ZULÜM İLE ABAD OLANIN AKİBETİ BERBAT OLUR!
HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ…
II
Patlayan ve
hızla genelleşen halk hareketi, son derece renkli ve zengin bir hareket oldu.
Ezilen tüm toplumsal kesimler hareketin içerisinde
yer aldı. Türkiye’de böylesine zengin, renkli, yaygın bir halk hareketi ilk defa ortaya çıkmıştır. Değişen
ağırlık ve rolleriyle işçi sınıfı, işsizler, kent yoksulları, kent küçük
burjuvazisi, orta burjuvazinin belli kategorileri. Gençlik, çevreciler,
Aleviler, ezilen cins olarak kadınlar, feministler, anarşistler, savaş
karşıtları, LGBT’liler. Kürtler, Ermeniler, Çerkezler vb. ezilen ulus ve ulusal
topluluklar. Antikapitalist Müslümanlar, başta Çarşı olmak üzere futbol takım
taraftarları, aydın ve sanatçılar, ilerici, devrimci-demokrat akımlar, komünist
hareket… Kemalistler, ulusalcılar, Ergenekoncular vb.
Hareket,
“genel direniş” karakterini de taşıyordu. Ancak hareket, genel grevle
tamamlanamadı. Bu olgu, hareketin içsel zafiyetlerinin de bir yansımasıydı. KESK
ve bağlı sendikaların salı günü (11 Haziran) başlattığı grev, çarşamba günü de
DİSK, TMMOB, TTB ve TDB’nin ve TÜRK-İŞ’e bağlı muhalif sendikalardan oluşan
Sendikal Güç Birliği’nin de katılımıyla sürdü. Bu, kuşkusuz ki değerli,
geliştirici ve ileri bir adımdı. Ancak yetersizdi, sürecin gereksinmelerine
yanıt veren bir aktiflik ve genişlikte de gerçekleşmedi. TÜRK-İŞ’i, HAK-İŞ’i,
Memur-Sen’i vs. geçiyoruz, ne mal olduklarını hepimiz biliyoruz… İşçi sınıfı
hareketiyle komünist hareketin birbirinden yalıtık olduğu, komünist hareketin
işçi sınıfı hareketiyle bağlarının uzun yıllardır çok zayıfladığı ve en zayıf
noktaya gerilediği; ilerici ve devrimci-demokratik hareketin de işçi sınıfı
hareketiyle bağlarının zayıf olduğu koşullarda patlak veren halk hareketinin
güçlü, militan, kitlesel bir politik genel grevle birleştirilememesi bir
zaaftır, ama anlaşılırdır. Buna karşın örgütlü ve örgütsüz kesimleriyle,
çalışan ve işsiz bölükleriyle işçiler nispeten yaygın bir şekilde hareketin
içerisinde yer aldı. Harekette militanlığıyla, kitleselliğiyle öne çıkan
gençliğin çok önemli bir kesiminin kalifiye işçi ve kalifiye işçi adayları
(hizmet işkolu, bilgi işlem, öğrenci) olduğu, işsiz gençliğin, kent yoksulları
kategorisinden gençliğin hareket içerisinde yaygın bir şekilde yer aldığı ve
birlikte öne çıktığı kesindir. İşçi sınıfının kafa emeğini temsil eden ve yetişen kesimleri, bu kategorinin en
dinamik kesimini oluşturan genç kalifiye işçi bölüğü, “küreselleşme” süreci ile
birlikte yeniden yapılanan işçi sınıfının ve yeni tip işçi hareketinin temel sacayaklarından olduğu açıktır.*
Emperyalist
küreselleşmenin son atılımıyla yeniden yapılanan işçi sınıfının bu bölüğü,
stratejik bir önem taşımaktadır. “Kolektif işçi” olarak bilgi yoğun, sermaye
yoğun sektörlerde “bilgi işçileri”nin stratejik önemi yalnızca dünyada değil,
Türkiye’de de gitgide artmaktadır. “Beyaz yakalı işçi” kategorisinin
alabildiğine gelişmesi, “çekirdek işçi” olarak tarif edilen kategorinin maddi
ve sosyal üretimdeki rolünün yaşamsal hale gelmesi, hizmet sektörünün, “büro
işçileri” kategorisinin hızla büyümesi, kolektif işçi” olarak ya da “kolektif
işçi”nin stratejik bir kategorisi olarak “evrensel emek”in, entelektüel emeğin
rolünün çarpıcı hale gelmesi coğrafyamızın da bir gerçeğidir. Lise ve üniversitelerde
okuyan gençliliğin, geleceğin modern ücretli köleleri olarak hazırlandığını,
hiç olmazsa büyük bir çoğunluğunun, geleceğin beyaz yakalı işçisi, bilgi
işçisi, çekirdek işçisi; proletaryanın yeni teknolojiyle tanışık, daha kültürlü
bölükleri olacağı şimdiden açıktır. Dolayısıyla Haziran halk hareketinde öne
çıkan söz konusu gençliğin çok önemli bir kesiminin kapitalist üretim ilişkilerinin en ileri biçimlerine bağlanmış ve
bağlanacak proletaryanın en modern
bölükleri olduğu açıktır. Kapitalist üretim tarzının derinlemesine ve
genişlemesine gelişmesi, sermayenin
organik bileşiminin yükselmesi, söz konusu kesimlerin gelişmesinin,
büyümesinin, öne çıkmasının maddi temelini oluşturmaktadır. Bugün
mühendislerin, mimarların, teknisyenlerin, doktorların, avukatların, öğretmenlerin
vb. büyük bir çoğunluğunun kalifiye işçi bölükleri olarak işçi sınıfının bir
parçası olduğu açıktır.
Bir bütün
olarak ele aldığımızda, yukarıda dikkat çekerek geldiğimiz kategorilerin
varlığını küçümseyen, patlak veren hareketi “orta sınıf” hareketi olarak
değerlendiren analizlerin tek yanlı olduğu açıktır. Evet, “orta sınıflar” da
vardı, keza sokakların fethine çıkan gençliğin önemli bir kesimi de gelir
durumu iyi olan ailelerin gençleriydi. Harekete katılan gençliğin önemli bir
bölümü küçük burjuva gençliği, bir kısmı ise laik yaşamı benimsemiş, kapitalist
yaşam tarzından yana olan gençlik kategorisiydi. Sokakları tutuşturan gençliğin
ana gövdesi halk gençliğiydi. Sokaklara çıkan bu gençlik, 28 Şubat’ın ve
“Cumhuriyet Mitingleri”nin, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “Ordu göreve!” vs.
diye haykıran gençliğinden farklıdır. Yani dünün, antidemokratik, antiKürt,
gerici-milliyetçi-şoven, demokratik bir laisizmle de bağı olmayan gerici laikçi
slogan ve duruşların aksine, öne atılan bugünün gençliği ilerici, demokratik
bir özgürlükçü duyarlılıkla davranmaktadır. Halkların kardeşliğine açık ya da
kardeşleşmeyi içeren ve yansıtan bir duruşla hareket etmektedir. Dinci
sermayenin, din tüccarlarının duygularını sömürerek etkilediği emekçi kitlelere
ve türbanlı kadınlara karşı da özel bir ön yargıyla davranmamaktadır.
Vurgulamak
gerekir ki, Haziran hareketindeki renklilik, çeşitlilik, çoğulculuk bir
zayıflık vs. değil, gelecek açısından da iyi ve geliştirici bir olgu ve
gelişmedir. Amerikancı AKP liderliğindeki diktatörlükten acı çeken değişik
emekçi kesimler ve ezilen toplumsal kimlikler sokağa çıkmıştır. Birbirine
oldukça uzak, derin ön yargılarla dolu pek çok kesimin kendilerine özgü talep
ve duruşlarıyla birlikte sokağa, eyleme çıkması ya da fiilen sokaklarda
buluşması direnişi, mücadeleyi, isyanı büyüten bir rol oynamıştır. Fırsattan
istifade ederek hareketin içerisinde yer alan ve hegemonyayı ele geçirme hesabı
yapan ırkçı, şoven, faşist ve sosyal faşist bilinçli karşı-devrimci çekirdeklerin
varlığına karşın, gerçekte, bu kesimler, bugüne dek hareket içerisinde
belirleyici bir rol oynayamamıştır…
Değişik
eğilimlerden büyük kitlelerin alanlarda, sokaklarda, barikat başlarında,
çatışmalarda buluşması aynı zamanda eylemsel süreçler içerisinde tanışmalarını,
ön yargılarını vb. kırmalarını, yeni deneyimlerden geçerek politik bakımdan
olgunlaşmalarını sağlamıştır. Bu gerçeğin vurgulanması gerekir. Unutmayalım,
kitleleri eylem değiştirir… Salt propagandayla, ajitasyonla kitleler
kazanılamaz, devrime seferber edilemez, bunun için bir de kitlelerin kendi öz
deneyimleri gerekir… Mücadele değiştirir ve birleştirir; bu olguyu bir kez daha
gelişkin ve özgün bir biçimde yaşadık. Yaşadığımız topraklarda mücadelenin
doğrudan doğruya ve kesintisiz olarak emek sermaye, sömürülenler ve sömürenler,
ezilenler ve ezenler, halklar ve emperyalizm çelişkileri üzerinde
gelişmediğini; çok uluslu, çok etnisiteli, çok inançlı, çok kültürlü bir
coğrafyada yaşadığımızı, bunun mücadele sürecinde tarihsel ve güncel çok karmaşık
izdüşümlerinin ve etkilerinin olduğunu ve olacağını biliyoruz. Dolayısıyla
şematik, dogmatik, steril analizlerle devrim ve sosyalizm mücadelesinin
geliştirilemeyeceğini ısrarla görmek zorundayız… Öncesi bir yana, Mayıs
sonlarında başlayarak Haziran’da genel bir halk ayaklanmasına dönüşerek yeni
biçimlerde sürmekte olan halk hareketinin öz deneyimi, bir de bu gerçeğin
altını çizmektedir.
Sokağa çıkan
kitleler, 28 Şubat “postmodern darbesi”ne giden sürecin belli bir evresinden
sonra veya “Cumhuriyet Mitingleri”nde olduğu gibi, “Ordu göreve!” vs. demiyor.
Kemalizm’in, Türk burjuva milliyetçiliğinin, şovenizmin etkisi göze geliyor ama
halk hareketinin temeli ve çerçevesi bu değil, yanılmamalı. AKP etrafında
yoğunlaşan ve birleşen kesimlerin demagojik ve manipülatif kampanyasına karşın
gerçeğin çok farklı olduğunu, eylemin
içeriğinden, sloganlarından, taleplerinden görebilmekteyiz. Bu noktada
hareketin talep ve şiarlarının tüm sömürülen, ezilen sınıf ve tabakaları,
ezilen ulus, ulusal topluluk, inanç vb. kategorilerini de kapsayacak tarzda
formüle edilerek ileri sürülmesi ve geliştirilmesi yaşamsal önemdedir. Hareket
içerisinde öne çıkan, çıkmaya başlayan “Yaşasın
Halkların Kardeşliği!” şiarı çok değerlidir ve bu topraklarda yaşayan halkların
eylemli birlik ve dayanışmasını ifade ederek geliştirmektedir. Bu gelişme, on
yıllardır kirli, haksız, sömürgeci savaşla beyinleri ve yürekleri ırkçılıkla,
şovenizmle, burjuva milliyetçiliğiyle, militarizmle, Kemalizm’le, “Türk-İslam
sentezi” ile kirletilen Türk halkının politik
eylem yoluyla arınması sürecinin gelişimine işaret etmektedir… Nispeten
yaygın bir şekilde ellerde taşınan Türk bayrakları ve Mustafa Kemal posterleri
ürkütücü olmamalı ve hareketten uzak durmanın gerekçesi haline
getirilmemelidir. Sokağa çıkan kitlelerin ana gövdesi (ya da ağırlıklı olarak)
Türk halkıdır. Kitleler harekete, güçlü ve mücadeleci yanlarını olduğu kadar
geri yanlarını da taşıyarak katılırlar ve bu durum anlaşılırdır da. Bunu
unutmak, ön yargılı, tepkisel davranmak politik mücadelede açık bir gerilik
olacaktır. İşçi sınıfını, halkı vb. kafalardaki şablonlara göre değil, olduğu
gibi kabul etmek, sınıf mücadelesinin onları değiştirerek ilerleyeceğini
görmek; eylemsel süreç içerisinde devrimci ve sosyalist dönüşümünü sağlamak
perspektifiyle yürümek; öğretmenlik taslamak yerine, öncelikle öğrenci, hem öğrenci hem de öğretmen olma duruşuyla
yürümek gerekir. Mücadele içerisinde kitleler bir araya gelmesini ve
savaşmasını biliyor. O halde değişik eğilimlerden kitleleri kucaklayıp mücadele
mevzilerine yerleştiren, kitlelerin en geniş kesimlerini kazanabilen bir
politik mücadele ve önderlik teorisi ve pratiğine gereksinim olduğu açıktır.
Haziran kitle hareketinin deneyimi bu gereksinimin ne denli yakıcı olduğunu
çarpıcı bir tarzda ortaya koymuştur. Devrimci-demokratik ve komünist hareketin
sürece hazırlıksız yakalanması, sürecin ve patlak veren hareketin
gereksinimlerini karşılamaktan oldukça uzak olması da bu gerçeği açıklıkla
göstermektedir.
Haziran halk
hareketinin deneyiminin gösterdiği gibi diktatörlüğün, politik rejimin,
hükümetin demagoji, kuşatma, terör, ezme politikasını geri püskürtmenin başlıca
yolu büyük kitlelerin, proletarya ve emekçi kitlelerin sokağa çıkması ve
militanca mücadele etmesidir. Grup için politika tarzıyla, geleneğiyle, kültürüyle
sonuç almak olanaklı değildir. Kitlelere tepeden bakarak, tepeden emirler
yağdırarak kitleselleşmek, kitleler için politika, kitlelerle birlikte politika
tarzı uygulamak olanaklı değildir.
Kitlelerin öz gücüne ve mücadeleci enerjisine dayanmadan ya da
dayanmayan, meşru ve fiili mücadele hattında yürümeden barış ve uzlaşma,
diyalog politikalarıyla da sonuç almak mümkün değildir. Kitlelerin nabzını elde
tutmadan, sistematik tarzda kitle çalışması yürütmeden bürokratik, kendine bile
hayrı dokunmayan bir “kitle çalışması”yla sonuç almak olanaklı değildir.
Lenin’in dediği gibi, “kitleler olmadan bütün bombalar güçsüzdür”. Haziran halk
ayaklanmasının deneyimlerinin gösterdiği gibi kitleler, faşist propagandayı da hızla
etkisiz hale getirdi: Diktatörlükle ve başıyla dalga geçerek “Hepimiz
Çapulcuyuz!” sloganından bu olguyu vurucu bir tarzda görmekteyiz. Üstelik bu
ironi, bu slogan dünya çapında yankı yarattı, benimsendi, uluslararası
direnişin simgelerinden birisine dönüştü; politik, sanatsal bakımdan son derece
yaratıcı üretimlerin önünü açarak geliştirdi. Geniş kitleler, hükümetin ve
“büyük usta”nın fütursuz demagoji ve manipülasyonuna karşın “çapulcular”, “marjinaller”,
“ayyaşlar”, “ideolojikler”, “teröristler” söylemini değişik biçimlerde
sahiplenerek etkisizleştirdi… Bu, şahane bir gelişmeydi. Başta gençlik olmak
üzere kitlelerin yaratıcı iradesinin de patlayarak açığa çıkmasıydı. Ki politik
taşlama sanatı da yaratıcı bir patlama yaptı. Başta sokak, duvar yazıları ve
yazılamaları olmak üzere fışkıran yaratıcı sanatsal ve kültürel etkinliklerden
bunu hep birlikte gördük.
Geri ve ileri
kitlelerin, örgütlü ve örgütsüz kitlelerin, inanan ve inanmayanların, Türklerin
ve Kürtlerin, Alevilerin ve Sunilerin, LGBT’lilerin ve feministlerin,
çevrecilerin ve engellilerin, kadınların ve erkeklerin, “teröristler”in ve halkın
bir arada, sokakta, devlet terörüne karşı omuz omuza savaşması politik bilinç
bakımından da keskin bir sıçramayı temsil etmektedir. Diktatörlüğün
“teröristler” söylemini öne çıkaramaması rastlantısal değildi. Milyonları
teröristlikle suçlamak kolay değildi, hızla teşhir olacaklardı. “Teröristler”
demagoji ve saldırısı etkili olamayacağı ve gözden düştüğü için, Taksim’in
özgürleştirilmesinde ve Gezi Parkı direnişinde “masum çapulcularla teröristler”
omuzdaş, yoldaş, gazdaş olduğu için devrimci ve ilerici örgütler
“terörist”likten ziyade, belirleyici olarak, “marjinaller” söylemi üzerinden
teşhir edilmeye; “böl, parçala, yönet” taktiğiyle etkisizleştirilmeye
çalışıldı. Fakat bu demagoji ve psikolojik harekat etkili olmak bir yana,
direnenlerin, baş kaldıranların; “masum çapulcular”la “günahkar teröristler”in
daha fazla iç içe geçerek, daha güçlü birleşik mücadeleye atılmasını
geliştirdi. Eh bu da Haziran Ayaklanması’nın bir kazanımıdır; görmezden gelmemek
gerekir; tabii ki “teröristler” demagoji ve manipülasyonu devam edecektir…
Patlak veren
hareket burjuva “ana muhalefet” partisinin (CHP) yetersizliğini ve
etkisizliğini de çarpıcı bir tarzda gösterdi. Bu, düzen ve devlet partisi CHP’nin
kitleler nezdinde bir çekim merkezi haline gelemediğinin ifadesidir. Aslında bu
durum, devrimci bir olanaktır, yeter ki değerlendirmesini bilsin devrimci
hareket. Başbakan’ın bir konuşmasında, CHP’yi tekrar tekrar aşağılayarak, “adam
gibi muhalefet edip muhalif olan kitleleri yedeğine bile almasına bilmiyorsun,
bu senin bir görevin, bunu bile beceremiyorsun, başımıza dert açtın” özlü
“eleştiri”ci sözleri de, saptamamızı doğruluyor. Aslında AKP, CHP’ye dönük
saldırısıyla halk hareketinin yönünü CHP’ye yönlendirmek, CHP eliyle
etkisizleştirmek, bozmak istiyor. İşin rantını yemenin peşine düşen CHP de,
söylem ve baskısını, AKP ve Erdoğan üzerinde odaklayarak halk hareketinin
sistem, egemen sınıf ve devlet karşıtı bir çizgiye kayarak radikalleşmesini
önlemek, AKP karşıtlığıyla sınırlanmış bir hareket olmasını istiyor. Burada
CHP, sistem ve devletle harekete geçen geniş kitleler arasında “başlıca
uzlaştırıcı toplumsal güç” rolünü oynamaya çalışıyor ama başarılı değil;
politika ve pratik etkinliği düzenin emniyet sigortası rolünü oynamasına
yeterince uygun değil. Aslında bu durum, halk hareketinin, devrimin, devrimci
ve komünist hareketin lehine olan bir durumdur. Her iki partinin ortak kaygısı
halk hareketinin devrimci ve sosyalist bir çizgiye ve önderliğe kayma olasılığı
ve sonuçlarıdır.
Tabii ki
bununla da bağlı olarak Kürt halk hareketi ile Batı’daki halk hareketinin
birleşerek sıçrama yapmasını istemiyorlar, bu gerçeği özenle hesaba katan
manevralar da yapıyorlar... Ki 28 Haziran günü Lice’de yapılmak istenen “Kalekol”u,
barışçıl demokratik gösteri hakkını kullanarak protesto eden köylülerin üstüne
doğrudan açılan yaylım ateşi sonucu, bir yurtseverin ölmesi, ikisi ağır çok
sayıda köylünün yaralanmasına karşı Batı’da, başta İstanbul olmak üzere hızla
ortaya çıkarak yaygınlaşan kitlesel protestolar bu bakımdan yaşamsal önemdedir. 30 yıldır faşist
diktatörlüğün Kürtlere karşı yürüttüğü kirli, haksız, sömürgeci savaşa karşı
sokağa çıkmayan Türk emekçi kitlelerin ilk kez bu denli kitlesel tepki vermesi,
“Her Yer Lice, Her Yer Direniş!” sloganını ve halkların kardeşliğini
haykırması, “Her Yer Taksim, Her Yer Lice, Her Yer Direniş!” sloganlarıyla,
pankartlarıyla protesto yürüyüşleri gerçekleştirmesi, Kürdistan ve Türkiye
halklarının mücadelesi bakımından yaşamsal önemde olan bir bilinç sıçramasını da ifade etmektedir. Süreç içerisinde
gerici-milliyetçi kesimlerin hareketin dışına düşmesi, kaçınılmazdır. Sınıfsal
ve toplumsal mücadelenin gelişmesi, radikalleşmesi, keskinleşmesi sürecinde,
doğal ve kaçınılmaz olarak, harekete karşı olan, hareketi gerici-faşist politik
amaçları için kullanmayı düşünen politik akımları dışına iterek ilerleyecektir.
Bu, sınıf mücadelesinin bir gelişme yasasıdır. En nihayetinde sınıf mücadelesi,
kitle savaşımı, halk hareketleri bir okuldur; tüm savaşan güçler bu okulda
sınavdan geçer; demokrasi, özgürlük, sosyalizm düşmanı karakter taşıyan politik
çevrelerin gerçek karakterinin giderek ortaya çıkması, teşhir olması
kaçınılmazdır. Haziran hareketine gerici ve faşist politik amaçları ve politik
hesapları temelinde katılan, onu manipüle etmeye çalışan kuvvetlerin, hareket
geliştikçe, hareketin karakteriyle çelişen nitelikleri hareketle çatışmaya,
harekete karşı gerici ve faşist bir duruş sergilemeleri kaçınılmazdır. Ki,
hareketin içerisinde yer alan ilerici, devrimci-demokratik ve komünist güçlerin
varlığı ve siyasi uyanıklığı, mücadele gücü burada da büyük önem taşımaktadır…
Yani meydan boş değil… Haziran Ayaklanması, Türk burjuva milliyetçiliğinin
etkisinde olan kitleleri sarsıp kendisine getirmede, Batı’da-Türkiye’de ilerici
ve devrimci seçeneğin zayıf olmasından dolayı ulusalcılığın cephesine kaymış
geniş bir ilerici emekçi kesimin uyanarak oradan uzaklaşmasına ve antifaşist
cephede mevzilenmesine yol açmaya başlamıştır; kuşkusuz ki iç çelişki ve
zaaflarıyla birlikte gelişen ve gelişecek bir süreçtir bu süreç. Tek başına
kendiliğinden hareketin gücünün değiştirici gücüne bel bağlayarak değil ama, bu
olanağa dayanarak devrimci ve sosyalist bir çizgide sürece müdahale etmek,
burada yaşamsal önemdedir.
Batı’da Türk
halk yığınları içerisinde, çarpık bir bilinçle de olsa, barışçıl bir çözüm
isteği uzun bir süreden beridir gelişiyordu. Ama ırkçı, şoven, milliyetçi
“bölünme” korkusunu hep taşıyarak… Keza Haziran Ayaklanması öncesinde PKK tek
taraflı ateşkes ilan etmiş ve gerilla “dışarı” çıkmaya başlamıştı. İsteksizce,
yarım yamalak bile sayılmayacak adımlar atan AKP Hükümeti, yeni manevraları
devreye koymuştu ama artık “şehit cenazeleri” gelmiyordu, “Akil adamlar” işe
koyulmuştu vb. Yani Kürt meselesinde “tansiyon” önemli oranda düşmüştü. Aslında
Taksim ve Gezi Parkı direnişi böyle bir arka plan üzerinde de yükselmişti.
Haziran halk hareketi bu arka plana da yaslanarak ya da varlığı koşullarında
patlak vermişti. Hareketin patlak vermesinden sonra demokratik halk hareketi Kürt
karşıtı, “müzakere, barış, çözüm” karşıtı bir temelde gelişmediği gibi, aksine
halkların kardeşliği sloganına da sahip çıkarak demokratik ilerici bir çizgide,
devrimci rol oynayan bir çizgide gelişimine devam etmişti. Diktatörlüğün Lice
saldırısı, katliamı, provokasyonu hareketin bilinç ve eylem sıçraması
bakımından açık bir dönemeci
oluşturarak mücadelenin değiştirici güç ve kudretini ortaya koydu. Evet,
mücadele değiştirir, dönüştürür, birleştirir, sıçratır. “Ulusalcı kalabalıklar,
laik sosyoloji mensupları”nı mücadele, işte böyle sarsar ve ilerletir. AKP’yi
destekleyen liberallerin halk hareketini “demokrasisiz bir laik diktatörlük
peşinde koşan” bir hareket gibi göstermesi, hareketi “Ergenokoncular”a, “28 Şubatçılar”a, “ulusalcılar”a,
“laikçiler”e vb. mal ederek değerlendirmesi AKP yandaşlığına dayanan bir
demagoji ve manipülasyondan ibarettir. Haziran halk hareketi tümüyle demokratik
içeriğe ve meşruiyete sahip, özgürlükçü; diktatörlüğe, diktatörlüğün zayıf
halkası AKP Hükümeti’ne devrimci darbeler indiren bir halk hareketidir. Bu
hareketin Kürt burjuvazinin açık ya da yurtseverlik maskesinin altına sığınmış
sözcülerinin göstermek isteği gibi “ulusalcılar”ın, “barışa karşı çıkan”
kesimlerin hareketi gibi göstermek berbat bir demagojidir. Ulusalcıların da,
CHP’nin de vb.lerinin de Gezi Parkı direnişi ve Haziran halk hareketinin demokratik-özgürlükçü
ruhuyla hiçbir ilişkisinin olmadığı ve olamayacağı açıktır.
Yurtsever
hareketin ve BDP’nin bu tabloyu doğru okuması ve gerekli dersleri çıkarması
gerekir. Bu, Kürt ulusal demokratik hareketi için olduğu kadar, HDK/P’nin
Batı’da gelişimi bakımından da hayati önemdedir ayrıca…
Hareket,
esasen kendiliğinden karaktere sahiptir. Devrimci-demokratik, proleter
sosyalist hareket ve ilerici reformcu hareketin etkisi önemli ama sınırlıdır. Direnişin
devam etmesinde, süreklilik kazanmasında, kararlı duruşta, özellikle de
çatışmalarda ilerici ve devrimci hareketin varlığı ve katkısı önemlidir.
Hareketin genelde, özelde de Taksim merkezli olarak “Ergenokoncu”luk etrafında
birleşmiş kesimlerin inisiyatifine girmemesinde ilerici ve devrimci kesimlerin
varlığı ve rolü oldukça önemlidir. Ancak devrimci hareketin dibe vurduğu gerçeği
bu dönemeçte daha çarpıcı açığa çıkmıştır. Patlak veren halk hareketi de,
Türkiye devrimci hareketinin yapısal ve tarihsel krizi ile yüzleşmesini,
kendisiyle hesaplaşmasını, devrimci yenilenmesini keskin bir tarzda
dayatmaktadır, dayatmaya da devam edecektir.
Hareket içerisinde
HDK/P yoktu. Haydi BDP’yi bir yana koyalım ama bu cepheyi oluşturan “Türkiye
solu”nun tamda bu süreçte açık, net bir inisiyatif odağı olarak ortaya
çıkmaması, dahası bir dönem boyunca HDK/P flamalarını bile mevzilendikleri
yerlerde taşımaması daha da şaşırtıcıydı. Oysa birleşik bir halk hareketinin
geliştirilmesi için kurulmuş bir birleşik cephe aracıydı HDK/HDP. Nesnel bir
karşılığı olmasına rağmen, patlak veren halk hareketine politik bakımdan aktif
müdahale edilmesi gerekirken, özne olarak HDK’nın olmaması ya da iflasıydı bu.
Bu durum çok çarpıcıdır. Sınav anı ve yeri her hangi bir eylem değil,
Gezi-Taksim-Haziran halk ayaklanmasıydı. Sorunu oportünistçe eğip bükmemek lazım. Bu bir sonuçtur ve nedenlerinin açığa çıkarılması gerekir.
HDK’nın giderek zamanla sürece katılır hale gelmesi ise olumlu ama esasen
sınırlı ve yetersiz bir gelişmedir. Sokağa çıkan ağırlıklı olarak Türk
halkıdır. Geçmişten beri siyasal özgürlük talebi ve mücadelesi Batı’da zayıf
kaldı. Kuzey Kürdistan’daki ulusal demokratik mücadele yalnız kaldı. Doğu ve
Batı’yı birleştirecek, böylece salt taktik değil, stratejik bakımdan da
birleşik mücadeleye sağlam bir temel yaratan bir yeni durum, yeni bir büyük
olanak doğmuşken, bu olanağın enerjikçe değerlendirilmesi gerekirken, bu,
yapılamamıştır. Yurtsever hareketin ve özellikle BDP’nin, harekete uzak
durması, HDK’nın işlevsiz kalmasında temel bir rol oynadığı açıktır. Ama HDK’da
yer alan ilerici ve devrimci çevrelerin konu bağlamında rolünün ve misyonunun
farkında olmaması, tek yanlı bir biçimde, diyelim ki yurtsever harekete ve
BDP’ye endekslenmesi, BDP’ye rağmen inisiyatif koyamaması; kritik bir an ve
dönemeçte, geleneksel reflekslerle, kendine dönük tarzın gereklerine göre
davranması da bir diğer temel neden olarak kaydedilmelidir. Her iki noktada da
hiç olmazsa, “bilinçaltı” ve gerçek durum, “Türkiye solu”nu yönlendirmiştir.
Sorunun incelenmesi, deneyden gerekli derslerin çıkarılması masadadır, masada
olmalıdır. Öncülük iddiası, mücadeleye, halklara karşı sorumluluk bunu
gerektirir…
Haziran
Ayaklanması karşısında BDP sınıfta kalmıştır. BDP içerisinde yer alan ve
ayaklanma sürecine katılmak gerektiğini düşünen dar bir kesim ise
etkisizleştirilmiştir ya da etkili olamamıştır. Barış sürecinin kesintiye
uğrayacağı kaygısı, kitle hareketi içerisinde Türk bayraklarının ve Mustafa
Kemal flamalarının yaygınca taşınması, Kemalist çevrelerin, özelde Ergenekoncu
çevrelerin varlığı, keza bir ölçekte de
“uzun yıllar bizi yalnız bırakanlar”a karşı birikmiş tepki yurtsever hareketin
tarihi bir fırsatı kaçırmasını getirmiştir. Bu tavır aynı zamanda yurtsever
çevrelerde barışın muhatabını esasen AKP Hükümeti ile sınırlı gören dar bir
bakış açısına, bir geriliğe, esas olarak hareket içerisinde Kürt burjuvazisinin
etki gücüne açıklıkla işaret etmektedir. Oysa “barış ve çözüm süreci”nin ana
muhatabı, başta Türk halkı olmak üzere emekçi kitleler olmalıdır. Ayrıca bu
mücadelenin esas olarak parlamento içi muhalefetle sınırlanamayacağı,
parlamento içi muhalefetin, parlamento dışı mücadele temelinde birleşik olarak
geliştirilmesi gerektiği açıktır ya da açık olmalıdır. Bu bağlamda “Batıyı
kazanmak”, “Türkiyelileşmek” yaşamsal önemdedir. Bu bağlamda
ortaya çıkabilecek her olanak da değerlendirilmelidir. Gezi örneğinde olduğu
gibi, bir biçimde AKP’yi destekleyerek ya da uzlaşarak ve hükümetin baskı ve
saldırılarına karşı fiilen yarı suskun kalarak ya da kitlesel katılımlı
eylemlerle ortaklaşma yolundan yürümeden Batı’yı kazanamazsınız,
“Türkiyelileş”emezsiniz. Arkasında Türk halkının desteği olmayan bir “demokratik
barış ve çözüm süreci” işlemez, “çözüm” gerçekleşmez. Bu, bu kadar açıktır. Ki,
Gezi Parkı ile patlayan halk hareketi kardeşleşme, “demokratik barış ve çözüm
süreci”ne Batı’da güçlü bir siyasal ve toplumsal destek için yaşamsal bir
fırsattı. Bu fırsat değerlendirilemedi yurtsever hareket cephesinden. Bizce
Haziran Ayaklanması, Kürt ulusal demokratik mücadelesine de yapılmış büyük bir
katkıdır. Çünkü AKP iktidarı Batı’da ilk kez halk
ayaklanması ile aldığı en büyük tokatla sarsılmış ve giderek zayıflamıştır, iç
çelişkileri keskinleşmiştir. Bu durum, AKP hükümeti karşısında yapılan ya da
yapılacak pazarlıkta, yurtsever hareketin elini ve kozlarını daha da güçlenmiştir. Soruna buradan bakmak yerine, zaten henüz başlamaktan
uzak olan “barış süreci”nde AKP’yi ürkütmemek açısından yaklaşmak kesinlikle
ağır bir zaaftır.
Nesnel olarak
AKP lehine çalışan açıklamalar ya da mesajlar, kararsız, ortacı, mesafeli,
ikircikli tutumu öncelikle BDP’nin politik itibarını ama onunla birlikte
yurtsever hareketin prestijini de darbelemiştir. Sorun salt ya da belirleyici
olarak yurtsever hareketin ve BDP’nin sürece hazırlıksız yakalanması ile bağlı
değildi, değildir. Bunu görmek gerekiyor. Yazı üzerinde çalışmalarım sürerken
patlak veren Lice katliam provasına karşı, Batı’da, Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin
ruhunu açığa çıkararak pratikleştiren “Her Yer Lice, Her Yer Taksim, Her Yer
Direniş!” sloganlarıyla, hemen ve hızla yaygınlaşan protesto hareketleri,
aslında yalnızca halkların kardeşleşmesi ve birleşik mücadelesi için değil,
aynı zamanda Kürt ulusal demokratik halk hareketi içerisinde ciddi bir ağırlığı
olan Kürt burjuvazisinin etkisine de darbeler indiren bir sıçramayı ifade
etmektedir. Bu, her bakımdan devrimci bir bilinç ve eylem sıçramasıdır ve
yürünecek yolu göstermektedir… Haziran halk hareketine karşı Kürt
burjuvazisinin eğilimlerinin tepkisel, negatif, hatta demagojik tutumu, bu
gerçekle bağlıdır. HDK/P’nin gelişmesi ve antifaşist bir çekim merkezi hale
gelmesi, bir yandan Kürt burjuvazisinin liberalizmine, ilkel milliyetçiliğine,
eline fırsat geçse, davayı bir tas çorbaya satmaya hazır niteliğine ve etki
gücüne karşı mücadelenin başarısına bağlıdır. Diğer yandan Türk emekçileri
üzerindeki gerici milliyetçi etkiye, keza Türkiye ilerici, devrimci-demokratik
hareketine egemen olan sosyal şovenizmle savaşma gücüne bağlıdır. Haziran halk
hareketinin deneyimi, bunu açıklıkla göstermektedir. “Lice-Taksim” direniş
birliği için bu savaşımın geliştirilmesi gerektiği açıktır. Her iki direnişin
ortak bir yanı da meşru ve fiili mücadele hattında yürümesi ve diktatörlüğe ve
başı AKP Hükümeti’ne karşı mücadeleci bir yolda birleşmesidir. Bu gerçekler
unutulmamalıdır. Kürt halkının, hükümetin “barış” komedisi karşısındaki
yüzsüzlüğüne duyduğu haklı nefret ve öfkesi alabildiğine büyümüştür ve büyümeye
devam etmektedir. Bizce bu koşullarda, üstelik ve özellikle Batı’da halk
hareketinin sürmekte olduğu koşullarda, Lice katliamına karşı Kürtlerin büyük
kitleler halinde hızla sokağa çıkmasını frenleyen DTK-BDP hattında egemen olan
yöneliş ve duruştur. (Kuşkusuz ki bu tutum salt DTK-BDP’ye ihale edilemez, bu
tablo, bir yandan da yurtsever hareketin çizgisiyle de bağlıdır…) En hafif
deyişle, yanlış yapılmıştır; bu nesnel olarak
AKP Hükümeti’ni koruyan liberal barış tutumunun sonuçlarından biridir. Oysa ilerici,
demokratik, onurlu bir “barış-çözüm süreci” “sivil serhildanlar” yolundan
yürümeyi gerektirmektedir hem Kürdistan’da, hem de Batı’da… İki cephenin ortaklaşarak
birleşik serhildanları yaratması demokratik ve onurlu bir barış ve çözümün de
güvencesi ve garantisidir.
BDP’nin AKP
karşısında ürkek, uzlaşıcı bir dil ve söylemle hareket etmemesi gerekir.
“Müzakere, barış, çözüm süreci”nin gerektirdiği üslup değişikliği anlaşılabilir
ama bu, BDP’nin AKP karşısında ürkek davranmasını, cesurca eleştiri ve teşhiri
geliştirmemesinin haklı bir gerekçesi olamaz. BDP eleştiri oklarını öncelikle
cesurca AKP ve hükümeti üzerinde yoğunlaştırmalıdır. BDP, AKP’nin sürecin
gereklerine ve gereksinmelerine yanıt vermeyen politikalarını açıklıkla,
tutarlılıkla kitlesel hareketin, “sivil itaatsizlik” eylemlerinin eşliğinde,
etkince teşhir ederek siyaset yapmak zorundadır. Bunca deneyimine, güç ve
etkinliğine rağmen ilkellik, pragmatizm, dar küçük burjuva milliyetçi kaygılar
yurtsever hareketin Haziran Ayaklanması’nın dışında kalmasına, prestij
yitirmesine vb. yol açmıştır. Eğer yurtsever hareket, BDP, Sırrı Süreya’nın
dediği gibi “Barışın güvencesi Gezi
Parkı’dır” sözlerinde ifadesini bulan bilinç ve sorumluluğu kavramış
olsaydı, harekete kitlesel seferberlikle katılacak, halklar arası kardeşleşme
çok somut bir ifadeye kavuşmuş, Kemalist vb. çevrelerin etki gücü daha etkisiz
hale gelmiş olacaktı. BDP’nin, özelde devletle yurtsever hareketin ilişkilerin
gerginleşmesinin de özel etkisiyle ve gecikmeli de olsa Kandil’den, Öcalan’dan
gelen ama yine de ihtiyatlı açıklamalarından sonra, giderek, “Gezi Parkı”
eylemini bir “özgürlük eylemi” görmesi ve bir biçimde ve sınırlı katılımla
desteklemeye başlaması, gecikmiş de olsa, olumlu bir tavırdı. Devletin ve
hükümetin Lice provokasyonu, saldırı ve katliamından hemen sonra Batı’da
başlayan ve hızla yayılan protesto gösterileri, eleştirdiğimiz noktada, BDP’nin
içsel zaafını daha iyi görmeye de hizmet etmiştir ve etmesi gerekecektir.
Gözden
kaçırılmaması ve vurgulanması gerekir ki, Taksim’den başlayarak Türkiye sathına
yayılan halk hareketi, üstelik hareketi yedeklemeye çalışan bilinçli karşı
devrimci bazı örgütlenmelerin varlığına, bu kesimlerin dışında, sıradan
kitleler üzerinde Türk milliyetçiliğinin yaygın etkisine karşın, “müzakere,
barış, çözüm” karşıtı sloganlar atmamıştır, aksine, giderek yaygınlaşan
“Yaşasın Halkların Kardeşliği!” sloganı yurtsever hareketin, BDP’nin hareket
karşısındaki aşırı ihtiyatlı, mesafeli, dar mantıklı yaklaşmasının ağır bir
hata olduğunu göstermektedir. Başlangıçta, örneğin “Mustafa Kemal’in
askerleriyiz!” sloganları duyuluyordu ama itibar bularak süreklilik kazanmadı,
etki gücü yaratamadı. Dahası “Mustafa Keser’in askerleriyiz”, giderek “Kimsenin
askeri değiliz!” tepkisiyle karşılandı.
Kaldı ki hareketin içerisinde çeşitli nedenlerle bu vb. sloganlar
atılabilir vb. Önemli olan harekete damgasını basamamış olması, giderek
gerileyip etkisizleşmesidir. Önemli olan Gezi Parkı’nın komünal, özgürlükçü,
mücadeleci antifaşist kudretinin bu sloganı attıran bilinçli gerici stratejik
çekirdeği dizginlemesi, geriletip etkisizleştirmesidir. Atılan bu slogana
başlangıçta katılan Kemalizm’in ve milliyetçiliğin etkisi altında olan nispeten
geniş kitlenin demokratik bilinç ve eylemle tanışarak etkilenmesi ve pozitif
bir yöneliş sergilemesiydi. Burada iliklerine dek milliyetçi, şoven, demokratik
laisizmle de hiçbir ilişkisi olmayan laikçi Kemalist gerici saldırgan çizgiden
bir kopuşma sürecinin yaşanmaya başlandığını görmek gerekir. 28 Şubat ya da
“Cumhuriyet mitingleri” sürecinde atılan, gerçekte laikçilikten başka bir şey
olmayan “Türkiye Laiktir, Laik Kalacak!” sloganının ortalıkta görünmemesinden
de bu gerçeği görebiliriz. Bu değişme ve gelişmenin dinci sermayenin tabanını
oluşturan emekçi kitleleri de etkileme, mücadele mevzilerine çekme olanağı
yarattığını bilince çıkarmak gerekir. Bu, politik mücadelenin değiştiren ve
dönüştüren gücüdür işte. Değişik uluslardan, inançlardan, mezheplerden,
kültürlerden, cinslerden vb. kesimler arası etkileşim ve değişim ortamı ancak
mücadelenin olanaklarıyla, ortak buluşmalarla, ortak ya da ortaklaşacak
deneyimlerle sağlanabilir.
Geçmeden
eklemek isteriz: Kanımızca Kuzey Kürdistan’da Kürt gençliğinin çok önemli bir
kesimi alanlara çıkmak istemiştir ama BDP tarafından da önlenmiştir; en azından
bizdeki izlenim bu doğrultudadır. Kuzey Kürdistan Barış ve Çözüm Konferansı’nın
sonuç bildirgesinde bir cümlecik olsun Taksim merkezli halk hareketine
değinilmemesi, ilk günlerde Demirtaş’ın ve bazı Kürt siyasetçilerinin bir tür
AKP’ye destek mealindeki açıklamaları açık bir talihsizlik olmuştur. Aslında bu
tavır, aynı zamanda ulusal demokratik hareket içerisindeki Kürt burjuvazisinin
liberal eğiliminin baskı gücünü de ifade etmektedir. Ulusal demokratik hareket
içerisinde radikal ve devrimci yönelişleri kırma ve etkisizleştirme yönelimi
Kürt işçilerinin, yoksullarının, emekçilerin çıkarlarıyla da bağdaşmamaktadır.
Emperyalizmin, işbirlikçi egemen sınıfların ve diktatörlüğün ve diktanın başı
AKP’nin ulusal demokratik harekete dönük strateji ve taktiklerinde Kürt burjuvazisinin
gelişip güçlenmesi, önderlik insiyatifini kapması özenle hesaba katılmaktadır.
TÜSİAD’ın Haziran içinde gerçekleşen “Cizre çıkarması” da, işin diğer yanlarını
geçiyoruz, aynı zamanda bu politikayla
bağlıdır. Bu politika, Kürt sorununun devletçi “çözüm”ünün çok temel bir
sacayağıdır.
Direniş ve
başkaldırı sürecinde BDP bayraklı ve Türk bayraklı, Mustafa Kemal flamalı
insanların kol kola halay çekmesi; polisin saldırısı sonucu yere düşmüş, elinde
Türk bayrağı olan bir direnişçiyi yerden kaldırmaya çalışan direnişçinin elinde
BDP bayrağı olması; polisin tomalı, gazlı saldırısı sırasında elinde Türk
bayrağı ile BDP flaması bulunan iki gencin el ele kaçışı, ön yargıların
mücadeleler içerisinde kırılabileceğini, mücadele alanlarında ortaklaşmanın
olanaklı olduğunu ve olacağını açıkça göstermiştir.
Ellerindeki
Türk bayrağına ve M. Kemal posterlerine güvenerek polisin karşısın dikilen Türk
burjuva milliyetçiliğin etkisindeki insanların polisin dizginsizce terörüne
maruz kalmasının, geniş bir kesimi sarsıp uyandırmada çok önemli bir rol
oynadığı ve oynayacağını, “bir Türk olarak bana bu yapılıyorsa kim bilir
Doğu’da kardeşlerimiz olan Kürtlere neler yapılmış ve yapılıyor” diye
sorgulamaya başladığını görmek gerekir; kuşkusuz ki burada söz konusu olan bilinçli
karşı devrimci ırkçı, şoven, milliyetçi kesimler değildir, Türk burjuva
milliyetçiliğin etkisi altında olan sıradan kitlelerdir. Türk halkı ve gençliği
sınıf mücadelesi okulundan geçiyor; mücadeleyi, direnişi, ayaklanmayı,
taleplerinin arkasında durmayı öğreniyor ve öğretiyor. Mücadele ve
ayaklanmaların, iç savaş ve devrimlerin eğitici okulundan geçmeyen bir
proletaryanın, halkların geleceği fethetmesi ise zaten olanaksızdır. Tarihin
akışının hızlandığı, mücadelelerin ve ayaklanmaların, devrimlerin patlak
verdiği tarihsel-politik günler ve aylar, bilinçlerde de derin, köklü, kapsamlı
çok hızlı sıçramalar yaratır. Bu tip dönüşüm ve sıçrama anları, uzun yıllara,
on yıllara yayılan barışçıl gelişme süreçlerinde edinilemeyen bilinç
sıçramalarına, devrimci değişimlere yol açar. Gezi-Taksim-Haziran mücadele ve
ayaklanması süreci, Türk halkı bakımından, bilinç ve zihniyetlerde, eyleminde
böylesine önem taşıyan sıçramalar yaratmıştır. Kuşkusuz ki yeterli değil ama
cin, bir kez şişeden çıkmıştır. Keskinleşmekte olan emek sermaye çelişkisi,
tarihsel bakımdan çözülmemiş devrimci-demokratik görevlerin ifadesi olan ve
coğrafyamızın nesnel koşullarında biçimlenen antiemperyalist demokratik halkçı
devrimin keskinleşen çelişkileri ve güncel görevleri, kaçınılmaz olarak, Türk
halk yığınlarının da daha güçlü, yaygın, köklü, militan mücadelelerine yol
açacaktır… Dünya çapında yeni bir devrimci yükselişin başlamış olması, Arap
halklarının devrimci ayaklanmaları gibi pozitif olgu ve gelişmeler de Türkiye
ve Kürdistan devriminin lehine bir süreci ifade etmektedir ayrıca.
“Akil
insanlar”ın bir TV kanalında konuşmalarını izlerlerken belirgin bir şekilde
dikkatimi çekti; özellikle bazı konuşmacıların vurgusunda bu, daha çok dikkat
çekiciydi, buna göre, “akil insanlar” gittikleri bölgelerde başta İP/TGB,
Ülkücüler olmak üzere çeşitli ırkçı, şoven kesimlerin baskı ve saldırganlığıyla
karşılaşırlar; Gezi Parkı direnişinin başlayıp yayılmasıyla ırkçı, milliyetçi
kışkırtma ve girişimler geriler, etkisizleşir, diner. Bu da önemlidir, önemlidir
çünkü Gezi-Taksim direnişi ve halk ayaklanması, nesnel olarak, ırkçılığa,
şovenizme, kirli ve haksız savaşa ciddi bir devrimci darbe indirmiştir. Sokağa
çıkan milyonlar devlet terörüyle, medyanın sansür ve uşaklığıyla, yalan rüzgârıyla
sıcağına sıcağına yüzleşmiştir günlerce. Bu durum, geniş kitleleri sarsmış ve
açık bir sorgulamaya ve demokratik değişime neden olmuş ya da bu süreç, devlet
ve hükümetin Kürt düşmanı politika ve demagojilerinin etkisinin kırılmasının
başlamasına açık ve kesin bir şekilde yol vermiştir…
Kürt ulusal
demokratik mücadelesi karşısında devlet-iktidar merkezi etrafında hızla ve
kolayca birleşen gericiliğin ve manipüle edilebilen milliyetçi ve dinsel
gericiliğin etkisindeki geniş kitleler tablosu Haziran halk hareketinin
darbeleri ve değiştirici gücü sayesinde, çözülme
süreci yaşıyor. Bu çözülme, AKP merkezli birleşik cephenin iç çelişki ve
çatışmalarının giderek keskinleşmesinde de, değişik tarihsel ve güncel
etkenlerin etkisi nedeniyle dinci sermaye ve AKP etrafında birleşmeye yönelen
sıradan kitlelerin özellikle dış halkasında yer tutanların ondan şöyle ya da
böyle uzaklaşmaya başlamasında da görünür hale gelmektedir. AKP’nin din
tüccarlığının giderek anlaşılmaya başlanması, demokrasi söyleminin ve “yaşam
tarzlarına müdahale edilmeyecektir” demagojisinin pratik olarak iflas etmeye
başlaması, maceracı ve savaşçı dış politikasının ağır darbeler alması,
“yurttaş” değil “tebaa”, “ayaklar baş olamaz” saldırganlığı ve baskısı vb. gibi
faktörlerin eşliğinde AKP iktidarının temelleri, kitlesel etkisi az ya da çok
hızla aşınmaya, yıpranmaya, gerilemeye başlamıştır. AKP’yi saldırganlaştıran
şey, aynı zamanda budur. Başta ABD olmak üzere emperyalizmin henüz AKP’yi
gözden çıkarmamış olması (Erdoğan için -bugün için- bu söylenemez), özünde söylediklerimizi
etkilememektir. Birikmiş tarihsel sorunlar, Haziran halk hareketinin darbeleri
(Antikapitalist Müslümanlar’ın derin bir hoşgörü ve olgunluk ortamında kurduğu,
Gezi Parkı’ndaki direnişçilerle birlikte koruduğu mescidi canice yıkan, 1 Mayıs 1977 Taksim kutlamalarını katliamla
yanıtlayanlarla işbirliğini, 2013 1 Mayıs’ını olağanüstü halle ve İstanbul’u
gaz bombalarına, devlet terörüne boğarak önleyen) AKP iktidarının ve “büyük
usta”nın kimyasını bozduğu ise, bizce açıktır.
AKP’yi
“çevreden merkeze” taşıyan, “merkez partisi” olarak yükselişine hazırlayan ve
taşıyan süreç, özellikle “büyük ustalık” dönemiyle birlikte çözülmeye
başlamıştır. Evet, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır!” Emperyalizmin,
işbirlikçi sermayenin, AKP’nin en büyük avantajı Batı’da devrimci hareketin
zayıf olmasıydı ve olmasıdır. Ama devrimci ve komünist hareketin yenilenmeyi
başarması durumunda gelişip güçlenmesinin ve sıçramasının koşulları bugün daha
güçlü mevcuttur. Ki Batı’da ortaya çıkan devrimci imkanlar ve başlamış olan
antifaşist yükseliş, keza birikmiş
ve tasfiyeci çürüme yaratan tarihsel
ve yapısal sorunlarını aşma gereğinin kendisini hızla dayatması bu bakımdan da
önemli fırsatlar sunmaktadır devrimci harekete. Gerisi, ata binmesini bilmeye,
kılıcı sallamaya kalmıştır…
Haziran halk
ayaklanmasıyla ciddi bir darbe yemiş olan devlet ve hükümetle; zayıflamış,
siyasal meşruiyeti tartışılır, sorgulanır hale gelmiş, dolayısıyla Kürt
hareketi karşısında eli zayıflamış bir hükümetle karşı karşıyayız. Bu,
tersinden, ulusal demokratik hareketin elinin güçlenmiş olması demektir. Bu
durum, “barış ve çözüm süreci”nin zayıflaması değil, siyasal ve toplumsal
bakımdan güçlenmesi demektir. Vurgulamak gerekir ki, bir biçimde başlamış olan
müzakere süreci, devlet ve hükümetin sayesinde değil, belirleyici olarak
Öcalan’ın, PKK’nin ve ulusal demokratik hareketin gücü, dinamizmi ve iç,
bölgesel, uluslararası arenada elinin ve başarılarının güçlenmesiyle başlamış
ve gelişmektedir. Bununla birlikte en büyük fedakârlığı da yapan PKK ve Kürtler
olmuştur. Diktatörlük ve hükümet zorunlu olarak, kuşkusuz ki “bütünü kurtarmak
için parçayı feda taktiği ve stratejisi”nin bir sonucu olarak Öcalan ve PKK ile
görüşmek zorunda kalmıştır. Kaldı ki “Gezi Parkı” direnişi nedeniyle AKP “barış
ve çözüm süreci”nden yan çizecekse, ip
bu kadar çelimsizse, varsın erkenden kopsun da, Kürt hareketi daha büyük
bir tehlikenin, girdabın içine girmesin; eğer
durum buysa, bu kopuş Kürtler için de hayırlı olacaktır.
AKP’nin
“barışı engellemek isteyen Ergenekoncular ve dış güçler” gerici ve faşist
ajitasyonu ve demagojisinin (dar milliyetçi yaklaşım temelinde) etkili olduğu,
keza Kürt burjuvazisini güçlendirmeyi de kapsadığı gerçeğini görmek gerekir. Ki
AKP ve hükümeti, “barış istiyorsanız hiç sesinizi çıkarmayın” diyerek Doğu ve
Batı’nın sessizliğe gömülmesini, dahası tam bir teslimiyet gösterilmesini
fütursuzca istemekte ve dayatmaktadır. Diktatörlüğün ve hükümetin yeni
biçimlerde sürdürülen özel savaş politikasını ve psikolojik harekatını
kırmanın, mücadeleyi geliştirmenin, bir dizi kazanım elde etmenin tek yolu,
halkların birleşik mücadelesini derinliğine ve genişliğine geliştirmektir. Politik özgürlük sorunu hem Kürt halkının hem de Türk halkının ortak temel
güncel sorunudur; Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesi de Batıdaki Haziran
halk hareketi de politik özgürlük
mücadelesinin birer bileşenidir. İki halkın birbirine ihtiyacı vardır. Tek ayak
üzerinde yürümek ve savaşmak düşmanın işine yarıyor ve yarayacak. Birlikte
yüklenmek ve ilerlemek, vuruşmak gerekir, gerekiyor. Farklı uluslardan, ulusal
topluluklardan, inançlardan, cinslerden, kültürlerden halkaların birleşik
mücadelesi için, birleşik cephesi için ilk
kez Türkiye’de bu denli elverişli bir fırsat ve olanak doğmuştur; sarılmalı
ve büyütmeli. Bu, HDK/P için de olağanüstü bir fırsattır. Türkiye’de politik
özgürlüğün kazanılması sorunu, bir devrim
sorunudur ama devrime kadar da beklemeden mücadele yoluyla, devrimin yan ürünü
olarak demokratik hak ve özgürlükleri koparıp almak, alanını genişletmek
gerektiği de açıktır.
*(Bkz. Hasan Ozan,
Emperyalist Küreselleşme ve Dünya Devrimi, Değişen Ne?, Ceylan-Akademi Yay.,
2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder