“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR
I. BÖLÜM
“Ne kadar nahoş olsa da, olguları açıkça
görmek, adlı adınca çağırmak, işçilere doğruyu söylemek zorundayız.” (Lenin)
“Sosyalist sol” kavramı, ilerici demokratik,
devrimci-demokratik, komünist devrimci solu kapsayacak tarzda kullanılmaktadır
esasen. Bu kullanım tarzı, ağırlıklı olarak, ilerici politik duruşa sahip
reformist sol çevrelere aittir. Kuşkusuz ki bu kavram, çeşitli burjuva liberal
çevreler tarafından daha geniş anlamda kullanılmaktadır. Bu çevreler
kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan her kesim ve eğilimi (örneğin İşçi
Partisi, Sosyalist Enternasyonal vb. gibi gerici akımlar da dahil) “sosyalist”
olarak lanse etmekte, “sosyalist sol” kavramı altında bir araya getirmektedirler.
Vurgulamakta yarar görmekteyiz: Tıpkı genel bir “sol” kavramı gibi genel bir
“sosyalist sol” kavramı da, bilimsel bakımdan yanlıştır. Çünkü böyle bir
kavramlaştırma, sınıfsal, ideolojik, siyasal farklılıkların üstünü örtmekte,
demagoji ve manipülasyona, proletarya ve emekçi kitlelerin
silahsızlandırılmasına hizmet etmektedir. Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva
sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi farklı sınıf ve tabakaların ideolojik ve
politik hareketlerine tekabül etmektedir. Dolayısıyla Bilimsel Sosyalizm (proletarya
sosyalizmi) ile ilişkisi olmayan, dahası onun ret ve inkârından, revizyon ve
tasfiyesinden başka bir şey olmayan, somut gerçekliği yok sayan ya da onu
perdeleyen bir “sosyalist sol” kavram ve tanımlaması teorik ve ilkesel olarak
yanlıştır.
Bu
makalemizin merkezine, Türkiye devrimci
hareketinin önderlik anlayışı ve çalışma
tarzını oturmaktayız. Dolayısıyla, “sosyalist” olma iddiasıyla ortaya çıkan
ilerici demokratik reformist hareketin değerlendirilmesi, makalemizin konusu
olmayacaktır. Türkiye devrimci hareketi de, herhangi bir biçimde homojen bir
hareketi değil, aksine, başlıca iki bileşeni kapsayan bir hareketi dile
getirmektedir. “Türkiye devrimci hareketi” kavramı, değişik eğilimleriyle devrimci-demokrasiyi ve komünist hareketi içermektedir. Yani bu
bağıntıda da genel, homojen bir devrimci hareketten bahsedilemez; aksine temel
sınıfsal kimlikleri ve siyasi rolleriyle birlikte anlamlı olan bir “devrimci
hareket”ten bahsedilmelidir ve bahsedilecektir. Bu temel sınıfsal ayrımlar ve
bu temel üzerinde yükselen ideolojik ve siyasal ayrımlar ve bunun ifadesi olan
bir analiz ve sentez olmaksızın, bu ayrımları ve sınır çizgilerini yok sayan ya
da belirsizleştiren herhangi bir teori ve pratik, kuşku yok ki,
oportünizmdir. Hatırlatmaya bile gerek
yok ki, oportünizm, belkemiksizdir… Sözgelimi, “uluslararası ideolojik
merkezler”in dağıldığı, “20. asrın ideolojik ayrılıkları”nın geride kaldığı,
ilerici, devrimci-demokratik ve komünist hareket arasındaki ideolojik
ayrılıkların da önemsizleşerek aşıldığı, böylece “sosyalistlerin birliği”ni
sağlayarak partileşmek gerektiği gibisinden teori ve politikalar ya da “21.
asrın sosyalizmi” adına benzer teori ve pratiklerin inşa edilmeye çalışılması,
herkese mavi boncuk dağıtma, beklentiler yaratma bu bakımdan hatırlatılabilecek
tasfiyeci yönelişlerdir. Özellikle revizyonist/kapitalist kampın dağılışından
sonra bu vb. oportünist, tasfiyeci revizyonist, postMarksist yönelişlerin boy
atıp etkilerini bugünlere dek yayması rastlantısal değildi, değildir yani. Bu
tip yaklaşımların “21. yüzyılın sosyalizmi”ne doğru ileri bir adımı oluşturması
bir yana, dahası, geriye, halkçılığa, post-Marksizme doğru tasfiyeci bir geri
gidişi, tasfiyeci oportünizmi ifade ettiği ise kesindir. Bu makalemizde
devrimci parti ve grupların teori, program, strateji, taktik bakımlardan
aralarındaki çizgisel farklılıkları başlı başına incelemeyeceğiz; işin bu
boyutunun ayrıca ele alınması gerekmektedir ve bu boyut, birkaç makaleyi aşacak
bir kapsamlı çalışmayı gerektirmektedir. Böyle olmakla birlikte, iki bölüm halinde yayınlayacağımız makalemizin
gelişimi seyrinde, sorunun bu bağıntısında önem taşıyan bazı temel noktalara da,
belli sınırlar içerisinde, gireceğiz.
Bu ön
açıklamalarımızdan sonra, devam edelim.
Devrimci
hareketimizin gerçek durumu nedir? 40
yıllık tarihsel deneyimizin zembereğinden geçerek gelmiş devrimci hareketimiz devrimci iddiaları ve amaçları
bakımından işin neresinde durmaktadır? Proletarya ve halklar devrimci hareketimizi
bir umut, bir çekim merkezi olarak görüyor mu? Örneğin Gezi-Taksim Ayaklanması
deneyimi neyi göstermektedir?
Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin deneyimi devrimci hareketimizin pratik köklü bir eleştirisi değil mi? 20. asrı geride bıraktık. 21. asra girdik ve
13. yılındayız. Peki, 20. asrın tarihsel deneyimlerinin eleştirel analiziyle
silahlanarak çağın çözümünü dayatan büyük, ağır, kapsamlı sorunlarını çözmeye hazırlık mıyız ya da ne kadar
hazırlıklıyız? Bu soruya, “Evet, hazırlıklıyız!” yanıtını veren herhangi bir
devrimci parti, grup, çevre var mı? Varsa, bu çevreler nerede yaşıyor acaba?
Sorular
çoğaltılabilir:
Bilim ve
teknikte, emperyalist dünya sisteminde, sosyalizmin tarihinde ortaya çıkan
değişmeler ve gelişmeler, ne kadar bilince çıkarılabildi ve somut bir donanıma çevrilebildi acaba? Felsefenin, politik ekonominin,
sosyalizm ve sınıf mücadelesi teorisinin, bir bütün olarak teorinin geliştirilmesinin ışığında pratik devrimci çalışmalar, bütün çalışmaların can damarı olan
politik mücadele ne kadar
geliştirilebildi? Böylesine kapsamlı bir teorik zenginleşme yaşanabildi mi? Böylece teori, pratik çalışmaların önünü açabildi mi? Devrimci pratik
çalışmalar, siyasal mücadele böylesine bir pratik
donanıma, savaşım yeteneğine dönüşebildi mi ya da dayanabildi mi?
12 Eylül
yenilgisinin etkisi; yenilginin dersleri derinlikli ve bütünlüklü çıkarılarak, politik bir silaha çevrilebildi mi?
Emperyalist
küreselleşme süreci zamanında analiz
edilebildi mi? Kavranabildi mi? Buna uygun bir derinleşme ve donanım, savaşım yeteneği kazanılabildi mi?
Revizyonist/kapitalist
kampın çöküşü, bu gelişmenin etkileri, yenilenme bağlamında dersleri (2013 yılı
da dahil!) zamanında anlaşılabildi
mi? Sosyalizmin tarihsel dersleri bilince çıkarılarak işlevsel bir silaha çevrilebildi mi?
Kürt ulusal
mücadelesinin Türkiye ve Ortadoğu çapında, özelde Türk işçi ve emekçileri
üzerindeki etkileri, buna karşı mücadele görevleri esaslı bilince çıkarılabildi mi? Kürt sorununun, Türkiye (Türkiye
ve Kuzey Kürdistan) devriminin bölgesel
ve uluslararası perspektifleri kavranabildi mi? Kuzey Kürdistan’daki devrim yangını
Batıya taşınabildi mi?
Türkiye’nin dinamik
somut tarihsel gerçeği ne kadar
okunabildi? Programatik, stratejik ve taktik derinleşmeyle, propaganda,
ajitasyon, örgütlenme çalışmalarıyla ne
kadar bütünleştirilebildi?
Kemalizm’den,
Kemalist laikçilikten, Kemalist irtica politikasından ideolojik olarak ne kadar
kopulabildi? İslamiyet ve Alevilik gerçeği tarihsel
ve güncel bakımdan ne kadar doğru
okunarak özgül politikalar
geliştirilebildi?
Türkiye
devrimci hareketi devrimci yaşantısı sürecinde proletarya ve halklar nezdinde
ne kadar bir çekim merkezi haline
gelebildi acaba ya da neden bir çekim merkezi haline gelemedi? Devrimci
hareketimizin baş düşmanı
emperyalizm, kapitalizm, faşizm ve gericilik mi yoksa kendisi mi? Nesnelerin
doğası gereği, emperyalizm, faşizm, gericilik kendi işini yapıyor ve yapacak,
peki ya devrimci hareketimiz, bizler,
kendi tarihsel ve politik
işlevlerimizin hakkını verebiliyoruz muyuz??? Bu kadar bedellere karşın,
neden devrimci yenilenme başarılamıyor? Bu vb. sorunları doğayla, Tanrıyla, şu
veya bu kurtarıcının varlığı ya da yokluğuyla, şu veya bu “uluslararası
ideolojik merkez”le, “kısmi hata ve zaaflar”ın varlığıyla, “taktik
yetersizlik”le vb. izah edebilir miyiz?
Sorular
elbette ki çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır ama şimdilik gerekmiyor…
Kuşkusuz ki
devrimci hareketi değerlendirirken her şeye reddiye yazan, onun tarihsel
birikimini hiçe sayan, gelişkin ve güçlü yanlarını görmezden gelen inkarcı ve
tasfiyeci yaklaşımlarla da, mükemmeliyetçi yaklaşımlarla da araya sınır çizgisi
çekmek gerekir. Hatırlatmaya gerek yok ki, mükemmeliyetçilik de ters yüz
edilmiş inkârcılıktır. Soruna sosyal şovenizmin, ulusalcılığın, reformizmin,
liberalizmin, sivil toplumculuğun, post modernizmin ve postMarksizmin, Troçkizm
ve anarşizmin bakış açısından da bakamayız. Eskiyi idealize etmek, eskiyi yeni
bir biçimde yaşamak da bir çıkış ve çözüm olamaz. Dogmatizmin gözünden de
meseleyi ele alamayız.
Kuşkusuz ki yenilgiler
sorunu önemlidir ama tek başına yenilgilerle de devrimci hareketimizin niteliksel
zayıflığını izah edemeyiz. Çünkü yenilgiler,
öğrenmesini bilenler için, yenmeyi öğrenmenin de bir okuludur. Tek başına
89/91 çözülüşü ile de sorun izah edilemez. Stalin ve III. Enternasyonal
düşmanlığı yaparak, Leninist kesintisiz devrim teorisine düşman kesilip Troçkist
sosyalist devrim savunuculuğu yaparak da sorunların çözülemeyeceğini bu renkli cenahın
hem tarihsel, hem de güncel evriminden, güçsüzlüğünden, etkisizliğinden, yaşadığı
kargaşadan, bir seçenek haline gelememesinden görebilmekteyiz. O halde sorunu
tarihsel bütünlüğü, somut tarihsel gelişmesi içerisinde incelemek ve tarihsel pratiğin denek taşında sınayarak
değerlendirmek zorundayız.
Dünya çapında
bir yükseliş süreci yaşanıyor. Bütün kıtalar hareketli. Dünya işçi sınıfı,
halklar, ezilenler artan oranda mücadele sahnesinde yerlerini alarak seslerini
yükseltmektedirler. 80’lerin ortalarında açığa çıkmaya başlayan, 90’larla iyice
belirginleşen küresel çaptaki yenilgi ve gericilik yılları 2000’lerle birlikte,
özellikle de 2000’lerin ikinci yarısıyla birlikte aşılmaya başlandı. Dünya
proleter devriminin nesnel ekonomik ve toplumsal koşulları daha bir
olgunlaşarak gelişmektedir. Emperyalist dünya sisteminin içsel çelişkileri daha
da keskinleşmiştir. “Neoliberal kapitalizm” derin bir yara almıştır vs.
Öncesini unutmamak koşuluyla, 2000’lerden bu yana, irili, ufaklı sayısız
grevden, direnişten, mücadeleden, 1 Mayısların kazanılmasından, çevreci
hareketten vb. görülebileceği gibi, işçi sınıfı ve emekçiler, ezilenler
direnmeye devam ediyor. Çevreci direniş umulmadık sahalarda kitlesel olarak
ortaya çıkıyor. Son olarak bildiğimiz Gezi-Taksim-Haziran halk ayaklanması… Ve
tüm bu süreçlerde farklı biçimler alarak süren Kürt ulusal demokratik
hareketinin direniş ve kavgası… Bu koşullarda, bir kısım dezavantaja karşın,
güçlü bir devrimci hareketin gelişmesi için koşullar pek çok bakımdan daha
elverişli. Fakat 40 yılı aşkın bir tarihin ardından, devrimci hareketimiz, uzun
yıllardır dibe vurmuş ve hala, tarihsel ve yapısal zaafları içerisinde kıvranıp durmaktadır. O halde, bu
durumda, devrimci hareketin zayıf kalması, kendisini yenileyerek bir çekim
merkezi haline gelememesinin nedenini ya da nedenlerini, başlıca olarak,
“nesnel koşullar”la izah edemeyiz. Bu
durumda, sorunu, başlıca olarak, öznel alana bakarak, bilinç, örgütlülük,
önderlik alanından hareketle değerlendirerek çözümlemek zorundayız. Bu da
teori, program, strateji, taktik, örgüt, çalışma tarzı, önderlik konumundan
sorunların eleştirel incelenmesini
gerektirmektedir. Sorunu nesnel koşullarla, dış faktörlerle izah etmek, irade/önderlik/öncülük alanını es
geçmek ya da küçümsemek ya da buna ikincil derecede önem vererek meseleyi
bilince çıkarmak olanaklı değildir.
Evet, yiğit,
dövüşken, bedel ödeme kararlılığı olan, 40 yıldır (40 yılı aşkındır!) eğrisiyle
doğrusuyla az ya da çok sürekliliğini koruyan, korumaya çalışan bir devrimci
hareketimiz var. Her türlü kuşatma, saldırı, ezme ve tasfiye baskısı altında
ayakta kalan, düştüğünde yeniden ayağa kalkarak direnen, (her biri kendi
sınıfsal mevzisinde) devrim ve sosyalizme inancını koruyan, korumaya ve yaymaya
devam eden dirençli bir devrimci
hareketimiz var. Bu, saygıya değer ve
devrimcilik üreten bir gerçektir. Eğer bu nitelikler olmasaydı kuşkusuz ki bu
topraklarda devrimci bir hareketten değil, olsa olsa, liberal, reformist bir
soldan, tasfiyeci bir cesetten bahsedebilecektik. Değişik bileşenleriyle
devrimci hareketimiz devrimcilikte direndiği ve savaştığı için, daima, “burjuva
sol”un ve küçük burjuva bataklığın ısrarlı saldırısına, demagoji ve manipülasyonuna
maruz kala gelmiştir. Ama konumuz bu kesimler değil. Bu gerici kesimlerin
devrimci harekete, devrimci ve sosyalist değerlere sistematik saldırıları daima
vardı ve var olmaya devam edecektir. Bu olgu, gerçek durumun bilince
çıkarılmasının, geçmişten gelecek için temel dersler çıkarılmasının ve devrimci
yenilenmenin önüne bir kalkan olarak sürülmemelidir. Sürülmesi ise, gerçek bir
güçsüzlüğü, geriliği, sorumluluktan kaçmayı, dar kafalı tutuculuğu vb. ifade
eder sadece.
Sorunu, kendi
tarihsel gerçekliği ve somut hareketi içerisinde ele almak, tarihsel pratiğin
denek taşında sınamak ise, bilimsel ve politik bir erdemdir. Sorunları eğip
bükerek, oportünist manevralar
yaparak ele alamayız; gerçek her ne ise, bir gelecek perspektifiyle ele alınmak zorundadır. Marksizm-Leninizm’in
yöntemi, hem diyalektik hem de materyalisttir; dolayısıyla nesnel toplumsal
maddi gerçeğin diyalektik materyalist değerlendirilmesini gerektirir. Demek ki öznel
idealist ve kaba materyalist yöntemlerle araya kalın bir sınır çizgisi
çekilmesi gerekir. Marksizm-Leninizm’in yöntemi, doğada olduğu gibi, toplumsal
gerçekliğin incelenmesinde de istenilir, arzu edilir olandan değil, somut
tarihsel durumdan, hareket halindeki nesnel gerçekten; somut ekonomik ve
toplumsal durumdan yola çıkar. Sosyalizmi ütopik sosyalizm olmaktan çıkarıp bir
bilim yapan; sosyalizmi Bilimsel Sosyalizm haline getirerek “modernizm”den
kopuşmasını sağlayan da bu temel gerçektir. (Lenin’in vurguladığı gibi bir
doktrinin bilimselliğinin tek ölçütü “o doktrinin toplumsal ve ekonomik
gelişmenin gerçek sürecine uygun” olmasıdır; işte bu ölçüt, tasfiyeciliğin
olduğu gibi dogmatizmin de panzehiridir.) Bu bilimsel yöntem, devrimci hareketin
değerlendirilmesinde de bizlere yol gösterir ve göstermek zorundadır.
O halde,
devrimci hareketin önderlik anlayışının ve çalışma tarzının temel karakteristik
özellikleri ya da tablosu nedir? 40
yıllık tarihsel deneyim neyi göstermektedir? Tarihin yanıtı güncel gerçeğe
de ışık tutar. Eğer bu yanıt olumluysa, kuşkusuz ki aynı duruş ve zihniyeti
temel alarak ve geliştirerek amaçlar doğrultusunda yürünmelidir. Peki, yanıt
olumsuzsa? O zaman kepi masanın üzerine koyarak eleştirel düşünmek, tartışmak
ve zaaflı tabloyu aşmak gerekiyor demektir. Yanıtın olumsuz olması durumunda şu
soru ikircimsiz sorulmalıdır: Bu tarz, gelenek, zihniyet, kültür aşılmadan
geleceğin fethi olanaklı mı? Bizim soruya yanıtımız, açıklıkla olumsuzdur. “Açıktır
ki, deney ve derslerin hazinesini eleştirici olmayan övgüler değil, yalnızca
sorunun özüne inen ve akıllıca yapılmış eleştiriler ortaya çıkartabilir.” (Rosa
Luxeburg) Tarihten çıkan derslerin
ışığında vurgulanması gerekir: Sorun ya da sorunlar, buna yol açan zihniyetle, önderlik anlayışı ve çalışma tarzı ve kadro politikası ile çözülemez. Sorunun kaynağı olan, sorunun
kendisini temsil eden, bir parçası hale gelen şeyle; sorunların çözümünü ve
verili durumun ilkeli ve köklü aşılmasını engelleyen zihniyet, tarz ve insan
unsuru ile sorun ya da sorunlar çözülemez. Bunda direnmek, durumun teorisini
yapmak, zevahiri kurtarmak, tarihsel ve yapısal zaafların tutsağı olarak yaşamaya devam etmek demektir. “Dışsal bir hareketi,
gerçek bir içsel harekete indirgemek bilimin görevleri arasında”dır der Marks.
Sorunu değerlendirirken, görüngüleri sıralamakla yetinmek, olgulara işaret
etmek, hata ve zaafların tablosunu çizmek de yetmez, sorunun ya da sorunların kaynağına inmek, pratikte anlamını bulacak çözüm çizgisinde yürümek gerekir, bu da
açık ve kesin bir gerekliliktir.
Tarihsel
süreçler içerisinde boy veren olgular (dâhice önsezileri geçiyoruz) az ya da
çok olgunlaşmadan “an”da bilince çıkarılamaz. Bunlar, hareketin gelişimi sürecinde,
özellikle de belli dönemeçlerde açığa çıkar, çözümünü dayatır, yanıtlanmayı
ister. Bu durumda hareketli nesnel gerçeğin anlaşılması ve gereksinmelerinin
yanıtlanması gerekir. Yanıtlanamıyorsa, ne kadar süslü laflar edilirse edilsin
ya da “derin analiz”ler yapılırsa yapılsın, sorun bilince çıkarılamamış, çözüm
gücü olan bir irade ortaya koyulamamış demektir. Bu bağlamda ayrımların,
hem teoride hem de pratikte (sözgelimi öncü savaş ya da
kırdan kente halk savaşı ya da işçi sınıfı hareketine dayanarak önderlik yapma
ya da teorini pratiğin önünü sistemli aydınlatması gerektiği iddiası vb.)
anlamını bulması gerekir. Pratikleşmeyen ya da (ciddi hata, eksiklik ve zaaflar
olsa da) karşılığını pratikte bulmayan, ayrım
çizgilerini pratik olarak ortaya
koyamayan ve bu ayrımlarını, diyelim ki yalpalamalara, zaman zaman
sapışlara karşın, süreklilik bağıntısında,
genel bir istikrarlı yönelişte
ifadelendiremeyen bir “kavrayış”, teori ile pratiğin, söz ile eylemin
kopukluğunun yansımasıdır. Sözün
arkasında duramayan eylem, eylemin arkasında duramayan söz! Bu, açık ki oportünizmdir. Böyle bir karikatür,
kabul edilemez, kabul edilmemelidir.
Hareketli
gerçeğin öznel (bilinç ve örgütlenme, önderlik-öncülük) alanda yanıtlanması
gereği öncü nezdinde, öncüler nezdinde az ya da çok “anlaşılmış”sa, bu durumda,
üzerinde çokça laf edilmesine karşın, öncü duruş konumlarından çözüm için istikrarlı harekete geçilemiyorsa; öncü
değil, artçı duruş sergilenmeye
devam ediliyorsa, sorun, gerçekte, bilince çıkarılamamış demektir; ki bu
durumda dibe vurma, bürokratik çürüme, tasfiye ve tasfiyecilik kaçınılmazdır.
Bu çürüme ve tasfiye, dar bir sekt olarak kendini tüketme biçiminde de olabilir,
birkaç devrimci gruba ya da grupçuğa bölünme biçiminde de olabilir. Bir dizi
parçalanmalarla devrimci ve komünist konumlardan vazgeçerek tasfiyecilik
biçiminde de ortaya çıkabilir vb. Bu gerçeği devrimci hareketimizin dünden
bugüne uzanarak gelen tarihsel gerçeğinden net
bir şekilde bilmekteyiz.
“Etkin toplumsal güçler,
kendilerini bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, tıpkı doğal güçler
gibi, körü körüne, zorla, yıkıcılıkla işler. Ama onları bir kez anladığımız,
işleyişlerini, yönlerini, etkilerini bir kez kavradığımız zaman, onları öz
isteğimize gittikçe daha çok bağımlı kılmak ve onların aracılığıyla öz
amaçlarımıza varmak, yalnız bizim kendimize bağlıdır.” (Engels, Ütopik
Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm) İşte burada teori ile pratiğin birliğinde ifadesini bulan “irade” denen şey çıkar
karşımıza. Bir atasözünde denildiği gibi, “Tek kanatla kuş uçmaz!” Sınıfsal ve toplumsal
gelişmenin nesnel yasaları kavrandığı ve buna uygun önderlik, öncülük, politika
yapıldığı oranda sorunlar çözülür, yol açılır, amaçlara doğru sağlıklı bir
tarzda yürünür. O halde sorunu, sınıf mücadelesi ve iktidar savaşımının
gerekleri açısından eleştirel incelemek, aydınlatmak gerekir. Peki, bu durumda,
devrimci hareketin devrim ve iktidar bilinç ve pratiği tarihin ve somut
gerçekliğin neresinde durmakta ya da bulunmaktadır? Önderlik kendi dar grubuna
önderlik yapmak mıdır? Öncülük, grupların kendi dar kitlesine öncülük yapması
mıdır? Politika yapmak dar grup için politika yapmak demek midir? Önderlik,
öncülük, politika yapmak demek dar grupçu rekabet midir? Hegemonya, grupsal
rekabetin kısır döngüsü müdür? Gündem belirlemek kendi dar grubunun iradesini
dayatmak mıdır? Sınıflar mücadelesinde politik güç dengeleri üzerinde az ya da
çok anlamlı bir politik etki yapmadan, etkileme gücü kazanmadan, böylesine bir
politik kuvvet haline gelmeden, az ya da çok anlamlı bir politik hareketten
bahsedilebilir mi acaba? Evet, dar grubun başarı ve kazanımlarında da
somutlaşacak gelişme gerekir ama ölçü ve tatmin, dar grubun başarı ve kazanımları
mı, yoksa proletarya ve halkların başarı ve kazanımları mı olmalı? Hamasete ya
da kâğıt üzerinde kalan şeylere göre değil de pratik duruma göre, devrimci
hareketin eylemsel olarak bulunduğu yere, geldiği noktaya göre baktığımızda,
gerçek durum nedir? Vizyon, politik ve örgütsel, psikolojik tatmin hangi
ölçülere ve alışkanlıklara göre şekillenmiş durumda? Kitleselleşemeyen,
proletarya ve halkların ileri katmanlarıyla ve kitle hareketiyle birleşemeyen,
grupların kendi dar kitlesiyle sınırlı, hatta çoğu zaman bu kitleyi bile büyük
bir oranda örgütlemeyi başaramayan devrimci parti ve örgütlerin yapısı açık bir
dar bürokratik örgütlenmelerden ibaret değil midir?
Peki,
sorunlara buralardan baktığımızda devrimci hareketimizin gerçekleri nelerdir?
Şu veya bu
biçimde ortaya çıkan öncüller, olgular, süreçler, tarihsel gelişmenin ürünüdür;
o halde tarih-teori-pratik bütünselliğinde ele alınması ve yanıtlanması
gerekir. Tarihin ve güncelin diyalektik birliği, teori ve pratikte, işlevsel çözüm gücünde somutlaşarak
yolu açması gerekir. Evet, asıl olan dünyayı değiştirmektir ama dünyayı doğru
yorumlamadan onu değiştiremezsiniz. Burada
da, kendiliğindenliğe ya da kendiliğinden gelmeliğe boyun eğerek,
kendiliğindenci tarza saplanarak sorunları çözemezsiniz. Hangi biçimde ortaya
çıkarsa çıksın, kendiliğindenliğe boyun eğen, sürecin gerisinde kalmaya
saplanan bir öncülük iddiası, önderlik ve çalışma tarzı anlayışı ya da teori ve
pratiği dar pratikçiliğin, ilkelliğin, amatörlüğün, idareimaslahatçılığın
yansıması, ifadesi ya da somutlaşmasıdır sadece. Önderlik, öncülük, önderleşme,
çalışma tarzı vs. üzerine kâğıt üzerinde kalmış, yaşamda karşılığını bulmamış
parlak laflar burada anlamsızdır ya da lafazanlıktan
ibarettir sadece. Değişik eğilimleriyle devrimci hareketimizin ortak diyebileceğimiz bir karakteristik
özelliği de, kendi dar pratiğini, devrimci kendiliğindenciliğini, “bazı hata ve
eksiklikleri olsa da, devrim ve sosyalizmi zafere götüren” ya da “götürecek”
bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzı olarak teorize etmesidir. Oysa kendi dar pratiğinizi, kendi dar pratiğinizin
en ileri düzeyini teorileştirerek de tarihin çağrısına yanıt veremez, teori ve
politikanın temel sorunlarını çözemez, asgari ve azami politik amaçlarınıza
ulaşamazsınız. En ileri formunda ortaya
çıkan dar pratikçi tarz da kendiliğindencidir, idareimaslahatçıdır, ilkel
ve amatör tarzdır. Bu, devrimci
kendiliğindenciliğin eleştirel aşılması falan değildir; aksine, farklı bir
formda, dar pratikçiliğin kendisini üretmesinden ibarettir. Bu ise devrimci
kendiliğindencilikten bir kopuş değil, bu
temel üzerinde, göreli olarak daha ileri bir politik ve örgütsel aktivizmdir, o kadar! Bunu idealize ederek, eleştiri ve
tartışmanın dışında tutarak, dokunulmazlık zırhı/kültü yaratıp kutsayarak
tarihsel devrimci görevlerinizi yerine getiremezsiniz. Ki bu yöntem ve bakış
açısı diyalektik materyalist yöntemle de zaten bağdaşmaz.
Diyalektik,
doğanın olduğu kadar toplumsal gelişmenin de genel yasalarının bilimidir. Nasıl
ki doğa, düşsel ilişkiler içerisinde değil de ancak öz ilişkileri içerisinde
kavranabilirse, toplumsal hareket de düşsel, arzu edilebilir, istenen ilişkiler
içerisinde değil, kendi öz ilişkileri, toplumsal maddi hareketi içerisinde ancak
anlaşılabilir, tanımlanabilir. Doğa da, toplumsal hareket de keyfiliği,
öznelliği, masa başı kalem darbelerini kabul etmez ve kaldırmaz. Bu, kuşkusuz
ki, politik hareketleri, devrimci ve komünist politik hareketleri
değerlendirirken de olduğu gibi geçerlidir. Kendi dar pratiğini idealize eden zihniyet ve tarz, eninde sonunda kendi dar pratiğinin kölesi haline gelerek çürür
ve çürütür. Artçılığa mahkum eder. Kör bir önyargı, tutuculuk olarak parti ve
grupları, önderleri, yöneticileri, kadroları tüketir. Kendini beğenmişliğin,
kendine tapınmanın iğrenç kuyularında tüm değerleri kirletir, öğütür, tüketir,
bitirir. Bu demektir ki “Yaratıcılar,
kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır.” Bu durumda öncülük-önderlik
adına, tarihsel hareketin gerçekliği ve dinamizmiyle çatışarak, tarihin
çağrısına yanıt olmak bir yana, onunla boğuşarak, vuruşarak, devrimci
yenilenmenin düşmanı kesilerek devrimci amaçlarını terk etmeye başlar. Gelişmeyi,
değişmeyi, tarihten ve dinamik sınıf mücadelesi okulundan dersler çıkararak
yürümeyi temsil eden dinamikleri baskı altına alarak tasfiyeye yönelir. Devrimci enerji ve birikimler, olanaklar ve
gelişme fırsatları hovarda harcanır.
Sorunlar birikir; zamanında çözülmeyen, bastırılan, geçiştirilen sorunlar
giderek birikir, derin ve kapsamlı yıpranmalar yaratır, üretir, geliştirir;
zamanı gelince, bu sorunlar, krizler biçiminde patlak vererek yıkım sürecini
ivmeler; krizler yönetilemeyince, kriz yönetmeye başlar, sorunlar daha da
derinleşir vb. Bu, şeylerin nesnel doğası gereğidir. Burada söz konusu olan
şey, sınıf ilişkilerinin nesnel mantığıdır, sınıf mücadelesinin gelişme
yasalarıdır, mücadelenin gereksinmelerin yanıtlanıp yanıtlanmamasının
kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yalnızca uluslararası deneyimlerden değil, aynı
zamanda farklı nitelikte siyasal hareketlerden oluşan Türkiye devrimci
hareketinin deneylerinden de bunu görmekteyiz.
Devrim ve
sosyalizmin çözüm bekleyen sorunları ve ulaşılmak istenen amaçlarla, bunlara
yanıt veremeyen devrimci kendiliğindenci önderlik ve çalışma tarzı arasındaki çelişkinin
çözümü, devrimci ve komünist politik kuvvetlerin bilinçli ve örgütlü müdahalesini
gerektirir. Bu müdahale, pratikte çözüm gücü olacak tarzda, az ya da çok, ama
istikrarlı bir yönelimde somutlaşmalıdır. Bu bağlamda somutlaşmayan ve esasen genel
doğruların kâğıt üzerinde kalmasının ötesinde pratikte anlamını bulmayan bir
irade” ile sorunlar çözülemez. Doğru perspektifler yaşam bulur ve bulmalıdır. Belirleyici olan doğru söz değil, eylemdir;
doğruların yaşamda karşılığını bulmasıdır; yaşamı, mücadeleyi, gereksinmelerini
yakalayıp, yansıtıp, çözüm gücü olan bir perspektif olarak işlevsel rolünü
oynamasıdır. Belirleyici olan, bu iradenin, yanıt bekleyen ve çözüm isteyen
sorunları derinliğine kavrayıp kavrayamadığıdır ya da bu iradenin sorunların çözümü olacak denli bir donanım ve savaşım yeteneğine dayanıyor olup olmadığıdır. Burada belirleyici
olan kâğıt üzerinde yazılmış şeyler, parlak analizler vs. değil, pratikte,
sınıf mücadelesi içerisinde yolun açılıp açılmamasıdır. Böylece kavrayışın
düzeyi ve derinliği eylemde ortaya
çıkar ya da eyleminle kavrayışının,
donanımının, yeteneğinin (irade gücünün) ölçüsünü
verirsin. Demek ki kavrayış bir yerde eylem başka bir yerde olamaz,
“kavrayışımız iyi ama pratiğimiz geri” vs. türünden genellemeler, akademist,
sübjektif, aydınca bir yön kaybını ya da zihniyeti, tipik bir küçük burjuva
tutuculuğunu yansıtır sadece. Yani, “Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği
ya da gerçeksizliği konusunda” olduğu gibi, bu sorunu da, sınıf mücadelesinin
hareketli gerçeğinde, pratikte karşılığının olup olmamasından ya da karşılığını
bulup bulmamasından hareketle anlayabiliriz yalnızca. Bu sorun, “ancak devrimci pratik biçiminde kavranırsa
ussal olarak anlaşılabilir.” (Marx) Kavrayışının, donanımının ölçüsünü başka bir yerde değil,
eyleminde; pratik çalışmanın
sonuçlarında bulacaksın. Kavrayış ya da donanım denen şey, söz değildir, kağıt
üzerinde yazılmış şeylerden ibaret değildir, ya da bu, önemli olmakla birlikte,
belirleyici olan pratik çalışmanın
sonuçlarıdır. Kuşku yok ki, sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesi öncüleri,
bulundukları geri kavrayışın ötesine alıp götürebilir, çünkü hayat teori
üzerinde değil, pratik üzerinde gider ve pratik daima önde gelir. Bu durumda sınıf mücadelesinin pratiği öncüleri
değişime zorlar, bunu anlayan ve yanıtlayan kendini yenileyerek yürür gider, anlayamayan
ya da anlamış gibi davranan ise altında kalır ezilir gider.
Engels’in, İngiliz
bilinmezciliğini eleştirirken ifade ettiği aşağıdaki analizi üzerinde
derinlemesine durmak gereksiz olmasa gerek:
“Ama şunu ekler:
duyularımızın, bize, kendileriyle algıladığımız nesnelerin doğru tasarımlarını
verdiğini nereden biliyoruz? Ve bize, nesneleri ve onların niteliklerini
sözkonusu ederken, gerçekte kendileri üzerine kesin hiçbir şey bilemeyeceği bu
nesneleri ve nitelikleri değil, yalnızca onların kendi duyularında yarattığı
izlenimleri kastettiğini bildirir. Bu durumda, düşünmenin bu türlüsünü yalnız
kanıtlamayla altetmek kuşkusuz güç görünüyor. Ama kanıtlamadan önce eylem
vardı, im Anfang war die Tat.[31*] Ve insan eylemi, [sözkonusu –ç.] güçlüğü,
insan becerikliliği onu uydurmadan çok önce yenmişti. Çöreğin [varlığının –ç.]
kanıtı, yenmesindedir. Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre,
kendi yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu
ya da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar
yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış
olması ve çabamızın boşa gitmesi gerekir. Ama amacımıza varmayı başarırsak, o
nesne ile onun bizdeki ideasının uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz için
kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun
nitelikleri üzerine olan algılarımızın, kendi dışımızdaki gerçeklikle
uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır. Ve bir başarısızlığa uğradığımız zaman,
başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz; kendisine
dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzeysel, ya da başka algıların
sonuçları ile onların elvermediği bir tarzda birleştirilmiş olduğunu –kusurlu
usavurma dediğimiz şey budur– anlarız. Duyularımızı gerektiği gibi eğitmeye ve
kullanmaya, ve eylemimizi gerektiği gibi edinilmiş ve kullanılmış algıların
belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne kadar dikkat edersek, eylemimizin
sonucunun, algılarımız ile algılanan şeylerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı
gösterdiğini o kadar iyi anlayacağız. Şimdiye kadar, bilimsel olarak
denetlenmiş duyu-algılarımızın, zihnimizde doğaları gereği, dış alem bakımından
gerçeklikle çatışmalı idealar yarattığı, ya da dış alemle onun bizdeki
duyu-algıları arasında bir iç bağdaşmazlık bulunduğu sonucuna varmamıza yolaçan
tek bir örnek yoktur. [sayfa 38]” (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)
21. asırdayız. Bir büyük
mücadeleler, ayaklanmalar, devrimler dalgası geliyor ve gelecek; verileri daha
bugünden belli… Kestirmeden söylüyoruz: Devrimci hareketimizin 40 yıllık
tarihsel mücadele deneyimi, eski tarzla-gelenekle-kültürle, zihniyetle, “öncü”lerle, “önder”lerle gelmekte olan bu
dalgayı kucaklamanın olanaklı olmadığını açıklıkla kanıtlamaktadır. Zaten bu
“çizgi” başarısızlığını defalarca
ortaya koymuştur; yani, “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!” Çözümü ve
iradeyi buralarda aramak boşa zaman, güç, olanak, kadro, enerji kaybı olacaktır.
“Öyle horozlar var ki, erken öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” Ama
hayat böyle değildir. “Bir zamanlar insanlar, dünyanın güneş etrafında
dönmediğine emirle inandırılmak isteniyordu. İyi ama bununla Galile yalanlanmış
mıydı?” (Marx) Kuşkusuz ki hayır!.. “…sempatilerimizle antipatilerimizden ne denli
sıyrılabiliyorsak, olayları ve sonuçlarını o derece daha iyi
değerlendirebiliriz.” (Engels) Sorunun kaynağı olan, sorunun parçası olan,
sorunun ifadesi olan zihniyetlerle, teori ve pratiklerle yol açılamaz. Bu,
kesindir! Einstein’ın dediği gibi: “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi
defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” “Sorunlar, onları
yaratanların mantığı ile çözümlenemez.” Burada öncelikle bir zihniyet
değişimine, pratikte anlamını ve karşılığını bulacak bir devrimci değişime
gerek olduğu açıktır. Devrimci hareketin gerçek durumundan yola çıktığımızda,
kısa vadede böyle bir değişimi gerçekleştirmesini beklemek, bize, pek olası
gözükmüyor. Ancak, zorlu ve karmaşık biçimlerde de olsa, devrimci hareketin, orta,
özellikle de uzun vadede, kendisini yenilemek zorunda kalacağı açıktır.
Olguları
sıralamak, bir tablo çizmek gerekli ama yetmez. Somutun soyutlanması, soyuttan
somuta gelinmesi gerekir… “Evrimci bilimsel yöntemin son sözü olan materyalist diyalektik,
konunun yalıtık, tek yönlü, çarpıtılmış ve saptırılmış değerlendirmesini
yasaklar.” (Lenin) Parçanın bütünle ilişkisi, bütünün resmi, onu yöneten dinamiklerin bilince
çıkarılması ile mutlaka birleşmesi
gerekir. Sübjektif idealizme ve mekanik materyalizme ya da eklektik tarzda
ikisinin söz de sentezine dayanan yöntemlerle, bakış açısı ve analizlerle bu,
başarılamaz. Görüntü ile gerçek, görüntü ile öz bire bir çakışmaz, görüntünün
tablosu, nesnel yasaların bilince çıkarılmasıyla birlikte, hareket yasalarına
dayanan analiz gücü ile geleceğin okunmasıyla birleşmesi gerekir… Peki, ama
devrimci hareketimiz, tarihselleşmiş tarzıyla, önderlik zihniyetiyle, öncülük
alışkanlıklarıyla buna uygun davranabilmekte midir? Böylece devrim ve sosyalizm
kavgasının tarihsel ve güncel devrimci görevlerini yanıtlayabilmekte midir?
Devrimci hareketimizin teorik düşünme, felsefi-teorik yeteneği ve niteliği
neden bu kadar düşük? Bunları vb. zafiyetleri rastlantılarla, istisnai
eksikliklerle vb. izah edebilir miyiz?
Devrimci
hareketimizin önderlik-öncülük-tarz gerçeğine biraz daha yakından bakalım.
Teoriyi,
teorik çalışmayı ihmal eden, teori ve pratiği birleştiremeyen, somut tarihsel
gerçeği yeterince anlayamayan bir şekillenme. Stratejinin yönlendiremediği, anı
yaşayarak durumu kurtarmayla sınırlı, tarihsel fırsatları yakalama ve
değerlendirme karakterinden mahrum bir yapılanma. Tipik bir pragmatizm. Grup
için politika tarzını amaçlaştırmış, aracın amaçlar için gerekli olduğunu
bilince çıkaramamış, aracı idealize ederek amaçlaştırmış, böylece küçük grubunu
ve gruba önderliğini (mevkiini/iktidarını) koruma ve yetkinleştirmenin güç
kaynağı yapmış, dar grupçu, idare-i maslahatçı bir öncülük ve önderlik
anlayışı. Açık ki bu tarz iktidarsızdır; tarihsel politik görevleri çözme güç
ve yeteneğinden, enerjisinden yoksundur. Devrimci hareketin göreli geliştiği,
belli politik başarılar kazandığı birkaç yıllık kesitler daima olagelmiştir.
İşte bu kesitlerde sağlanan gelişme ve kazanımlar kolayca idealize edilebilmekte, bir tapınma sürecine dönüştürülebilmekte,
bir de bu sağlıksız külte dayanarak
tarihsel ve yapısal zaaflarla hesaplaşma ve devrimci yenilenmeyi sağlamanın
önüne bir tür fanatizm engeli
dikilebilmektedir. Birkaç yıllık süreleri içererek gerçekleşebilen atılımların
merkezinde ise, istisnaları ya da bu bağlamda sınırlı kazanımları dışta tutacak
olursak, proletarya ve halklar değil, esas olarak parti ve grupların dar
kazanımları durmaktadır. Bunlar, devrimci hareketin devrim ve politik iktidar
iddiası, program ve stratejilerinde öne sürülen devrimci hedef ve amaçlar
bakımından, önemli olmakla birlikte, sadece sınırlı başarı ve kazanımları ifade
etmektedir. Buradaki iddia ve irade, devrim ve sosyalizmin temel ve güncel
gereksinmelerini karşılamaktan ve yanıtlamaktan uzak bulunmaktadır. Sorunun
aşırı abartılarak hamasete dayalı ajitatif sunulması da, tersinden okuyacak
olursak, devrimci hareketimizin nitelik
zayıflığının, tarihsel ve yapısal
zafiyetlerin bir dışa vurumundan ibarettir. “Kaderin elinden
kurtulamazsınız, başka bir deyişle, kendi eylemlerinin kaçınılmaz sonuçlarından
kurtulamazsınız.” (Engels) Yukarıdaki tablo, direngen bir devrimcilik
sergileyen devrimci hareketin kendini ortaya koyuş tarzıdır, eylemlerinin
sonuçlarıdır.
Söz ile eylem
arasındaki büyük açı farkı, söz ile eylemin birliğinin birbirinden kopması; söz
ile eylemin, aktif ve gelişme dönemlerinde, dar pratiğin teorileştirilmesi
olarak, göreli bir birlik kurması, gerileme, durağanlık, çürüme, tasfiyecilik
dönemlerinde bu bağıntının da kopmaya başlayarak dejenerasyon üretmesi ya da
devrimci lafazanlık, bunlar söz konusu şekillenmenin gerçekleridir. Bunlar
sınırlı dönemler olsa da, gelişme dönemlerinde ya da şu veya bu ölçekte grupsal
başarılar kazanıldığı dönemlerde, kendini kaybetme, zafer sarhoşluğu, dünyaya
kuyunun dibinden bakan kurbağa misali gerçeğin, aklın, önderliğin, hayatın tek
ölçütü olarak kendini görme ve lanse etme, işte filozof taşı burada, dokunun ve
kazanın kibiri çarpıcı bir durumdur. Bu tabloda gruplar, öncülük adına geniş
işçi ve emekçilere değil, kendi dolaysız kitlelerine ve az ya da çok
etkileyebildikleri kesimlere öncülük yapmaktadırlar. Gruba önderlik edenlerin
“önderlik”leri ise kendi grubuna önderlikle sınırlıdır ama böylece, sözünü
ettiğimiz külte (kutsama-tapınma, eleştiri ve tartışmanın,
denetimin dışında tutma, mevkiini sağlamlaştırma-dokunulmazlık kazanma)
dayanarak önderliklerini (kariyerlerini/iktidarlarını) süreklilikleştirmeyi
güvence altına almayı hedeflemektedirler. Bu bağıntıdaki önderlikler
“otorite”lerini, teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel-pratik bakımdan devrim ve
sosyalizm mücadelesinin temel ve güncel sorunlarını çözmekten, büyük tarihsel
ve politik mücadelelere önderlik etmekten almıyorlar; aksine, bir biçimde öne
çıkan kadrolar, zamanla, “önder” olmaya, kendilerini öyle tanımlanmaya
alışıyorlar. Bu süreç “önderler”in kendi “önde”rliklerini dayatmasıyla
derinleşiyor ve bu, bir tarza dönüşüyor ya da dönüştürülüyor; bu süreç ve
yapılanma, yönetme ve yönetilme ilişkisinin, kadro politikasının, denetim ve
görevlendirmelerin vb. buna göre düzenlenip biçimlendirilmesiyle iç içe
gelişiyor ve geliştiriliyor. Bürokratik bir elitizm doğup kökleşiyor. Bu kült, yukarıdan aşağı tarzlaşıyor;
kadro ve örgütler buna göre şekillendiriliyor ya da şekilleniyor. Bu tarza ve
önderlik anlayışına ve pratiğine karşı duran kadrolar ise bin bir biçimde
tasfiye ediliyor; tek tipleşme fiili bir dayatmaya ve giderek bir yasa katına
çıkarılıyor vs. Kâğıt üzerinde yazılan kolektivizm, kolektif önderlik, iç
demokrasi vs. vs. üzerine parlak laf yığınını bir yana bıraktığımızda, değişik
düzeylerde de olsa, devrimci hareketin gerçek tablosu budur.
Gelecek
vaddetmeyen ve geleceği güvence altına alma nitelik ve yeteneğinden yoksun,
anlık ya da kısa erimli başarılarla kendinden geçmenin devrimi, sosyalizmi
kazanmanın bir yolu olmadığı haddinden
fazla açığa çıkmıştır. Başarı, kazanım ve gelişmeyi sınıf mücadelesinin,
devrim ve sosyalizm kavgasının genel
çıkarları ölçeği, mücadelenin stratejik
ve taktik gereksinmelerinin ne kadar
yanıtlanıp yanıtlanmadığı ölçeği yerine, grupsal dünyanın kendi için politika
tarzını meşrulaştırmanın ölçeğinde, diğer grup ve partilerin bulundukları
konumlarla kıyaslamalarla ölçülmesi; tersinden gerileme vb. dönemlerinde ise,
“işte tablo bu, yalnız bizimle ilgili bir durum yok” vs. vb. mealinden ajitatif
kıyaslama ve manipülasyon, aynı tarzın tezahürleridir. Durumun teorisini yapmak
ve bununla tatmin bulmak veya durumu kurtarmaya yönelmek oportünizmdir. Ama bu
tür bir oportünizm de devrimci hareketin güncele de yön veren tarihsel tarzının
içsel bir temel karakteristik özelliğidir. 71 devrimci hareketinin, 71
çıkışının, tüm zaaflarına karşın, iradi duruşu, teori ile pratiğin birliğine
dayanan çıkışındaki kararlılığını ise şimdilik sadece hatırlatıp geçiyoruz.
Buradaki
“başarı” şuradadır: Birkaç yıllık çıkış, ardından diktatörlüğün darbeleriyle
bir geriye düşüş, uzun yıllara yayılan yeniden toparlanma çabaları; gerileme,
durağanlık, ağır kriz süreçleri, krizin tasfiyeci yıkımları… Bu bir kısır döngüdür. Bu kadar deneyime karşın,
bu deneyimden köklü bir tarzda öğrenilemiyor. Böylece ilkeli, derin ve kapsamlı
bir yenilenme başarılamıyor. Güçlü bir tarzda sarsıcı olması
gereken deneyimden eleştirel kapsamlı dersler çıkarılmak yerine, ısrarla,
bilinen idareimaslahatçı, dar pratikçi tarz korunuyor, hatta daha da
kemikleşerek şu veya bu biçimde kendisini korumaya ve üretmeye devam
edebiliyor. Bu kemikleşmenin sırtına oturmuş “önder”lerin, “önderlik”lerin
hegemonyasını koruması veya yeni önderlikler adına benzer süreçlerin, kendini, kendi özgün koşulları içerisinde
üretmeye devam etmesi çarpıcı bir durum olarak karşımıza çıkabiliyor. Kuşkusuz
ki bu bakımdan her bir grubun kendisine özgü yanları, tarihin belli
kesitlerinde farklı deneyimleri vb. bulunmaktadır. Ama ortaklaşan ve genel bir görünüm
olarak ortaya çıkan bir tablodur söz konusu olan. Türkiye devrimci hareketinin tarihinin yalnız kadro değil, aynı zamanda
bir önderler, önderlikler çöplüğü olması da rastlantısal değildir yani… Her
şeye koşuşturan, hiçbir şeye yetişemeyen, yarım yamalak, yüzeysel, verimsiz,
genelde başarısız bir çalışma tarzı ve önderlik, yarım doktorun candan, yarım
imamın dinden çıkarması misali kadro, enerji, güç ve imkân tüketmesi,
yaptığından çok yıkması, anlaşılırdır. Bu kadar başarısızlığa ve kısır döngüye
karşın aynı tarzda ısrar, devrimci hareketimizin tarihsel geleneğinin oldukça istikrarlı, tutucu karakteristiklerindendir.
Tasfiye edilen ya da bırakıp gitmeleri için zorlanan ya da bırakan kadroların
ardından “o zaten şöyleydi, falanın zaten şu zaafları vardı” vb. vb. gibisinden
sözde “açıklama” ve “analiz”ler kartopu gibi büyüyerek yuvarlanmakta, “son
duyanın ilk görenden daha çok şey bildiği” garip bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Bu son derece kolaycı ve manipülatif “analiz”ler
eleştirdiğimiz önderlik anlayışı ve
çalışma tarzının bir sonucudur. Oysa birey ve örgüt bağıntısında çubuk, kolektiflerin zayıflıkları, zaafları,
yetersizlikleri yönüne kırılarak eleştiri ve özeleştiri silahı kullanılmalı,
neden bu kadar çok sayıda kadro
harcanıyor, kaybediliyor diye sorulmalı, gerçek nedenler açığa çıkarılmalı, meselenin derslerine dayanan yeni bir donanım kazanılmalıdır.
Birinci
yöntem, ucuz, kolaycı, tutucu, parti ve grupların zaaflarını gizleyen bir
yöntemdir, oysa ikincisi, nitelikli
donanım geliştirici bir yöntemdir.
Birinci yöntem, “diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik açıdan
yanlıştır.” Evet, “ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da
ortam ve koşulları yaratır” Evet, “bireyin gerçek zihinsel zenginliğinin,
tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır.” (Marx)
Bunlar üzerinde de düşünmek ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu soruna da
sorumluluğunu üstlenmekten kaçan dar kafalılığın, devrimci
kendiliğindenciliğin, grup ve önder ve ekip kültünün kafasından ve yüreğinden
değil, gerçek ilişkilerin, çalışma
tarzının, kadro politikasının gözünden bakmak gerekir. Gerek herhangi bir
devrimci parti ve grup, gerekse de herhangi bir devrimci kadro, gelişimini
tamamlamış, nihai sonucuna varmış bir yapı ve birey olamaz; sınıf mücadelesi
durmaksızın yeni biçimler almakta, yeni sorunlar yaratmakta, yeni zorluklar
üretmekte, mücadelenin zamanında önünün açılmasını, böylece kesintisiz bir
yenilenmeyi gerektirmektedir. Donanıma, donanımın kesintisiz yenilenmesine,
geliştirilmesine, böylece “birey”lerin de geliştirilmesine, eğitilmesine
dayanan bir tarza ve kadro politikasına gereksinim olduğu açık ve kesindir.
Eğiticilerin de daima eğitilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.
Şu veya bu
biçimde yaşamını kaybeden her devrimcinin ardından samimiyetle üzülürüz, devrim
sözü veririz; anıları ve erdemleri üzerinde konuşur, tartışır, öğrenmeye
çalışırız… Peki, ama yaşarken ya da yaşamakta ve savaşmakta olan insanlara ne
kadar değer verebiliyoruz acaba? Kuşkusuz ki burada söz konusu olan devrim ve
sosyalizm kaçkınları, bilinçli yıkıcılar, bilinçli döküntüler değildir. Fakat
devrim ve sosyalizm kavgasının her türlü zorluğunu göğüslemiş, zorlu
sınavlardan geçmiş, hatası, eksiği, zaafıyla, güçlü yanlarıyla birlikte
yaşamını ideallerine, davasına, kavgasına adamış, az ya da çok katkılar yapmış
devrimcilerin, yitip gitmesinin ya da bitirilmesinin acısına ve deneyimlerine
gelince, burada, genelde (hadi yumuşatalım, çoğunlukla) itici, acı verici,
garip bir duyarsızlıkla, keyfiyetle biçimlenmiş bir tabloyla, gelenek ve tarzla
karşı karşıyayız. Hem yeni bir dünyadan, yeni insan tipinden bahsetmek hem de
ucuza ve kolayca kadro ve insan öğütmek, gerçek bir çelişkidir ve kuşkusuz ki
bu, devrimci hareketin gerçek bir çelişkisidir. Bin bir zorlukla kazanılan, eğitilen,
gelişen ve geliştirilen devrimcilerin çoğaltılması yerine, ondan çok
tüketilmesi devrimci hareketin gerçek yaralarından, kan kaybının önemli nedenlerinden birisidir. İlkesel, ahlaki, vicdani, moral değerler açısından bu durumu
kabullenmek, kanıksamak, doğal karşılamak devrimcilerin, devrimci parti ve
grupların alışkanlığı, harcı vs. olmamalıdır. Evet, bu mücadele sınıf
mücadelesidir; gelen olur, giden olur ve olacaktır. En iyi dönemlerde bile bu,
olacaktır. Ama üzerinde durduğumuz nokta bu nokta değildir… Burada söz konusu
olan şey, dar kafalı bir zihniyettir, dar grup kültüdür, dar pratikçi tarzın
insan öğüten karakteridir, dar pratikçi grup ve önderlik kültüdür, bunlarla iç
içe geçmiş, kaynaşmış bürokratik elitisizmdir; bunlarla şekillenmiş kadro politikasıdır;
“kadrolar en değerli hazinemizdir” lafazanlığıdır, vicdansızca insan
öğütülmesidir, devrimci insanların kaderi karşısındaki ilkelliktir,
duyarsızlıktır, buna alışılmış olmasıdır…
Evet, devrimci hareketimiz çok sayıda yiğit devrimci, dava insanı da
daima yetiştirmiştir; var olan başarısız tarzıyla bile bunu başarmıştır ama bu
olgu, eleştirel ele alınması, incelenmesi, derslerinin bilince çıkarılması
gereken zaaflı bir gerçeğin üzerinde atlanmasını asla haklı çıkarmaz ve
çıkarmamalıdır. Aslında burada karşımıza çıkan şey, öncelikle ideolojik bir
yıkımdır, devrimci olmaktan fersah fersah uzak küçük burjuva karakterde insani ve
örgütsel kirlenmedir, kendi kendini vurmadır. Sınıf düşmanın sınırsız bir kin
ve zevkle yapmak istediği ama başaramadığı ve başaramayacağı şeyi, üstelik en
korkuncu da kendi ellerimizle, yani kendi tarihsel ve yapısal zaaflarımızla,
buradan da kaynaklanan yeni yeni yıkıcı faktörlerin etkisiyle yapmamızdır.
Mücadelenin
hareketli gerçeği temelinde sorunlara çözüm gücü olamayan siyasal hareketler,
sözgelimi devrimci hareketimizin önderlik anlayışı ve çalışma tarzı,
başarısızlığıyla, verimsizliğiyle, donanımsızlığıyla, kısır döngüsüyle,
idareimaslahatçılığıyla, grup ve önderlik kültüyle, bürokratik merkeziyetçiliğe
dayanan yapısıyla vs. vs. kadroları sistematik bir tarzda teorik ve pratik
olarak eğitip geliştirememektedir. Kadroların bağımsız devrimci kişiliğe sahip,
eleştiri gücü olan, fikirlerinin ve eleştirilerinin arkasında durabilen, bağımlı
değil ama bilimsel devrimci bağlılıkta ifadesini bulan kişilikler olarak
gelişmesi sağlanamamaktadır. “Birey”lerin (kadroların) iç demokrasi ve
kolektivizm temelinde enerjik katılımcılığı güvence altına alınamamakta, daha
ziyade biçimsel, isteneni onaylamakla şekillenmiş bir
katılımcılıkla sınırlı, pratikte koşturan ve itaatkâr ve sorunlara bütünsel
bakarak sorgulama niteliği
kazanamamış bir kadro tipi yaratılmaktadır. Kısaca diyelim, her siyasal
mücadele anlayışı, önderlik ve çalışma tarzı kendine uygun bir örgüt ve kadro
tipi biçimlendirmektedir, böylece dar pratikçi, idareimaslahatçı, grubun
idealize edilmesine dayanan çalışma tarzı da kendi insan tipini yaratmaktadır.
Bu da ideolojik, siyasi, örgütsel bakımdan donanımlı ve donanımı sürekli
gelişen bir kadro tipini değil, önemli zaaflarla, zayıflıklarla, geriliklerle
şekillenmiş bir kadro tipi üretmektedir. Kolektiflerin niteliksel bakımdan
zaaflı ve yüzeysel, geliştirici olmayan ortamı, işleyişi ve işlevi giderek
kadro tüketen, kazandığından ya da yetiştirdiğinden çok, kolayca harcayan bir
makineye dönüşmesine yol açmaktadır vb. Bu konu üzerinde de ilkeli, köklü,
eleştirel bir değerlendirme, özeleştirel bir yenilenme, dersleriyle donanma
sorunu devrimci hareketin önünde durmaktadır.
Devam edelim.
Tarihsel ve
siyasal amaçları bakımından bu kadar başarısız bir tarihe rağmen öncülük,
önderlik üzerine bu kadar iddialı, “dağlar kadar” laf edilmiş bir ülkeye,
kendisini yenileyememiş bir devrimci harekete, kendilerini fütursuzca öncü, önder
ilan etmiş, hayatı “önderlik” mücadelesiyle geçmiş ikinci bir ülkeye sanırız
çok zor rastlanır. Bu karakteristik de, burada, grubun idealizasyonunun, küçük
burjuva bürokratik kastlaşmanın geliştirilmesinin, küçük iktidarlar kurmanın,
küçük ekiplerin “önderlik” adına iktidarlarını korumanın, kendi küçük ama iddiası
büyük egoist hırsları perdelemenin ve ona süreklilik kazandırmanın, bu
süreklilik kazandırma politikasının önünde engel olarak görülen her türlü
fikir, eleştiri, özeleştiri hareketinin ve kadroların tasfiyesinin bir aracı,
bir manevrası halinde yozlaşmasının yansıması ve aracıdır. Örneğin şu TİKB’deki
son bölünme sürecinin deneyimlerini incelemek bu bakımdan da ilginç ve çarpıcı
veriler sunacaktır okuyucuya.
Bol miktarda
kadro harcama, yetiştirdiğinden çok harcama, az ya da çok yetiştirilebilen ve
yönetici olarak öne çıkan kadroların ise oportünizm ve tasfiyeciliğin,
bürokratizm, sektarizm ve kariyerizmin bataklığında çürütülerek harcanması, bu
tarzın yansıması ve sonuçlarıdır. Direnişsiz bir yenilgi olan, ağır bir moral
bozukluğuyla, ideolojik değerlerin ve örgütsel yapıların tasfiyesiyle ve
“önderler”, “önderlik” organları eliyle geliştirilen tasfiyeci oportünizmle,
mültecileşmeyle belirlenen son derece ağır 12 Eylül yenilgi sürecinin
sorumluluğunu taşıyanların, hem Türkiye’de hem yurtdışında örgütleri
tasfiyeciliğin batağına batıran “önderler”in, mücadeleyi terk-i diyar
eyleyenlerin dışında kalanların çok önemli bir kesiminin de tasfiyeciliğin, dar
grupçuluğun, elitist kültün içerisinde çürüdükleri açıktır. 74-80 devrimci
yükselişi döneminde devrimci örgütlere önderlik eden 68 kuşağı, genel olarak,
şu veya bu biçimde devrimci hareketten çekilmiştir. 78 kuşağı, 80’lerden sonra
giderek öne çıkmıştır. Devrimci örgütlerde öne çıkan kuşak bu kuşaktır.
Oynadıkları devrimci role karşın, bu kuşak da, genel olarak, geçmişin tarzından
kopuşmayı, aşmayı başaramamıştır. Yeni kuşaklar ise hem yavaş yetişiyor, hem de
çok istikrarsız. Bu kuşakların yetişmesini, hızlı ve istikrarlı gelişmesini ise
öncelikle gelenekselleşmiş, tarihselleşmiş tarz ve kült frenliyor vb. En nihayetinde
“hiçbir şeyin gökten düşmediğini biliyoruz.” Önderlik ve “yönetim sanatı
doğuştan değil, deneyimle edinilen bir sanat”tır…
80
yenilgisinden sonra yeniden toparlanma yöneliminden bu yana gelen tarihsel
süreçte devrimci hareketimiz, o da kısmi ve geçici süreçlerdeki “kitleselleşme”
örnekleri dışında, ama bu dönemleri de dahil, dar kadro hareketleri olmanın ötesine geçmeyi, diktatörlüğün
kontrol edilebilir sınırlar içerisinde tutma politika ve saldırısını aşmayı
başaramamıştır. Bu tablonun dışına çıkmayı başaran tek örnek, PKK’dir.
Devrimci
akılın, cesaretin, deneyimin, yeteneğin, tarihten ders çıkarak yürüme ve
sıçrama nitelik ve yeteneğinin tek bir potada birleşmesi şarttır. İkincisi
hariç, diğer noktalarda genellikle ya da çoğunlukla başarısızlıkla belirlenen
bir tarih var geride. Devrimci cesaret, bedel ödeme kararlılığı, devrimcilikte
ısrar devrimci hareketimizin devrimci özellikleridir. Ama yetmiyor ve
yetmemiştir devrimin zaferi için, yetmez de zaten… Kuşkusuz ki dünya ve Türkiye
geçekliği daima devrimciliği üretmeye devam edecektir. Eskimiş, yeni dönemi
yanıtlamaktan uzak bir zihniyet ve eylem hattının aşılarak geride kalması,
devrimciliğin değil, vaktini çoktan doldurmuş olan bir önderlik
anlayışının, çalışma tarzının aşılması; yerini, devrimci hareketin tarihsel
birikimine dayanan, ama eleştirel aşılması temelinde, tarihin derslerine
dayanan yenilenmiş bir devrimci hareket gerçeğine bırakması demektir sadece.
Kuşku yok ki, böyle bir doğum, yenilenme ve yapılanma yalnızca sistem için
değil, aynı zamanda devrimci hareketin tarihsel ve yapısal zaaflarına dayanan
zihniyetler, “önder” ve “önderlikler” için de çok daha büyümüş bir gerçek
tehdit demektir…
Türkiye
devrimci hareketinin, özgürlük ve sosyalizm adına bir kavga yürütmesine karşın
demokrasi kültürü ve geleneği de zayıftır. Bu, öncelikle örgütlerin iç yaşantısı için geçerlidir.
Kendilerini amaçlaştıran grupsal dünyalar, kendini amaçlaştırıp örgütleri
araçlaştıran “önderlikler” gerçeği, eleştire geldiğimiz geleneğin, tarzın
sonuçlarıdır. Dar grupçu rekabet ve
hegemonya mücadelesi tipik bir politik sektarizm kaynağıdır veya tersinden,
(dağılmakta olan, küçük mülkine sıkı sıkıya sarılan tutucu küçük mülk sahipleri
sınıfı gibi bir sosyolojik tabana dayanan) politik sektarizm dar grupçuluğun kaynağıdır.
Kendini amaçlaştıran dar grupçu örgüt kültü, iç yaşantılarında önderlik kültü
ile kaynaşarak, kolektivizmi, iç demokrasiyi, iç demokrasinin özü olan eleştiri
ve tartışma özgürlüğünü son derece kısıtlamakta, daha ziyade de, demokrasi
adına zevahiri kurtarma olarak biçimlenmektedir. Böylece bu yapılar, kolektif
akla dayanan canlı, üretken, dinamik, geliştirici bir iç yaşantıdan da
yoksundurlar. Bunun tarihsel olarak dayandığı temel bir gerçek var: Türkiye
örneğin bir Fransa gibi burjuva demokratik devrim deneyiminden geçmedi. Çeşitli
milliyetlerden Türkiye proletaryası ve halkları demokrasi okulunda okumadı.
Feodal askeri despotik İslami bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu gibi
uzun bir tarihsel geçmişten gelmektedir…
Evet, Türkiye
halkları bir demokratik devrim deneyinden geçmedi. Sınırlı, esas olarak tepeden
bir devrim girişimi olan ve yarım bile olmayan Jön Türk Devrimi’nin, yarım ve
sınırlı bir burjuva devrim olan Kemalist Devrim’in ise, proletarya ve halkların
demokratik aydınlanması bakımından rolü (o da esasen egemen ulusun halkı için
demeliyiz!) çok sınırlı olmuştur. Demokrasi bilinç ve kültüründen ziyade,
esasen burjuva milliyetçiliğinin, şovenizmin, siyasal özgürlüğe düşmanlığın,
antikomünizmin manivelası haline getirilerek “sol”da ve geniş kitlelerde derin
bir ideolojik, politik, ahlaki kirlenmeye, kirliliğin geliştirilmesine hizmet
etmiştir. Sınırlı, cılız bir antiemperyalist mücadelenin (1918-23) dışında
sömürgeciliğe karşı kapsamlı bir mücadele deneyiminden de geçilmedi bu topraklarda.
Üstelik bu mücadele, Kemalist kuruculuğun, tek parti diktatörlüğünün ve
Kemalizm’in hegemonyasının, başta Kürt Ulusu olmak üzere ulusal topluluklar
üzerinde sömürgeci ulusal zulüm politikasının payandası haline çevrilmiştir.
T.C. tarihinde, halklar kapsamlı bir iç savaş deneyiminden de geçmedi. 60’lı,
70’li yıllar mücadele, devrim, politik özgürlük, iç savaş deneyimi bakımından
önemli olmakla, derin tarihsel izler bırakmakla birlikte yine de sınırlı bir
deneyimdi. Ancak tüm zaaflarına karşın antiemperyalizm ve politik özgürlük
bakımından en gelişkin mücadele ve bilinç sıçraması 60’lar, ama özellikle de
74-80 arası döneme tekabül eder. Kemalizm’in, Türk burjuva milliyetçiliğinin,
sosyal şovenizmin, biçimsel bir laisizm ve biçimsel bir “irtica” karşıtlığının
da sol adına uzun bir tarihi süreç boyunca etkili olması, aynı zamanda
yukarıdaki tabloyla bağlıydı, bağlıdır.
T.C.
tarihinde Kürt ulusal ayaklanmaları “bölücülük” ve “irtica” adına kanlı
soykırımlarla ezildi. Bu durum ilk defa PKK önderliğinde gelişen ulusal
demokratik hareketin mücadelesiyle aşıldı. Burjuva demokratik, ulusal
demokratik aydınlanma bakımından Kürt ulusal hareketinin PKK önderliğindeki
çıkışı önemli bir tarihsel deneyim olarak tarihe kaydını düşmüştür. Ama bu
deneyim, Kürt halkının aksine, Türk halkı bakımından demokrasi ve özgürlük
bilincinin, kültürünün, geleneğinin gelişmesine değil, sistemin, sermaye ve
devletin başlıca sorumlusu olduğu kapsamlı ve derin bir milliyetçi, şoven,
militarist, ırkçı kirlenmeye yol açtı. Türkiye devrimci hareketinin zayıf
olduğu veya kaldığı koşullarda, devrimci hareketin devrim yangınını Batıya
taşıyamama zaafı, dahası egemen durumda olan sosyal şovenizm olgusu
koşullarında bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Ama Kürt ulusal demokratik
mücadelesinin ve demokratik kazanımlarının Türk halkı nezdinde anlaşılması
durumunda, örneğin öncülleri Gezi’de boy verip gelişen halkların kardeşliğini
ve dayanışmasını ifade eden ruhtan da görülebileceği gibi, demokrasi ve
özgürlük bakımından bilinç sıçramasını derinleştirip geliştirecek önemli bir
faktöre dönüşecektir süreç içerisinde.
Yukarıda
özetle dikkat çektiğimiz tarihsel gerçeklerin devrimci hareketimizin demokrasi
kültürünün yetersiz ve geri olmasıyla doğrudan bağının olduğu açıktır. Buna,
uluslararası komünist ve devrimci-demokratik hareketin demokrasi adına örgütsel
işlerliklerinin (vb.) genelde zayıf, geri, zaaflı tarihsel gelenek ve kültürünü
de eklediğimizde, sanırız tablo daha da netleşmektedir.
Bu
topraklarda komünist hareket daima tarihsel olarak zayıf bir politik maddi güç
olarak kaldı. Komünist hareketin kitleselliği az ya da çok yakaladığı dönem
74-80 yükselişi süreciydi. (Ki bu tarihsel kesit, Türkiye topraklarında
devrimci dalganın en güçlü, en yaygın geliştiği dönemdir.) Türkiye komünist
hareketinin doğuşunun dönemeci, 1979’dur. Ki bu doğum, hareketin tarihten
devraldığı halkçılığın derin etkisi ile hastalıklıydı; ideolojik ve örgütsel
bakımdan arınma, sağlamlaşma sürecini yaşayamadan da kendisini 12 Eylül
yenilgisinde, ardı sıra gelen tasfiyeci savruluşta buldu…
Mustafa
Suphi’lerin TKP’si gibi geride kalmış bir deneyimin kendini tarihsel süreklilik
içerisinde üretememiş ve geleceğe ciddi bir deneyim ve birikim aktaramamış
olması bir olgudur. Keza, Şefik Hüsnü’lerin TKP’sinin sosyal reformcu tarihsel
pratiği, 50’ler sonrası ise modern revizyonizmin ideolojik ve örgütsel uzantısı
olarak oynadığı uğursuz rol vurgulanmalıdır. 60’lı yılların Kemalizm’le,
reformizmle, parlamentarizmle ve darbecilikle şekillenmiş burjuva sosyalizmi,
70’li yılların küçük burjuva sosyalizm geleneği ve 70’li yıllarda devrimci
hareketin, kendiliğinden devrimci yükselişin kabaran dalgasına dayanan devrimci
halkçı atılımı. İşçi sınıfı hareketinin tarih boyunca reformizme, ekonomizme,
revizyonizme, “sosyal demokrasi”ye, sarı sendika ağalarına terk edilmiş olması
gerçekleriyle birlikte düşünüldüğünde komünist hareketin bu topraklarda neden
daima cılız, güçlü bir çekim merkezi haline gelemeyerek zayıf bir politik
kuvvet olarak kaldığını da bir ölçüde anlayabiliriz.
12 Mart
yenilgisi, 12 Eylül yenilgisi; devrimci çizgiden kopuş ve kaçışla belirlenen
tasfiyeci atılımlar (80’ler, 90’lar, 2000’ler); dünden bugüne uzanarak gelen
sayısız parçalanmalar ve çok parçalı tarihsel ve yapısal zaaflar; emperyalist
küreselleşmenin küresel çapta ve Türkiye’de yarattığı derin ve kapsamlı
değişiklikler, bu değişikliklerin okunamaması; Türkiye ve Kürdistan devriminin
bölgesel ve uluslararası perspektiflerinin bilince çıkarılamaması; sosyalizmin
prestijinin dibe vurması, derslerinin çıkarılmaması vb. vs. yukarıdaki tabloyla
birlikte ele alınmalıdır. Bu gerçeklerin Türkiye devrimci hareketinin tablosu
üzerindeki etkisi birlikte okunmalıdır. Bu tablo, güçlü, dinamik, kendini
yenilemesini bilen, tarihin ve teorinin dersleriyle donanarak savaşımın çekim
merkezi, öncüsü ve önderi haline gelebilen bir devrimci hareketi değil,
tarihsel zaaflarının tutsağı olmuş, güçsüz ve bir gelecek vaddetmeyen bir
harekete işaret etmektedir.
Bu
topraklarda komünist hareket hiçbir zaman proletarya ve halklar için bir çekim
merkezi haline gelemedi. Bu topraklarda, 74-80 kesiti hariç, devrimci-demokrasi
hiçbir zaman halklar için bir çekim merkezi haline gelemedi. Devrimci
yükselişin en güçlü olduğu tarihsel kesit olan 74-80 sürecinde bu şansı az-çok
yakalamayı başaran devrimci hareketimiz ise, 12 Eylül duvarına çarparak,
direnişsiz bir yenilgi örneği vererek, tarihe kaydını düştü. Bu topraklarda, o
da Kuzey Kürdistan’da bir ulusal demokratik halk hareketi; gerilla
mücadelesinin serhildanlarla birleşmesiyle ulusal devrime sıçrayan bir hareketi
yaratmayı başaran PKK oldu. Ama bu hareket, ulusal devrimin sınırlı doğası gereği, halkları
birleştirme nitelik ve yeteneğinden yoksundu…
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder