ZULÜM İLE ABAD OLANIN AKİBETİ BERBAT OLUR!
HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ…
III
Hareketin
başlayıp Türkiye’ye yayılmasında gençliğin
öncü bir rol oynadığı, her alanda kitleselliği ve militanlığıyla ağırlık
koyduğu vurgulanmalıdır. Söz konusu öncü rolde gençliğin eğitimli, kültürlü,
yeni teknolojiye hakim kesimlerinin hareket içerisinde öne çıktığı açıktır. Bu
kuşak, 90 kuşağıdır. (Ki 80 kuşağı da yaygın olarak harekete katılmıştır.)
Apolitik ve bireyci gözüken, alışageldiğimiz örgütlerde örgütlenmemiş, bireysel
özgürlüğünü ve otonom duruşu önemseyen gençliğin kitlesel ve militanca
mücadeleye atılması beklenmeyen ve yaygın bir şaşkınlığa yol açtı. Bu durum,
ilerici ve devrimci hareketin geniş gençlik kitlesinin nabzını elde tutamadığının
ifadesidir. Bu durum, devrimci hareketin yalnızca geniş işçi ve emekçilerle
değil, aynı zamanda geniş gençlik kitlesiyle bağlarının zayıf olduğunun bir kanıtıdır.
Keza bu durum, ilerici ve devrimci hareketin, 90 gençliğinin içerisinde
yetiştiği sosyo-ekonomik değişim sürecini yeterince anlayamamasıyla da
bağlıdır. Burada geleneksel zihniyet ve alışkanlıkların olumsuz rolü, kuşaklar
farklılaşmasının yarattığı yabancılaşmanın aşılamamış olması gerçeklerinin de
altı çizilmelidir. Marx’ın vurguladığı, “Eğer görüntüyle gerçek bire bir
çakışsaydı bilime gerek kalmazdı” sözleri bir kez daha anımsanmalı ve üzerinde
düşünülmelidir. Demek ki yeterince bilimsel düşünmüyoruz. Bu bakımdan da bir
özeleştiri verilmesi gerektiği, vermemiz gerektiği bizce açıktır.
Gençlik
enerji doludur. Dinamiktir. Doğal bir ataklığı vardır. Alışkanlıklarının kölesi
değildir. Merak eder, sorgular, daima arayış içerisindedir, yenilikçidir. Girişkendir.
Yaratıcıdır. Tek tipleştirilmeye, robotlaştırılmaya karşıdır. Kul ve tebaa olmaya
gelmez. Kabına sığmaz. Baş kaldırmaya açıktır, isyancı özelliğe sahiptir. Eski
kuşaklardan farklı olarak kendine has
yollardan yürüyerek mücadeleyi keşfeder ve kavgaya atılır. Gençliğin söz
konusu karakteristik özellikleri ve gerçekleri doğal olarak 90 kuşağının da
karakteristikleridir. Yeni kuşağın bu niteliklerini Haziran Ayaklanması
sürecinden de çarpıcı bir tarzda gördük. Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinde
cesurca ve yaratıcı bir tarzda öne atılan ve savaşan gençlik, yeni bir
deneyimden, kapsamlı bir politik mücadele deneyiminden geçti. Bunun geliştirici
sonuçlarını önümüzdeki yıllarda hep birlikte göreceğiz. Daha politik, politik
ve toplumsal taleplerle mücadeleye atılan, iç ve uluslararası politik
gelişmelere daha duyarlı ve radikalleşen bir gençlik göreceğiz. Her şeyin
metalaştırılmasına, sermayeleştirilmesine, neoliberal kapitalist köleliğe;
proletaryaya, halklara, ezilenlere karşı “dindar, kindar, fetihçi” köleleşmiş,
biat eden tek tipleştirilmiş bir gençlik yetiştirmeye karşı başkaldıran daha mücadeleci
bir gençliğe tanık olacağız. “Başka bir dünya” arayışı içinde olan geniş gençlik
kitlesi, karmaşık ve zorlu bir süreçten geçerek sosyalizmle tanışacak, giderek
daha yakından tanışacak; bu dünyanın devrimci ve sosyalist bir dünya olduğunu görmeye
başlayacaktır. Tamda burada ana sorun, gençliğin hızlanan ve daha bilinçli hale
gelecek olan arayışlarına proletarya sosyalizmi cephesinden yanıt verilmesi
sorunudur. Peki, donanımı ve savaşım yeteneği ile bu arayışa yanıt verecek,
Bilimsel Sosyalizmi ideolojik, politik, maddi bir güç olarak çekim merkezi
haline getirecek bir kuvvet var mı? Asıl mesele burada…
Evet, gençlik
gelecektir, gençliği kazanamayan bir devrimci hareketin geleceği de yoktur…
Gençliğin enerjisiyle kuşanmayan, bir gençlik partisi olmayı da, daima genç
kalmayı da başaramayan herhangi bir devrimci ya da komünist partisinin de
geleceği yoktur.
Evet, 90
kuşağı yaygın olarak apolitikleşme politikasıyla, depolitizasyonla
şekillendirilmeye çalışıldı. Kapitalizmin hızla geliştiği, burjuva ideolojik
hegemonyanın atak yaptığı, bireyciliğin tavana vurduğu koşullarda büyüdü 90
kuşağı. Dolayısıyla yaygın bir apolitikleşmenin ve bireycileşmenin etkisi
altında şekillendi. Ama bu kuşak, öte yandan da ağır bir ekonomik, siyasi,
ideolojik, sanatsal, kültürel, bireysel baskının da altındaydı. Yeni
teknolojiyle haşır neşir, dünyayı izleyebilen, gelecek beklentisi güçlü ama diğer
yandan da “küreselleşme”nin, kapitalizmin, sistemin kendisine bir gelecek vermediğini
ve veremeyeceğini de görmeye başlayan; kendisine özgürlük alanı bırakmayan, her
şeyine müdahale eden bir diktatörlükle ve hükümetle karşı karşıya kaldığını da
sezmeye, görmeye, tepki biriktirmeye başlamıştır. Yani 90 kuşağının gerçeği
çelişkili bir gerçekti, çelişki son sınırına doğru zorlandığında karşıtına
döner; işte “apolitikleştirilen” gençlik, bu eğilimin karşıtına dönüşmesiyle
patladı.
Dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizm, derinlemesine ve genişlemesine hızlı bir
tempoda gelişmektedir. Bilakis AKP’nin
başında olduğu süreç, ekonomik, toplumsal, kültürel bakımdan derin ve kapsamlı
değişikliklere ve dönüşümlere yol açıyor. AKP’nin ekonomik alanda çıplak ve
saldırgan bir kapitalizm ve sermaye egemenliğinden başka bir şey olmayan
“neoliberal”izmi gençliğin geleceğini fütursuzca elinden almaktaydı. Öte
yandan, ideolojik-siyasi bakımdan “milliyetçi, muhafazakâr demokrat”, “Türk-İslam-Osmanlı”
sentezine dayanan siyasal İslamcı çizgisini gençliğe ve “toplum”a amansızca
dayatmaktaydı. AKP’nin ve başındaki “büyük usta”nın “otoriter tekçi zihniyeti”
ve saldırganlığı, gençliğin ve toplumun geniş kesimlerini açıkça karşısına
alarak uygulanmaya başlanmıştı. Bu gerici ve faşist saldırganlığın er ya da
geç, toplumun üzerinde yükseldiği uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklarla bölünmüş
gerçeğine ve çok uluslu, dinli, inançlı, mezhepli, kültürlü yapısının duvarına ve
gençliğe çarpması ve kırılması kaçınılmazdı. Nitekim yaşadıklarımızdan bu
gerçekleri açık bir şekilde görmekteyiz.
Burada pek
çok şeyin yanı sıra gençlik, devlet terörüne, barbarca estirilen polis terörizmine,
“dindar, kindar ve fetihçi gençlik yetiştirme”ye karşı da baş kaldırdı. Burada,
yukarıda dikkat çektiğimiz tabloyla bağlı olarak, niceliksel birikimler
niteliksel bir patlamaya dönüştü ve böylece yeni nesil yiğitçe ileri atıldı ve
savaştı. Alanlarda özellikle de dar grupçu reklamcılık yaparak, gösterişçi
pankartlar açarak, bol bol grupsal sloganlar atarak bu gençliğin
kazanılmayacağı açıktır. Örneğin Gezi Parkı’nı mesken tutan ve direnen
gençliğin ezici bir çoğunluğunun ilerici ve devrimci örgütlerle bir bağının
olmaması çarpıcı bir durum değil mi! Aklı olan, kendisini de köklü bir tarzda
yenileyerek gençlik kuşağına yeni bir tarzda, yeni bir zihniyetle yaklaşarak
gençliği kazanmaya yönelir...
Taksim’in 31
Mayıs-1 Haziran itibari ile özgürleştirilmesiyle Gezi Parkı’nda hızla komünal
bir yaşam inşa edilmeye başlandı. Burada da gençlik en öndeydi. Sosyal medya
aracılığıyla iç ve uluslararası alanda hızlı haberleşme, çağrıları iletme,
etkileşim ve iletişim, dayanışma ağı kuruldu. Yeni nesil gençlik, burjuva
medyanın, başta da “yandaş medya”nın sansürünü sosyal medya aracılığıyla kırdı.
Burjuva medyanın itibarı iç ve uluslararası alanda sıfırlandı. Ayrıntılara
girmiyoruz; 15 gün boyunca devletsiz bir yaşam vardı. Polissiz bir yaşam,
olağan dönemde asla ama asla tanık olamayacağımız daha güvenli bir yaşam vardı
Taksim’de. Diktatörlüğün saldırı tehdidine karşın bu böyleydi. Paranın
kalktığı, imece usulü yaşam ve dayanışma; halkın gönüllü katkısına dayanan ve
gönüllü kolektif çalışmayla biçimlenen revir, mutfak, çayhane, “Devrim
market”ler, kütüphane… Yaygın bir kurumlaşma… Mutlu, neşeli, huzurlu, sevgi ve
saygının patlama yaptığı bir yaşam tablosu… Çevreci duruş, temiz bir çevre,
gönüllü iş ve çalışma… Yüzlerce doktorun, dr. adayın, hemşirenin vb. fedakarca
ileri atılması… Sayısız gönüllü etkinlik, kurumlaşma, paylaşım… Tüm zorlukları
birlikte göğüsleme ve yenme… Mücadele kararlılığı… Ezilenlerin, emekçilerin sıcacık
omuzdaşlığı… Hızla etkisizleştirilen bir-iki polis provokasyonu ve ırkçı
girişim dışta tutacak olursak, “ayyaşlar”, “çapulcular”, “marjinaller”,
“teröristler” oradaydı ama tek bir kavga yok! Taciz yok. Kadınları döven yok,
gençleri horlayan yok, giyimine, kuşamına karışan yok, LGBT’lileri aşağılayan
yok, ibadetini yerine getirenleri, Türk bayraklarıyla ve Mustafa Kemal
flamalarıyla orada bulunanları ve dolaşanları aşağılayan yok… Kürtleri,
Ermenileri, Alevileri, Müslümanları, Hrıstiyanları, ateistleri, yoksulları,
sevgilileri… horlayan yok. Analar, babalar, çocuklar, gençler sevgi bağlarıyla
bir arada… Ön yargıların hızla kırılması… Özgürce yapılan fikir tartışmaları,
doğrudan demokrasi, fiili bir özgürlük ortamı… Sanatsal, kültürel sayısız
etkinlik ve yaratıcı gösteriler…
Yaşayanların,
tanık olanların asla unutamayacağı ve gelecek güzel dünyaya umudu büyüten,
devrim ve sosyalizm umudunu bileyen pırıl pırıl bir deneyim… Evet, idealize
edilmeyecek ama geleceğe de ışık tutan bir deneyim. Kitlelerin ve gençlik
kitlesinin çok önemli bir deneyimden geçtiği ve kendi öz deneyimlerinden
öğreneceği kesindir. Peki ama devrimci hareket Gezi-Taksim ve Haziran
Ayaklanması’ndan, bu deneyimden, yenilenmek, iç yaşantıları dahil komplike gerekli dersleri çıkarabilecek mi,
pratik-politik bir silaha dönüştürebilecek mi acaba??? Hep birlikte göreceğiz
bunu…
Gezi Parkı
direnişinin Taksim’in özgürleştirmesiyle ve Türkiye çapında buz kıran rolü
oynayarak halk hareketinin sıçramasına yol açmasıyla Taksim Dayanışma (TD) platformu
beklenmedik bir şekilde yeni misyonlar yüklenmek zorunda kaldı ve bu yeni
misyonuna yanıt olmaya çalıştı. Kuşkusuz
ki sürece ve harekete önderlik edecek devrimci bir önderliğin, öncünün olmadığı
koşullarda, her şeye karşın, TD’nin varlığı ve üstlenmek zorunda kaldığı misyon
yetersiz kalsa da, önemli, geliştirici ve devrimciydi. TD’den devrimci ya da
komünist bir öncünün gösterebileceği bir önderlik yeteneği, iradesi beklemek
saflık olacaktı. Devrimci ve sosyalist bir program ileri sürmek; başta işçi
sınıfı olmak üzere, emekçi sınıf ve tabakaların, ezilen toplumsal kimliklerin güncel
istemlerini birleştirici bir geniş talepler dizisi ile birlikte formüle etmek
ve mücadelesini vermek; Türkiye çapında doğrudan demokrasiye dayanan, aşağıdan
yukarı kitlelerin kendi temsilcilerini seçerek oluşturacakları örneğin,
meclisler ağını örüp ülke çapında birleştirici bir politik merkeze dönüştürüp
savaşımı sıçratmak TD’yi aşan işlerdi. Nitekim böyle bir programdan yoksun
oluşu, en geniş kitleleri, Kürt ve Türk emekçilerini birleştirecek genişlikte güncel
antifaşist taktik bir program ileri sürememesi, hareketin patlak vermesinden
itibaren hızla kitlelere dayanan bir örgütsel ağın inşa edilerek birleştirici
bir örgütsel yapının ortaya çıkarılmaması, hareketin açık zaafları oldu. Bu
bakımdan dibe vurmuş, tarihsel ve yapısal zaaflar içerisinde kıvranan; kendine
dönük, gençliğe ve geniş kitlelere yabancılaşmış, sürece hazırlıksız yakalanan,
beklenmedik bir an’da patlak veren hareket karşısında ancak zayıf bir
müdahalede bulunabilen değişik eğilimlerden ilerici ve devrimci hareketin bu
tablosu da halk hareketinin açık bir içsel zaafıydı. Bu durum, TD’nin
üstlenemeyeceği çapta bir misyonun altına girmesine, zayıf kalmasına yol açtı.
Hareketin ve sürecin deneyimlerinin kanıtladığı gibi, bir yandan ve özellikle yeni tipten bir öncünün inşası, diğer
yandan yeni tip bir antifaşist birleşik
cephenin inşası içerisinde geçilen tarihsel anın da yakıcı görevleridir.
Devrim
kitlelerin eseridir; Lenin’in dediği gibi “Marksizmin en değer verdiği şey, kitlelerin
tarihsel inisiyatifidir.” Haziran Ayaklanması bu temel tarihsel, teorik, pratik
gerçeğin çekirdek halde çarpıcı bir doğrulanmasından ibarettir. Diktatörlüğün,
hükümetin, polisin kuşatmasını, terörünü, psikolojik savaşını püskürten, etkisizleştiren
gençliğin, halkın ve ezilenlerin sokaklarda, barikatlarda militanca savaşımı olmuştur.
Harekete siyasal ve toplumsal meşruiyetini
hızla kazandıran, uluslararası alanda toplumsal meşruiyetini kabul ettiren
halkın genel direnişi olmuştur. Harekete güç ve enerjisini, derinlik ve
genişliğini veren, moral, güç ve ataklık kazandıran şey, geniş kitlelerin
savaşım arenasına çıkması olmuştur.
Haziran
Ayaklanması, işçi sınıfına, halka, kitlelere güvenmeyen, “aptal” vb. diyerek hakaret
edenlere yanıt olduğu gibi suratlarına da inen devrimci bir tokat olmuştur.
Evet, Türkiye’de de devrim günceldir… Türkiye’de de devrimin nesnel ekonomik ve
toplumsal koşulları zaten mevcuttur ve gitgide olgunlaşmaktadır. Devrimin
nesnel politik koşulu olan devrimci durum diyelim ki çekirdek biçiminde ışımaya
başlamıştır. Temel tarihsel politik eksiklik ve zaaf, tarihin çağrısına yanıt
verecek, mücadelenin temel gereklerine ve güncel gereksinmelerine
uygun donanıma sahip ya da buna hazır bir öncünün bulunmamasıdır. Buna aday
olan politik kuvvet ise, güncel bakımdan, tarihsel, yapısal zaaflarının altında
ezilmektedir. Teoriden, tarihten, güncel siyasal deneyimden öğrenmek ve
devrimci bir tarzda yenilenmek ise tarihin yakıcı çağrısıdır.
Evet, erken
bir devrim beklentisine kapılmadan ama sistemli yenilenip hazırlanmak komünist
hareketin görevidir. Devrimlerin ne zaman, nerede, nasıl patlak vererek
gelişeceği önceden bilinmez. Sezmek, ipuçlarını yakalamak, hazırlanmak, güç
biriktirmek, süreçlere anında müdahale ederek yönetmek ise öncünün görevidir.
Örneğin işin hakkını veren bir öncü olsaydı, “Doğu”nun ve “Batı”nın birliğine
dayanarak Haziran Ayaklanması’nın bir devrime dönüştürülemeyeceğini kim
söyleyebilir ki!
Mücadele ve
örgüt biçimlerini dışarıdan kitlelere dayatmadan, kitle hareketinin yarattığı
biçimleri hızla genelleştirmek; harekete, aşağıdan yukarı ya da doğrudan demokrasi
örneği olan kitlesel örgüt biçimlerini geliştirmek, dar grupçu rekabet ve
hegemonya alanına dönüştürülmesine izin vermeden demokratik bir tarzda merkezileştirmek
gecikmiş acil bir görevdir. Gezi Parkı’nda gecikmeli de olsa (ki bu, polisin “marjinaller”in ağırlıklı olarak
mevzilendiği Taksim meydanına saldırısı ve ele geçirmesinin ardından başladı ve
bu saldırı, aslında “çapulcuları”, “marjinaller”i sarsarak parkta etkin formlar
başlatmalarına, meclisler kurmaya yöneltmek gibi hayırlı bir rolü de oldu;
dendiği gibi: Her şer’de bir hayır vardır!) başlatılan örgütlü formlar
oldukça önemliydi. Ki doğrudan demokrasiye dayanan, istendiği anda seçilen
temsilcileri geri çağırma ve görevden alma hakkıyla donanmış meclisler deneyimi
son derece değerliydi. Bu deneyim, Taksim ve Gezi’nin yeniden polis istilası
altına geçmesinden sonra “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!”, “Bu Daha
Başlangıç, Mücadeleye Devam!” bilincinin yönlendirmesiyle Türkiye’nin onlarca
kentine yayıldı. Parklarda yapılan form biçimleri ve bu formlardan doğan
meclisler, bu meclislere doğrudan seçilenlerin kitlenin istediği anda görevden
alınmasına bağlanan işlerliğiyle hızla geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması
gerektiği açıktır. Hareketin Türkiye çapında örgütlü hale getirilmesi yalnızca
bugün için değil, yarın için de yaşamsal önemdedir. Halk hareketine katılan
geniş kitleler örgütlenmeye, örgütlenmenin merkezileşmesine değil, olsa olsa,
“örgütlenme” adına dar, sekter, kitlelere dayanmayan, söz, karar, yetki gücünü,
demokrasi gücünü kitlelerden alacak ya da alabilecek tutumlara, yönelişlere,
duruşlara karşıdır. Bu gerçeği bir an olsun bile unutmamalıyız.
Dayanışma
platformlarının, formların hızla yaygınlaştırılması, yaşam alanlarının ve
savaşımın geniş platformuna yayılması ve kitleselliğinin geliştirilmesi bu
bakımdan yaşamsal önemdedir. Bazı iyi örneklere karşın, gerek yaygınlığı
bakımından gerekse de kitlesel katılım bakımından formların hala yetersiz
olduğu açıktır. Her iki bakımdan da etkin ve yaygın kitle ajitasyonuna gereksinim
olduğu görülüyor… Formlar çok yönlü bir okul işlevi görüyor. Halk kürsüsü ve
eylemliliği olarak ilerliyor. Kendi araçlarını, özgün kültürünü geliştiriyor.
Yaratıcı etkinliklerle yol alıyor. Uluslararası deneyimler de önemseniyor,
inceleniyor. Hareketli kitle deneylerden, öz deneyimlerinden, kendi pratiğinden
öğreniyor, öğrenmeye önem veriyor. Sık sık el yordamıyla önünü açmaya
çalışıyor. Keskinliğe, “sol” çığırtkanlığa, dar grupçu yönelimlere, halkların
ve ezilenlerin kardeşleşmesine karşı koyan dar kafalı burjuva milliyetçiliğe ve
dar kafalı “irtica” karşıtlığına prim vermiyor. Doğrudan demokrasiye, kolektif
akla, birliğin korunmasına ve kitleselliğe, kitlesel eyleme önem veriyor. İlk
ortaya çıktığında iç ve uluslararası alanda da etki yaratabilen “Duran adam”,
“Duran kadın” türü eylem biçimlerini küçümsemek bir yana sahipleniyor, ama
kendisini bununla da sınırlamıyor. Direnme, öne atılma, kendine yol açma
kararlılığıyla hareket ediyor. Sürekli bir arayış içinde ilerliyor, belli
biçimlere saplanıp kalmıyor. Örneğin başlamış olan Ramazan ayında parklarda,
alanlarda iftar sofraları kurulacağı anlaşılıyor. Haramzadelerin, firavunların,
abdestli ve abdestsiz kapitalistlerin kurduğu sofralara karşı, sevgiye,
saygıya, kardeşliğe, dostluğa, paylaşıma dayanan, annelerin ak sütü kadar helal
iftar sofraları kuruluyor. Bu iftar sofraları, sömürüye, zulme, toplumsal
adaletsizliğe karşı ortak bir tarihsel kültürden kaynaklanarak gelen bir
duyarlılığa, Gezi-Taksim-Haziran halk ayaklanmasının ruhuna dayanıyor. Faiz
lobisinden de beslenen, tam anlamıyla Gayya Kuyusu haramzade, Firavun, Nemrut
ruhunda olan, kapitalizme abdest aldıran din tüccarlarının profesyonel
üçkâğıdına karşı halkların samimi inançlarına dayanarak mücadele bayrağını
yükseltiyor. Sermayenin ve dinci sermayenin etkisindeki Müslüman emekçi
kitleleri kucaklayarak mücadele mevzilerine çekmeyi hedefliyor. (Devrimci ve
Antikapitalist Müslümanlar’ın çağrısıyla gerçekleşen Ramazan’ın ilk günü İstanbul
İstiklal Caddesi’nde kurulan, Galatasaray Lisesi önünde başlayarak Taksim Meydanı’na
uzanan –“Yeryüzü İftarı”- yer iftar sofrasının güzelliği, görkemi, sadeliği,
paylaşımcılığı, kitleselliği, geniş kitlelerce sahiplenilmesi görülmeye
değerdi… Sofranın Gezi Parkı’na uzayarak devam etmesi ise polis zorbalığıyla
önlendi.) Yani katı, dogmatik,
doktriner, sekter, demokratik bir laisizmle de ilişkisi olmayan laikçilikle
arasına sınır çizgileri çekiyor. Böylece düzenin, egemen sınıfın, diktanın,
AKP’nin emekçileri “laik-antilaik” kutuplaşmasıyla bölme, sisteme köleleştirme
operasyonuna karşı da güçlü, birleştirici demokratik bir duruş sergiliyor. “Dışarıdan” gelip kendini dayatan, rekabet ve
hegemonya mücadelesine girenlere soğuk bakıyor ve tepkisini de bir biçimde dile
getiriyor. Hareketin şu ya da bu partiye mal edilmesine, yedeklenmesine karşı
çıkıyor. Yeni bir siyasi parti, yeni seçimler, yeni bir parlamento ajitasyonu
etki gücü yaratabiliyor ama sorgulamayı da elden bırakmıyor. Örgütlenmeye,
örgütlenmeler arası eş güdüme karşı çıkmıyor, bunu kendi karakterine uygun
olarak uyguluyor da ama demokrasisiz merkeziyetçiliğe, “klasik demokratik
merkeziyetçilik”e, bürokratik örgütlenme biçimlerine, iktidarın tekleşmesine,
bir kesimin diğer kesime kendisine dayatmasına yol açan ya da açabilecek
biçimlere karşı mesafeli, dahası tepkili duruyor. Doğrudan demokrasiyi başlı
başlısına önemsiyor ve uyguluyor. Dolayısıyla yaşanan, ortaya çıkan deneyime
doğru yaklaşmak, anlamak, geliştirilmesine çalışmak; önce öğrenmek, sonra ve bununla birlikte öğretmek lazım. Mücadele
ve örgüt biçimleri masa başında icat edilmez, kitle mücadelesinin pratiğinden çıkar
ve öncünün önderliğinde genelleştirilir. Öncülük, önderlik iddiasında olanların
yeni tip işçi hareketinin, yeni tip gençlik hareketinin, yeni tip halk
hareketinin deneyiminden öğrenmeye ve donanım geliştirmeye önem vermeleri
gerekeceği açıktır. Hareketin kendiliğinden patlak verdiğini, herhangi bir
devrimci parti ya da grubun öncülüğünden zaten bahsedilemeyeceğini, hareketin
ana kitlesinin örgütsüz olduğunu biliyoruz ama örgütlenmeye açık, örgütlenme
gereksinimi duyan ve buna yönelen bir duruş sergilediğini de görüyoruz.
Demek ki hareketi,
içsel çelişkileriyle, negatif ve pozitif yanlarıyla birlikte bütünsel bir
perspektiften okumak ve kavramak lazım. Görevleri saptarken, çağrılar yaparken,
hareketle ilişkilenirken hareketin özgünlüklerine de özelde dikkat göstermek
gerekiyor. Öyle tepeden, şunu yapın, bunu yapın, öncünüz sizi şuna çağırıyor
gibisinden çiğ ve ukalaca bir dilin kullanılmaması şart. Zaten kitleler, ancak
kendini bilmezlerin kullandığı ya da kullanabileceği böyle bir dil ve üsluba da
herhangi bir değer vermemektedir, dahası oldukça itici bulmaktadır. Gücü olan,
mücadelenin nabzını tutan, siyasal mücadelenin ihtiyaçlarını yanıtlayabilen,
doğru taktik şiarlar ileri sürebilen, hareketten öğrenme nitelik ve yeteneği
olan, böylece kitleler üzerinde doğal bir saygınlık yaratabilen, kitlelere
iddialı ama alçak gönüllü seslenebilen bir öncü varsa, çağrılar ve öncülük
iddiası ancak bu koşullarda anlamlı olabilir ve kitlelerde de karşılığını
bulur. Bu niteliklerden yoksun olan ya da bunu anlamaktan bile uzak herhangi
bir devrimci yapının, dışarıdan, “önderlik”, “öncülük” vs. adına “çağrı”lar
yapması çok tuhaf bir durumdur. Zaten bu vb. kendini tatmin etmekten başka bir
şeye hizmet etmeyen sözde “iddialı öncülük” hafifliği geniş kitlelere de ulaşmamaktadır.
Gerçekte bu zihniyet, önderlik anlayışı ve tarz, istisnasız nerde, ne zaman,
hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, tipik bir kendini kaybetmiş, politik
cehaleti de yansıtan küçük burjuva sınıf tavrının çarpıcı bir ifadesi ve
sonucudur.
Dünya ve
Türkiye’deki kapsamlı ve derin değişimleri kavrayamayan, yenilenmeyi
beceremeyen, iç yaşantılarında doğru dürüst demokrasisi olmayan, kendine aşık,
geleneksel tarza endeksli, geçtik devrim ve sosyalizmi, doğru dürüst kitle
çalışması bile olmayan, ama burnundan da kıl aldırmayan, milyonlara zaten
ulaşması olanaklı olmayan politik yapılar, çağrılar yaparken büyük önder, büyük
öncü havasında, gençliğe ve halka şunu yapın, bunu yapın, öne atılın vb. türünden
bir “önderlik” ve çalışma tarzıyla yaklaşarak zaten bir sonuç alamazlar. Tek
başına yiğitlikle ve bedeller ödemekle, ki Türkiye devrimci hareketinin iyi
yanlarından bazılarıdır bu özellikler, bir devrim davası kazanılamaz. 40 yıllık
tarihi tecrübe de bu gerçeği açıkça göstermektedir. Devrimci hareketin, Haziran
halk hareketinin deneyimlerinden öğrenmeye gereksinimi olduğu kesindir. Derinlemesine
ve genişlemesine yıkımlar yaratan tarihsel ve yapısal zaaflardan kesin ve hızlı
bir kopuş son derece keskin ve yakıcı bir görevdir. Krizin, hızla ama nitelikli
bir tarzda aşılması. İlkeli bir eleştiri ve özeleştiri sürecinin yaşanması.
Dibe vurmanın, Haziran’a hazırlıksız yakalanmanın gerçek nedenlerinin ve
derslerinin açığa çıkarılması. İdeolojik ve örgütsel devrimci komünist yenilenme;
dağınık ve dağıtılmış öz kuvvetlerin hızla toparlanması; hazırlık, güç
biriktirme, yeni araçlarla donanmış bir savaşçı yapı. Modern işçi sınıfı
hareketinin gereklerine uygun konumlanma, yeni tip işçi hareketinin
gereksinmelerine yanıt olan bir yeniden yapılanma. Sistematik ve yaygın politik
kitle ajitasyonu, “kitleselleşmek”.
Bireyselliğin, bireyciliğin değil, işlevsel kolektivizmin damgasını
vurduğu, kolektif aklın tek değer olduğu bir süreç ve yeniden yapılanma. Ya
bunlar yapılır ya da tükenilir gidilir. Ortası yok! Ortacılık, saf
oportünizmdir.
Haziran
Ayaklanması süreci devrimci harekette bazı şeyleri tetikleyecektir. Eskimiş,
eskide kalmış, kendini yenileme kudreti zayıf bir devrimci hareketle karşı
karşıyayız. Eşitsiz gelişse de devrimci hareketin krizi, yeni bir bölünmeler,
parçalanmalar, bir yıkılış ve yeniden yapılanış süreciyle birlikte
ilerleyecektir. Burada önemli olan, bu sürecin yeni bir sağlıklı doğum süreci
olarak mı, yoksa kendini tekrarlayan bir süreç, biçimsel olarak yeni, özünde ise
eski kafa yapısına dayalı bir süreç olarak mı gelişeceğidir. Eskimiş,
kastlaşmış, tarihsel ve yapısal zaaflara bağlanarak kemikleşmiş kesimlerin inisiyatifine
dayanacak her girişim ve çıkış denemesi yıkımdan, ama bu kesime ve zihniyetine karşı
kendini köklü bir şekilde yenileyecek, yenilemeyi ifade edecek her yeni çıkış
ise, devrimci hareketin yeniden bir dirilişi olacaktır. Bu sürecin çok karmaşık
ve zorlu bir süreç olarak gelişeceğinin altı çizilmelidir. Tarihsel
birikimleri, değerleri, kadroları hovardaca tüketen, biat kültürüyle hegemonya
peşinde koşan, iç demokrasiden yoksun ya da işlevselliğini yitirmiş “iç
demokrasi”ye dönüşmüş, kişi-önder-parti kültü peşinde koşan, profesyonel
devrimciliği değil ama profesyonel iktidar avcılığını ve egemenliğini, dar
grupçuluğu erdem(!) katına yükseltmiş, tarihten
ders çıkarmasını ve pratik bir silaha çevirmesini bilmeyen, kendine âşık, kısa
başarılı dönemler hariç, yenilgilerle şekillenmiş, yenilmenin “ustaları” haline
gelmiş, kendini tüketen ve artan oranda
çürüten, bir tür kendini tekrarlayan, ama gerçekte dönüp kendini daha güçlü bir
şekilde vuran, anı, dönemi, koltuğu kurtarmaya kilitlenmiş, bir gelecek vaat
etmeyen çizgilerin, “önder”lerin, tarzların devrim ve sosyalizm mücadelesi
bakımından hiçbir anlamı kalmamıştır
artık. Acılı bir süreç de olsa, bu gelişme, eninde sonunda sağlıklı bir çizgiye
oturacaktır. Ve bu gelişme, devrimci hareketin gelişkin ve en güçlü tarihsel birikim
ve geleneklerine de dayanarak ileri gidecektir. Bilimsel, tarihsel aklı olanlar,
devrim ve sosyalizm mücadelesinin gerekleri dışında hiçbir şeye karşı sorumluluk
taşımayanlar, yalnızca bu zihniyet sürecin gereksinmelerine yanıt verecek bir güçle
yenilenerek yürümesini bilebilir. Alışkanlıklarının, alışagelenin, geri ve
gericilik üreten geleneklerin kölesi haline gelmiş bir insan tipinin ve
zihniyetin bir geleceği yoktur ne bu coğrafyada ne de uluslararası alanda. Büyük
tarihsel dönemeçler, büyük krizler aynı zamanda en doğal yıkıcı ve yapıcı
süreçlerin de anasıdır. Nesnel bakımdan olgunlaşan şeyler, öznel alanda da
karşılığını bulur ve süreçler yolunu açarak sıçramalı gerçekleşir. Tarih, kendi
gelişmesi önünde engele dönüşen her şeyi, bir hallaç pamuğu gibi çöpe atar. Bu,
toplumsal gelişmenin bir yasasıdır.
Devam edecek
olursak: Diktatörlüğün ve hükümetin resmi sopası polisin 15 Haziran’da akşam
saatlerinde takviye güçler eşliğinde tomalarla, akreplerle, gaz ve ses
bombalarıyla, biber gazıyla, plastik mermilerle vb. adeta kitlesel katliamı
hedefler gibi sert ve azgınca saldırısıyla kitlelerin Taksim’den ve Gezi
Parkı’ndan gerilla tarzıyla vuruşarak geri çekilmesi yenilgi falan değildir.
Somut güçler dengesi ve donanım itibari ile bu geri çekilme anlaşılırdır da.
Taksim’e ve Gezi Parkı’na nihai olarak (vb.) kurtarılmış alan gözüyle bakmak
aşırı abartılı ve nesnel olmaktan uzak bir yaklaşımdır. Halk hareketi
taleplerinin arkasındadır. Hareket, kendine özgü tarzda yeni biçimler alarak
sürmektedir. Hareketin toplumsal ve küresel meşruiyeti artıyor. Hareket,
taleplerin çıtasını geri çekmiyor, on bine yakın yaralıya (o da tümü değil),
yüze yakın diyebileceğimiz ciddi ve ağır yaralıya, beş şehide (Ethem Sarısülük,
Mehmet Ayvataş, Abdullah Cömert, Zeynep Eryaşar, Ali İsmail Korkmaz) ve devam
etmekte olan devlet terörüne, yaygın gözaltı ve tutuklamalara, işkencelere
karşın, direniş ve mücadele sürmektedir…
Hareketin,
direniş ve mücadelenin ileri atılarak, geri çekilerek, manevralar yaparak,
farklı savunma ve saldırı biçimleri kullanarak, yaratarak şimdilik barışçıl ama
gerilla tarzı kitlesel mücadele olarak devam edeceği görülüyor. Mücadelenin antifaşist
yükselişe dayandığı açıktır. Bu
gerçeği anlamayan varsa eğer, zaten kitleler aldırmadan direnmeye devam
etmektedir. İşte Taksim’in yayalaştırılması, Topçu Kışlası yapılması rantsal
dönüşüm projesi, halk ayaklanmasının ve devam etmekte olan halk hareketinin güç
ve kudreti sonucu, “Bağdat’tan” döndü… Yargı, bağımsız olduğu için değil ama
halk hareketinin ağır darbeleri ve kesintisiz baskısı altında Başbakanın ve
hükümetin “Karar verilmiştir, yapılacaktır!” efelenmesine karşın, halkın “Biz
de karar verdik, yaptırmayacağız!” kararlılığına teslim olmak zorunda kalmıştır.
Valiliğin Gezi Parkı’nı kendi otoritesi altında “açma” girişimleri tam bir aç-kapa
komedisine dönüştü; tekrar tekrar hamleler yapan halk, “büyük usta”yı,
hükümetini, valiliği, polisi bir kez daha yenilgiye uğratarak, 8 Temmuz günü gece
yarısına doğru bir kez daha parkı devletin-polisin işgalinden kurtararak halka
açmıştır. Bu, açık bir kazanımdır…
Halk hareketi
tüm bu süreç boyunca meşruiyetini, iç ve uluslararası alanda prestijini
büyüterek korudu, politik ve ahlaki, moral üstünlüğünü daima korumasını bildi. Kuşkusuz
ki bunlar çok ciddi kazanımlardır ama ileri sürülen ve henüz kazanılmamış taleplerde
ısrar etmek, koparıp almak gerekmektedir. Zaten hareketin nesnel içeriği ve yönelimi
TD’nin ileri sürdüğü somut talepleri de aşmıştır, sorunun esasını demokrasi ve
özgürlük oluşturmaktadır…
Görev,
mücadeleyi her bakımdan genişletmek, derinleştirmek, örgütlü hale getirmektir.
Mücadele dalgasının bir kez başladı mı otomatik olarak yükselebileceğini
düşünmek ise, kuşkusuz ki yanlıştır… Lenin’in dediği gibi, Marksizm “hareketin gelişmesiyle…
sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkartan
kitle mücadelelerinin dikkatle incelenmesini gerektirir.” Tunus ve
Mısır halk hareketlerinin ve ayaklanmalarının deneyimlerinden de bunu
hatırlayabiliriz. Dirençli ve güçlü bir
halk hareketiyle karşı karşıya olduğumuz kesindir. Hareket, ileri atılımlarla,
kısmi geri çekilişlerle, saldırıp geri çekilmeyle, manevralar yaparak yeni
biçimler alarak ilerlemektedir ya da ilerleyecektir. Haziran Ayaklanması ve
halk hareketi, bir yer altı yangınıdır, derinden mayalanarak gelen bir
harekettir; ona öyle bir atılımlık barut muamelesi yapılamayacağı açıktır.
Emperyalist dünya sisteminin, ona bağlı Türkiye ve Kürdistan’ın ekonomik,
toplumsal, politik yapısının, BOP’un nesnel iç çelişki ve çatışmalarının derin,
keskinleşen, gelişen çelişkilerinden kaynaklanarak gelen bir harekettir…
Hareketin bir
programdan, coğrafyamız çapında birleşik bir örgütlenmeden yoksun oluşuna
karşın, somut politik hedeflerden kopmadan (şimdilik bu politik hedefler TD’nin
açıklamış olduğu taleplerdir) güçlü bir müdahale gösterilmelidir. Bu noktada
geniş kitlelerden gelen somut talepler önemsenmeli, formüle edilip
geliştirilmelidir. “Her Yer Lice, Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!” sloganı
masa başında değil, kavganın ateşinden fışkırıp geldi. “Doğu” ve “Batı”nın
mücadele kardeşliğine asılmak gerekmektedir. Bu birliği, gelişen savaşımın
dinamiğine dayanarak, taleplerde ortaklaşmaya (demokratik, halkçı, eşit, onurlu
bir barış talebi) yöneltmek gerekmektedir. Dikta ve hükümetin, hareketi sürece
yayarak yorup tüketmek hesabı vardır. Keza “Doğu” ve “Batı”nın birleşerek
yürümemesi için manevralar yapmaktadır. Böylece “marjinal güçler” dediği
örgütlü ilerici, devrimci-demokratik, komünist yapılarla baş başa kalarak
hesaplaşmak istemektedir. Yani hareketi tüketmek, hedefi daraltarak darbelemek ve
dinci faşist demagojisine meşruiyet kazandırmak hedefiyle davranmaktadır. Kürt
sorununda kirli, haksız, sömürgeci savaşı hedefleyen, faşist diktatörlüğe karşı
mücadeleyi büyüten demokratik, halkçı barış talebi daha büyük bir güçle ileri
sürülmeli ve halkların kardeşleşmesini ve birleşik mücadelesini geliştiren,
Kürdistan ve Türkiye’nin kavga yoldaşlığına dayanarak politik özgürlük
bayrağını yükselten bir mücadele hattında yürümek gerekir.
Diktatörlüğün
beyaz, gri, kara propaganda harekatına, psikolojik operasyonlarına, devlet
terörüne ve cadı avına, bilakis Başbakan Erdoğan’ın yönlendirdiği “yüzde elliyi
zor tutuyoruz”, “camide içki içildi” vb. kışkırtmalarına, doğrudan ya da
dolaylı yönlendirmelerle halka saldırmaya başlayan paramiliter güçlerin ve
çetelerin varlığına, Erdoğan’ın gerçekleştirdiği kara mizah örneği olan ve son
derece saldırgan, kin ve nefreti kışkırtan, halkın bir bölümünü diğer bölümünün
karşısına çıkarmaya çalışan mitinglerine karşın, kitle hareketi değişik
biçimler alarak (formlar, mitingler, kitlesel basın açıklamaları ve yürüyüşler,
Ankara ve İstanbul gibi kentlerde alanları zorlayan ve çatışmalı süren
mücadeleler, iftar sofraları, şehitleri sahiplenme, gözaltı ve tutuklamaları
protesto etme vb. gibi), kendi doğal yatağında akmaya devam etmektedir.
Başbakanın sınır tanımayan kindar, demagojik, saldırgan, hakaret ve aşağılama
dolu tutumu ve polis terörüne verdiği sınırsız destek ve kışkırtmaları uyanan
ve mücadeleye atılan kitlelerin öfke ve nefretini iyice keskinleştirerek, daha
güçlü direnmelerine, daha kararlıca mücadeleye atılmalarına hizmet etmektedir. Burada
sorun, hareketi örgütlü hale getirerek yürüme sorunudur… Lenin’in dediği gibi,
diktatörlük, hiçbir yasayla sınırlandırılmamış zor demektir. Bunu, kendi
anayasasını, yasalarını takmayan devletin, polisin, başbakanın, hükümetin
zorbalığından da çarpıcı bir şekilde görmekteyiz.
Büyük usta (!)
başlattığı mitinglerle erken seçim startını da vermiş oldu aynı zamanda. Evet,
çözüm, seçimler ya da erken seçim, parlamento değil, devrimdir, hareketi
devrimci şiarlarla, devrimci çizgide geliştirip sıçratmak lazım. Fakat bir
mücadele arenası olarak, mücadeleyi, devrim ve özgürlük mücadelesini
geliştirmenin fırsatı olarak gören bir perspektiften seçim süreçlerine de Haziran
Ayaklanması’nın öz deneyimleri ışığında enerjik bir tarzda müdahale etmek
gerekir. Kuşkusuz ki, seçim süreçlerini gözeten, ama süreci asla seçimlere
endekslemeyen, daraltmayan bir çizgide “politika yapmak” gerekir. Egemen
sınıfların, diktatörlüğün, burjuva partilerin, küçük burjuva reformist
çevrelerin seçime endeksli, seçim süreçleriyle hareketi ehlileştirme ve bitirme
ya da politik rantını yeme politikalarına karşı etkin bir mücadele yürütmek
gerekir. Hareketin, arkasında durmaya devam ederek kamuoyuna açıkladığı
taleplerin yanı sıra, özelde Taksim-Gezi-Haziran halk hareketi sürecinde
tutuklananların serbest bırakılması, katledilenlerin hesabının sorulması, gözaltı
ve tutuklama terörünün geri püskürtülmesi yaşamsal önemdedir. “Gözaltı ve
tutuklama terörüne son!”, “Gezi tutsaklarına özgürlük!” talebinin de mücadelesi
daha özel bir tarzda örgütlenmelidir.
Uluslararası
deneyimlerden bildiğimiz bir gerçeği bir de kendi öz deneylerimizden öğrenmiş
olduk: Sosyal medya aracı. Daha bugünden diktatörlüğün, hızla sosyal medyanın
ilerici, devrimci-demokratik, komünist hareket ve kitlelerin ileri
katmanlarının elinde etkin bir savaşım aracına dönüşmemesi için gerekli
tedbirleri almaya yönelmesi de bizlere çok şey anlatmaktadır. Sosyal medya
aracını kullanmada ihtisaslaşarak yetkinleşmiş bir ağın inşasının
pratik-politik önemi açıktır… Burjuva medyanın iflas ettiği, kitleler nezdinde
zaten pek olmayan itibarının iyice dibe vurduğu gerçeğinin yanı sıra,
televizyon gibi bir aracın önemi bir kez daha ama daha çarpıcı bir tarzda açığa
çıkmıştır. “Çapulcu TV” türü biçimler “sosyal medya” alanının biçimlerinden
birisidir. Mücadelenin gereksinimleri dergiciliğin, haftalık ya da haftada
diyelim ki iki-üç kez çıkacak bir gazeteciliğin sınırlarının ötesine çoktan
geçmiştir. “Sosyal medya” alanı, ekolojik hareket alanı, sanat-kültür alanı, spor
alanının, özelde futbol ve stadyumların ihmal edilmemesi gerektiği çarpıcı bir
tarzda açığa çıkmıştır. İhtiyaçların neler olduğu açıktır, önemli olan çözüm
iradesidir…
Gerek Kürt
ulusal demokratik mücadelesinin gerekse de Haziran Ayaklanması’nın
deneyimlerinin açıklıkla gösterdiği gibi, Türkiye’nin yakıcı bir şekilde gündeminde
olan temel tarihsel siyasal sorun, politik
özgürlüklerin kazanılmasıdır. Tüm sömürülen sınıf ve tabakaların, tüm
ezilen kimlik ve kategorilerin ortak genel sorunu politik özgürlüktür. Bu olgu,
aynı zamanda devrimimizin ilk adımının sosyalist devrime bağlanmış ve hızla
sosyalist devrime dönüşecek olan antiemperyalist demokratik devrim olduğunu
göstermektedir.
Reformistler politik özgürlüğün kazanılması
mücadelesini reformist bir programla, devrimci-demokratik halkçı hareket (proletaryanın
asgari ama küçük burjuvazinin azami programı olan) devrimci-demokratik asgari
programla, komünist öncü ise azami programına bağlanmış olan (bir bütün olarak)
programı temelinde verir. Bu, doğal ve kaçınılmazdır. Burada önemli olan şey,
komünist hareketin politik özgürlükler kavgasına bir bütün olarak programı
ekseninde katılması ve pratik olarak savaşımın zaferini yönetebilmesidir… O
halde temel sınıfsal ve toplumsal ayrımlara karşın, politik özgürlük temel
talebi etrafında tüm sömürülen, ezilen kesimlerin savaşımını ortaklaştırmak
olanaklıdır. Bu ortaklaşmanın nesnel sınıfsal ve toplumsal temelleri zaten
mevcuttur ve gitgide olgunlaşmaktadır. Bunun öznel alanda da karşılığı bulunmaktadır.
Böyle olmakla birlikte, sürecin öznesi olacak ve olabilecek politik kuvvetler
dağınık ve zayıf konumda bulunmaktadır. Birleşik mücadele bakımından HDK/P gibi
bazı olumlu girişimlerin ise mücadelenin gereksinmelerini karşılamaktan hala çok
uzaktır. Haziran halk hareketi süreci, hem sürece yanıt olacak bir öncünün, hem
de bir birleşik cephenin olmamasıyla da belirlenmiştir. Açık ki politik
özgürlük savaşımının gereklerine yanıt verecek bir birleşik cephe hareketinin
geliştirilmesine hızla yönelmek gerekmektedir. Hem zaaflarıyla hem de devrimci
pratiği ve kazanımlarıyla birlikte Haziran’ın dersleri bunu göstermektedir.
Haziran
Ayaklanması’nın deneyimlerinin bir kez daha, ama daha keskin bir öz deneyim
olarak, kentsel mücadelenin belirleyici
rolünü çok çarpıcı açığa çıkarmıştır. Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesi
olmaktan da çıkmıştır. Bugün kentsel mücadele daha modern ve gelişkin
özellikleriyle örneğin 70’li yılların Türkiye’sinin de çok ilerisindedir. Haziran
Ayaklanması, ders çıkartmasını bilenler için kır merkezli halk savaşı şablonlarının,
öncü savaş, PASS türü şablonların, parlamenter yoldan devrim şablonlarının
geçersizliğini, başarısızlığını açıkça ortaya koymuştur. Hatırlatmak bile
gereksizdir ki “Marksizm
her türlü soyut formüle, dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır.” (Lenin) Kapitalizm
demek aynı zamanda proletarya demektir. “Küreselleşme” ile dünyamız hem daha
çok kapitalist, hem de daha çok proleter hale gelmiştir. Bu, Türkiye ve Kuzey
Kürdistan’ın da temel gerçeğidir. Bugün, modern kapitalist üretim ilişkilerine
ve onun en ileri biçimlerine bağlanmış proletarya liderliğinde modern kent
hareketi, sınıfsal ve toplumsal mücadelenin merkezi durumundadır. Sınıflar arası
temel ilişkiler alanı bu somut tarihsel gerçeğe göre biçimlenip gelişiyor.
Bütün
sömürülen sınıf ve tabakalar kentlerde yaşıyor ya da kır kenti izliyor. Bütün
ezilen kimlikler modern kapitalist üretim ilişkileri zemininde yükseliyor,
kentsel merkezlerde yoğunlaşıyor. Bütün arkaik, prekapitalist kalıntılar bu
zeminde çözülerek, yeniden yapılanıyor ya da iktisadi ve toplumsal gelişmenin
nesnel yasalarının karşı konulmaz gelişim yasalarının gücüyle tanışarak yeniden
şekilleniyor. Kapitalizmin gelişimiyle kentler, siyasal ve toplumsal
mücadelenin artan oranda çekim merkezi haline geliyor. Türkiye ve Kürdistan, gerek
tarihsel olarak çözülmemiş sorunları bağlamında gerekse de modern kapitalist
üretim tarzının yarattığı sorunlar bağlamında, emek sermaye çelişkisi
temelinde, ya doğrudan ya da dolaylı olarak bu temel çelişkinin çözümüne
bağlanan ya da bu çelişkinin daha bir keskinleşmesiyle açığa çıkan çelişki ve
çatışmalarla şekilleniyor. Mücadele ve örgüt biçimleri, değişik türden kitle
hareketleri artan oranda kentli ve modern karakter kazanıyor. Sermaye ve
hükümet, bu gerçeğin bilinciyle davranıyor; gelişkin teknolojik temelde, esnek,
vurucu, hareketli bir devlet aygıtı inşası gerçekleştiriyor. Toplumsal yaşamın
her zerresine uzanan bir kontrol sistemi kurarak yetkinleştiriyor.
Diyelim ki kapitalizmin
metropollerinde olduğu gibi “saf” biçimde emek sermaye karşıtlığına dayanan bir
toplumsal yapıda yaşamıyoruz. Fakat daha özgün, karmaşık, çok yönlü çelişki ve
sorunlarla yüz yüze bulunan coğrafyamız gerçekliğinde, devrim ve sosyalizm
savaşımının merkezinin kent olduğu bir gerçektir. Kent ve kır diyalektiği, bu
temel gerçekle bağlı olarak şekillenmektedir. Türkiye’de gerilla savaşımı, bu
eksende kendine has biçimler kazanarak gelişecektir. Barışçıl bir halk ayaklanması olan Haziran
Ayaklanması’nın deneyimi de stratejinin kent merkezli halkın genel
ayaklanmasına bağlı ele alınmasının altını çizmektedir. Gerilla mücadelesi bakımından daha özgün bir
deneyim olan Kuzey Kürdistan’ın tarihsel deneyiminden öğrenirken, olduğu gibi
Batı’ya uyarlanamayacağı, dahası benzer reçetelerle ilerlenemeyeceği açıktır.
Ulusal, antiemperyalist demokratik devrimci görevleri proletarya hareketine ve sosyalizm
mücadelesine bağlayarak ele alan, bu
temelde savaşımı büyüten bir hattan ilerlemek gerektiği açıktır. Kırlar kente,
proletarya dışındaki sömürülenlerin ve ezilen ulusal ve toplumsal kimliklerin temel
taleplerinin çözümü modern proletarya hareketine bağlıdır. Komünizm adına
ortaya çıkan her hangi bir akımın, proletarya hareketine bağlanmadan, proletaryayı
kazanmadan devrim savaşımına komünist olarak önderlik etmesi düşünülemez ve devrimci
komünist bir geleceği de olamaz. Haziran “sosyal patlaması”nın, halk
hareketinin hem olumlu hem de olumsuz deneyimleri bu bakımdan da öğreticidir.
Haziran
Ayaklanmasının deneyimi bir kez daha devrimin zaferi için Türkiye ve Kürdistan
birleşik devriminin önemini açığa çıkarmıştır. Bu iki cephenin kendi
özgünlükleriyle ve ortaklılarıyla tek bir birleşik cephe olarak
birleşememesinin her cephede savaşan politik güçleri zayıf bıraktığını,
emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin, bölgesel gericiliğin işine yaradığı
açık olsa gerek… Devrimi hedeflemek gibi bir program ve stratejisi olmamakla
birlikte, politik özgürlük mücadelesinde antifaşist bir birleşik cephe
karakteri taşıyan HDK/HDP’nin misyonunu oynayacak tarzda geliştirilmesi ya da yenilenmesi önemlidir. Bu bağlamda,
Haziran’ın derslerinin ışığında sürecin ve HDK’nın gözden geçirilerek
geliştirilmesi önem taşımaktadır. Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin
birleştirici ruhu ve gücü burada örnek alınmalı. Yurtsever hareketin HDK/P’ye
kendi dar ulusal çıkarları açısından bakan yaklaşımı aşılmalıdır. Bu yapıyı
oluşturan politik kuvvetlerin bu araca dar grup çıkarları, dahası milletvekilliği
gibi dar hesaplarla yaklaşmaması önemlidir. Bu araçla, toplumsal ve ulusal mücadelenin
genel ve ortak çıkarları temelinde
ilişkilenmek yaşamsal önemdedir. Yazımızın değişik bölümlerinde eleştirel
dikkat çektiğimiz noktalarda kendini yenileyen bir birleşik cephe politikasına
ve pratik duruşa gereksinim olduğu bizce açıktır. HDK/P bir amaç değil,
araçtır. Ve bu araç, bugün için “birleşik devrimci önderliği” temsil
etmemektedir. Devrimci-demokratik, komünist, yurtsever ve reformcu ilerici
politik güçlere dayanan, gerçekte antifaşist bir sosyal reform programı
temelinde yükselen bir araçtır. Bu aracın ne kadar “birleşik devrimci önderlik”in
aracı haline geleceğini ya da daha doğrusu ne zaman böyle bir köklü değişiklik
geçirerek şekilleneceğini ise, sübjektif tanımlamalar değil, yalnızca mücadele
süreci ve bu sürecin gelişimi ortaya çıkarabilir… HDK, birleşik devrimci
önderliğin değil, çünkü asgari devrimci program üzerinde yükselen bir cephesel
birlik değildir, nesnel olarak devrimci bir rol oynayacak, birleşik antifaşist
ilerici savaşımın ve önderliğin ifadesi olabilir. HDK/P’nin birleşik devrimci
önderliği temsil ettiğini düşünmek ya da bu anlama gelecek/çekilecek bir
propaganda ve ajitasyon yapmaktan uzak durulmalıdır. Tersi bir tutum ya da
yöneliş, sadece reformist hayaller yayar, ideolojik liberalizmi, sosyal
reformizmi temsil eder ve ideolojik liberalleşmeye gider.
Haziran
Ayaklanmasının deneyimlerinin gösterdiği gibi yüz binler, milyonlar, TC’de
faşizmin çözüldüğünü düşünenlere inat, “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Kahrolsun
Faşizm!” vb. sloganlarıyla baş kaldırmıştır. Varsın gerisini her fırsatta
faşizmin çoktan çözüldüğünü düşünen büyük teorisyenlerimiz düşünsün. Eee, ne
yapalım yani kitleler teoriden anlamazlar, doktrinerdirler (!), “yaratıcı
Marksizm”den bihaberdirler vs. vb.
Haziran
Ayaklanması’nın deneylerinin gösterdiği gibi, Taksim, halk ayaklanmasının beyni
ve yüreği haline geldiği gibi her yeri de Taksim’e çevirdi. “Alan fetişizmi”ne
karşı uzun yıllardan beri kahramanca (!) mücadele edenlere inat kitleler, “Her
Yer Taksim, Her Yer Direniş!” sloganlarını haykırdı. Ah şu doktrinerler cahil
(!) kitleler yok mu!!! Eee kitleler böyledir işte, ne yapalım yani. Hiç kuşku
yok ki yıllardır proletarya ve halkları ideolojik ve politik olarak
silahsızlandırmaya, ısrarla Taksim’i kazanma mücadelesini kırmaya çalışan ve
güçleri bölenler tabii ki bir kez daha herhangi bir özeleştiri vermeyecek, pişkince
yollarına devam edeceklerdir. Dahası “Gezi Parkı” ve “Taksim direnişi” üzerine
sayfalar doldurmaya, belki de, orada ne kadar yaman bir “önderlik” ve savaş
gücü sergilediklerini, kimse inanmasa da, kendi kitlesine dönük yazmaya devam
edeceklerdir. 2013 Taksim 1 Mayıs kutlamasına karşı Kadıköy’de 1 Mayıs mitingi
yaparak hareketi bölen, etkisizleştirmeye çalışan, nesnel olarak gerici ve faşist demagoji ve propagandaya hizmet eden
“gelenek”çi TKP’nin (vb.lerinin) Taksim ve Gezi Parkı’nda itici, tepki toplayan
bir reklamcılık sergilemeleri üzerinde ise, durmayıp geçiyoruz.
Ayrıca birkaç
olguya dikkat çekmek gerekmektedir.
Haziran
Ayaklanması’nın sarsıcı darbelerinin baskısı altında, iktidarını kaybetmiş olan
Kemalizm’in kendi cephesinde iç parçalanmalar yaşayacağını, daha da önemlisi Kemalizm’in etkisi altında olan geniş
kesimlerin içerisinde daha geniş çaplı bir sorgulama sürecinin gelişeceğini
görmek gerekir. Çünkü “irtica”yı besleyip büyüten, giderek iktidar ortağı
haline gelmesine yolu döşeyen bilakis Kemalizm, Kemalist ve Atatürkçü devlet ve
ordu olmuştur. Bu sürecin askeri ve “postmodern darbe”lerle alabildiğine
geliştirildiğini herkes biliyor zaten. Tümüyle antidemokratik, halkların
kardeşliğine, siyasal özgürlüğe düşman, antikomünist, dinsel gericiliği
ilerici, devrimci, sosyalist mücadeleye ve genel demokratik halk hareketine
karşı kullanan, demokratik bir laisizmle de zerrece alakası olmayan laikçi
politikalarla da “irtica”ya karşı konulamayacağı çoktan açığa çıkmıştır.
Haziran halk ayaklanmasının demokratik-özgürlükçü, halkçı duruşu ve devrimci
etki gücü, Kemalist cephenin etkisinde olan geniş kitleleri öteki şeylerle
birlikte demokratik bir sorgulamaya iteceği ya da bu süreci derinleştireceği
açıktır ve bu, hayırlı bir sonuçtur. Kemalizm’in, Atatürkçülüğün etkisinde olan
kitleler, sınıf savaşımının etkisiyle ve öz deneyimlerinin baskı ve gücüyle
“irtica”ya karşı mücadelede çözümün geride kalan tarihte izlenen Kemalist ya da
Atatürkçü politika ve uygulamalarla başarılı olamayacağını anlamaya başlamıştır
ya da bu sürecin kapısından içeri girmeyi başlamıştır diyebiliriz. Bu sorgulama
Kemalizm’in tümüyle antidemokratik, şoven, militarist ideoloji ve pratiğinin
giderek görülmesine ve demokratik, demokratik bir laisizmi de içeren bir
bilinçlenmeye, böylece politik özgürlük savaşımını güçlendirmeye hizmet
edecektir. Haziran Ayaklanması’nın deneyimlerinin bu bakımdan da pozitif bir
işlev göreceğini vurgulamalıyız.
Burada önemli
olan, Kemalizm’in etkisi altında olan geniş kitlelere doğru bir tarzda
yaklaşmaktır. Kuşkusuz ki Kemalizm’den, Atatürkçülük’ten, ulusalcılıktan,
laikçilikten vb. kopuş süreci otomatik değil, ama karmaşık biçimler alarak gerçekleşecektir.
Ayaklanma süreçlerinde kitlelerin duygu ve düşüncelerinde, toplumsal
psikolojide derin değişikliklerin ortaya çıkarak gelişmesi, sınıf mücadelesinin
bir gelişme yasasıdır. İçerisinden geçmekte olduğumuz sürecin deneyimlerinden
bunu görüyoruz. Bu bakımdan daha özgün politikaların, propaganda ve ajitasyonun
geliştirilmesi gerektiği de açıktır.
Keza hiley-i
şeriyede, hülle de ustalaşmış, din tüccarlığında uzmanlaşmış, inançlı Müslüman emekçi
kitleleri yedeklemeyi ve kullanmayı bilen firavun ve haramzade dinci sermayenin önderliğindeki cephede
de bir iç parçalanmanın ve sorgulamanın geliştiğini ve gelişeceğini görmek
gerekir. AKP’nin 11 yıllık hükümet ve iktidar döneminde köşe dönenlerle,
para-mal-mülk-zenginlik-şatafat içerisinde yüzen piramidin tepesindekilerle, bu
gelişmeyi öz deneyleriyle tanık olan inançlı emekçi kesimler arasındaki sınıfsal
açı farkının ve uçurumun alabildiğine büyüdüğünü biliyoruz. Bu durumun AKP
etkisi altında olan emekçi kitlelerin nispeten yaygın kesimleri içerisinde bir
sorgulamayı geliştirdiğini ve geliştireceğini görebiliyoruz. “Antikapitalist
Müslümanlar” ya da “Devrimci Müslümanlar” hareketinin doğuşu aynı zamanda bu
olguyla bağlıdır. Ki “ustalık dönemi”yle birlikte AKP’nin yüzüne iğreti biçimde
de olsa geçirdiği ama uzun süre etkili olmasına da hizmet eden “demokrasi” söylemi
ve iktidara gidiş sürecinde önündeki engelleri aşmakla sınırlı “demokrasi” manevraları
artık geride kalmıştır. Keza dinci sermaye, Müslüman işçi ve emekçilerin de
amansız düşmanıdır. Bu olguların dinci sermayenin, Cemaat’in, AKP’nin gerçek
yüzünün açığa çıkarılması bakımından önemli imkanlar yarattığı açıktır.
“Ustalık
dönemi” ile birlikte “büyük usta”nın önderliğinde işçi sınıfına, emekçilere,
ezilenlere amansız bir düşmanlık ve saldırganlıkla belirlenen açık saldırı
harekatı, AKP’ye oy veren “yüzer-gezer oy”larda ifadesini bulan kesimlerin de
AKP’den desteğini çekmesine yol vermeye başladı. AKP’yi ve hükümetlerini
demokrat, ilerici, devrimci, demokratik devrim yapmak yaftaları asarak
allayıp-pullayıp kitleleri manipüle eden liberallerin önemli bir kesimi de
AKP’den desteğini çekmeye başlamıştı, ki Erdoğan “ustalık dönemi”yle birlikte
liberallere de restini çoktan çekmişti. Erdoğan’ın ve AKP’nin, kitlelerin
Haziran saldırısının ardından yalnız içerde değil, uluslararası alanda da prestiji
ve imajı derinden çizilerek yıprandı. “Büyük usta” ve partisi, yıpranan,
çizilen prestij ve imajını düzeltmek için manevralara girişmeye başladı. Kürt
sorunu ve Alevi sorunu üzerinde inandırıcı olmayı başaramayan yeni manevralar
yapmaya girişmesi, diğer şeylerin yanı sıra, bu gerçekle bağlıdır. Bu durum, Haziran
halk hareketinin darbelerinin etki gücünü de göstermektedir. Diktatörlük
merkezli dinsel faşist gericilik manevralarının, demagoji ve manipülasyonunun,
saldırı taktiklerinin merkezine Kürdistan’daki halk hareketi ile Batı’daki halk
hareketinin birleşmemesi, birleşerek geliştirilmemesi üzerinde yoğunlaştırmaya
çalışmaktadır. Kurtlarıyla ve kuzu postuna bürünmüş kurtlarıyla birlikte dış
güçlere (başta ABD olmak üzere emperyalizme) bağımlı AKP ve halkına zulüm eden
“büyük usta”nın “müzakere” sürecinin başlamasından bu yana hiçbir ciddi pratik
adım atmayan çizgisi temelinde “Barış” demagojisine ve “İkinci Alevi açılımı”
tezgâhına yeniden sarılması aynı zamanda bu olguyla bağlıdır. Burada Yavuz
Sultan Selim olmaya özenen, fakat Gezi-Taksim-Haziran ayaklanmasının okkalı
tokadını yiyen ve kimyası bozulan “büyük usta”nın ve partisinin, hükümetinin
dış politikadaki iflasının süreç üzerindeki etkisine ve yaptığı manevralarla
bağına ise girmeden geçiyoruz.
Haziran
Ayaklanması’nın deneylerinin gösterdiği gibi dinci sermayenin etkisi altında
olan geniş emekçi kitlelere de özgün bir tarzda bir tarzda yaklaşmak ve özgün
politikalar geliştirmek, emekçi tabanla dinci burjuvazi arasındaki açı farkını
büyüten, emekçi Müslüman kitleleri etkileyip mücadeleye yakınlaştıran, giderek
seferber eden bir söylem ve duruş, taktiksel esneklik ve etki gücü geliştirmek
gerekmektedir.
Tabii ki
hatırlatmadan geçersek hatırı kalır; AKP’yi “sivil toplum”un temsilcisi,
ilerici ve devrimci bir güç vs. olarak sunan, sınıf mücadelesini yadsıyarak,
yerine, “sivil toplumla devlet” arasında geçen mücadele perspektifini geçiren
“sivil toplumcu” teori, tarih ve toplum, siyaset çizgisi bir kez daha Haziran
Ayaklanması ile çürütülmüştür. Haziran Ayaklanması, keskin bir sınıf
mücadelesidir; işbirlikçi sermaye egemenliğine, onun egemenlik aracı olan
devlete, onun başı olan AKP Hükümeti’ne ağır bir darbe indirmiştir. Dinci
sermayenin, AKP’nin siyasal özgürlüğün saldırgan bir düşmanı olduğu daha keskin
ortaya çıkmıştır.
Polis
terörünü doruğuna çıkaran, küstahça bir saldırganlıkla “polis devleti”i
inşasını hızla geliştiren, politik rejimin polis ayağını şevkle güçlendiren,
polis, istihbarat ağını yetkinleştirerek tüm toplumu, tüm bireyleri 24 saat
teknolojik denetime tabi tutan, dini kullanarak toplumu uyuşturan, “eşit
yurttaşlık”ı hızla tasfiye ederek yurttaşları kula-tebaaya dönüştürmeye çalışan
bir diktatörlük ve rejimle de karşı karşıyayız. Açık ki sırtını uluslararası
sermayeye, dış güçlere dayayan hükümet ve başı, ideolojik hegemonyasının
tükenme sürecine girmesiyle de açık terörcü yola girerek tükenişini de
hızlandırmaktadır. Eh, bu da sevindirici bir gelişmedir. Türkiye’yi tarihinin
gördüğü en yüksek ve ağır iç ve dış borç yükü altına koşan “büyük usta”,
partisi ve hükümetidir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca görülmemiş ölçekte
iç ve dış faiz ödemesi yaparak “faizci haramzade düzen”i ihya eden, her
bakımdan harama batmış, 24 saat her saniye kul hakkı yiyen, sınırsızca yalan
söyleyen ve rantiyeci olan bu takkiyeci hükümettir. Açık ki bu hükümetin yarın
ya da öbür gün gidişine bir kendileri, iki faiz lobisi, üç dış güçler, dört
ondan nemalanan kesimler üzülecektir sadece.
Geçiyor ve
devam ediyoruz. Sürmekte olan halk hareketinin içerisinde yer alan ilerici,
devrimci-demokrat, komünist hareketin bir bölümü meşru ve fiili mücadeleyi
önemseyerek hareket ediyor ya da etmeye çalışıyor. Legal çalışmayı yasalara
bağlı çalışma olarak içselleştirmiş reformist bakış açısı, siyasal ve toplumsal
meşruiyete, meşru ve fiili mücadeleye dayanarak hareket içerisinde yer almıyor.
Perspektiflerinde, siyasi çizgilerinde bu yok. Oysa halk hareketi gücünü
yasalardan almıyor, kendi yasalarına bile uymayan ve fütursuzca çiğneyen
diktatörlüğe, hükümete, polis zorbalığına karşı meşru ve fiili mücadele
hattından ilerliyor. Halk hareketinden öğrenmek gerekir. Meşru zeminde yasal
çalışmaları, mücadeleleri geliştirmek gerekiyor. Emperyalizme, kapitalizme, her
türden gericiliğe karşı işçi sınıfının ve halkaların mücadelesi ve her türlü
mücadele biçimini kullanması ise zaten meşrudur. Komünistler “Hiçbir zaman hiçbir
mücadele yöntemini reddetmez. Asla verili anda mümkün ve mevcut mücadele
yöntemleriyle sınırlanmaz, yeni mücadele yöntemlerinin ortaya çıkmasını
kaçınılmaz sayar(lar).” (Lenin) Sınıflar mücadelesi tarihi zaten bu
gerçeği açıklıkla vurguluyor.
ÇUŞların, “piyasalar”ın,
IMF-DB-OECD’nin, ABD’nin, AB’nin, NATO’nun, işbirlikçi holdinglerin bir
dediğini iki etmeyen devlet ve hükümet, halk hareketini devlet terörü ve faşist
iç savaş tehdidiyle yanıtladı ve yanıtlıyor.
AKP’nin,
hükümetin, “büyük usta”nın, çıkarları AKP cephesinde olanların saldırgan mı
saldırgan, kirli mi kirli psikolojik savaş ve psikolojik operasyonlarının sonu
gelmiyor: “Yüzde 50’yi zor tutuyoruz”, “Türk bayrağını yaktılar”, “camide içki
içtiler”, “camide seks yaptılar”, “başörtülüler dövüldü”, “türbanlı
kardeşlerimiz taciz edildi”, “göstericiler 12 yaşında kağıt toplayıcısı çocuğu
köprüden attılar”, “çapulcular polisi öldürdüler”, “her yeri yakıp yıktılar”,
“esnaflara saldırdılar”, “dış güçler”, “faiz lobisi”, “İsrail parmağı”, “İngiliz,
Alman, Yunan, ABD uyruklu 6 yabancı uyruklu ajan gözaltına alındı”, vb. vb.
Yani bilinen Ergenokoncular’ın aynı yöntemleri, benzer demagoji ve yalan
rüzgarı… Al birini vur ötekine… Haziran halk ayaklanmasının deneyimi kitlelere
bir de bunu göstermeye başladı…
Hareketin Kemalistlere,
ulusalcılara, Ergenekonculara, CHP’ye yedeklenmemesine özel önem vermek
gerekmektedir. Bu kesimlerin sınıf bilinçli örgütlü kesimleri, Taksim-Gezi
ruhunun, halk ayaklanmasının özgürlükçü, halkların kardeşleşmesi ruhunu ve
eylemini doğrudan karşılarına alarak saldıramadıklarından dolayı saldırmak
yerine, taktiklerini gözden geçirerek, hareketi, daha inceltilmiş bir
milliyetçi-şoven çizgide etkilemek için “barış, demokrasi” söylemine sarılırken
bunu “milli birlik ruhu”yla birleştirerek manipüle etmeye çalışmaktadırlar. Halkların
kardeşliğine karşı yönelebilecek ırkçı, şoven, milliyetçi provokasyonlara karşı
özel bir dikkat ve özen göstermeli. Örgütlü bir hale getirilememesi durumunda
hareketin zaaflarına yenik düşebileceğini unutmamalıyız. Hareket içerisinde yer
alan liberal, reformist eğilimlerin politik kitle savaşımının radikalleşerek
daha üst düzeylere sıçramasını önleme, erken ya da normal seçim süreçlerine
yedekleyerek, seçimlerle sınırlayarak ehlileştirme yönelimlerine karşı da
mücadele edilmelidir.
Erdoğan
önderliğindeki hükümetin ve diktatörlüğün gerici-faşist iç savaş
kışkırtıcılığını ciddiye almak ve kitleleri de ısrarla aydınlatmak gerekir. İç,
bölgesel, uluslararası sorunları, zorlukları büyüyen, halk hareketinden ağır
darbeler yiyen, gelecek planları darbelenen “büyük usta”nın söz konusu
kışkırtmasının salt Haziran halk ayaklanmasına gözdağı vermekle sınırlı bir
kışkırtma olmadığını görmek gerekir. BOP’la bağlı “Sünni-Şii” fay hattına bağlı
kutuplaşmanın önde gelen aktörlerinden biri T.C.’dir, AKP’dir, BOP’un “Eşbaşkanı”
Erdoğan’dır. Kürt sorununda sıkışmış durumdadır. Başbakan, sürekli Esat
rejimini “Sünnilere zulmeden Alevi” rejimi olarak sunmaktadır. Suç ortaklığı
açık olan Reyhanlı katliamından bahsederken ısrarla “53 Sünni vatandaşımız şehit oldu” açıklamalarını yapmaktadır. Fırsat
buldukça CHP liderinin Aleviliğini
hatırlatıyor ve yuhalatıyor. Alevi katliamcısı Yavuz Sultan Selim’in adını 3.
köprüye vererek BOP stratejisiyle bağlı Sünni Şii kutuplaşması politikasını saldırganca
yansıtıyor; içerde Alevilere, dışarıda Suriye, İran gibi devletlere, bölge
halklarına gözdağı veriyor, fetihçi saldırgan politikasını simgeler üzerinden
de dile getiriyor. Doğrudan ve dolaylı biçimlerde Gezi Parkı ve Haziran
Ayaklanması’nı “İran ve Suriye parmağı”yla ilişkilendirip, Alevilerin isyanı
olarak gösteriyor. “Yüzde elli”yi “yüzde elli”nin karşısına kışkırtıcı bir
tarzda koyuyor. Alevilere sürekli gözdağı, devlet Aleviliğini yaratma, AKP’nin
Aleviliğini yaratma politikası, Alevilerin ve Alevi Kürtlerin Kürt ulusal
mücadelesi ile bağlar kurmasını, bu iki ezilen kimliğin mücadele birliğini ve
kardeşleşmesini önleme politikasıyla iç içe yürütüyor. Burada, Alevi ve Sünni
çelişkisine oynayarak, tarihsel olarak yaratılmış ve güncel olarak sürmekte
olan ön yargılara oynuyor, sürekli kaşıyor, üzerinde iğrenç manevralar yapıyor.
Bu propaganda
bir yanıyla AKP’nin önümüzdeki süreçte gündemde olan seçim stratejisiyle
bağlıdır; “kutuplaştırma” üzerinden “Sünni dindar-muhafazakar-milliyetçi” geniş
kesimleri etrafında sıkıca birleştirme, Gezi’nin darbeleri altında keskinleşmekte
olan iç çelişkilerini dizginlemeye ve gelişmekte olan kitlesel çözülmeyi
etkisizleştirme, “yüzde elli”lik oy oranını koruma vb. operasyonu ile
ilişkilidir. Ama sorunu salt bu çerçevede ele almak dar görüşlü bir bakış açısı
ve analiz olacaktır. Bu seçim stratejisi, BOP+işbirlikçi sermayenin emperyal
yönelimi+dinci sermayenin iktidar stratejisi ile iç içedir. Kuzey Afrika’dan
Ortadoğu’ya uzanan fay hatlarının hareketlenmiş olması, halk hareketleriyle,
hegemonya ve rekabet mücadeleleri ile, keskinleşmekte olan siyasi
istikrarsızlıklarla, yükselen işgal, savaş ve yeni provokasyon ve müdahalelerle
gelişmekte olan aktivitelerle de bağlıdır. Tüm bunlar Kürdistan’ı faşist barış,
Batı’yı devlet terörüyle teslim alma stratejisi ile iç içe geçmiştir. Özgürlük
ve demokrasi kavgasını, yurtsever demokratik hareketi, Batı’da halk hareketini
kendi iktidarı ve gelecek hesapları bakımından en büyük tehlike gören dinci
sermaye ve AKP’nin, değişik noktalardan gelen ve kendilerini darbeleyen iç ve
dış çelişki ve çatışmaların, istikrarsızlıkların yıpratıcı, gözden düşürücü,
çözücü ataklarına karşı, bugün için, laik antilaik, Alevi Sünni çelişkisi üzerinden
iç savaş kışkırtıcılığına yönelmiş durumdadır. Yarın da, denetim altına
alamadıkları, tasfiye edemedikleri koşullarda Kürt Türk çelişkisi üzerinden
aynı yönelişi kışkırtacaklardır. Laik antilaik çelişkisini de kapsayacak tarzda
Alevi Sünni çelişkisine oynama, bugün için öne çıkmış durumda. Bu politikanın
kontrollü olarak uygulanması, meselenin özü bakımından bir şeyi değiştirmiyor.
Yani burada sorun bir “akıl tutulması” sorunu değildir. Durmaksızın “akıl
tutulması”ndan, AKP’nin ve başının “toplumsal barışa zarar” verdiğinden bahsederek
yakınmak boş ve liberal bir duruşu ifade ediyor. Yakınmak değil, liberal ve
reformist hayaller yayarak kitleleri silahsızlandırmak değil, savaşımı büyüten
bir hattan yürümek gerekiyor.
Son olarak
kısa ve köşeli olarak belirtelim: Sürekli ağır ve saldırgan bir politik ve
toplumsal baskı altında olan LGBT’liler polise karşı da iyi savaştılar.
Kitlesel bir hareket olarak kendilerini mücadeleci bir tarzda ortaya koydular.
Kendilerini “Devrimci Müslümanlar”, “Antikapitalist Müslümanlar” olarak
tanımlayan çevre, politik bakımdan diktatörlük, dinci sermaye, AKP karşısında
ilerici, demokratik, mücadeleci bir duruş sergiledi. “Antikapitalist
Müslümanlar”ın hareket içerisindeki varlığı ikiyüzlülükte sınır tanımayan din
tüccarlarının, AKP’nin teşhiri bakımından da önemli bir rol oynadı. İlerici bir
kanal olan Hayat TV, burjuva medyanın azgın sansür ve sessizlikle boğma ortamında
sokağı ekranlarda yansıtmaya önem vermekle değerli bir iş yaptı. Tepeden
tırnağa şiddetle karşı olduğumuz, Gezi’nin ruhuyla da asla bağdaşmayan Türkçü
ve laikçi çizgilerini ve bunlarla bağlı politik hesaplarını (unutmadan ama) bir
yana koyarak söyleyecek olursak, Halk TV ve Ulusal Kanal, sokakları ekranlarına
yansıttılar. Bu durum “kamuoyu”nun olan biteni izleyebilmesine, sürece
katılmasına hizmet etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder