EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN
PANORAMASI
3- Emperyalist Küreselleşme ve Mali
Sermaye
Lenin,
emperyalizm olgusunu tahlil ederken, çağımızın “mali sermaye ve tekeller çağı”
olduğunu, bankaların “geliştikçe ve az sayıda kurumlarda yoğunlaştıkça,
mütevazi araçlar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin
hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük
patronların para sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran
muazzam tekeller haline” geldiğini vurgular. Mali sermayenin “tekeller çağını
yarattı”ğını ortaya koyarken, mali sermayenin tarihçesini ve özünü, şu çarpıcı
ve berrak ifadeyle anlatır: “Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak,
tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi-işte mali
sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.” Lenin, emperyalizmin 5 temel
karakteristik özelliğini sayarken şöyle der: “…banka sermayesi sınai sermayeyle
kaynaşmış ve bu ‘mali sermaye’ temeli üzerinde bir mali oligarşi
yaratılmıştır.” “Böylece 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye
egemenliğinden mali sermaye egemenliğine geçilen yeni bir kapitalizme yerini
bıraktığı bir dönüm noktasıdır.”
Lenin’in
mali sermaye ve mali sermaye temeli üzerinde yükselen mali oligarşiye ilişkin
çözümlemeleri bugün de teorik ve pratik geçerliliğini korumakta
ve yol göstermeye devam etmektedir.
Lenin’in öğretisi temelinde mali sermaye
olgusunu tahlil eden Enver Hoca, şöyle der:
“Lenin’in bize öğrettiği gibi, üretimin ve
sermayenin yoğunlaşması; para sermayenin yoğunlaşmasında artışın onun büyük
bankaların ellerinde toplanmasının, mali sermayenin ortaya çıkıp gelişmesinin
temelidir. Kapitalizmin gelişme sürecinde tekellerle birlikte bankalar da
gelişir. Bunlar tekellerin ve tröstlerin, aynı zamanda küçük üreticilerin ve
küçük tasarruf sahiplerinin para sermayesini emerler. Böylece kapitalistlerin
elinde bulunan ve onlara hizmet eden bankalar başlıca mali araçları ellerinde
tutarlar.
“Küçük işletmelerin büyük işletmeler,
karteller ve tekeller tarafından ortadan kaldırılmasında görülen aynı süreç,
birbiri ardından küçük bankaların tasfiyesinde de kendini gösterdi. Böylece
büyük işletmelerin tekelleri yaratması gibi, büyük bankalar da banka
konsorsiyumlarını yaratırlar. Son yirmi yıl içinde bu olgu, çok büyük boyutlara
ulaştı ve bugün de çok hızlı biçimde sürmektedir…” (Emperyalizm Ve
Devrim, s.58)
Enver
Hoca, “Bugün artık bankaların ve tekelci işletmelerin yöneticileri, karşılıklı
olarak diğerlerinin yönetim kurullarında yer alarak, Lenin’in ‘kişisel birlik’
diye adlandırdığı şeyi yaratıyorlar. Bu süreçte ortaya çıkan mali sermaye,
sermayenin tüm biçimlerini kapsıyor: Sanayi sermayesi, para sermaye ve meta
sermaye.” vurgusunu yaparak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, mali sermayenin daha
da büyüdüğünü ve “yapısal değişikliklere” uğradığını ama mali sermayenin azami kar hırsıyla soyma amacında bir değişiklik olmadığını
saptıyor. “Son yıllarda en önemli kapitalist ülkelerde belirgin bir biçimde
çoğalmış olan ve bankaların rakipleri haline” gelmiş olan sigorta şirketlerinin
de aynı rolü oynadığını, ABD de bankaların aktif sermayesinin 1950-1970 yılları
arasında üç buçuk kat artarken aynı süreçte, sigorta şirketlerinin sermayesinin
altı buçuk kat arttığını saptar. Devamla, sigorta şirketlerinin de giderek
sanayi ve banka tekelleriyle iç içe geçerek mali sermayenin organik parçası
haline geldiğini anlatır. Hoca, banka sermayesinin yoğunlaşması ve
merkezileşmesinin yalnızca tek bir ülke çerçevesinde değil, uluslararası alanda
da (AET’in ortak bankaları, COMECON’un Yatırım Bankası vb gibi) yoğunlaşıp,
merkezileşip yayıldığını saptar.
Bugün
de çağımız “mali sermaye ve tekeller çağı” (Lenin) olmaya devam
etmektedir. Ama bir farkla: Bugünkü tekelci kapitalist aşama, 20.yy.
başlarındaki tekelci kapitalizmden farklı olarak, mali sermaye egemenliğinin
çok daha pekişip, derinleşip, yaygınlaştığı; yeni tipte uluslararasılaştığı bir aşamadır. Mali sermaye
egemenliği, ÇUŞ tipi tekelcilikle, yeni
tipte yetkinleşmiştir. Mali sermaye, birikimini başlıca olarak küresel
ölçekte, dünya pazarını temel alarak gerçekleştirmektedir. Ulusal pazarı geçmiş dönemle kıyaslanmayacak
denli dünya pazarının sadece bir parçası olarak ele almaktadır. Mali
sermaye, bugün daha yüksek bir temel
ve düzeyde yeniden yapılanmış, çok daha fazla uluslararasılaşmış ve
serbestleşmiş olarak yeryüzünde, esnek birikim model ve saldırısıyla yol
almaktadır. Mali sermaye, yapısal değişikliğe uğramış olan yeni tip uluslararası iş bölümü temelinde dünya arenasında
doludizgin at koşturmaktadır. Küresel alan mali sermayenin dizginsiz akışı ve
hareketi için yeniden düzenlenerek tam bir mali
soyguncular cenneti haline getirilmiştir.
İşte
günümüzün tarih kesitindeki tekelci kapitalizm ve mali sermaye çağındaki
değişikliklerin özü burada yatmaktadır. Mali sermaye ve mali oligarşi, dünya pazarını “ulusal/yerel pazarı” kabul
ederek ve temel alarak, devasa
büyümesini, merkezileşmesini, yoğunlaşmasını; uluslararasılaşmasını, eşitsiz
gelişme, amansız rekabet, kriz ve çatışmalar koşullarında sürdürüyor ve
sürdürecektir.
Mali
sermayenin bir bileşeni olan uluslararası mali tekeller, her türlü para
sermayeyi (değişik türden sosyal fonları, sigorta şirketlerini vb.) organik
parçası olarak örgütlemiş ve kontrol etmektedir. Mali sermayenin en önemli birikim arenası artık küresel (uluslararası) arenadır. Kıymetli
kağıtlar; devlet tahvilleri, hisse senetleri; borsalar, döviz, kur ve repo
piyasası, yüksek faizle borç verme, değişik türden mali fonlar, sosyal fonlar,
her türlü mali spekülasyon arenası, uluslararası mali sermayenin ve mali
tekellerin devasa vurgun alanlarıdır. C. Soros
türü uluslararası ünlü spekülatörler işte bu yeni dönemin özgül ürünü ve yeni
finansçılar kuşağının temsilcileridirler. Kapitalist genişletilmiş yeniden
üretim sürecinin dünya pazarını temel alarak gerçekleştiği uluslararası tekelci
kapitalizm aşamasında zaten başka türlü de olamazdı.
Mıchel
Chossudovsky’in şu tahlil ve vurgusu tümüyle yerindedir:
“Yeni
bir küresel mali ortam da doğdu: 1980’lerin sonlarındaki şirket birleşmeleri
dalgası, ticari bankaların, kurumsal yatırımcıların, borsa aracı şirketlerinin,
büyük sigorta şirketlerinin vb. çevresinde toplanan yeni bir finansçılar
kuşağının yerleşik hale gelmesinin yolunu açtı. Bu süreçte ticari bankacılık
işlevleri yatırım bankalarının ve borsa aracı şirketlerinin işlevleriyle bütünleşti.
“Söz konusu ‘para yöneticileri’, mali
piyasalarda güçlü bir role sahip olmakla birlikte, reel ekonominin
girişimcilikle ilgili işlevlerinden giderek uzaklaşıyor. Onların (devlet
düzenlemelerinden kaçan) etkinlikleri, futures piyasaları ile türev piyasalardaki
spekülatif işlemleri ve para piyasalarındaki manipülasyonları içeriyor. Büyük
finans aktörleri Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’nın ‘yükselen piyasaları’nda
rutin ‘sıcak para yatırımları’ yapıyor; çok sayıdaki kıyı bankacılığı
merkezindeki para aklama işlemlerini ve ‘zengin müşterilere danışmanlık yapan’,
uzmanlaşmış ‘özel bankalar’ın gelişimini anmaya bile gerek yok… Bu küresel mali
ağ içinde para, bankacılık merkezleri arasında, görünmez elektronik transferler
sayesinde çok yüksek bir hızla hareket ediyor. ‘Legal’ ve ‘illegal’ ekonomik
faaliyetler giderek daha çok iç içe geçti ve büyük miktarlarda kayıtsız servet
birikti. Yapısal uyum programlarından ve mali sistemin bunlar tarafından
kuralsızlaştırılmasından yararlanan kriminal mafya uluslararası bankacılık
dünyasındaki etkinliğini arttırdı…” (Yoksulluğun Küreselleşmesi, s.
21-22)
ÇUŞ’ların
egemenliği gerçekte mali sermayenin (finans kapital) tartışılmaz egemenliğidir
ve bu egemenlik, Enver Hoca’nın 70’li yılların ortalarında “Emperyalizm ve Devrim”
isimli yapıtını yazdığı koşullardan da çok ama çok daha ileri bir temel ve
düzeyde gerçekleşmektedir.
Tabloya
daha yakından bakalım.
ABD’de,
daha 1973 yılında “Senato Finansman Komitesi”nin hazırladığı raporda yer
alan şu açıklama, daha o tarihlerde para sermayenin gücü hakkında, bizlere çok
önemli bilgiler vermektedir:
“ Bu piyasalarda iş yapan kişi ve kurumların,
son yıllarda belli başlı merkez bankalarını saran türden uluslararası para
krizleri yaratabilecek kaynaklara sahip oldukları tartışmasız doğrudur… Tümü
özel kişilerce yönetilen ve hiçbir resmi kuruluş tarafından denetlenmeyen 268
milyar dolar… Dünyanın bütün uluslararası para kuruluşları ve merkez
bankalarının elinde bulunan uluslararası rezervler toplamının iki katından
fazla(dır)…” (Evrensel Soygun, s.37)
Bir
veriye göre, dünya çapında en büyük 50 banka ve sigorta şirketi, dünya çapında
20 trilyon dolar olduğu tahmin edilen üretici sermayenin %60’ını kontrol
ediyor. En büyük 10 yatırım fonu dünya çapındaki fon varlığının %60’ını kontrol
ediyor. Bir başka veriye göre, dünyanın en büyük 10 mali kuruluşunun toplam
aktifleri, 1997 sonunda 5 trilyon civarındadır. Bunun anlamını daha iyi
kavrayabilmek için şu olguyu hatırlatmamız yetecektir sanırız: Dünya merkez
bankalarının toplam döviz rezervi, fazla değil bir 6 yıl önce (1990’ların
ikinci yarısı), sadece 600 milyar dolardı. (2000’de bu miktar 2 trilyon dolara
yaklaşmıştır.) 2000 yılında, dünyanın en büyük 500 uluslararası tekeli
içerisinde 56 banka, 48 sigorta şirketinin bulunması finanasal sermayenin gücü
hakkında çok çarpıcı bir tablo sunmaktadır bizlere.
“Küreselleşme
Sürecinde Finansal Sermaye” başlıklı yazısında Doç. Dr. Erinç Yeldan’ın verdiği şu verileri hep birlikte okuyalım:
“Günümüzde sadece uluslararası bankacılık
sistemi kanalıyla işlem gören finans kapital yılda 250 trilyon dolar
civarındadır. Bu rakam, dünya mal ve hizmet üretimi toplamının 10 misline, mal ve hizmet ticaretinin ise 50 misline
ulaşmaktadır.” (95-96 Petrol-İş Yıllığı, s. 219)
Bankaların
uluslararası borç stoku 1975’de 256 milyar dolar iken 1994 gelindiğinde, 4,2
trilyon dolara yükselmiştir.
Küresel
mali ve parasal işlevlerin toplam piyasa hacmi 1990’da 5 trilyon dolarken
1992’ye gelindiğinde 35 trilyon dolara çıkmıştır. Bu miktarın 2000 yılında 83
trilyon dolara çıkacağı tahmin edilmektedir. (97-99 Petrol-İş Yıllığı)
Bugün
(2005) sadece dünya döviz piyasalarında günlük işlemler 1,7 trilyon dolar
civarındadır. Oysa bu günlük işlem hacmi, 1986’da sadece 290 milyar dolar,
1990’da 700 milyar dolar, 1999’da 1 trilyon dolardı.
Burada
veriler bağlamında okuyucuya hatırlatmak istediğimiz şey, şudur: Şu veya bu
döneme ait veriler arasında farklılıklar olabilir. Veriler şu veya bu tarihe
ait olabilir. Burada belirleyici olan şey, bütün temel verilerin “küreselleşme”nin son
dalgasıyla bağlı olarak para sermayenin hareketinin temel karakteristik
görüngülerini ortaya koymada birleşmesidir. Verileri bu bağlamda okumak lazım.
Yukarıda sunduğumuz verilerden de görülebileceği gibi, para
sermayenin birikim düzeyi ve hareketi, miktarı tarihte hiçbir zaman görülmemiş
ölçekte artmış ve küresel ölçekte dizginsiz bir akışkanlığa ulaşmıştır.
Mali sermaye ve mali sermayenin bir bileşeni olan para sermaye kendi tarihinin
tepe noktasına çıkmış ve doruklarda uçmaktadır. Günümüzde uluslararası ölçekte
para sermaye hareketlerinin % 95 veya % 98’nin maddi üretimle herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Sadece bu olgu
bile, tekelci kapitalizmin çürümesinin, asalaklığının olağanüstü
ölçülere ulaştığını çarpıcı bir tarzda ortaya koymaya yetmektedir. Keza bu olgu,
bir diğer ifadeyle, emperyalizmin üretici güçlerin özgürce gelişiminin
önünde gittikçe artan tarzda ne denli keskin ve tasfiye edilmesi gereken aşırı
asalak bir engel haline gelmiş olduğunu da çok çarpıcı bir şekilde ortaya
koymaktadır. Lenin, “Gelişmesine küçük tefeci sermayeyle başlayan kapitalizm,
bu gelişmeyi muazzam boyutlarda tefeci sermayeyle sona erdirmektedir” derken
haklıydı ama O, bugün çok daha haklı!
Söz konusu olguları değişik verilerin ışığında incelemeye
devam edelim.
Tahvil ve hisse senedi piyasalarının işlem hacminin milli
gelire oranlarındaki veriler de emperyalist tefeciliğin olağanüstü gelişimi ve
“ekonomilerin malileşmesi” bakımından çarpıcı veriler sunmaktadır. Tahvil ve
hisse senedi piyasalarının işlem hacminin milli gelire oranı ABD’de, 1980’de %9
iken 1990’da %93’e, 1995’de %164’e ulaşmıştır. Almanya’da bu oran 1980’de %8
iken 1990’da %85’e; Japonya’da aynı yıllarda %7’den %119’a çıkmıştır.
İngiltere’de ise bu oran 1985’de %386 iken 1990’da %690 oranına çıkmıştır.
Bu veriler, üretici
güçlerin özgürce gelişimini artan keskinlikte tahrip eden, aşırı çürümüş, aşırı
asalaklaşmış emperyalist kapitalizmin ne denli gereksizleştiğini
göstermektedir.
“Küreselleşme”nin son dalgasıyla ve “ekonomilerin
malileşmesi”yle, finansal sermayenin hareketlerinin gelişim sürecinde
borsaların da önemi hızla artmış, borsalar da küreselleşmiştir. 1990-1994
yılları arasında sadece emperyalist ülkelerde 50 yeni borsa daha faaliyete
başlamıştır. Borsalar kar vurgunlarının verimli bir arenası olmuştur. Emperyalizme
bağımlı ülkelerin borsaları da bu tablonun bir parçası. Örneğin, 2006 yılında
dünyanın en çok kazandıran 10 borsasından 9’unu yeni sömürge ülkelerin
borsaları oluşturmaktaydı. Bugün, uluslararası tekelci kapitalizm (uluslararası
tekellere dayanan emperyalizm!) koşullarında borsa, yeniden ekonominin mutlak
düzenleyicisi konumuna yükselmiştir. “Devletin ekonomiden çekilme”yle,
“ekonominin özel sektöre bırakılması”yla, devlet işletmelerinin ve kamusal
hizmetlerin doludizgin özelleştirilmesiyle, dünyanın yeni efendilerinin ÇUŞ’lar
olmasıyla borsa da yeniden ve yeni koşullara göre önem kazanarak hızla
uluslararasılaştı. Kuşku yok ki borsalara da damgasını basan uluslararası
tekellerdir, uluslararası finansal sermayedir.
Devam edecek olursak:
1970’de, “gelişmekte olan ülkeler”in dış borcu 62 milyar
dolar civarındayken, 1970’lerin sonunda, bu borç miktarı 481 milyar dolara
çıkmıştır. 1994 tarihinde Dünya Bankası’nın açıkladığı bir rapora göre ise, söz
konusu borç miktarı, 2 trilyon doları aşmış bulunuyor.
The Ekonomist, 13/12/1997 tarihli sayısında, “uluslararası
banka sermayesi içinde ABD şirketlerinin ağırlığı dikkat çekiyor… 8 yatırım
bankasının küresel piyasalarda toplam payı, %80’ne yaklaşıyor” (aktaran 97-99,
P.İ.Y, s.57) saptamasıyla ABD finansal sermayesinin hegemonyasına işaret
ediyor. Soros da “Günümüzde, küresel
mali sistemin gücü ve sorumluluğu temel olarak ABD’nindir” (Açık Toplum,
Küresel Kapitalizmde Reform, s. 259, Truva yay.) değerlendirmesiyle ABD’nin
pozisyonunu vurgulamaktadır. Açık ki tefecilik
ve mali kölelik imparatorluğunun ipleri başta ABD olmak üzere
emperyalist devletlerin ve tekellerin ellerindedir.
Soros, “Önceden küresel kapitalist sistemi, sermayeyi merkeze
çeken ve çevreye pompalayan dev bir dolaşım sistemi olarak tanımlamıştım. Egemen
devletler, sistemdeki vanalar gibi hareket ederler. Küresel mali piyasalar
genişlerken, vanalar açıktır ve eğer fon akımı tersine dönerse, kapanır ve
sistemin çökmesine neden olur.” (age, s. 183) derken haklıdır. İşin kaymağını
götürenler de “vanalar”ın başında
oturanlardır.
Bu veri ve değerlendirmeler de “küreselleşme” ile
“küresel”leşen mali sermayenin asalak ve çürümüş karakterini sergilemektedir.
Üretimin ve sermayenin ulaştığı yoğunlaşma düzeyinde, başlıca birikim alanı
dünya çapı olan mali sermayenin ve para sermayenin, artan oranda ve hızla
kapitalist maddi üretim alanından uzaklaşarak spekülasyona yöneldiğini
göstermektedir. Yani yerküremiz, emperyalist
kapitalizm tarafından küçülmüş bir
kentsel kumarhaneye dönüştürülmüştür. “Küreselleşme”yle emperyalist
kapitalizmin söz konusu eğilimi
ürkütücü düzeylere ulaşmıştır. Bugün ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya
gibi emperyalist devletler tipik tefeci/rantiyer devletler olarak daha fazla
öne çıkmış bulunuyorlar. Bu olgu ve yansımaları, Lenin’in vurguladığı ve
emperyalizmin temel bir özelliği olarak açıkladığı, “Dünya, bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna
bölünmüştür” tezinin, “rantiye
devlet” tezinin ne denli objektif, bilimsel bir tez olduğunu da çarpıcı bir
tarzda kanıtlamaktadır.
Para sermayenin artan oranda kapitalist maddi üretimden
kopması (“ekonomilerin malileşmesi”) emperyalist küreselleşmenin son dalgasının
tipik olgularından birisidir. Son
birkaç on yılın tipik olgularından biri olan “ekonomilerin malileşmesi”nden de
en büyük vurgunu vuran bir kez daha uluslararası tekellerdir, uluslararası mali
sermayedir, para spekülatörleridir. Küreselleşmenin en fazla geliştiği
küreselleşme türü “finansal küreselleşme”dir. Yeni tip uluslararası işbölümünde,
Soros’un da vurguladığı gibi, “uluslararası
mali sistem artık ulusal temelde düzenlenemez.” (age, s.13, abç); artık dünya pazarını temel alan bir
finansal (para) sermaye gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Sınır ötesi yatırım artık
ara sıra olan bir faaliyet değildir kurumsal yatırımcıların geçim kaynağıdır.”
(age, s. 181-182)
Kendisini bir “hayırsever”
ve “filozof” olarak lanse etmeyi
seven ünlü para spekülatörü Soros’un
şu analizi de durumun anlaşılmasına çeşitli bakımlardan katkı yapmaktadır.
“Mal ve hizmetlerde serbest ticaret ve ayrıca sermayenin
serbest dolaşımı ile özdeşleşen küresel bir ekonomide yaşıyoruz. Sonuç olarak,
faiz oranları, döviz kurları ve hisse senedi fiyatları değişik ülkelerde
birbirleriyle yakın bir şekilde ilişkili ve küresel mali piyasalar her yerde
ekonomik koşullar üzerinde çok büyük etkilere sahip. Mali sermaye ayrıcalıklı
durumun keyfini çıkarıyor. Sermaye diğer üretim faktörlerinden daha
hareketlidir ve mali sermayede diğer sermaye çeşitlerinden hareketlidir. Mali
piyasaların küreselleşmesi, başka yere hareket edebilecek sermayeyi
vergilendirme ve düzenleme ile ilgili devletin gücünü zayıflatmıştır. Uluslararası
mali sermayenin ülkelerin kaderindeki rolü kesin kabul edilirse, küresel
kapitalist sistemden bahsetmek uygunsuz olmayacaktır.” (age, s. 10)
“Sistem mali sermayeyi destekler, çünkü sermaye en fazla
ödüllendirildiği yere gitmekte serbesttir. Bu beraberinde küresel mali
piyasaların hızla büyümesini getirmiştir. Sonuç ise, merkezde sermayenin mali
kurumlar ve piyasalar tarafından emildiği, sonra çevreye, ya doğrudan kredi ve
portföy yatırımları şeklinde ya da dolaylı yoldan çok uluslu şirketler yoluyla
pompalandığı çok büyük bir döngüsel sistemdir. Bu döngüsel sistem etkin olduğu
sürece, tüm yerel sermaye kaynaklarını bastırır. Gerçekte, çoğu yerel sermaye
sonuçta uluslararası sermayeye dönüşmektedir.” (age, s. 159-160)
Küresel mali (finansal) piyasa(lar) küresel emperyalist
piyasanın organik bir bileşenidir. Küresel mali piyasalar 60’lardan, 70’lerden
beri oluşma sürecine girmişti. 80-90’lar sonrası ise dizginsiz bir biçimde
gelişti. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesi ve
uluslararasılaşması süreciyle iç içe gelişti; tarihte görülmemiş ölçekte
küreselleşti. Ulusal pazarların uluslararası pazara, ulusal finansal sermayenin
uluslararası finansal sermayeye tabii olarak, küresel pazarın gerekleri
ekseninde ve temelinde yeniden yapılanması 1950’lerden sonra adım adım gelişti.
1970’lerin başlarında Bretton Woods sisteminin çökmesi ile bu süreç hızlandı.
Ortaya yeni bir “finansal üst yapı” çıktı. Kuşkusuz ki bu “yeni finansal
üstyapı”, tekelci kapitalist ekonomik
temele dayanmakta, temeldeki değişme
ve gelişmenin üzerinde yükselmekte
ve onun ifade biçimlerinden birisini oluşturmaktadır.
Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki sıçramaların küresel mali
piyasaların hızla gelişip şekillenmesinde, genişlemesinde, entegrasyonunda
yaşamsal bir rol oynadığının altı çizilmelidir. “Bilgisayar ve telekomünikasyon
bütün gün gezegen çapında yatırım etkinliğine izin vererek, transfer maliyetini
azaltarak, işlemler için ortak bir dijital ortam yaratarak ve para kurumları
arasında kaynaşma ve birleşmeleri kışkırtarak, mali akışları inanılmaz kadar
hızlandırdı.” (Siber Marx, s. 20) Küresel çapta üretici güçlerin, bilim ve
tekniğin yüksek derecede gelişmesinin sonucudur ki “Bugün dünya pazarının ağı
fiber optik kablolar ve uydu bağlantılarından oluşmuştur.” (age, s. 197)
Böylece paranın “siber göçü”, “siber” vur-kaçı da güvence altına alınmıştır.
1950’lerden bu yana mali piyasaların içinde olan ve vurgunlar
yapan Soros, “içinde
bulunduğumuz mali piyasaların niteliği geçtiğimiz 45 yıl içinde epey değişti.”
“Küresel mali piyasalar 1970’lerde oluşmaya başladı.” (agk, s. 166) saptamasını
yapar. “Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm” adlı yapıtında H. Magdoff da “Finansal sermayenin
uluslararasılaşması modern küreselleşme sürecinin en kayda değer
göstergelerinden biridir.” (s. 24) der. Magdoff, “1980’lerle birlikte değişen
ekonomik ve politik baskıların etkisiyle yeni elektronik ve iletişim
teknolojilerinin yardımıyla yeni bir küresel finansal dönem belirmiştir. Bu
dönem dünyanın gördüğü en serbest akışkanlığa sahip ve en karmaşık finans
piyasalarının işleyişine sahne olmuştur. Artık ülkelerin paraları, malları,
hükümet ve şirket bonoları tüm dünyada elden ele dolaşmaktadır.” değerlendirmesini
yapar. Magdoff, “örneğin, 1960’ların ortalarında uluslararası bankacılığın
hacmi dünyanın tüm piyasa ekonomilerinin gayri safi milli hasılasının yüzde
birine eşitti. Ancak bu yüzde 1970’ler ve 1980’lerde hızla yükseldi. 1980’lerin
ortalarıyla birlikte uluslararası bankacılık etkinliğinin hacmi dünya piyasa
ekonomilerinin toplam gayri safi milli hâsılasının yüzde yirmisine ulaştı…
Geleneksel rolünün ötesine geçen küresel bankacılık kendiliğinden gelişen
finansal patlamanın merkezinde yer aldı. Bunun sonucu olarak hiç de şaşırtıcı
olmayan biçimde yeni tür finansal spekülasyon ve manipülasyon yöntemleri
geliştirdi”ğini (s. 24-25) vurgular,
kendi bakış açısından süreci ve evrimini veriler ışığında inceler. Finansın
yükselmesi, borsaların yaygınlaşmasıyla, finansın çeşitlenmesiyle (“Mortgage”
piyasası, sayısı 9500 olan “Hegde
fonlar”, “Prıvate EQUITY” fonlar, türev ürünler piyasası vb. gibi), reyting
kuruluşların yükselişiyle vb el ele gelişmiştir.
Kapitalist ekonomilerin “malileşmesi” özellikle 90’lardan
sonra, hem ulusal hem de küresel ölçekte ivmelenmiş, yoğunlaşmıştır. Lenin’in çözümlediği emperyalizmde “malileşme” eğilimi, böylece, söz konusu süreçte,
emperyalizmin ve emperyalist küreselleşmenin kendi özgün tarihinde en tepe
noktasına çıkmıştır. Bu olgu, emperyalizmin asalak, aşırı çürümüş, can çekişen tefeci
karakterinin çok çarpıcı verilerinden birisini oluşturmakta ve kapitalist
emperyalizmin tarihsel ve toplumsal gelişmenin önünde aşırı derecede çürümüş bir
engel olduğunu kanıtlamaktadır.
1970’lerin başında küresel çapta döviz piyasalarında günlük
işlem hacmi sadece 18 milyar dolardır, 2000’lere gelindiğinde ise bu miktar 2
trilyon dolara yaklaşmıştır. Buna karşın yıllık dünya mal ve hizmet ticareti,
topu topu 4 trilyon 500 milyar dolar civarındadır. (Özgür üniversite Formu,
sayı 11, s. 75) Dünya çapında spekülatif sermaye yatırımından elde edilen
kazançların %95’i yeniden spekülatif amaçlarla kullanılmakta, böylece sermaye
bu alanda durmaksızın kendisini genişletmektedir. Oysa aynı oran 1980’lerin
başında sadece %10’du.(agd, s. 75) Dünya finansal varlıklarının GSYİH’ya oranı
1980’de %100 iken, 1990’da yüzde 200’e, 2003’e gelindiğinde ise %316’ya
yükselmiştir. Demek oluyor ki, bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin değerinin
üç katından fazla bir miktar finansal varlıklara yatırılmaktadır.
Teoride Doğrultu’da yayınlanmış olan “Dünya çapında mali kriz”i
inceleyen yazıdaki veriler de “ekonomilerin malileşmesi”, finansın
küreselleşmesi, para- sermayenin hareketinin boyutların çarpıcı bir tarzda
anlamamıza katkı yapmaktadır. Verileri aşağıya aktarıyoruz.
“Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980
yılında 12 trilyon dolar iken; 1990’da 43; 1995’te 66; 2000’de 94; 2001’de 92;
2002’de 96; 2003’te 117; 2004’te 134; 2005’te 42 ve 2006’da 167 trilyon dolar
oldu.
“Dünya gayri safi hâsılasının tutarı ise 1980’de 10 trilyon
dolar iken; 1990’da 22; 1995’te 29; 2000’de 32; 2001’de 32; 2002’de 33; 2003’de
37; 2004’te 42; 2005’te 45 ve 2006’da da 48 trilyon dolar oldu.
“Dünya çapında her türden mali varlıklar, 1980’de 2006’ya
yaklaşık 14 misli, 1990’dan 2006’ya yüzde yaklaşık 4 misli, 2000’de 2006’ya da
yüzde 117, 6 oranında artıyor. Aynı dönemde dünya gayri safi hasılası ise
1980’den 200&’ya 4.8 ve 1990’dan 2006’ya 2.2 misli ve 2000’den 2006’ya da
yüzde 50 oranında artıyor.
“Dünya çapında gayri safi yurt içi hâsılanın artış hızı,
dünya çapındaki tüm mali varlıkların artış hızından oldukça düşüktür. Diğer
taraftan her türlü mali varlıkların miktarı ile dünya gayri safi hâsılası
miktarı 1980 yılında birbirine çok yakınken, aralarındaki fark sonra artmaya
başlıyor ve 2006’ya gelindiğinde dünya gayri safi yurt içi hâsılası dünya
çapında tüm mali varlıkların ancak yüzde 29’una, yani yaklaşık üçte birine
tekabül ediyordu.” (Sayı 30, s. 117)
“ ‘Türevlerdeki’ devasa dünya pazarı artık 25 trilyon
Amerikan doları gibi hayrete düşürücü bir meblağa ulaşmış ve tamamen kontrolden
çıkmıştır. Muazzam ölçekte kumar demektir bu.” (Alan Woods, Ted Grant, Aklın
İsyanı, s. 412, Tarih Bilinci Yay.)
“General Motors’tan Wal-Mart’a birçok mali olmayan kurum
giderek açık spekülatif finansla olduğu kadar, gelirlerinin büyük bir bölümünü
elde ettikleri ödünç para verme faaliyetleriyle de uğraşmaktadırlar.” (Monthly
Revıew, sayı:13, s. 22)
Değişik kaynaklarda verilen veriler arasında kimi zaman
önemli farklılıklar olmakla birlikte, hepsinin ortak noktası, asgari müştereği “ekonomilerin malileşmesi”ni, finansın küreselleşmesini,
para-sermayenin olağanüstü hareketini göstermesidir ya da bu yönelim ve olguyu
ortaya koymasıdır. Zaten önemli, belirleyici ya da ayırt edici olan da söz
konusu olgunun kanıtlanmasıdır…
Sony şirketinin başkanı Akio Morita, daha 1980’lerde
“ekonomilerin malileşmesi”nin ve hizmet sektöründeki yoğunlaşma ve büyümenin,
emperyalist dünya sistemi bakımından taşıdığı büyük risklere dikkat çeker.
1988’de yayınlanan bir makalesinde, “uzun vadede, kendi imalat zeminini yitiren
bir ekonomi”nin “kendi yaşam merkezini de yitirmiş” olacağını, “yeni bir şey
yaratanın” yalnızca sanayi üretimi olduğunu vurgular.
“İş yaratmak ve toplumun zenginliğini arttırmak yerine, büyük
tekeller muazzam kaynakları para piyasalarındaki spekülasyonlara, yağmalar
örgütlemeye ve diğer asalak faaliyet türlerine ayırıyorlar. Şöyle diyor Morita:
“İş adamları, döviz oyunlarına ilgi duyar oldular. Bunun
üretken bir teşebbüse yatırım yapma gereği olmaksızın kısa yoldan karlar
getirdiğini keşfettiler. Hatta kimi sınai firmalar, FX, imparatorluğuna
katıldılar. Yaşamlarını en son döviz kurlarını gösteren bir monitörün
karşısında kamburlaşarak geçiren kimi insanlar, bütünüyle kendilerine ait bir
dünyada yaşıyorlar. Hiçbir bağlılıkları yok. Hiçbir şey üretmiyorlar. Hiçbir
yeni fikir üretmiyorlar, Londra’da Newyork’da ve Tokyo’da hergün 2000 milyar
dolarlık iş yapıyorlar. Bu, bir günde alınıp satılan gerçek malların değerinden
çok daha fazla poker fişi demektir. Bu, makine dairesi suyla doluyor demektir.”
Morita, dünya kapitalizminin durumunu batan bir gemide poker oynamakla benzeştirerek şunları söyler:
“Poker inatçı, heyecan dolu bir oyundur, ancak poker
masasında kazananlar ve kaybedenler, geminin batmakta olduğu ve kimsenin de
bunun farkında olmadığı korkutucu gerçeğini karartamıyorlar.” (Aklın İsyanı, s.
411-412)
Sony başkanının itiraf ve vurguları da, kapitalizmin aşırı
çürüdüğünü, asalak, rantiyeci, tefeci karakterinin dizginsiz bir şekilde
yoğunlaştığını; toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişimini önlediğini,
kapitalist emperyalizmin bir kumar ekonomisine dönüştüğünü, insanlık lehine
olabilecek hiçbir yenilik gücünün
kalmadığını kanıtlıyor.
Ayrıca geçerken hatırlatmak gerekir ki, “küreselleşme”yle
mafya sektörü de “küreselleşti”, “liberalleşti”. 1 trilyon dolarlık (gerçekte
daha fazla) mafya sermaye de, genel olarak pazarda, özel olarak da mali
piyasalarda cirit atmakta, tekeller ve para spekülatörleriyle organize bir
tarzda örgütlü soygun yapmaktadır. Bu paranın 400 milyar dolarının (gerçekte
daha fazla), uyuşturucu ticaretinden elde edilen “gelir” olduğunu da geçerken
hatırlatalım sadece.
Samir Amin’nin, “Piyasa Ekonomisi mi Oligopol-Finans Kapitalizm
mi?” başlıklı makalesinde, François Morin’den yazısına aktardığı verileri biz
de kitabımıza aktarıyoruz.
“Tablo 1- Bireşimli tablo
(miktarlar trilyon dolardır, 2002)
|
Mal ve
hizmet işlemleri (dünya gsh’sı) 32, 3
|
Döviz
işlemleri 384, 4
|
Uluslararası
ticaret döviz işlemleri 8. 0
|
İkincil
finansal araç işlemleri 699, 0”
|
Amin, tabloya dayanarak şunları yazar; “Mal ve hizmet
işlemleri 2002 yılının parasal ve finansal işlemlerinin yüzde üçünü
oluşturmaktadır. Uluslararası ticaretle ilişkili işlemler döviz işlemlerinin
ancak yüzde ikisine ulaşabilmektedir. Piyasalardan bono ve hisse alım satımı
(sermaye piyasalarının kusursuzluğunu ispatlayan işlemler) parasal işlemlerin
yüzde 3,4’üne tekabül etmektedir! Döviz kuru riskine karşı koruma altına
alınmış olan ürünlerde- operatörlerin risklerini azaltmak amacıyla- ilişkili
işlemler 'tam anlamıyla patlamıştır’ Morin- haklı olarak- dikkatimizi bu yöne
çekmektedir.” (Monthly Review, Sayı 18)
Bu veriler de para sermayenin ve finansallaşmanın düzeyi ve
yönelimi hakkında bizlere somut bir tablo sunmaktadır.
Küreselleşmiş para sermayenin hareketi salt P-P’ hareketinde uzmanlaşmış kurum ve
fonlarla sınırlı bir hareket değildir.
P-P', P-M-P’ hareketinde (maddi
üretim sektöründe) yer alan sınai şirketleri de, yanı sıra tarımsal, ticari
şirketleri de kapsayıp girdabına çekmiş bir yöneliştir. “Ekonomilerin malileşmesi”nden ana vurgunu yapan uluslararası mali
sermayedir, uluslararası tekellerdir. Yani küresel mali vurgunu salt ve dar
anlamda finansal oyuncularla sınırlamamak lazım.
Amin’in şu açıklamaları da bu bakımdan aydınlatıcıdır:
“Önde gelen yaklaşık on uluslararası bankadan (yirmi kadar
daha dar kapsamlı bankada bunlara ilave edilebilir), bu bankaların şubeleri ve
üyeleri tarafından yönetilen bir kurumsal yatırımcalar ağından (emeklilik
fonları ve kolektif yatırım fonları da dahildir) ve yine egemen bankalarla
ilişkili sigorta şirketleri ve büyük şirketleri ve büyük şirket gruplarından
oluşan devasa bir oligapolün varlığından söz edilebilir. Bu finansal oligopol
en büyük elli ya da yüz finans, sanayi, tarım, ticaret ve ulaştırma gruplarının
da aktif yöneticisidir.” (agy, agd, s.68)
Amin, aynı yazısında, bir başka yerde de, şunları söyler:
“Bugünün kapitalizmi tamamen farklıdır. Bir avuç oligopol
ulusal ve küresel iş dünyasının belli başlı köşelerini tutmuştur. Bunların
hepsi finansal oligopoller değildir; içlerinde sanayi, tarım, ticaret, hizmet
sektörü, finansal etkinlikler gibi alanlarda üretim yapan ‘gruplar’ da
mevcuttur. Sistem küresel çapta ‘malileştiğinden’ finansal yasalarda finansal
bir mantıkla hazırlanmıştır. Tüm bunlar yalnızca bir avuç grubun elindedir:
Otuz kadar devasa grup, bin kadar küçük olanları ve hepsi bu kadar. Her ne
kadar bu kelime kimilerine faşizmin demogoglarını hatırlatıyor olsa da bu
durumda ‘plütokrasi’den bahsedilebilir.”
Kuşkusuz ki, kimi aydınlar ve çevreler tarafından ileri
sürüldüğü gibi tekelci kapitalizm “finansal kapitalizm”e, tekelci burjuvazi
“finansal burjuvazi”ye dönüşmüş, böylece emperyalist kapitalizm emperyalizm
olmaktan çıkarak, Lenin’in emperyalizm teorisi aşılmış falan değil.
Karşımızdaki tablo, mali sermayenin, mali sermaye temeline dayanan mali
oligarşinin tablosudur. “Küreselleşme”den, “finansal küreselleşme”den,
“ekonomilerin malileşmesi”nden karlı çıkan, vurgun yapan ve bu sürece hükmeden uluslararası
mali sermayedir, uluslararası tekellerdir. Para sermayenin hakimiyeti mali
sermayenin, mali sermayenin hakimiyeti para sermayenin pekişen hakimiyetidir.
Bu yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen, emperyalizmden sonra gelen yeni bir
kapitalizmin tarihi aşaması vs. değildir.
Mali
sermayenin ve para sermayenin artan oranda maddi üretimden kopuşunun maddi-nesnel
temelini, kronik sermaye fazlası ve 1960’ların ikinci yarısından itibaren
düşmeye başlayan kar oranları, özellikle 1974 ekonomik krizinden sonra düşen
kar oranları oluşturmaktadır. Oysa biliyoruz ki, sermaye karlı alanlara,
kar oranlarının yüksek olduğu, azami kar hırsını ve
açlığını tatmin edeceği sektörlere, pazarlara akar, yoğunlaşır. BM’nin bir raporunda ifade ettiği “Her
yerde finans sanayinin, rantiyeler de yatırımcıların önüne geçmiştir… Var olan
menkul değerlerin el değiştirmesi, yatırım yoluyla servet yaratılmasına göre,
çok daha kazançlı bir faaliyet haline gelmiştir.” saptama ve tahlili, tümüyle
yukarıda ifade ettiğimiz olguyla bağlıdır. The Economist dergisinin “Mali pazarlar, her iktisadi politikanın
hakimleri ve jüri üyeleri oldular.” saptaması çağımızın ve özellikle de günümüz
tekelci kapitalizminin tipik gerçeğini çarpıcı bir şekilde vurgulaması
bakımından oldukça büyük bir değere sahiptir.
Kapitalist/emperyalist dünya uygarlığı, mali sermaye ve
finans krallarının yönettiği ve acımasızca soyup soğana çevirdiği bir “finans
imparatorluğu”na dönüşmüş bulunuyor adeta. Kapitalist ekonominin temelini
oluşturan meta üretiminin temelleri artan şekilde daha fazla sarsılmaktadır.
Para sermayenin ortaya koyduğumuz gerçekleri bu saptamamızın kanıtıdır. Temposu
yükselen emperyalist küreselleşme ve gözü dönük bir şekilde pratikleştirilen
yeni kapitalist esnek birikim modeli ve politikaları, mali sermayenin, mali
tekellerin, finans krallarının önünü yer küre ölçeğinde temizleyip düzlüyor.
Özgürce dünya pazarının her zerresine sızmasına, girip çıkmasına, manipülasyon
ve spekülasyon yapmasına aracı oluyor. Böylece, para sermayenin aşırı derecede
yoğunlaşıp merkezileşmesine, uluslararasılaşmasına militanca hizmet ediyor.
Üretim ve sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşmeyle, sermayenin aşırı
birikimiyle bağlı olan uluslararası süper mali tekeller, tekelci kapitalizmin,
ÇUŞ’ların da efendileridirler. Mali sermayenin bir biçimi olan para sermaye krallığı (finansal sermaye),
rantiyecilikle, borçlandırma yoluyla, borsa oyunlarıyla, döviz, faiz, kur
farkından, repodan yararlanıp kısa vadede süper karlar elde
etmektedir. “Sıcak para” olarak anılan, içinde “kara para” ve “kirli parayı” da
içeren para sermaye hareketi, kısa vadeli karlarla ilgili; karlılığın,
manipülasyon ve spekülasyonun yoğun ve yüksek olduğu sektörlere, ülkelere,
bölgelere hızla girerek işin kaymak tabakasını aldıktan sonra, geride bıraktığı
enkaza aldırmaksızın, bu kez yeni pazarlara doğru hızla akmaktadır. Güneydoğu
Asya krizi ve 2001 Türkiye krizi, Arjantin krizi aynı zamanda böyle
gerçekleşmişti…
Uluslararası Yatırım Bankası’nın açıklamasına göre, 1,7
trilyon dolara ulaşmış olan günlük döviz işlem hacminin % 80’nini oluşturan
‘sıcak para’ hareketi, ortalama olarak bir hafta içinde, geldiği ulusal
piyasayı aç bir kurt gibi silip süpürdükten sonra terk etmektedir.
Uluslararası Yatırım Bankası’nın konu bağıntısındaki ikinci saptamasına göre söz konusu
sıcak para hareketinin %40’ı da daha kısa vadeli işlemler üzerinde hareket
etmekte; iki gün, hatta daha kısa süreli kalarak, yükünü tutup hızla yeni karlı
pazarlara doğru uçup gitmektedir. Soros,
finansal sermayenin bu hızlı soygununun yıkıcı sonuçlarını “mali piyasalar,
daha çok bir enkaz topu gibi davranmakta, ülkeden ülkeye sallanarak, en güçsüzü
nakavt ederek ve temellerini değiştirerek hareket etmektedir.” (Açık Toplum, s.
193) cümleleriyle çarpıcı tarzda dile getirmektedir.
Azami kar yasası, uluslararası tekellerin damgasını
vurduğu emperyalist kapitalizmin;
mali sermayenin, mali sermayenin organik bileşeni olduğu finansal (para)
sermayenin de temel itici gücü, yaşam kaynağı, başlıca amacıdır. ÇUŞ’lara açılmış dünya pazarında fing atan
finansal sermaye bu amacını gerçekleştirmek için küresel pazarda ışık hızıyla
yol almaktadır. Soros, “piyasaların da
nesnel bir kriteri vardır: Kar”, “maksimum
kar” vurgusuyla, bu olguya tercüman olmaktadır.
Soros, bu olguyu, şu sözleriyle çarpıcı bir tarzda dile
getirir:
“Mali piyasalarda
işlemler yapmanın sosyal, politik ve örgütsel ortamlarda iş yapmanın veya
gerçekte normal bir insan gibi davranmanın gerektirdiği kafa yapısından farklı
bir kafa yapısı gerektirdiği görülebilir. Bir
para yöneticisi için sadece bir şeyin değeri vardır: performans. Diğer
bütün düşünceler ikinci sıradadır. Piyasa zorlu bir angaryacıdır: Kendini hoş
görmeye veya diğerlerini düşünmeye izin vermez. Başkalarının senin hakkında
düşündükleri önemlidir; fakat sonuçlar -nesnel
bir kriter tarafından ölçülür, para- daha önemlidir. Nesnel bir kritere
sahip olmak nesnel performansı teşvik eder. Mali piyasaları bu kadar etkin
yapan budur: İnsanları kar yapan
makinelere dönüştürür. Kendine ait değerleri vardır; fakat, mali piyasaların hakim olduğu bir toplum insanlıktan çıkar.
Bu bir hayal değil mevcut bir tehlikedir.” (agk., s. 54, iba.)
Söz konusu durum, yani “insanlık”tan çıkmış “bir toplum”,
gerçekte, “mevcut bir tehlike” olmanın ötesinde emperyalist dünya sisteminin,
emperyalist küreselleşmenin, ÇUŞ’ların, mali piyasaların tipik ve genelleşmiş,
hegemonyasını çoktan kurmuş bir olgusudur…
Soros, “Mali piyasalarda isimsiz bir katılımcı olarak,
eylemlerinin sosyal sonuçlarını asla tartmadım. Bazı durumlarda (‘bazı
durumlarda’ (!) ), sonuçların zararlı olabileceğinin bilincindeydim; fakat
oyunu kurallarına göre oynadığım için kendimi suçsuz hissediyordum. Oyun
rekabetçiydi ve eğer kendime ek kısıtlamalar yükleseydim mağlup olurdum. Dahası
kişisel tereddütlerim sonuç için fark yaratmadığını fark ettim: Çekinseydim,
başka biri yerimi alacaktı. Hangi hisse senetlerini veya dövizleri alıp satmaya
karar verirken, sadece tek bir düşünceyle hareket ettim; ödüle karşı riski
tartarak sermaye getirimi optimize etmek.” (s.137), diyerek kapitalizmin gerçeklerini vurguluyor.
Soros, burada, kapitalizmin nesnel doğasından kaynaklanan
sınıfsal bir gerçeği iyi bir tarzda ortaya koyuyor. Burjuvazi, ÇUŞ’lar,
Sorosgiller familyası asla işçi sınıfının, halkların çektiği, çekeceği acılarla
ilgili değildirler. Onlar için önemli, değerli, yaşamsal olan tek şey “kar
optimizasyonu”dur, azami kardır. Soros, mali piyasaların (ve kapitalist
pazarın) “para kokmaz” sözünü hatırlatarak ellerini “temiz” tuttuğunu
vurgulayarak, mali piyasaların “ahlaki tercihlerden muaf” olduklarını, “ahlak
dışı” olduğunu, “mali piyasalar ahlaksız olarak ele almak normal
fonksiyonlarına müdahale etmektir ve en faydalı özelliklerinden birinden mahrum
etmektir; yani ahlak dışılıktan. Ahlak dışılık, mali piyasaların daha etkili
olmasına yardımca olur.” değerlendirmesini yapar. “Eğer piyasalar yerine
insanlardan bahsediyor olsaydım, ahlaki tercihlerden kaçınamazdım ve para
kazanmakta bu kadar başarılı olamazdım… bu anlamda, mali piyasalar ahlaksız
değildir, ahlak ile ilgisizdir. …. Hisse senetleri ve malları alıp satan saygın
insanlar (“saygın insanlar” (!) ) uzaklardaki insanların servetlerini
etkileyebilirler: Afrikalı bakır madencileri ve Endonezyalı inşaat işçileri
malların fiyatlarındaki ve kurlardaki değişikliklerden dolayı rızıklarını
kaybedebilirler. Fakat bu sonuçlar, bireysel piyasa katılımcılarının
kararlarından etkilenmez (elbette, çünkü suçlu kapitalizmin ta kendisidir!); bu
yüzden onlar hesaba katılmazlar. Piyasa dalgalanmalarının neden olduğu bu
sorunların nedeni sadece (sadece (!) ) uygulanan politikalarda aranmalıdır.” (s.
139-138), der.
“Ekonomik ve özellikle mali değerlerin hayatımıza hakim
olması tehlikelidir.” diyen Soros,
devamla şu gerçeği ifade eder: “Masalarında oturan döviz tacirleri, Üçüncü
Dünya Ülkelerinin dövizlerini büyük miktarlarda alır ve satarlar. Döviz
dalgalanmalarının bu ülkelerde yaşayan insanlar üzerindeki etkisi, akıllarına
gelmeyen bir konudur. Gelmemeli de; yapmaları gereken bir işleri var.” (s. 69)
Sınır tanımaz kapitalist sömürü düzeni ve burjuvazi
kitlelerin kaderine karşı ilgisizdir. Kapitalizmde
insan yok, sadece kar vardır. Soros bunları güzel ifade ediyor. Proletarya
ve halklar için kapitalist sömürü, toplumsal adaletsizlik, ahlaksızlık ve
zalimliktir. Ama tam da bu değer ve işleyiş sermayeye göre ahlakın bir
gereğidir. Ahlaksızlık ahlakın, kapitalist sınıfın ahlakının bir gereği ve ta kendisidir.
Bundan dolayıdır ki örneğin Soros, sınırsız bir ikiyüzlülükle ama kapitalist
sınıfın ve sistemin ahlakına uygun olduğu için, bir yandan kara mayınlarının
yasaklanması için yapılan antlaşmanın aktif bir destekçisiyken, diğer yandan
aynı anda fonlarını, tatlı karlar getirdiği için kara mayını üreten firmanın
hisse senetlerine yatırmış olmakta bir “ahlaksızlık” görmediğini açıklıkla
ifade etmektedir.
Kapitalist sınıfın tek
ilkesi ve ahlakı kar ve daha fazla kardır. Karlı olduktan sonra hiçbir insani
değerin, hiçbir ahlaki değerin, kaygının beş kuruşluk değeri yoktur, varsın
milyarlar açlıktan, işsizlikten, işkenceden, savaşlardan vs. vs. ölsün, acı
çeksin…
Sorosgiller familyasını dinlerken, “Eğer para Augier’in
dediği gibi, ‘dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor’sa, sermaye
tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak gelir” (Kapital, C.I,
s. 724) diyen Marx’ın ne denli haklı olduğunu daha iyi anlıyoruz. Marx, Q-
Revıewer’e atıfta bulunan T.J. Dunning’den, kitabına dipnot olarak aktardığı şu
sözler ve vurgulama da sermayenin kar için yapamayacağı hiçbir şey
olamayacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:
“Quarterly Reviewer, sermayenin, kargaşalıktan, kavgadan
kaçtığını ve ürkek olduğunu söylüyor ki, bu, çok doğrudur, ama sorunu pek eksik
olarak ortaya koymaktadır. Sermaye, kar olmadığı zaman ya da az kar edildiği
zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının
söylenmesi gibi. Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir
yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını
kabartır; yüzde 50 küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insanal yasaları ayaklar
altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa,
işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga
kar getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti
bütün burada söylenenleri doğrular.” (age., s. 724)
Yukarıdaki
verilerin, analizlerin, çizegeldiğimiz tablonun, bir kez daha, Lenin yoldaşın, şu tezini berrak ve
vurucu bir şekilde doğruladığına tanık oluyoruz:
“Emperyalizm, az sayıda ülkede para sermayenin
olağanüstü büyümesine yol açar, öyle ki, daha önce gördüğümüz gibi 100-150
milyar frank tutarında [ ya bugün!..] kıymetli evraka ulaşmıştır. Rantiye
sınıfın ya da daha doğrusu rantiye tabakanın, yani 'kupon kırpmakla' yaşayan,
herhangi bir işletmenin çalışmasına katılmayan, meslekleri avarelik olan
insanların olağanüstü artması bundandır. Emperyalizmin en önemli ekonomik
temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakanın üretimden tamamen
kopukluğunu daha da arttırır ve deniz aşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin
emeğinin sömürüsüyle yaşayan ülkenin bütününe asalaklık damgasını vurur.” (Emperyalizm,
s. 103)
Lenin’in,
Marksizm-Leninizm’in bilimsel devrimci eşsiz karakterini, bugün için de tümüyle
geçerli, şu tahlilinden de görebiliriz:
“Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya
varmıştır ki, meta üretimi henüz egemenliğini korumak ve
ekonomik yaşamın temeli sayılmakla
birlikte aslında, sarsılmakta ve karların büyük bir
kısmı para oyunları, yapan ‘dehalara’
akmaktadır. Bu para oyunlarının, bu düzenbazlıkların temelinde ise
üretimin toplumsallaşması vardır; ancak bu toplumsallaşmaya değin yükselmiş
insanlığın böylece gerçekleştirdiği büyük ilerlemeden yararlananlar
spekülatörlerdir.” (age.,
s. 30-31, iba.)
Açık
ki Lenin, daha o günden bugünü de aydınlatmıştır…
Para
sermayenin başta sanayi olmak üzere maddi üretiminden artan oranda kopuşunun maddi temelini kar oranlarındaki
eğilimli düşüş yasası oluşturmaktadır. Mali piyasalar, sanayi sektöründen daha
karlı bir sektör durumunda. Doğal olarak para sermaye kar oranlarının yüksek
olduğu mali sektöre yığılmaktadır. Aşırı birikmiş sermaye karlılık oranları
nerede yüksekse oraya kayıyor. Düşen kar oranlarına finans kapital, mali
oligarşi bu yolla da müdahale ediyor. Ama bir olgunun daha vurgulanması
ve bilince çıkarılması gerekir: Kapitalizmin ekonomik kriz döngüsündeki değişme,
krizden çıkıştan sonra ekonomik atılıma (“gönenç”) geçilememesi olgusu da para
sermayenin bu denli şişmesinde çok önemli bir sacayağı oluşturmaktadır. Kriz,
durgunluk, canlanma, ardından tekrar kriz, durgunluk, canlanma ama yine atılım
evresine geçememe ya da istikrarlı geçememe olgusu, kapitalist krizin
döngüsündeki değişme olgusunu göstermektedir. Ayrıntılı tahlili ileriki bölüme
bırakacağız; ancak bu olgunun, aşırı birikmiş sermayenin hareketi,
genişletilmiş kapitalist yeniden üretim hareketi üzerinde çok derin
etkileri olduğu gerçeğini bilince çıkarmamızı gerekmektedir.
Bu
olgu, Engels’in daha 19. yy.
sonlarında, 1886 yılında üzerinde durduğu, dikkat çektiği “1825’ten 1867’ye kadar durmadan
yinelenegelen onar yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri,
gerçekten ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı ve
süreğen bir depresyon bataklığına bırakmak için. Özlemle beklenen gönenç dönemi
gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmemizle bunların ufukta
kaybolmaları bir oluyor” (Kapital, C.I, s.37) saptamasında somutlaşan
olguda, özellikle 74 krizinden bu yana
süregelen kapitalist dünya ekonomisinin gerçeklerinde görülmektedir. Bu olgu,
kapitalist genişletilmiş üretim sürecini değişik yönleriyle sınırlamakta, aşırı
birikmiş sermayenin yeniden ve daha üst düzeylerde değerlenmesini ve kar
oranlarının yükselmesini sınırlamakta, kapitalist maddi üretim sektöründe düşük
olan kar oranları para sermayeyi artan oranda mali piyasalarda kumar oynamaya,
manipülasyona, spekülasyona yöneltmektedir.
Tekeller
arası birleşme ve yutma eylemi, doğal olarak, mali alanda da şiddetlenerek
sürmekte ve sürecektir. Biliyoruz ki, “en
yüksek gelişme düzeyine ulaşmış kapitalizmin çok önemli bir özelliği,
birleşmedir.” (Lenin)
Örneğin,
1995’de Mitsubishi ve Tokyo Bank birleşerek dünyanın en büyük bankası haline
geldi. Chase Monhotton ile Chemical Bank birleşerek (bu bankanın 300 milyar
dolar rezervi vardı) ABD’nin ve dünyanın en büyük banka gruplarından birisi
haline geldi. Deutschebank, Bankers Trust’ı alarak dünyanın en güçlü sayılı
bankalarından birisi haline geldi.
AB
ülkeleri, ulusal para birimlerini tasfiye ederek, tek para birimine (euro)
geçerek, uluslararası ölçekte geçerli para birimi olan ABD dolarına karşı euro
birliğini çıkararak doların egemenliğine ağır bir darbe vurdular ya da bunun
yolunu geniş çaplı açtılar. AB’nin bu eylemi, zaten daha 1970'lerde çökmüş olan
Bretton Woods para sistemine, geri dönüşü olmayan daha ağır bir darbe indirmiş
oldu. Artık euro da uluslararası bir para birimi durumunda ve etkisini süreç
içerisinde artıracağı, doların egemenlik alanını giderek daha daraltacağı ise
kesindir.
Bu
olgudan da görüldüğü gibi, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası hükmünü icra
etmeye, farklı emperyalist rekabet merkezleri arasında süren kıran kırana
rekabet tırmanmaya devam ediyor ve edecek. Bu örnek de, emperyalist
küreselleşmeyi homojenik bir süreç, iç
çelişkisiz bir şekillenme ve gelişme, bir “ultra-emperyalizm”, “İmparatorluk”
vs. olarak lanse eden burjuvazinin ve “sol” liberallerin, “post-modernistler”in
sahtekarlığını ortaya koymaktadır…
Emperyalist
kapitalizmin1974-75’de patlak veren genel ekonomik krizi sonrasında üretim,
mutlak olarak büyümesine karşın gelişme hızı düşmeye ve dünya ölçeğinde
gerilemeye başladı. Dünya ölçeğinde kişi başına düşen gayri safi hasıla 1965-73
arasında %2.8 düzeyinde gerilemişken, bu gerileme eğimi devam ederek, 1973-80
arası kesitte, %1.3’e, 80’li yıllarda
%1.2’ye, 1990-95 kesitinde ise %0. 005 düzeyinde (Fikret Başkaya)
gerçekleşmiştir.
Dr.
Fuat Özcan, 95-96 Petrol-İş Yıllığı’na yazdığı makalesinde sorunla ilgili
önemli ve açıklayıcı veriler sunmaktadır.
Sorunun daha iyi anlaşılması ve tablonun daha bütünlüklü kavranması
bakımından, Ercan’ın sunduğu verileri aşağıya aktarıyoruz:
1820’den
Günümüze Gelişmiş Kapitalist Ülkelerde Yıllık Büyüme Oranları:
|
Tablo I
|
Yıllar İhracat Birim Sermaye Başına Çıktı Çıktı
|
1820-70 4.0 1.0 2.2
|
3.9 1.4 2.5
|
1913-1950 1.0 1.2 1.9
|
8.6 3.8 4.9
|
1973-1979 5.6 1.8 2.6
|
3.8 1.3 2.2
|
Yukarıdaki
tablodan görülebileceği gibi, 70’ler sonrası gelişmiş kapitalist ülkelerin
büyüme oranları sürekli bir düşüş içerisinde. 1950’lerden 1970’e kadar yüksek
büyüme oranları ve yüksek karlılıkla belirlenen tekelci kapitalizm, 1973/1974
ekonomik kriziyle gerilemeye ve kar oranları daha fazla düşmeye başlamıştır.
İmalat
Sanayinde Geri Dönüş Oranları:
|
Tablo
II
|
1960 Ort. 1970 Ort. 1982
|
ABD 22.2 16.8 10.6
|
Japonya
36.5 26.4 21.5
|
Almanya 20.9 15.7 11.7
|
Fransa 15.6 16.0 9.5
|
İngiltere
13.6 8.1 5.5
|
İtalya 18.3 15.3 16.1
|
Kanada
15.2 13.1 6.7
|
Tablodan
görüldüğü gibi, emperyalist ülkelerin imalat sanayi sektöründeki “sermayenin
geri dönüş oranı 1960’ların ortalaması ile karşılaştırıldığında 1970’lerin
ortalaması ve 1982 yılı için büyük oranlı düşüşlerin olduğu” gözlenmektedir.
“Washington’da Ekonomik Gelişme Komitesi’nin hazırladığı bir raporda sonuç
olarak, Amerika’da karlılığın 1965 yılından itibaren hızlı bir şekilde düştüğü
belirtilmiştir (Kolko, 1988, s. 63). OECD’nin hazırlattığı raporda, Avrupa’da
1974 yılından itibaren sermayenin geri dönüş oranının önemli ölçüde düşüş
içinde olduğu belirtilmiştir. Bu rapora göre 1966’da %13,4 olan oran 1976
yılında %9,2 oranına kadar düşmüştür (Kolko, 1988, s. 3)”
Endüstriyel Üretim Yıllık Ortalama
Yüzde Artış:
|
Tablo III
|
1960-70 1970-80 1980-90 (a)
|
ABD 4.9 3.3 2.6
|
Japonya
15.9
4.1 3.9
|
Fransa
5.2 2.3 1.8
|
Batı
Almanya 6.0 2.3 1.0
|
İtalya
7.3 3.0 1.3
|
İngiltere
2.9 1.1 1.8
|
(95-96 P. İ. Y., s. 677-78)
Yukarıdaki
üç tablo, kapitalizmin metropollerinin hal-i pür melalini ortaya koymaktadır.
Tablolar, düşen gelişme hızını, düşen kar oranları olgularını güçlü bir biçimde
vermektedir.
Endüstriyel
gelişme hızındaki gerileyiş, düşen kar oranları, kapitalizmin genel bunalım
döneminin III. aşaması temelinde ve yapısal krizi temelinde yükselmiş ve 74
genel ekonomik krizi ile birlikte daha çarpıcı biçimler almıştır…
‘70’lere
gelindiğinde metropollerde “refah
kapitalizmi”,“sosyal devlet”, bağımlı ülkelerde “ulusal kalkınmacı”,
“devletçi”, “ithal ikameci” kapitalist model tıkanmıştı. Üretim ve sermayenin
uluslararasılaşarak artan yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle ÇUŞ’lu tekelci
kapitalizm gelişmişti. Ekonominin teknik temelinin yenilenmesi kaçınılmaz hale
gelmişti. Kar oranının eğilimli düşmesi yasası kendisini keskin bir şekilde
dayatmıştı. Üretimin ve sermayenin küresel
ölçekte ulaştığı bu yeni durum ve düzey yeni tipte yeniden bir yapılanmayı
ve sermaye birikim modelini gündemleştirmişti. Dolayısıyla yeni dönemin
gereksinimleriyle çelişen ve bu gereksinimin önünde bir engele dönüşmüş olan
eski uluslararası iş bölümü, yapılanma ve birikim tarzı, düşen kar oranlarına
müdahale ederek aşmanın önünde bir engele dönüşmüştü. Burada başlı başına
girmeyeceğiz ama kuşkusuz ki 1950-80 arası tarihsel kesitte enternasyonal işçi
sınıfı hareketinin ve genel demokratik halk hareketinin küresel ölçekte
sermayeye indirdiği ağır darbeleri de bu tabloya eklememiz ve okumamız gerekir
ya da tabloyu böyle bir bütünlük içinde kavramamız gerekir…
Aşırı
derece birikmiş sermaye
(kronik sermaye fazlası) bir yanda, düşen kar oranları öte yanda; bu
tablo içinde sermayenin topyekün değersizleşmesi riski ve
istikrarsızlık tipik bir görünüme dönüşmüştür. Çevrilmesi aşırı derecede
tehlikeye girmiş olan uluslararası borç yükü, özellikle de yeni sömürge
ülkelerin ödeme krizinin büyümesi, “sosyal devlet”in ve “ulusal kalkınmacı”
kapitalist modelin/tarzın tıkanması, yeni tipten sermaye birikim modeline
geçişin önünde engel haline gelişi, 1970’li yıllarda emperyalist devletleri ve uluslararası
tekelleri bu tehlikeli gidişe “Dur!”,
demek zorunda bıraktı. Böylece emperyalist burjuvazi (bir zamanlar Davit
Rockefeller tarafından ısrarla önerilen -fiili olarak zaten daha önceden
başlatılmış olan ama daha güçlü örgütlenmesine gereksinim duyulan- ve bir an
önce başlatılmasını, yoğunlaştırılmasını istediği ve ön ayak olduğu merkezi
olarak örgütlenmiş), topyekün yeni bir ideolojik, psikolojik, politik, ekonomik
vb. saldırıya geçti.
Öyküsü
bir yana, uluslararası burjuvazi, Amerikan emperyalizminin önderliğinde
başlattığı bu yeni tip (“neoliberalizm”) saldırıyla, esnek kapitalist
birikim programını, stratejisini, modelini başarıyla uygulamaya başladı. 80’ler
sonrası, özellikle de sosyal emperyalist kampın 1989-91 arası çözülerek
yıkılışının devasa etkisiyle de, dünya devriminin dibe vurması gibi olağanüstü
avantajlı koşullarda, emperyalist sermaye ve devletler, zaten fiili olarak
içerisine girilmiş bulunan emperyalist dünya ekonomisini yeni bir temel ve düzeyde yeniden yapılandırdı. Bu
süreç, emperyalist kapitalizmin bütün uzlaşmaz
çelişkileri, zıt eğilimleri, krizleri, eşitsiz gelişmesi
ile bütünleşik bir süreç olarak hala devam etmektedir.
Yeni
dönemde emperyalist devletler ve ÇUŞ’lar yolu düzleyerek bir dizi avantaj ve
üstünlüğü ele geçirirken, öte yandan da, doğal ve kaçınılmaz olarak, kendi
çelişkilerini ve açmazlarını da daha yüksek bir temel ve düzeyde
üretmek, daha fazla uluslararasılaştırmak zorunda kaldılar. İşte para
sermayenin artan oranda kapitalist maddi üretimden koparak asalaklaşmayı
görülmemiş ölçekte üretmesi, paradan para kazanmanın en geçerli yükselen değer
haline gelmesi söz konusu açmaz ve çelişkilerin tipik ve keskin görünümlerinden
birisini oluşturmaktadır. Para sermaye sektörlerine yatırım yapmak, maddi
üretim alanlarından artan oranda ve oldukça hızlı bir tarzda kopmak, kar
oranlarının mali pazarlarda yüksek oluşu olgusuyla ilgilidir. Mali
sermaye, sanayi üretimindeki düşen kar oranlarının önüne geçmek, dinmek
bilmeyen azami kar hırs ve açlığını tatmin etmek, aşırı birikmiş
sermayenin değersizleşerek çökmesini önlemek için, kapitalist maddi üretim
alanı dışına hızla yöneldi. Spekülatif işlemler, birleşmeler, özelleştirmeler
de işte sermayenin söz konusu değersizleşmesini önlemek için geliştirilen
önlemler dizisi ve aşırı karlı yatırım alanları olmuştur.
Kuşkusuz
ki, bu bakımdan da “denizin bitmesi”, batkı, aynı sürecin doğasında
bulunmaktadır. Mali sermaye ve mali oligarşinin ve para sermayenin üretimden
kopuşu ve artan ölçüde manipülasyon ve spekülasyona yönelmesinin de en
nihayetinde bir sınırı vardır. Ve yeni çöküşler kaçınılmazdır… (Ve nitekim
2007’de ABD’de konut piyasasında patlak vererek hızla uluslararası mali krize
sıçrayan, ardı sıra, 2008’de emperyalist kapitalizmin genel ekonomik krizine
-aşırı üretim krizi- dönüşerek derinleşen krizinden bu gerçek çarpıcı bir
tarzda ortaya çıktı.) Vurgulamak gerekir ki, uluslararası mali piyasalar geçmiş
tarihi kesitlerle kıyaslanamayacak derecede çok daha istikrarsız ve kırılgan
bir karakter kazanmıştır. Bu istikrarsızlık ve kırılganlık, kapitalist
emperyalizmin genel bunalımını, yapısal krizini daha da ağırlaştırmaktadır.
Bugün ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa
gibi emperyalist devletler tipik tefeci/rantiye devletler olarak da
şekillenmişlerdir.
Lenin,
emperyalizmin tahlilini yaptığı eserinde, şunları söyler:
“Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye
sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para sermayeyi, sınai ya da
üretken sermayeden, yalnızca elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden
ve sermayenin yönetimi ile ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçeklere
ulaştığı zaman, mali sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en
yüksek aşaması çizgisine gelir. Mali
sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali
oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç
devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar. Bu
ayrılma nereye kadar gidebilir?
Bu konuda, emisyon istatistiklerinden, yani her çeşit menkul kıymetlerin hangi
ölçülerde çıkarıldığına ilişkin verilerden bir yargıya varılabilir.” (s.66, iba.)
Lenin,
bu eksende incelemesini yaptıktan sonra, “ Bu dört ülke (ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya-bn.), toplam olarak 479 milyar franka, yani dünya
mali sermayesinin hemen hemen %
80’ine sahiptir. Dünyadaki öbür ülkelerin hemen hemen hepsi, bu uluslararası
banker ülkelere, dünya mali sermayesinin bu dört ‘direğine’, az ya da çok
borçlu durumdadır, az ya da çok miktarda onlara haraç vermektedir.”
demektedir.
Lenin’in
bu çözümleme ve tezleri, bugün de
bizlere yol göstermektedir. ÇUŞ egemenliğiyle belirlenen günümüzde, profesyonel
yönetici elit, sermaye sahipleri adına devasa fonları ve işletmeleri, dev
tekelleri yönetmektedir. Ki, Marx ve Engels, bu durumun burjuvazi olmadan da
üretimin yönetilebileceğinin, burjuvazinin gereksiz bir sınıf haline gelişinin,
kapitalistlerin üretimden kopuşunun tipik olgusu olduğunu vurgulamışlardır. Sermaye
sahipleri artan oranda üretimden kopmaktadır. Bugün dünle kıyaslanmayacak denli
dev bir rantiyeci kesim oluşmuş ve hızla semirmeye devam etmektedir. Mali
sermayenin tüm diğer sermaye türleri karşısındaki egemenliği görülmemiş
ölçeklere ulaşmıştır. Az sayıdaki mali oligark ve mali tekel, yeryüzünü kontrol
edip yönlendirmektedir. Lenin’in “banker ülkeler”, “tefeci devletler” olarak
nitelediği emperyalist devletler ve tekeller, bugün, o dönemle kıyaslanmayacak
denli süper mali kaynakları kontrol etmekte ve yer küremizin mali
köleleştirilmesinde olağanüstü yol almış bulunmaktadır. Asalaklık, çürüme aşırı
boyutlara varmış ve üretici güçlerin özgürce gelişimini artan oranda tahrip
etmektedir, vb. vb.
Geçerken, konu bağlamında Soros’un, mali piyasalarla ilgili şu
uyarı ve saptamalarını hatırlatmak yararsız olmasa gerek.
“Mali piyasalar doğası gereği istikrarsızdır… Denge
kavramının üzerine kurulduğu varsayımlarla gerçek dünyada nadiren karşılaşılır.
Finansal dünyada bunlar ulaşılmazdır. Mali piyasalar, günümüze nasıl
indirgendiğine (discunt) bağlı olarak geleceği indirgemeye çalışırlar… Bu
yüzden, kendiliğinden dengeye gelen mekanizma fikrine karşı olarak, mali
piyasaların istikrarının kamu politikaları tarafından korunması gerekmektedir.” (agk, s.13)
“Kapitalizmin doğumundan beri çoğunlukla yıkıcı sonuçları
olan periyodik mali krizler yaşanmıştır. Tekrarlanmasını önlemek için, bankalar
ve mali piyasalar düzenlemeye tabi tutulmuştur; fakat düzenlemeler son krize
yöneliktir, bir sonrakine değil; bu yüzden her yeni kriz yeni bir mali yapı
yaratır. Merkez bankacılığı, banka denetimi ve mali piyasaların gözetimi bu
şekilde günümüzdeki çok karmaşık yapısına kavuşmuştur.” (agk, s. 177)
“Aslında, para otoritelerinin (ABD, IMF, DB vb
kastediliyor-bn.) müdahalesi olmasaydı, uluslararası mali sistem en azından 4
olay sonunda çökebilirdi; 1982, 1987, 1994 ve 1997. Bununla birlikte, uluslararası
kontrollerin gelişmiş ülkelerdeki düzenleyici çevre ile karşılaştırıldığında
çok yetersiz kaldığı görülebilir. Ayrıca merkezdeki para otoritelerinin
kendilerini doğrudan etkileyen bir krize tepki vermesi, kurbanları çevrede olan
bir krize müdahale etmesinden daha muhtemeldir.” (agk., s. 177)
Bu sözler kendiliğinden
işleyen, siyasi otoritenin inisiyatifi dışında, devletin hiçbir rolünün
olmadığı “serbest piyasa ekonomisi” propagandasının
gerçek dışı olduğunu ortaya koyan sözlerdir aynı zamanda. Kapitalizmin tarihi,
“siyasi otorite”nin daima sermaye birikimini desteklediğini, sermayenin öz
sınıfsal çıkarları doğrultusunda pazara, piyasalara müdahale ettiğini zaten
kanıtlıyor ve 2007-2008’de ABD konut piyasasında patlak vererek küresel mali
krize, ardı sıra, hızla genel ekonomik krize dönüşen kriz sürecinin derslerinin
de bir kez daha gösterdiği gibi, kanıtlamaya da devam etmektedir.
Bugün
dünyamız çok daha küçülmüş küresel
bir kente dönüşmüştür. Kapitalist/emperyalist dünya sistemindeki bütünleşme
öyle boyutlara ulaşmış ki, herhangi önemli bir ekonomideki, bölgedeki,
sektördeki kriz ve çöküş, dünya ekonomisini doğrudan ve oldukça hızlı bir
tarzda etkileyebilmekte, şu veya bu biçimde girdabına çekebilmektedir. Örneğin
Güney Kore’de ekonomik kriz patlak verdiğinde, emperyalist mali sermayenin, IMF
vb. gibi emperyalist mali kuruluşların, uluslararası düzenin selameti için,
hemen ve doğrudan küresel ölçekte sisteme müdahale etmesi ve bir çırpıda 70
milyar doları kriz bölgesine aktarması boşuna değildi...
Soros
gibi ünlü spekülatörlerin, IMF ve DB gibi emperyalist mali kuruluşların artan
oranda daha sık “sosyal patlama”
tehdidinden bahsetmeleri, yeryüzünün gerçek efendilerini uyarmaları boşuna
değildir. G. Soros’un 1997 Şubatında yayınladığı makalesinde, “ ‘çok fazla
rekabetin, çok az işbirliğinin toplumda dayanılmaz yoksulluk ve eşitsizlikler
yarattığını, bu süreçte servetin zenginlerin elinde daha da hızlı birikeceğini;
piyasanın sihirli eline inancın bir dogma haline geldiğini’” ileri sürmesi,
“bugün piyasa, merkez bankası üzerinde kontrollerin tümüyle kaldırılmasından,
devletin ekonomiden çekilmesinden yana olanlara ise, ‘bu kuralların ve
kontrollerin, ilk defasında neden ve hangi konularda konduğunu hatırlamalarını’
önerme”si, ve aksi taktirde ‘ne devlet, ne demokrasi ne de ekonominin
kalmayabileceğini’” ima etmesi (Ergin Yıldızoğlu), boşuna değildir. NATO’nun
50. kuruluş yıldönümü vesilesiyle yayınlanan bir NATO raporunda, 21. asırda
yeni bir “Ekim Devrimi fırtınası”nın beklenmesi gerektiği tahlili burjuva ileri
görüşlülüğünün çok ama çok haklı bir vurgusu ve yol
göstericisi olarak büyük bir anlam taşımaktaydı...
Soros,
“Aralık 1998’de yayınlanan kitabında da mali piyasaların esas olarak
istikrarsız bir mekanizma olduğunu; dengesizlikleri büyüttüğünü ve
denetlenemezse büyük bir felakete yol açacağını tekrar vurguladı. Soros’a göre
piyasa ekonomisini ve demokrasiyi korumanın tek yolu mali piyasaları
denetlemektir.” (E. Yıldızoğlu) Nitekim bu sorun daha büyük bir dikkatle uluslararası
sermayenin gündeminde. Ama en nihayetinde, tekeller ve emperyalist devletler,
yeni esnek birikim programını kötü niyetlerinden değil, emperyalist
kapitalizmin nesnel gelişme yasalarından dolayı pratikleştirmektedirler.
Emperyalist küreselleşme burjuvazinin niyetleriyle açıklanacak bir olgu
değildir. Emperyalist küreselleşme emperyalist kapitalizmin nesnel doğasıyla
ilgili bir olgudur. Doğal olarak, bu nesnellik, burjuvazinin niyetlerini ve
yönelimini de belirleyip şekillendirmektedir. Bu bakımdan burjuvazinin
sözcülerinin uyarıları, o da esas olarak işçi sınıfının ve ezilenlerin mücadelesi
sonucu olarak, emperyalist krallıkları ve kralları bir kısım tedbirler almaya
yöneltse bile, kapitalist ekonominin nesnel karaktere sahip hareket yasaları,
uygulanan ekonomi politikanın nesnelliği ve gerekleri, kendi mantığı
doğrultusunda ilerlemeye, o arada Soroslar da aşırı vurgunlar yapmaya,
uygulamada tekelci kapitalist düzenin temellerini oymaya devam edecektirler.
Lenin’in
dediği gibi, çağımız tekeller ve mali sermaye çağıdır. Ve 20. yy. serbest
rekabetçi kapitalizme tekabül eden genel olarak sermaye (burjuvazinin)
egemenliğinden mali sermaye egemenliğine (mali oligarşinin egemenliğine)
geçişle belirlenir. 1950’lerden bu yana geçen süreç ise, mali sermaye egemenliğinin uluslararası mali sermayenin egemenliğine
dönüşmesiyle belirlenip şekillenmiştir. Ve “küresel sermaye”, üretimi,
sermayeyi, ticareti ve para sermayeyi kontrol eden ve ele geçiren “küresel mali
oligarşi” olarak yer kürenin kral tahtında oturmakta, proletarya ve emekçi
insanlığın kaderini tekelci kapitalizmin gereksinmelerine göre çizip
yönetmektedir.
Üretimin
ve sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine bağlı olarak, para sermaye de
yoğunlaşıp merkezileşiyor. Bütün dünyayı kaplayan ve kanını emen mali oligarşi,
“sık bir mali kanallar şebekesinin
bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir
ulusal kapitalist örgütüne ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek
hızla” (Lenin) yayılıyor. Tüm
bunlar, günümüzün mali sermayesinin temel olguları olmaya devam ediyor ve dünya
pazarı temel alınarak, dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynakları vahşice
soyuluyor, soyulmaya da devam ediliyor.
Finansal sermaye (para-sermaye), faiz
getiren sermayedir. Hiçbir maddi değer üretmez. Tümüyle spekülatif, tefeci,
rantiyer karaktere sahiptir. Para-sermayenin oyun, vurgun, kumar alanı mali
piyasalarda, maddi değerler üretilmez, spekülasyon yapılır. Borsalar, hisse
senetleri, devlet tahvilleri, merkez bankaları bonoları, döviz, mevduat, repo,
değişik türden sosyal fonlar, gayrimenkul, borç verme, mali piyasaların bileşenlerini
oluşturur. Mali tekeller, bankalar, bankerler, para spekülatörleri, 1857'de,
“para piyasasının kodamanlarından” olan Bay Chapman'ın vurgusuyla “para kapkaççılarıdır.” Kar oranları nerede
yüksekse orayı istila ederler, yağmalarlar, geride bir yıkım bırakarak yeni
karlı sektörlere, ülkelere, kıtalara kaçarlar...
Borsanın da bir parçası olduğu (ki,
‘80-90'lar sonrası kapitalist dünya borsalarının rolü olağanüstü artmış
bulunuyor) mali piyasalarda, daima “küçük balıklar köpek balıkları”, kuzular
“borsa kurtları tarafından” afiyetle mideye indirilir. Mali piyasalar,
gerçekte, mali piyasaların profesyonel kurtları ve köpek balıklarının kumar
arenasıdır. Bu kumarda, hızla gelişen küresel kumar ekonomisinde daima en güçlü
tekeller, mali tekeller, para spekülatörleri kazanmaktadır. Küçük tasarruf
sahipleri, küçük ve orta boy, hatta irice kapitalistler yutulur. Para, servet,
mülk el değiştirir. Artı-değerin gaspı, emekçilerin soyulması, mülklerini ve
servetlerini kaybedenlerin kitlesel iflası dev boyutlara ulaşır. Tipik bir
kumar ve sahtekarlık sistemi üzerinden “toplumsal servet” el değiştirir ve bu
kumarhanede toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısı git gide azalır.
Değişik türden bankalar, bankerler,
fonlar, sigorta şirketleri, emlak firmaları, hedge fonlar, borsalar mali
sektörün aktörleridirler. Emperyalist kapitalizmin temel ekonomik yasası ve
temel itici gücü olan azami karı en
fazla kapma yarışı, mali sektörde de birleşmeleri, düşmanca satın almaları ve
tasfiye operasyonlarını ateşlemiştir. Bu hegemonya ve rekabet mücadelesi, mali
piyasalarda da, son 15-20 yıllık süreçte hem yoğunlaşmayı ve hem de
merkezileşmeyi alabildiğine geliştirmiştir. Kapitalist maddi üretim sektöründe
yoğunlaşmış uluslararası tekeller de söz konusu finansallaşmanın doğrudan aktif
bir unsurudur. General Motors, Siemens, Toyota, Fiat, Renault gibi uluslararası
tekeller de varlıklarını artan oranda mali soyguna (P-P') yönlendirmekte,
ellerindeki para fonlarını mali piyasalara sürmekte, maddi üretimden çok
spekülasyona yönelmekte, mali piyasalardaki ağırlıklarını git gide
arttırmaktadırlar.
Son birkaç on yıllık süreçte, merkezinde
uluslararası tekellerin durduğu dünya ekonomisinin yeniden yapılanma sürecinde,
mali tekellerin, para-sermayenin hükümdarlarının egemenliği açık bir şekilde
pekişmiş, açık bir üstünlüğe dönüşmüştür. Böylece finansal sermayenin sanayi,
tarım, ticaret sermayesi üzerindeki egemenliği de sağlamlaşmıştır. Maddi üretim
ve hizmet sektörleri artan oranda mali oligarşinin eline geçmiş ya da ona iyice
tabi olmuştur. Zaten banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi ve
kaynaşmasıyla oluşmuş olan mali sermaye, böylece, sömürü ve hegemonyasını kendi
tarihinin doruklarına çıkartarak egemenliğini de iyice pekiştirmiştir.
Emperyalist kapitalizmin yönettiği dünya ekonomisindeki
malileşme eğiliminin en geniş
anlamda temeli ve ana nedeni, kapitalist üretim biçiminin
tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş olmasıdır. Bir başka ifadeyle, kabına
sığmayan toplumsal üretici güçlerle, kapitalist üretim ilişkileri arasındaki
uzlaşmaz karşıtlığın alabildiğine keskinleşmiş; kapitalist mülk edinme
biçiminin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişimine müthiş bir şekilde
pranga vurmuş olmasıdır. Bu çelişki, bütün gücüyle çözümünü dayatıyor. Çözümü
geciktiği oranda da emperyalizmin çürümesi, can çekişmesi uzuyor. Çelişkinin
çözümünün proleter devrimin zaferinde yattığı ise kesindir.
Kapitalist
üretim biçiminin gelişimi sermayenin
organik bileşimini yükseltir. Sermayenin organik bileşimindeki yükselme,
başlangıçta diğerlerinden daha önce bunu başaran kapitalistlerin kâr oranlarını
yükseltse de, kaçınılmaz bir biçimde kendi karşıtına dönüşerek ilerleyen
süreçte genel kâr oranlarının eğilimli düşmesine yol açar. Kâr oranlarının
eğilimli düşmesi yasası, kapitalist üretim biçiminin nesnel hareket
yasalarından birisidir. Bu yasa kapitalizmin içsel uzlaşmaz çelişkisini, tarihsel sınırlarını da ortaya
koyar/sergiler.
Sınai kâr oranlarındaki düşüş, sanayi
sektörüne sermaye yatırımını cazip olmaktan çıkarmakta, bu alanda oluşan
sermaye fazlası spekülatif alana akmaktadır. Kapitalist üretim biçimiyle,
emperyalist dünya sisteminin gerçekleriyle bağlı olan “sermaye fazlası” olgusu, insanlığın üretken kaynaklarının sırf
kapitalistlere yeterli kar getirmediği için asalak alanlara akıtılması anlamına
gelir ve bu, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçleri boğan bir
cendereye dönüşmüş olduğunun da en çarpıcı göstergelerinden birisidir.
Sermayenin organik bileşimindeki yükselme,
öncesini geçiyoruz, 50'ler sonrasının ÇUŞ’lu emperyalizmin, tekelci kapitalizmin
uluslararası tekeller tarafından yönetilmeye başlanmasıyla birlikte bu olgu
daha çarpıcı biçim ve düzeyler kazanmıştır.
Emperyalist ülkelerde kâr oranları,
60'ların sonlarından başlayarak düşmeye başladı. Bu olgu, emperyalist
sermayenin artan oranda mali piyasalarda yol bulmasını koşulladı. Mali
oligarşinin, emperyalist tekellerin ellerinde aşırı birikmiş sermaye, sanayide
kâr oranları düşünce, hizmet sektörüne ve mali sektöre yöneldi/kaydı. Böylece
hizmet ve mali sektörler büyümeye, semirmeye, genişlemeye başladı...
Hatırlatmak gerekir: Sermaye, karşılığı
ödenmemiş ve gasp edilmiş emektir, bedava emektir. Sermaye, birikmiş
artı-emek/artı-değerdir. Sermayenin tipik özelliği artı-değer üretmesi, kâr
getirmesidir. Zaten sermaye, ücretli emeğin sömürülmesiyle artı değer getiren
değerdir. Kâr getirmeyen sermaye, sermaye değildir. Sermayenin itici gücü, ab-ı hayatı, amacı kâr
ve daha fazla kârdır. Kâr getirmeyen
sermaye, kapitalizmin doğasına aykırıdır. Aşırı birikmiş, yüksek kar, azami kâr
oranları peşinde aç kurt gibi koşan sermaye, toptan değersizleşerek çökmemek
için değerlenebileceği ve amacını gerçekleştirebileceği mali piyasalara
yönelmiştir. Dünya çapında yeniden yapılandırılan ekonomilerde finansal
serbestleşme, esnek kar, mali kuralsızlaştırma, merkez bankalarının
özerkleştirilmesi, yüksek faiz, kar transferlerinin önündeki engellerin
kaldırılması, sıcak paradan vergi alınmaması, borsaların yaygınlaşması gibi
tedbirler, aynı zamanda yukarıdaki olguyla bağlıydı, bağlıdır. Esnek kapitalist
birikim stratejisi ve saldırısının sacayaklarından birisinin de finansal esneklik olması boşuna
değildir. Finansal esneklik, yeni tip birikim stratejisinin, yeni tip uluslararası
kapitalist iş bölümünün karakteristiklerindendir.
Sermaye ihracı, emperyalizmin temel, ayırt
edici karakteristiklerinden biridir. Ve sermaye ihracı tekelini de elde tutan
başlıca ülkeler, emperyalist ülkelerdir. Ki,
“Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu mutlaka içerde kullanmadığı
için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanabildiği
içindir. Ama böyle bir sermaye, çalışmakta olan işçi nüfusu için ve genellikle
sermayeyi gönderen ülke için, mutlaka fazla sermayedir.” (Marx, Kapital, C. II.
s. 226)
Emperyalist ülkelerden sermaye ihracının sırrı işte burada yatmaktadır. Ama
öteki şeylerin yanı sıra, emperyalist sermaye ihracı, bağımlı ülkelerden
kapitalist merkezlere kaynak transferi, artı-değer ve kar transferi işlevini
yerine getirerek sermaye birikimini de yoğunlaştırır. 1945-1975 arası uygulanan
eski kapitalist birikim tarzının tasfiyesi ile (kapitalist ekonomilerin
“liberalizasyonu” ile) yapılan temel şey, bütün ekonomilerin kapılarının
emperyalist sermayenin özgürce, kuralsızca giriş çıkışına elverişli hale
getirilmesi olmuştur.
İşte emperyalist metropollerde aşırı
birikmiş, yüksek kâr oranları arayışı içerisinde olan sermaye, yukarıdaki
nedenle bağlı olarak ekonomileri malileştiriyor, kendisi malileşiyor,
birikimini daha ziyade artan oranda örgütlü spekülasyon ve kumarla kazanıyor,
değersizleşerek çökme tehlikesini böylece önlüyor, önlemeye çalışıyor.
Emperyalist ekonomilerin giderek artan
oranda malileşmesinin bir nedeni de,
emperyalist ekonomilerin düşük büyüme oranlarından, kronik durgunluk eğiliminden kurtulamaması veya çıkamamasıdır. Kronik kapasite kullanımı eksikliği,
kronik işsizlik, kronik durgunluk, kronik sermaye fazlası, ekonomilerin
malileşmesi birbirini bütünlüyor/tamamlıyor.
Emperyalizm tarihinin en yüksek noktasına
çıkmış olan sermaye ihracı, sermaye
ihraç eden ülkelerdeki durgunluğun, düşük
büyüme oranlarının bir diğer temel nedenidir.
Maddi üretim sektörlerinde düşen kâr
oranlarının sermayeyi mali piyasalara yönlendirmiş olması, metropollerdeki kronik
durgunluk eğiliminin, düşen ve düşük ve istikrarsız büyüme oranlarının bir
diğer temel nedenidir.
Bu olgular, hem emperyalist merkezlerde
hem de küresel çapta dünya ekonomilerinin büyüme ve gelişme hızını
istikrarsızlaştırmakta, zayıflatmakta; finansallaşmayı yoğunlaştırmakta,
rantiyeciliği, tefeciliği yükselen değer yapmakta; durgunluğu büyütmekte,
kronikleştirmekte, gerek kapitalist
devir, gerekse de ekonomik kriz
devresi/döngüsü üzerinde derin etkiler ve değişiklikler yaratmaktadır.
Kapitalist üretim biçiminin maddi temelini para-sermaye değil,
kapitalist meta üretimi oluşturur. Kapitalizmde meta üretimi, genel ve
egemen hale gelir. Kapitalist üretim pazar
için üretimdir. Her iktisadi-toplumsal formasyonun bir maddi temeli vardır. Kapitalizmde bu temel; metadır, meta üretimidir. Kapitalizmde para sermaye üretiminin de maddi temelini
kapitalist üretim oluşturur. Kapitalist üretim tarzının doğuş ve gelişme
süreci P-M-P' hareketinin, bu temele bağlı olarak kapitalist para
sermayenin de (P-P' hareketinin) doğuş ve gelişme sürecidir. Böyle bir
maddi temel olmaksızın, kapitalist para sermayeden ve P-P' hareketinden de
bahsedilemez.
“Bugün” kapitalist dünya ekonomisinin
artan oranda finansallaşması tipik ve keskin bir olgudur. İvmelenmiş olan
emperyalist küreselleşme en ileri biçimine, para-sermaye hareketleri nezdinde
ulaşmış bunuyor. Finansal sermaye hareketleri ve entegrasyon alabildiğine
küreselleşmiştir. Ekonominin “sıcak para” hareketlerine aşırı bağımlı hale
gelmiş olması da bu olgunun tipik görünümlerinden birisidir. Ancak, bu olguya
karşın, meta üretimi, kapitalist üretimin maddi temeli olmaya, bu temel daha
fazla sarsılmış olmakla birlikte devam etmektedir. Çünkü böyle bir maddi temel
olmaksızın ve bu maddi temelin egemenliği olmaksızın salt malileşmiş bir
kapitalizm, salt finansal tekellerin kapitalizmi düşünülemez.
Bundan 90 yıl önce Lenin, emperyalizm olgusunu incelerken,
adeta bugünleri görmüş gibi, kapitalizmin gelişmesinin emperyalizme varmasıyla,
meta ekonomisinin temellerinin sarsıldığını, esas karların mali dolaplar
çeviren dahilere aktığını ve bunun da temelinin, üretimin toplumsallaşmasında
aranması gerektiğini vurgulamıştı.
90 yıl sonra bugün, üretim çok daha yüksek
bir düzeyde uluslararasılaşarak toplumsallaşmıştır. Tarihte görülmemiş ölçekte
bir toplumsal zenginlik de küresel çapta artmıştır. Bilim ve teknoloji kendi tarihi gelişiminin
doruklarına çıkmıştır. Ve bugün insanlık, adım başında çözebilecek durumda
olduğu sorunlarla, kapitalizmin yarattığı devasa sorunlarla yüz yüze.
Kapitalizm, hızla çözülebilecek durumda olan bu sorunların çözümünü engelliyor.
Çünkü artan toplumsal zenginlik, gelişen bilim ve teknoloji, artan bir hızla ve
oranda bir avuç azınlığın ellerinde birikiyor. Çünkü temel üretim araçları,
üretim toplumsal yapıldığı/olduğu halde bir avuç kapitalistin elinde
bulunmaktadır. Bir tarafta dağ gibi zenginlik, servet, lüks, refah birikirken,
diğer tarafta yoksulluk, sefalet, açlık, işsizlik, fiziksel ve ahlaki çöküş,
doğanın yıkımı sınırsız ve dizginsiz bir deryaya dönüşmüş bulunuyor. Bir avuç
zenginin elinde toplumsal zenginliğin birikmesi, diğer uçta yoksulluğun birikmesinin
nedenidir. Ve bu gelişme yasası, kapitalizmin
mutlak ve genel yasası olarak,
bugün, gücünü daha çarpıcı biçimlerde ortaya koymaktadır.
Toplam dünya nüfusunun % 80-85'ini oluşturan
yoksulların gözden çıkarılmış olması, sermayenin maddi değer üretiminden
giderek daha büyük bir oranda spekülasyona kayması, 1 milyarı aşan işsizlik
kapitalizmin insanlığın insani ve gerçek gelişmesini en keskin biçimlerde
engellediğini kanıtlıyor. Oysa toplumsal üretici güçlerin gelişme düzeyi,
üretimin küresel ölçekte toplumsallaşma derecesi, hazır toplumsal zenginlik,
küresel ölçekte bilimsel kolektif bir planlı ekonomi ile hızla, başta maddi
olmak üzere, insanlığın yaşadığı maddi ve manevi yoksulluğu ortadan kaldırmaya
elverişlidir. Hem de insanlık tarihinin hiçbir aşamasında görülmemiş ölçekte!
Ama bunun da ön koşulu da kapitalist mülk edinme biçimine son verilerek temel
üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır. Devasa toplumsal kaynakların
insanlığın yararına seferber edilmesinin sosyalizm dışında bir yolu da yoktur
ve asla olmayacaktır da!
Çelişkinin çözümü, proleter devrimin zaferinde yatmaktadır.
Proletaryanın burjuvaziye, sosyalist
sistemin (ve kampın) kapitalizme, ezilen halkların ve ulusların emperyalizm ve
sömürgeciliğe karşı yürüttüğü büyük mücadelenin sonucu (ve kuşkusuz sermayenin
o koşullardaki gelişme ihtiyaçları) burjuvazinin, emperyalizmin toplumsal
devrim tehdidini önlemek için vermek zorunda kaldığı tavizlerin de ürünü olan “refah
kapitalizmi” ve “Keynesçi sosyal devlet” birikim modelinin her bakımdan tasfiyesi
ile bugün, kapitalizm gerçek saldırgan kimliğiyle çırılçıplak ortaya çıkmış
bulunuyor. Bu saldırganlık, ekonomilerin malileşmesi eğiliminde, sınır
tanımayan emperyalist tefecilikte, her şeyin piyasalaştırılmasında da vb. açık
açık görülebilmektedir.
“Kapitalist
üretim biçiminin temeli para sermaye değildir”, demiştik. Kapitalist
sermaye, ödenmemiş emekten oluşur. Artı-değer gaspı kapitalist sermaye
birikiminin ana kaynağıdır. Dolayısıyla sermaye, birikmiş artı değerdir. Ve
artı değer, kapitalist üretim sürecinde yaratılır, dolaşım aracılığıyla pazarda
realize edilir. Demek ki artı-değeri
yaratan sektör, para-sermaye sektörü değil, kapitalist maddi üretim sektörüdür.
Kapitalist maddi üretim sektöründe (P-M-P') yaratılan artı-değer; kârın, faizin, rantın ana kaynağını
oluşturur. Artı-değer, burjuvazi içerisinde kar, faiz, rant olarak dağılır. O
halde para sermayesinin de kaynağı artı
değerdir. Para sermaye artı-değer yaratmaz
ama artı-değerden pay alarak, gasp
ederek oluşur, gelişir, semirir. Ve o, maddi üretime akan kısmı hariç, tümüyle
tefeci, rantiyer, asalak karaktere sahiptir.
Bugün daha da yoğunlaşmış olan
“ekonomilerin malileşmesi”, kapitalist emperyalizmin ve kapitalist dünya
ekonomisinin dayanılmaz bir tarzda daha da asalaklaştığının, rantiyeleştiğinin,
çürüdüğünün çok keskin kanıtlarından birisini oluşturmaktadır. Ama sefasını
burjuvazi, cefasını proletarya ve halklar ve ezilenler çekmektedir...
“Ekonomilerin malileşmesi”nin en
nihayetinde bir sınırı olacaktır. Ekonomilerin tümden malileşmesi olanaklı
değildir. En nihayetinde finansal sermayenin kaynağı artı-değerdir. Ve mali
piyasalarda kâr oranlarının sürekli yüksek kalması, sürekli yükselmesi de
olanaksızdır. ‘80'lerde Latin Amerika, ‘90'lı yıllarda Güneydoğu Asya ve
2007'de ABD önde gelmek üzere bugüne dek patlak veren mali krizler de bu olguyu
göstermektedir ve göstermeye de devam edecektir.
Yeniden vurguluyoruz: Artı-değer
üretmeyen, sadece finansa dayanan bir kapitalizm düşünülemez. Marx, burada da
bizlere yol göstermektedir:
“... Bütün sermayeyi para sermayeye
çevirme fikri, hiç kuşkusuz, düpedüz saçmalıktır. Hele, sermayenin, herhangi
bir üretken işlevi yerine getirmeksizin, yani faizin ancak bir kısmını teşkil
ettiği artı-değeri yaratmaksızın, kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde faiz
sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim olmaksızın da
yoluna devam edebileceğini düşünmek daha da büyük saçmalık olur. Eğer
kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, sermayelerini para-sermayeye çevirecek
olsaydı, para sermayede korkunç bir değer kaybı, faiz oranında müthiş bir düşme
olur, pek çoğu hemen, faizle yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar
sanayi kapitalisti haline gelmek zorunda kalırlardı.” (Kapital, C.III, s. 332)
Tekel, emperyalizmin ekonomik özüdür.
Bundan dolayıdır ki Lenin, “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir” der.
“Küreselleşme” ile çapı, temposu vs. hızlanarak büyüyen para sermaye, mali
piyasalar, mali kapkaççılar, sermayenin maddi üretimden mali piyasalara
yönelmesi ve yığılması, ekonomik temeli tekel olan emperyalizmin ulaştığı yeni
düzeyi ifade eder. “Esas karlar mali dolaplar çeviren 'deha'lara akmaktadır.”
Bütün dünya ekonomileri ve halkları uluslararası tekeller, spekülatif sermaye
adına “haraca” kesilmiştir. Her türlü mali işlemler ve hareketler, uluslararası
tekellerin ve para kapkaççılarının kasalarına akmaktadır. Özelleştirme
vurgunuyla da devasa tatlı karlar elde etmektedirler. İç ve dış kamu
açıklarının finansmanı adı altında burjuva devletler ağı devasa bir emme-basma tulumbası gibi çalışarak toplumsal
zenginlikleri fütursuzca mali oligarşiye, mali oligarşi piramidinin tepesinde
bağdaş kurmuş para oligarklarına akıtmaktadır. Mali krizler, krizsel
dalgalanmalar, döviz, faiz vbg. gelişme ve araçlarla kedinin fareyle oynanması gibi oynayarak ya da bunları birer
fırsata çevirerek, tüm bu etkinliklerden daima uluslararası dev tekeller, para
spekülatörleri kazançlı çıkmakta; ülkelerin,
halkların, proletaryanın derisi üç-beş kez daha yüzülmekte, emperyalizme
bağımlı ülkelerin borçları katlanmakta; yerli şirketler vs. elden çıkmakta,
uluslararası tekellere ve emperyalist devletlere sayısız ekonomik, siyasi,
askeri tavizler verilmektedir...
Günümüzün en çarpıcı gerçekleri bu
olguları açıkça göstermektedir.