Translate

11 Nisan 2013 Perşembe

KÜRT SORUNU ve YENİ SÜREÇ ÜZERİNE



KÜRT SORUNU ve YENİ SÜREÇ ÜZERİNE
Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” (Kürt atasözü)
 “İmralı” üzerinden yeniden başlayan görüşmeler süreciyle birlikte politik ortam hareketlendi, her sınıf ve tabaka kendi sınıfsal konumuna, ideolojik ve siyasal karakterine bağlı olarak politik duruşunu seçti. Bu yazı kapsamında bizi ilgilendiren şey, “sol” adına takınılan politik tutumların, geliştirilen eleştiri ve değerlendirmelerin, komünistlere yöneltilen “eleştiri”lerin nesnel ideolojik ve politik anlamları olacaktır. Gerçeği okumanın yerine ikame edilen niyet okuyuculuğunu doğru bulmuyoruz. Gerçekler dünyasının kurgusal analizlere feda edilmesini doğru bulmuyoruz. Yapılması gereken şeyin, politik tavır alışların nesnel karakterini ve teorik arka planını anlamaya çalışmak ya da bilimsel bakımdan açığa çıkarmak ve tanımlamak olduğuna inanıyoruz.
AKP’NİN LÜTFU MU KÜRT HALKININ GÜCÜ MÜ!
Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” (Kürt atasözü)
Devlet ve AKP’nin Öcalan üzerinden “barış masası”na oturmasının nedeni, gerek AKP’nin gerekse de bir takım “sol” çevrelerin göstermek istedikleri gibi ne Öcalan’ın pişmanlığıdır, ne Kürt ulusal hareketinin yenilgisidir, ne de devletin ve AKP’nin lütfudur. Aksine diktatörlüğün ve AKP’nin Öcalan’ı siyasi muhatap kabul ederek “masaya oturması” 90 yıldır TC ve egemen sınıflar tarafından uygulanan ulusal zulüm politikasının iflas etmesinin sonucudur. Bu bağlamda PKK’nin önderliğinde 30 yıldır yürütülen ulusal demokratik mücadelenin tayin edici rolü bulunmaktadır. AKP’nin son genel seçimden bu yana Kürt hareketine ve PKK’ye karşı geliştirdiği kuşatıp, parçalayıp, etkisizleştirip imha ederek tasfiye etme politikasının politik ve askeri bakımdan başarısız olması da temel bir güncel faktördür. Kürt hareketinin gerek genel seçimlerden başarıyla çıkması, gerekse de özellikle 2012 yılında silahlı savaşımı (“alan tutma”) başarıyla geliştirmesi AKP ve devleti tüm çabalarına karşın boşa düşürmüştür. AKP’nin ve diktatörlüğün özel olarak Kürt sorunu ve hareketini de hesaba katan Suriye’ye dönük son derece saldırgan politikasının ağır bir darbe alarak başarısızlığa uğraması gerçeği de ayrıca vurgulanmalıdır. Bölgesel gericiliğe ve TC’ye rağmen PKK önderliğinde bir Rojava gerçeği (Batı Kürdistan özerk bölgesi) ortaya çıkarak tutundu. Böylece Kuzey Kürdistan merkezli ulusal demokratik hareketin ve PKK’nin bölgesel uluslararası denklemdeki yeri ve ağırlığı da arttı. Yeniden başlayan görüşme süreci aynı zamanda bu güncel temel gerçekle de bağlıdır.
Bu gerçekleri göz ardı ederek geliştirilen tek yanlı ve önyargılı sözde analizlerle ve eleştirilerle yeniden başlamış olan süreci ve gerçeklerini anlamak olanaklı değildir.
Bu tabloyla (da) bağlı olarak Türk egemen sınıflarının, faşist diktatörlüğün ve diktatörlüğün başı Amerikancı dinci-gerici-faşist AKP’nin yüreğindeki “bölünme” korkusunun daha da büyüdüğü bir gerçektir. Geniş Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması programı, emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinin keskinleşiyor oluşu, bölgesel güç dengelerinin yerinde oynuyor oluşunun egemenleri kaygılandırmadığını düşünmek politik saflığın ötesinde politik cehalet olacaktır. Bu tablo içerisinde Kürt sorununun bölgesel uluslararası öneminin arttığı, Kürt ulusunun ulusal mücadelesinin daha fazla uluslararasılaşarak destek ve sempati topladığı ve bu mücadele içerisinde PKK faktörünün gittikçe daha fazla önem taşımaya başladığı açıktır. Yine bu tablo içerisinde bölgesel ölçekte Kürt kartına oynamak emperyalist güçlerin siyasi ve askeri hesapları içerisinde olduğu kesindir. Evet, bölgeye oynayan her emperyalist gücün elinde bir “Kürt kartı” bulunmaktadır. Öcalan ve PKK de bu gerçeğin farkındadır. Öcalan ve PKK de kendince bu vb. çelişkilere oynamakta, Ortadoğu’da Kürt sorunu ve PKK’nin etki gücü üzerinden politika yapmaktadır.
PKK, uzun yıllardır Türkiye ve Ortadoğu’da kendi ulusal devrimci çizgisinde ulusal devrimci bir savaşım vermekteydi. Bu savaşım, 80 sonlarında gerilla hareketinin serhildanlarla birleşmesiyle ulusal devrime dönüştü ya da sıçradı. PKK’nin 93’te başlayan ulusal reformist yönelimi Öcalan’ın uluslararası bir komployla tutsak edilmesiyle birlikte İmralı’da, İmralı çizgisi olarak şekillendi, bu tasfiyeci irade kırılmasıyla birlikte PKK ulusal devrimci çizgiden ulusal reformist çizgiye geçti. Ama iddia edildiği gibi PKK, “tam bir teslimiyet” falan sergilemedi, aksine, yeni çizgisinin politik hedefleriyle bağlı olarak sayısız mücadele biçimine ve başlıca olarak Kürt halkının gücüne dayanarak Kürtlerin ulusal demokratik hakları için mücadele etmeye, diktatörlüğe ağır darbeler indirmeye devam etti. Bunu yok saymak, en hafif deyişle küstahlıktan başka bir şey değildir.
Burası Ortadoğu cangılı. Emperyalistlerin, bölgesel gericiliğin, TC ve Amerikancı AKP’nin PKK ve ulusal demokratik hareket üzerinde hesaplar yapmaması düşünülemez bile. PKK’nin geçirdiği evrimi emperyalistler vb. gerici kuvvetler bilmekte ve buna göre de oynamaktadırlar. Elbette ki hareket üzerinde her türlü hesap-kitap yapılmakta, oyunlar oynanmaktadır ve oynanacaktır da. Bu bağıntıda, ABD’nin, AB’nin yeni başlayan sürece destek açıklaması da anlaşılırdır. ABD’yi de, AB’yi de, TC’yi de yeni bir “barış” sürecine getiren bir dizi faktör bulunmaktadır ama en önemli faktör, PKK’dir, milyonlarca Kürdün mücadele gücü ve kudretidir. Böylesine maddi politik bir gücün varlığı ve etki gücüdür ki her türden gericilik bu güç üzerinde hesap yapabilmekte, tezgah çevirip hareketi tuzağa düşürüp etkisizleştirip tasfiye etmeye çalışmaktadır.
Kürtlerin bu mücadelesini ve etki gücünü görmek yerine emperyalistlerin, devletin, AKP’nin kadir-i mutlak gücüne fazlaca inananların, düşmanın gücünü aşırı abartanların, komplo teorilerine fazlaca kapılanların bu bağlamda bilinçaltını da fazlasıyla yansıtan sözde analizlerinin nesnel ve bilimsel karakterde olması elbette ki beklenemez. Emperyalist devletler, diktatörlük ve AKP, ulusal demokratik hareketi sayısız baskı ve saldırılarla etkisizleştirip tasfiye etmek için sistematik ve kapsamlı olarak çalıştılar, çalışmaya da devam etmektedirler. İmralı irade kırılmasına rağmen esasen hala bunu başarabilmiş değildirler. Emperyalistlerin ve “bölgesel lider TC”nin ve AKP’nin PKK’yi ve Kürt ulusal hareketini, en aza razı ederek (bu özellikle TC ve AKP için daha özel hesap ve kaygıları nedeniyle çok daha geçerlidir) hareketi bitirmek istedikleri kesindir. Keza, PKK ile anlaşarak PKK’nin askeri-politik güçlerini Suriye’ye, İran’a karşı kullanma planları yaptıkları da ve bu beklenti ve baskılarını Öcalan’a ve PKK yönetimine değişik biçimlerde ilettikleri ve yansıttıkları da kesindir. Bunlar anlaşılır gerçeklerdir.
Sürecin karmaşık bir süreç olduğu, sürecin karmaşık biçimlerde gelişeceği, çelişkili eğilimlerin çatışmasıyla iç içe geçeceği de açıktır. Süreç bazı şeyleri de ayrıca açığa çıkaracaktır. Bunlara işaret etmek bir şeydir, PKK’nin emperyalistlerle, AKP ile teslimiyet temelinde anlaşarak hareket ettiğini, olan bitenin danışıklı dövüş olduğunu ileri sürmek farklı bir şeydir. Bu ikincisi, hesaba katılması gereken olasılıkların ötesinde aşırı güvensizlik ve önyargılarla, sosyal şovenizmle belirlenen bir duruşu ifade etmektedir.
Bölgesel arenada karmaşık ve çelişkili ilişkiler ağı içerisinde çeşitli biçimler alarak gelişen, biçimlenen çoklu gerici ve emperyalist bloklaşmalar bir olgudur. Bu bloklaşma şimdilik Sünni ve Şii fay hattı arasındaki yarılmalar üzerinde yükselmekte ya da götürülmeye çalışılmaktadır. Kürtleri, “Şii bloğu”ndan koparma, “Sünni cephe”nin güvenilir ittifak gücü haline getirme strateji ve taktikleri güncel politik gerçeklerdir. Kürtlerin ağırlıklı bölümünün İslam’ın Sünni yorumunu benimsemiş olması bu amaçla da kullanılmaktadır. Bu tablo içerisinde emperyalizmin PKK’yi, daha geniş olarak dört parçada Kürtleri kendi stratejik denklemlerine ekleme hesabının ve yöneliminin olduğu kesindir. Keza, bu tabloyla da bağlı olarak, Türk egemen sınıflarının ABD’nin koruyucu kanatları altında “Ortadoğu’da Kürtlerin hamisi” rolüne ısınmaya başladıkları, böylece, gitgide sınırları şimdilik fiilen büyümüş bir “Büyük Türkiye” politikasına yönelmeye başladıkları ya da gittikçe bu doğrultuda biçimlenen sinyaller vermeye başladıklarını görüyoruz. Türk egemen sınıflarının Kerkük ve Musul petrolleri üzerindeki tarihsel emellerini bilmeyen yok. “Misak-i Milli” sınırlarının Lozan öncesi çerçevesi üzerinden geliştirilen propaganda, “Osmanlı bakiyesi” ve onun mirasçısı TC propagandası, Ortadoğu bizim çiftliğimizdir propagandası tesadüfi değil yani. TC’nin Amerikan emperyalizminin taşeronu ve jandarması olarak üstlendiği, egemen sınıfların bölgesel yayılmacı politikası ile iç içe geçen “bölgesel liderlik” politikası ile tüm bunlar anlamlı bir içsel ilişkiye sahip bulunmaktadır. Burada Musul-Kerkük petrollerinin, Rojava sınırları içerisinde yer alan petrol rezevlerinin, geçiş yollarının vb. egemen sınıfların, sofraya sonradan gelme aç kurt özelliğiyle de AKP’nin ve “yeşil sermaye”nin ağzının sularını akıttığı kesindir. Burada “Kürt korkusu”nu, “bölünme” korkusunu aşmaları durumunda Kürt kartına geleneksel Kemalist “paradigma”nın ötesine geçerek daha rahat oynayacakları kesindir. “Ortadoğu’da Kürtlerin hamisi Türkiye” politikası Amerikan emperyalizminin özellikle Özal’la birlikte gündemleştirmeye çalıştığı bir politikaydı. Ki şimdi bu politika yandaş, candaş, kandaş, hısımdaş, rantdaş, yaltakçıdaş, emperyaldaş medyada daha yüksek bir sesle dillendirilmektedir. Elbette ki bu dillendirme rastlantısal olarak ortaya çıkmamaktadır…
 Ancak bu vb. gerçeklerden yola çıkarak, bugün için PKK’nin söz konusu politikalar temelinde ve doğrultusunda AKP ile bir bağlaşma ve ortaklık kurduğu, böylece teslimiyet ve ihanet ilişkisine girdiği, “AKP projesine taze kan” çizgisinde anlaştığı türünden propaganda ve analizler gerçek dışıdır. Bu sözde analizler nesnel gerçeğin çarpıtılmasına, gerçeklerin yerine kurguların geçirilmesine dayanmaktadır. Kanımızca bugün için PKK emperyalizm, bölge gericiliği, TC ve AKP karşısında bağımsız politik kimliğini kaybetmiş değildir; yarın ya da gelecekte ne olacağını ise bilemeyiz tabii ki. Burada değişik renkleriyle sözde solculuk adına yapılan üstünkörü, önyargılı sözde analizleri geçiyoruz ama, bu propaganda ve manipülasyon özelde devlet ve AKP’nin örgütlediği psikolojik harekatla bağlıdır ve ondan etkilenmeyi dile getirmektedir. Bu psikolojik harekat ve operasyon; devrimci ve ilerici çevrelerde+ezilen ulusal topluluklar ve ezilen inanç çevrelerinde+PKK tabanı ve Kürtler içerisinde+PKK içerisinde, PKK’ye karşı güvensizlikleri, kuşkuları kışkırtmaya, bölünme ve parçalanmayı geliştirip keskinleştirmeye, bu yoldan da irade kırılması yaratıp ulusal demokratik hareketi ve dostlarını teslim almaya kilitlenmiş bir politikanın ürünüdür.
AKP’nin her fırsatta Kürtlerin yenilmiş, Öcalan’ın teslim olmuş, AKP’nin zafer kazanmış olduğu havası yaratma operasyonuna fazlaca inanan safdillerin bu manipülasyondan oldukça etkilendiği açıktır. Oysa yeni bir sürecin başlamasının ana nedeni TC’nin ve AKP’nin deşifre olan, çöken ulusal inkar ve imha politikasıdır. Bu politikanın artık tutmaması AKP ve devleti yeni manevralar yapma zorunda bırakmıştır. Devlet ve AKP’nin son ana dek PKK’ye ve Kürt ulusuna köleci teslimiyeti dayatmak isteyeceğinden, onların “barış”tan anladığının bu olduğundan da kuşku duyulamaz. Ama devlet ve AKP her şey değildir…
Açık ki diktatörlük sıkışmıştır, zorluklarını aşmak için yeni tasfiyeci manevralar peşindedir. Onlar başlamış olan yeni görüşme sürecinde de PKK’den peşin ödeme istemekte ama kendilerinin taksit taksit ödeme yapacaklarını söylemektedirler, ama zaten PKK “peşin ödeme” yaparsa, onların ödeyeceği hiçbir taksit de kalmayacaktır. Bunu da Kürt halkı kabul etmeyecektir. AKP ve dikta, PKK’ye “ölümü gösterip sıtmaya razı etme”ye çalışmaktadır. Evet, hesapları budur. Peki, en ağır bedelleri ödeyen Kürt işçileri, emekçileri, yoksulları bunu öyle kolayca kabul edecekler mi? Bizce öyle kolay kolay bunu kabul etmeyecektirler. “Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” diyen bir tarihsel ve politik deneyime ve belleğe sahip Kürt halkı gerçeği de var karşımızda. 30 yılın savaş deneyimine sahip PKK’nin de öyle kolay kolay çuvala gireceğini ya da tuzağa düşeceğini beklemek ise doğru olmayacaktır. Karayılan’ın, “İnsanlar hayatını koymuş, dağa çıkmış. Şimdi onları geri çekilme konusunda ikna etmek önemli. Silahlı mücadelenin bütünüyle sonlanması, öyle sanıldığı gibi basit bir olay değildir.” vurgusu da bir işarettir bu bakımdan. Yeni bir görüşme süreci başlamıştır, bu yeni bir irade savaşı, yeni biçimlerde sürecek bir savaş demektir, doğaldır ki her bir taraf kendi program-strateji-taktik hattında kendi lehine azami sonuç almaya, kazanımlarını büyütmeye çalışacaktır. Bu, savaşımın doğası gereği böyle olacaktır. Dolayısıyla “Öcalan sattı”, “Öcalan ihanet etti”, “Öcalan Erdoğan’la bir hiç karşılığında helalleşti” türü sübjektif ve Kürtler nezdinde de haklı olarak tepki toplayan değerlendirmeleri doğru bulmamaktayız.
İlerici demokratik bir politik barışın kazanılabilmesi dahi Kürtlerin ve Türkiye halklarının zorlu mücadelesine bağlıdır. Bu olgu, diğer faktörlerle de birlikte, doğal ve kaçınılmaz olarak, egemen sınıfı ve temsilcilerini, amaçladıklarının dışında, zorunlu kaldıkları ya da kalacakları için geri çekilmeye, geri adım atmaya sürüklemektedir ya da sürükleyecektir. Soruna buradan bakmak gerekir. Yoksa emperyalizmden, egemenlerden, diktatörlükten, AKP’den samimiyet, barış, demokratikleşme vs. beklemek saçmalığın daniskasıdır. AKP PKK’yi tasfiye etme politikasını ve niyetini gizlemiyor, aksine açıkça deklare ediyor. Ayrıca, “burası Ortadoğu”, Türk, Arap, Fars, İsrail gericiliğinde, Amerikan emperyalizminde, İngiliz emperyalizminde oyun çok! Bizans ve Osmanlı tezgahında oyun bitmez. “Ortadoğu’da taşlar yerine oturmadan, Irak ve Suriye’den sonra İran’ın da nereye gideceği belli olmadan, Türkiye’nin Kürt sorunu gibi bölgenin Kürdistan sorunu için de kesin bir şey söylemek” elbette ki oldukça erken ve güçtür. Ayrıca unutmamak gerekir ki son derece kaygan ve kaypak, kırılgan bir arenadır Ortadoğu cangılı…
AKP’NİN “TOPLUMSAL ALGI KONTROLÜ”  ve “NE OLUYOR” SORUSU
Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” (Kürt atasözü)
   AKP’nin “toplumsal algı yönlendirmesi” operasyonuna kapılarak kadir-i mutlak bir AKP ve devlet gerçeğine inananlardan ve bu propagandaya kananlardan bir hayli geniş bir kategori bulunmaktadır bu topraklarda. Kuşkusuz ki derin önyargılarla iç içe geçmiş bir inanış türüdür bu. Bunların zaten ne kendilerine, ne proletarya ve halkların mücadeleci gücüne, ne de 30 yıllık savaşın ateş çemberinden geçerek dünyanın en mücadeleci ve en politik halklarından birisi konumuna gelmiş Kürt halkına karşı güven duyguları bulunmaktadır.
Kuşkusuz ki daha düne kadar on bin Kürdü rehin alan, dağı taşı sürekli bombalayan, Kürtleri PKK şahsında dinsizlikle de suçlayan, BDP’li vekillerin milletvekilliklerini düşürmeye, BDP’yi kapatmaya hazırlanan, biz olsaydık Öcalan’ı idam ederdik çığırtkanlığı yapan, idam cezasının geri getirilmesi üzerinden psikolojik savaş yürüten, Öcalan’ı uzun süre tam bir tecrit işkencesi altında tutan, aykırı bulduğu gazetecileri bile açıktan tehdit eden ve işten attıran, Suriye’yi kan ve ateşe boğan AKP’nin, ne oldu da “birdenbire” barış güvercinleri uçurmaya başladığı sorusu derin kuşkular uyandırdı, güvensizlikleri kışkırtan bir rol oynadı. Kuşkusuz ki bu güvensizlikler her şeyden önce Öcalan’a karşı güvensizlikler olarak gündemleşmiştir. Burada da öncelikle  “İmralı çizgisi” başköşeye oturmuştur.
Hatırlatmak yararsız olmasa gerek: PKK’nin İmralı irade kırılmasıyla ulusal devrimci çizgiden ulusal reformcu çizgiye dönüşümü ilerici ve devrimci “Türkiye solu”nun geniş çevrelerinde ciddi bir güvensizlik yaratmıştı. Tabii ki “güvensizlik”ler sadece bu gelişmeyle bağlı değildi ama bu olgunun özelde vurgulanması gerekmektedir… Görüntüde hiçte elverişli olmayan bir politik iklimde görüşmelerin “ani”den başlaması bu çevrelerde derin kuşkular vs. uyandırdığını görüyoruz.
Burada vurgulanması gereken şey, şudur: Güven eksiklikleri, güvensizlikler üzerinden politika üretilemez ve yapılamaz. Olsa olsa en fazlasından bunlar hesaba katılabilir. Karşımızda son derece yakıcı somut bir gerçek var, burada bir halk onurlu, adil, demokratik barış ve çözüm talebini ileri sürüyor ve savaşımını veriyor. Bunu, güvenmiyorum vs. gibi gerekçelerle görmezden gelmek, uzak durmak, tepeden bakmak elbette ki devrimci sorumluluk iddiası ve duyarlılığıyla bağdaşmaz. Meseleye birde bu açıdan bakmakta yarar vardır.
AKP’nin bu “ani” dönüşü iddia edildiği gibi “Öcalan’ın tam teslimiyeti”yle bağlı bir dönüş falan değildir. Bu noktada AKP ve devletin “entegre strateji”sinin ve entegre psikolojik savaşının ve özel psikolojik operasyonlarının etki gücünü görmekteyiz önemli bir faktör olarak.
Devletin ve AKP hükümetlerinin başarısızlığını, ulusal hareketin direnme ve savaş yeteneğini görmeden ve anlamadan işbirlikçi sermayenin ve temsilcilerinin yeni manevralar yapma zorunluluğunu, söz konusu “ani dönüş”ün nedenlerini doğru olarak anlamak olanaklı değildir. Bu yeni girişimin AKP’nin “ortamı rahatlatarak” önümüzdeki süreçte gündemde olan yerel seçimlerden, cumhurbaşkanlığı seçiminden, yeni anayasa yapma sürecinden ve giderek genel seçimlerden güçlü çıkma politikasıyla bağını, bu politikanın 2023 hedefleriyle ve bölgesel çaptaki gelişmelerle bağını bilince çıkarmak gerekir. Kuşkusuz ki devlet ve hükümet, Öcalan’ın olası pozisyon seçişlerini mutlaka hesaba katmıştır. Ancak Kürt halkının ve PKK’nin iç, bölgesel, uluslararası alanda her tür mücadele biçimini kullanarak topyekün direnişi, “askeri çözüm”ün başarısızlığı, devlet ve AKP’yi “siyasi çözüm”le sonuç alma manevrasına getirmiştir. Yani buradaki sorun Öcalan’ın teslimiyeti sorunu değil, devlet ve hükümetin Öcalan’ın ön girişimi üzerinden Öcalan’la görüşmeleri yeniden başlatmak zorunda kalması ya da bu gereksinimi duymasıdır. Eğer Öcalan’ın sürecin başlamasında bir inisiyatifi varsa, bu tabloyla bağlı bir inisiyatiftir ve bizim henüz bilmediğimiz ama Öcalan’ın ciddi uzlaşma öğelerini içinde taşıyan duruşu da (örneğin statü sorunu gibi, İmralı dönüşünde DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün, “Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak türden talepler değil” demesini hatırlayalım) AKP’nin harekete geçişini zorlamış olması gerekir.
Ayrıca geride kalan süreçte ilki 1993’te olmak üzere PKK’nin toplam sekiz kez tek taraflı ateşkes ilan ettiğini, Öcalan’ın Newroz’da okunan açıklamasında genel çerçevesinde ortaya konulmuş olan “yol haritası”nın yanı sıra, daha önce iki “yol haritası”nı daha (15 Ağustos 2009 ve Mayıs 2011’de) hükümete ve devlete sunmuş olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Öcalan’ın yol haritalarının İmralı çizgisi temelinde birbirine bağlı olduğunu, her seferinde yeni öğelerle geliştirildiğini, bu bakımdan da Öcalan’ın hem yaratıcı, hem de esnek davrandığını biliyoruz. Burada hatırlatmak yararsız olmasa gerek: Kürt ulusal devriminin en büyük talihsizliği Batıda Türkiye devrimci hareketinin zayıf olması ve Türk işçi ve emekçilerinin desteğini yeterince alamamış olmasıdır başından beri. Öcalan’ın ve PKK’nin çizgi ve taleplerini geri çekerek daraltarak bugünlere gelmesinde ya da bu süreçte söz konusu zayıflığın, Türkiye devrimci ve komünist hareketinin yapması gereken ama esasen yapamadığı görevlerinin de çok önemli bir yeri olduğu bizce açıktır*.
NEWROZ MESAJI ve GÜVENSİZLİKLER SORUNU
Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” (Kürt atasözü)
Başlamış olan sürece kuşku ve güvensizlikle bakılmasında, mesafeli bir tutum takınılmasında Öcalan’ın Newroz’daki açıklamasında yer alan “bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki kardeşlik ve dayanışma hukuku”nu olumlayan vurgusu, değişik kesitlerde de verilmiş olan Kürt ve Türk ittifakı temelinde birlikte büyüme ve bölgesel güç olma vurgularının da önemli bir yere sahip olduğu görülüyor. BDP üzerinden Öcalan’ın, rezervlerini koyarak da olsa, “Başkanlık sistemi düşünülebilir” ve “Tayyip beyin başkanlığını destekleyebiliriz” türü açıklamalarının ya da Fetullah Gülen’e mesaj yollaması gibi tutumlarının da burada çok önemli negatif etkiler yarattığını ayrıca vurgulamalıyız. Ayrıca ele alınması gereken bu vb. vurgu ve mesajlar çok değişik açılardan okunabilir kuşkusuz. Şimdilik belirtmek isteğimiz şey şunlarla sınırlı olacaktır: Bu mesajlar, bugün için, devlet, rejim ve AKP etrafında kümeleşmiş İslami tabanı ve şovenizmin etkisi altındaki kitleleri etkilemeye dönük, bir “barış iklimi” yaratmaya hizmet etmesi hesabıyla verilmiş politik mesajlardır. Ama salt bunlarla sınırlı da değildir. Bu mesajların, niyetlerden bağımsız olarak, nesnel tarihsel ve politik anlamları vardır. Dolayısıyla bunları göz ardı edemeyiz.
Bu mesajlar, mesajların veriliş tarzı, Öcalan’ın politika tarzındaki pragmatizmle de bağlıdır. Tutsak düştüğü dönemde geliştirdiği İmralı çizgisini inşa ederken Kemalist devleti, orduyu, ABD’ci emperyalist küresel dünya düzenini hoşnut edecek ve eski görüşlerini açıkça yadsıyan tahliller yaptığını ve mesajlar verdiğini iyi biliyoruz. Bugün de benzer bir politik tutumla karşı karşıyayız. Öcalan, seslendiği kesimlerin duymak istediği mesajları verme yöntemini bir politika dili olarak kullanıyor. Bu kez “askeri vesayete son vermiş”, iktidarını sağlamlaştırmış, Türk İslam sentezine dayanan aynı zamanda ama İslamcı Kemalist, bölgesel yayılmacı politikalara fütursuzca sarılan bir AKP gerçeği var karşımızda. Öcalan bu kez de açıklamalarının bir yanına bu tabloyu hesaba katan mesajlar yükleyerek seslenmektedir “kamuoyu”na. Kuşkusuz ki bu tutumları doğru bulmuyoruz. Türk ve Kürt halklarının ve uluslarının tarihsel ilişkilenişinde, etkileşim ve iletişiminde, İslam faktörü, eğrisi ve doğrusuyla, ortak bir kültürel değerdir. Belli sınırlar içerisinde bu durumun dikkate alınması bir yere kadar doğal ve anlaşılırdır. Sorun bundan sonradır, Öcalan’ın söz konusu seslenişi tarihte ve coğrafyamızda ve Osmanlı İmparatorluğu ve TC döneminde İslam gerçeğini esasen yansıtmıyor, manipüle ediyor ve Müslüman olmayan inanç ve etnisitelerde, ezilen inanç topluluklarında, Alevilerde tarihsel bellekte hala canlı bir tarzda yaşamaya devam eden olumsuz tarihsel ve güncel çağrışımları ayağa kaldırıyor. Yurtsever hareketin bu gerçekleri görmesi ve özel olarak hesaba katması gerekmektedir. Nitekim daha sonra yapılan açıklamalarla bu alanlarda ortaya çıkan kaygılar giderilmeye de çalışıldı.
Tarihe atfen (1071’de Anadolu’ya giriş ve sonra Osmanlı-Safevi, Yavuz-Şah İsmail dönemi) şekillenen Türk-Kürt tarihsel ittifakı ve bu ittifakın tarihte oynadığı role değinmeler söz konusu. Ki, Ortadoğu yeniden yapılanırken ve “Sünni-Şii” bloklaşmasının geliştirildiği koşullarda, bölgenin kaderini tayin etmede yeniden kurulacak bir “Kürt-Türk ittifakı” ile bölgede “büyüyen Türkiye” mesajları, tüm bu mesajlar, ilerici kitlelerde, nispeten geniş devrimci ve ilerici çevrelerde kuşku dolu sorgulayıcı bir tavrın gelişmesine yol vermiştir. Kanımızca, gerçekler zemininden kopmadıktan sonra, söz konusu eleştirel yaklaşım ve havanın varlığından tedirgin olmak için bir neden yoktur. Herkes Öcalan gibi düşünmek zorunda da değildir, eleştirel ilişkilenmek doğru bir tavır olacaktır. Burada eleştiriyi bastıran her tutuma karşı olduğumuzu özellikle ifade etmek isteriz.
Kuşkusuz, Kemalizm’in, sosyal şovenizmin ilerici ve devrimci çevreler üzerindeki etkisinin söz konusu duyarlılıkların aşırı abartılarak geliştirilmesinde önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu tutum da elbette ki eleştirilecektir. Ancak, ulusal hareketin ulusal hareket olmasından kaynaklanan niteliğinden dolayı hareketin içerisinde Kürt orta burjuvazisinin de yer aldığını biliyoruz. Kürt burjuvazisi ulusal hareket içerisinde uzlaşıcılığın en güçlü kaynağıdır. PKK ve ulusal demokratik hareket daha militan bir mücadeleye yöneldikçe, ulusal mücadele daha devrimci özellikler kazandıkça ulusal hareket içerisinde Kürt burjuvazisinin sesinin daha fazla kısıldığını, uzlaşmacı özelliğinin geri çekildiğini ama tersi koşullar belirip geliştiğinde, bu koşullarda söz konusu burjuva katmanın sesinin gürleştiğini biliyoruz. (Kanımızca eğer PKK’nin ve ulusal demokratik hareketin inisiyatifi, yarım gönüllü de olsa, ulusal mücadele içerisinde yer alan burjuvazinin eline geçmiş olsaydı ulusal hareketin kazanımlarını bir tas çorbaya çoktan satmış olacaktı.)  Bu bağlamda ya da çerçevede, bölgede Kürt-Türk ittifakıyla büyüyen Türkiye, gelişecek, semirecek bir Kürt burjuvazisi de demektir. İşte bundan dolayıdır ki Kürt burjuvazisi Ortadoğu’da yeni bir Kürt-Türk ittifakı ile büyüme, bu büyümeden aslan payını alamayacak olsa bile, sermaye birikimini geliştirme istek ve arzusu ile dopdoludur. Nitekim egemen sınıflar, devlet, AKP sürekli bu eğilime seslenerek kışkırtmakta, açıkça bu karta da oynamaktadırlar.
İşte bu bağıntıda yeni olmamakla birlikte, dünden bugüne gelen süreçte gerek Öcalan, gerekse de BDP-DTK gibi organizasyonların bu temeldeki açıklama ve mesajları, gerçekte, ulusal hareket içerisinde şöyle ya da böyle yer almakta olan Kürt ulusal burjuvazisinin bir eğilim ve talebine tercüman olmaktadır. Ayrıca eklemek gerekir: Öcalan bu tip çağrılarla işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve devletin iştahına, yayılmacı isteklerine seslenerek de uzlaşma ve çözüm mesajını vermektedir. Kuşkusuz ki bu tutum doğru değildir ve eleştirilmesi gerekmektedir. Doğal olarak, güncel devrimci görevlerden kaçmanın vesilesi yapmadan, bu gerçekleri de eleştirel ortaya koymak, Kürt işçi ve emekçilerini, yoksullarını uyarmak, aydınlatmak gerekir. Biliyoruz ki ulusal mücadelenin en ağır yükünü Kürt burjuvazisi değil, Kürt halkı taşımış, en ağır bedelleri de yiğitçe vermesini bilmiştir.
Komünistlerin ise bugün, yarın ya da gelecekte Kürt-Türk ittifakının Türk-Kürt-İslam sentezi eksenine oturmasına karşı çıkacağı açıktır. Kürt-Türk ittifakına dayanarak (TC’nin BOP’la da bağlı olan) “bölgesel lider TC” emperyal projesine ya da böyle bir ittifaka dayanacak “neoOsmanlıcı” projelere ilkesel olarak karşı olduğu ve olacağı kesindir. Böyle bir politikanın tümüyle gerici, Türkiye ve bölge devrimine, Türk ve Kürt halklarının çıkarlarına karşı yönelmiş ya da yönelecek bir proje olacağı açık ve kesindir. Böyle bir ittifakın Türklerin ve Kürtlerin ittifakı olmayacağı, Türk ve Kürt halklarının ortak çıkarlarına karşı yönelmiş Türk ve Kürt burjuvazisinin ya da egemen sınıflarının ittifakı olacağı açıktır. ABD ve TC’nin böyle bir politika ya da hedeflerinin olduğu kesindir. Keza bu projeye iştahla atlamaya her an hazır bir Kürt burjuvazisinin de olduğu açık ve kesindir. Ancak bu bir şeydir, Öcalan’ın emperyalizmle, TC’yle, AKP ile böyle bir proje üzerinde anlaşarak “barış” sürecine girdiklerini ileri sürmek farklı şeylerdir. Elbette ki komünistler PKK’nin ya da herhangi bir parti ve çevrenin kefili değildirler ve olamazlar da, ancak bu ikinci iddia ve propaganda aşırı önyargıdan kaynaklanan bir iddiadır. Vurgulamak istediğimiz şey, budur. Kaldı ki gelecekte bu politikaların PKK tarafından benimseneceğini de bugünden ciddi ciddi olarak ileri sürmek ayrıca sübjektivizmden başka bir şey değildir.
Somut durumun somut analizi üzerinde gerçek durumu anlamak, tanımlamak, devrimci görevleri saptamak, harekete geçmek, devrimci programın yönetiminde günlük devrimci görevleri üstlenmek bir şeydir, kurguyu gerçeğin yerine geçirerek sübjektivizm dünyasında salvo atışlarında bulunmak farklı bir şeydir. İkincisinde devrimci olan hiçbir şey yoktur ve aynı zamanda sosyal şovenizmin etkisiyle bağlıdır.
Mesela diyelim ki Öcalan’ın dediği gibi Kürtler ve Türkler anlaştı, Türkiye geniş Ortadoğu’nun güçlü, önü tutulamayan lider ülkesi haline geldi. Eee, bu durum Türk burjuva devletinin Türkiye ve bölge devrimi bakımından çok tehlikeli bir durum oluşturacaktır vs. deniyor. Tamam da, bu evlendiğimde çocuklarım olacak, çocuklarım olduğunda acaba onlara bakabilecek miyim, koruyabilecek miyim, acaba çocuklarım iyi insanlar olabilecek mi vb. vb. kaygıları, kuşkuları, güvensizlikleri içerisinde, henüz olmamış bir şey için depresyona düşen, krizden krize yuvarlanan, sözü geçen kötü şeyler olmasın diye “evlenmek”ten vazgeçen herhangi bir erkeğin ya da kadının tavrına benzer. Komünistler, analizlerinde, olabilecek olanlardan değil, olandan yola çıkarak (geleceği de hesaba katarak) savaşımlarını yürütürler. Proletarya ve halklarla da böylece ilişkilenirler. Yok işte gelecekte şunlar bunlar olacak deyip yurtsever harekete ve Kürt halkına ve taleplerine tepeden bakmak ve üstelik bunu da “ilkeli politika”, “politik öngörü”, “ideolojik mücadele” adına pazarlamak gerçeklerden kopmak, demagoji ve manipülasyon yapmak demektir. Ne yazık ki, reformcu ya da devrimci olsun,  üstelik “komünist”lik adına bu vb. tavırları sergileyen az çevre yok coğrafyamızda.
Kürt halkı köleci bir barışı değil, kendi perspektifinden ulusal demokratik haklarının tanınması temelinde bir “onurlu, demokratik, adil bir barış ve çözüm” istiyor. Açık ki Kürt halkının ve yurtsever hareketin barış politikasının teslimiyet üzerinde yükseldiğini ileri sürmek, en hafif deyimiyle, politik cehalet, politik ukalalık ve güncel devrimci görevlerden kaçmayı ifade etmektedir. Bu vb. tavırlar, dışarıdan gazel okumaktan ibarettir. İddia edildiği gibi, Öcalan ve PKK köleci teslimiyete dayanan bir “barış” ve “çözüm” çizgisine geçerse, bunun Kürt halkı tarafından kabul edilmeyeceği de bizce açıktır. Kaldı ki PKK’nin köleci barışı kabul etmesini beklemek de politik hafiflikten, körce önyargıdan başka bir şeyi ifade etmez. Özellikle vurgulamak gerekmektedir: Küçük burjuva reformist ve devrimci eğilimlerin geniş bir korosunun, somut olarak süreci tartışmak, sürecin güçlü ve zayıf yanlarını, tehlikelerini, olanaklarını vb. inceleyerek sorunu güncel gerçekler temelinde ele almak yerine lafazanlık yapmaları dikkat çekmektedir. Özellikle de devrimci yapıların kendi devrimci programlarına bağlı devrimci taktikler geliştirmek yerine, sanki süreç olmuş bitmiş gibi “tartışma”ları, örneğin gelecekte ortaya çıkabilecek olası gerçek durum ve tehlikeleri bugünün tartışmalarının yerine ikame ederek manipülasyon yapmaları dikkat çekicidir. Bu onların içsel zayıflığının, belki de farkında oldukları zaaflarının bir dışa vurumudur aslında.
Geçmeden Kürt meselesi ve başlamış olan yeni görüşme süreciyle ilgili olarak somut gerçeğin karşısına kurgusal manipülasyonu diken, komplo teorisiyle yol alan sözde komünist TKP’nin bazı gerçeklerine dikkat çekmek yararlı olacaktır.
TKP, “ulusalcı sol” içerisinde yer almaktadır. Kemalizm’in, sosyal şovenizmin kulvarında mevzilenen TKP, Türk küçük burjuva milliyetçiliğinin reformist çizgisinin görünümlerinden birisidir. Kürt sorunu, ulusların kendi kaderlerini kendi tayin etme sorunu, “onurlu barış ve demokratik çözüm” talebi karşısında tipik bir burjuva milliyetçi politikayı savunmaktadır. TKP uç bir örnek olarak, Öcalan ve PKK’nin çözüm projesinin bölgede inisiyatif alan Amerikan emperyalizminin bağlaşıklarının projesi olduğunu düşünmektedir. TKP, ulusların kendi kaderlerini kendileri tayin etmesi ilkesini reddetmektedir. Bu ilkeyi, “Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı(nı) evrensel, genel geçer bir ilke olarak değil, dönemsel bir devrimci taktik olarak formüle ettiğini” ileri sürmektedir. Lenin’in revizyonu temelinde geliştirilen bu utanmazca tasfiyeci yoruma dayanarak Kürt sorunu konusunda Türk burjuva milliyetçisi sosyal şoven duruşunu haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Günümüzde ulusal hareketlerin ilerici bir muhteva taşımadığını, emperyalizmin yedeği olduğunu ileri sürmektedir. “Ortadoğu’da emperyalizmin inisiyatif almasına” karşı mücadele adına Kürt ulusal hareketine karşı tavır almaktadır. “Barış ve demokratik çözüm” talep ve mücadelesini de emperyalizmin bölgede inisiyatif almasına bağlamaktadır. Kürt halkının çözüm mücadelesini emperyalizme ve AKP’ye taze kan taşıma politikası olarak mahkum etmektedir. “Cumhuriyetin değerleri”ni ve “kazanımları”nı savunma, liberalizme, şeriatçılığa, emperyalizmin ülkeyi bölmesine karşı çıkma adına Kürt ulusal başkaldırısına, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmesine karşı çıkmaktadır. Üstelik Kürtler karşısında bu kadar hoş görüsüz ve sosyal şoven tavır takınan TKP’nin “irticaya karşı mücadele” kılıfıyla Ergenekon davaları karşısında Kemalist devleti ve kontra güçlerini “yurtsever”lik adına desteklemesi, bu davaları Amerikan komplosu ilan ederek emperyalizme karşı mücadele kılıfıyla generalleri yurtsever ilan etmesi ve savunması da dikkat çekiyor…
Bu politika hemen akla Şefik Hüsnü TKP’sinin “antiemperyalizm”, “irticaya karşı mücadele” vs. adına kamufle olmuş Türk milliyetçisi, sosyal şoven, Kemalist diktatörlüğe yedeklenen politikasını getirmektedir. Günümüz sahte TKP’si de benzer iddiaların ardına gizlenmektedir. TKP’ye göre de Kürtlerin ulusal zulme, inkar ve imha politikasına, egemen ulusun egemenliğine ve ayrıcalıklarına karşı çıkma mücadelesi, ülkeyi bölme, ülkeyi bölmek için emperyalizme, Amerikan emperyalizmine fırsat sunan, AKP’nin ülkede şeriatçı diktatörlük kurmasına hizmet eden bir politika ve mücadeledir. TKP’nin politikası, Kürtleri ve mücadelesini emperyalizmin taşeronu olarak lanse eden ulusalcı, sosyal şoven bir politika olduğu açık ve kesindir. Bu politika, TC tarihi boyunca Türk burjuvazisinin ve devletin değişik fraksiyonlarının değişik biçimlerde kılıflayarak ileri sürdüğü Türkçü milliyetçi politika ve propagandanın “yurtseverlik” ve “komünizm” adına ileri sürülmesinden başka bir şey değildir. Keskin bir komünistlik ve enternasyonalizm, antiemperyalizm kılıfı giydirildiği için TKP’nin tavrı çok daha ikiyüzlü ve tehlikeli bir duruşu temsil etmektedir. TKP’nin, Gülerlerin, Okuyanların “komünizmi”, “yurtseverliği” Türk burjuva milliyetçiliğinin, sosyalizmle maskelenmiş şovenizm olarak ayağa kalkışından, çığlık çığlığa haykırışından başka bir şey değildir. Ve bu çığlık Türkiye proletaryası ve halklarının devrim ve sosyalizm davasına ve mücadelesine karşı da yönelmiş küçük burjuva gerici bir çığlıktır. TKP’nin bu tutumunun en yakın noktasında Kemalist burjuvazinin, “Ergenokon”cu faşist şovenistlerin, sosyal faşizan İP’çilerin, HKP’li sözde antiemperyalist Türk milliyetçilerin vb. durması da tesadüfi değildir yani.
Sözde sosyalist devrim program ve stratejisini savunan TKP’nin, vb.lerinin Kürt sorunu ve mücadelesi karşısında, son tahlilde de olsa, bir biçimde buluşmalarının rastlantı olmadığı da bir o kadar açıktır. Bunlar, demokrasi/politik özgürlük mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki ilişkileri hiçbir zaman anlamamışlardır. Türkiye’de devrimin ilk adımının sosyalist devrime bağlanmış antiemperyalist demokratik halk devrimi olduğunu yadsıyan cenahın (ki bu kategoride yer alan akımlar içerisinde de devrimci olanlarla reformcu olanlar mevcuttur) sözde sosyalist devrim savunuculuğunun da söz konusu küçük burjuva milliyetçi, sosyal şoven politik duruşlarında önemli bir yerinin olduğunu belirterek geçelim şimdilik. Kaldı ki Kürt ulusal mücadelesi karşısında politik sektarizm ve doktrinerizmden ibaret tutumların salt sosyalist devrim savunucularıyla sınırlı olduğunu da iddia etmek ayrıca saçmalık olacaktır. Burada belirleyici olan şey, nesnel sınıf konumlarıdır, sınıfsal karakterlerdir, sınıfsal tutum alışlardır… Burada belirleyici olan şey, milliyetçi sosyalizm anlayışlarının proletarya sosyalizmiyle hiçbir ilişkisi olmadığı gerçeğinin öne çıkarılarak vurgulanmasıdır.
EVET, PKK ÇİZGİSİ “DEMOKRATİK MODERNİTE” ÇİZGİSİDİR
Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” (Kürt atasözü)
PKK’nin “barış ve demokratik çözüm” politikasının ideolojik-teorik olarak dayandığı çizgiyi eleştiriyoruz ve eleştirmek de gerekmektedir. Bu çizgi, teorik, programatik, stratejik olarak demokratik kapitalizm ve burjuva demokrasisi savunuculuğunda ifadesini bulmaktadır. Bu çizgi, nesnel olarak, Kürt sorununun kısmi burjuva demokratik çözümüne dayanmakta ya da onu yansıtıp somutlaştırmaktadır. Bu çizgi devrim değil, sosyal reformlar çizgisidir. Bu çizgi Kürt sorununun anayasal reformlarla çözümünü hedefleyen ve temsil eden bir çizgidir. Kürt sorununa anayasal bir sorun olarak bakan bir çizgidir. “Demokratik cumhuriyet”, “devletin demokratikleştirilmesi”, “demokratik modernite” kavramları bu çizgiyi kısa ve özlü ifade edip yansıtmaktadır. Ve bu çizgi, Öcalan tarafından çağımız için geçerli bir çözüm programı olarak formüle edilip savunulmaktadır. Bu çizgi, 93 reformist yönelimiyle* açığa çıkarak İmralı dönemeci ve irade kırılmasıyla PKK’nin temel siyasal çizgisine dönüşmüştür. PKK’nin devrimci çizgisini terk etmesi halklar ve bölge devrimi adına ağır bir kayıp olduğu kesindir. Keza siyasi kazanımlarının en önemli güvencesi olan ve olacak olan silahlara, silahlı mücadeleye elveda demesi de başta Kürt halkı olmak üzere halklar için çok ciddi bir kayıp olacağı açıktır.
İmralı çizgisinden sonra PKK’nin silahlı mücadelesi Kürt sorununun anayasal demokratik ya da anayasal burjuva demokratik çözümüne endeksli bir mücadeledir. Bugün için yurtsever hareketin silahlı ve silahlı olmayan mücadele biçimlerini kapsayan duruşu anayasal bir barışı ve demokratik çözümü hedeflemektedir. Askeri mücadele siyasi mücadelenin bir devamı, tamamlayıcı bir aracıdır. Silaha siyaset kumanda eder ve böylece silah ve askeri mücadele PKK’nin reformist program ve stratejisinin, siyasetinin hizmetindedir. Dolayısıyla PKK politik hedeflerine ulaştığını düşündüğü yerde, silahlı mücadeleyi de bırakacaktır. İmralı çizgisiyle birlikte silahlı mücadele PKK için artık ilkesel, stratejik değer taşıyan bir mücadele değil, taktiksel bir mücadeledir. PKK politik hedeflerine ulaştığında özsel olarak ulusal sosyal reform partisi olarak düzenin sınırları içerisinde siyaset yapacaktır. Kuşkusuz ki PKK “homojen” bir sınıf partisi değildir ve içerisinde değişik sınıf ve tabakaların eğilimleri yer almaktadır. Sürecin ilerde nasıl şekilleneceği ve olası gelişmeler üzerinde yorum yapmak hele de bu yazı kapsamında gereksizdir. Ancak PKK’nin mücadelesi objektif olarak devrimci bir rol oynamakta, “demokratik çözüm ve barış” mücadelesi ilerici demokratik bir muhtevaya sahip bulunmakta, devrimci kitle hareketi ve serhildan yolunda ilerlemektedir, örneğin Amed Newroz kutlamalarından da görülebileceği gibi.
PKK iddia edildiği gibi kafese girerek, teslim olarak değil, silahlı ve silahsız mücadele biçimleriyle direnerek, savaşarak, milyonlar üzerindeki etkisini sefer ederek bu haklarını koparıp almak için mücadele etmektedir. Ve o, bu mücadele sürecinde devrimci eylemler yöntemini de kullanmaktadır. Bugün için henüz PKK silahları da bırakmış değil. İçerisine girilmiş olan yeni süreçle birlikte sürecin nihai olarak silahların terk edilmesi noktasına varacağı da henüz kesin değildir; belli ki süreç karmaşık, çatışmalı, çelişik eğilimlerin ve gelişmelerin baskısı altında ilerleyecektir. Burada söz konusu olan ulusal demokratik hareketle devlet arasında henüz başlamış olan bir süreçtir. Bu sürecin öyle lanse edildiği gibi basit bir şekilde gelişerek silahların bırakılmasıyla noktalanacağını düşünmek, gerisinin danışıklı dövüş olduğu “analizler”i yapmak yüzeysellikten başka bir şey değildir.
“Sosyalizm”, “devrim”, “kuyrukçuluğa karşı mücadele” vs. adına bu gerçekleri yok saymak, küçümsemek ne devrimciliğin ne de komünist devrimciliğin harcı değildir. Aksine bu tutum ve duruş, nesnel olarak, devletin ve AKP’nin tasfiyeciliğine “sol”dan yedeklenmek anlamına gelmektedir. Bu zihniyet ve duruş, egemen ulus milliyetçiliğinin etkisini de yansıtmaktadır.
                “ONURLU BARIŞ, DEMOKRATİK ÇÖZÜM” TALEBİ
REFORMİZM, DEVRİMCİ-DEMOKRASİ, KOMÜNİST DEVRİMCİLİK…
PKK’nin ve Kürt halkının mücadelesi ve bilinen talepleri tümüyle haklı ve meşrudur. PKK’nin “barış ve demokratik çözüm” süreci Kürt halkının mücadeleci gücüne ve dinamizmine dayandıkça, Kürt halkının talebi olmaya devam ettikçe ilerici demokratik karakterinden dolayı politik açıdan desteklenmelidir. Politik açıdan bu destek komünistler bakımından, sömürgeci faşist diktatörlük ve başı AKP Hükümeti ile Kürt ulusu ve halklar arasındaki çelişkiye dayanarak politik özgürlük mücadelesini yükseltmede, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmede ifadesini bulur sadece. “Barış ve demokratik çözüm” talebi Kürtlerin ulusal demokratik haklarının eksiksiz tanınması, ulusların ve dillerin hak eşitliği, halkların kardeşliği, politik özgürlüğün kazanılması propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve eylem hattına enerjik bir tarzda içerilerek mücadelesi verilmelidir. Burada da geçerli ilke, “Hak verilmez, alınır!” savaşım çizgisidir.
Komünistlerin görevi, bu bağıntıda da artçılık, destekçilik, seyircilik, pasifizm değil, bağımsız politik komünist devrimci çalışma ile sürece dolaysız müdahil olmaktır. Antifaşist nitelikte geniş ittifaklar ağı bu müdahalenin sacayaklarından birisidir sadece. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük ilkesi temelinde komünistler yurtsever hareketle, ilerici, devrimci demokratik güçlerle birleşik bir politik faaliyeti geliştirmekle yükümlüdür. Ancak bağımsız politik çalışma birleşik mücadelenin platformları ile sınırlı olmamalı, onu da içerip aşacak bir derinlik ve genişlikte yürütülmelidir. HDK/P gibi bir platform önemli bir platformdur işlevselleştirilmeli ama çalışmalar HDK/P’nin sınırları içerisinde, arkasında ve gölgesinde kalmamalıdır. En nihayetinde HDK/P’nin program ve stratejisi devrimi hedefleyen devrimci bir program ve strateji üzerinde yükselmemektedir, meşru ve yasal çerçevede demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, alanının genişletilmesiyle sınırlı bir çizgidir. Buradaki birlik, antifaşist, antiemperyalist taleplerle mücadelede gerçekleşmiş bir birliktir. Burada söz konusu olan ne proletaryanın asgari ne de azami programı üzerinde kurulmuş bir birlik ya da birleşik mücadeledir. Bu temel gerçeğin keskin bilinciyle söz konusu platformu etkinleştirmek gerekir. Doğaldır ki komünistler bu platformla da ilişkilenirken kendi devrimci ve sosyalist amaçlarına bağlı olarak hareket ederler; kendilerini platformun çizgisiyle de sınırlandırmazlar.
Kürt halkının tümüyle meşru ve haklı olan “onurlu barış ve demokratik çözüm” talebiyle ilişkilenirken her bir akım kendi niteliğine bağlı olarak hareket edecektir.
Reformist hareket herhangi bir talebin olduğu gibi “barış ve demokratik çözüm” talep ve mücadelesini de reformlar programına, stratejisine, taktiklerine bağlı olarak ele alır ve yürütür. Bu bir.
Devrimci-demokrasi bu talep ve mücadeleyi sosyalizm programıyla bağı olmayan, nihai olarak demokratik kapitalist bir ekonomik ve toplumsal düzen kurmaya endeksli, proletaryanın asgari ama küçük burjuvazinin azami programı olan devrimci asgari programına bağlı olarak ele alır ve yürütür Bu iki.
Komünistler ise “barış ve demokratik çözüm” talebini ve mücadelesini kendi programına (asgari ve azami) bağlı olarak ele alır ve mücadelesini verirler.
Her üç siyasal akım da talepleri ve günlük politikasını kendi programlarına bağlı olarak ele alarak pratikleştirirler. Böylece günlük politika ile programları arasındaki içsel bağ ve temel ayrım çizgileri de ortaya çıkarak yansır somutlaşır. Bu da üç.
Vurgulanması gerekmektedir: Günlük mücadele ve taleplerle, “barış ve demokratik çözüm” talebi gibi taleplerle reformcu bir akım da, devrimci-demokrat bir akım da, komünist devrimci bir parti de ilişkilenebilir ve mücadelesini verebilir. Bu akımlar arasındaki niteliksel farklılık, buradaki temel ayrım noktası, programla günlük çalışma arasındaki temel bağda, programla günlük siyasal çalışma arasındaki bağda ortaya çıkar ve somutlaşır. Çünkü güncel taleplerin mücadelesini gündelik pratik içinde herkes verebilir, bu alan kimsenin tapulu malı, sadece komünistlere tapulu bir alan değildir. Burada önemli olan bu taleplerin mücadelesinin hangi perspektiften verildiğidir, işte burada da program ve stratejinin yaşamsal ve belirleyici karakteri ve yönü tayin eden niteliği açığa çıkar. Eğer temel ayrım noktası burası olmamış olsaydı, bu durumda, söz konusu üç akım arasındaki sınır çizgileri silinmiş, ortadan kalkmış ve bu üç akım da aynı ruhta birleşmiş olacaktı. Örneğin komünist hareket, “barış ve demokratik çözüm” talebini programına ve stratejisine bağlayarak bu mücadeleyi geliştiremezse, bu durumda reformizme düşmesi ya da sapması kaçınılmaz olacaktır.
Biz komünistler Kürt sorununun sınırlı bir burjuva demokratik çözümü, sistem sınırları içerisinde anayasal bir çözümü için değil, devrimin zaferine ve programımıza bağlı olarak devrimci çözümü için savaşmaktayız. Kürt halkının ileri sürdüğü ve mücadelesini verdiği “onurlu barış ve demokratik çözüm” talebine verdiğimiz politik desteğin bizler için bağlandığı perspektif, ifade ettiği şey, budur. PKK’nin hedef ve çözüm çizgisi bizim çizgimiz ve çözümümüz değildir ve bu açık ve kesindir. Dolayısıyla Komünist Hareket’in Kürt halkının kendi öz gücüne ve mücadelesine dayanarak ileri sürdüğü “barış ve çözüm” talebini haklı görmesinden politik açıdan desteklemesinden hareketle kendi programını reddettiği, reformist bir barış programını temel alarak hareket ettiğini ileri sürenler açıkça saçmalamaktadırlar. Temel perspektifimizi yok sayarak utanmazca bizleri “kuyrukçuluk”la, “PKK’nin kanatları altına” sığınmakla, “PKK’nin kullandığı sol” olmakla vb. türden sözde eleştiri yapanlar açıkça sosyal şovenizmle de iç içe geçmiş bir demagoji ve manipülasyon yapmakta, ilkesiz siyasetçiler olduklarını da ele vermektedirler.*
Komünistler için reformlar, devrimin yan ürünleridir. Devrimin zaferi için savaşırken bu mücadelenin yan ürünü olarak Kürtlerin anayasal çerçevede de olsa ulusal kimliğinin koparılıp alınması hem tarihsel, hem de politik açıdan çok önemli bir gelişme ve değişimi ifade edeceği açıktır. Kuşkusuz ki bu, Kürt sorununun kesin ve köklü çözümü değil, kısmi burjuva demokratik çözümü olacaktır. Ama böyle bir kazanım egemen sınıfların lütfu sayesinde değil, başta büyük bir bedel ödeyen Kürt halkı olmak üzere halkların savaşımının ürünü olacaktır. Ki, savaşım burada durmayacaktır, ulusların ve dillerin hak eşitliğinin, özgür eşit iki ulus ilişkisinin, gönüllü birliğin de garantisi olacak devrimin zaferi ve giderek sosyalizmin zaferi hattında kavga devam edecektir. Emperyalist ekonomizme karşı savaşımı da elden bırakmayan Lenin’in dediği gibi, “Emperyalizm çağında yalnız UKKTH değil, ama siyasal demokrasinin bütün temel istemleri, ancak yarım yamalak, kolu kanadı kırpılmış biçimde ve tamamen ‘istisnai’ biçimde ‘gerçekleştirilebilir’ bir nitelik taşıyor.” Kürt sorununun kısmi burjuva demokratik çözümü ile Kürt sorunu köklü çözülmüş, Türkler ve Kürtler arasındaki ilişkiler özgür, eşit, gönüllü iki ulusun birliği olarak şekillenmeyecektir. Bu durumda, egemen sınıfın, TC’nin “resmi ideolojisi”, ulusal zulüm politikası ağır bir darbe yemesine rağmen egemen ulusun egemen ve ayrıcalıklı konumu inceltilmiş bir biçimde sürecektir.  Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünü köklü bir tarzda kazanması sorunu hele de Ortadoğu gibi bir arenada bir devrim sorunudur, Türkiye’de politik özgürlüklerin köklü bir tarzda kazanılması sorunu bir devrim sorunudur. Bu özgürlüklerin, egemen sınıfların egemenliğinin burjuva demokrasisine dayanan bir diktatörlük biçimini öngörmediğini, dahası, bu diktatörlüğün devrimin zaferi temelinde sınıfsal temeli ve uluslararası destekçileriyle birlikte yıkılmasına dayandığı ve dayanacağı açıktır. Bu bağlamda Türk ulusundan işçi ve emekçilere dönük görevleri belirlerken “Adil, onurlu ve demokratik barış mücadelesi, Kürtlerin taleplerinin haklılığını, barışın ancak Kürt ulusal demokratik haklarının kabulüyle gerçekleşebileceğini, Türk halkımızın acısını çektiği politik özgürlük yoksunluğunun da ancak böyle son bulabileceğini, milyonlarca Türk emekçiye durmaksızın göstermeyi gerektiriyor. Girilecek müzakere sürecinde hükümetin barışa zorlanması ve barışa ulaşmanın şartı olarak da Kürt halkımızın taleplerini karşılamaya itilmesi için Türk emekçilerin AKP’ye politik baskını örgütleme görevi, kilit güncel halkayı meydana getiriyor.” türünden reformist ve reformist hayaller yayan yaklaşımlara da düşülmemesi gerekiyor. Bu çerçevede yapılacaklarla ve kazanımlarla ne “adil onurlu ve demokratik barış” kazanılmış ne de “Türk halkımızın acısını çektiği politik özgürlük yoksunluğu” böylece “son bul”muş olacaktır. Olsa olsa başta Kürt halkı olmak üzere haklarımız için kısmi politik hak ve özgürlükler elde edilmiş olacaktır. Hem yukarıdaki sözleri söyleyip propagandasını yaparak, hem de bu yoldan ilerlemenin ve kazanımlar elde etmenin “faşizmin halklarımızın birleşik devrimci eylemiyle alaşağı edilmesinin yolunu döşeyece”ğini söylemek bir çelişki ve eklektisizmdir, böyle bir ilkesizliğe ve tutarsızlılığa düşmekten ısrarla kaçınmak gerekir. Sözü edilen çerçevede “AKP’ye politik baskı”nın etkili olması, diyelim ki AKP’nin dize gelmesi koşullarında da, düzenin ve egemen sınıfların egemenliği sürecek, Türk ulusunun ayrıcalıkları azalsa bile devam edecek, gerek Kürt halkı gerekse de proletarya ve halklar için politik özgürlüğün devrimle koparılıp alınması Türkiye devriminin temel tarihsel ve politik gündemi olmaya devam edecektir. Komünist devrimci programa bağlı sorunun ortaya konuluşunun tek evet tek biçimi budur. Bu koyuş tarzına ters düşen her saptama ve söylem komünist çizgiye kesinkes aykırıdır.
Kürt sorununun kendi başına tecrit bir sorun olarak ele alınamayacağı açıktır. Politik özgürlük sorunu kendi başına Kürt sorunuyla sınırlı bir özgürlükler sorunu da değildir. Kürt sorunu devrimimizin ve bölgesel devrimin temel sorunlarından ve dinamiklerinden birisidir. Kürt ulusal özgürlüğü sorunu politik özgürlüklerin devrimle kazanılması demek olan genel politik özgürlüklerin temel sacayaklarından birisidir, dahası politik özgürlük mücadelesinin en keskinleşmiş sorunudur. Fiili mücadeleyle Kürtlerin ulusal hak ve özgürlüklerinin belli ölçekte anayasal düzeyde kazanılması Kürt sorununun kısmi burjuva demokratik çözümünü ifade eder sadece. Ayrıca Öcalan’ın “demokratik özerklik” statü talebini ve ana dilde eğitim talebini (kamuoyuna yansıdığı ve anlayabildiğimiz kadarıyla!) bir ölçüde geri çektiği, sürece yayarak elde etmeyi hedeflediği anlaşılıyor. Ayrıca BDP ve DTK’nın açıklamalarından görülebildiği kadarıyla “demokratik özerklik statüsü” yerine “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” sözleşmesinin TC tarafından kabul edilmesinin (ki TC bu sözleşmeyi kabul etmiştir ama Kürt sorunu bağıntısını dikkate alarak bazı çekinceler koymuştur) şimdilik yeterli olacağı özlü açıklamaları dikkat çekicidir. Bu açıklamaların İmralı’dan bağımsız olmadığı anlaşılıyor. Ki bu durum, Öcalan’ın daha fazla esnemiş olduğunu gösteriyor. Ulusal demokratik hareketin İmralı çizgisiyle birlikte zaten geri çekerek daralttığı taleplerini giderek daha fazla geriye çekme tutumu gösterdiği anlaşılıyor. Kandil’in devlet ve AKP karşısında ilk başta bazı taleplerle ilgili gösterdiği kararlılığının İmralı cereyanına dayanamadığı anlaşılıyor. Bu durumun haklı eleştirilere yol açtığı da bir gerçektir.   
Evet, bu böyledir, ama böyledir diye, sorundan uzak mı kalacağız? Elbette ki hayır, gücün her ne ise, bu güce dayanarak PKK’nin program ve hedeflerinin değil, kendi program hedeflerinin yönettiği taktiksel politikalarla sürece müdahil olacaksın. Sürece müdahale edeceksin, olanakları realize edeceksin, hedeflerin doğrultusunda güç yaratarak yürüyeceksin vb. Yani sen yoksun diye, senin bir etki gücün yok diye, senin dışındaki hareket seni beklemiyor ve beklemeyecek diye, nasıl olsa sırtında yumurta küfesi taşımayanların hafifliğiyle atıp tutmak mı gerekiyor? Açık ki bu kulvarda çığırtkanlık yapanların tavrı, bir yandan egemen ulus şovenizmini, öte yandan da ezilen ulus milliyetçiliğini güçlendirmeye hizmet etmekte ya da yedeklenmektedir. Değişik renklerden bir bölük reformist ve devrimci-demokrat parti ve çevrenin tüm keskin devrimcilik gösterilerine karşın, objektif durumları budur.
Neymiş efendim, kapitalizmde bu sorun da köklü çözülemezmiş! Pek güzel, o halde bir yanda kapitalizmi yıkacak mücadeleyi yürütürken, bir yandan da program ve program hedefinin yön vereceği şekilde, senin iradenin dışında süren ve mücadelesi verilen “barış ve demokratik çözüm” talebine kendi hedeflerine bağlanacak tarzda sahip çıkararak mücadele et. Bu iki mücadeleyi birleştirerek koparılıp alınabilecek reformların olabilecek en ileri biçimlerde koparılıp alınması için mücadele et ve bunlar senin için devrimin yan ürünü olan reformcu siyasal kazanımlar olarak kayda geçsin. Eleştirilerini de, ideolojik mücadeleni de böyle bir çalışmanın eşliğinde yürüt. Ama neymiş, bu da “ilkeli politika”ya ters düşermiş. Uzak durmak, seyretmek, “ilkeli eleştiri” adına keskin devrimci söylemlerle laf ebeliği yapmak, sonra dönüp aynaya bakıp kendinden memnun ne yaman ilkeli komünistleriz diyerek kendinden geçmek gerçekte hem bir trajedi, hem de bir komedidir.
KÜRT HALKININ TALEPLERİ ve MÜCADELESİ GÖRMEZDEN GELİNEMEZ
“İLKELİ POLİTİKA”, SEKTARİZM, DOKTRİNERİZM ve SOSYAL ŞOVENİZM
İlkesel, programatik ve stratejik olarak Kürt sorunun ele alınış tarzı ile güncel politik müdahale bakımından “barış ve demokratik çözüm” sorununun ele alınışı arasında kopmaz ve vazgeçilemez bağlar vardır. Burada birinciler ikincisine yol gösterir ve ikinciler, birincilerine bağlanarak şekillenir.
Teorinin, programın, stratejinin genel ilkelerini tekrarlayarak ya da salt bunları vurgulayarak güncel politika yapılamaz, taktik politikalar geliştirilemez. Program ve taktik birliği, stratejinin taktiksel politikaları yönetmesi bir şeydir, bu birincileri taktik politika, güncel politika yapmak olarak lanse etmek farklı şeylerdir. Küçük burjuva milliyetçiliğinin ilerici ve devrimci-demokratik eğilimleri “ilke”lerin, genel devrimci hedeflerin (ki reformistler için bu salt lafazanlıktan ibarettir) ardına gizlenerek ve bunlar üzerinden çığırtkanlık yaparak sözde “ideolojik mücadele” yürüttüklerini fütursuzca ileri sürmektedirler. Ee, böyle olunca da bunlardan bir şeyler öğrenmek vs. olanaklı olmuyor tabii ki. Keza,  komünistlerin tasfiyeci analizleri, tasfiyeci oportünist yönelimleri, tasfiyeciliği yansıtan pratik-politika tarzıyla da bir ilişkisi olamaz ya da bunları benimsemesi de zaten düşünülemez. Taktiğin yerine program ve stratejiyi ikame etmek olduğu kadar, programın, stratejinin yön vermediği bir “barış”, “demokratik çözüm” propaganda ve ajitasyonu da doğası gereği tasfiyeci oportünizmden başka bir şey değildir. Öcalan ve PKK çizgisini Marksist-Leninist söylemle renklendirip örtüleyerek savunma, propagandasını yapma, yenilir yutulur hale getirerek kabul ettirme duruşunda da Marksist-Leninist olan hiçbir şey olmadığı gibi, tasfiyeci oportünizmin ifadesi olacağı açıktır. Komünistler her ikisiyle de kendi arasına sınır çizgisini çekmesini bilirler ve bilmelidirler. Komünistlerin ilkesizlik ve pragmatizmden başka bir şey olmayan “reelpolitiker” oportünizmle bir ilişkisi olamaz. Komünistlerin “eylem her şey, nihai amaç hiçbir şeydir” diyen revizyonizmle, “anı yaşa” diye haykıran oportünizm ve postmodernizmle, “faydalı olan doğrudur” diyen pragmatizmle hiçbir ilişkisi olamaz. Bu tasfiyeci görüngüler nerede, ne zaman, nasıl ortaya çıkarsa çıksın, ilkesel olarak komünistler tarafından ret ve mahkum edilir ve edilmelidir.
“İlkeli politika” adına, mücadele eden milyonlarca Kürdün ilerici demokratik taleplerini görmezden gelerek demagojik “eleştiri” yapanların tavrı lafazanlıktır. Lafazanlarımızın bu tutumu ile Komünist Hareket’e yönelttikleri “eleştiri”ler arasında da kopmaz içsel bir bağ vardır. Komünistlerin bir halkın, milyonların haklı, meşru mücadele ve taleplerini kendi asgari ve azami programına bağlayarak politik açıdan desteklemesini hokkabazca yok sayarak demagoji yapanların bizlere dönük söz konusu sözde (kuyrukçuluk vs.) eleştirileri birbirini tamamlamaktadır. Kerameti kendinden menkul çığırtkanlıkla, demagojik kalem darbeleriyle manipülasyon yapanların konu bağlamında da sosyal şoven, dar grupçu, sekter, tasfiyeci bir zihniyet ve duruş sergiledikleri açıktır. Kürt sorunu bu toprakların ve devrimimizin temel dinamiklerinden birisidir. Kürt sorunu sadece Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin değil, bizi sarıp sarmalayan bölgenin bölgesel devrimlerinin de temel devrimci dinamiklerinden birisidir. Küçük burjuvazimiz sınıfsal doğası gereği bu gerçekleri hiçbir zaman anlayamamıştır. Bu dinamiğin devrimimizin ve bölgesel devrimin gelişmesindeki yerini ve bölgesel uluslararası perspektiflerini kavrama niteliğinden yoksundur. Böyle olduğu içindir ki devrimci enternasyonalist bir duruş sergileyememiş, kesintisiz tarzda işkembe-i kübradan savurmaya devam etmiştir. Böyle olunca da bu devrimci dinamikle güncel devrimci politika üzerinden de ilişkilenememiştir. Sözde ilkeler, sosyalizm adına lafazanlık yaparak bu dinamikten uzak durmuş, bu dinamikle ilişkilenerek devrimin zaferi için bir duruş ortaya koyamamıştır. Bu sözde sosyalistlerimiz (örneğin TKP, Kızıl Bayrak, Yürüyüş çevresi gibi) sosyalizm, enternasyonalizm adına böylece aynı zamanda proletarya sosyalizmine de ağır zararlar vermeye de devam etmişlerdir. Küçük burjuva sosyalistlerimizin havanda su dövmekten vazgeçmeyecekleri ise bellidir.  
Komünistler, Kürt sorunu Kürtlerin sorunudur, barış talebi de Kürtlerin talebidir o halde bu talep ve mücadeleyi Kürtlere ve PKK’ye bırakmalıyız, bizi ilgilendirmez ya da biz sadece eleştirmekle yetiniriz diyemezler. Eşit, onurlu, adil, demokratik barış talebini ve mücadelesini bu talebi sahiplenen küçük burjuva reformist örgütlere ve ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici demokratik politik eğilimlerine bırakmak da komünistlerin işi değildir. Komünistler bir yandan pasifist, ütopik, küçük burjuva liberal barış propagandasına karşı çıkarken, öte yandan da herkesten önce bu taleplere sahip çıkarak devrim ve sosyalizm kavgasına tabi kılarak mücadelesini verirler.
Bugün yeniden başlamış olan görüşme trafiği ve “barış” süreci, Kürt ulusal isyanını Türk halkı nezdinde de meşrulaştırma, şoven önyargıları kırma, ulusal zulüm politikasını ve kirli savaşı sorgulama imkanlarını büyütüyor. Türk işçi ve emekçilerine göreli olarak daha kolay seslenme, ulaşabilme, bağ kurma, halkların kardeşliği için seferber edebilme, onların alttan alta birikmiş ama bastırılmış barış ve çözüm özlemini ve isteğini açığa çıkarma, diktatörlüğe karşı yöneltme olanağı sunuyor. “Kamuoyu yoklamaları”, Türk halkının büyük bir çoğunluğunun, çelişkili eğilimlerine karşın “barış” ve “sorun çözülsün” dediğini ortaya koyuyor. Ayrıca, başlamış olan yeni süreç, göreli de olsa, AKP önderliğindeki diktatörlüğün Güney Batı Kürdistan’a (Rojava) dönük saldırgan politikasını bir ölçekte sınırlayarak da nefeslenme, mevzilerini sağlamlaştırma olanağı sunuyor. Bu yeni süreç, bugün için diktatörlüğün haksız ve sömürgeci savaşı tırmandırarak ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçi saldırganlığı yükseltmesini önleyip, sınırlayıp geri çekiyor. O halde bu ortamı, potansiyel ve reel olanakları değerlendirebilmek için, politik çalışmaları yoğunlaştırıp genişletmek için devrimci bir tarzda değerlendirmek gerekir. Bu olanağı tepip geçmede devrimci ve sosyalist olan hiçbir şey yoktur. Bunu “ilkeli politika”, “reformizme karşı mücadele”, “ideolojik mücadele” adına görmezden gelenlerin politik körlüğü ve artçılığı mücadeleye zarar vermekten başka bir şeye de hizmet etmemektedir ne yazık ki. 
Komünistler, temel politik özgürlükler için mücadele ederken, bu mücadeleye bağlanmış bir şekilde “barış ve demokratik çözüm” ajitasyonunda Kürt ulusal kimliğinin anayasal düzeyde tanınması, Kürtlerin statü, ana dilde eğitim taleplerinin anayasa katında kabul edilmesi için mücadele verirler. Koruculuğun, özünde DGM’lerden başka bir şey olmayan Ağır Ceza Mahkemeleri’nin, özel timlerin, JİTEMvari örgütlerin vb. lağvedilmesi, zindan kapılarının açılması, kirli, sömürgeci savaş suçlularının yargılanması, toplu katliamların hesabının sorulması, gözaltında kaybedilenlerin açığa çıkarılması ve bu suçluların yargılanması, TMY’nin vb. yasaların kaldırılması, seçim ve siyasi partiler yasalarının değiştirilmesi, köye dönüşlerin güvence altına alınması, savaş tazminatlarının ödenmesi, Kürtlerin dil ve kültürünün özgürce gelişmesi önünde engel olan her türlü resmi ve fiili engellerin kaldırılması vb. gibi taleplerin mücadelesini verirler. Düşünsel ve politik faaliyetlerin, örgütlenme özgürlüğünün önündeki yasal engellerin kaldırılması için mücadele yürütürler. Kirli, haksız savaşa ayrılan ve yönlendirilen maddi ve mali kaynakların savaşın derin yaralar açtığı, korkunç kayıplar vermesine neden olduğu için özelde Kürt halkına ve giderek Türkiye işçi emekçilerinin iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine aktarılması için mücadele ederler. Düzenin sınırları içerisinde de olsa, bu taleplerin koparılıp alınması, işçi sınıfının ve halkların yararına olacağı açıktır. Böyle bir gelişmenin, Türk ulusundan işçi ve emekçiler için de gerçek kazanımlar olacağı aşikardır. “Reformculuk olur” lafazanlığıyla bu mücadeleye sırt çevrilemeyeceği herkes nezdinde açık olmalıdır. Bu kazanımların mücadeleyle koparılıp alınmasının emperyalizmi, diktatörlüğü, “bölünme”yi güçlendirmeyeceği, aksine sınıfsal mücadelenin de önünü açarak gelişimini kolaylaştıracağı açıktır.
Ulusal ve sınıfsal mücadeleyi, bu bağlamla ilişki içerisinde devrim ve barış mücadelesini birbirine bağlamasını bilmek gerekir. Ama yetmez, soyut söylemlerle, boş “ilkeli politika” öğünmeleriyle sınıfı ve geniş kitleleri devrimci bir barışın ancak devrim ve sosyalizm mücadelesinin zaferiyle olanaklı olabileceğine inandıramazsınız. Bunun için günlük devrimci politika yaparak kitlelerin kendi öz deneyimleriyle bu gerçeği anlamasına yardımcı olmak gerekir. Öncülük, önderlik adına bunu yapmayanlar, bundan kaçınanlar bu adı zaten hak edemezler. Bunun için yalnızca propaganda ve ajitasyonun yetmeyeceğini, bu çalışmanın kitlelerin öz deneyleriyle birleşmesi gerektiğini bilmeliyiz. Bu gerçekleri özümsememiş, solcu lafazanlığın aracına çevirmiş olanların milyonlarca Kürdün “onurlu barış”, “onurlu demokratik çözüm” talebini ve mücadelesini anlayamaması, tepeden bakması kaçınılmazdır tabii ki. Ekonomik-mesleki-sendikal haklar için ya da çeşitli kısmi politik talepler için kendilerini parçalayanların, iş Kürtlerin “barış ve demokratik çözüm” talebine gelince “ilkeli politika”, “reformizme karşı mücadele” kılıfıyla uzak durmaları, dahası demagojik saldırılara girişmeleri politik mücadelenin bir ironisidir. Salt öncüyle tayin edici savaşlara girilmez ve savaşlar kazanılmaz. Bu, devrim gerçeği için de, barış talebinin devrime bağlı kazanılması için de geçerlidir. “Barış ve demokratik çözüm” talebini görünce kırmızı görmüş boğa gibi saldırganlaşmalarının bir nedeni de yukarıdaki komünist temel taktik ilkeden bir şey anlamamalarıdır. Devrim kitlelerin eseridir ama kitleler kendi öz deneyimleriyle bu gerçeği anlamadan salt propaganda ve ajitasyonun gücüyle devrimin yapılamayacağını özümseyen bir kafa yapısı, aynı şeyin Kürt halkının söz konusu talepleri için de geçerli olduğunu anlayabilecektir ama ne gezer, varsa yoksa “reformizm” suçlaması, “lkeli politika” böbürlenmesi vs. vs. Üstelik bilerek ya da bilmeyerek barış ve demokratik çözüm istek ve mücadelesini devrimci programla, stratejiyle, taktiklerle kucaklamayı da mahkum etmektedirler. Böylece hangi pozisyonda konumladıklarını da ele vermiş olmaktadırlar. Burada legalist, parlementarist bazı reformcu akımların politik sekterliği ile bir kısım devrimci-demokrat akımın politik sekterliğinin aynı cephede birleşmesi ilginç bir tablodur, bu bağıntı da ortak bir sınıfsal temele, küçük burjuvaziye işaret etmektedir.
Kürt sorununun hem devrimimiz hem de bölgesel devrim bakımından önemini anlamaktan uzak olanların, aynı zamanda milyonlarca Kürdün barış ve demokratik çözüm talep ve mücadelesini görmezden gelerek güncel politik ilişkilenmeyi de yadsıması ilkesiz politikanın tipik görünümleri olduğu gibi, tek bir madalyonun iki yüzünü oluşturan gerçeklerini yansıtmaktadır. Bu darlık, gerilik, ilkellik, sekterlik içerisinde hareket eden oportünist ve reformist akımların duruşu böylece, hem Kürt işçi ve emekçilerini Kürt küçük burjuva milliyetçiliğinin, dahası Kürt burjuvazisinin yedeğine sürmekte, hem iki ulustan proletarya ve halkların birliğini ve birleşik mücadelesini sekterce önlemekte, hem de Türk işçi ve emekçilerini Türk burjuvazisinin ve küçük burjuva milliyetçiliğinin yedeğine sürmektedir. Sözde sosyalizm adına ortaya konulan sekter politikalar, bir yandan Kürt işçi ve emekçilerinin ulusal önyargılarını ve güvensizliklerini diri tutarak kışkırtmaktadır. Diğer yandan Kürt emekçileri üzerinde zaten sınırlı ölçekte olan sosyalizmin itibarını da darbelemeye devam etmektedir. Öte yandan da Türk işçi ve emekçileri üzerinde baskın olan burjuva milliyetçiliğinin, şovenizmin etkinliğinin sosyal şovenizmle birleşerek sürmesine payanda olmaktadır.
Açık ki, devrimci bir imkanı devrim ve sosyalizm program hedeflerine bağlayarak devrimci bir tarzda değerlendirmeyi reddedenlerin sekterliği her bakımdan egemen ulus şovenizmine ve ezilen ulus milliyetçiliğine hizmet etmektedir. Halkların kardeşleşmesine hizmet etmek yerine onu darbelemektedir. İşte oportünist, reformist, sosyal şoven çevreler buna “ilkeli politika”, “devrime kilitlenmiş politika”, “enternasyonalist politika” demektedirler.
İşçi sınıfının, emekçilerin ileri ve devrimci kesimlerinin görevi Kürt ulusal hareketinin peşinde sürüklenmek değil, devrimci ve sosyalist bir program ve taktik üzerinde durarak Kürt ulusal demokratik hareketiyle mücadeleyi sürdükleri müddetçe birleşik bir mücadele hattından omuz omuza yürümektir. “Sınıf devrimciliği” adına, “ilkeli politika”, “devrim” adına bu görevleri yadsıyanların ya da bir biçimde bunun teorisini yapanların tümü açık ki oportünist çukurun içerisine gömülmüş ve bu çürümüş, kokuşan çukurun dibinden dünyaya bakmaktadırlar.
KÜRT HALKI ONURLU BARIŞ DİYOR, KAVGAYI BÜYÜTMEK GEREKİR
Kürt halkı “onurlu barış” diyor, “demokratik onurlu çözüm” diyor. Sözde devrim ve sosyalizm adına bu talepler görmezden geliniyor, dahası bu taleplerle küstahça alay ediliyor.
Bu talebi ileri süren ve mücadelesini veren dar bir aydın grubu değildir. Bu talebi ileri sürüp mücadelesini veren Avrupa’nın güvenceli ortamında, sıcak mekanlarında kendilerini sağlama alan, sürgünde Lenincilik oynayarak büyük lider, liderler havasında kibire boğulmuş narsist çığırtkanlardan oluşan bir takım çevreler de değildir. Bu talebi ileri süren ve mücadelesini verenler “tatlı su sosyalistleri” de değildir. Bu talebi ileri süren ve mücadelesini veren güç bir halktır; bunu, her an büyük bedeller ödemeye devam eden milyonlar haykırıyor ve bunu da masa başında oturup ahkam keserek değil, dağda, ovada, zindanlarda, bulunduğu her alanda savaşarak istiyor ve koparıp alacağız diyerek haykırıyor. İşte, kerameti kendinden menkul aydın, yarı-aydın çevrelerle, dar gruplarla milyonlar arasında böyle bir temel farklılık var aynı zamanda. Ve bu milyonlar, hangi talebi ileri sürüp sürmeyeceğine, bizim ya da söz konusu çevrelerin, büyük liderlerin, dar grupçuluktan kendinden geçmiş grupların vb. gibilerinin hoşuna gidip gitmemesine göre değil, kendi gerçeklerine, öz deneyimlerine dayanarak karar veriyorlar. Benmerkezci bireycilikle, dar grupçu kibirle belirlenen bu duruşları da önemsemeden bildikleri doğrultuda yürümeye devam ediyorlar. Komünistlerin ve devrimcilerin görevi, kendi kendilerine film olup tepeden buyurmak yerine, milyonların gerçek eğilimlerine göre davranmak, bunu yaparken de kendi devrimci programları temelinde bu süreç ve hareketle eleştirel ama devrimci bir tarzda ilişkilenmektir. “ideolojik mücadele” kılıfıyla nesnel gerçekleri çarpıtmada, küçük burjuvaziye özgü çifte standart, demagoji ve manipülasyona başvurmada devrimci ve sosyalist olan hiçbir şey yoktur bizce.
Ayrıca vurgulayarak dikkat çekmek isteriz: Batıda devrimci bir yükselişin olmadığı, devrimci hareketin son derece zayıf düştüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu durum devlet ve AKP’ye önemli avantajlar sunarken, ulusal demokratik hareket içindeki ve etrafındaki tasfiyeci tehlikeleri ve dezavantajları da büyütmektedir. Hele de bu koşullarda keskin mi keskin ama kof sol çığırtkanlık gösterileri yapmak yerine, süreçle devrimci bir tarzda ilişkilenerek faşist diktatörlüğe karşı mücadeleyi büyütmek, bu bağıntıda en geniş güçlerin ittifakını yaratıp seferber ederek de savaşımı geliştirmek doğru, devrimci ve ilkeli politika olacaktır. Aslında değerlendirmesini bilirse, bu süreçte, devrimci hareketin etkinleşmesi, kitleselleşmesi, büyüyen bir politik güç haline gelmesi de tümüyle olanaklıdır, bu aynı zamanda diktatörlüğün tasfiye saldırısına, tasfiyeci saldırısına karşı koymanın ve püskürtmenin de imkanlarından birisidir ama açık ki iş bilenin, kılıç kuşananın olacaktır her halükarda.
Müthiş donanım sahibi, büyük uzak görüşlülük ve ulaşılmaz derinlik gösterileri eşliğinde sergilenen bu ukalalıklar, burnunun önünü göremeyen küçük burjuvazinin sınıf karakterinin ürünüdür. Newroz’da Amed’te sadece iki milyona yakın Kürd alana çıkıyor ve ulusal haklarımızı koparıp alacağız diyor. Eşit, onurlu, demokratik çözüm ve barış diye haykırıyor. TC’nin 90 yıllık ulusal zulüm politikasını ve ideolojisini kabul etmeyeceğini haykırıyor. Bunun tarihsel ve politik anlamını kavramak ve bu kuvvetle, kendi devrimci ve sosyalist programımız temelinde güncel olarak nasıl ilişkilenebiliriz ve bu yoldan devrim ve sosyalizm mücadelesini somut olarak nasıl geliştirebiliriz diye düşünmek ve harekete geçmek yerine, harekete ve sürece “eleştiri” adına küçümseyerek bakmak gerçekte hareketsizliği vb. seçmek demektir. Neymiş, Öcalan’ın mesajı şöyleymiş ya da böyleymiş. Neymiş, devlet, AKP, emperyalistler yeni bir tasfiyeci saldırı ve oyalama politikası geliştiriyormuş vs. Tamam, Öcalan’ın mesajını beğenmeyebilirsin, zaten kimse kimseden de bunu isteyemez,  dahası bu mesajın devrimci program ve strateji bakımından ve devrimci taktik politika bakımından eleştirisini yapabilirsin ve yapmak da gerekir. Kürt işçi ve emekçilerini de bekleyen tehlikeler konusunda aydınlatma çalışmasına da girebilirsin ve girmelisin. Evet, Kürt ulusal hareketi üzerinde yeni bir tezgah kurulmuş ve dönüyor ve AKP vs. elbette ki samimi değildir, aldanmamak gerekir. Tamam da bu bir şeydir, bunlardan hareketle olan biteni sekterizmle, sosyal şovenizmle belirlenen çizgide durarak “eleştirmek”, sürecin dışında kaydedici ve “analiz üstadı” olarak kalmak farklı bir şeydir. Oysa yapılması gereken şey, programına bağlı güncel devrimci politika yaparak süreçle, hareketle, talepleriyle ilişkilenmek, kitle hareketinin içerisinde yer alarak devrimci ve sosyalist politika yapmak, işçi sınıfının birliği ve halkların kardeşliği temelinde yürümek olmalıdır.
Ancak görüyoruz ki başkalarına ve Kürtlere hep akıl vermekten kendilerini kaybetmiş çevreler salvo atışlarına fütursuzca devam etmektedirler. Ne yapalım, kendileri bilir. Kaldı ki başlayan yeni sürece karşı Kürt halkının tutumu yalnızca tek yanlı bir desteği ifade etmiyor, tarihten beslenerek gelen derin kaygıları, kuşkuları, güvensizlikleri ve siyasal bir uyanıklığı, eleştirel devrimci bir havayı da içeriyor ve bu yansıyor da. Doğrusu Kürt halkının geniş kesimleri süreci desteklemekle birlikte sürece güven duymuyor, “ihtiyatlı iyimserlik”le davranıyor. Ki bu, çok iyi bir şeydir. İlkeli ama dostça geliştirilecek eleştirilerin, dışarıdan gazel okuyarak değil ama süreçle ilişkilenen bir politik çalışmayla birleştirildiğinde Kürt halkının mücadele tarihi içerisinde oluşmuş devrimci birikimine ve devrimci geleneklerine ısrarla sahip çıkıldığında, devrimci propaganda ve ajitasyon, eylem için değerlendirildiğinde Kürt halkının bu eleştirileri anlayışla karşılayabilecek, etkilenebilecek bir politik olgunluğa sahip olduğunu görebiliyoruz. “Osmanlı’nın ne yapacağı belli olmaz… Osmanlı’da oyun bitmez… Devlet, köprü olsa üzerinden geçilmez.” (Kürt atasözü) diyen bir halk gerçeği de var karşımızda. Gerçeğin bu boyutunun da görülmesinde yarar vardır. Sadece kendilerini “külyutmaz” görenlerin küçük burjuva bir sınıf tavrı, aydın bireyciliğine, dar grupçuluğa dayalı bir tutum sergilediklerini, koskoca bir tarihi politik mücadeleden geçerek gelen Kürt halkını ise küçümsediklerini burada hatırlatmak bile gereksizdir.
Biliyoruz ki Kürt sorunu anayasal bir sorun, anayasal bir kriz sorunu ya da anayasal bir krizle gündemleşen bir sorun değildir. Eğer böyle olsaydı Kürt sorunu “devletin mevcut temel yasaları ve düzeni zemininde” çözülebilirdi. Kürt sorunu, tarihsel, bölgesel uluslararası yapısal bir sorun karakteri taşımaktadır ve sorunun patlak vermesi tarihsel, toplumsal, siyasal, bölgesel yapısal bir krizin üzerinden patlak vererek ulusal bir devrim olarak kendini ortaya koyuşunu ifade etmektedir. Diyelim ki PKK devlet ile anlaşarak sınırlı bir çerçevede sorunu “çözdü”. Bu, sorunun köklü devrimci çözümü olmadığı gibi bölgesel (Ortadoğu) arenada bir sorun, devrimci bakımdan çözülmemiş bir sorun olarak, yeni mücadelelerle gündemleşerek çözümünü dayatmaya devam edecektir. Teorinin aydınlattığı ve tarihsel deneyimin kanıtladığı gibi, “Büyük sorunlar halkların yaşamında ancak şiddet yoluyla çözülür.” (Lenin) “Devrimler tarihin lokomotifidir, der Marx.” “Devrimler ezilenlerin ve sömürülenlerin bayramıdır.” der Lenin. Bunu Türkiye’de Kürt ulusal mücadelesinin patlak vermesinden, ulusal devrim düzeyine sıçramasından da bir ölçüde gördük. Kazanımlar adına ortada bir şey varsa, bu Kürt ulusal devriminin ürünüdür. Ancak bu devrim, ulusal devrimci çizgiden ulusal reformist çizgiye kırılmayla gerilemeye başladı. Kürt sorununun Türkiye’de kısmi bir çözümü, aynı zamanda ulusal devrimin sönümlenerek bir tarihsel evresini geride bırak bitmesi demektir. Ki bugün Kürt halkının yaşadığı sevinç tam bir bayram havasının sevinci değil, sevinçle “ihtiyatlı iyimserlik”in iç içe geçtiği bir yarım sevinçtir sadece. Ama bu her şeyin sonu demek olmayacaktır, aksine süreç içerisinde geniş Kürt kitleleri kendi öz deneyleriyle geride kalan tarihte Öcalan’ının çizgisindeki çözümün gerçek bir çözüm olmadığını da göreceklerdir. Bize rağmen ortaya çıkacak böyle bir çözüm durumunda sorun bağlamında mücadele yeni bir evreye ulaşmış olacak ve bu mücadele yeni biçimlerde sürecektir… Ve bir kez daha patlak verdiğinde daha keskin bir ulusal devrim olarak hem birleşik devrimimiz bakımından, hem de bölgesel devrim bakımından çok daha keskin karakteristikler taşıyan ya da taşıyacak olan bir devrim gerçeği olacaktır bu kez. Burada bütün sorun, bu süreçlerde devrimci proletaryanın devrimde önderliği ve hegemonyasının kurulabilmesini sağlamak ve güvence altına alabilmektir ve bu görev, herhangi bir sınıf ve tabakaya değil, enternasyonal proletaryaya ait bir görevdir…
Açık ki sürecin nesnel tarihsel ve toplumsal temeli ve derin ve ağır bir politik anlamı vardır ve bu kavga sayısız biçimler alarak, değişik evrelerden geçerek gündemde kalmaya ve çözüm için kendisini dayatmaya devam edecektir. Kürt halkının tarihsel devrimci deneyimi burada da çok temel bir rol oynamaya devam edecektir. Yani burada somut tarihsel durumu anlamak, iç, bölgesel, uluslararası sınıf ilişkileri analizinden kopmamak, geçmiş, bugün, gelecek bağıntısını, devrimci birikimleri, gelişme süreçlerini, her bir dönüşümün ardı sıra ortaya çıkacak görevleri, olanakları, dezavantajları bütünsel görmek ve mücadeleyi böylece geliştirmede ısrarlı olmak gerekmektedir ve gerekecektir. Eğer güçler dengesi bizlerin belirleyici olmasına izin vermiyorsa, bizim değil, sorun bağlamında çarpışan, kapışan, mücadele eden güçler, bu güçler arasındaki kuvvet ilişkileri süreci ve yönü tayin edecektir. Yapılması gereken şey, kendi güçlerimiz ölçüsünde, ki politika güçle yapılır, programımıza bağlı olarak politik sürece müdahale etmek, oynayabileceğimiz devrimci rolü oynamak, aynı zamanda politik gücü ve komünist devrimci etkiyi (ki politik güç olmak için de politika yapmak gerekir) büyüterek yürümektir. Böyle bir durumda saptanacak görevler sadece program ilkelerinden çıkmaz, salt güncel durumdan da çıkmaz, aksine tüm bir tarihsel sürecin, sürecin değişik gelişme aşamalarından çıkarak gelen karakteristiklerinin hesaba katılmasıyla biçimlenecektir bu görevler.
Unutulmaması gerekir ki, devrimci bir program üzerinde bir savaş ya da mücadele ittifakı kurmakla, taktikler üzerinde kurulacak bir savaş ittifakı iki farklı şeydir. Yurtsever hareketle, onun sorunun anayasal çözüme endeksli programı üzerinde değil, olsa olsa taktiksel bir savaş ittifakı kurulabilir ve bu ittifak da bizler bakımından diktatörlüğe karşı devrim ve sosyalizm kavgasını geliştirme ve büyütme anlamının ötesinde bir anlam yüklü değildir ve olamaz da. Bu ittifakın söz konusu mücadele sürdükçe az çok uzun süreli ya da kısa süreli olması, bir şeyi değiştirmez. Bu durumda kurulmuş ittifak az-çok stratejik önem de taşımasına karşın, taktiksel bir ittifaktır ve bu ittifakı kuran ya da kuracak olan tarafların her birinin savaşımı da kendi programına, stratejisine bağlanarak rolünü oynayacaktır. Keza bu süreçte teorimize, programımıza, tarihsel tecrübeye dayanarak anayasal hayallerle mücadele etmek de komünist öncünün görevidir.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Patlak veren devrimlerin zafer kazanıp kazanamayacağı sınıf ilişkilerine, politik güç dengelerine, sınıfın, kitlelerin, öncünün hazırlık düzeyine bağlıdır. Kuzey Kürdistan’da ulusal devrim olarak patlak veren devrimimiz, önderlik yetersizliği, önderliğin niteliği, devrim yangının Batıya taşınamaması,  iç ve uluslararası güçler dengesinin yeterince elverişli hale gelememesi vb. gibi nedenlerle zafere dönüşemedi. Bu deneyim, Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki içsel ve güçlü bağı, ayrı ve özgün niteliklerinin yanı sıra, birleşik karakterini de çarpıcı bir tarzda açığa çıkardı. Bugün Kuzey Kürdistan’da devrimci durumun sürdüğünden kuşku yok. Keza Güneybatı Kürdistan’da da özgün koşullar altında, iç dinamikler üzerinden Özerk Kürdistan bölgesi de doğdu. Bu gelişme özgün bir devrim olarak da tanımlanabilir.  Dolayısıyla Batı Kürdistan’da hızla ortaya çıkan devrimci durum da ayrıca sürmektedir. Dolayısıyla hem bir savaşım içerisinde oldukları için, hem de Rojava gerçeği Kuzey Kürdistan’da direnen, mücadele eden Kürt halkının lehine, Türkiye halklarının lehinedir ve Kürt halkının duygu ve düşünceleri hala devrimcidir. Politik faaliyetlerde bu temel ve güncel gerçeğin özenle hesaba katılması ve değerlendirilmesi gerekir.
Lenin’in dediği gibi, “Politikada uzlaşma, başka bir partiyle yapılan bir anlaşma gereğince belli taleplerin bırakılması, kendi taleplerinin bir bölümünden vazgeçilmesi demektir.” (S.E. Cilt 6, s. 216) Biz yurtsever hareketle “onurlu barış ve demokratik çözüm” talebi üzerinde taktik bir ittifak kurarken hiçbir uzlaşma içinde değiliz, hiçbir talebimizi geri çekmiyoruz, taleplerimizin bir bölümünden vazgeçmiyoruz. Dolayısıyla bir kısım reformist ve devrimci-demokrat grup ve partinin bizlere yönelttikleri bir takım eleştiriler gerçeği değil, kendi keyfi kurgularını ve güncel devrimci ve ilerici görevlerinden kaçmalarını yansıtmaktadır sadece. Bir sorun varsa o da öncelikle politik müdahalede yetersiz kalmamız ve ideolojik mücadeleyi güncel siyasal gerçeklerle bağlı olarak etkin bir tarzda vermiyor oluşumuzdur.
Kürt halkının ulusal demokratik hakları için yürüttüğü savaş haklı bir savaştır. Savaşın önderliğini, programını vs. beğenmeyebilir ve eleştirebilirsiniz. Ama haklı bir mücadeleyi, direnişi, savaşı desteklememenin hiçbir haklı devrimci gerekçesi olamaz. Kürt halkı, bugün “onurlu barış”, “demokratik çözüm” diyorsa, bunun için milyonlarca insan faşist diktatörlüğün yasalarını çiğneye çiğneye bu talebi haykırıyorsa, ilgisiz kalamazsınız, es geçemezsiniz. Aksine devrimci program ve stratejinin ışığında sürece öncü pozisyonda müdahale edeceksiniz. Kürtlerin söz konusu talepleri haklı savaşın bir devamıdır. Öcalan bu talebin içeriğini esnetmeye çalışabilir vb., en nihayetinde anayasal reformcu kazanımlarla savaşı sonlandırmak istiyor. Bunu biliyoruz, eleştiriyoruz ama kendi siyasal çizgimizin gerekleri doğrultusunda da Kürt halkının haklı savaşımını omuzluyoruz, savaşı büyütmeye çalışıyoruz. Sen bunu yapma, devrimci görevlerinden kaç, sonra geç karşısına ver veriştir. İşte bu olmamalı, ki bu tavır, Kürt halkını devrimci doğrultuda etkileyebilme olanağı varken bu olanağı hiçe saymaktan başka bir şey değildir. Üstelik buna da “ilkeli politika” deniyor, şatafatlı ama bomboş bir etikettir bu sadece. Hepsi bu. Bu öncülük, önderlik değil, düpedüz artçılık politikasıdır. Bu kendiliğindencilikle belirlenen artçı politikadan da devrim çıkmaz, çıksa çıksa, kuru gürültü çıkar. Burada karşımıza çıkan şey, “Enternasyonalizmin sözde kabul edilmesi, gerçekte ise bütün propaganda, ajitasyon ve pratik çalışmada onun yerine küçük burjuva milliyetçiliğin ve pasifizmin geçirilmesi”dir. (Lenin) Ulusal sorunda eşitlik talebini devrimin ya da sosyalizmin zaferi koşullarına erteleyerek pratik olarak milyonların ulusal eşitlik uğruna verdiği mücadeleyi, bu mücadelenin taleplerini görmezden gelmek, reformizmle, liberalizmle vs. suçlayıp hareketle pratik-politik olarak ilişkilenmemek, kuşkusuz ki burjuva demokratizminden, küçük burjuva milliyetçiliğinden başka bir şey değildir.
Sürecin karmaşık bir süreç olduğu açıktır, sürecin karmaşık biçimlerde gelişeceği, çelişkili eğilimlerin çatışmasıyla iç içe geçeceği de açıktır. Süreç bazı şeyleri de ayrıca açığa çıkaracaktır. Bunlara işaret etmek bir şeydir, PKK’nin emperyalistlerle, AKP ile teslimiyet temelinde anlaşarak hareket ettiğini, olan bitenin danışıklı dövüş olduğunu ileri sürmek, bunu bir gerekçeye çevirerek sözde temiz kalma adına uzakta durmak farklı bir şeydir. Bu ikincisi, aşırı güvensizlikle, sosyal şovenizmle belirlenen bir duruşu ifade etmektedir.
 “Elveda devrim”, “elveda silahlı mücadele” diyen, bunun teorisini yapan Öcalan ve PKK’nin devrimci hareket tarafından da eleştirilmesini doğru buluyoruz.  Bizim devrimci harekete eleştirilerimizin bu bağlamla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bizim eleştirilerimiz, devrimci hareketin geniş bir bölüğünün sürecin dışında kalmasınadır. İlkesel olarak doğru eleştirilerin ardına sığınarak doktriner, sekter, sosyal şoven bir zihniyet ve duruş sergilemelerinedir. “İlkeli politika” vs. adına komünist harekete dönük ama gerçekte eleştiri ve ideolojik mücadele sorumluluğuyla ve ilkesiyle bağdaşmayan ilkesiz ve demagojik saldırganlık sergilemelerinedir. Bizim eleştirilerimiz, bu çerçevedeki eleştirilerimizi ve politik-pratik duruşumuzu bilerek ya da bilmeyerek manipüle edip bizleri bizlerin gerçekleriyle bir ilişkisi olmayan kulvarlarda göstermelerinedir.
Devam edecek olursak, komünistler ve devrimciler, eleştiri özgürlüklerini koruyarak, Kürt halkını potansiyel ve reel tehlikeler karşısında uyarmaktan da vazgeçmeksizin, ulusların ve dillerin hak eşitliği, halkların kardeşliği ekseninde Kürt halkıyla omuz omuza savaşmalıdırlar. Bunu da kendi politik çizgileri her ne ise, bu çizgileriyle bağlı olarak yapmalıdırlar,  gerçek durum açısından öncelikle de Türk işçi ve emekçilerine ulaşmalıdırlar. Kirli, haksız, sömürgeci savaşı teşhir etmeli, diktatörlüğün ve hükümetin tasfiyeci kirli hesaplarını deşifre edebilmeli, Türk halkı nezdinde etkili olan ırkçı, şovenist kirliliğe karşı mücadele ederek Türk halkını ve işçi sınıfını mücadele mevzilerine çekebilmelidirler. Böylece “Doğu”daki mücadele ile “Batı”daki mücadele enerjisini birleştirip açığa çıkararak emperyalizme, sömürgeci faşist diktatörlüğe ve başı AKP gericiliğine karşı seferber edebilmelidirler. Hem komünist, devrimci olduğunu iddia edeceksin hem de “devrim”, “sosyalizm” vs. adına bu görevlerden kaçacaksın, işte bu olmaz! Bu nesnel olarak büyük bir ikiyüzlülüktür. Yüzlerini milyonlara dönmek yerine, kendi dar gruplarına çevirenler, devrim ve sosyalizmin genel çıkarlarını temel alarak milyonlar için politika yapma tarzı yerine kendi kendilerine dönük politika yapanların, aynaya bakarak kendilerinden geçenlerin devrimci ve sosyalist bir gelecek kurmada bir geleceklerinin olmayacağı da açıktır.
Vurgulanması gerekmektedir: Kirli, haksız, sömürgeci savaşla ne kadar zehirlenmiş olursa olsun, bir de Türk halkı bakımından tablonun öteki yüzü vardır. Bu da, Türk halk kitleleri içerisinde gelişen barış isteğidir. Çarpık da olsa, çelişkili eğilimlerle iç içe de olsa, bu gerçeği görmek ve kaydetmek gerekir. Bu eğilime ulaşmak, seslenmek, aktif bir şekilde açığa çıkararak yönlendirmek, halkların birleşik mücadelesinin aracı haline dönüştürmek komünist ve devrimci hareketin ve ilerici politik çevrelerin görevi olmalıdır. Ve bu konuda görev, ağırlıklı olarak “Türkiye solu”na düşmektedir.
Kürtlerin “barış ve demokratik çözüm” talebi ve mücadelesi, devrimci hareketin gelişmesi, halkların kardeşliğinin yükseltilmesi, Türk işçi ve emekçileri üzerindeki şovenist hegemonyanın darbelenmesi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesi için yeni bir fırsat da sunmaktadır. Burada iş, komünist ve devrimci harekete düşmektedir. Kendisine, işçi sınıfına, halklara, Kürt halkına güven duyan ve mücadele gücü olan herhangi bir ilerici, devrimci, komünist politik kuvvetin yapması gereken şey, ikirciksiz ileri atılmaktır. Eleştir, bekle gör, tepeden bak, uzaktan seyret “politika”sı da bir politikadır kuşkusuz, adı da pasifizmdir, sektarizmdir, sosyal şovenizmdir. Süreçleri eleştirebiliriz vb. ama süreçlerin dışında kalarak politika yapılamaz. Teorinin, programın genel ilkelerini tekrarlamakla da politika yapılamaz. Doğru olan eleştirel tavrı korurken, ilkeli politikanın gerekleri doğrultusunda güncel politika yapmaktır, güncel gelişmelerin dışında kalarak, 30 yıldır savaşan bir halkın demokratik çözüm talebini ve mücadelesini görmezden gelerek politika yapılamaz. Böyle bir tutum, nesnel olarak, politikasızlıktır, dahası, egemen ulus şovenizminin, Türk burjuva milliyetçiliğinin yarattığı ideolojik ve politik kirlilik ve tahribatın da bir yansımasıdır.
Doğru olan kitlelerle birlikte politika tarzı üzerinden süreçle, güncelle ilişkilenmek ve savaşımı devrim ve sosyalizm perspektifinden geliştirmektir. Evet, PKK ekonomik, sosyal, siyasal reformlar, anayasal bir reform çizgisinde düzenin sınırları içerisinde ulusal kimlik haklarını alma mücadelesi yürütmektedir. “Onurlu barış, demokratik çözüm” politikasının içeriğini böylece doldurmaktadır. Ama, “hayır, biz bu düzeni, devleti, egemen sınıfı, arkasındaki emperyalizmi yıkacağız” diyenler de, eğer sözlerinde tutarlılarsa, bu sürece müdahale ederek bu çizgileri temelinde bu olanağı devrim mücadelesinin zaferini geliştirmek için değerlendirirler. Bunu yapmamak, aslında, niyetlerden bağımsız olarak, devrim mücadelesi için bir olanağı görmemek ya da tepip geçmek demektir. Herhalde bu vb. tavırları ilkeli büyük politika olarak tanımlayamayız.
Herkes sürece kendi çizgisi temelinde müdahale edecektir ve doğaldır da; reformcu akım reformist politikayla, devrimci-demokratik akım devrimci-demokratik politikayla, komünistler komünist devrimci çizgileri doğrultusunda. Yani hiç kimse kendi öz çizgisini bir tarafa atarak sürece katılmak zorunda değildir, kimse kimseden de bunu isteyemez; örneğin PKK herhangi bir devrimci yapıya eğer sürece katılacak, müdahale edeceksen, kendi öz çizgini bir tarafa atarak öyle gel demiyor, zaten böyle bir şey, kabul edilemez de. PKK’yi beğenmeyebiliriz. PKK’nin temel programını ve teorisini eleştirip mahkum edebiliriz. PKK’nin zaaflarını eleştirebiliriz ve eleştirmeliyiz de. Ama bu vb. şeyler, 30 yıldır çok ağır bedeller ödeme pahasına kahramanca mücadele yürüten bir halkın demokratik, ilerici, onurlu ve nesnel olarak devrimci etkiler yaratan, devrimci olanaklar sunan barış ve demokratik çözüm talebini görmezden gelme, onu horlama hakkını kimseye vermez. Üstelik bu talep etrafında yürütülen mücadele emperyalizme, faşist diktatörlüğe ve AKP’ye, şovenizme, ırkçılığa, militarizme karşı politik özgürlük mücadelesine de geniş bir ajitasyon, örgütlenme ve eylem alanı açmaktadır. Devrimci hareketin bu olanağı realize etmek yerine kafayı kuma gömmesine hiçbir devrimcinin izin vermemesi gerektiğine de inanıyoruz.

*Belirtmek isteriz: PKK’yi “özgürlük hareketi” olarak tanımlamayı doğru bulmuyoruz. PKK’nin kendisini böyle bir tanımlama ve vurguyla dile getirmesi anlaşılırdır. Ama böyle bir tanımlamanın nesnel ve bilimsel olmadığını, hayaller yaydığını vurgulamak isteriz. PKK, Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları için mücadele yürüten bir politik partidir. Bu kapsamda PKK’yi Kürt ulusal özgürlük partisi olarak niteleyebiliriz en fazlasından. Üstelik PKK, diyelim ki İmralı çizgisine dek ulusal devrimci demokratik bir akımken, İmralı çizgisinden sonra ulusal reformist ilerici bir partiye dönüştü. Dolayısıyla PKK birinci döneminde devrimin zaferiyle Kürtlerin ulusal özgürlüğünü kazanmak için mücadele eden bir güçken, ikinci döneminde anayasal reformlarla Kürtlerin ulusal demokratik haklarının kazanılmasını güvence altına almak için savaşan bir parti haline geldi. Böylece bu ikinci dönemiyle PKK, Kürt ulusunun ulusal özgürlük mücadelesinin içerik ve kapsamını alabildiğine daraltan bir ulusal partiye dönüştü. PKK artık bir sosyal reform partisidir. Bu bağlamda PKK’yi kendi nesnel gerçekliği içinde kavramalı ve tanımlamalıyız, gerisi keyfilik olur. PKK’nin atılımının ve kazanımlarının temelinde ulusal reformist dönemi değil, ulusal devrimci demokratik döneminin yattığının da altını çizmeliyiz. Bu temel tarihsel ve politik gerçeğin altını kalınca çizmek gerekmektedir. Kürt işçi ve emekçileri nezdinde de bu gerçek sürekli vurgulanmalıdır.
*PKK’nin 1993’de ilan ettiği ateşkes kararının dayandığı perspektif ile açığa çıkan reformcu yönelimi, devrimci-demokratik çizgisinden bir sapmaydı. Bu gerçek o zamanlar ortaya konulduğu zaman buna şiddetle karşı çıkan zihniyet sınıfta kalmasına rağmen hiçbir zaman özeleştirisini de yapmadı. İmralı dönemeci ile Öcalan’ın ve PKK yönetiminin ve temel yöneticilerinin yaptıkları açıklamalarla belgelenmiş olduğu gibi, 93 çıkışı basit bir taktik çıkışla, taktiksel politikayla sınırlı bir çıkış değildi, aksine PKK’nin eski çizgisinden kopuşma süreci bakımından önemli bir dönemeç anı ve farklı bir yönelimdi. Burada önemli olan şey, geçmiş değil gelecektir. Geçmişin dersleriyle kuşanmayanların geleceği de, geleceğe yapacakları katkılar da aydınlık olmamıştır hiçbir zaman.
* Kanımızca, Kürt halkının mücadele gücü üzerinde yükselen desteklediğimiz taleplerini kendi bağımsız siyasal program ve stratejimize bağlayarak siyaset yaparken ayrıca iki noktaya da özen göstermek gerekmektedir; bu iki noktada da yetersiz kalındığı açıktır. Birincisi, yurtsever hareketin liberal demokratik ideolojik yönelimi, arada bir değil, güncel siyasal durumla bağı içerisinde ciddi bir tarzda ideolojik mücadelenin konusu yapılmalıdır. İkincisi, bazı reformcu ve devrimci-demokratik çevrelerden bizlere karşı geliştirilen haksız, keyfi, demagojik ve manipülatif “eleştiriler” zamanında yanıtlanmalıdır. Bu mücadele bu çevrelerin temel siyasal çizgileriyle birleştirilerek geliştirilmelidir. Bu iki noktada da bir inisiyatifin geliştirilmesi gerektiği bizce açıktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder