kitabında) yaşanan deneyler üzerinden şunları saptar ve ifade eder:
“Batının tutumu daha rahatsız ediciydi. İlkin Batı’daki kişilerin bir tarihsel fırsatı daha yavaş fark ettiklerini düşündüm, ama sonunda eski komünist ülkelerin geçiş dönemini kolaylaştırmalarında yardımcı olacak bir evrensel fikir olarak açık toplumu gerçekten pek önemsemedikleri sonucuna varmak zorunda kaldım. Soğuk Savaş propagandası beni yanlış yönlendirdi. Özgürlük ve demokrasi hakkında söylenen bütün o sözleri, propagandadan başka bir şey değildi.”
“Sovyet sisteminin çöküşünden sonra, bir ideal olarak açık toplumun cazibesi, eski komünist ülkeler de bile yok olmaya başladı.” (s. 121, abç.)
Soros’un sözlerinin ayrıntılı yorumunu okuyucuya bırakıyoruz…
Sorun açık: Demokrasi ve özgürlük söylemi (“retorik”) proletarya ve halkları aldatarak yönetmenin bir aracı. Devrime ve sosyalizme, Marksizm-Leninizm’e karşı savaşmanın bir dayanağı. Rakip devletleri kuşatmanın, parçalamanın, dağıtmanın, diz çöktürmenin bir silahı. Sermayenin, proletarya ve halkların muhalefetini dizginlemesinin bir paravanı ve emniyet sigortası. Demokrasi, özgürlük, insan hakları, hukuk düzeni, insani yardım müdahaleleri maskesinin arkasında uluslararası tekellerin, emperyalist ve işbirlikçi devletlerin ve sınıfların kanlı yüzü ve yumruğu vardır…
“Hür dünya”, “demokratik Batı”, “açık toplum”, “liberal özgürlükler” vs. v.s propagandası sermayenin proletaryaya ve halklara dönük sınıf mücadelesinden, ideolojik saldırısından başka bir şey değildir. Soros açıklıkla “Batı demokrasisi”nin, “temsili demokrasisi”nin büyük ölçüde çürüdüğünü, Batı insanının gözünde bile inandırıcılığının pek kalmadığını, durumun tehlikeli olduğunu saptar. Çünkü incir yaprağı gitgide işlevini yitiriyor. Soros, zayıf bir devletin demokrasi, özgürlük, açık toplum için otoriter bir devletten daha tehlikeli olduğunu söyler. “Serbest piyasa ekonomisi” için “güçlü devlet” şarttır, der. “Rusya deneyiminin öğrettiği gibi, zayıf bir devlet özgürlüğe karşı bir tehdit olabilir. Kuralları uygulayan bir otorite piyasa mekanizmasının işlemesi için zorunludur.” (agk., s. 236) diyerek vurgular bu fikri. “Eğer egemen fakat baskıcı bir devletin iç işlerine müdahale etmek istemezsek, o zaman açık toplum için ümit besleyemeyiz.” (s. 293) diyerek emperyalist müdahaleleri meşru ilan eder. “Üzülerek Batının açık bir topluma evrensel bir kavram olarak çok fazla değer vermediği sonucuna varıyorum” diyen; “Hür dünya”nın demokrasi, özgürlük, insan hakları söyleminin Soğuk Savaş propagandası, yalan rüzgarı olduğunu anladığını açıklıkla vurgulayan; küresel açık toplumu ABD önderliğinde kurmak gerektiğini, NATO’nun da küresel açık toplumun askeri vurucu gücü olarak yetkinleştirilmesi gerektiğini söyleyen, “Dünyadaki en büyük açık toplum Birleşik Devletlerdir” ilanında bulunan; Afganistan’ın, Yugoslavya’nın, Irak’ın işgalinin gerekli olduğunu vurgulayan; küresel açık toplumun ABD liderliğinde kurulabilmesi için Bush kliğiyle sarsılan ABD imajının Clintonvari politikalarla aşılması gerektiğine dikkat çeken; küresel ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik hegemonyanın yenilenerek geliştirilmesinin hayati önemi üzerinde duran Soros, emperyalist devletler ve işbirlikçi devletlerin daha da güçlendirilmesi çizgisini temsil eder.
Böylece O, ÇUŞ’ların devletinin demokratik devlet değil daha saldırgan ve gerici bir devlet olduğuna da, “ulus devletin sonu” propagandasının sahteliğine de tanıklık yapar.
Gerçekler bunlardır.
Oysa 80’lerden bu yana, “küreselleşme”nin, “neo-liberalizm”in, “post-modernizm”in, “Yeni Dünya Düzeni”nin emperyalist, liberal, tasfiyeci çukur savunucuları, aşağılık bir demagoji ile,  “serbest piyasa”nın, “insanlığı adil bir paylaşıma, refaha, barışa, demokrasiye, liberal özgürlüğe” vb. kavuşturacağı demagojisini sürekli yapmışlardır ve yapmaya da devam etmektedirler. Onlar, “diktatörlük rejimlerinin, totaliter ve otoriter rejimlerin sonuna” gelindiği, “ideolojilerin ve tarihin sonunun geldiği”, “sosyalizmin ebediyen yenilerek öldüğü”, “demokrasinin nihai zafer kazandığı, liberal özgürlüklerin alabildiğine yaygınlaşmaya” başladığı, “refah ve özgürlükle belirlenen yeni bir tarihe girildiği”, “yeni bir çağın başladığı” vs. vs. demagojilerini, kulakları sağır edercesine sistemlice yaydılar. Bu güruh, böylece tarihin teşhir tahtasındaki yerini de almış oldu.
                                                                                                  DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder