EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME ve DEĞİŞEN “ULUS DEVLET”
I.
BÖLÜM
Emperyalist küreselleşmenin yeni atılımıyla
emperyalist dünya sistemi, alt yapısı ve üst yapısıyla yeniden şekillendi. Bu “neoliberal
küreselleşme”ci yeniden yapılanma süreci, doğal ve kaçınılmaz olarak, “ulus
devlet”lerin ve uluslararası ulus devletler sisteminin de bir yeniden yapılanması
süreci olarak gelişti. Bu sürecin merkezinde duran temel olgu, uluslararası
tekeller olgusudur. Söz konusu yeniden yapılanma sürecinin uluslararası
ilişkiler sistemi (“uluslararası toplum”) nezdinde ortak bir iradeye dönüşmesi
süreci ÇUŞ’ların sistematik mücadelesine dayanarak gerçekleşmiştir. Sürecin
önderleri ÇUŞ’lardır. (Kuşkusuz ki burada ABD emperyalizmi başköşede oturmaktadır.)
Örneğin, Birleşmiş Milletler’in “Milenyum Bildirgesi”, söz konusu “ortak
irade”nin bir ifadesi ve yansımasıdır.
8 Eylül 2000
tarihinde, New York’ta, BM Genel Kurulu yapıldı. Genel Kurul’a, 147 devlet ya
da hükümet başkanı ve toplam 189 üye ülke katıldı. Genel Kurul’da, 8 alt
başlıktan, 32 maddeden oluşan “BM Binyıl Bildirgesi” oy birliğiyle onaylanarak
dünya kamuoyuna duyuruldu. Bildirge’de ortaya konulan perspektif ve yapılan
çağrılar tümüyle uluslararası tekellerin emperyalist dünya düzeninin
onaylanmasına, “neoliberal” politikaların, “iyi yönetişim”in kutsanarak program
ilan edilmesine dayanmaktadır. Kuşkusuz ki tüm bunlar, sınır tanımayan bir
demagoji ve manipülasyonun eşliğinde kamufle edilerek yapılmıştır. “Bugün
karşımızda bulunan en temel sorunun, küreselleşmenin tüm insanlık için olumlu
bir güce dönüştürülmesi olduğuna inanıyoruz.” diyen BM, “küreselleşme”yi temel
veri kabul ederek, dünya çapında bu sorunların “küresel ölçekli politika ve
önlemler”le çözülebileceğini vurguluyor. Bu vurgu, bildirgede, “Söz konusu
çabalar, gelişmekte olan ülkelerin ve geçiş sürecindeki ülkelerin ihtiyaçlarına
cevap veren ve onların etkin katılımı ile formüle edilip uygulanan küresel
ölçekli politika ve önlemleri içermelidir.” açılımıyla, “İnsan Hakları, Demokrasi ve İyi Yönetişim”le devam ediyor. “Bu hakların (21. yüz yılın
evrensel temel değerleri-bn.) en büyük güvencesi insanların kendi iradelerine
dayalı demokratik ve katılımcı yönetişimdir.” vurgusu ve bağlı olarak, “Demokrasinin
geliştirilmesi ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra, kalkınma hakkı dahil olmak
üzere, uluslararası kabul gören insan hakları ve temel özgürlüklere saygının
güçlendirilmesi için hiç bir çabadan kaçınmayacağız.” kararlılığıyla sürüyor.
Bu minval üzerinde bildirge, “evrensel özlemlerimizi gerçekleştirmemize
aracılık edebilecek olan Birleşmiş Milletler'in tüm insanlık ailesinin
vazgeçilmez ortak yuvası olduğunu(nun) bir kez daha vurgu”lanmasıyla
tamamlanıyor.
BM’nin
“milenyum” bildirgesi, açık ve kesin olarak, dünya kapitalizminin programını,
yani; “serbest piyasa”dan+”serbest özgürlükler”den+”iyi yönetişim”den oluşan
programı, kendi öz programı ilan ediyor, kararlılıkla arkasında duracağını
vurguluyor. Anımsatmak bile gereksiz ki, “küreselleşme”yi yücelten BM’nin
kendisi de, ABD’nin patronluğundaki emperyalist dünya düzeninin araçlarından,
sözcülerinden birisidir. Bildirgenin önemi, dünya proletaryası ve halklarını
aldatmak amaçlı yapılan açıklamalardan gelmiyor, bu önem, “merkez” ve “çevre”
ülkelerden oluşan ülkelerin “küreselleşme”nin onayında birleşmesinden, ortak
irade beyanından, dünya düzeninin “küreselleşme”nin gerekleri ekseninde yeniden
yapılanmasının bir zorunluluk ve gereklilik olarak onaylanmasından gelmektedir.
Öncelikle
vurgulanması gerekir: “Küreselleşme” denen şey, emperyalizmdir, emperyalist
küreselleşmenin ta kendisidir. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasının temel
karakteristik özelliği ise uluslararası tekellerdir. Emperyalist dünya
sistemindeki yeniden yapılanmaya damgasını basan da uluslararası tekellerdir.
Emperyalist dünya sisteminde ortaya çıkan derin değişiklikler, dünya sisteminin
hiyerarşik devletler bağıntısında da derin ve kapsamlı değişikliklere yol açtı.
Aşağıda inceleyeceğimiz söz konusu değişiklikler, değişik türevleriyle
ideolojik liberalizmin ve sosyal reformizmin “küreselleşme”yle birlikte
Marksizm-Leninizm’in devlet teorisinin eskidiği, aşıldığı ya da “anakronik”
karakterini gösterdiği propagandasının aksine, doğrulanmaya devam ettiğini
ortaya koymaktadır. Bu değişikliklerin
temel karakteristik özelliklerinin analizi doğal olarak önem taşımaktadır. Bu
değişikliklerin teori, program ve taktiklerde yol açtığı ve açacağı
değişikliklerin tahlili, teorinin geliştirilmesi bakımından yaşamsal önemdedir.
Doğal olarak yapılacak tahlil, burjuva liberal görüş açısından; “Batı
Marksizmi” açısından, “postmodern”, “postMarksist” görüş açısından, keza,
burjuva milliyetçi/ulusalcı görüş açısından değil, diyalektik materyalist görüş
açısından, Marksizm-Leninizm’in görüş açısından yapılacaktır.
Siyaset ve
devlet, sınıflarla, sınıf mücadelesiyle, egemenlik ilişkileriyle bağlı
olgulardır. Siyasetin merkez kavramı, devlettir. Devlet, siyasal bir oluşum ve
aygıttır. Devlet, sınıfsal bir karaktere sahiptir. Sınıflar üstü ya da dışı
devlet teorileri ve propagandası tümüyle sahtedir. Devlet, sınıflı toplumların
ürünüdür ve daima egemen sınıfın egemenlik aracıdır. Lenin’in dediği gibi,
“siyaset, devlet işlerine katılma, devleti yönetme, devlet faaliyetlerinin
biçimlerini, görevlerini ve içeriğini belirlemektir.” (Marksizm-Devlet Üzerine.
Devlet ve İhtilal İçin Hazırlık Materyali, s. 138, Diyalektik Yayınları)
Dolayısıyla devlet karşısında alınan tutumlar, geliştirilen analizler, yapılan
propagandalar ideolojik-teorik bir arka plana ve dolaysız bir siyasal karaktere
sahiptir. Bu gerçekleri, “küreselleşme” bağıntısında ortaya çıkan burjuva
milliyetçi “ulus devlet” savunusundan da, “postliberal” “ulus devletin sonu”
ilanından da görebiliriz ve görmekteyiz.
“KÜRESELLEŞME”
VE “NEOLİBERAL DEVLET”
Lenin,
şöyle der: “Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: Mali
oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her
alanda gericilik ve artan ulusal baskı.” Ve bir başka yerde vurgular;
“Emperyalizm, her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali
sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır:
Siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut
uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı derecede yoğunlaşması.” (Emperyalizm). Lenin şu
tahliliyle, emperyalist siyasal gericilik eğilimiyle emperyalizmin ekonomik
temeli arasındaki dolaysız bağa işaret eder. “Bu yeni ekonominin, tekelci
kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı,
demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül
eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder.” (Emperyalist Ekonomizm) Lenin,
“emperyalizm, banka sermayesi çağı, dev kapitalist tekeller çağı”nda, “ ‘devlet
mekanizması’nın olağanüstü bir güçlenişini, gerek monarşist gerekse de en
özgür, cumhuriyetçi ülkelerde proletaryaya karşı baskı önlemlerinin
artırılmasıyla bağıntı içinde onun bürokratik ve askeri aygıtının görülmedik
bir büyümesi”ne (Devlet ve Devrim) tanık olunduğunun altını çizer.
Lenin’in
yukarıdaki tez ve tahlilleri, bugün de tümüyle doğru ve geçerlidir.
Dahası, bu tezlerin ortaya koyduğu gerçekler, bugün çok daha keskin biçimler almıştır. Emperyalist gelişmenin nesnel
hareket yasaları temelinde yükselen, emperyalizmin kendi içsel evrimiyle
ortaya çıkarak genelleşen tekelci kapitalist gelişme evresinde,
emperyalizmin siyasal gericilik eğilimini; siyasal üstyapının aşırı gerici
karakterini daha da yoğunlaştırmış, keskinleştirmiş ve yaygınlaştırmıştır.
“Küreselleşme” ile (uluslararası tekelci kapitalizm!) emperyalist siyasal
gericilik eğilimi de daha yüksek bir temelde ve düzeyde uluslararasılaşarak daha
fazla “küresel”leşmiştir. Böylece, emperyalizmin doğal karakteristiği olan
siyasal gericilik eğilimi, bir tür “süper” siyasal gericilik olarak insanlığın
karşısına dikilmiştir.
Emperyalizm,
tekelci kapitalizmdir. Ekonomideki kapitalist tekelleşme, siyasette de (siyasal
üstyapıda) burjuvazinin siyasal tekelciliğini ve siyasal gericilik eğilimini
üretmiş ve katmerleştirmiştir. Ekonomi ile politika arasında kopmaz
bağlar vardır. Siyasal duruşu şekillendiren sınıfların iktisadi
çıkarlarıdır. Her siyaset, bir sınıfın, her siyasal üstyapı, egemen sınıfın
damgasını taşır ve o sınıfın iktisadi çıkarlarının gerekleri tarafından biçimlendirilir. Çünkü “siyaset, ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir” (Lenin). Ve devlet, tekelci
kapitalist ekonomiye dayanan sınıfın, “özünde, üretim üzerinde egemen olan
sınıfın ekonomik gereksinmelerinin yoğunlaşmış biçimde yansısından başka bir
şey değil”dir (Engels). Bazı özgün ve geçici kesitler hariç, kural olarak, ekonomik iktidarı elde
tutan sınıf, siyasal iktidara da hükmeder. Tekelci kapitalist ekonominin
siyasal üstyapısı ve siyaseti, mali sermayenin siyasal gericilikle belirlenen
siyasal iktidarına, iktidar tekeline tekabül eder. Üretici güçlerin özgürce
gelişimini engelleyen, artan çürüme, can çekişme ve asalaklıkla
belirlenen emperyalist tekelci kapitalizm, emperyalist kapitalizmin her
bakımdan uluslararasılaşarak (küreselleşerek) keskinleşmiş ve daha da
keskinleşecek uzlaşmaz çelişkileri, onun azami kar amacı, doğal
ve kaçınılmaz bir şekilde, siyasal alanda demokrasinin reddi ve artan ve
yoğunlaşan siyasal gericilik olarak karşımıza çıkar. “Küreselleşme”yle,
“neoliberalizm”le, “yönetişim”le ortaya çıkan yeni tip burjuva devlet
yapılanmasıyla kısıtlı burjuva demokrasisinin her fırsatta budanmaya
çalışılıyor oluşu da bu olgunun bir yansımasını oluşturmaktadır. Burjuva ulus
devlet, 1917 Ekim sosyalist devriminin zaferinin ürünü olan sosyalist devletin
doğuşuyla, tarihsel bakımdan
aşılmıştır. Burjuva ulus devletin sosyalizmin zaferiyle tarihsel olarak ömrünün
doldurduğunun açığa çıkmasıyla, bu nesnel, tarihsel ve politik gerçeğin
baskısıyla, siyasal gericilik ve siyasi çürüme eğilimi daha da keskinleşerek
yoğunlaşmıştır.
Emperyalizmin 100 yılı aşan tarihsel deneyimi,
dipten doruğa yukarıda özetlenmeye çalışılan olgunun ya da olguların açık ve
keskin kanıtlarıyla dopdoludur. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında
ortaya çıkan faşizm olgusu (ve son çeyrek asırda gelişen, geliştirilen
neofaşist siyasal gericilik eğilimi) emperyalist siyasal gericiliğin tepe
noktası olarak vardığı ve varabileceği noktayı göstermiştir, göstermektedir. Uluslararası
tekellerin (ÇUŞ) egemenliğiyle belirlenen tekelci kapitalizm olgusu, özellikle de
son 20-30 yılı, iktisadi açıdan tekelci kapitalizmin daha yüksek tipten
tekelleşmesinin bir ürünü olarak, buna koşut, sosyal-emperyalist kampın
dağılışı, dünya devrim dalgasının geçici geri çekilişiyle de birleşerek,
siyasal alanda, emperyalist devletin siyasal gericilik eğilimini daha da
yoğunlaşmıştır.
Emperyalist siyasal gericilik ve saldırganlık,
NATO’nun 50. Kuruluş Yıldönümü vesilesiyle formüle edilen ama özellikle de 11
Eylül vuruşundan sonra çok daha çıplak hale gelmiştir. “Terörizme karşı
mücadele”, “küresel terörizmle sonsuza kadar savaş”, “önleyici savaş”,
“özgürleştirme stratejileri” ile ve bu stratejinin ışığında geliştirilen yasal
düzenlemelerle ve taktiklerle daha gerici ve faşizan bir şekilde ete-kemiğe
bürünmüştür. Böylece emperyalist siyasal gericilik eğilimi, emperyalist burjuvazinin
yeni politik duruş ve yönelimiyle, daha iğrenç, yıkıcı ve ikiyüzlü biçimler
almıştır.
Bu gelişme, “küreselleşme”yle “küresel”leşerek
yoğunlaşıp kapsamlılaşan emperyalizmin siyasal gericilik eğilimi, iç
politikada, yoğunlaşan faşizan burjuva terör, faşist akımların hızla güç
toplaması, yükselen faşizm tehlikesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Vatanseverlik Yasası”, “Anavatan Güvenliği Yasası”, “Terörizmle mücadele”
yasaları gibi yasal düzenlemelerden, “E-devlet” uygulamasının
geliştirilmesinden bunu görebiliriz. Suç ve güvenliğin, “küreselleşme”yle bağlı
olarak yeniden tanımlanmasından ve ceza yasalarının çeşitlendirilip
ağırlaştırılmasından bunu görebiliriz.
Teknolojik kontrolün, elektronik gözetim ağlarının sınır tanımaz
gelişiminden, yurttaşlık statüsünün ve kişisel verilerin ve özel yaşamın
gizliliğinin resmi ve fiili tasfiyesinden bunu görebiliriz. “Piyasa için
güvenlik” politikasından, “piyasaların güvenliği” için yapılan düzenlemelerden
ve güvenliğin özelleştirilmesi vb. gibi neofaşist, militarist düzenlemelerden
bunu görebiliriz. Böylece, artan oranda burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin
açık açık gasp edilmesinden bu olguyu görebiliyoruz. Açıktır ki, “neoliberal
devlet”te artık bir girişimciler var, bir de potansiyel suçlular. Burada artık yurttaş
yok, girişimcilerden, müşterilerden, potansiyel suçlulardan oluşan bir topluluk
var.
“Küresel
toplumun güvenliği”, “ulusal güvenlik”, “yurttaşın güvenliği”, “siyasal
istikrar” vb. adı altında “risk toplumu”nu yönetme, “yönetişim”e bağlama,
kontrol edilebilir, yönetilebilir, risklerin hesaplanabilir, “önleyici” baskı,
kuşatma, saldırı ile itaatkar toplum ve birey yaratmak esası yürürlüktedir.
Enformasyon, komünikasyon, biyogenetik vb. teknolojiler, elektronik ağlar ve
dijital kontrol teknolojisi ve aygıtı azami karın emrinde olduğu gibi,
burjuvazinin, burjuva devletin, devletler sisteminin ideolojik hegemonya
kurmasının, siyasal ve toplumsal denetimi geliştirmesinin de yetkin
araçlarıdır. Kuşkusuz ki tüm bunlar, salt yerelle, ulusal çapla sınırlı değil,
küresel çapta gerçekleşmekte, “riskler”le, “suç”la, “suçluyla, “terörizm”le,
“istikrarsızlık”larla mücadele adına küresel veri tabanları ve kurumsallaşması
üzerinden işlevselleşmektedir. “Demokrasi”, “demokratikleşme”, “şeffaflık” vs.
aynı zamanda işte bu anlama geliyor ve gelmektedir
ABD,
sözde “hür dünya”nın lideridir. AB, sözde “demokrasinin” mabedidir. Oysa ABD, AB ülkelerinde, bu ülkelerin devlet
ve hükümetlerinin doruğunu oluşturan yönetici elitinin (ordu, istihbarat,
polis, jandarma kurumlarının şefleri ve temel yöneticilerinin, devlet
başkanlarının, başbakanlarının) bilgisi ve onayı temelinde gizli
işkence merkezlerini kurarak işletmiştir. Bu olgu bile tek başına emperyalizmin
ve burjuva devletin artan siyasal çürümesini ve yoğunlaşan siyasal gericilik
eğilimini çarpıcı bir şekilde kanıtlamaya yetiyor. “Küreselleşme” sürecinde
İtalya’da, Avusturya da, ABD’de faşist hükümetlerin ortaya çıkmış olması da söz
konusu saptamalarımızı doğruluyor.
Bugün,
burjuva devlet biçimlerinin, o arada faşist devlet biçiminin, faşist
diktatörlüklerin sınıfsal temelleri değişmiştir. Bu sınıf temelini artık
tekelci burjuvazi değil, uluslararası tekelci burjuvazi (uluslararası tekeller)
oluşturmaktadır. Faşizm de klasik bir burjuva faşizmi değil, neofaşizmdir.
“Serbest piyasa” ve “serbest özgürlükler” (“neoliberal özgürlük”), neofaşizmin
karakteristikleri olarak öne çıkmıştır. Bu neofaşizm, ister piyasacı isterse de
klasik söylemle ve ulusalcı demagojiyle ortaya çıksın, artık uluslararası
tekelci burjuvaziye ve onun siyasal programına dayanmaktadır ya da
dayanacaktır; onların en gerici, en şoven, en saldırgan kesimlerinin açık
terörist diktatörlüğü olacaktır.
Söz
konusu gelişme dış politika alanında ise, dünya pazarını temel alan ve
yükselen emperyalist yayılmacılık ve keskinleşen rekabet mücadelesi, yer
küremizin açık bir sömürgeye dönüştürülmesi, yükselen militarizm ve artan
askeri saldırganlık ve işgaller olarak karşımıza çıkmaktadır. Yugoslavya’nın
parçalanması ve yerle bir edilmesi, Afganistan, ardından Irak işgali, sonra
Libya ve bugün Suriye örneklerini bilmem hatırlatmaya gerek var mı? “Küresel
terörizme karşı mücadele”, ırkçı “medeniyetler çatışması”nın körüklenmesini
hatırlatmak acaba çok mu gerekli? Sözde “STK”lar ve “halk” aracılığıyla
Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan vb. gibi ülkelerde “turuncu”, “gül”,
“karanfil” vs. adı altında gerçekleştirilen sözde “devrimler” de aynı
olgunun bir diğer biçimi ve yansıması olduğu açık değil mi?
Küresel, kıtasal, bölgesel, ülkesel bazda kışkırtılan gerici
fanatik ulusal, dinsel, mezhepsel boğazlaşmalar, dinsel gericiliğin korkunç
biçimde horlatılması, ırkçılığın ayyuka çıkartılması, ortaçağın yardıma
çağrılışı, sayısız sapkın akımın geliştirilmesi, mafyatik burjuva devletin
gelişmesi, uyuşturucu kullanımının teşvik edilmesi, uyuşturucu kullanımının
özellikle gençlik içerisinde bilinçli teşviki, “Tele-Voleci”, apolitik, sadece günü kurtararak yaşayan,
tarih bilincinden yoksun, gelecek perspektifi olmayan, çağına, toplumuna ve
mensubu olduğu emekçi sınıflara karşı hiçbir sorumluluk duymayan, gemisini
yürüten kaptandır diyen aşırı bencil ve tüketim delisi yırtıcı bireyin inşası,
insani yabancılaşmanın tarihte hiçbir zaman görülmemiş derecelere varması vb.
emperyalist siyasal gericiliğin, toplumsal ve kültürel dejenerasyonunun
katmerleşen diğer birkaç görünümüdür.
Uluslararası tekellerin damgasını bastığı “neoliberal
küreselleşme” dönemi, emperyalist “neoliberal”, “postmodern”, “postmarksist”
sahte propagandanın ileri sürdüğü gibi daha fazla demokrasi, daha fazla
özgürlük, daha fazla insan haklarıyla, daha az devlet, daha çok “sivil
toplum”la, “ulus devletin sonu” ile belirlenen bir dönem olmamıştır. Aksine,
siyasal gericiliğin çok daha keskinleşerek, kapsamlılaşarak, “küresel”leşerek
yoğunlaşıp yükseldiği bir tarih kesiti olmuştur. Enternasyonal proletarya ve
halkların ve sosyalist kampın baskı ve mücadelesiyle koparılıp alınmış,
kazanılmış siyasal özgürlüklerin, ekonomik ve sosyal hakların son çeyrek asırda
sürekli tırpanlanıp tasfiye edilmesinden de bu olguyu açıkça görmekteyiz. Uluslararası
tekellerin emperyalist kapitalizminden başka bir şey olmayan “neoliberal
küreselleşme”nin burjuva ve küçük burjuva propagandistlerinin, tümüyle
demagojik ve manipülatif iddialarının aksine, temel gerçek budur. Bu mızrağın
bu çuvala sığmadığı açık ve kesindir.
“Serbest piyasa ekonomisi”, “serbest özgürlükler” sadece ve
sadece birkaç yüz, birkaç bin ÇUŞ (uluslararası tekel) içindir. Burada da,
“küreselleşme”nin nimetleri sadece ÇUŞ’ların hanesine külfetleri ise proletarya
ve ezilen insanlığın hanesine yazılmıştır ve yazılmaktadır. “Yönetişim”, “iyi
yönetişim” olarak kavramlaştırılan şey, devlet, toplum, birey ilişkilerinin,
gündelik yaşamın “küreselleşme”nin, sermayenin, uluslararası tekellerin
sınırsız yönetimi için yeniden yapılandırılmasından ibarettir. “Yönetişim”ci
“paradigma”nın merkezinde, işçi ve emekçiler için daha fazla
demokrasi-özgürlük, insan hakları falan durmaz. Bu söylem, sermayenin ve
yedeğindeki renkli akımların demagojisinden ve manipülasyonundan ibarettir. “Küresel yönetişimci paradigma”nın
merkezinde, düpedüz uluslararası tekellerin “neoliberal” devleti ve politikası
durmaktadır. Emek ve sermaye ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanında
fütursuzca sermaye lehine yeniden yapılandırılması durur. Ekonomik, siyasal,
toplumsal yaşamın kar, daha fazla kar mantığına uygun yeniden
şekillendirilmesi, “serbest piyasa”nın önünde engel haline gelmiş tüm ayak
bağlarının tasfiyesi durur. Bu tasfiye eylemi, hem proletarya ve halkların
kazanımlarının, hem de yeni tip sermaye birikiminin önünde engele dönüşmüş eski
tip burjuva ekonomik, siyasal, ideolojik biçimlerin tasfiyesini kapsamaktadır.
Her şey azami kar için diyen uluslararası tekellerin önderlik ve yönetim tarzı
olan “yönetişim”in “ulus devlet”in yönetim, yeniden yapılanma çizgisi konumuna
sıçrayarak toplumsal yaşamın yeniden dizayn edilmesinin aracı haline gelişi,
“neoliberal devlet”in gerçek yüzünü çarpıcı bir tarzda sergileyen bir olgudur.
Burada söz konusu olan şey, “küreselleşme”nin, “serbest piyasa”nın mantığının
burjuva devletin ve burjuva siyasetin mantığı, böylece devletin mantığının
“küreselleşme”nin, “serbest piyasa”nın mantığı haline gelerek, “her şey kar ve
daha fazla kar için” diyen saldırgan “piyasacı devlet”in ortaya çıkışıdır. İşçi
sınıfı ve emekçilere karşı sosyal yükümlülüklerinden kurtulmuş, artı değer
soygununu azamileştiren, ulusal gelirin dağılımını saldırganca sermaye lehine
düzenleyen, kar ve zarar hesabına göre davranan, sermayenin aleyhine olan tüm
kazanımları yok eden, tekellerin iktidar ortaklığının
açık seçik hale geldiği, yoksulların gözden çıkarıldığı, her şeyin tekeller
için olduğu bir devlettir “yönetişim”ci devlet. “Ekonominin siyasetten
arındırılması”, “devlet, özel sektör, sivil toplum ortaklığı”, “merkezsiz
toplum”, “iktidarın dağılması”, “yöneten yönetilen” ayrımına, “devlet toplum
ikiliğine” son vermek, “şeffaflık”, “bürokrasiye”, “yolsuzluğa” karşı mücadele,
“popülizm” düşmanlığı, “hukukun üstünlüğü” vb. piyasacı “minimal devlet”in
kodlarıdır sadece.
Emperyalizmin ve “küreselleşmeci”lerin o çok yücelttikleri
“demokrasi” ve “liberal özgürlükler” bugün dünle kıyaslanmayacak kadar çok daha
küçük bir azınlığı oluşturan mali sermaye sınıfı, mali oligarşi, bağımlı
ülkelerdeki işbirlikçi sermaye oligarşileri için çok daha fazla demokrasi,
proletarya ve halklar için çok daha fazla diktatörlük haline gelmiş bulunuyor.
Emperyalist küreselleşmenin atılımının dünya devriminin geçici ama ağır
yenilgisiyle örtüşerek gelişmesi, uluslararası politik güçler dengesinin,
merkezinde emperyalizmin bulunduğu dünya karşı-devrim cephesinin lehine
gelişmesi, emperyalist ve burjuva saldırganlığın adeta engelsiz ve dizginsiz
bir tarzda gelişmesine, siyasal gericiliğin küresel çapta atılım yapmasına da
yol vermiştir.
“HAYIRSEVER” VE
“FİLOZOF” SOROS’UN TANIKLIĞININ GÖSTERDİKLERİ
Kapitalist emperyalizmin, ÇUŞ’ların safına geçmiş
revizyonistlerin “küreselleşme”nin demokrasiyi temsil ettiği ve geliştirdiği,
dünyamızın son çeyrek asırda daha fazla demokratikleştiği propagandasının
gerçek dışı bir iddia, düpedüz yalan olduğuna, Soros da tanıklık yapmaktadır.
Soros’un, bu ünlü CIA bağlantılı spekülatörün tanıklığının değerli olduğu
açıktır. Soros’un açık sözlü sayılabilecek aşağıdaki değerlendirmeleri
önemlidir.
“Dünyada kapitalizmin zaferinden bahsedebiliriz, fakat
demokrasinin zaferinden henüz değil.”(Açık Toplum Küresel Kapitalizmde Reforum,
s. 10, Truva yay.)
“Kapitalizm ve demokrasinin el ele gitmesi gerekmez.
Biraz ilişki vardır… Fakat ilişki otomatik olmaktan uzaktır. Baskıcı rejimler
(tabii ki kastettiği emperyalist ülkeler değil! bn.) ellerinde sıkı sıkıya
tuttukları gücü isteyerek gevşetmezler ve genellikle hem yabancı, hem de yerli
iş çıkarlarından yardım ve cesaret alırlar. Bunu birçok ülkede, özellikle
petrol ve elmas gibi doğal kaynakların tehlikede bulunduğu ülkelerde görebiliriz.
Belki de bugün dünyada özgürlük ve demokrasiye yapılan en büyük tehdit
hükümet ile iş dünyası arasında kötü birlikler kurulmasından kaynaklanmaktadır.
“Bu yeni bir olgu değil. Faşizm olarak isimlendiriliyor ve
Mussolini’inin İtalya’sında, değişik derecelerde Hitlerin Almanya’sında,
Franco’nun İspanya’sında ve Salazar’ın Portekiz’inde kendini gösteriyor. Bugün
daha çok çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor, fakat birkaç örnek söylemek
gerekirse, Fujimori’nin Peru’sunda, Mugabe’nin Zimbabwe’sinde, SPOC’nin
Burma’sında ve Mahathir’in Malezya’sında ortaya çıkıyor…” (Açık Toplum, s. 11,
abç.)
“Kapitalizmin servetin yaratılmasında çok başarılıdır, fakat özgürlükler, demokrasi ve hukuk düzeni sağlayacağına güvenemeyiz…
Özgürlük, demokrasi ve hukuk düzeni gibi evrensel ilkelerle ilgileniyorsak, onları piyasa güçlerinin korumasına
bırakamayız; onları korumak için başka kurumlar oluşturmak zorundayız.” (s.
11-12, abç)
Kuşkusuz ki burjuva demokrasisi burjuvazi için demokrasi,
proletarya ve halklar için diktatörlüktür. Soros bu olguyu elbette ki gizliyor.
Fakat bu önemli değil, önemli olan faşizm, askeri ve gerici diktatörlükler vb.
gibi diktatörlüklerin işbirlikçi yerli sermaye ile uluslararası sermayenin
ittifakına dayandığının veya İtalya ve Almanya gibi ülkelerde tekelci
sermayenin “demokrasi”yi gerektiğinde çöpe attığının ve atabileceğinin
itirafıdır. Önemli olan, burjuvazinin, mali sermayenin, tekellerin “demokrasi,
insan hakları, hukuk düzeni” gibi değerlerin doğal temsilcisi olmadıklarının,
burjuva demokrasisine dayanacak bir diktatörlük için bile sermayeye
güvenilmeyeceğinin dobra dobra itiraf edilmesi ya da dile getirilmesidir…
“Küreselleşme”ci “neoliberal”, “postmodern” propagandaya
göre, geri ülkeler ve “demokrasiden” yoksun geri ülkeler “serbest piyasa ekonomisi”ni
geliştirdikleri oranda zenginleşecek, bu da doğal olarak “demokrasi”yi
getirecektir vs.. O halde “demokratik bir ülke” haline gelebilmek için
“küreselleşme” savunulmalı, “birey, toplum, devlet” ilişkileri, “ekonomi,
toplum, politika liberalleşmeli”, “neoliberalizm”e Allah’ın ipine sarılır gibi
sarılmalı, vb.
Konu hakkında bir kez daha Soros’a başvurabiliriz.
“Ayrıca ekonomik
zenginliğin illaki demokratik özgürlüklerin gelişmesine neden olacağı doğru
değildir.” “Kapitalizmin demokrasiye öncülük ettiğine dair argüman ilgili
temel bir zorluk var. Ülkeleri demokrasiye doğru iten küresel kapitalist sistem
içindeki güçler biraz zayıftır. Uluslararası
bankalar ve çok uluslu şirketler
kendilerini güçlü otokratik bir rejimde, zayıf demokratik bir rejimden daha
rahat hissederler. Özellikle petrol ve elmas gibi doğal kaynakların olduğu
ülkelerde, yabancı sermaye genellikle
yolsuzluğun kaynağı ve diktatörlüğün
başlıca dayanağı olmuştur.” (agk., s. 170, abç)
Gerek kapitalizmin metropollerinde, gerekse de emperyalizme
bağımlı ülkelerde ÇUŞ’lar “kendilerini güçlü otokratik bir rejimde, zayıf
demokratik bir rejimden daha rahat hissederler.” Kuşkusuz ki uluslararası
bankalar, ÇUŞ’lar kadir-i mutlak bir güç değildir, her zaman kendileri için
ideal olan yönetim biçimlerini bulamayabilirler… Ama “küreselleşme”nin
devleti “demokratik” değil “güçlü
otoriter” devlettir. “Zayıf bir devlet açık toplum için otoriter bir devletten
daha fazla tehdit oluşturabilir.” (s. 109) vurgularıyla Soros, ÇUŞ’ların nasıl
bir devlet istediklerini de gözler önüne serer. Böylece pek demokrat ve çok
hayırsever Soros da kendi gerçeğinin altını çizer.
“Küreselleşme” ve “enformasyon devrimi”nin dünyayı
demokratikleştirdiği ve demokratikleştireceği iddiasını ileri süren
“neoliberalizm”, “postmodernizm”, “postMarksizm”in iddiaları da dahil yeni tip
burjuva liberal propagandaya yine Soros’un
açıklamalarının ışığında bakmak yararlı olacaktır. Ne de olsa
“küreselleşme”nin, “enformasyon devrimi”nin nimetlerinin tepesinde oturan zat-ı
şahanelerden birisidir kendisi.
“Fakat enformasyon özgürlüğüne de gereğinden fazla değer
biçilmemelidir… Her halükarda
enformasyonun serbest dolaşımının insanları demokrasiye sevkedeceği kesin
değildir, özellikle demokrasilerde
yaşayan insanlar demokrasiye inanmazken…”
“Gerçeği söylersek, demokrasi ile kapitalizm arasındaki
bağlantı nihayetinde zayıftır. Bununla birlikte kapitalizmin aşırılıklarını sınırlamak ve düzeltmek için demokratik kurumlara ihtiyaç duyar. 19. yüzyıl
Avrupa’sında, Komünist Manifesto’nun büyük kehanetleri politik oy verme
hakkının genişlemesiyle boşa çıkmıştır.”
(agk., s. 170-171, abç)
Evet, Soros, sınıf bilinçli biri, yaşamını aynı zamanda
emperyalist kapitalizme, Amerikan emperyalizmine adamış bir militan. Ama
“filozof”luğa soyunduğu oranda da sistemin bazı gerçeklerini ifade etmek
zorunda kalıyor. Emperyalist dünya sistemini bekleyen asıl tehlikenin dünya devrimi ve sosyalizm olduğunun da çok iyi bilincinde. O, enformasyonun enformasyonu kontrol edenler, demokrasinin
demokrasiyi kontrol eden ve yöneten bir avuç azınlık için özgürlük olduğunu,
ezilen ve sömürülenleri sürekli boyundurukta tutup köleleştirmek için etkince
kullanıldığını çok iyi biliyor.
Emperyalist propagandaya göre ve bu propagandadan beslenerek
sermayenin hizmetinde proletaryaya, devrime, sosyalizme karşı ideolojik saldırı
yürütenlerin (ki bunların tasması da ÇUŞ’ların, Sorosgillerin ellerindedir)
“küreselleşme”yle demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının at başı
gittiği, demokrasiye inancın yoğunlaşıp yaygınlaştığı, sonsuz bir demokratikleşme
ve özgürlükler çağına girdiğimize dair pembe yalanlarına yanıtımızı yine
“filozof” Soros üzerinden vermeye devam edelim. “Zayıf devlet açık toplum için”
(yani emperyalist dünya düzeni için) “tehlikelidir” diyen Soros, şunları
yazıyor.
“Başka bir şey daha keşfettim. Açık toplumlarda yaşayan insanlar açık topluma evrensel bir fikir
olarak gerçekten inanmıyorlar.” (agk., s. 109, abç.)
Soros’un, dünyanın lanetlileri için geçersiz olan, “Açık
toplum, bir evrensel fikir olarak özgürlük, demokrasi, hukuk düzeni, insan
hakları, sosyal adalet ve toplumsal sorumluluk ilkelerini temsil etmektedir”
yalanlarını ya da tüm bunların sermaye düzenini ve egemenlik ilişkilerini
evrensel bir fikir, tüm insanlığın ortak değerleri olarak lanse etme
gereksiniminin ürünü olduğunu belirterek geçelim. Soros, kapitalist/revizyonist
bloğun 1989/91 sürecinde çözülerek dağılışından, açık kapitalist biçimler
almasından sonra (ki bu süreçte, kendisinin, Açık Toplum Vakfı’nın ve
fonlarının önde gelen bir rol oynadığını da açıkça belirtir kitabında) yaşanan
deneyler üzerinden şunları saptar ve ifade eder:
“Batının tutumu daha rahatsız ediciydi. İlkin Batı’daki
kişilerin bir tarihsel fırsatı daha yavaş fark ettiklerini düşündüm, ama
sonunda eski komünist ülkelerin geçiş dönemini kolaylaştırmalarında yardımcı
olacak bir evrensel fikir olarak açık toplumu gerçekten pek önemsemedikleri
sonucuna varmak zorunda kaldım. Soğuk Savaş propagandası beni yanlış
yönlendirdi. Özgürlük ve demokrasi hakkında söylenen bütün o
sözleri, propagandadan başka bir şey değildi.”
“Sovyet sisteminin çöküşünden sonra, bir ideal olarak açık
toplumun cazibesi, eski komünist ülkeler de bile yok olmaya başladı.” (s. 121, abç.)
Soros’un sözlerinin ayrıntılı yorumunu okuyucuya bırakıyoruz…
Sorun açık: Demokrasi ve özgürlük söylemi (“retorik”)
proletarya ve halkları aldatarak yönetmenin bir aracı. Devrime ve sosyalizme,
Marksizm-Leninizm’e karşı savaşmanın bir dayanağı. Rakip devletleri kuşatmanın,
parçalamanın, dağıtmanın, diz çöktürmenin bir silahı. Sermayenin, proletarya ve
halkların muhalefetini dizginlemesinin bir paravanı ve emniyet sigortası.
Demokrasi, özgürlük, insan hakları, hukuk düzeni, insani yardım müdahaleleri
maskesinin arkasında uluslararası tekellerin, emperyalist ve işbirlikçi
devletlerin ve sınıfların kanlı yüzü ve yumruğu vardır…
“Hür dünya”, “demokratik Batı”, “açık toplum”, “liberal
özgürlükler” vs. v.s propagandası sermayenin proletaryaya ve halklara dönük
sınıf mücadelesinden, ideolojik saldırısından başka bir şey değildir. Soros
açıklıkla “Batı demokrasisi”nin, “temsili demokrasisi”nin büyük ölçüde
çürüdüğünü, Batı insanının gözünde bile inandırıcılığının pek kalmadığını,
durumun tehlikeli olduğunu saptar. Çünkü incir yaprağı gitgide işlevini
yitiriyor. Soros, zayıf bir devletin demokrasi, özgürlük, açık toplum için
otoriter bir devletten daha tehlikeli olduğunu söyler. “Serbest piyasa
ekonomisi” için “güçlü devlet” şarttır, der. “Rusya deneyiminin öğrettiği gibi,
zayıf bir devlet özgürlüğe karşı bir tehdit olabilir. Kuralları uygulayan bir otorite
piyasa mekanizmasının işlemesi için zorunludur.” (agk., s. 236) diyerek
vurgular bu fikri. “Eğer egemen fakat baskıcı bir devletin iç işlerine müdahale
etmek istemezsek, o zaman açık toplum için ümit besleyemeyiz.” (s. 293) diyerek
emperyalist müdahaleleri meşru ilan eder. “Üzülerek Batının açık bir topluma
evrensel bir kavram olarak çok fazla değer vermediği sonucuna varıyorum” diyen;
“Hür dünya”nın demokrasi, özgürlük, insan hakları söyleminin Soğuk Savaş
propagandası, yalan rüzgarı olduğunu anladığını açıklıkla vurgulayan; küresel
açık toplumu ABD önderliğinde kurmak gerektiğini, NATO’nun da küresel açık
toplumun askeri vurucu gücü olarak yetkinleştirilmesi gerektiğini söyleyen,
“Dünyadaki en büyük açık toplum Birleşik Devletlerdir” ilanında bulunan;
Afganistan’ın, Yugoslavya’nın, Irak’ın işgalinin gerekli olduğunu vurgulayan;
küresel açık toplumun ABD liderliğinde kurulabilmesi için Bush kliğiyle
sarsılan ABD imajının Clintonvari politikalarla aşılması gerektiğine dikkat
çeken; küresel ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik hegemonyanın yenilenerek
geliştirilmesinin hayati önemi üzerinde duran Soros, emperyalist devletler ve
işbirlikçi devletlerin daha da güçlendirilmesi çizgisini temsil eder.
Böylece O, ÇUŞ’ların devletinin demokratik devlet değil daha
saldırgan ve gerici bir devlet olduğuna da, “ulus devletin sonu”
propagandasının sahteliğine de tanıklık yapar.
Gerçekler
bunlardır.
Oysa
80’lerden bu yana, “küreselleşme”nin, “neo-liberalizm”in, “post-modernizm”in,
“Yeni Dünya Düzeni”nin emperyalist, liberal, tasfiyeci çukur savunucuları,
aşağılık bir demagoji ile, “serbest
piyasa”nın, “insanlığı adil bir paylaşıma, refaha, barışa, demokrasiye, liberal
özgürlüğe” vb. kavuşturacağı demagojisini sürekli yapmışlardır ve yapmaya da
devam etmektedirler. Onlar, “diktatörlük rejimlerinin, totaliter ve otoriter
rejimlerin sonuna” gelindiği, “ideolojilerin ve tarihin sonunun geldiği”,
“sosyalizmin ebediyen yenilerek öldüğü”, “demokrasinin nihai zafer kazandığı,
liberal özgürlüklerin alabildiğine yaygınlaşmaya” başladığı, “refah ve
özgürlükle belirlenen yeni bir tarihe girildiği”, “yeni bir çağın başladığı”
vs. vs. demagojilerini, kulakları sağır edercesine sistemlice yaydılar. Bu
güruh, böylece tarihin teşhir tahtasındaki yerini de almış oldu.
DEVAM
EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder