2-Türkiye Devrimi
ve Kürdistan:
Türkiye devrimi, Türkiye ve Kuzey Kürdistan
devrimidir. Bu coğrafyada, ne salt kendi başına bir Türk devriminden ne de Kürt
devriminden bahsedilemez. “Türkiye” olarak tanımlanan bu coğrafyada, Türk
devrimi ile Kürt devrimi kendine özgü
tarihsel koşullarda özgün bir tarzda iç içe geçmiştir. Çünkü Türkiye çok uluslu
bir ülkedir. Kürdistan’ın en büyük parçası Türk egemen sınıflarının ilhak ve
işgali altındadır. Türk ulusu egemen ve ayrıcalıklı bir ulus, Kürt ulusu ise
tüm ulusal haklarından zorla yoksun bırakılmış ezilen bağımlı bir ulus
konumundadır. Türk egemen sınıflarının Kürdistan’daki politikası sömürgeci bir politikadır. Irkçılık,
şovenizm, asimilasyon, soykırım, militarizm, milliyetçilik inkarcı sömürgeci
politikanın temel karakteristik özellikleridir. “Türkiye Cumhuriyeti”
tanımlanması altında Türkler ve Kürtler arasında kurulmuş olan “birlik”, zoraki
bir birlik, tarihi bir haksızlık üzerinde yükselen ve tümüyle Kürt ulusu
aleyhine kurulmuş, sömürgeci politikalarla boyunduruğa vurulmuş bir sözde
birliktir. Bu zoraki birlik yıkılmadan, eşitlik, özgürlük temelinde gönüllü bir
birlik kurulmadan da kardeşçe bir birlikten de asla söz edilemez.
Tarihsel olarak çözümü gecikmiş her ulusal sorun
çözümünü tarihe çok daha keskin ve sert bir biçimde dayatır. Kürt sorunu,
çözümü tarihsel bakımdan gecikmiş bir ulusal sorun olarak çözümünü tarihe gün
geçtikçe daha keskin ve şiddetli bir tarzda dayatmaktadır. Kürt sorununun
kendini ortaya koyuş tarzı ulusal mücadeledir. Kürt ulusu ile sömürgeci faşist
diktatörlük arasındaki çelişki, Kürt ulusal mücadelesinin nesnel temelini
oluşturmaktadır. Fakat Kürt sorununun dayandığı maddi temel ve uzlaşmaz
çelişki çok daha geniş bir cepheye, Orta Doğu çapında bir soruna, Kürdistan’ın
dört parçaya bölünmüş olması gibi bir tarihsel olguya ve temele dayanmaktadır. Ve
unutulmamalıdır ki, Orta Doğu, Mezopotamya sadece geçmiş büyük ve zengin
tarihinden dolayı değil, aynı zamanda ve özellikle de jeo-politiğinden dolayı
dünyanın son derece önemli stratejik alanlarından birisini, emperyalist
hegemonya ve rekabet mücadelesinin de bir numaralı alanını oluşturmaktadır. Bu
olgu da, dört parçaya bölünmüş Kürdistan ülkesinin jeo-politik önemini daha
keskin güncelleştirirken, Kürt ulusunun ulusal sorununa çok daha derin bir
anlam, çok daha geniş bir temel ve çerçeve çizmektedir. Dolayısıyla Kürt ulusal
sorunu, bir Türkiye sorunu, İran sorunu,
Irak sorunu, Suriye sorunu; bir Türk sorunu, bir Arap sorunu, bir Fars sorunu;
bir Orta Doğu sorunu, bir Avrasya sorunudur. Kürt ulusal sorunu sadece
Kuzey Kürdistan’la sınırlı bir sorun
olarak da ele alınamaz. Kürt sorunu, bölgesel devrim perspektifinden yalıtık,
salt Türkiye’yle sınırlı, Türkiye içi bir sorun olarak da ele alınamaz ve
çözümlenemez. Kürt sorunu, Doğu ve Batı
coğrafyası arasında yer alan geniş bir bölgesel karaktere, bölgesel
uluslararası karaktere sahip bir sorundur. Böylece Kürt ulusal devrimi
bölgesel uluslararası karaktere sahip bir devrimdir. Böylece Türkiye’deki Kürt
sorunu, Türkiye devrimine bölgesel uluslararası yaşamsal bir perspektif ve
derinlik katan bir temel sorundur.
Açık ki, kafayı kuma gömmekten vazgeçmek gerekir.
Dolayısıyla Kürt sorununu dar anlamda bir Türkiye sorunu olarak ele almaktan,
Kürt ulusal devrimini Türkiye devriminin “dar sınırları” içerisine
hapsetmekten, çözüme bu dar pencereden bakmaktan uzak durmak gerekir. Söz
konusu perspektif, tipik bir ufuksuzlukla, derinlik ve tutarlılıktan
yoksunlukla belirlenip biçimlenen, tarihin de aştığı geri bir perspektiftir. Kürt sorununun çözümü, aynı zamanda
bölgesel devrim perspektifiyle ele alınmalı ve daha özgün politikalar geliştirilmelidir. Türkiye devrimci hareketinin
bu geri ve dar perspektifi, başta yurtsever hareketin son 30 yıla dayanan büyük
tarihsel mücadele pratiği ve Kürdistan’ın dört parçasında Kürtlerin geçmişten
bu yana süregelen tarihsel mücadele deneyimi tarafından çoktan boşa
çıkarılmıştır. Keza, bölgesel ölçekte de süregelen emperyalist müdahalelerin,
bölgeyi yeniden yapılandırma mücadelelerinin deneyimi de Kürt sorununun sadece
şu veya bu parçayla sınırlı bir sorun, Kürt devriminin sadece şu veya bu
parçayla sınırlı bir devrim olarak ele alınamayacağını, aksine bölgesel
ölçekte, bölgesel devrim perspektifinden ele alınması gereken bir sorun
olduğunu ayrıca ortaya koymaktadır. TC’nin Kürt sorunuyla bağlı sömürgeci
politikasının daima Kürdistan’ın tüm parçalarını içeren, Orta Doğu ve Avrasya
ölçeğinde süren emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelelerinin olası
etkilerini hesaba katan, bölgede gelişen halkların mücadelelerinin Kürt sorunu
üzerindeki olası etkilerini titizlikle analiz eden bir politika olması dahi bu
bakımdan, özel olarak uyarıcı olması gerektiği açıktır.
Bölgesel devrimler üzerinden bir Orta Doğu
Bölgesel Devrimci Federatif Cumhuriyetler Birliği politikası da Kürt sorununun
çözümü bağlamında da geçerli özgün bakış açısının temel sacayaklarından
birisidir. Bu olgu bile, tek başına, Türkiye devrimine, Türkiye ve Kuzey
Kürdistan devrimine özel bir tarihsel misyon, bölgesel devrimler içerisinde
önde gelen bir misyon yükleyen temel tarihsel ve politik bir gerçeği
vurgulamaktadır. Kürdistan parçaları içerisinde en büyük parçayı Kuzey Kürdistan oluşturmaktadır. Kuzey
Kürdistan, tarihi bir haksızlık sonucu parçalanmış Kürt ülkesinin
sosyo-ekonomik, sosyo-politik bakımdan en gelişmiş parçasıdır. Kürt ülkesinin
dört parçası içerisinde, kapitalizmin ve proletaryanın gelişkinlik düzeyi,
bilinç ve örgütlenme düzeyi ve kültürel seviyesi diğer parçalara göre daha
ileridedir. Ayrıca, dört parça içerisinde, zorla da olsa, içerisinde yaşadığı ülkelerde,
kapitalizmin gelişimi sonucu entegrasyonun en fazla geliştiği ülke parçası
Türkiye Kürdistanı’dır. Kürdistan’ın dört parçası içerisinde daha modern bir
temele dayanan ulusal hareket, Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkmıştır. Bu çıkış,
rastlantısal değildir, aksine, Kuzey Kürdistan’ın Kürdistan’ın diğer
parçalarına göre daha gelişmiş olmasıyla, sınıfsallaşmanın daha modern temele
oturmuş olmasıyla bağlıdır. Türk ve Kürt devrimlerinin özgün bir tarzda iç içe
geçmiş karakteri, hem birleşik, hem
de ayrı özellikleri, aynı zamanda
özelde Orta Doğu bölgesel devrimine de özgün
bir nitelik, gelişkinlik ve derinlik katmaktadır.
Orta Doğu’da Kürdistan ve Kürt ulusu gibi
parçalanmış, diyelim ki 40-45 milyonluk gibi, büyük bir ülke ve nüfusa sahip
ikinci bir ülke ve ulusa daha rastlamak olanaklı değildir. (Bu bakımdan özgün
bir örnek olarak Pakistan, Afganistan, İran arasında üçe bölünmüş Belucistan’dan bahsedilebiliriz.) Kürdistan’ın
emperyalizmin denetiminde dörde bölünmüş, dört ayrı ülke tarafından ilhak
edilmiş olması, özelde Türk, Irak, İran ve Suriye devletlerinin, Kürt ulusal
mücadelesi karşısında ortak hareket etmesini de koşullamıştır tarihsel olarak.
İşgalci ve ilhakçı ülkeler, ortak çıkarları gereği, bağımsız, birleşik bir
Kürdistan’ın da baş düşmanı olagelmişlerdir. Aralarındaki düşmanca çatışmalara,
rekabet ve çekişmelere rağmen, Kürt sorunu söz konusu olunca bu alandaki ortak
çıkarları birleşik davranmaya yol açabilmektedir. Dolayısıyla, bölge
devletlerinin kendi iç çelişki ve çatışmalarının keskinleşmesi, dolaylı
yedekler olarak, Kürt ulusal mücadelesinin lehinedir. (Bugün Irakta
emperyalizmin müdahale ve işgaliyle oluşmuş olan Güney Kürdistan’daki Kürt
devleti bir olgudur. Keza emperyalizmin, işbirlikçi Türk ve Arap devletlerinin
müdahalesiyle ortaya çıkan Suriye’nin istikrarsızlaştırılması, Esadçı kliğin
tasfiyesi sürecinde, özgün koşullarda ortaya çıkan ve PKK’nin etkin olduğu
Rojava gerçeği, “demokratik özerk” Kürt bölgesi, çok önemli bir tarihsel ve
politik kazanımdır.)
Kürdistan’ın dört parçasında da Kürtler, eşitsiz
bir gelişim gösterse de, yükseliş ve alçalışlar yaşasa da, daima ulusal
talepler ekseninde hareketli bir tarihsel pratik sergileye gelmişlerdir. Orta
Doğu’nun temel sorunu Kürt sorunudur gibi bir darlığa ya da abartıya düşmeden
vurgulanmalıdır ki, Orta Doğu’nun temel sorunlarından, en keskin sorunlarından
bir tanesi de Kürt sorunudur. Emperyalizmin “Genişletilmiş Büyük Orta Doğu”
stratejisi çerçevesinde Orta Doğu’ya müdahalesi, bu bölgeyi “küreselleşme”ye
daha derinden açma, bölgeyi yeniden biçimlendirme yönelimi, keza bu eksende
Türk egemen sınıflarına biçilmiş “bölgesel liderlik” misyonu, Türk egemen
sınıflarının bölgesel emperyal (yayılmacı) politikaları, Orta Doğu’da Kürt
sorununu daha yakıcı, daha keskin bir bölgesel uluslararası temel soruna
dönüştürmüştür. Açıkça görülebileceği gibi Kürt sorununun çözümü de bölgesel
ölçekte ele alınmak zorundadır. Tarihin Kürt sorununun çözümünde hangi yolları
izleyeceği, hangi pratik biçimlerde sorunun çözüleceği bugünden bilinemez;
mutlak şemalarla, dogmatik yorumlarla da sorun ortaya konulamaz. Tarihin,
çağın, Orta Doğu’nun gerçekleri ve üst üste binmiş, iç içe geçmiş, kızışmış
keskin çelişki ve çatışmaları, Kürt sorununun çözümünde de en bilimsel
değerlendirmelerden daha derin, daha kapsamlı, daha zengin biçimleri
gündemleştirebilecektir. Tarihin bu dersini, bu bilimsel gerçeği unutmamakta
yarar vardır. Yarar vardır, çünkü gelişmenin ya da gelişmelerin olası ve en
geçerli gelişme yönünü ortaya koymak, genel iskeletini resmetmek olanaklı olsa
da, daima yeniliklere açık olmak gerekir. Soruna mutlak reçetelerle, dogmalarla
belirlenip biçimlenmiş bir kafa yapısıyla bakmak, yaşamın zenginliği
içerisinden çıkıp gelen ya da gelecek yeni çözümlere, yeni çözüm yöntemlerine
daha baştan körleşerek bakmak ya da bakar kör rolünü oynamakla eşanlamlı
olacaktır. Bu da hayatın gerisinde, tarihin ve politikanın gerisinde kalmak,
kafayı taşa vurmak anlamına gelecektir. Bu kafadan öncülük, önderlik çıkmaz,
çıksa çıksa artçılık çıkar. Bu bakımdan Türkiye devrimci hareketinin nesnel
olarak sosyal şovenizmle belirlenen ya da şovenizmden etkilenen tarihsel ve
güncel gerçeğini bir an için bile olsa unutmamak gerekir. Ki bizler de aynı
tarihsel kesit içerisinde uzun bir süre aynı zafiyeti kendi özgün gerçeğimiz
içerisinde göstermiştik. O kulvardan çıkmayı başarmamıza karşın, hala katetmemiz gereken önemli bir mesafenin
olduğu ise, bu satırların yazarı için kesindir.
Türkiye’nin küçük burjuva devrimci hareketinin
bunu anlamadığını, anlayamadığını ise çok iyi biliyoruz. Burada mesele, sınıf
nitelikleri gereği küçük burjuvazinin dünyaya kuyunun dibinden bakması
meselesidir. Bunu vurgularken, komünist hareketin de sorunlar hakkında
derinleşme, yenileşme, dar pratikçi, idareimaslahatçı önderlik anlayışı ve
çalışma tarzından köklü kopuşu başarması gereğine; bir dizi sorunun yanı sıra,
Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrimi, Orta Doğu devrimi, bölgesel devrimler
perspektifini geliştirmesi, derinleştirmesi gerektiği gerçeğine ve
gereksinimine de özelde dikkat çekmek isteriz. Tarihin dersleriyle silahlanma,
teori ve politikanın kazanımlarıyla donanarak yürüme ve önderleşme bunu
gerektirir. Bugüne geldiğimiz gibi artık ilerleyemeyeceğimiz açığa çıkmıştır.
Geriye doğru değil, oportünizme, revizyonizme, tasfiyeciliğe, dogmatizme,
halkçılığa, post-Marksizme, ezilenci revizyonizme doğru değil ama ileriye doğru
yenilenmek gerektiği ise bizce açıktır. Beyinlerdeki, yüreklerdeki, ayaklardaki
parangalar kırılmalıdır, küçük burjuva yükler atılmalıdır. Yine bu bağlam
içerisinde, sorunun bir bileşeni olarak, yenilenme perspektifinin bir bileşeni
olarak, uzun yıllar önce gündemleştirilerek mücadelesi verildiği halde;
Marksizm-Leninizm’in teorisi ve uluslararası proletaryanın tarihsel deneyimleri
tarafından aydınlatılmış bir sorun olduğu halde, birleşik iki parti modeline
soğuk bakılmış, uzak durulmuş, sorunun köklü çözümüne hizmet etmeyen kısmi
yaklaşımlarla şekillenmiş bir Kuzey Kürdistan parti örgütlenmesi gibi bir
gerilik ve kısıtlılık bağlayıcı olmaya devam etmiştir. Oysa çok uluslu
ülkelerde, ulusal sorunun varlığıyla bağlı olarak sınıf ilkesi, proletarya
enternasyonalizmi ilkesi üzerinde yükselmekle beraber, birleşik ama iki ayrı
parti stratejisi/modeli tutarlı Marksist-Leninist bir gelişme çizgisidir.
Üstelik bu model ve stratejinin, Kürt sorunu gibi dört parçaya bölünmüş,
bölgesel uluslararası karaktere sahip, tarihsel mücadelelerin gelişimi
içerisinde çoklu seçeneğe açık bir
sorunda, Türkiye devriminin bölgesel devrim perspektifiyle de bağlı olduğu bir
sorunda, çok daha geçerli olduğu ve olacağı açıktır. O halde, tutucu değil
devrimci davranmasını bilmek gerekir… Her şey bir yana, son 30 yıllık Kürt
ulusal demokratik hareketinin büyük tarihsel deneyimi bile soruna daha farklı
bir perspektiften bakmak ve gerekli dersleri çıkarmak gerektiğini bütün açıklığıyla
ortaya koymaya yetmektedir. Yetmektedir ama ne yazık ki dar görüşlülük,
tutuculuk, tasfiyeci etkiler, komünist devrimci yenilenme doğrultusundaki
niteliğin zayıflayarak kendisini tüketmeye başlayan duruşu bu bakımdan da
gelişmeyi güçten düşürerek darbeledi. Kuşkusuz ki, bu durum da aşılacaktır…
Ulusal mücadele biçiminde patlak veren Kuzey
Kürdistan ulusal devrimi aynı zamanda Türkiye devriminin özgün bir görünümüdür.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye devrimi arasındaki iç içeliği ve derin etkileşim ve
iletişimi göremeyen, derin enternasyonalist bağı kavrayamayan bir bakış açısı
dar milliyetçilikle, dahası, şovenizmle damgalıdır; sosyalizm maskesiyle ortaya
çıktığı oranda da sosyal şovenizmdir. Kuzey Kürdistan’da ulusal devrim
biçiminde patlak veren Kürt ulusal devrimini, Türkiye devrimine, kendine
yabancı gören, hor bakan, devrimden saymayan, onu bol bol ve ama özellikle de aşağılayıcı tarzda milliyetçilikle
sözde eleştiren değişik renkleriyle sosyalizm iddialı küçük burjuvazinin
çizgisi, tipik bir egemen ulus şovenizminin, sosyal şovenizm formunda kendini
ifade ediş tarzından başka bir şey değildir. Oysa Kuzey Kürdistan devrimi,
anti-emperyalist demokratik devrimimizin Kürt ulusal devrimi olarak patlak
vermesini ifade etmektedir. Bu, aynı zamanda Türkiye devriminin ilk adımının
anti-emperyalist demokratik halkçı devrim olduğunun da gelişkin bir pratikle
ortaya çıkmasını ifade eden, ortaya koyan çarpıcı bir olgudur. Devrimin eşitsiz
gelişimi Türkiye’de bir olgudur. Bu bilimsel politik ve tarihsel gerçeği bilince
çıkarmak ve tutarlı demokratizmin ve proletarya enternasyonalizminin bakış
açısından pratik-politik olarak artçı değil, destekçi değil, öncü pozisyonlarda soruna müdahale
etmek gerekir.
Böyle bir bakış açısı ve hareket tarzıyla yürümek
yerine, ezilen ulusa ve mücadelesine tepeden bakan, kibire boğulmuş ve
bozulmuş/çürümüş şoven ve sosyal şoven duruş sergilemek değil sosyalistlikle, tutarlı bir demokratizmle bile
bağdaşmayan ve bağdaşmamakta olan bir ilkelliktir. Kuşkusuz ki ezilen ulus
milliyetçiliğiyle proletarya sosyalizmi arasındaki ideolojik ayrılıkları ısrarla, evet, ısrarla, ortaya koymak, bu
bağlamda düşmanca değil, dostça ilkeli bir ideolojik mücadele yürütmek komünist
öncünün görevidir. Bu görevi ihmal etmek, Lenin’in vurguladığı gibi, ezilen ulus
milliyetçiliğine, ezilen ulus burjuvazisine verilen bir tavizi ifade eder. (Ve
bu alanda komünist devrimci nitelikle bağdaşmayan ve mutlaka aşılması gereken
ciddi zafiyetler gösterildiği de bizce kesindir.) Ama bu bir şeydir, sözde
eleştirisi adına, sözde ideolojik uzlaşmazlık adına, sözde milliyetçiliğe karşı
mücadele adına adeta düşmanca, daha doğrusu, ezen ulusun küçük burjuva milliyetçiliğini meşrulaştırmak, gizlemek, sosyal şovenizmle işçi ve emekçileri,
devrimcileri silahsızlandırmaya çalışmak farklı bir şeydir. Bu ikisi arasındaki
farklılığı karartmak berbat bir sosyal şovenizm ve oportünizmdir. Ve ne yazık
ki bu berbat oportünizm, bu berbat sosyal şovenizm Türkiye devrimci hareketi
içerisinde egemen bir oportünizm
olarak Kürt ulusal mücadelesi karşısında kendisini ortaya koymakta ve Türkiye
devrimine, proletarya enternasyonalizmine, proletarya sosyalizmine ağır
zararlar vermektedir. Dünyanın başka ülkelerindeki, kıtalarındaki mücadeleler,
buna ulusal mücadelelerde dahil, keskin devrimcilik gösterileriyle sahip
çıkanlar, burunlarının dibindeki Kürt ulusal devrimini görmemekte,
küçümsemekte, hor bakabilmekte, devrimci sorumluluklarından kolayca
kaçabilmekte, dahası, egemen ulus milliyetçiliğinin sosyalizm maskeli
temsilcileri olarak ortaya çıkabilmektedirler. Evet, çifte standart küçük
burjuvaziye, oportünizme has bir hastalıktır aynı zamanda. Sözde enternasyonalizmi kabul etmek ama pratikte yadsımak oportünizme,
sosyal şovenizme, ezen ulus küçük burjuvazisine özgü bir hastalıktır ve bu, bir Türkiye gerçeğidir. Burada,
küçük burjuvaziye özgü bir hastalık olan ideolojik ve politik “şizofreni”
vakasıyla karşı karşıyayız. Bu olgunun temelinde, küçük burjuvazinin üretimdeki ikiliği niteliği
yatmaktadır. Yani bu durum, onun kötü niyetinin değil, objektif gerçeğinin yansımasıdır. Bunu bilmek, mücadeleyi de buna
göre yürütmek gerekmektedir.
Devam edecek olursak.
Ulusların ve dillerin hak eşitliği, halkların
kardeşliği sloganını yüksekte tutuyoruz. Kürt ulusal direnişini ve ulusal
devrimini destekliyoruz. Kürt ulusunun ayrılma, ayrı devlet kurma hakkı olan
ulusların kendi kaderinin tayin hakkını koşulsuz savunuyoruz. Zoraki birliğe
kesinkes karşıyız. Ulusların özgürce ve kardeşçe bir arada yaşamasını
savunuyoruz. Gönüllü birliğin zorunlu ön koşulu, Kürt ulusu üzerindeki
sömürgeci baskının tasfiyesi, Kürt ulusunun başta ayrı devlet kurma hakkı olmak
üzere tüm ulusal demokratik haklarının teoride ve pratikte tam bir tutarlılıkla
tanınmasından, kazanılmasından geçtiğine inanıyoruz. Özgür ve gönüllü
birlikteliğin zorunlu politik ön koşulu ya da koşulları burada yatmaktadır.
Vurgulanması gerekmektedir: Bazı tarihi haksızlıklar vardır, protesto
eder, mahkum eder, tarihin bir dersi olarak öğrenir ve diyelim ki geçersiniz.
Ama bazı tarihi haksızlıklar vardır ki mahkum etmek ve protesto etmekle
yetinerek geçemezsin. Çünkü birinci durumdaki tarihi haksızlıklar, tarihin
gerisinde kalmıştır, tarihin gidişi ve güncel politika üzerinde bir etkisi ya
da ciddi bir etkisi kalmamıştır. Artık pratik olarak o haksızlığı düzeltemez,
gideremezsiniz. Ama ikinci durumdaki tarihi haksızlıklar, kendisini tarihe
dayatır, çözüm ister. Tarihin gidişi ve güncel politika üzerinde az çok ya da
güçlü, derin, kapsamlı, sürekli bir baskı yapar. İşte Osmanlı İmparatorluğu ile
Safevi devleti arasında imzalanan 1639
Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Kürdistan’ın ikiye bölünmesi, sonra 1923 Lozan Antlaşması’yla yeniden
paylaşılarak dörde bölünmesi bu ikinci
tür tarihi haksızlıklar kategorisine girer, hem de çok keskin ve ağır bir
tarihi haksızlık olarak! Dolayısıyla bu tarihi haksızlığın giderilmesi için
verilecek ve verilmekte olan mücadeleler kaçınılmazdır, haklı ve meşrudur.
Burada, bunun tarihi bir haksızlık olduğunu ve protesto ettiğimizi ifade etmek
ama sorunun programatik ve pratik-politik olarak çözümünü ortaya
koymamak, politik duruşta somutlaşan ilkeli politika yapmamak oportünizmdir,
Türk burjuva milliyetçiliğidir ya da ona yedeklenmektir. Bu bağlamda ilkede
Kürt ulusunun varlığını tanımak ve Türk ulusuyla eşitliğini ilan etmek, söz
konusu tarihi haksızlığı protesto etmek, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin
hakkını savunmak, enternasyonalizmi vurgulamak ama iş, programatik çözüme, pratik-politik duruşa gelince Kürt
ulusal mücadelesinden uzak durmak, ilgisiz kalmak, esasen “milliyetçilik”,
“reformizm” eleştirileriyle karakterize bir duruş sergilemek Türkiye ilerici ve
devrimci hareketinin sosyal şoven
tavrının tipik görünümüdür. Bu
duruş, Kemalizm’in, egemen ulus şovenizminin sosyalizm maskesiyle ortaya çıkan
küçük burjuva hareket üzerindeki yaygın ve derin etki gücüyle bağlı çarpıcı bir
olgudur. Bilimsel Komünizm’in ustaları boşuna dememişler, siyasi partileri,
liderleri sözlerine göre değil de eylemlerine göre değerlendirin. Halklarımızın
dediği gibi, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!”
Ezilen her ulusun, hele de Kürdistan örneğinde
olduğu gibi, dört parçaya bölünmüş bir ülke ve ulusun doğal ve temel tarihsel eğilimi, ulusal zulme ve
tarihi haksızlığa karşı ulusal direniş, ulusal direnişin ulusal ayaklanmaya
doğru yükselmesi, ulusal devletleşme, ulusal birliği yeniden kurma
doğrultusundadır. Bu temel tarihsel gerçeği dört parçaya bölünmüş Kürt ülkesi
ve Kürt ulusunun tarihsel mücadelelerinden ve güncel gerçeğinden çok çarpıcı
bir tarzda görmekteyiz. Bizce, Kürdistan’ın, Kürt ulusunun kendi ülkesel ve ulusal birliğini kurma tarihsel
ve güncel talebi ve mücadelesi
tümüyle haklı ve meşru bir talep ve mücadeledir. Bu
talebin ve mücadelenin en ufak küçümsenmesi dahi, oportünizm, şovenizm, sosyal
şovenizm, Türk (Arap, Fars) burjuva milliyetçiliğinin ya savunusudur ya da
ondan etkilenmeyle ortaya çıkan ve ulusların ve dillerin hak eşitliği,
halkların kardeşliği, proletarya enternasyonalizmiyle bağdaşmayan bir zaaftır,
dahası bir suçtur. Bağımsız Birleşik Kürdistan talebi Kürt ulusunun haklı ve
meşru bir talebidir. Devrimci proletarya; Bağımsız Birleşik Kürdistan
talebinin, Kürt ulusunun ayrılma ayrı devletini kurma hakkının kayıtsız şartsız
savunucusudur. İlkede bu hakları ve talepleri savunup pratikte ise pasif, ilgisiz kalmakla belirlenen, fiili olarak bu
talep ve mücadeleleri küçümsemek ya da yadsımakla karakterize politikalar,
küçük burjuva oportünizminin, egemen ulus milliyetçiliğinin ifadesi ya da
tezahürleridir. Eklemek gerekiyor: Ulusların kendi kaderini kendi tayin
ilkesinin günümüzde geçersiz olduğu ve aşıldığı iddiası da tasfiyeci nitelikte
bir iddiadır, gerçekler dünyasında da yeri olmayan boş bir iddiadır. Bu iddia,
yurtsever hareket nezdinde, Kürt burjuvazisine ve egemen ulus burjuvazisine ama
özellikle ikincisine verilen ideolojik ve politik bir tavizi yansıtmaktadır. Bu
savunu, yurtsever harekette İmralı süreciyle ortaya çıkan irade kırılmasıyla
bağlıdır. Gerçek durum budur. Kürt işçi ve emekçilerine bu gerçekleri de
açıklamak görevimizdir.
“Genelde eşitlik ve ulusal eşitlikle de ilgili
olarak sorunu soyut ya da biçimsel koymak burjuva demokrasisine özgüdür.”
(Lenin) Kürt Sorunu karşısında da sorunun genel eşitlik, ulusal eşitlik
biçiminde biçimsel olarak ortaya konuluş tarzı, bununla yetinilmesi, egemen
ulus milliyetçiliğinin küçük burjuva bakış açısını ve politika tarzını da
yansıtır. “Küçük burjuva milliyetçiliğinin ve pasifizmin, bütün propaganda ve
ajitasyon ve pratik çalışmalarında enternasyonalizmi sözde tanıyıp pratikte onu
sulandırması”, “küçük burjuva milliyetçiliği”nin “sadece ulusların eşitliğinin
tanınmasını enternasyonalizm olarak nitelemesi” (bkz. III. Enternasyonal,
“Milliyetler ve Sömürgeler Sorununa İlişkin Kararlar”) küçük burjuva
milliyetçiliğinin temel görüngüsüdür. Sorunun bu tarzda ortaya konuluşu,
Türkiye’de egemen ulusun sosyalizm maskesiyle ortaya çıkan ilerici küçük
burjuva hareketinin ve devrimci-demokratik hareketinin tipik görüngüsüdür.
Kuşkusuz ki bu, Türk burjuva milliyetçiliğinin sosyal şovenizm olarak kendini
ifade ediş, dışa vuruş, var ediş tarzıdır. Devrimci proletaryanın egemen ulus
burjuva milliyetçiliğinin bu dışa vuruş tarzına karşı duruşu, tam bir
tutarlılıkla pratikleşen devrimci demokratik ve proleter sosyalist,
enternasyonalist duruştur; devrimci proletaryanın asgari ve azami programı ve
pratik-politik duruşu bunu gösterir. Devrimci proletaryanın Kürt ulusal
sorununun çözümünde asgari programında öne sürdüğü, vurguladığı şeyler
şunlardır: Bağımsız Birleşik Kürdistan talebi ve mücadelesi haklı ve meşru bir
talep ve mücadeledir. Kürt Ulusu’nun ayrılma, ayrı devletini kurma hakkı
kayıtsız şartsız Kürtlerin hakkıdır. Türk Ulusu’nun egemen ve ayrıcalıklı ulus
olma konumuna son verilmelidir ve verilecektir. Zoraki birlik yıkılmalıdır. Devrimci
enternasyonalist proletaryanın önerisi, bu iki ulusun, Kürt ve Türk uluslarının
eşit, özgür ve gönüllü birlikteliği temelinde yükselen Sovyetik Federatif
Cumhuriyetler Birliği’nde birlikte yaşamasıdır. Kürt ulusunun istediği zaman bu
birlikten özgürce çekilme, bağımsız devletini kurma hakkı doğal ve yasal
hakkıdır. Bu taleplerin savunulması tutarlı demokratizmin ve proletarya
enternasyonalizminin bir gereğidir. Ezen ulusun proletaryası ayrılma özgürlüğü ve hakkı, ezilen
ulusun proletaryası birleşme
özgürlüğü ve hakkı üzerinde ısrar etmelidir. Orta Doğu’da bölgesel demokratik
devrimci ve sosyalist Sovyet cumhuriyetler birliği biçiminde örgütlenecek
federasyonlar ağı kurulmalıdır.
Ezilen,
sömürgeci politikalarla boyunduruk altında tutulan ulusun haklı, meşru
taleplerinin mücadelesini omuzlamamak burjuva milliyetçiliğidir, sosyal
şovenizmdir, dahası, bu hak ve taleplerin mücadelesinin çözümüne kendi sınıfsal
hedef ve amaçlarına bağlı olarak proletaryanın
öncülük/önderlik etmesi duruşuyla ortaya çıkılmaması, önderliğin ezilen ulus
burjuvazisine, küçük burjuvazisine bırakılması, soruna salt dışarıdan bakan destekçi rolün biçilmesi de oportünizmdir. Ulusal sorunun burjuva
demokratik bir sorun olduğu gerekçesiyle ilgisiz kalınması ya da sorunun
burjuvaziye devredilmesi burjuvaziye hizmet eden bir politikadır. Devrimci
proletarya Kürt ulusal sorununun çözümünde kendi
seçeneğini öne sürmek ve
mücadelesini vermekle yükümlüdür. Çağımızda ulusal sorunun aşıldığı ya da
çağımızda ulusal sorununun çözümünün olanaklı olmadığı ya da emperyalizm
koşullarında ulusal sorunun çözülemeyeceği, bunun tek seçeneğinin sosyalizm
olacağı ama sosyalizmde de sorunun zaten gereksiz hale geleceği gerekçeleriyle
sorundan kaçış, ulusal baskı politikasının desteklenmesi, burjuvaziye
yedeklenmek, burjuva milliyetçiliğinin kör kuyusuna düşmek demektir. Keza, çağımızda
ulusların kendi kaderini tayin hakkının “anakronik” hale geldiği, bunun “klasik
Marksizm dönemine”, “Leninist sekterlik”e, “20. asra” özgü bir bakış açısı
olduğu ve aşıldığı türünden sözde teoriler de oportünizm ve tasfiyecilikten,
post-modernizmden ibaret bir görüş açısıdır. Bu savunular da egemen ulus
şovenizmine, sosyal şovenizme, Türk burjuva milliyetçiliğine verilen ideolojik
bir tavizi, siyasal bakımdan uzlaşmacı tasfiyeci oportünist bir savruluşu ifade
etmektedir. “Demokratik cumhuriyet”, “Demokratik modernite”, “demokratik ulus”
vb. gibi teorileştirmelerle ve propagandayla meşrulaştırılmaya çalışan bu vb.
teori ve tezlerin Marksizm-Leninizm’e tümden aykırı olması bir yana, yurtsever
hareketin 1993’lerde açığa çıkan, “İmralı” süreciyle bir irade kırılmasına dönüşen ideolojik-politik tasfiyeci gerileyişiyle
bağlı bir çıkışı ifade etmektedir. Bu aynı zamanda, ulusal demokratik hareket
içerisinde Kürt ulusal burjuvazisinin artan etki gücünün de dile gelişi ya da
dile getirilişidir.
Devam etmeden bir noktayı vurgulamak isteriz: PKK hiçbir
zaman Marksist-Leninist bir parti olmadı. PKK, 70’li yıllarda,
Marksizm-Leninizm’den sınırlı ölçüde etkilenmiş ulusal devrimci-demokratik bir
partiydi. Revizyonist/kapitalist kampın (PKK’nin ifadesiyle: “Reel sosyalizm”)
çözülerek çöküşüyle birlikte PKK, zaten sınırlı ölçekte etkilendiği
Marksizm-Leninizm’den iyice uzaklaştı. Tüm bunlar anlaşılır gerçeklerdir.
Elbette ki PKK, Marksist-Leninist bir parti olmadığı için neden
Marksizm-Leninizm’i savunmuyor diye eleştirilemez ya da diyelim ki neden
Marks’ın kapitalizm, Lenin’in emperyalizm teorisini savunmuyor diye
eleştirilemez. Veya Marksist-Leninist bir partinin göstermesi gereken bir
duruşu neden göstermiyor diye eleştirilemez, dahası bu, saçmalık olur. Ama
kendisine Marksist-Leninist diyen herhangi bir birey ya da parti PKK gerçeğini
de bir başka görüş açısıyla değil, herhangi bir sınıf ve tabakanın bakış
açısıyla değil, yalnızca ve yalnızca proletaryanın ve Marksizm-Leninizm’in
görüş açısından bakarak çözümler ve eleştirir ve eleştirmelidir. Örneğin
devrimci-demokrat bir parti olmanın asgari ölçüleri vardır. Örneğin, küçük
burjuva ilerici bir akım olmanın asgari ölçüleri vardır vb. vb. Dolayısıyla PKK
gerçeğini kendi nesnelliği içerisinde ele almak ve değerlendirmek gerekir ama
bu bir şeydir, bundan hareketle, bunu da reformist bir zırha dönüştürerek ortacı,
liberal uzlaşıcı tutumların teorisini yapmak farklı bir şeydir. Bu iki şeyin
birbirine karıştırılması tehlikeli bir oportünizmdir.
Devam edecek olursak: Devrimci proletarya, bir
yandan eşit, gönüllü, özgür birlikteliğin savunucusu olarak ulusal demokratik
hareketle tam bir pratik tutarlılıkla savaşım birliği içerisinde olurken;
ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik eylemini; ilerici, devrimci
mücadelesini desteklerken, öte yandan da, ezilen ulus milliyetçiliğinin
milliyetçilik ilkesinin karşısına proletarya enternasyonalizmi ilkesini
koyar. Ezilen ulus milliyetçiliğinin yüzüne
geçirdiği biçimsel sosyalizm maskesini çeker alır; Kürt burjuvazisinin Kürt proletaryası ve emekçileri
aleyhine kendi konumunu sağlamlaştırma,
Kürt ulusu içerisindeki sınıfsal
çelişkileri örtme politikasına karşı çıkar. Çeşitli milliyetlerden
proletaryanın sosyalist birliği ve sosyalizm davası için mücadele eder.
Halkların kardeşliğini yükseltir. Kürt sorunun çözümünde Kürt burjuvazisinin
değil, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin çıkarlarını temel alır. Ki bu
çıkarlar, Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin ortak çıkarlarıdır aynı zamanda. Kürt proletaryasının ulusal
mücadeleye önderlik etmesi; ulusal sorunun çözümünü toplumsal sorunun çözümü
perspektifine bağlı ele alarak gerçekleşmesi için en önde tutarlılıkla mücadele
eder ve etmelidir. Kürt devrimci proletaryası da, ikili devrimci görevinin
bilinciyle hareket eder. Türkiye’de devrimin ve sosyalizmin zaferi Türk ve Kürt
ulusları ve ulusal topluluklardan proletaryanın ortak çıkarıdır. Bu, aynı
zamanda Türkiye halklarının da ortak çıkarını yansıtır. Bu davanın ve kavganın
zaferi için devrimci proletarya Kürt sorununun devrimci çözümü için
savaşır. Burada da ezilen ulus milliyetçiliğine karşı ideolojik mücadelenin yok
sayılması, küçümsenmesi, hafife alınması da nesnel olarak Kürt burjuvazisine verilen ideolojik
bir tavizi, Kürt proletaryasının
bağımsız siyasal sınıfsal
çıkarlarından (keza Türkiye proletaryasının bağımsız sınıfsal çıkarlarından)
verilen bir tavizi ifade eder, burjuva liberalizminin yedeğine düşülmesi
anlamına gelir yalnızca. Devrimci proletarya, Kürt devrimci proletaryası daima,
kendi bağımsız ideolojik, siyasi, örgütsel varlık hakkı için mücadele etmek, onu
koparıp almakla, azami bir özenle
korumak ve geliştirmekle yükümlüdür. Türkiye proletaryası ideolojik mücadelede ana darbeyi ezen ulusun
milliyetçiliğine, şovenizme, sosyal şovenizme indirirken, ezilen ulus
milliyetçiliğiyle de kendi arasına kalın
bir sınır çizgisi çeker, milliyetçilik
ilkesinin karşısına proletarya
enternasyonalizm ilkesini
çıkarır. Bunu reddetmek, Marksizm-Leninizm’i reddetmek, devrimci proletaryanın
bağımsız politik hareketini burjuvazinin, burjuva liberalizmin, burjuva
milliyetçiliğin yedeğine koşmak demek olacaktır.
Devrimci proletarya, Kürt devriminin Türkiye
devriminden önce başarıya ulaşma
olanağı doğduğu koşullarda bu devrimin zaferini destekler; bu devrimin Kürt
proletaryasının önderliğinde gerçekleşmesi için enerjik bir tarzda mücadele
eder. Tarih, böyle bir çözümü gündemleştirirse, Kürt devriminin zaferinin
bölgesel ve uluslararası devrim sürecini geliştirip güçlendireceğinden kuşku
duyulamaz. Devrimci proletarya birleşik
bir devrimi ön görür ve savunurken, birleşik devrimi mutlaklaştıran politikaları Türk burjuva ve küçük burjuva
milliyetçiliğinin ve sosyal şovenizmin bir biçimi olarak görür ve bu
politikalara karşı da kesinkes
mücadele eder.
Komünist enternasyonalist proletarya, ezen ulusun
egemen sınıflarının zoraki dayatmasına, ezen ulusun küçük burjuva
milliyetçiliğinin zoraki “ortak
vatan” politikasına; tarihi haksızlık ve milli zulüm politikasının ürünü olarak
ortaya çıkmış olan “Misak-i Milli” sınırlarının zoraki tanınmasına dayanan her
türlü politikanın karşısındadır. Zoraki birliğin sosyalizm maskesiyle
inceltilmiş bir biçimi olan, ulusların ve dillerin hak eşitlik ilanına dayanan
ama Kürdistan devriminin mutlak olarak Türkiye devrimine bağlı kalması
gerektiğini savunan, bunun teorisini bir biçimde yapan, “tek vatan” milliyetçi
şoven sloganını “ortak vatan” sloganıyla süsleyerek savunan, Kürdistan benim
mülkümdür, Türkiye’nin mülkidir demeye getiren ve de sonuçta getiren
politikalar da “Misak-i Milli”ci politikalardır. Sosyalizm adına, doğrudan ya
da dolaylı biçimlerde, söz konusu politika ve savunuların meşrulaştırılması
çabası, yönelimi ve duruşu tümüyle sosyal şoven karakterdedir. Kemalizm ve Türk
egemen sınıfları kuyrukçuluğudur. Sömürgeci politikalarla suç ortaklığıdır.
Egemen ulusun egemen ve ayrıcalıklı konumunun devamının sosyalizm maskesi
altında savunulmasıdır. Gerçekte bu, nesnel olarak, sosyalizm ilkesine,
proletarya enternasyonalizmi ilkesine ideolojik ve politik bir ihanettir. Geçtik
Marksizm-Leninizm’i, sosyalizmi, tutarlı devrimci-demokratizmle bile
bağdaşmadığı gibi, yerine, egemen ulus şovenizminin, Türk burjuva
milliyetçiliğinin fütursuzca geçirilmesidir.
“Ortak
vatan” ancak Kürdistan ve Türkiye
devriminin zaferiyle, böylece Kürtlere karşı tarihi haksızlığın giderilmesiyle,
eşit ve özgür ve gönüllü birlikteliğin kurulmasıyla bir
gerçeğe dönüşebilir. Bu perspektifi ister açık, isterse kapalı (ki,
ikincisi daha büyük bir iki yüzlülüktür!) biçimde olsun, küçümseyen, yok sayan
her tür bakış açısı ve pratik tutum, proletarya ve halkların devrimci ve
sosyalist çıkarlarıyla asla bağdaşmaz. Zoraki birliğe dayanan “Tek vatan”ı
sözde ortak vatan olarak dayatan politika ve duruşlar, bir yandan egemen ulus
proletaryası ve emekçilerini egemen ulus milliyetçiliğiyle zehirlemeye hizmet
etmektedir. Bu tutum, bir yandan da ezilen ulusun egemen ulusa, egemen ve
ayrıcalıklı ulusun işçi ve emekçilerine karşı zaten keskin olan tarihsel ulusal
güvensizliğini ve ulusal ön yargılarını kışkırtıp, derinleştirip,
geliştirmektedir. Yani böylece, her durumda da burjuvaziye değerli bir hizmet
sunulmakta, proleterler sınıfının birliği ve halkların kardeşliği
darbelenmekte; devrim ve sosyalizm kavgasına ağır zararlar verilmektedir.
Burada okuyucuya, Lenin’in ezilen uluslara hassas ve özel bir yaklaşım
sergilenmesi gerektiği vurgusunu, keza,
ezilen ulusun egemen ulusa ve halkına karşı hissettiği derin ulusal
güvensizliğin ve doğmuş olan ulusal ön yargılarının tarihsel olarak haklı ve
meşru olduğu analiz ve vurgusunu hatırlatmak isteriz. Ezilen ulusun ezen ulusa
karşı ulusal ön yargılarının doğmasının sorumluluğunu egemen ulusun
burjuvazisinin taşıdığını, ama aynı zamanda bu sorumluluğun ezilen ulusa karşı
devrimci ve sosyalist yükümlülüklerini yerine getirmemiş olan egemen ulusun
devrimci hareketine de ait olduğu analizinin ve bu bağlamda da Lenin’in bakış
açısının incelenmesini, öğrenilmesini öneririz. Ezilen ulusun söz konusu
güvensizlik ve ön yargılarına karşı mücadele etmek bir görevdir ama bu görev ve
söz konusu güvensizliklerin aşılabilmesi ne söylemde kalan duruşlarla, ne de
uluorta ezilen ulus milliyetçiliğe saldırmakla gerçekleşebilir. Bunun tek yolu,
sabırlı bir mücadele sürecinde tutarlı demokratizmin ve proletarya
enternasyonalizminin pratikleşmesidir.
Açıklamak gerekiyor: Yurtsever hareketin
“demokratik ulus”, “demokratik devlet”, “demokratik cumhuriyet” kavramları ve
bu kavramlarla içi doldurulmuş “ortak vatan” vurgusunu teorik-ideolojik-ilkesel
açıdan paylaşmak zaten olanaklı değildir. Çünkü bu perspektif, devrimin
zaferine dayanmıyor, devrimin zaferini yadsıyor, demokratik kapitalizm ve
burjuva demokrasisi çizgisine dayanıyor, anayasal reformlarla Kürtlerin ulusal
kimliğinin tanınmasına dayanan sınırlı bir bakış açısını ifade ediyor. Ulusal
devrimin zafere dönüşememesinin ve ulusal taleplerde geri çekilişte, daha
sınırlı hedeflere dönüşte ifadesini bulan bir irade kırılmasını yansıtıyor.
Gerçekte bu savunu, nesnel olarak, Türk egemen sınıflarının sömürgeci egemenlik
ve politikalarının son verilmesine değil, inceltilmiş bir çizgide
sürdürülmesini kabul etmeyi ifade ediyor. Egemen ulusun egemenliğine ve
ayrıcalıklarına son vermiyor, ezilen ulusun egemen ulusla eşit haklara dayanan
özgür ve kardeşçe birliğini ifade etmiyor. Kürt sorununun sınırlı bir burjuva çözümünü
dillendiriyor. Elbette ki bu çizgi eleştirilecektir ve eleştirilmelidir. Böyle
de olsa, söz konusu geri çekiliş yurtsever hareketteki irade kırılmasının eseri de olsa, bu savunu,
en nihayetinde, Kürtlerin ulusal demokratik hakları için haklı bir kavga
yürüten yurtsever hareketin ve Kürtlerin Türk ulusuyla birlikte yaşama politik
isteğinin bir yansıması ve ifadesidir ve ilerici demokratik bir politik
karakter taşımaktadır. Kemalist burjuvazinin ya da Türk egemen sınıfların ve
diktatörlüğün sömürgeci politikasının eseri olan “tek ulus” politikasının ret
ve yadsınması üzerinde yükseliyor. Kürtlerin, sınırlı da olsa, ulusal kimlik
bağlamında bir kısım ulusal haklarının koparılıp alınmasına dayanıyor ya da
bunu ön şart olarak öngörüyor. Yani
burada öyle lanse edildiği gibi, şartsız boyun eğmek, teslim olmak vs. yok.
Kısacası, yurtsever hareketin bu konudaki gerçeğini iki yönden okumak gerekir,
bunu okuyamayanların kendi daracık dogmalarına sığınarak, keskin devrimci
söylemin ardına gizlenerek salvo atışlarında bulunmalarını doğru bulmadığımızı
vurgulamak isteriz.
Buradaki yurtsever hareketin “ortak vatan” vurgusu
ile Türk küçük burjuva milliyetçiliğinin ilerici ve devrimci formasyonlarının
bir kısmının “tek vatan” şoven vurgulu politikası birbirinden temelde
farklıdır. Türk küçük burjuva milliyetçiliğinin temsilcilerinin söz konusu
politika ve şiarı, nesnel olarak, zoraki
birliği sürdürme isteğini ifade ediyor ve bu zoraki birliği sosyalizm maskesiyle Kürtlere
dayatıyor. Bu politika, Kemalizm’e, egemen ulus şovenizmine yedeklenen,
Bağımsız Birleşik Kürdistan ve Kürtlerin ayrılma, ayrı devlet kurma haklarını
ve meşru talebini, inceltilmiş biçimlerde yadsıyor vb. Kürt ulusunun Türk
ulusuyla birlikte yaşayıp yaşamayacağına, ezilen, bağımlı, sömürgeci zulüm altında
yaşayan Kürtler karar verir ve bu tümüyle meşru bir haktır. Bugün ulusal
demokratik hakları için mücadele yürüten Kürtler ve yurtsever hareketin belli
sınırlar çizerek, içerik vererek ileri sürdüğü “ortak vatan” vurgusu ile ezen
ulusun küçük burjuva milliyetçi ilerici ve devrimci kesimlerinin gerçekte “tek
vatan”cı politikası farklı içerik ve
hedeflere dönüktür. İdeolojik-siyasi
eleştirilerimize karşın, söz konusu ayrımda, yurtsever hareketin vurgusu
ilerici demokratik karaktere sahipken, egemen ulusun küçük burjuva
devrimcilerinin (Kürtler üzerindeki ulusal zulüm politikasına karşı şöyle ya da
böyle karşı çıkarak bir biçimde mücadele yürütmekle birlikte) “tek
vatan”cı “ortak vatan” politikası bu yanıyla nesnel olarak gerici,
milliyetçi ve şoven karaktere sahiptir. Bu gerçek ısrarla vurgulanmalı ve deşifre edilmelidir. Kürtlerle
Türklerin birlikte yaşaması, her şeyden önce ve özellikle egemen ulusun işçi ve
emekçilerinin kendi burjuvazisine ve egemen sınıfına, bu sınıfın sömürgeci
politikasına ve hegemonyasına karşı tutarlı demokratik bir mücadele yürütmesiyle, egemen ulusun egemenliğine ve
ayrıcalıklarına tutarlı bir şekilde pratikte
karşı çıkışıyla, Kürtlere ve Kürt halkına güven veren bir duruş sergilemesiyle
olanaklı olacaktır. Kuşkusuz ki burada da vurgulanması gereken ilk temel şey,
öncelikle Türk proletaryasının bu tarihsel ve politik yükümlülüğünün bilinciyle
davranması ve Türk halkını da bu doğrultuda kazanmasının gerekliliğidir ama
halkçılıkla, ezilencilikle ya da ezilenler teorisi ve pratiğiyle elbette ki bu
görevde yerine getirilemez. Bu bakımından da sorunun merkezinde komünist işçi hareketinin yaratılması ve geliştirilmesi
durmaktadır. Bu rolün, küçük burjuva devrimci demokratik hareketten
beklenemeyeceği ise açıktır…
Devrimci proletarya, Kürt sorununun emperyalist
çözümüne veya herhangi bir gerici
burjuva çözümüne karşı çıkar ve desteklemez
ama her halükarda, bu tip durumlarda, Türk egemen sınıflarının, sömürgeci
faşist diktatörlüğün Kürt ulusuna karşı geliştireceği baskı, ulusal zulüm, soykırım
saldırganlığına karşı da sonuna dek tam bir tutarlılıkla mücadele yürütür.
Çünkü devrimci proletarya ezilen bir ulusun kendi kaderini tayin ederken devrimci önderlik yetersizliği nedeniyle
devrimci bir çözümü benimsemeyebileceğini de, ezilen ulusun işçi ve
emekçilerinin lehine olmayacak bir çözümün de gerçekleşebileceğini hesaba
katar. Bu durumlarda, devrimci proletaryaya rağmen ortaya çıkan irade, gerici
çözümden yana ortaya çıkmış bir ulusal iradedir; ulusun tercihidir bu. Ki,
ulusal iradenin o somut durumda bu temelde kullanılmış olması objektif bir
gerçektir artık. Bu koşullarda, devrimci proletarya, devrimci gelişmenin
gereksinmelerine, başta da Kürt proletaryası ve yoksulları olmak üzere Kürt
halkının çıkarlarında göre hareket eder. Gerçek durumu Kürt işçi ve
emekçilerine açıklar. Onları doğru, devrimci çözümler için mücadeleye çağırır.
Bu doğrultuda ısrarlı bir mücadele yürütür. Ancak, “yanlış tercih”, “devrimin
çıkarlarına aykırı tercih” adına ezilen ulusun tercihi karşısında ezen ulusun
egemen sınıfının zorunu, katliamlarını, soykırımcı politikalarını desteklemek,
ne adına ortaya çıkarsa çıksın, egemen ulusun egemen sınıfına ve burjuvazisine
yedeklenmek ve siyasal alçaklık anlamına gelir yalnızca. Haklı ve meşru ve
ilerici Kürt ayaklanmalarına karşı Kemalizm’i, Kemalist diktatörlüğü savunan,
ayaklanmaların “irticaya” vb. karşı mücadele adına soykırımla ezilmesini
destekleyen Şefik Hüsnü TKP’sinin ürkütücü sosyal şoven politikalarını unutmuş
değiliz. Hangi saiklerden yola çıkarsa çıksın TKP’nin duruşu
Marksizm-Leninizm’e, proletarya enternasyonalizmine aykırıydı; dahası, tutarlı
demokratlıkla bile bağdaşmayan bir tarihsel zaaf ve suçtu. Keza, SSCB’nin ve
III. Enternasyonal’in Kürt sorununda ve Kürt ayaklanmaları karşısındaki tavrı
da son derece geri, pragmatik ve oportünizmle hastalıklı bir tavırdı. Kürt
sorununda Türkiye devrimci hareketinin tarihsel geleneğindeki bu oportünizm ve
sosyal şovenizmin günümüz ilerici ve devrimci sol hareketi üzerindeki derin
etkisi bir sır değildir. Bunun kökleri Şefik Hüsnü TKP’sine ve III.
Enternasyonal’in kendi temel çizgisine ve ulusal sorun ve sömürgeler
sorunundaki temel politikasına aykırı düşen oportünist tutumlarında yatmaktadır
aynı zamanda.
Bu bağlamda, İbrahim
Kaypakkaya’nın Kürt sorunundaki gelişkin çizgisi, M. Suphi’lerin TKP’sine
sahip çıkarken Şefik Hüsnü TKP’sini oportünist, Kemalizm kuyrukçusu olarak
mahkum etmesi ve Kemalizm konusundaki kopuşu devrimci hareketin tarihinde özel,
temel, yaşamsal bir değer taşımaktaydı. O, bu koyuşlarıyla 71 devrimci hareketinin
önderlerinin çok ama çok ilerisinde durmaktaydı. İbrahim yoldaşın gerek
sosyalizm maskeli reformcu sol cenahta, gerekse de devrimci hareketin ağırlıklı
bölümü tarafından görmezden gelinmesinde bu sorunların çok özel bir yerinin
olduğunu özellikle vurgulamak isteriz. Kaypakkaya’nın Kemalizm, Kürt sorunu,
TKP değerlendirmesi, “Sovyet” modern revizyonizmine, sosyal emperyalizme karşı
devrimci sosyalist değerlendirmelerinin, bu dört temel konuda hakkının teslim
edilmemesi, dahası, üstünün örtülmesi, unutturulmak istenmesi, sessizlikle
boğulması, mecbur kalınınca dil ucuyla dile getirilmesi, utanç verici bir
oportünizm ve tasfiyeciliktir. Ama güneş, balçıkla sıvanamaz!
Keza, kendi tarihimiz bakımından, bu gerçekleri
işlemede, Kaypakkaya gerçeğinin bu kazanımlarını savunmada gerek genelde
gerekse de ama öncelikle de öz kuvvetlerimizin donanımı bakımından işlemede çok
ama çok zayıf kaldığımız ise bir diğer gerçektir. Bu dört konuda Birlik
Devriminin İ. Kaypakkaya’nın hakkını teslim ettiğini, karar altına aldığını
biliyoruz oysa. Kuşkusuz ki, eleştirel aşılması gereken bir zaafımızdan
bahsediyoruz. Bu durum, hatanın da ötesinde bir zaafımızı ifade
etmektedir. Örneğin, Kaypakkaya yoldaşın şehit düşüşünün yıl dönümlerinde çıkan
yazılarımız bile çalakalem çıkabilmektedir. Örneğin, yeni kazanılan ve yetişen
yoldaşların, İbrahim Kaypakkaya’dan çok Deniz Gezmiş’i tanımaları (o da
yüzeysel bir tanıyış!) bir rastlantı değildir. Herhalde bunun sorumluluğu genç
nesillere ait değildir. Bu zaaflı tutumun mutlaka özeleştirel aşılması gerekmektedir. Deniz Gezmiş de Mahir Çayan da
71 devrimci hareketinin tarihsel kahramanlarındandır. Ortak değerlerimizdir.
Yeni ve eski nesiller bu değerlere de sahip çıkmakla yükümlüdürler. Sorun bu
değildir. Sorun burada da değildir. Ama Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın
(yaşamlarını ortaya koyarak eylemiyle fiilen kopuşsalar da) Kemalizm
konusundaki bildiğimiz düşünceleri kabul edilecek düşünceler değildir. İbrahim
Kaypakkaya’nın yukarıda vurguladığımız dört temel konudaki tutumu, çok temel bir
kopuşu, 71 devrimci önderlerinin çok
ilerisine geçerek geliştirdiği görüşlerdir. Tarih, diğer önderlerden farklı
olarak Kaypakkaya yoldaşın bu konulardaki kopuşunun derin ideolojik ve politik
değerini yeterince aydınlatmış ve hakkını teslim etmiştir. Bu hakkın teslim
edilişi gündemleşmeli ve vurgulanmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder