Translate

22 Nisan 2013 Pazartesi

3- Emperyalist Küreselleşme ve Mali Sermaye



EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI
3- Emperyalist Küreselleşme ve Mali Sermaye
Lenin, emperyalizm olgusunu tahlil ederken, çağımızın “mali sermaye ve tekeller çağı” olduğunu, bankaların “geliştikçe ve az sayıda kurumlarda yoğunlaştıkça, mütevazi araçlar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronların para sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline” geldiğini vurgular. Mali sermayenin “tekeller çağını yarattı”ğını ortaya koyarken, mali sermayenin tarihçesini ve özünü, şu çarpıcı ve berrak ifadeyle anlatır: “Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi-işte mali sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.” Lenin, emperyalizmin 5 temel karakteristik özelliğini sayarken şöyle der: “…banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu ‘mali sermaye’ temeli üzerinde bir mali oligarşi yaratılmıştır.” “Böylece 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye egemenliğinden mali sermaye egemenliğine geçilen yeni bir kapitalizme yerini bıraktığı bir dönüm noktasıdır.”
Lenin’in mali sermaye ve mali sermaye temeli üzerinde yükselen mali oligarşiye ilişkin çözümlemeleri bugün de teorik ve pratik geçerliliğini korumakta ve yol göstermeye devam etmektedir.
 Lenin’in öğretisi temelinde mali sermaye olgusunu tahlil eden Enver Hoca, şöyle der:
Lenin’in bize öğrettiği gibi, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması; para sermayenin yoğunlaşmasında artışın onun büyük bankaların ellerinde toplanmasının, mali sermayenin ortaya çıkıp gelişmesinin temelidir. Kapitalizmin gelişme sürecinde tekellerle birlikte bankalar da gelişir. Bunlar tekellerin ve tröstlerin, aynı zamanda küçük üreticilerin ve küçük tasarruf sahiplerinin para sermayesini emerler. Böylece kapitalistlerin elinde bulunan ve onlara hizmet eden bankalar başlıca mali araçları ellerinde tutarlar.
Küçük işletmelerin büyük işletmeler, karteller ve tekeller tarafından ortadan kaldırılmasında görülen aynı süreç, birbiri ardından küçük bankaların tasfiyesinde de kendini gösterdi. Böylece büyük işletmelerin tekelleri yaratması gibi, büyük bankalar da banka konsorsiyumlarını yaratırlar. Son yirmi yıl içinde bu olgu, çok büyük boyutlara ulaştı ve bugün de çok hızlı biçimde sürmektedir…” (Emperyalizm Ve Devrim, s.58)
Enver Hoca, “Bugün artık bankaların ve tekelci işletmelerin yöneticileri, karşılıklı olarak diğerlerinin yönetim kurullarında yer alarak, Lenin’in ‘kişisel birlik’ diye adlandırdığı şeyi yaratıyorlar. Bu süreçte ortaya çıkan mali sermaye, sermayenin tüm biçimlerini kapsıyor: Sanayi sermayesi, para sermaye ve meta sermaye.” vurgusunu yaparak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, mali sermayenin daha da büyüdüğünü ve “yapısal değişikliklere” uğradığını ama mali sermayenin azami kar hırsıyla soyma amacında bir değişiklik olmadığını saptıyor. “Son yıllarda en önemli kapitalist ülkelerde belirgin bir biçimde çoğalmış olan ve bankaların rakipleri haline” gelmiş olan sigorta şirketlerinin de aynı rolü oynadığını, ABD de bankaların aktif sermayesinin 1950-1970 yılları arasında üç buçuk kat artarken aynı süreçte, sigorta şirketlerinin sermayesinin altı buçuk kat arttığını saptar. Devamla, sigorta şirketlerinin de giderek sanayi ve banka tekelleriyle iç içe geçerek mali sermayenin organik parçası haline geldiğini anlatır. Hoca, banka sermayesinin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin yalnızca tek bir ülke çerçevesinde değil, uluslararası alanda da (AET’in ortak bankaları, COMECON’un Yatırım Bankası vb gibi) yoğunlaşıp, merkezileşip yayıldığını saptar.
Bugün de çağımız “mali sermaye ve tekeller çağı” (Lenin) olmaya devam etmektedir. Ama bir farkla: Bugünkü tekelci kapitalist aşama, 20.yy. başlarındaki tekelci kapitalizmden farklı olarak, mali sermaye egemenliğinin çok daha pekişip, derinleşip, yaygınlaştığı; yeni tipte uluslararasılaştığı bir aşamadır. Mali sermaye egemenliği, ÇUŞ tipi tekelcilikle, yeni tipte yetkinleşmiştir. Mali sermaye, birikimini başlıca olarak küresel ölçekte, dünya pazarını temel alarak gerçekleştirmektedir. Ulusal pazarı geçmiş dönemle kıyaslanmayacak denli dünya pazarının sadece bir parçası olarak ele almaktadır. Mali sermaye, bugün daha yüksek bir temel ve düzeyde yeniden yapılanmış, çok daha fazla uluslararasılaşmış ve serbestleşmiş olarak yeryüzünde, esnek birikim model ve saldırısıyla yol almaktadır. Mali sermaye, yapısal değişikliğe uğramış olan yeni tip uluslararası iş bölümü temelinde dünya arenasında doludizgin at koşturmaktadır. Küresel alan mali sermayenin dizginsiz akışı ve hareketi için yeniden düzenlenerek tam bir mali soyguncular cenneti haline getirilmiştir.
İşte günümüzün tarih kesitindeki tekelci kapitalizm ve mali sermaye çağındaki değişikliklerin özü burada yatmaktadır. Mali sermaye ve mali oligarşi, dünya pazarını “ulusal/yerel pazarı” kabul ederek ve temel alarak, devasa büyümesini, merkezileşmesini, yoğunlaşmasını; uluslararasılaşmasını, eşitsiz gelişme, amansız rekabet, kriz ve çatışmalar koşullarında sürdürüyor ve sürdürecektir.
Mali sermayenin bir bileşeni olan uluslararası mali tekeller, her türlü para sermayeyi (değişik türden sosyal fonları, sigorta şirketlerini vb.) organik parçası olarak örgütlemiş ve kontrol etmektedir. Mali sermayenin en önemli birikim arenası artık küresel (uluslararası) arenadır. Kıymetli kağıtlar; devlet tahvilleri, hisse senetleri; borsalar, döviz, kur ve repo piyasası, yüksek faizle borç verme, değişik türden mali fonlar, sosyal fonlar, her türlü mali spekülasyon arenası, uluslararası mali sermayenin ve mali tekellerin devasa vurgun alanlarıdır. C. Soros türü uluslararası ünlü spekülatörler işte bu yeni dönemin özgül ürünü ve yeni finansçılar kuşağının temsilcileridirler. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin dünya pazarını temel alarak gerçekleştiği uluslararası tekelci kapitalizm aşamasında zaten başka türlü de olamazdı.
Mıchel Chossudovsky’in şu tahlil ve vurgusu tümüyle yerindedir:
 Yeni bir küresel mali ortam da doğdu: 1980’lerin sonlarındaki şirket birleşmeleri dalgası, ticari bankaların, kurumsal yatırımcıların, borsa aracı şirketlerinin, büyük sigorta şirketlerinin vb. çevresinde toplanan yeni bir finansçılar kuşağının yerleşik hale gelmesinin yolunu açtı. Bu süreçte ticari bankacılık işlevleri yatırım bankalarının ve borsa aracı şirketlerinin işlevleriyle bütünleşti.
Söz konusu ‘para yöneticileri’, mali piyasalarda güçlü bir role sahip olmakla birlikte, reel ekonominin girişimcilikle ilgili işlevlerinden giderek uzaklaşıyor. Onların (devlet düzenlemelerinden kaçan) etkinlikleri, futures piyasaları ile türev piyasalardaki spekülatif işlemleri ve para piyasalarındaki manipülasyonları içeriyor. Büyük finans aktörleri Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’nın ‘yükselen piyasaları’nda rutin ‘sıcak para yatırımları’ yapıyor; çok sayıdaki kıyı bankacılığı merkezindeki para aklama işlemlerini ve ‘zengin müşterilere danışmanlık yapan’, uzmanlaşmış ‘özel bankalar’ın gelişimini anmaya bile gerek yok… Bu küresel mali ağ içinde para, bankacılık merkezleri arasında, görünmez elektronik transferler sayesinde çok yüksek bir hızla hareket ediyor. ‘Legal’ ve ‘illegal’ ekonomik faaliyetler giderek daha çok iç içe geçti ve büyük miktarlarda kayıtsız servet birikti. Yapısal uyum programlarından ve mali sistemin bunlar tarafından kuralsızlaştırılmasından yararlanan kriminal mafya uluslararası bankacılık dünyasındaki etkinliğini arttırdı…” (Yoksulluğun Küreselleşmesi, s. 21-22)
ÇUŞ’ların egemenliği gerçekte mali sermayenin (finans kapital) tartışılmaz egemenliğidir ve bu egemenlik, Enver Hoca’nın 70’li yılların ortalarında “Emperyalizm ve Devrim” isimli yapıtını yazdığı koşullardan da çok ama çok daha ileri bir temel ve düzeyde gerçekleşmektedir.
Tabloya daha yakından bakalım.
ABD’de, daha 1973 yılında “Senato Finansman Komitesi”nin hazırladığı raporda yer alan şu açıklama, daha o tarihlerde para sermayenin gücü hakkında, bizlere çok önemli bilgiler vermektedir:
Bu piyasalarda iş yapan kişi ve kurumların, son yıllarda belli başlı merkez bankalarını saran türden uluslararası para krizleri yaratabilecek kaynaklara sahip oldukları tartışmasız doğrudur… Tümü özel kişilerce yönetilen ve hiçbir resmi kuruluş tarafından denetlenmeyen 268 milyar dolar… Dünyanın bütün uluslararası para kuruluşları ve merkez bankalarının elinde bulunan uluslararası rezervler toplamının iki katından fazla(dır)…” (Evrensel Soygun, s.37)
Bir veriye göre, dünya çapında en büyük 50 banka ve sigorta şirketi, dünya çapında 20 trilyon dolar olduğu tahmin edilen üretici sermayenin %60’ını kontrol ediyor. En büyük 10 yatırım fonu dünya çapındaki fon varlığının %60’ını kontrol ediyor. Bir başka veriye göre, dünyanın en büyük 10 mali kuruluşunun toplam aktifleri, 1997 sonunda 5 trilyon civarındadır. Bunun anlamını daha iyi kavrayabilmek için şu olguyu hatırlatmamız yetecektir sanırız: Dünya merkez bankalarının toplam döviz rezervi, fazla değil bir 6 yıl önce (1990’ların ikinci yarısı), sadece 600 milyar dolardı. (2000’de bu miktar 2 trilyon dolara yaklaşmıştır.) 2000 yılında, dünyanın en büyük 500 uluslararası tekeli içerisinde 56 banka, 48 sigorta şirketinin bulunması finanasal sermayenin gücü hakkında çok çarpıcı bir tablo sunmaktadır bizlere.
“Küreselleşme Sürecinde Finansal Sermaye” başlıklı yazısında Doç. Dr. Erinç Yeldan’ın verdiği şu verileri hep birlikte okuyalım:
Günümüzde sadece uluslararası bankacılık sistemi kanalıyla işlem gören finans kapital yılda 250 trilyon dolar civarındadır. Bu rakam, dünya mal ve hizmet üretimi toplamının 10 misline, mal ve hizmet ticaretinin ise 50 misline ulaşmaktadır.” (95-96 Petrol-İş Yıllığı, s. 219)
Bankaların uluslararası borç stoku 1975’de 256 milyar dolar iken 1994 gelindiğinde, 4,2 trilyon dolara yükselmiştir.
Küresel mali ve parasal işlevlerin toplam piyasa hacmi 1990’da 5 trilyon dolarken 1992’ye gelindiğinde 35 trilyon dolara çıkmıştır. Bu miktarın 2000 yılında 83 trilyon dolara çıkacağı tahmin edilmektedir. (97-99 Petrol-İş Yıllığı)
Bugün (2005) sadece dünya döviz piyasalarında günlük işlemler 1,7 trilyon dolar civarındadır. Oysa bu günlük işlem hacmi, 1986’da sadece 290 milyar dolar, 1990’da 700 milyar dolar, 1999’da 1 trilyon dolardı.
Burada veriler bağlamında okuyucuya hatırlatmak istediğimiz şey, şudur: Şu veya bu döneme ait veriler arasında farklılıklar olabilir. Veriler şu veya bu tarihe ait olabilir. Burada belirleyici olan şey,  bütün temel verilerin “küreselleşme”nin son dalgasıyla bağlı olarak para sermayenin hareketinin temel karakteristik görüngülerini ortaya koymada birleşmesidir. Verileri bu bağlamda okumak lazım.
Yukarıda sunduğumuz verilerden de görülebileceği gibi, para sermayenin birikim düzeyi ve hareketi, miktarı tarihte hiçbir zaman görülmemiş ölçekte artmış ve küresel ölçekte dizginsiz bir akışkanlığa ulaşmıştır. Mali sermaye ve mali sermayenin bir bileşeni olan para sermaye kendi tarihinin tepe noktasına çıkmış ve doruklarda uçmaktadır. Günümüzde uluslararası ölçekte para sermaye hareketlerinin % 95 veya % 98’nin maddi üretimle herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Sadece bu olgu bile, tekelci kapitalizmin çürümesinin, asalaklığının olağanüstü ölçülere ulaştığını çarpıcı bir tarzda ortaya koymaya yetmektedir. Keza bu olgu, bir diğer ifadeyle, emperyalizmin üretici güçlerin özgürce gelişiminin önünde gittikçe artan tarzda ne denli keskin ve tasfiye edilmesi gereken aşırı asalak bir engel haline gelmiş olduğunu da çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Lenin, “Gelişmesine küçük tefeci sermayeyle başlayan kapitalizm, bu gelişmeyi muazzam boyutlarda tefeci sermayeyle sona erdirmektedir” derken haklıydı ama O, bugün çok daha haklı!
Söz konusu olguları değişik verilerin ışığında incelemeye devam edelim.
Tahvil ve hisse senedi piyasalarının işlem hacminin milli gelire oranlarındaki veriler de emperyalist tefeciliğin olağanüstü gelişimi ve “ekonomilerin malileşmesi” bakımından çarpıcı veriler sunmaktadır. Tahvil ve hisse senedi piyasalarının işlem hacminin milli gelire oranı ABD’de, 1980’de %9 iken 1990’da %93’e, 1995’de %164’e ulaşmıştır. Almanya’da bu oran 1980’de %8 iken 1990’da %85’e; Japonya’da aynı yıllarda %7’den %119’a çıkmıştır. İngiltere’de ise bu oran 1985’de %386 iken 1990’da %690 oranına çıkmıştır.
 Bu veriler, üretici güçlerin özgürce gelişimini artan keskinlikte tahrip eden, aşırı çürümüş, aşırı asalaklaşmış emperyalist kapitalizmin ne denli gereksizleştiğini göstermektedir.
“Küreselleşme”nin son dalgasıyla ve “ekonomilerin malileşmesi”yle, finansal sermayenin hareketlerinin gelişim sürecinde borsaların da önemi hızla artmış, borsalar da küreselleşmiştir. 1990-1994 yılları arasında sadece emperyalist ülkelerde 50 yeni borsa daha faaliyete başlamıştır. Borsalar kar vurgunlarının verimli bir arenası olmuştur. Emperyalizme bağımlı ülkelerin borsaları da bu tablonun bir parçası. Örneğin, 2006 yılında dünyanın en çok kazandıran 10 borsasından 9’unu yeni sömürge ülkelerin borsaları oluşturmaktaydı. Bugün, uluslararası tekelci kapitalizm (uluslararası tekellere dayanan emperyalizm!) koşullarında borsa, yeniden ekonominin mutlak düzenleyicisi konumuna yükselmiştir. “Devletin ekonomiden çekilme”yle, “ekonominin özel sektöre bırakılması”yla, devlet işletmelerinin ve kamusal hizmetlerin doludizgin özelleştirilmesiyle, dünyanın yeni efendilerinin ÇUŞ’lar olmasıyla borsa da yeniden ve yeni koşullara göre önem kazanarak hızla uluslararasılaştı. Kuşku yok ki borsalara da damgasını basan uluslararası tekellerdir, uluslararası finansal sermayedir.
Devam edecek olursak:
1970’de, “gelişmekte olan ülkeler”in dış borcu 62 milyar dolar civarındayken, 1970’lerin sonunda, bu borç miktarı 481 milyar dolara çıkmıştır. 1994 tarihinde Dünya Bankası’nın açıkladığı bir rapora göre ise, söz konusu borç miktarı, 2 trilyon doları aşmış bulunuyor.
The Ekonomist, 13/12/1997 tarihli sayısında, “uluslararası banka sermayesi içinde ABD şirketlerinin ağırlığı dikkat çekiyor… 8 yatırım bankasının küresel piyasalarda toplam payı, %80’ne yaklaşıyor” (aktaran 97-99, P.İ.Y, s.57) saptamasıyla ABD finansal sermayesinin hegemonyasına işaret ediyor. Soros da “Günümüzde, küresel mali sistemin gücü ve sorumluluğu temel olarak ABD’nindir” (Açık Toplum, Küresel Kapitalizmde Reform, s. 259, Truva yay.) değerlendirmesiyle ABD’nin pozisyonunu vurgulamaktadır. Açık ki tefecilik ve mali kölelik imparatorluğunun ipleri başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin ve tekellerin ellerindedir.
Soros, “Önceden küresel kapitalist sistemi, sermayeyi merkeze çeken ve çevreye pompalayan dev bir dolaşım sistemi olarak tanımlamıştım. Egemen devletler, sistemdeki vanalar gibi hareket ederler. Küresel mali piyasalar genişlerken, vanalar açıktır ve eğer fon akımı tersine dönerse, kapanır ve sistemin çökmesine neden olur.” (age, s. 183) derken haklıdır. İşin kaymağını götürenler de  “vanalar”ın başında oturanlardır.
Bu veri ve değerlendirmeler de “küreselleşme” ile “küresel”leşen mali sermayenin asalak ve çürümüş karakterini sergilemektedir. Üretimin ve sermayenin ulaştığı yoğunlaşma düzeyinde, başlıca birikim alanı dünya çapı olan mali sermayenin ve para sermayenin, artan oranda ve hızla kapitalist maddi üretim alanından uzaklaşarak spekülasyona yöneldiğini göstermektedir. Yani yerküremiz, emperyalist kapitalizm tarafından küçülmüş bir kentsel kumarhaneye dönüştürülmüştür. “Küreselleşme”yle emperyalist kapitalizmin söz konusu eğilimi ürkütücü düzeylere ulaşmıştır. Bugün ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi emperyalist devletler tipik tefeci/rantiyer devletler olarak daha fazla öne çıkmış bulunuyorlar. Bu olgu ve yansımaları, Lenin’in vurguladığı ve emperyalizmin temel bir özelliği olarak açıkladığı, “Dünya, bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüştür” tezinin, “rantiye devlet” tezinin ne denli objektif, bilimsel bir tez olduğunu da çarpıcı bir tarzda kanıtlamaktadır.
Para sermayenin artan oranda kapitalist maddi üretimden kopması (“ekonomilerin malileşmesi”) emperyalist küreselleşmenin son dalgasının tipik olgularından birisidir. Son birkaç on yılın tipik olgularından biri olan “ekonomilerin malileşmesi”nden de en büyük vurgunu vuran bir kez daha uluslararası tekellerdir, uluslararası mali sermayedir, para spekülatörleridir. Küreselleşmenin en fazla geliştiği küreselleşme türü “finansal küreselleşme”dir. Yeni tip uluslararası işbölümünde, Soros’un da vurguladığı gibi, “uluslararası mali sistem artık ulusal temelde düzenlenemez.” (age, s.13, abç); artık dünya pazarını temel alan bir finansal (para) sermaye gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Sınır ötesi yatırım artık ara sıra olan bir faaliyet değildir kurumsal yatırımcıların geçim kaynağıdır.” (age, s. 181-182)
Kendisini bir “hayırsever” ve “filozof” olarak lanse etmeyi seven ünlü para spekülatörü Soros’un şu analizi de durumun anlaşılmasına çeşitli bakımlardan katkı yapmaktadır.
“Mal ve hizmetlerde serbest ticaret ve ayrıca sermayenin serbest dolaşımı ile özdeşleşen küresel bir ekonomide yaşıyoruz. Sonuç olarak, faiz oranları, döviz kurları ve hisse senedi fiyatları değişik ülkelerde birbirleriyle yakın bir şekilde ilişkili ve küresel mali piyasalar her yerde ekonomik koşullar üzerinde çok büyük etkilere sahip. Mali sermaye ayrıcalıklı durumun keyfini çıkarıyor. Sermaye diğer üretim faktörlerinden daha hareketlidir ve mali sermayede diğer sermaye çeşitlerinden hareketlidir. Mali piyasaların küreselleşmesi, başka yere hareket edebilecek sermayeyi vergilendirme ve düzenleme ile ilgili devletin gücünü zayıflatmıştır. Uluslararası mali sermayenin ülkelerin kaderindeki rolü kesin kabul edilirse, küresel kapitalist sistemden bahsetmek uygunsuz olmayacaktır.” (age, s. 10)
“Sistem mali sermayeyi destekler, çünkü sermaye en fazla ödüllendirildiği yere gitmekte serbesttir. Bu beraberinde küresel mali piyasaların hızla büyümesini getirmiştir. Sonuç ise, merkezde sermayenin mali kurumlar ve piyasalar tarafından emildiği, sonra çevreye, ya doğrudan kredi ve portföy yatırımları şeklinde ya da dolaylı yoldan çok uluslu şirketler yoluyla pompalandığı çok büyük bir döngüsel sistemdir. Bu döngüsel sistem etkin olduğu sürece, tüm yerel sermaye kaynaklarını bastırır. Gerçekte, çoğu yerel sermaye sonuçta uluslararası sermayeye dönüşmektedir.” (age, s. 159-160)
Küresel mali (finansal) piyasa(lar) küresel emperyalist piyasanın organik bir bileşenidir. Küresel mali piyasalar 60’lardan, 70’lerden beri oluşma sürecine girmişti. 80-90’lar sonrası ise dizginsiz bir biçimde gelişti. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesi ve uluslararasılaşması süreciyle iç içe gelişti; tarihte görülmemiş ölçekte küreselleşti. Ulusal pazarların uluslararası pazara, ulusal finansal sermayenin uluslararası finansal sermayeye tabii olarak, küresel pazarın gerekleri ekseninde ve temelinde yeniden yapılanması 1950’lerden sonra adım adım gelişti. 1970’lerin başlarında Bretton Woods sisteminin çökmesi ile bu süreç hızlandı. Ortaya yeni bir “finansal üst yapı” çıktı. Kuşkusuz ki bu “yeni finansal üstyapı”, tekelci kapitalist ekonomik temele dayanmakta, temeldeki değişme ve gelişmenin üzerinde yükselmekte ve onun ifade biçimlerinden birisini oluşturmaktadır.
Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki sıçramaların küresel mali piyasaların hızla gelişip şekillenmesinde, genişlemesinde, entegrasyonunda yaşamsal bir rol oynadığının altı çizilmelidir. “Bilgisayar ve telekomünikasyon bütün gün gezegen çapında yatırım etkinliğine izin vererek, transfer maliyetini azaltarak, işlemler için ortak bir dijital ortam yaratarak ve para kurumları arasında kaynaşma ve birleşmeleri kışkırtarak, mali akışları inanılmaz kadar hızlandırdı.” (Siber Marx, s. 20) Küresel çapta üretici güçlerin, bilim ve tekniğin yüksek derecede gelişmesinin sonucudur ki “Bugün dünya pazarının ağı fiber optik kablolar ve uydu bağlantılarından oluşmuştur.” (age, s. 197) Böylece paranın “siber göçü”, “siber” vur-kaçı da güvence altına alınmıştır.
1950’lerden bu yana mali piyasaların içinde olan ve vurgunlar yapan Soros, “içinde bulunduğumuz mali piyasaların niteliği geçtiğimiz 45 yıl içinde epey değişti.” “Küresel mali piyasalar 1970’lerde oluşmaya başladı.” (agk, s. 166) saptamasını yapar. “Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm” adlı yapıtında H. Magdoff da “Finansal sermayenin uluslararasılaşması modern küreselleşme sürecinin en kayda değer göstergelerinden biridir.” (s. 24) der. Magdoff, “1980’lerle birlikte değişen ekonomik ve politik baskıların etkisiyle yeni elektronik ve iletişim teknolojilerinin yardımıyla yeni bir küresel finansal dönem belirmiştir. Bu dönem dünyanın gördüğü en serbest akışkanlığa sahip ve en karmaşık finans piyasalarının işleyişine sahne olmuştur. Artık ülkelerin paraları, malları, hükümet ve şirket bonoları tüm dünyada elden ele dolaşmaktadır.” değerlendirmesini yapar. Magdoff, “örneğin, 1960’ların ortalarında uluslararası bankacılığın hacmi dünyanın tüm piyasa ekonomilerinin gayri safi milli hasılasının yüzde birine eşitti. Ancak bu yüzde 1970’ler ve 1980’lerde hızla yükseldi. 1980’lerin ortalarıyla birlikte uluslararası bankacılık etkinliğinin hacmi dünya piyasa ekonomilerinin toplam gayri safi milli hâsılasının yüzde yirmisine ulaştı… Geleneksel rolünün ötesine geçen küresel bankacılık kendiliğinden gelişen finansal patlamanın merkezinde yer aldı. Bunun sonucu olarak hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde yeni tür finansal spekülasyon ve manipülasyon yöntemleri geliştirdi”ğini (s. 24-25) vurgular, kendi bakış açısından süreci ve evrimini veriler ışığında inceler. Finansın yükselmesi, borsaların yaygınlaşmasıyla, finansın çeşitlenmesiyle (“Mortgage” piyasası, sayısı 9500 olan  “Hegde fonlar”, “Prıvate EQUITY” fonlar, türev ürünler piyasası vb. gibi), reyting kuruluşların yükselişiyle vb el ele gelişmiştir.
Kapitalist ekonomilerin “malileşmesi” özellikle 90’lardan sonra, hem ulusal hem de küresel ölçekte ivmelenmiş, yoğunlaşmıştır. Lenin’in çözümlediği emperyalizmde “malileşme” eğilimi, böylece, söz konusu süreçte, emperyalizmin ve emperyalist küreselleşmenin kendi özgün tarihinde en tepe noktasına çıkmıştır. Bu olgu, emperyalizmin asalak, aşırı çürümüş, can çekişen tefeci karakterinin çok çarpıcı verilerinden birisini oluşturmakta ve kapitalist emperyalizmin tarihsel ve toplumsal gelişmenin önünde aşırı derecede çürümüş bir engel olduğunu kanıtlamaktadır.
1970’lerin başında küresel çapta döviz piyasalarında günlük işlem hacmi sadece 18 milyar dolardır, 2000’lere gelindiğinde ise bu miktar 2 trilyon dolara yaklaşmıştır. Buna karşın yıllık dünya mal ve hizmet ticareti, topu topu 4 trilyon 500 milyar dolar civarındadır. (Özgür üniversite Formu, sayı 11, s. 75) Dünya çapında spekülatif sermaye yatırımından elde edilen kazançların %95’i yeniden spekülatif amaçlarla kullanılmakta, böylece sermaye bu alanda durmaksızın kendisini genişletmektedir. Oysa aynı oran 1980’lerin başında sadece %10’du.(agd, s. 75) Dünya finansal varlıklarının GSYİH’ya oranı 1980’de %100 iken, 1990’da yüzde 200’e, 2003’e gelindiğinde ise %316’ya yükselmiştir. Demek oluyor ki, bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin değerinin üç katından fazla bir miktar finansal varlıklara yatırılmaktadır.
Teoride Doğrultu’da yayınlanmış olan “Dünya çapında mali kriz”i inceleyen yazıdaki veriler de “ekonomilerin malileşmesi”, finansın küreselleşmesi, para- sermayenin hareketinin boyutların çarpıcı bir tarzda anlamamıza katkı yapmaktadır. Verileri aşağıya aktarıyoruz.
“Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980 yılında 12 trilyon dolar iken; 1990’da 43; 1995’te 66; 2000’de 94; 2001’de 92; 2002’de 96; 2003’te 117; 2004’te 134; 2005’te 42 ve 2006’da 167 trilyon dolar oldu.
“Dünya gayri safi hâsılasının tutarı ise 1980’de 10 trilyon dolar iken; 1990’da 22; 1995’te 29; 2000’de 32; 2001’de 32; 2002’de 33; 2003’de 37; 2004’te 42; 2005’te 45 ve 2006’da da 48 trilyon dolar oldu.
“Dünya çapında her türden mali varlıklar, 1980’de 2006’ya yaklaşık 14 misli, 1990’dan 2006’ya yüzde yaklaşık 4 misli, 2000’de 2006’ya da yüzde 117, 6 oranında artıyor. Aynı dönemde dünya gayri safi hasılası ise 1980’den 200&’ya 4.8 ve 1990’dan 2006’ya 2.2 misli ve 2000’den 2006’ya da yüzde 50 oranında artıyor.
“Dünya çapında gayri safi yurt içi hâsılanın artış hızı, dünya çapındaki tüm mali varlıkların artış hızından oldukça düşüktür. Diğer taraftan her türlü mali varlıkların miktarı ile dünya gayri safi hâsılası miktarı 1980 yılında birbirine çok yakınken, aralarındaki fark sonra artmaya başlıyor ve 2006’ya gelindiğinde dünya gayri safi yurt içi hâsılası dünya çapında tüm mali varlıkların ancak yüzde 29’una, yani yaklaşık üçte birine tekabül ediyordu.” (Sayı 30, s. 117)
“ ‘Türevlerdeki’ devasa dünya pazarı artık 25 trilyon Amerikan doları gibi hayrete düşürücü bir meblağa ulaşmış ve tamamen kontrolden çıkmıştır. Muazzam ölçekte kumar demektir bu.” (Alan Woods, Ted Grant, Aklın İsyanı, s. 412, Tarih Bilinci Yay.)
“General Motors’tan Wal-Mart’a birçok mali olmayan kurum giderek açık spekülatif finansla olduğu kadar, gelirlerinin büyük bir bölümünü elde ettikleri ödünç para verme faaliyetleriyle de uğraşmaktadırlar.” (Monthly Revıew, sayı:13, s. 22)
Değişik kaynaklarda verilen veriler arasında kimi zaman önemli farklılıklar olmakla birlikte, hepsinin ortak noktası, asgari müştereği “ekonomilerin malileşmesi”ni, finansın küreselleşmesini, para-sermayenin olağanüstü hareketini göstermesidir ya da bu yönelim ve olguyu ortaya koymasıdır. Zaten önemli, belirleyici ya da ayırt edici olan da söz konusu olgunun kanıtlanmasıdır…
Sony şirketinin başkanı Akio Morita, daha 1980’lerde “ekonomilerin malileşmesi”nin ve hizmet sektöründeki yoğunlaşma ve büyümenin, emperyalist dünya sistemi bakımından taşıdığı büyük risklere dikkat çeker. 1988’de yayınlanan bir makalesinde, “uzun vadede, kendi imalat zeminini yitiren bir ekonomi”nin “kendi yaşam merkezini de yitirmiş” olacağını, “yeni bir şey yaratanın” yalnızca sanayi üretimi olduğunu vurgular.
“İş yaratmak ve toplumun zenginliğini arttırmak yerine, büyük tekeller muazzam kaynakları para piyasalarındaki spekülasyonlara, yağmalar örgütlemeye ve diğer asalak faaliyet türlerine ayırıyorlar. Şöyle diyor Morita:
“İş adamları, döviz oyunlarına ilgi duyar oldular. Bunun üretken bir teşebbüse yatırım yapma gereği olmaksızın kısa yoldan karlar getirdiğini keşfettiler. Hatta kimi sınai firmalar, FX, imparatorluğuna katıldılar. Yaşamlarını en son döviz kurlarını gösteren bir monitörün karşısında kamburlaşarak geçiren kimi insanlar, bütünüyle kendilerine ait bir dünyada yaşıyorlar. Hiçbir bağlılıkları yok. Hiçbir şey üretmiyorlar. Hiçbir yeni fikir üretmiyorlar, Londra’da Newyork’da ve Tokyo’da hergün 2000 milyar dolarlık iş yapıyorlar. Bu, bir günde alınıp satılan gerçek malların değerinden çok daha fazla poker fişi demektir. Bu, makine dairesi suyla doluyor demektir.”
Morita, dünya kapitalizminin durumunu batan bir gemide poker oynamakla benzeştirerek şunları söyler:
“Poker inatçı, heyecan dolu bir oyundur, ancak poker masasında kazananlar ve kaybedenler, geminin batmakta olduğu ve kimsenin de bunun farkında olmadığı korkutucu gerçeğini karartamıyorlar.” (Aklın İsyanı, s. 411-412)
Sony başkanının itiraf ve vurguları da, kapitalizmin aşırı çürüdüğünü, asalak, rantiyeci, tefeci karakterinin dizginsiz bir şekilde yoğunlaştığını; toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişimini önlediğini, kapitalist emperyalizmin bir kumar ekonomisine dönüştüğünü, insanlık lehine olabilecek hiçbir yenilik gücünün kalmadığını kanıtlıyor.
Ayrıca geçerken hatırlatmak gerekir ki, “küreselleşme”yle mafya sektörü de “küreselleşti”, “liberalleşti”. 1 trilyon dolarlık (gerçekte daha fazla) mafya sermaye de, genel olarak pazarda, özel olarak da mali piyasalarda cirit atmakta, tekeller ve para spekülatörleriyle organize bir tarzda örgütlü soygun yapmaktadır. Bu paranın 400 milyar dolarının (gerçekte daha fazla), uyuşturucu ticaretinden elde edilen “gelir” olduğunu da geçerken hatırlatalım sadece.
Samir Amin’nin, “Piyasa Ekonomisi mi Oligopol-Finans Kapitalizm mi?” başlıklı makalesinde, François Morin’den yazısına aktardığı verileri biz de kitabımıza aktarıyoruz.
“Tablo 1- Bireşimli tablo (miktarlar trilyon dolardır, 2002)
Mal ve hizmet işlemleri (dünya gsh’sı)                   32, 3
Döviz işlemleri                                                   384, 4
Uluslararası ticaret döviz işlemleri                                        8. 0
İkincil finansal araç işlemleri                                            699, 0”
Amin, tabloya dayanarak şunları yazar; “Mal ve hizmet işlemleri 2002 yılının parasal ve finansal işlemlerinin yüzde üçünü oluşturmaktadır. Uluslararası ticaretle ilişkili işlemler döviz işlemlerinin ancak yüzde ikisine ulaşabilmektedir. Piyasalardan bono ve hisse alım satımı (sermaye piyasalarının kusursuzluğunu ispatlayan işlemler) parasal işlemlerin yüzde 3,4’üne tekabül etmektedir! Döviz kuru riskine karşı koruma altına alınmış olan ürünlerde- operatörlerin risklerini azaltmak amacıyla- ilişkili işlemler 'tam anlamıyla patlamıştır’ Morin- haklı olarak- dikkatimizi bu yöne çekmektedir.” (Monthly Review, Sayı 18)
Bu veriler de para sermayenin ve finansallaşmanın düzeyi ve yönelimi hakkında bizlere somut bir tablo sunmaktadır.                                                                        
Küreselleşmiş para sermayenin hareketi salt P-P’ hareketinde uzmanlaşmış kurum ve fonlarla sınırlı bir hareket değildir. P-P', P-M-P’  hareketinde (maddi üretim sektöründe) yer alan sınai şirketleri de, yanı sıra tarımsal, ticari şirketleri de kapsayıp girdabına çekmiş bir yöneliştir. “Ekonomilerin malileşmesi”nden ana vurgunu yapan uluslararası mali sermayedir, uluslararası tekellerdir. Yani küresel mali vurgunu salt ve dar anlamda finansal oyuncularla sınırlamamak lazım.
Amin’in şu açıklamaları da bu bakımdan aydınlatıcıdır:
“Önde gelen yaklaşık on uluslararası bankadan (yirmi kadar daha dar kapsamlı bankada bunlara ilave edilebilir), bu bankaların şubeleri ve üyeleri tarafından yönetilen bir kurumsal yatırımcalar ağından (emeklilik fonları ve kolektif yatırım fonları da dahildir) ve yine egemen bankalarla ilişkili sigorta şirketleri ve büyük şirketleri ve büyük şirket gruplarından oluşan devasa bir oligapolün varlığından söz edilebilir. Bu finansal oligopol en büyük elli ya da yüz finans, sanayi, tarım, ticaret ve ulaştırma gruplarının da aktif yöneticisidir.” (agy, agd, s.68)
Amin, aynı yazısında, bir başka yerde de, şunları söyler:
“Bugünün kapitalizmi tamamen farklıdır. Bir avuç oligopol ulusal ve küresel iş dünyasının belli başlı köşelerini tutmuştur. Bunların hepsi finansal oligopoller değildir; içlerinde sanayi, tarım, ticaret, hizmet sektörü, finansal etkinlikler gibi alanlarda üretim yapan ‘gruplar’ da mevcuttur. Sistem küresel çapta ‘malileştiğinden’ finansal yasalarda finansal bir mantıkla hazırlanmıştır. Tüm bunlar yalnızca bir avuç grubun elindedir: Otuz kadar devasa grup, bin kadar küçük olanları ve hepsi bu kadar. Her ne kadar bu kelime kimilerine faşizmin demogoglarını hatırlatıyor olsa da bu durumda ‘plütokrasi’den bahsedilebilir.”
Kuşkusuz ki, kimi aydınlar ve çevreler tarafından ileri sürüldüğü gibi tekelci kapitalizm “finansal kapitalizm”e, tekelci burjuvazi “finansal burjuvazi”ye dönüşmüş, böylece emperyalist kapitalizm emperyalizm olmaktan çıkarak, Lenin’in emperyalizm teorisi aşılmış falan değil. Karşımızdaki tablo, mali sermayenin, mali sermaye temeline dayanan mali oligarşinin tablosudur. “Küreselleşme”den, “finansal küreselleşme”den, “ekonomilerin malileşmesi”nden karlı çıkan, vurgun yapan ve bu sürece hükmeden uluslararası mali sermayedir, uluslararası tekellerdir. Para sermayenin hakimiyeti mali sermayenin, mali sermayenin hakimiyeti para sermayenin pekişen hakimiyetidir. Bu yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen, emperyalizmden sonra gelen yeni bir kapitalizmin tarihi aşaması vs. değildir.
Mali sermayenin ve para sermayenin artan oranda maddi üretimden kopuşunun maddi-nesnel temelini, kronik sermaye fazlası ve 1960’ların ikinci yarısından itibaren düşmeye başlayan kar oranları, özellikle 1974 ekonomik krizinden sonra düşen kar oranları oluşturmaktadır. Oysa biliyoruz ki, sermaye karlı alanlara, kar oranlarının yüksek olduğu, azami kar hırsını ve açlığını tatmin edeceği sektörlere, pazarlara akar, yoğunlaşır. BM’nin bir raporunda ifade ettiği “Her yerde finans sanayinin, rantiyeler de yatırımcıların önüne geçmiştir… Var olan menkul değerlerin el değiştirmesi, yatırım yoluyla servet yaratılmasına göre, çok daha kazançlı bir faaliyet haline gelmiştir.” saptama ve tahlili, tümüyle yukarıda ifade ettiğimiz olguyla bağlıdır. The Economist dergisinin “Mali pazarlar, her iktisadi politikanın hakimleri ve jüri üyeleri oldular.” saptaması çağımızın ve özellikle de günümüz tekelci kapitalizminin tipik gerçeğini çarpıcı bir şekilde vurgulaması bakımından oldukça büyük bir değere sahiptir.
Kapitalist/emperyalist dünya uygarlığı, mali sermaye ve finans krallarının yönettiği ve acımasızca soyup soğana çevirdiği bir “finans imparatorluğu”na dönüşmüş bulunuyor adeta. Kapitalist ekonominin temelini oluşturan meta üretiminin temelleri artan şekilde daha fazla sarsılmaktadır. Para sermayenin ortaya koyduğumuz gerçekleri bu saptamamızın kanıtıdır. Temposu yükselen emperyalist küreselleşme ve gözü dönük bir şekilde pratikleştirilen yeni kapitalist esnek birikim modeli ve politikaları, mali sermayenin, mali tekellerin, finans krallarının önünü yer küre ölçeğinde temizleyip düzlüyor. Özgürce dünya pazarının her zerresine sızmasına, girip çıkmasına, manipülasyon ve spekülasyon yapmasına aracı oluyor. Böylece, para sermayenin aşırı derecede yoğunlaşıp merkezileşmesine, uluslararasılaşmasına militanca hizmet ediyor. Üretim ve sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşmeyle, sermayenin aşırı birikimiyle bağlı olan uluslararası süper mali tekeller, tekelci kapitalizmin, ÇUŞ’ların da efendileridirler. Mali sermayenin bir biçimi olan para sermaye krallığı (finansal sermaye), rantiyecilikle, borçlandırma yoluyla, borsa oyunlarıyla, döviz, faiz, kur farkından, repodan yararlanıp kısa vadede süper karlar elde etmektedir. “Sıcak para” olarak anılan, içinde “kara para” ve “kirli parayı” da içeren para sermaye hareketi, kısa vadeli karlarla ilgili; karlılığın, manipülasyon ve spekülasyonun yoğun ve yüksek olduğu sektörlere, ülkelere, bölgelere hızla girerek işin kaymak tabakasını aldıktan sonra, geride bıraktığı enkaza aldırmaksızın, bu kez yeni pazarlara doğru hızla akmaktadır. Güneydoğu Asya krizi ve 2001 Türkiye krizi, Arjantin krizi aynı zamanda böyle gerçekleşmişti…
Uluslararası Yatırım Bankası’nın açıklamasına göre, 1,7 trilyon dolara ulaşmış olan günlük döviz işlem hacminin % 80’nini oluşturan ‘sıcak para’ hareketi, ortalama olarak bir hafta içinde, geldiği ulusal piyasayı aç bir kurt gibi silip süpürdükten sonra terk etmektedir.
Uluslararası Yatırım Bankası’nın konu bağıntısındaki ikinci saptamasına göre söz konusu sıcak para hareketinin %40’ı da daha kısa vadeli işlemler üzerinde hareket etmekte; iki gün, hatta daha kısa süreli kalarak, yükünü tutup hızla yeni karlı pazarlara doğru uçup gitmektedir. Soros, finansal sermayenin bu hızlı soygununun yıkıcı sonuçlarını “mali piyasalar, daha çok bir enkaz topu gibi davranmakta, ülkeden ülkeye sallanarak, en güçsüzü nakavt ederek ve temellerini değiştirerek hareket etmektedir.” (Açık Toplum, s. 193) cümleleriyle çarpıcı tarzda dile getirmektedir.
Azami kar yasası, uluslararası tekellerin damgasını vurduğu emperyalist kapitalizmin; mali sermayenin, mali sermayenin organik bileşeni olduğu finansal (para) sermayenin de temel itici gücü, yaşam kaynağı, başlıca amacıdır. ÇUŞ’lara açılmış dünya pazarında fing atan finansal sermaye bu amacını gerçekleştirmek için küresel pazarda ışık hızıyla yol almaktadır. Soros, “piyasaların da nesnel bir kriteri vardır: Kar”,maksimum kar” vurgusuyla, bu olguya tercüman olmaktadır.
Soros, bu olguyu, şu sözleriyle çarpıcı bir tarzda dile getirir:
 “Mali piyasalarda işlemler yapmanın sosyal, politik ve örgütsel ortamlarda iş yapmanın veya gerçekte normal bir insan gibi davranmanın gerektirdiği kafa yapısından farklı bir kafa yapısı gerektirdiği görülebilir. Bir para yöneticisi için sadece bir şeyin değeri vardır: performans. Diğer bütün düşünceler ikinci sıradadır. Piyasa zorlu bir angaryacıdır: Kendini hoş görmeye veya diğerlerini düşünmeye izin vermez. Başkalarının senin hakkında düşündükleri önemlidir; fakat sonuçlar -nesnel bir kriter tarafından ölçülür, para- daha önemlidir. Nesnel bir kritere sahip olmak nesnel performansı teşvik eder. Mali piyasaları bu kadar etkin yapan budur: İnsanları kar yapan makinelere dönüştürür. Kendine ait değerleri vardır; fakat, mali piyasaların hakim olduğu bir toplum insanlıktan çıkar. Bu bir hayal değil mevcut bir tehlikedir.” (agk., s. 54, iba.)
Söz konusu durum, yani “insanlık”tan çıkmış “bir toplum”, gerçekte, “mevcut bir tehlike” olmanın ötesinde emperyalist dünya sisteminin, emperyalist küreselleşmenin, ÇUŞ’ların, mali piyasaların tipik ve genelleşmiş, hegemonyasını çoktan kurmuş bir olgusudur…
Soros, “Mali piyasalarda isimsiz bir katılımcı olarak, eylemlerinin sosyal sonuçlarını asla tartmadım. Bazı durumlarda (‘bazı durumlarda’ (!) ), sonuçların zararlı olabileceğinin bilincindeydim; fakat oyunu kurallarına göre oynadığım için kendimi suçsuz hissediyordum. Oyun rekabetçiydi ve eğer kendime ek kısıtlamalar yükleseydim mağlup olurdum. Dahası kişisel tereddütlerim sonuç için fark yaratmadığını fark ettim: Çekinseydim, başka biri yerimi alacaktı. Hangi hisse senetlerini veya dövizleri alıp satmaya karar verirken, sadece tek bir düşünceyle hareket ettim; ödüle karşı riski tartarak sermaye getirimi optimize etmek.” (s.137), diyerek kapitalizmin gerçeklerini vurguluyor.
Soros, burada, kapitalizmin nesnel doğasından kaynaklanan sınıfsal bir gerçeği iyi bir tarzda ortaya koyuyor. Burjuvazi, ÇUŞ’lar, Sorosgiller familyası asla işçi sınıfının, halkların çektiği, çekeceği acılarla ilgili değildirler. Onlar için önemli, değerli, yaşamsal olan tek şey “kar optimizasyonu”dur, azami kardır. Soros, mali piyasaların (ve kapitalist pazarın) “para kokmaz” sözünü hatırlatarak ellerini “temiz” tuttuğunu vurgulayarak, mali piyasaların “ahlaki tercihlerden muaf” olduklarını, “ahlak dışı” olduğunu, “mali piyasalar ahlaksız olarak ele almak normal fonksiyonlarına müdahale etmektir ve en faydalı özelliklerinden birinden mahrum etmektir; yani ahlak dışılıktan. Ahlak dışılık, mali piyasaların daha etkili olmasına yardımca olur.” değerlendirmesini yapar. “Eğer piyasalar yerine insanlardan bahsediyor olsaydım, ahlaki tercihlerden kaçınamazdım ve para kazanmakta bu kadar başarılı olamazdım… bu anlamda, mali piyasalar ahlaksız değildir, ahlak ile ilgisizdir. …. Hisse senetleri ve malları alıp satan saygın insanlar (“saygın insanlar” (!) ) uzaklardaki insanların servetlerini etkileyebilirler: Afrikalı bakır madencileri ve Endonezyalı inşaat işçileri malların fiyatlarındaki ve kurlardaki değişikliklerden dolayı rızıklarını kaybedebilirler. Fakat bu sonuçlar, bireysel piyasa katılımcılarının kararlarından etkilenmez (elbette, çünkü suçlu kapitalizmin ta kendisidir!); bu yüzden onlar hesaba katılmazlar. Piyasa dalgalanmalarının neden olduğu bu sorunların nedeni sadece (sadece (!) ) uygulanan politikalarda aranmalıdır.” (s. 139-138), der.
“Ekonomik ve özellikle mali değerlerin hayatımıza hakim olması tehlikelidir.” diyen Soros, devamla şu gerçeği ifade eder: “Masalarında oturan döviz tacirleri, Üçüncü Dünya Ülkelerinin dövizlerini büyük miktarlarda alır ve satarlar. Döviz dalgalanmalarının bu ülkelerde yaşayan insanlar üzerindeki etkisi, akıllarına gelmeyen bir konudur. Gelmemeli de; yapmaları gereken bir işleri var.” (s. 69)
Sınır tanımaz kapitalist sömürü düzeni ve burjuvazi kitlelerin kaderine karşı ilgisizdir. Kapitalizmde insan yok, sadece kar vardır. Soros bunları güzel ifade ediyor. Proletarya ve halklar için kapitalist sömürü, toplumsal adaletsizlik, ahlaksızlık ve zalimliktir. Ama tam da bu değer ve işleyiş sermayeye göre ahlakın bir gereğidir. Ahlaksızlık ahlakın, kapitalist sınıfın ahlakının bir gereği ve ta kendisidir. Bundan dolayıdır ki örneğin Soros, sınırsız bir ikiyüzlülükle ama kapitalist sınıfın ve sistemin ahlakına uygun olduğu için, bir yandan kara mayınlarının yasaklanması için yapılan antlaşmanın aktif bir destekçisiyken, diğer yandan aynı anda fonlarını, tatlı karlar getirdiği için kara mayını üreten firmanın hisse senetlerine yatırmış olmakta bir “ahlaksızlık” görmediğini açıklıkla ifade etmektedir.
 Kapitalist sınıfın tek ilkesi ve ahlakı kar ve daha fazla kardır. Karlı olduktan sonra hiçbir insani değerin, hiçbir ahlaki değerin, kaygının beş kuruşluk değeri yoktur, varsın milyarlar açlıktan, işsizlikten, işkenceden, savaşlardan vs. vs. ölsün, acı çeksin…
Sorosgiller familyasını dinlerken, “Eğer para Augier’in dediği gibi, ‘dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor’sa, sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak gelir” (Kapital, C.I, s. 724) diyen Marx’ın ne denli haklı olduğunu daha iyi anlıyoruz. Marx, Q- Revıewer’e atıfta bulunan T.J. Dunning’den, kitabına dipnot olarak aktardığı şu sözler ve vurgulama da sermayenin kar için yapamayacağı hiçbir şey olamayacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:
“Quarterly Reviewer, sermayenin, kargaşalıktan, kavgadan kaçtığını ve ürkek olduğunu söylüyor ki, bu, çok doğrudur, ama sorunu pek eksik olarak ortaya koymaktadır. Sermaye, kar olmadığı zaman ya da az kar edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50 küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insanal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kar getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” (age., s. 724)
Yukarıdaki verilerin, analizlerin, çizegeldiğimiz tablonun, bir kez daha, Lenin yoldaşın, şu tezini berrak ve vurucu bir şekilde doğruladığına tanık oluyoruz:
 “Emperyalizm, az sayıda ülkede para sermayenin olağanüstü büyümesine yol açar, öyle ki, daha önce gördüğümüz gibi 100-150 milyar frank tutarında [ ya bugün!..] kıymetli evraka ulaşmıştır. Rantiye sınıfın ya da daha doğrusu rantiye tabakanın, yani 'kupon kırpmakla' yaşayan, herhangi bir işletmenin çalışmasına katılmayan, meslekleri avarelik olan insanların olağanüstü artması bundandır. Emperyalizmin en önemli ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakanın üretimden tamamen kopukluğunu daha da arttırır ve deniz aşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürüsüyle yaşayan ülkenin bütününe asalaklık damgasını vurur.” (Emperyalizm, s. 103)
Lenin’in, Marksizm-Leninizm’in bilimsel devrimci eşsiz karakterini, bugün için de tümüyle geçerli, şu tahlilinden de görebiliriz:
Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi henüz egemenliğini korumak ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla birlikte aslında, sarsılmakta ve karların büyük bir kısmı para oyunları, yapandehalara’ akmaktadır. Bu para oyunlarının, bu düzenbazlıkların temelinde ise üretimin toplumsallaşması vardır; ancak bu toplumsallaşmaya değin yükselmiş insanlığın böylece gerçekleştirdiği büyük ilerlemeden yararlananlar spekülatörlerdir.” (age., s. 30-31, iba.)
Açık ki Lenin, daha o günden bugünü de aydınlatmıştır…
Para sermayenin başta sanayi olmak üzere maddi üretiminden artan oranda kopuşunun maddi temelini kar oranlarındaki eğilimli düşüş yasası oluşturmaktadır. Mali piyasalar, sanayi sektöründen daha karlı bir sektör durumunda. Doğal olarak para sermaye kar oranlarının yüksek olduğu mali sektöre yığılmaktadır. Aşırı birikmiş sermaye karlılık oranları nerede yüksekse oraya kayıyor. Düşen kar oranlarına finans kapital, mali oligarşi bu yolla da müdahale ediyor. Ama bir olgunun daha vurgulanması ve bilince çıkarılması gerekir: Kapitalizmin ekonomik kriz döngüsündeki değişme, krizden çıkıştan sonra ekonomik atılıma (“gönenç”) geçilememesi olgusu da para sermayenin bu denli şişmesinde çok önemli bir sacayağı oluşturmaktadır. Kriz, durgunluk, canlanma, ardından tekrar kriz, durgunluk, canlanma ama yine atılım evresine geçememe ya da istikrarlı geçememe olgusu, kapitalist krizin döngüsündeki değişme olgusunu göstermektedir. Ayrıntılı tahlili ileriki bölüme bırakacağız; ancak bu olgunun, aşırı birikmiş sermayenin hareketi, genişletilmiş kapitalist yeniden üretim hareketi üzerinde çok derin etkileri olduğu gerçeğini bilince çıkarmamızı gerekmektedir.
Bu olgu, Engels’in daha 19. yy. sonlarında, 1886 yılında üzerinde durduğu, dikkat çektiği “1825’ten 1867’ye kadar durmadan yinelenegelen onar yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri, gerçekten ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı ve süreğen bir depresyon bataklığına bırakmak için. Özlemle beklenen gönenç dönemi gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmemizle bunların ufukta kaybolmaları bir oluyor” (Kapital, C.I, s.37) saptamasında somutlaşan olguda,  özellikle 74 krizinden bu yana süregelen kapitalist dünya ekonomisinin gerçeklerinde görülmektedir. Bu olgu, kapitalist genişletilmiş üretim sürecini değişik yönleriyle sınırlamakta, aşırı birikmiş sermayenin yeniden ve daha üst düzeylerde değerlenmesini ve kar oranlarının yükselmesini sınırlamakta, kapitalist maddi üretim sektöründe düşük olan kar oranları para sermayeyi artan oranda mali piyasalarda kumar oynamaya, manipülasyona, spekülasyona yöneltmektedir.
Tekeller arası birleşme ve yutma eylemi, doğal olarak, mali alanda da şiddetlenerek sürmekte ve sürecektir. Biliyoruz ki, “en yüksek gelişme düzeyine ulaşmış kapitalizmin çok önemli bir özelliği, birleşmedir.” (Lenin)
Örneğin, 1995’de Mitsubishi ve Tokyo Bank birleşerek dünyanın en büyük bankası haline geldi. Chase Monhotton ile Chemical Bank birleşerek (bu bankanın 300 milyar dolar rezervi vardı) ABD’nin ve dünyanın en büyük banka gruplarından birisi haline geldi. Deutschebank, Bankers Trust’ı alarak dünyanın en güçlü sayılı bankalarından birisi haline geldi.
AB ülkeleri, ulusal para birimlerini tasfiye ederek, tek para birimine (euro) geçerek, uluslararası ölçekte geçerli para birimi olan ABD dolarına karşı euro birliğini çıkararak doların egemenliğine ağır bir darbe vurdular ya da bunun yolunu geniş çaplı açtılar. AB’nin bu eylemi, zaten daha 1970'lerde çökmüş olan Bretton Woods para sistemine, geri dönüşü olmayan daha ağır bir darbe indirmiş oldu. Artık euro da uluslararası bir para birimi durumunda ve etkisini süreç içerisinde artıracağı, doların egemenlik alanını giderek daha daraltacağı ise kesindir.
Bu olgudan da görüldüğü gibi, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası hükmünü icra etmeye, farklı emperyalist rekabet merkezleri arasında süren kıran kırana rekabet tırmanmaya devam ediyor ve edecek. Bu örnek de, emperyalist küreselleşmeyi homojenik bir süreç,  iç çelişkisiz bir şekillenme ve gelişme, bir “ultra-emperyalizm”, “İmparatorluk” vs. olarak lanse eden burjuvazinin ve “sol” liberallerin, “post-modernistler”in sahtekarlığını ortaya koymaktadır…
Emperyalist kapitalizmin1974-75’de patlak veren genel ekonomik krizi sonrasında üretim, mutlak olarak büyümesine karşın gelişme hızı düşmeye ve dünya ölçeğinde gerilemeye başladı. Dünya ölçeğinde kişi başına düşen gayri safi hasıla 1965-73 arasında %2.8 düzeyinde gerilemişken, bu gerileme eğimi devam ederek, 1973-80 arası kesitte,  %1.3’e, 80’li yıllarda %1.2’ye, 1990-95 kesitinde ise %0. 005 düzeyinde (Fikret Başkaya) gerçekleşmiştir.
Dr. Fuat Özcan, 95-96 Petrol-İş Yıllığı’na yazdığı makalesinde sorunla ilgili önemli ve açıklayıcı veriler sunmaktadır.  Sorunun daha iyi anlaşılması ve tablonun daha bütünlüklü kavranması bakımından, Ercan’ın sunduğu verileri aşağıya aktarıyoruz:

        1820’den Günümüze Gelişmiş Kapitalist Ülkelerde Yıllık Büyüme Oranları:
                                             Tablo I
Yıllar                  İhracat          Birim Sermaye Başına Çıktı          Çıktı
1820-70                    4.0                  1.0                                            2.2
                                 3.9                  1.4                                            2.5
1913-1950               1.0                  1.2                                              1.9
                                 8.6                  3.8                                             4.9
1973-1979               5.6                  1.8                                              2.6
                                3.8                  1.3                                              2.2
Yukarıdaki tablodan görülebileceği gibi, 70’ler sonrası gelişmiş kapitalist ülkelerin büyüme oranları sürekli bir düşüş içerisinde. 1950’lerden 1970’e kadar yüksek büyüme oranları ve yüksek karlılıkla belirlenen tekelci kapitalizm, 1973/1974 ekonomik kriziyle gerilemeye ve kar oranları daha fazla düşmeye başlamıştır.

                           İmalat Sanayinde Geri Dönüş Oranları:           
                                             Tablo II
                       1960 Ort.           1970 Ort.               1982
ABD               22.2                     16.8                      10.6
Japonya          36.5                      26.4                      21.5
Almanya         20.9                     15.7                       11.7
Fransa            15.6                     16.0                         9.5
İngiltere         13.6                        8.1                        5.5
İtalya              18.3                      15.3                      16.1
Kanada           15.2                      13.1                        6.7
Tablodan görüldüğü gibi, emperyalist ülkelerin imalat sanayi sektöründeki “sermayenin geri dönüş oranı 1960’ların ortalaması ile karşılaştırıldığında 1970’lerin ortalaması ve 1982 yılı için büyük oranlı düşüşlerin olduğu” gözlenmektedir. “Washington’da Ekonomik Gelişme Komitesi’nin hazırladığı bir raporda sonuç olarak, Amerika’da karlılığın 1965 yılından itibaren hızlı bir şekilde düştüğü belirtilmiştir (Kolko, 1988, s. 63). OECD’nin hazırlattığı raporda, Avrupa’da 1974 yılından itibaren sermayenin geri dönüş oranının önemli ölçüde düşüş içinde olduğu belirtilmiştir. Bu rapora göre 1966’da %13,4 olan oran 1976 yılında %9,2 oranına kadar düşmüştür (Kolko, 1988, s. 3)”

                   Endüstriyel Üretim Yıllık Ortalama  Yüzde Artış:
                                        Tablo III  
                            1960-70                1970-80                   1980-90 (a)
ABD                             4.9                       3.3                           2.6
Japonya                       15.9                      4.1                          3.9
Fransa                         5.2                         2.3                          1.8
Batı Almanya              6.0                         2.3                          1.0
İtalya                           7.3                         3.0                          1.3
İngiltere                      2.9                         1.1                          1.8
(95-96 P. İ. Y., s. 677-78)
Yukarıdaki üç tablo, kapitalizmin metropollerinin hal-i pür melalini ortaya koymaktadır. Tablolar, düşen gelişme hızını, düşen kar oranları olgularını güçlü bir biçimde vermektedir.
Endüstriyel gelişme hızındaki gerileyiş, düşen kar oranları, kapitalizmin genel bunalım döneminin III. aşaması temelinde ve yapısal krizi temelinde yükselmiş ve 74 genel ekonomik krizi ile birlikte daha çarpıcı biçimler almıştır…
‘70’lere gelindiğinde metropollerde  “refah kapitalizmi”,“sosyal devlet”, bağımlı ülkelerde “ulusal kalkınmacı”, “devletçi”, “ithal ikameci” kapitalist model tıkanmıştı. Üretim ve sermayenin uluslararasılaşarak artan yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm gelişmişti. Ekonominin teknik temelinin yenilenmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Kar oranının eğilimli düşmesi yasası kendisini keskin bir şekilde dayatmıştı. Üretimin ve sermayenin küresel ölçekte ulaştığı bu yeni durum ve düzey yeni tipte yeniden bir yapılanmayı ve sermaye birikim modelini gündemleştirmişti. Dolayısıyla yeni dönemin gereksinimleriyle çelişen ve bu gereksinimin önünde bir engele dönüşmüş olan eski uluslararası iş bölümü, yapılanma ve birikim tarzı, düşen kar oranlarına müdahale ederek aşmanın önünde bir engele dönüşmüştü. Burada başlı başına girmeyeceğiz ama kuşkusuz ki 1950-80 arası tarihsel kesitte enternasyonal işçi sınıfı hareketinin ve genel demokratik halk hareketinin küresel ölçekte sermayeye indirdiği ağır darbeleri de bu tabloya eklememiz ve okumamız gerekir ya da tabloyu böyle bir bütünlük içinde kavramamız gerekir…
Aşırı derece birikmiş sermaye (kronik sermaye fazlası) bir yanda, düşen kar oranları öte yanda; bu tablo içinde sermayenin topyekün değersizleşmesi riski ve istikrarsızlık tipik bir görünüme dönüşmüştür. Çevrilmesi aşırı derecede tehlikeye girmiş olan uluslararası borç yükü, özellikle de yeni sömürge ülkelerin ödeme krizinin büyümesi, “sosyal devlet”in ve “ulusal kalkınmacı” kapitalist modelin/tarzın tıkanması, yeni tipten sermaye birikim modeline geçişin önünde engel haline gelişi, 1970’li yıllarda emperyalist devletleri ve uluslararası tekelleri bu tehlikeli gidişe “Dur!”, demek zorunda bıraktı. Böylece emperyalist burjuvazi (bir zamanlar Davit Rockefeller tarafından ısrarla önerilen -fiili olarak zaten daha önceden başlatılmış olan ama daha güçlü örgütlenmesine gereksinim duyulan- ve bir an önce başlatılmasını, yoğunlaştırılmasını istediği ve ön ayak olduğu merkezi olarak örgütlenmiş), topyekün yeni bir ideolojik, psikolojik, politik, ekonomik vb. saldırıya geçti.
Öyküsü bir yana, uluslararası burjuvazi, Amerikan emperyalizminin önderliğinde başlattığı bu yeni tip (“neoliberalizm”) saldırıyla, esnek kapitalist birikim programını, stratejisini, modelini başarıyla uygulamaya başladı. 80’ler sonrası, özellikle de sosyal emperyalist kampın 1989-91 arası çözülerek yıkılışının devasa etkisiyle de, dünya devriminin dibe vurması gibi olağanüstü avantajlı koşullarda, emperyalist sermaye ve devletler, zaten fiili olarak içerisine girilmiş bulunan emperyalist dünya ekonomisini yeni bir temel ve düzeyde yeniden yapılandırdı. Bu süreç, emperyalist kapitalizmin bütün uzlaşmaz çelişkileri, zıt eğilimleri, krizleri, eşitsiz gelişmesi ile bütünleşik bir süreç olarak hala devam etmektedir.
Yeni dönemde emperyalist devletler ve ÇUŞ’lar yolu düzleyerek bir dizi avantaj ve üstünlüğü ele geçirirken, öte yandan da, doğal ve kaçınılmaz olarak, kendi çelişkilerini ve açmazlarını da daha yüksek bir temel ve düzeyde üretmek, daha fazla uluslararasılaştırmak zorunda kaldılar. İşte para sermayenin artan oranda kapitalist maddi üretimden koparak asalaklaşmayı görülmemiş ölçekte üretmesi, paradan para kazanmanın en geçerli yükselen değer haline gelmesi söz konusu açmaz ve çelişkilerin tipik ve keskin görünümlerinden birisini oluşturmaktadır. Para sermaye sektörlerine yatırım yapmak, maddi üretim alanlarından artan oranda ve oldukça hızlı bir tarzda kopmak, kar oranlarının mali pazarlarda yüksek oluşu olgusuyla ilgilidir. Mali sermaye, sanayi üretimindeki düşen kar oranlarının önüne geçmek, dinmek bilmeyen azami kar hırs ve açlığını tatmin etmek, aşırı birikmiş sermayenin değersizleşerek çökmesini önlemek için, kapitalist maddi üretim alanı dışına hızla yöneldi. Spekülatif işlemler, birleşmeler, özelleştirmeler de işte sermayenin söz konusu değersizleşmesini önlemek için geliştirilen önlemler dizisi ve aşırı karlı yatırım alanları olmuştur. 
Kuşkusuz ki, bu bakımdan da “denizin bitmesi”, batkı, aynı sürecin doğasında bulunmaktadır. Mali sermaye ve mali oligarşinin ve para sermayenin üretimden kopuşu ve artan ölçüde manipülasyon ve spekülasyona yönelmesinin de en nihayetinde bir sınırı vardır. Ve yeni çöküşler kaçınılmazdır… (Ve nitekim 2007’de ABD’de konut piyasasında patlak vererek hızla uluslararası mali krize sıçrayan, ardı sıra, 2008’de emperyalist kapitalizmin genel ekonomik krizine -aşırı üretim krizi- dönüşerek derinleşen krizinden bu gerçek çarpıcı bir tarzda ortaya çıktı.) Vurgulamak gerekir ki, uluslararası mali piyasalar geçmiş tarihi kesitlerle kıyaslanamayacak derecede çok daha istikrarsız ve kırılgan bir karakter kazanmıştır. Bu istikrarsızlık ve kırılganlık, kapitalist emperyalizmin genel bunalımını, yapısal krizini daha da ağırlaştırmaktadır.
 Bugün ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa gibi emperyalist devletler tipik tefeci/rantiye devletler olarak da şekillenmişlerdir.
Lenin, emperyalizmin tahlilini yaptığı eserinde, şunları söyler:
Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçeklere ulaştığı zaman, mali sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar. Bu ayrılma nereye kadar gidebilir? Bu konuda, emisyon istatistiklerinden, yani her çeşit menkul kıymetlerin hangi ölçülerde çıkarıldığına ilişkin verilerden bir yargıya varılabilir.” (s.66, iba.)
Lenin, bu eksende incelemesini yaptıktan sonra, “ Bu dört ülke (ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya-bn.), toplam olarak 479 milyar franka, yani dünya mali sermayesinin hemen hemen % 80’ine sahiptir. Dünyadaki öbür ülkelerin hemen hemen hepsi, bu uluslararası banker ülkelere, dünya mali sermayesinin bu dört ‘direğine’, az ya da çok borçlu durumdadır, az ya da çok miktarda onlara haraç vermektedir.” demektedir.
Lenin’in bu çözümleme ve tezleri, bugün de bizlere yol göstermektedir. ÇUŞ egemenliğiyle belirlenen günümüzde, profesyonel yönetici elit, sermaye sahipleri adına devasa fonları ve işletmeleri, dev tekelleri yönetmektedir. Ki, Marx ve Engels, bu durumun burjuvazi olmadan da üretimin yönetilebileceğinin, burjuvazinin gereksiz bir sınıf haline gelişinin, kapitalistlerin üretimden kopuşunun tipik olgusu olduğunu vurgulamışlardır. Sermaye sahipleri artan oranda üretimden kopmaktadır. Bugün dünle kıyaslanmayacak denli dev bir rantiyeci kesim oluşmuş ve hızla semirmeye devam etmektedir. Mali sermayenin tüm diğer sermaye türleri karşısındaki egemenliği görülmemiş ölçeklere ulaşmıştır. Az sayıdaki mali oligark ve mali tekel, yeryüzünü kontrol edip yönlendirmektedir. Lenin’in “banker ülkeler”, “tefeci devletler” olarak nitelediği emperyalist devletler ve tekeller, bugün, o dönemle kıyaslanmayacak denli süper mali kaynakları kontrol etmekte ve yer küremizin mali köleleştirilmesinde olağanüstü yol almış bulunmaktadır. Asalaklık, çürüme aşırı boyutlara varmış ve üretici güçlerin özgürce gelişimini artan oranda tahrip etmektedir, vb. vb.
  Geçerken, konu bağlamında Soros’un, mali piyasalarla ilgili şu uyarı ve saptamalarını hatırlatmak yararsız olmasa gerek.
“Mali piyasalar doğası gereği istikrarsızdır… Denge kavramının üzerine kurulduğu varsayımlarla gerçek dünyada nadiren karşılaşılır. Finansal dünyada bunlar ulaşılmazdır. Mali piyasalar, günümüze nasıl indirgendiğine (discunt) bağlı olarak geleceği indirgemeye çalışırlar… Bu yüzden, kendiliğinden dengeye gelen mekanizma fikrine karşı olarak, mali piyasaların istikrarının kamu politikaları tarafından korunması gerekmektedir.” (agk, s.13)
 “Kapitalizmin doğumundan beri çoğunlukla yıkıcı sonuçları olan periyodik mali krizler yaşanmıştır. Tekrarlanmasını önlemek için, bankalar ve mali piyasalar düzenlemeye tabi tutulmuştur; fakat düzenlemeler son krize yöneliktir, bir sonrakine değil; bu yüzden her yeni kriz yeni bir mali yapı yaratır. Merkez bankacılığı, banka denetimi ve mali piyasaların gözetimi bu şekilde günümüzdeki çok karmaşık yapısına kavuşmuştur.” (agk, s. 177)
“Aslında, para otoritelerinin (ABD, IMF, DB vb kastediliyor-bn.) müdahalesi olmasaydı, uluslararası mali sistem en azından 4 olay sonunda çökebilirdi; 1982, 1987, 1994 ve 1997. Bununla birlikte, uluslararası kontrollerin gelişmiş ülkelerdeki düzenleyici çevre ile karşılaştırıldığında çok yetersiz kaldığı görülebilir. Ayrıca merkezdeki para otoritelerinin kendilerini doğrudan etkileyen bir krize tepki vermesi, kurbanları çevrede olan bir krize müdahale etmesinden daha muhtemeldir.” (agk., s. 177)
 Bu sözler kendiliğinden işleyen, siyasi otoritenin inisiyatifi dışında, devletin hiçbir rolünün olmadığı “serbest piyasa ekonomisi” propagandasının gerçek dışı olduğunu ortaya koyan sözlerdir aynı zamanda. Kapitalizmin tarihi, “siyasi otorite”nin daima sermaye birikimini desteklediğini, sermayenin öz sınıfsal çıkarları doğrultusunda pazara, piyasalara müdahale ettiğini zaten kanıtlıyor ve 2007-2008’de ABD konut piyasasında patlak vererek küresel mali krize, ardı sıra, hızla genel ekonomik krize dönüşen kriz sürecinin derslerinin de bir kez daha gösterdiği gibi, kanıtlamaya da devam etmektedir.
Bugün dünyamız çok daha küçülmüş küresel bir kente dönüşmüştür. Kapitalist/emperyalist dünya sistemindeki bütünleşme öyle boyutlara ulaşmış ki, herhangi önemli bir ekonomideki, bölgedeki, sektördeki kriz ve çöküş, dünya ekonomisini doğrudan ve oldukça hızlı bir tarzda etkileyebilmekte, şu veya bu biçimde girdabına çekebilmektedir. Örneğin Güney Kore’de ekonomik kriz patlak verdiğinde, emperyalist mali sermayenin, IMF vb. gibi emperyalist mali kuruluşların, uluslararası düzenin selameti için, hemen ve doğrudan küresel ölçekte sisteme müdahale etmesi ve bir çırpıda 70 milyar doları kriz bölgesine aktarması boşuna değildi...
Soros gibi ünlü spekülatörlerin, IMF ve DB gibi emperyalist mali kuruluşların artan oranda daha sık “sosyal patlama” tehdidinden bahsetmeleri, yeryüzünün gerçek efendilerini uyarmaları boşuna değildir. G. Soros’un 1997 Şubatında yayınladığı makalesinde, “ ‘çok fazla rekabetin, çok az işbirliğinin toplumda dayanılmaz yoksulluk ve eşitsizlikler yarattığını, bu süreçte servetin zenginlerin elinde daha da hızlı birikeceğini; piyasanın sihirli eline inancın bir dogma haline geldiğini’” ileri sürmesi, “bugün piyasa, merkez bankası üzerinde kontrollerin tümüyle kaldırılmasından, devletin ekonomiden çekilmesinden yana olanlara ise, ‘bu kuralların ve kontrollerin, ilk defasında neden ve hangi konularda konduğunu hatırlamalarını’ önerme”si, ve aksi taktirde ‘ne devlet, ne demokrasi ne de ekonominin kalmayabileceğini’” ima etmesi (Ergin Yıldızoğlu), boşuna değildir. NATO’nun 50. kuruluş yıldönümü vesilesiyle yayınlanan bir NATO raporunda, 21. asırda yeni bir “Ekim Devrimi fırtınası”nın beklenmesi gerektiği tahlili burjuva ileri görüşlülüğünün çok ama çok haklı bir vurgusu ve yol göstericisi olarak büyük bir anlam taşımaktaydı...
Soros, “Aralık 1998’de yayınlanan kitabında da mali piyasaların esas olarak istikrarsız bir mekanizma olduğunu; dengesizlikleri büyüttüğünü ve denetlenemezse büyük bir felakete yol açacağını tekrar vurguladı. Soros’a göre piyasa ekonomisini ve demokrasiyi korumanın tek yolu mali piyasaları denetlemektir.” (E. Yıldızoğlu) Nitekim bu sorun daha büyük bir dikkatle uluslararası sermayenin gündeminde. Ama en nihayetinde, tekeller ve emperyalist devletler, yeni esnek birikim programını kötü niyetlerinden değil, emperyalist kapitalizmin nesnel gelişme yasalarından dolayı pratikleştirmektedirler. Emperyalist küreselleşme burjuvazinin niyetleriyle açıklanacak bir olgu değildir. Emperyalist küreselleşme emperyalist kapitalizmin nesnel doğasıyla ilgili bir olgudur. Doğal olarak, bu nesnellik, burjuvazinin niyetlerini ve yönelimini de belirleyip şekillendirmektedir. Bu bakımdan burjuvazinin sözcülerinin uyarıları, o da esas olarak işçi sınıfının ve ezilenlerin mücadelesi sonucu olarak, emperyalist krallıkları ve kralları bir kısım tedbirler almaya yöneltse bile, kapitalist ekonominin nesnel karaktere sahip hareket yasaları, uygulanan ekonomi politikanın nesnelliği ve gerekleri, kendi mantığı doğrultusunda ilerlemeye, o arada Soroslar da aşırı vurgunlar yapmaya, uygulamada tekelci kapitalist düzenin temellerini oymaya devam edecektirler.
Lenin’in dediği gibi, çağımız tekeller ve mali sermaye çağıdır. Ve 20. yy. serbest rekabetçi kapitalizme tekabül eden genel olarak sermaye (burjuvazinin) egemenliğinden mali sermaye egemenliğine (mali oligarşinin egemenliğine) geçişle belirlenir. 1950’lerden bu yana geçen süreç ise, mali sermaye egemenliğinin uluslararası mali sermayenin egemenliğine dönüşmesiyle belirlenip şekillenmiştir. Ve “küresel sermaye”, üretimi, sermayeyi, ticareti ve para sermayeyi kontrol eden ve ele geçiren “küresel mali oligarşi” olarak yer kürenin kral tahtında oturmakta, proletarya ve emekçi insanlığın kaderini tekelci kapitalizmin gereksinmelerine göre çizip yönetmektedir.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine bağlı olarak, para sermaye de yoğunlaşıp merkezileşiyor. Bütün dünyayı kaplayan ve kanını emen mali oligarşi, “sık bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgütüne ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla” (Lenin) yayılıyor.  Tüm bunlar, günümüzün mali sermayesinin temel olguları olmaya devam ediyor ve dünya pazarı temel alınarak, dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynakları vahşice soyuluyor, soyulmaya da devam ediliyor.
Finansal sermaye (para-sermaye), faiz getiren sermayedir. Hiçbir maddi değer üretmez. Tümüyle spekülatif, tefeci, rantiyer karaktere sahiptir. Para-sermayenin oyun, vurgun, kumar alanı mali piyasalarda, maddi değerler üretilmez, spekülasyon yapılır. Borsalar, hisse senetleri, devlet tahvilleri, merkez bankaları bonoları, döviz, mevduat, repo, değişik türden sosyal fonlar, gayrimenkul, borç verme, mali piyasaların bileşenlerini oluşturur. Mali tekeller, bankalar, bankerler, para spekülatörleri, 1857'de, “para piyasasının kodamanlarından” olan Bay Chapman'ın vurgusuyla “para kapkaççılarıdır.” Kar oranları nerede yüksekse orayı istila ederler, yağmalarlar, geride bir yıkım bırakarak yeni karlı sektörlere, ülkelere, kıtalara kaçarlar...
Borsanın da bir parçası olduğu (ki, ‘80-90'lar sonrası kapitalist dünya borsalarının rolü olağanüstü artmış bulunuyor) mali piyasalarda, daima “küçük balıklar köpek balıkları”, kuzular “borsa kurtları tarafından” afiyetle mideye indirilir. Mali piyasalar, gerçekte, mali piyasaların profesyonel kurtları ve köpek balıklarının kumar arenasıdır. Bu kumarda, hızla gelişen küresel kumar ekonomisinde daima en güçlü tekeller, mali tekeller, para spekülatörleri kazanmaktadır. Küçük tasarruf sahipleri, küçük ve orta boy, hatta irice kapitalistler yutulur. Para, servet, mülk el değiştirir. Artı-değerin gaspı, emekçilerin soyulması, mülklerini ve servetlerini kaybedenlerin kitlesel iflası dev boyutlara ulaşır. Tipik bir kumar ve sahtekarlık sistemi üzerinden “toplumsal servet” el değiştirir ve bu kumarhanede toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısı git gide azalır.
Değişik türden bankalar, bankerler, fonlar, sigorta şirketleri, emlak firmaları, hedge fonlar, borsalar mali sektörün aktörleridirler. Emperyalist kapitalizmin temel ekonomik yasası ve temel itici gücü olan azami karı en fazla kapma yarışı, mali sektörde de birleşmeleri, düşmanca satın almaları ve tasfiye operasyonlarını ateşlemiştir. Bu hegemonya ve rekabet mücadelesi, mali piyasalarda da, son 15-20 yıllık süreçte hem yoğunlaşmayı ve hem de merkezileşmeyi alabildiğine geliştirmiştir. Kapitalist maddi üretim sektöründe yoğunlaşmış uluslararası tekeller de söz konusu finansallaşmanın doğrudan aktif bir unsurudur. General Motors, Siemens, Toyota, Fiat, Renault gibi uluslararası tekeller de varlıklarını artan oranda mali soyguna (P-P') yönlendirmekte, ellerindeki para fonlarını mali piyasalara sürmekte, maddi üretimden çok spekülasyona yönelmekte, mali piyasalardaki ağırlıklarını git gide arttırmaktadırlar.
Son birkaç on yıllık süreçte, merkezinde uluslararası tekellerin durduğu dünya ekonomisinin yeniden yapılanma sürecinde, mali tekellerin, para-sermayenin hükümdarlarının egemenliği açık bir şekilde pekişmiş, açık bir üstünlüğe dönüşmüştür. Böylece finansal sermayenin sanayi, tarım, ticaret sermayesi üzerindeki egemenliği de sağlamlaşmıştır. Maddi üretim ve hizmet sektörleri artan oranda mali oligarşinin eline geçmiş ya da ona iyice tabi olmuştur. Zaten banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi ve kaynaşmasıyla oluşmuş olan mali sermaye, böylece, sömürü ve hegemonyasını kendi tarihinin doruklarına çıkartarak egemenliğini de iyice pekiştirmiştir.
Emperyalist kapitalizmin yönettiği dünya ekonomisindeki malileşme eğiliminin en geniş anlamda temeli ve ana nedeni, kapitalist üretim biçiminin tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş olmasıdır. Bir başka ifadeyle, kabına sığmayan toplumsal üretici güçlerle, kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın alabildiğine keskinleşmiş; kapitalist mülk edinme biçiminin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişimine müthiş bir şekilde pranga vurmuş olmasıdır. Bu çelişki, bütün gücüyle çözümünü dayatıyor. Çözümü geciktiği oranda da emperyalizmin çürümesi, can çekişmesi uzuyor. Çelişkinin çözümünün proleter devrimin zaferinde yattığı ise kesindir.
 Kapitalist üretim biçiminin gelişimi sermayenin organik bileşimini yükseltir. Sermayenin organik bileşimindeki yükselme, başlangıçta diğerlerinden daha önce bunu başaran kapitalistlerin kâr oranlarını yükseltse de, kaçınılmaz bir biçimde kendi karşıtına dönüşerek ilerleyen süreçte genel kâr oranlarının eğilimli düşmesine yol açar. Kâr oranlarının eğilimli düşmesi yasası, kapitalist üretim biçiminin nesnel hareket yasalarından birisidir. Bu yasa kapitalizmin içsel uzlaşmaz çelişkisini, tarihsel sınırlarını da ortaya koyar/sergiler.
Sınai kâr oranlarındaki düşüş, sanayi sektörüne sermaye yatırımını cazip olmaktan çıkarmakta, bu alanda oluşan sermaye fazlası spekülatif alana akmaktadır. Kapitalist üretim biçimiyle, emperyalist dünya sisteminin gerçekleriyle bağlı olan “sermaye fazlası” olgusu, insanlığın üretken kaynaklarının sırf kapitalistlere yeterli kar getirmediği için asalak alanlara akıtılması anlamına gelir ve bu, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçleri boğan bir cendereye dönüşmüş olduğunun da en çarpıcı göstergelerinden birisidir.
Sermayenin organik bileşimindeki yükselme, öncesini geçiyoruz, 50'ler sonrasının ÇUŞ’lu emperyalizmin, tekelci kapitalizmin uluslararası tekeller tarafından yönetilmeye başlanmasıyla birlikte bu olgu daha çarpıcı biçim ve düzeyler kazanmıştır.
Emperyalist ülkelerde kâr oranları, 60'ların sonlarından başlayarak düşmeye başladı. Bu olgu, emperyalist sermayenin artan oranda mali piyasalarda yol bulmasını koşulladı. Mali oligarşinin, emperyalist tekellerin ellerinde aşırı birikmiş sermaye, sanayide kâr oranları düşünce, hizmet sektörüne ve mali sektöre yöneldi/kaydı. Böylece hizmet ve mali sektörler büyümeye, semirmeye, genişlemeye başladı...
Hatırlatmak gerekir: Sermaye, karşılığı ödenmemiş ve gasp edilmiş emektir, bedava emektir. Sermaye, birikmiş artı-emek/artı-değerdir. Sermayenin tipik özelliği artı-değer üretmesi, kâr getirmesidir. Zaten sermaye, ücretli emeğin sömürülmesiyle artı değer getiren değerdir. Kâr getirmeyen sermaye, sermaye değildir. Sermayenin itici gücü, ab-ı hayatı, amacı kâr ve daha fazla kârdır. Kâr getirmeyen sermaye, kapitalizmin doğasına aykırıdır. Aşırı birikmiş, yüksek kar, azami kâr oranları peşinde aç kurt gibi koşan sermaye, toptan değersizleşerek çökmemek için değerlenebileceği ve amacını gerçekleştirebileceği mali piyasalara yönelmiştir. Dünya çapında yeniden yapılandırılan ekonomilerde finansal serbestleşme, esnek kar, mali kuralsızlaştırma, merkez bankalarının özerkleştirilmesi, yüksek faiz, kar transferlerinin önündeki engellerin kaldırılması, sıcak paradan vergi alınmaması, borsaların yaygınlaşması gibi tedbirler, aynı zamanda yukarıdaki olguyla bağlıydı, bağlıdır. Esnek kapitalist birikim stratejisi ve saldırısının sacayaklarından birisinin de finansal esneklik olması boşuna değildir. Finansal esneklik, yeni tip birikim stratejisinin, yeni tip uluslararası kapitalist iş bölümünün karakteristiklerindendir.
Sermaye ihracı, emperyalizmin temel, ayırt edici karakteristiklerinden biridir. Ve sermaye ihracı tekelini de elde tutan başlıca ülkeler, emperyalist ülkelerdir. Ki,  “Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu mutlaka içerde kullanmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanabildiği içindir. Ama böyle bir sermaye, çalışmakta olan işçi nüfusu için ve genellikle sermayeyi gönderen ülke için, mutlaka fazla sermayedir.” (Marx, Kapital, C. II. s. 226)
Emperyalist ülkelerden sermaye ihracının sırrı işte burada yatmaktadır. Ama öteki şeylerin yanı sıra, emperyalist sermaye ihracı, bağımlı ülkelerden kapitalist merkezlere kaynak transferi, artı-değer ve kar transferi işlevini yerine getirerek sermaye birikimini de yoğunlaştırır. 1945-1975 arası uygulanan eski kapitalist birikim tarzının tasfiyesi ile (kapitalist ekonomilerin “liberalizasyonu” ile) yapılan temel şey, bütün ekonomilerin kapılarının emperyalist sermayenin özgürce, kuralsızca giriş çıkışına elverişli hale getirilmesi olmuştur.
İşte emperyalist metropollerde aşırı birikmiş, yüksek kâr oranları arayışı içerisinde olan sermaye, yukarıdaki nedenle bağlı olarak ekonomileri malileştiriyor, kendisi malileşiyor, birikimini daha ziyade artan oranda örgütlü spekülasyon ve kumarla kazanıyor, değersizleşerek çökme tehlikesini böylece önlüyor, önlemeye çalışıyor.
Emperyalist ekonomilerin giderek artan oranda malileşmesinin bir nedeni de, emperyalist ekonomilerin düşük büyüme oranlarından, kronik durgunluk eğiliminden kurtulamaması veya çıkamamasıdır. Kronik kapasite kullanımı eksikliği, kronik işsizlik, kronik durgunluk, kronik sermaye fazlası, ekonomilerin malileşmesi birbirini bütünlüyor/tamamlıyor.
Emperyalizm tarihinin en yüksek noktasına çıkmış olan sermaye ihracı, sermaye ihraç eden ülkelerdeki durgunluğun, düşük büyüme oranlarının bir diğer temel nedenidir.
Maddi üretim sektörlerinde düşen kâr oranlarının sermayeyi mali piyasalara yönlendirmiş olması, metropollerdeki kronik durgunluk eğiliminin, düşen ve düşük ve istikrarsız büyüme oranlarının bir diğer temel nedenidir.
Bu olgular, hem emperyalist merkezlerde hem de küresel çapta dünya ekonomilerinin büyüme ve gelişme hızını istikrarsızlaştırmakta, zayıflatmakta; finansallaşmayı yoğunlaştırmakta, rantiyeciliği, tefeciliği yükselen değer yapmakta; durgunluğu büyütmekte, kronikleştirmekte, gerek kapitalist devir, gerekse de ekonomik kriz devresi/döngüsü üzerinde derin etkiler ve değişiklikler yaratmaktadır.
Kapitalist üretim biçiminin maddi temelini para-sermaye değil, kapitalist meta üretimi oluşturur. Kapitalizmde meta üretimi, genel ve egemen hale gelir. Kapitalist üretim pazar için üretimdir. Her iktisadi-toplumsal formasyonun bir maddi temeli vardır. Kapitalizmde bu temel; metadır, meta üretimidir. Kapitalizmde para sermaye üretiminin de maddi temelini kapitalist üretim oluşturur. Kapitalist üretim tarzının doğuş ve gelişme süreci P-M-P' hareketinin, bu temele bağlı olarak kapitalist para sermayenin de (P-P' hareketinin) doğuş ve gelişme sürecidir. Böyle bir maddi temel olmaksızın, kapitalist para sermayeden ve P-P' hareketinden de bahsedilemez.
“Bugün” kapitalist dünya ekonomisinin artan oranda finansallaşması tipik ve keskin bir olgudur. İvmelenmiş olan emperyalist küreselleşme en ileri biçimine, para-sermaye hareketleri nezdinde ulaşmış bunuyor. Finansal sermaye hareketleri ve entegrasyon alabildiğine küreselleşmiştir. Ekonominin “sıcak para” hareketlerine aşırı bağımlı hale gelmiş olması da bu olgunun tipik görünümlerinden birisidir. Ancak, bu olguya karşın, meta üretimi, kapitalist üretimin maddi temeli olmaya, bu temel daha fazla sarsılmış olmakla birlikte devam etmektedir. Çünkü böyle bir maddi temel olmaksızın ve bu maddi temelin egemenliği olmaksızın salt malileşmiş bir kapitalizm, salt finansal tekellerin kapitalizmi düşünülemez.
Bundan 90 yıl önce Lenin, emperyalizm olgusunu incelerken, adeta bugünleri görmüş gibi, kapitalizmin gelişmesinin emperyalizme varmasıyla, meta ekonomisinin temellerinin sarsıldığını, esas karların mali dolaplar çeviren dahilere aktığını ve bunun da temelinin, üretimin toplumsallaşmasında aranması gerektiğini vurgulamıştı.
90 yıl sonra bugün, üretim çok daha yüksek bir düzeyde uluslararasılaşarak toplumsallaşmıştır. Tarihte görülmemiş ölçekte bir toplumsal zenginlik de küresel çapta artmıştır.  Bilim ve teknoloji kendi tarihi gelişiminin doruklarına çıkmıştır. Ve bugün insanlık, adım başında çözebilecek durumda olduğu sorunlarla, kapitalizmin yarattığı devasa sorunlarla yüz yüze. Kapitalizm, hızla çözülebilecek durumda olan bu sorunların çözümünü engelliyor. Çünkü artan toplumsal zenginlik, gelişen bilim ve teknoloji, artan bir hızla ve oranda bir avuç azınlığın ellerinde birikiyor. Çünkü temel üretim araçları, üretim toplumsal yapıldığı/olduğu halde bir avuç kapitalistin elinde bulunmaktadır. Bir tarafta dağ gibi zenginlik, servet, lüks, refah birikirken, diğer tarafta yoksulluk, sefalet, açlık, işsizlik, fiziksel ve ahlaki çöküş, doğanın yıkımı sınırsız ve dizginsiz bir deryaya dönüşmüş bulunuyor. Bir avuç zenginin elinde toplumsal zenginliğin birikmesi, diğer uçta yoksulluğun birikmesinin nedenidir. Ve bu gelişme yasası, kapitalizmin mutlak ve genel yasası olarak, bugün, gücünü daha çarpıcı biçimlerde ortaya koymaktadır.
 Toplam dünya nüfusunun % 80-85'ini oluşturan yoksulların gözden çıkarılmış olması, sermayenin maddi değer üretiminden giderek daha büyük bir oranda spekülasyona kayması, 1 milyarı aşan işsizlik kapitalizmin insanlığın insani ve gerçek gelişmesini en keskin biçimlerde engellediğini kanıtlıyor. Oysa toplumsal üretici güçlerin gelişme düzeyi, üretimin küresel ölçekte toplumsallaşma derecesi, hazır toplumsal zenginlik, küresel ölçekte bilimsel kolektif bir planlı ekonomi ile hızla, başta maddi olmak üzere, insanlığın yaşadığı maddi ve manevi yoksulluğu ortadan kaldırmaya elverişlidir. Hem de insanlık tarihinin hiçbir aşamasında görülmemiş ölçekte! Ama bunun da ön koşulu da kapitalist mülk edinme biçimine son verilerek temel üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır. Devasa toplumsal kaynakların insanlığın yararına seferber edilmesinin sosyalizm dışında bir yolu da yoktur ve asla olmayacaktır da!
Çelişkinin çözümü, proleter devrimin zaferinde yatmaktadır.
Proletaryanın burjuvaziye, sosyalist sistemin (ve kampın) kapitalizme, ezilen halkların ve ulusların emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı yürüttüğü büyük mücadelenin sonucu (ve kuşkusuz sermayenin o koşullardaki gelişme ihtiyaçları) burjuvazinin, emperyalizmin toplumsal devrim tehdidini önlemek için vermek zorunda kaldığı tavizlerin de ürünü olan “refah kapitalizmi” ve “Keynesçi sosyal devlet” birikim modelinin her bakımdan tasfiyesi ile bugün, kapitalizm gerçek saldırgan kimliğiyle çırılçıplak ortaya çıkmış bulunuyor. Bu saldırganlık, ekonomilerin malileşmesi eğiliminde, sınır tanımayan emperyalist tefecilikte, her şeyin piyasalaştırılmasında da vb. açık açık görülebilmektedir.
Kapitalist üretim biçiminin temeli para sermaye değildir”, demiştik. Kapitalist sermaye, ödenmemiş emekten oluşur. Artı-değer gaspı kapitalist sermaye birikiminin ana kaynağıdır. Dolayısıyla sermaye, birikmiş artı değerdir. Ve artı değer, kapitalist üretim sürecinde yaratılır, dolaşım aracılığıyla pazarda realize edilir. Demek ki artı-değeri yaratan sektör, para-sermaye sektörü değil, kapitalist maddi üretim sektörüdür. Kapitalist maddi üretim sektöründe (P-M-P') yaratılan artı-değer; kârın, faizin, rantın ana kaynağını oluşturur. Artı-değer, burjuvazi içerisinde kar, faiz, rant olarak dağılır. O halde para sermayesinin de kaynağı artı değerdir. Para sermaye artı-değer yaratmaz ama artı-değerden pay alarak, gasp ederek oluşur, gelişir, semirir. Ve o, maddi üretime akan kısmı hariç, tümüyle tefeci, rantiyer, asalak karaktere sahiptir.
Bugün daha da yoğunlaşmış olan “ekonomilerin malileşmesi”, kapitalist emperyalizmin ve kapitalist dünya ekonomisinin dayanılmaz bir tarzda daha da asalaklaştığının, rantiyeleştiğinin, çürüdüğünün çok keskin kanıtlarından birisini oluşturmaktadır. Ama sefasını burjuvazi, cefasını proletarya ve halklar ve ezilenler çekmektedir...
“Ekonomilerin malileşmesi”nin en nihayetinde bir sınırı olacaktır. Ekonomilerin tümden malileşmesi olanaklı değildir. En nihayetinde finansal sermayenin kaynağı artı-değerdir. Ve mali piyasalarda kâr oranlarının sürekli yüksek kalması, sürekli yükselmesi de olanaksızdır. ‘80'lerde Latin Amerika, ‘90'lı yıllarda Güneydoğu Asya ve 2007'de ABD önde gelmek üzere bugüne dek patlak veren mali krizler de bu olguyu göstermektedir ve göstermeye de devam edecektir.
Yeniden vurguluyoruz: Artı-değer üretmeyen, sadece finansa dayanan bir kapitalizm düşünülemez. Marx, burada da bizlere yol göstermektedir:
“... Bütün sermayeyi para sermayeye çevirme fikri, hiç kuşkusuz, düpedüz saçmalıktır. Hele, sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin, yani faizin ancak bir kısmını teşkil ettiği artı-değeri yaratmaksızın, kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde faiz sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha da büyük saçmalık olur. Eğer kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, sermayelerini para-sermayeye çevirecek olsaydı, para sermayede korkunç bir değer kaybı, faiz oranında müthiş bir düşme olur, pek çoğu hemen, faizle yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar sanayi kapitalisti haline gelmek zorunda kalırlardı.” (Kapital, C.III, s. 332)
Tekel, emperyalizmin ekonomik özüdür. Bundan dolayıdır ki Lenin, “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir” der. “Küreselleşme” ile çapı, temposu vs. hızlanarak büyüyen para sermaye, mali piyasalar, mali kapkaççılar, sermayenin maddi üretimden mali piyasalara yönelmesi ve yığılması, ekonomik temeli tekel olan emperyalizmin ulaştığı yeni düzeyi ifade eder. “Esas karlar mali dolaplar çeviren 'deha'lara akmaktadır.” Bütün dünya ekonomileri ve halkları uluslararası tekeller, spekülatif sermaye adına “haraca” kesilmiştir. Her türlü mali işlemler ve hareketler, uluslararası tekellerin ve para kapkaççılarının kasalarına akmaktadır. Özelleştirme vurgunuyla da devasa tatlı karlar elde etmektedirler. İç ve dış kamu açıklarının finansmanı adı altında burjuva devletler ağı devasa bir emme-basma tulumbası gibi çalışarak toplumsal zenginlikleri fütursuzca mali oligarşiye, mali oligarşi piramidinin tepesinde bağdaş kurmuş para oligarklarına akıtmaktadır. Mali krizler, krizsel dalgalanmalar, döviz, faiz vbg. gelişme ve araçlarla kedinin fareyle oynanması gibi oynayarak ya da bunları birer fırsata çevirerek, tüm bu etkinliklerden daima uluslararası dev tekeller, para spekülatörleri kazançlı çıkmakta; ülkelerin, halkların, proletaryanın derisi üç-beş kez daha yüzülmekte, emperyalizme bağımlı ülkelerin borçları katlanmakta; yerli şirketler vs. elden çıkmakta, uluslararası tekellere ve emperyalist devletlere sayısız ekonomik, siyasi, askeri tavizler verilmektedir...
Günümüzün en çarpıcı gerçekleri bu olguları açıkça göstermektedir.