12 Ağustos 2013 Pazartesi

“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR



“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR
                        I. BÖLÜM
“Ne kadar nahoş olsa da, olguları açıkça görmek, adlı adınca çağırmak, işçilere doğruyu söylemek zorundayız.” (Lenin)
 “Sosyalist sol” kavramı, ilerici demokratik, devrimci-demokratik, komünist devrimci solu kapsayacak tarzda kullanılmaktadır esasen. Bu kullanım tarzı, ağırlıklı olarak, ilerici politik duruşa sahip reformist sol çevrelere aittir. Kuşkusuz ki bu kavram, çeşitli burjuva liberal çevreler tarafından daha geniş anlamda kullanılmaktadır. Bu çevreler kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan her kesim ve eğilimi (örneğin İşçi Partisi, Sosyalist Enternasyonal vb. gibi gerici akımlar da dahil) “sosyalist” olarak lanse etmekte, “sosyalist sol” kavramı altında bir araya getirmektedirler. Vurgulamakta yarar görmekteyiz: Tıpkı genel bir “sol” kavramı gibi genel bir “sosyalist sol” kavramı da, bilimsel bakımdan yanlıştır. Çünkü böyle bir kavramlaştırma, sınıfsal, ideolojik, siyasal farklılıkların üstünü örtmekte, demagoji ve manipülasyona, proletarya ve emekçi kitlelerin silahsızlandırılmasına hizmet etmektedir. Burjuva sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi ve proletarya sosyalizmi farklı sınıf ve tabakaların ideolojik ve politik hareketlerine tekabül etmektedir. Dolayısıyla Bilimsel Sosyalizm (proletarya sosyalizmi) ile ilişkisi olmayan, dahası onun ret ve inkârından, revizyon ve tasfiyesinden başka bir şey olmayan, somut gerçekliği yok sayan ya da onu perdeleyen bir “sosyalist sol” kavram ve tanımlaması teorik ve ilkesel olarak yanlıştır.
Bu makalemizin merkezine, Türkiye devrimci hareketinin önderlik anlayışı ve çalışma tarzını oturmaktayız. Dolayısıyla, “sosyalist” olma iddiasıyla ortaya çıkan ilerici demokratik reformist hareketin değerlendirilmesi, makalemizin konusu olmayacaktır. Türkiye devrimci hareketi de, herhangi bir biçimde homojen bir hareketi değil, aksine, başlıca iki bileşeni kapsayan bir hareketi dile getirmektedir. “Türkiye devrimci hareketi” kavramı, değişik eğilimleriyle devrimci-demokrasiyi ve komünist hareketi içermektedir. Yani bu bağıntıda da genel, homojen bir devrimci hareketten bahsedilemez; aksine temel sınıfsal kimlikleri ve siyasi rolleriyle birlikte anlamlı olan bir “devrimci hareket”ten bahsedilmelidir ve bahsedilecektir. Bu temel sınıfsal ayrımlar ve bu temel üzerinde yükselen ideolojik ve siyasal ayrımlar ve bunun ifadesi olan bir analiz ve sentez olmaksızın, bu ayrımları ve sınır çizgilerini yok sayan ya da belirsizleştiren herhangi bir teori ve pratik, kuşku yok ki, oportünizmdir.  Hatırlatmaya bile gerek yok ki, oportünizm, belkemiksizdir… Sözgelimi, “uluslararası ideolojik merkezler”in dağıldığı, “20. asrın ideolojik ayrılıkları”nın geride kaldığı, ilerici, devrimci-demokratik ve komünist hareket arasındaki ideolojik ayrılıkların da önemsizleşerek aşıldığı, böylece “sosyalistlerin birliği”ni sağlayarak partileşmek gerektiği gibisinden teori ve politikalar ya da “21. asrın sosyalizmi” adına benzer teori ve pratiklerin inşa edilmeye çalışılması, herkese mavi boncuk dağıtma, beklentiler yaratma bu bakımdan hatırlatılabilecek tasfiyeci yönelişlerdir. Özellikle revizyonist/kapitalist kampın dağılışından sonra bu vb. oportünist, tasfiyeci revizyonist, postMarksist yönelişlerin boy atıp etkilerini bugünlere dek yayması rastlantısal değildi, değildir yani. Bu tip yaklaşımların “21. yüzyılın sosyalizmi”ne doğru ileri bir adımı oluşturması bir yana, dahası, geriye, halkçılığa, post-Marksizme doğru tasfiyeci bir geri gidişi, tasfiyeci oportünizmi ifade ettiği ise kesindir. Bu makalemizde devrimci parti ve grupların teori, program, strateji, taktik bakımlardan aralarındaki çizgisel farklılıkları başlı başına incelemeyeceğiz; işin bu boyutunun ayrıca ele alınması gerekmektedir ve bu boyut, birkaç makaleyi aşacak bir kapsamlı çalışmayı gerektirmektedir. Böyle olmakla birlikte, iki bölüm halinde yayınlayacağımız makalemizin gelişimi seyrinde, sorunun bu bağıntısında önem taşıyan bazı temel noktalara da, belli sınırlar içerisinde, gireceğiz.
Bu ön açıklamalarımızdan sonra, devam edelim.
Devrimci hareketimizin gerçek durumu nedir? 40 yıllık tarihsel deneyimizin zembereğinden geçerek gelmiş devrimci hareketimiz devrimci iddiaları ve amaçları bakımından işin neresinde durmaktadır? Proletarya ve halklar devrimci hareketimizi bir umut, bir çekim merkezi olarak görüyor mu? Örneğin Gezi-Taksim Ayaklanması deneyimi neyi göstermektedir? Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin deneyimi devrimci hareketimizin pratik köklü bir eleştirisi değil mi? 20. asrı geride bıraktık. 21. asra girdik ve 13. yılındayız. Peki, 20. asrın tarihsel deneyimlerinin eleştirel analiziyle silahlanarak çağın çözümünü dayatan büyük, ağır, kapsamlı sorunlarını çözmeye hazırlık mıyız ya da ne kadar hazırlıklıyız? Bu soruya, “Evet, hazırlıklıyız!” yanıtını veren herhangi bir devrimci parti, grup, çevre var mı? Varsa, bu çevreler nerede yaşıyor acaba?
Sorular çoğaltılabilir:
Bilim ve teknikte, emperyalist dünya sisteminde, sosyalizmin tarihinde ortaya çıkan değişmeler ve gelişmeler, ne kadar bilince çıkarılabildi ve somut bir donanıma çevrilebildi acaba? Felsefenin, politik ekonominin, sosyalizm ve sınıf mücadelesi teorisinin, bir bütün olarak teorinin geliştirilmesinin ışığında pratik devrimci çalışmalar, bütün çalışmaların can damarı olan politik mücadele ne kadar geliştirilebildi? Böylesine kapsamlı bir teorik zenginleşme yaşanabildi mi? Böylece teori, pratik çalışmaların önünü açabildi mi? Devrimci pratik çalışmalar, siyasal mücadele böylesine bir pratik donanıma, savaşım yeteneğine dönüşebildi mi ya da dayanabildi mi?
12 Eylül yenilgisinin etkisi; yenilginin dersleri derinlikli ve bütünlüklü çıkarılarak, politik bir silaha çevrilebildi mi?
Emperyalist küreselleşme süreci zamanında analiz edilebildi mi? Kavranabildi mi? Buna uygun bir derinleşme ve donanım, savaşım yeteneği kazanılabildi mi?  
Revizyonist/kapitalist kampın çöküşü, bu gelişmenin etkileri, yenilenme bağlamında dersleri (2013 yılı da dahil!) zamanında anlaşılabildi mi? Sosyalizmin tarihsel dersleri bilince çıkarılarak işlevsel bir silaha çevrilebildi mi?
Kürt ulusal mücadelesinin Türkiye ve Ortadoğu çapında, özelde Türk işçi ve emekçileri üzerindeki etkileri, buna karşı mücadele görevleri esaslı bilince çıkarılabildi mi? Kürt sorununun, Türkiye (Türkiye ve Kuzey Kürdistan) devriminin bölgesel ve uluslararası perspektifleri kavranabildi mi? Kuzey Kürdistan’daki devrim yangını Batıya taşınabildi mi?
Türkiye’nin dinamik somut tarihsel gerçeği ne kadar okunabildi? Programatik, stratejik ve taktik derinleşmeyle, propaganda, ajitasyon, örgütlenme çalışmalarıyla ne kadar bütünleştirilebildi?
Kemalizm’den, Kemalist laikçilikten, Kemalist irtica politikasından ideolojik olarak ne kadar kopulabildi? İslamiyet ve Alevilik gerçeği tarihsel ve güncel bakımdan ne kadar doğru okunarak özgül politikalar geliştirilebildi?
Türkiye devrimci hareketi devrimci yaşantısı sürecinde proletarya ve halklar nezdinde ne kadar bir çekim merkezi haline gelebildi acaba ya da neden bir çekim merkezi haline gelemedi? Devrimci hareketimizin baş düşmanı emperyalizm, kapitalizm, faşizm ve gericilik mi yoksa kendisi mi? Nesnelerin doğası gereği, emperyalizm, faşizm, gericilik kendi işini yapıyor ve yapacak, peki ya devrimci hareketimiz, bizler, kendi tarihsel ve politik işlevlerimizin hakkını verebiliyoruz muyuz??? Bu kadar bedellere karşın, neden devrimci yenilenme başarılamıyor? Bu vb. sorunları doğayla, Tanrıyla, şu veya bu kurtarıcının varlığı ya da yokluğuyla, şu veya bu “uluslararası ideolojik merkez”le, “kısmi hata ve zaaflar”ın varlığıyla, “taktik yetersizlik”le vb. izah edebilir miyiz?
Sorular elbette ki çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır ama şimdilik gerekmiyor…
Kuşkusuz ki devrimci hareketi değerlendirirken her şeye reddiye yazan, onun tarihsel birikimini hiçe sayan, gelişkin ve güçlü yanlarını görmezden gelen inkarcı ve tasfiyeci yaklaşımlarla da, mükemmeliyetçi yaklaşımlarla da araya sınır çizgisi çekmek gerekir. Hatırlatmaya gerek yok ki, mükemmeliyetçilik de ters yüz edilmiş inkârcılıktır. Soruna sosyal şovenizmin, ulusalcılığın, reformizmin, liberalizmin, sivil toplumculuğun, post modernizmin ve postMarksizmin, Troçkizm ve anarşizmin bakış açısından da bakamayız. Eskiyi idealize etmek, eskiyi yeni bir biçimde yaşamak da bir çıkış ve çözüm olamaz. Dogmatizmin gözünden de meseleyi ele alamayız.
Kuşkusuz ki yenilgiler sorunu önemlidir ama tek başına yenilgilerle de devrimci hareketimizin niteliksel zayıflığını izah edemeyiz. Çünkü yenilgiler, öğrenmesini bilenler için, yenmeyi öğrenmenin de bir okuludur. Tek başına 89/91 çözülüşü ile de sorun izah edilemez. Stalin ve III. Enternasyonal düşmanlığı yaparak, Leninist kesintisiz devrim teorisine düşman kesilip Troçkist sosyalist devrim savunuculuğu yaparak da sorunların çözülemeyeceğini bu renkli cenahın hem tarihsel, hem de güncel evriminden, güçsüzlüğünden, etkisizliğinden, yaşadığı kargaşadan, bir seçenek haline gelememesinden görebilmekteyiz. O halde sorunu tarihsel bütünlüğü, somut tarihsel gelişmesi içerisinde incelemek ve tarihsel pratiğin denek taşında sınayarak değerlendirmek zorundayız.
Dünya çapında bir yükseliş süreci yaşanıyor. Bütün kıtalar hareketli. Dünya işçi sınıfı, halklar, ezilenler artan oranda mücadele sahnesinde yerlerini alarak seslerini yükseltmektedirler. 80’lerin ortalarında açığa çıkmaya başlayan, 90’larla iyice belirginleşen küresel çaptaki yenilgi ve gericilik yılları 2000’lerle birlikte, özellikle de 2000’lerin ikinci yarısıyla birlikte aşılmaya başlandı. Dünya proleter devriminin nesnel ekonomik ve toplumsal koşulları daha bir olgunlaşarak gelişmektedir. Emperyalist dünya sisteminin içsel çelişkileri daha da keskinleşmiştir. “Neoliberal kapitalizm” derin bir yara almıştır vs. Öncesini unutmamak koşuluyla, 2000’lerden bu yana, irili, ufaklı sayısız grevden, direnişten, mücadeleden, 1 Mayısların kazanılmasından, çevreci hareketten vb. görülebileceği gibi, işçi sınıfı ve emekçiler, ezilenler direnmeye devam ediyor. Çevreci direniş umulmadık sahalarda kitlesel olarak ortaya çıkıyor. Son olarak bildiğimiz Gezi-Taksim-Haziran halk ayaklanması… Ve tüm bu süreçlerde farklı biçimler alarak süren Kürt ulusal demokratik hareketinin direniş ve kavgası… Bu koşullarda, bir kısım dezavantaja karşın, güçlü bir devrimci hareketin gelişmesi için koşullar pek çok bakımdan daha elverişli. Fakat 40 yılı aşkın bir tarihin ardından, devrimci hareketimiz, uzun yıllardır dibe vurmuş ve hala, tarihsel ve yapısal zaafları içerisinde kıvranıp durmaktadır. O halde, bu durumda, devrimci hareketin zayıf kalması, kendisini yenileyerek bir çekim merkezi haline gelememesinin nedenini ya da nedenlerini, başlıca olarak, “nesnel koşullar”la izah edemeyiz. Bu durumda, sorunu, başlıca olarak, öznel alana bakarak, bilinç, örgütlülük, önderlik alanından hareketle değerlendirerek çözümlemek zorundayız. Bu da teori, program, strateji, taktik, örgüt, çalışma tarzı, önderlik konumundan sorunların eleştirel incelenmesini gerektirmektedir. Sorunu nesnel koşullarla, dış faktörlerle izah etmek, irade/önderlik/öncülük alanını es geçmek ya da küçümsemek ya da buna ikincil derecede önem vererek meseleyi bilince çıkarmak olanaklı değildir.
Evet, yiğit, dövüşken, bedel ödeme kararlılığı olan, 40 yıldır (40 yılı aşkındır!) eğrisiyle doğrusuyla az ya da çok sürekliliğini koruyan, korumaya çalışan bir devrimci hareketimiz var. Her türlü kuşatma, saldırı, ezme ve tasfiye baskısı altında ayakta kalan, düştüğünde yeniden ayağa kalkarak direnen, (her biri kendi sınıfsal mevzisinde) devrim ve sosyalizme inancını koruyan, korumaya ve yaymaya devam eden dirençli bir devrimci hareketimiz var.  Bu, saygıya değer ve devrimcilik üreten bir gerçektir. Eğer bu nitelikler olmasaydı kuşkusuz ki bu topraklarda devrimci bir hareketten değil, olsa olsa, liberal, reformist bir soldan, tasfiyeci bir cesetten bahsedebilecektik. Değişik bileşenleriyle devrimci hareketimiz devrimcilikte direndiği ve savaştığı için, daima, “burjuva sol”un ve küçük burjuva bataklığın ısrarlı saldırısına, demagoji ve manipülasyonuna maruz kala gelmiştir. Ama konumuz bu kesimler değil. Bu gerici kesimlerin devrimci harekete, devrimci ve sosyalist değerlere sistematik saldırıları daima vardı ve var olmaya devam edecektir. Bu olgu, gerçek durumun bilince çıkarılmasının, geçmişten gelecek için temel dersler çıkarılmasının ve devrimci yenilenmenin önüne bir kalkan olarak sürülmemelidir. Sürülmesi ise, gerçek bir güçsüzlüğü, geriliği, sorumluluktan kaçmayı, dar kafalı tutuculuğu vb. ifade eder sadece.
Sorunu, kendi tarihsel gerçekliği ve somut hareketi içerisinde ele almak, tarihsel pratiğin denek taşında sınamak ise, bilimsel ve politik bir erdemdir. Sorunları eğip bükerek, oportünist manevralar yaparak ele alamayız; gerçek her ne ise, bir gelecek perspektifiyle ele alınmak zorundadır. Marksizm-Leninizm’in yöntemi, hem diyalektik hem de materyalisttir; dolayısıyla nesnel toplumsal maddi gerçeğin diyalektik materyalist değerlendirilmesini gerektirir. Demek ki öznel idealist ve kaba materyalist yöntemlerle araya kalın bir sınır çizgisi çekilmesi gerekir. Marksizm-Leninizm’in yöntemi, doğada olduğu gibi, toplumsal gerçekliğin incelenmesinde de istenilir, arzu edilir olandan değil, somut tarihsel durumdan, hareket halindeki nesnel gerçekten; somut ekonomik ve toplumsal durumdan yola çıkar. Sosyalizmi ütopik sosyalizm olmaktan çıkarıp bir bilim yapan; sosyalizmi Bilimsel Sosyalizm haline getirerek “modernizm”den kopuşmasını sağlayan da bu temel gerçektir. (Lenin’in vurguladığı gibi bir doktrinin bilimselliğinin tek ölçütü “o doktrinin toplumsal ve ekonomik gelişmenin gerçek sürecine uygun” olmasıdır; işte bu ölçüt, tasfiyeciliğin olduğu gibi dogmatizmin de panzehiridir.)  Bu bilimsel yöntem, devrimci hareketin değerlendirilmesinde de bizlere yol gösterir ve göstermek zorundadır.
O halde, devrimci hareketin önderlik anlayışının ve çalışma tarzının temel karakteristik özellikleri ya da tablosu nedir? 40 yıllık tarihsel deneyim neyi göstermektedir? Tarihin yanıtı güncel gerçeğe de ışık tutar. Eğer bu yanıt olumluysa, kuşkusuz ki aynı duruş ve zihniyeti temel alarak ve geliştirerek amaçlar doğrultusunda yürünmelidir. Peki, yanıt olumsuzsa? O zaman kepi masanın üzerine koyarak eleştirel düşünmek, tartışmak ve zaaflı tabloyu aşmak gerekiyor demektir. Yanıtın olumsuz olması durumunda şu soru ikircimsiz sorulmalıdır: Bu tarz, gelenek, zihniyet, kültür aşılmadan geleceğin fethi olanaklı mı? Bizim soruya yanıtımız, açıklıkla olumsuzdur. “Açıktır ki, deney ve derslerin hazinesini eleştirici olmayan övgüler değil, yalnızca sorunun özüne inen ve akıllıca yapılmış eleştiriler ortaya çıkartabilir.” (Rosa Luxeburg) Tarihten çıkan derslerin ışığında vurgulanması gerekir: Sorun ya da sorunlar, buna yol açan zihniyetle, önderlik anlayışı ve çalışma tarzı ve kadro politikası ile çözülemez. Sorunun kaynağı olan, sorunun kendisini temsil eden, bir parçası hale gelen şeyle; sorunların çözümünü ve verili durumun ilkeli ve köklü aşılmasını engelleyen zihniyet, tarz ve insan unsuru ile sorun ya da sorunlar çözülemez. Bunda direnmek, durumun teorisini yapmak, zevahiri kurtarmak, tarihsel ve yapısal zaafların tutsağı olarak yaşamaya devam etmek demektir. “Dışsal bir hareketi, gerçek bir içsel harekete indirgemek bilimin görevleri arasında”dır der Marks. Sorunu değerlendirirken, görüngüleri sıralamakla yetinmek, olgulara işaret etmek, hata ve zaafların tablosunu çizmek de yetmez, sorunun ya da sorunların kaynağına inmek, pratikte anlamını bulacak çözüm çizgisinde yürümek gerekir, bu da açık ve kesin bir gerekliliktir.
Tarihsel süreçler içerisinde boy veren olgular (dâhice önsezileri geçiyoruz) az ya da çok olgunlaşmadan “an”da bilince çıkarılamaz. Bunlar, hareketin gelişimi sürecinde, özellikle de belli dönemeçlerde açığa çıkar, çözümünü dayatır, yanıtlanmayı ister. Bu durumda hareketli nesnel gerçeğin anlaşılması ve gereksinmelerinin yanıtlanması gerekir. Yanıtlanamıyorsa, ne kadar süslü laflar edilirse edilsin ya da “derin analiz”ler yapılırsa yapılsın, sorun bilince çıkarılamamış, çözüm gücü olan bir irade ortaya koyulamamış demektir. Bu bağlamda ayrımların, hem teoride hem de pratikte (sözgelimi öncü savaş ya da kırdan kente halk savaşı ya da işçi sınıfı hareketine dayanarak önderlik yapma ya da teorini pratiğin önünü sistemli aydınlatması gerektiği iddiası vb.) anlamını bulması gerekir. Pratikleşmeyen ya da (ciddi hata, eksiklik ve zaaflar olsa da) karşılığını pratikte bulmayan, ayrım çizgilerini pratik olarak ortaya koyamayan ve bu ayrımlarını, diyelim ki yalpalamalara, zaman zaman sapışlara karşın, süreklilik bağıntısında, genel bir istikrarlı yönelişte ifadelendiremeyen bir “kavrayış”, teori ile pratiğin, söz ile eylemin kopukluğunun yansımasıdır. Sözün arkasında duramayan eylem, eylemin arkasında duramayan söz! Bu, açık ki oportünizmdir. Böyle bir karikatür, kabul edilemez, kabul edilmemelidir.
Hareketli gerçeğin öznel (bilinç ve örgütlenme, önderlik-öncülük) alanda yanıtlanması gereği öncü nezdinde, öncüler nezdinde az ya da çok “anlaşılmış”sa, bu durumda, üzerinde çokça laf edilmesine karşın, öncü duruş konumlarından çözüm için istikrarlı harekete geçilemiyorsa; öncü değil, artçı duruş sergilenmeye devam ediliyorsa, sorun, gerçekte, bilince çıkarılamamış demektir; ki bu durumda dibe vurma, bürokratik çürüme, tasfiye ve tasfiyecilik kaçınılmazdır. Bu çürüme ve tasfiye, dar bir sekt olarak kendini tüketme biçiminde de olabilir, birkaç devrimci gruba ya da grupçuğa bölünme biçiminde de olabilir. Bir dizi parçalanmalarla devrimci ve komünist konumlardan vazgeçerek tasfiyecilik biçiminde de ortaya çıkabilir vb. Bu gerçeği devrimci hareketimizin dünden bugüne uzanarak gelen tarihsel gerçeğinden net bir şekilde bilmekteyiz.
“Etkin toplumsal güçler, kendilerini bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, tıpkı doğal güçler gibi, körü körüne, zorla, yıkıcılıkla işler. Ama onları bir kez anladığımız, işleyişlerini, yönlerini, etkilerini bir kez kavradığımız zaman, onları öz isteğimize gittikçe daha çok bağımlı kılmak ve onların aracılığıyla öz amaçlarımıza varmak, yalnız bizim kendimize bağlıdır.” (Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm) İşte burada teori ile pratiğin birliğinde ifadesini bulan “irade” denen şey çıkar karşımıza. Bir atasözünde denildiği gibi, “Tek kanatla kuş uçmaz!” Sınıfsal ve toplumsal gelişmenin nesnel yasaları kavrandığı ve buna uygun önderlik, öncülük, politika yapıldığı oranda sorunlar çözülür, yol açılır, amaçlara doğru sağlıklı bir tarzda yürünür. O halde sorunu, sınıf mücadelesi ve iktidar savaşımının gerekleri açısından eleştirel incelemek, aydınlatmak gerekir. Peki, bu durumda, devrimci hareketin devrim ve iktidar bilinç ve pratiği tarihin ve somut gerçekliğin neresinde durmakta ya da bulunmaktadır? Önderlik kendi dar grubuna önderlik yapmak mıdır? Öncülük, grupların kendi dar kitlesine öncülük yapması mıdır? Politika yapmak dar grup için politika yapmak demek midir? Önderlik, öncülük, politika yapmak demek dar grupçu rekabet midir? Hegemonya, grupsal rekabetin kısır döngüsü müdür? Gündem belirlemek kendi dar grubunun iradesini dayatmak mıdır? Sınıflar mücadelesinde politik güç dengeleri üzerinde az ya da çok anlamlı bir politik etki yapmadan, etkileme gücü kazanmadan, böylesine bir politik kuvvet haline gelmeden, az ya da çok anlamlı bir politik hareketten bahsedilebilir mi acaba? Evet, dar grubun başarı ve kazanımlarında da somutlaşacak gelişme gerekir ama ölçü ve tatmin, dar grubun başarı ve kazanımları mı, yoksa proletarya ve halkların başarı ve kazanımları mı olmalı? Hamasete ya da kâğıt üzerinde kalan şeylere göre değil de pratik duruma göre, devrimci hareketin eylemsel olarak bulunduğu yere, geldiği noktaya göre baktığımızda, gerçek durum nedir? Vizyon, politik ve örgütsel, psikolojik tatmin hangi ölçülere ve alışkanlıklara göre şekillenmiş durumda? Kitleselleşemeyen, proletarya ve halkların ileri katmanlarıyla ve kitle hareketiyle birleşemeyen, grupların kendi dar kitlesiyle sınırlı, hatta çoğu zaman bu kitleyi bile büyük bir oranda örgütlemeyi başaramayan devrimci parti ve örgütlerin yapısı açık bir dar bürokratik örgütlenmelerden ibaret değil midir?
Peki, sorunlara buralardan baktığımızda devrimci hareketimizin gerçekleri nelerdir?
Şu veya bu biçimde ortaya çıkan öncüller, olgular, süreçler, tarihsel gelişmenin ürünüdür; o halde tarih-teori-pratik bütünselliğinde ele alınması ve yanıtlanması gerekir. Tarihin ve güncelin diyalektik birliği, teori ve pratikte, işlevsel çözüm gücünde somutlaşarak yolu açması gerekir. Evet, asıl olan dünyayı değiştirmektir ama dünyayı doğru yorumlamadan onu değiştiremezsiniz. Burada da, kendiliğindenliğe ya da kendiliğinden gelmeliğe boyun eğerek, kendiliğindenci tarza saplanarak sorunları çözemezsiniz. Hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, kendiliğindenliğe boyun eğen, sürecin gerisinde kalmaya saplanan bir öncülük iddiası, önderlik ve çalışma tarzı anlayışı ya da teori ve pratiği dar pratikçiliğin, ilkelliğin, amatörlüğün, idareimaslahatçılığın yansıması, ifadesi ya da somutlaşmasıdır sadece. Önderlik, öncülük, önderleşme, çalışma tarzı vs. üzerine kâğıt üzerinde kalmış, yaşamda karşılığını bulmamış parlak laflar burada anlamsızdır ya da lafazanlıktan ibarettir sadece. Değişik eğilimleriyle devrimci hareketimizin ortak diyebileceğimiz bir karakteristik özelliği de, kendi dar pratiğini, devrimci kendiliğindenciliğini, “bazı hata ve eksiklikleri olsa da, devrim ve sosyalizmi zafere götüren” ya da “götürecek” bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzı olarak teorize etmesidir. Oysa kendi dar pratiğinizi, kendi dar pratiğinizin en ileri düzeyini teorileştirerek de tarihin çağrısına yanıt veremez, teori ve politikanın temel sorunlarını çözemez, asgari ve azami politik amaçlarınıza ulaşamazsınız. En ileri formunda ortaya çıkan dar pratikçi tarz da kendiliğindencidir, idareimaslahatçıdır, ilkel ve amatör tarzdır. Bu, devrimci kendiliğindenciliğin eleştirel aşılması falan değildir; aksine, farklı bir formda, dar pratikçiliğin kendisini üretmesinden ibarettir. Bu ise devrimci kendiliğindencilikten bir kopuş değil, bu temel üzerinde, göreli olarak daha ileri bir politik ve örgütsel aktivizmdir, o kadar! Bunu idealize ederek, eleştiri ve tartışmanın dışında tutarak, dokunulmazlık zırhı/kültü yaratıp kutsayarak tarihsel devrimci görevlerinizi yerine getiremezsiniz. Ki bu yöntem ve bakış açısı diyalektik materyalist yöntemle de zaten bağdaşmaz.
Diyalektik, doğanın olduğu kadar toplumsal gelişmenin de genel yasalarının bilimidir. Nasıl ki doğa, düşsel ilişkiler içerisinde değil de ancak öz ilişkileri içerisinde kavranabilirse, toplumsal hareket de düşsel, arzu edilebilir, istenen ilişkiler içerisinde değil, kendi öz ilişkileri, toplumsal maddi hareketi içerisinde ancak anlaşılabilir, tanımlanabilir. Doğa da, toplumsal hareket de keyfiliği, öznelliği, masa başı kalem darbelerini kabul etmez ve kaldırmaz. Bu, kuşkusuz ki, politik hareketleri, devrimci ve komünist politik hareketleri değerlendirirken de olduğu gibi geçerlidir. Kendi dar pratiğini idealize eden zihniyet ve tarz, eninde sonunda kendi dar pratiğinin kölesi haline gelerek çürür ve çürütür. Artçılığa mahkum eder. Kör bir önyargı, tutuculuk olarak parti ve grupları, önderleri, yöneticileri, kadroları tüketir. Kendini beğenmişliğin, kendine tapınmanın iğrenç kuyularında tüm değerleri kirletir, öğütür, tüketir, bitirir. Bu demektir ki  “Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır.” Bu durumda öncülük-önderlik adına, tarihsel hareketin gerçekliği ve dinamizmiyle çatışarak, tarihin çağrısına yanıt olmak bir yana, onunla boğuşarak, vuruşarak, devrimci yenilenmenin düşmanı kesilerek devrimci amaçlarını terk etmeye başlar. Gelişmeyi, değişmeyi, tarihten ve dinamik sınıf mücadelesi okulundan dersler çıkararak yürümeyi temsil eden dinamikleri baskı altına alarak tasfiyeye yönelir. Devrimci enerji ve birikimler, olanaklar ve gelişme fırsatları hovarda harcanır. Sorunlar birikir; zamanında çözülmeyen, bastırılan, geçiştirilen sorunlar giderek birikir, derin ve kapsamlı yıpranmalar yaratır, üretir, geliştirir; zamanı gelince, bu sorunlar, krizler biçiminde patlak vererek yıkım sürecini ivmeler; krizler yönetilemeyince, kriz yönetmeye başlar, sorunlar daha da derinleşir vb. Bu, şeylerin nesnel doğası gereğidir. Burada söz konusu olan şey, sınıf ilişkilerinin nesnel mantığıdır, sınıf mücadelesinin gelişme yasalarıdır, mücadelenin gereksinmelerin yanıtlanıp yanıtlanmamasının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yalnızca uluslararası deneyimlerden değil, aynı zamanda farklı nitelikte siyasal hareketlerden oluşan Türkiye devrimci hareketinin deneylerinden de bunu görmekteyiz.
Devrim ve sosyalizmin çözüm bekleyen sorunları ve ulaşılmak istenen amaçlarla, bunlara yanıt veremeyen devrimci kendiliğindenci önderlik ve çalışma tarzı arasındaki çelişkinin çözümü, devrimci ve komünist politik kuvvetlerin bilinçli ve örgütlü müdahalesini gerektirir. Bu müdahale, pratikte çözüm gücü olacak tarzda, az ya da çok, ama istikrarlı bir yönelimde somutlaşmalıdır. Bu bağlamda somutlaşmayan ve esasen genel doğruların kâğıt üzerinde kalmasının ötesinde pratikte anlamını bulmayan bir irade” ile sorunlar çözülemez. Doğru perspektifler yaşam bulur ve bulmalıdır.  Belirleyici olan doğru söz değil, eylemdir; doğruların yaşamda karşılığını bulmasıdır; yaşamı, mücadeleyi, gereksinmelerini yakalayıp, yansıtıp, çözüm gücü olan bir perspektif olarak işlevsel rolünü oynamasıdır. Belirleyici olan, bu iradenin, yanıt bekleyen ve çözüm isteyen sorunları derinliğine kavrayıp kavrayamadığıdır ya da bu iradenin sorunların çözümü olacak denli bir donanım ve savaşım yeteneğine dayanıyor olup olmadığıdır. Burada belirleyici olan kâğıt üzerinde yazılmış şeyler, parlak analizler vs. değil, pratikte, sınıf mücadelesi içerisinde yolun açılıp açılmamasıdır. Böylece kavrayışın düzeyi ve derinliği eylemde ortaya çıkar ya da eyleminle kavrayışının, donanımının, yeteneğinin (irade gücünün) ölçüsünü verirsin. Demek ki kavrayış bir yerde eylem başka bir yerde olamaz, “kavrayışımız iyi ama pratiğimiz geri” vs. türünden genellemeler, akademist, sübjektif, aydınca bir yön kaybını ya da zihniyeti, tipik bir küçük burjuva tutuculuğunu yansıtır sadece. Yani, “Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusunda” olduğu gibi, bu sorunu da, sınıf mücadelesinin hareketli gerçeğinde, pratikte karşılığının olup olmamasından ya da karşılığını bulup bulmamasından hareketle anlayabiliriz yalnızca. Bu sorun, “ancak devrimci pratik biçiminde kavranırsa ussal olarak anlaşılabilir.” (Marx) Kavrayışının, donanımının ölçüsünü başka bir yerde değil, eyleminde; pratik çalışmanın sonuçlarında bulacaksın. Kavrayış ya da donanım denen şey, söz değildir, kağıt üzerinde yazılmış şeylerden ibaret değildir, ya da bu, önemli olmakla birlikte, belirleyici olan pratik çalışmanın sonuçlarıdır. Kuşku yok ki, sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesi öncüleri, bulundukları geri kavrayışın ötesine alıp götürebilir, çünkü hayat teori üzerinde değil, pratik üzerinde gider ve pratik daima önde gelir. Bu durumda sınıf mücadelesinin pratiği öncüleri değişime zorlar, bunu anlayan ve yanıtlayan kendini yenileyerek yürür gider, anlayamayan ya da anlamış gibi davranan ise altında kalır ezilir gider.
Engels’in, İngiliz bilinmezciliğini eleştirirken ifade ettiği aşağıdaki analizi üzerinde derinlemesine durmak gereksiz olmasa gerek:
“Ama şunu ekler: duyularımızın, bize, kendileriyle algıladığımız nesnelerin doğru tasarımlarını verdiğini nereden biliyoruz? Ve bize, nesneleri ve onların niteliklerini sözkonusu ederken, gerçekte kendileri üzerine kesin hiçbir şey bilemeyeceği bu nesneleri ve nitelikleri değil, yalnızca onların kendi duyularında yarattığı izlenimleri kastettiğini bildirir. Bu durumda, düşünmenin bu türlüsünü yalnız kanıtlamayla altetmek kuşkusuz güç görünüyor. Ama kanıtlamadan önce eylem vardı, im Anfang war die Tat.[31*] Ve insan eylemi, [sözkonusu –ç.] güçlüğü, insan becerikliliği onu uydurmadan çok önce yenmişti. Çöreğin [varlığının –ç.] kanıtı, yenmesindedir. Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre, kendi yararımıza kullanmaya başladığımız an, duyusal algılarımızın doğruluğunu ya da yanlışlığını yanılmaz bir sınamadan geçirmekteyizdir. Bu algılar yanlışsa, bir nesnenin onlara göre kestirdiğimiz kullanım yolunun da yanlış olması ve çabamızın boşa gitmesi gerekir. Ama amacımıza varmayı başarırsak, o nesne ile onun bizdeki ideasının uyuştuğunu anlarsak; nesne, ereğimiz için kendisinden beklediğimizi verirse, o zaman bu, bizim o nesne ve onun nitelikleri üzerine olan algılarımızın, kendi dışımızdaki gerçeklikle uyuştuğunun o ölçüde olumlu kanıtıdır. Ve bir başarısızlığa uğradığımız zaman, başarısızlığımızın nedenini bulmada genellikle pek gecikmeyiz; kendisine dayanarak iş gördüğümüz algının ya eksik ve yüzeysel, ya da başka algıların sonuçları ile onların elvermediği bir tarzda birleştirilmiş olduğunu –kusurlu usavurma dediğimiz şey budur– anlarız. Duyularımızı gerektiği gibi eğitmeye ve kullanmaya, ve eylemimizi gerektiği gibi edinilmiş ve kullanılmış algıların belirlediği sınırlar içinde tutmaya ne kadar dikkat edersek, eylemimizin sonucunun, algılarımız ile algılanan şeylerin nesnel doğası arasındaki uyuşmayı gösterdiğini o kadar iyi anlayacağız. Şimdiye kadar, bilimsel olarak denetlenmiş duyu-algılarımızın, zihnimizde doğaları gereği, dış alem bakımından gerçeklikle çatışmalı idealar yarattığı, ya da dış alemle onun bizdeki duyu-algıları arasında bir iç bağdaşmazlık bulunduğu sonucuna varmamıza yolaçan tek bir örnek yoktur. [sayfa 38]” (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)
           21. asırdayız. Bir büyük mücadeleler, ayaklanmalar, devrimler dalgası geliyor ve gelecek; verileri daha bugünden belli… Kestirmeden söylüyoruz: Devrimci hareketimizin 40 yıllık tarihsel mücadele deneyimi, eski tarzla-gelenekle-kültürle, zihniyetle,  “öncü”lerle, “önder”lerle gelmekte olan bu dalgayı kucaklamanın olanaklı olmadığını açıklıkla kanıtlamaktadır. Zaten bu “çizgi” başarısızlığını defalarca ortaya koymuştur; yani, “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!” Çözümü ve iradeyi buralarda aramak boşa zaman, güç, olanak, kadro, enerji kaybı olacaktır. “Öyle horozlar var ki, erken öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” Ama hayat böyle değildir. “Bir zamanlar insanlar, dünyanın güneş etrafında dönmediğine emirle inandırılmak isteniyordu. İyi ama bununla Galile yalanlanmış mıydı?” (Marx) Kuşkusuz ki hayır!..  “…sempatilerimizle antipatilerimizden ne denli sıyrılabiliyorsak, olayları ve sonuçlarını o derece daha iyi değerlendirebiliriz.” (Engels) Sorunun kaynağı olan, sorunun parçası olan, sorunun ifadesi olan zihniyetlerle, teori ve pratiklerle yol açılamaz. Bu, kesindir! Einstein’ın dediği gibi: “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” “Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez.” Burada öncelikle bir zihniyet değişimine, pratikte anlamını ve karşılığını bulacak bir devrimci değişime gerek olduğu açıktır. Devrimci hareketin gerçek durumundan yola çıktığımızda, kısa vadede böyle bir değişimi gerçekleştirmesini beklemek, bize, pek olası gözükmüyor. Ancak, zorlu ve karmaşık biçimlerde de olsa, devrimci hareketin, orta, özellikle de uzun vadede, kendisini yenilemek zorunda kalacağı açıktır.
Olguları sıralamak, bir tablo çizmek gerekli ama yetmez. Somutun soyutlanması, soyuttan somuta gelinmesi gerekir… “Evrimci bilimsel yöntemin son sözü olan materyalist diyalektik, konunun yalıtık, tek yönlü, çarpıtılmış ve saptırılmış değerlendirmesini yasaklar.” (Lenin) Parçanın bütünle ilişkisi, bütünün resmi, onu yöneten dinamiklerin bilince çıkarılması ile mutlaka birleşmesi gerekir. Sübjektif idealizme ve mekanik materyalizme ya da eklektik tarzda ikisinin söz de sentezine dayanan yöntemlerle, bakış açısı ve analizlerle bu, başarılamaz. Görüntü ile gerçek, görüntü ile öz bire bir çakışmaz, görüntünün tablosu, nesnel yasaların bilince çıkarılmasıyla birlikte, hareket yasalarına dayanan analiz gücü ile geleceğin okunmasıyla birleşmesi gerekir… Peki, ama devrimci hareketimiz, tarihselleşmiş tarzıyla, önderlik zihniyetiyle, öncülük alışkanlıklarıyla buna uygun davranabilmekte midir? Böylece devrim ve sosyalizm kavgasının tarihsel ve güncel devrimci görevlerini yanıtlayabilmekte midir? Devrimci hareketimizin teorik düşünme, felsefi-teorik yeteneği ve niteliği neden bu kadar düşük? Bunları vb. zafiyetleri rastlantılarla, istisnai eksikliklerle vb. izah edebilir miyiz?
Devrimci hareketimizin önderlik-öncülük-tarz gerçeğine biraz daha yakından bakalım.
Teoriyi, teorik çalışmayı ihmal eden, teori ve pratiği birleştiremeyen, somut tarihsel gerçeği yeterince anlayamayan bir şekillenme. Stratejinin yönlendiremediği, anı yaşayarak durumu kurtarmayla sınırlı, tarihsel fırsatları yakalama ve değerlendirme karakterinden mahrum bir yapılanma. Tipik bir pragmatizm. Grup için politika tarzını amaçlaştırmış, aracın amaçlar için gerekli olduğunu bilince çıkaramamış, aracı idealize ederek amaçlaştırmış, böylece küçük grubunu ve gruba önderliğini (mevkiini/iktidarını) koruma ve yetkinleştirmenin güç kaynağı yapmış, dar grupçu, idare-i maslahatçı bir öncülük ve önderlik anlayışı. Açık ki bu tarz iktidarsızdır; tarihsel politik görevleri çözme güç ve yeteneğinden, enerjisinden yoksundur. Devrimci hareketin göreli geliştiği, belli politik başarılar kazandığı birkaç yıllık kesitler daima olagelmiştir. İşte bu kesitlerde sağlanan gelişme ve kazanımlar kolayca idealize edilebilmekte, bir tapınma sürecine dönüştürülebilmekte, bir de bu sağlıksız külte dayanarak tarihsel ve yapısal zaaflarla hesaplaşma ve devrimci yenilenmeyi sağlamanın önüne bir tür fanatizm engeli dikilebilmektedir. Birkaç yıllık süreleri içererek gerçekleşebilen atılımların merkezinde ise, istisnaları ya da bu bağlamda sınırlı kazanımları dışta tutacak olursak, proletarya ve halklar değil, esas olarak parti ve grupların dar kazanımları durmaktadır. Bunlar, devrimci hareketin devrim ve politik iktidar iddiası, program ve stratejilerinde öne sürülen devrimci hedef ve amaçlar bakımından, önemli olmakla birlikte, sadece sınırlı başarı ve kazanımları ifade etmektedir. Buradaki iddia ve irade, devrim ve sosyalizmin temel ve güncel gereksinmelerini karşılamaktan ve yanıtlamaktan uzak bulunmaktadır. Sorunun aşırı abartılarak hamasete dayalı ajitatif sunulması da, tersinden okuyacak olursak, devrimci hareketimizin nitelik zayıflığının, tarihsel ve yapısal zafiyetlerin bir dışa vurumundan ibarettir. “Kaderin elinden kurtulamazsınız, başka bir deyişle, kendi eylemlerinin kaçınılmaz sonuçlarından kurtulamazsınız.” (Engels) Yukarıdaki tablo, direngen bir devrimcilik sergileyen devrimci hareketin kendini ortaya koyuş tarzıdır, eylemlerinin sonuçlarıdır.
Söz ile eylem arasındaki büyük açı farkı, söz ile eylemin birliğinin birbirinden kopması; söz ile eylemin, aktif ve gelişme dönemlerinde, dar pratiğin teorileştirilmesi olarak, göreli bir birlik kurması, gerileme, durağanlık, çürüme, tasfiyecilik dönemlerinde bu bağıntının da kopmaya başlayarak dejenerasyon üretmesi ya da devrimci lafazanlık, bunlar söz konusu şekillenmenin gerçekleridir. Bunlar sınırlı dönemler olsa da, gelişme dönemlerinde ya da şu veya bu ölçekte grupsal başarılar kazanıldığı dönemlerde, kendini kaybetme, zafer sarhoşluğu, dünyaya kuyunun dibinden bakan kurbağa misali gerçeğin, aklın, önderliğin, hayatın tek ölçütü olarak kendini görme ve lanse etme, işte filozof taşı burada, dokunun ve kazanın kibiri çarpıcı bir durumdur. Bu tabloda gruplar, öncülük adına geniş işçi ve emekçilere değil, kendi dolaysız kitlelerine ve az ya da çok etkileyebildikleri kesimlere öncülük yapmaktadırlar. Gruba önderlik edenlerin “önderlik”leri ise kendi grubuna önderlikle sınırlıdır ama böylece, sözünü ettiğimiz külte (kutsama-tapınma, eleştiri ve tartışmanın, denetimin dışında tutma, mevkiini sağlamlaştırma-dokunulmazlık kazanma) dayanarak önderliklerini (kariyerlerini/iktidarlarını) süreklilikleştirmeyi güvence altına almayı hedeflemektedirler. Bu bağıntıdaki önderlikler “otorite”lerini, teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel-pratik bakımdan devrim ve sosyalizm mücadelesinin temel ve güncel sorunlarını çözmekten, büyük tarihsel ve politik mücadelelere önderlik etmekten almıyorlar; aksine, bir biçimde öne çıkan kadrolar, zamanla, “önder” olmaya, kendilerini öyle tanımlanmaya alışıyorlar. Bu süreç “önderler”in kendi “önde”rliklerini dayatmasıyla derinleşiyor ve bu, bir tarza dönüşüyor ya da dönüştürülüyor; bu süreç ve yapılanma, yönetme ve yönetilme ilişkisinin, kadro politikasının, denetim ve görevlendirmelerin vb. buna göre düzenlenip biçimlendirilmesiyle iç içe gelişiyor ve geliştiriliyor. Bürokratik bir elitizm doğup kökleşiyor. Bu kült, yukarıdan aşağı tarzlaşıyor; kadro ve örgütler buna göre şekillendiriliyor ya da şekilleniyor. Bu tarza ve önderlik anlayışına ve pratiğine karşı duran kadrolar ise bin bir biçimde tasfiye ediliyor; tek tipleşme fiili bir dayatmaya ve giderek bir yasa katına çıkarılıyor vs. Kâğıt üzerinde yazılan kolektivizm, kolektif önderlik, iç demokrasi vs. vs. üzerine parlak laf yığınını bir yana bıraktığımızda, değişik düzeylerde de olsa, devrimci hareketin gerçek tablosu budur.
Gelecek vaddetmeyen ve geleceği güvence altına alma nitelik ve yeteneğinden yoksun, anlık ya da kısa erimli başarılarla kendinden geçmenin devrimi, sosyalizmi kazanmanın bir yolu olmadığı haddinden fazla açığa çıkmıştır. Başarı, kazanım ve gelişmeyi sınıf mücadelesinin, devrim ve sosyalizm kavgasının genel çıkarları ölçeği, mücadelenin stratejik ve taktik gereksinmelerinin ne kadar yanıtlanıp yanıtlanmadığı ölçeği yerine, grupsal dünyanın kendi için politika tarzını meşrulaştırmanın ölçeğinde, diğer grup ve partilerin bulundukları konumlarla kıyaslamalarla ölçülmesi; tersinden gerileme vb. dönemlerinde ise, “işte tablo bu, yalnız bizimle ilgili bir durum yok” vs. vb. mealinden ajitatif kıyaslama ve manipülasyon, aynı tarzın tezahürleridir. Durumun teorisini yapmak ve bununla tatmin bulmak veya durumu kurtarmaya yönelmek oportünizmdir. Ama bu tür bir oportünizm de devrimci hareketin güncele de yön veren tarihsel tarzının içsel bir temel karakteristik özelliğidir. 71 devrimci hareketinin, 71 çıkışının, tüm zaaflarına karşın, iradi duruşu, teori ile pratiğin birliğine dayanan çıkışındaki kararlılığını ise şimdilik sadece hatırlatıp geçiyoruz.
Buradaki “başarı” şuradadır: Birkaç yıllık çıkış, ardından diktatörlüğün darbeleriyle bir geriye düşüş, uzun yıllara yayılan yeniden toparlanma çabaları; gerileme, durağanlık, ağır kriz süreçleri, krizin tasfiyeci yıkımları… Bu bir kısır döngüdür.  Bu kadar deneyime karşın, bu deneyimden köklü bir tarzda öğrenilemiyor. Böylece ilkeli, derin ve kapsamlı bir yenilenme başarılamıyor. Güçlü bir tarzda sarsıcı olması gereken deneyimden eleştirel kapsamlı dersler çıkarılmak yerine, ısrarla, bilinen idareimaslahatçı, dar pratikçi tarz korunuyor, hatta daha da kemikleşerek şu veya bu biçimde kendisini korumaya ve üretmeye devam edebiliyor. Bu kemikleşmenin sırtına oturmuş “önder”lerin, “önderlik”lerin hegemonyasını koruması veya yeni önderlikler adına benzer süreçlerin, kendini, kendi özgün koşulları içerisinde üretmeye devam etmesi çarpıcı bir durum olarak karşımıza çıkabiliyor. Kuşkusuz ki bu bakımdan her bir grubun kendisine özgü yanları, tarihin belli kesitlerinde farklı deneyimleri vb. bulunmaktadır. Ama ortaklaşan ve genel bir görünüm olarak ortaya çıkan bir tablodur söz konusu olan. Türkiye devrimci hareketinin tarihinin yalnız kadro değil, aynı zamanda bir önderler, önderlikler çöplüğü olması da rastlantısal değildir yani… Her şeye koşuşturan, hiçbir şeye yetişemeyen, yarım yamalak, yüzeysel, verimsiz, genelde başarısız bir çalışma tarzı ve önderlik, yarım doktorun candan, yarım imamın dinden çıkarması misali kadro, enerji, güç ve imkân tüketmesi, yaptığından çok yıkması, anlaşılırdır. Bu kadar başarısızlığa ve kısır döngüye karşın aynı tarzda ısrar, devrimci hareketimizin tarihsel geleneğinin oldukça istikrarlı, tutucu karakteristiklerindendir. Tasfiye edilen ya da bırakıp gitmeleri için zorlanan ya da bırakan kadroların ardından “o zaten şöyleydi, falanın zaten şu zaafları vardı” vb. vb. gibisinden sözde “açıklama” ve “analiz”ler kartopu gibi büyüyerek yuvarlanmakta, “son duyanın ilk görenden daha çok şey bildiği” garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu son derece kolaycı ve manipülatif  “analiz”ler eleştirdiğimiz önderlik anlayışı ve çalışma tarzının bir sonucudur. Oysa birey ve örgüt bağıntısında çubuk, kolektiflerin zayıflıkları, zaafları, yetersizlikleri yönüne kırılarak eleştiri ve özeleştiri silahı kullanılmalı, neden bu kadar çok sayıda kadro harcanıyor, kaybediliyor diye sorulmalı, gerçek nedenler açığa çıkarılmalı, meselenin derslerine dayanan yeni bir donanım kazanılmalıdır.
Birinci yöntem, ucuz, kolaycı, tutucu, parti ve grupların zaaflarını gizleyen bir yöntemdir, oysa ikincisi, nitelikli donanım geliştirici bir yöntemdir. Birinci yöntem, “diyalektik değildir, bilimsel değildir, teorik açıdan yanlıştır.” Evet, “ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratır” Evet, “bireyin gerçek zihinsel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır.” (Marx) Bunlar üzerinde de düşünmek ve dersler çıkarmak zorundayız. Bu soruna da sorumluluğunu üstlenmekten kaçan dar kafalılığın, devrimci kendiliğindenciliğin, grup ve önder ve ekip kültünün kafasından ve yüreğinden değil, gerçek ilişkilerin, çalışma tarzının, kadro politikasının gözünden bakmak gerekir. Gerek herhangi bir devrimci parti ve grup, gerekse de herhangi bir devrimci kadro, gelişimini tamamlamış, nihai sonucuna varmış bir yapı ve birey olamaz; sınıf mücadelesi durmaksızın yeni biçimler almakta, yeni sorunlar yaratmakta, yeni zorluklar üretmekte, mücadelenin zamanında önünün açılmasını, böylece kesintisiz bir yenilenmeyi gerektirmektedir. Donanıma, donanımın kesintisiz yenilenmesine, geliştirilmesine, böylece “birey”lerin de geliştirilmesine, eğitilmesine dayanan bir tarza ve kadro politikasına gereksinim olduğu açık ve kesindir. Eğiticilerin de daima eğitilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır.
Şu veya bu biçimde yaşamını kaybeden her devrimcinin ardından samimiyetle üzülürüz, devrim sözü veririz; anıları ve erdemleri üzerinde konuşur, tartışır, öğrenmeye çalışırız… Peki, ama yaşarken ya da yaşamakta ve savaşmakta olan insanlara ne kadar değer verebiliyoruz acaba? Kuşkusuz ki burada söz konusu olan devrim ve sosyalizm kaçkınları, bilinçli yıkıcılar, bilinçli döküntüler değildir. Fakat devrim ve sosyalizm kavgasının her türlü zorluğunu göğüslemiş, zorlu sınavlardan geçmiş, hatası, eksiği, zaafıyla, güçlü yanlarıyla birlikte yaşamını ideallerine, davasına, kavgasına adamış, az ya da çok katkılar yapmış devrimcilerin, yitip gitmesinin ya da bitirilmesinin acısına ve deneyimlerine gelince, burada, genelde (hadi yumuşatalım, çoğunlukla) itici, acı verici, garip bir duyarsızlıkla, keyfiyetle biçimlenmiş bir tabloyla, gelenek ve tarzla karşı karşıyayız. Hem yeni bir dünyadan, yeni insan tipinden bahsetmek hem de ucuza ve kolayca kadro ve insan öğütmek, gerçek bir çelişkidir ve kuşkusuz ki bu, devrimci hareketin gerçek bir çelişkisidir. Bin bir zorlukla kazanılan, eğitilen, gelişen ve geliştirilen devrimcilerin çoğaltılması yerine, ondan çok tüketilmesi devrimci hareketin gerçek yaralarından, kan kaybının önemli nedenlerinden birisidir. İlkesel, ahlaki, vicdani, moral değerler açısından bu durumu kabullenmek, kanıksamak, doğal karşılamak devrimcilerin, devrimci parti ve grupların alışkanlığı, harcı vs. olmamalıdır. Evet, bu mücadele sınıf mücadelesidir; gelen olur, giden olur ve olacaktır. En iyi dönemlerde bile bu, olacaktır. Ama üzerinde durduğumuz nokta bu nokta değildir… Burada söz konusu olan şey, dar kafalı bir zihniyettir, dar grup kültüdür, dar pratikçi tarzın insan öğüten karakteridir, dar pratikçi grup ve önderlik kültüdür, bunlarla iç içe geçmiş, kaynaşmış bürokratik elitisizmdir; bunlarla şekillenmiş kadro politikasıdır; “kadrolar en değerli hazinemizdir” lafazanlığıdır, vicdansızca insan öğütülmesidir, devrimci insanların kaderi karşısındaki ilkelliktir, duyarsızlıktır, buna alışılmış olmasıdır…  Evet, devrimci hareketimiz çok sayıda yiğit devrimci, dava insanı da daima yetiştirmiştir; var olan başarısız tarzıyla bile bunu başarmıştır ama bu olgu, eleştirel ele alınması, incelenmesi, derslerinin bilince çıkarılması gereken zaaflı bir gerçeğin üzerinde atlanmasını asla haklı çıkarmaz ve çıkarmamalıdır. Aslında burada karşımıza çıkan şey, öncelikle ideolojik bir yıkımdır, devrimci olmaktan fersah fersah uzak küçük burjuva karakterde insani ve örgütsel kirlenmedir, kendi kendini vurmadır. Sınıf düşmanın sınırsız bir kin ve zevkle yapmak istediği ama başaramadığı ve başaramayacağı şeyi, üstelik en korkuncu da kendi ellerimizle, yani kendi tarihsel ve yapısal zaaflarımızla, buradan da kaynaklanan yeni yeni yıkıcı faktörlerin etkisiyle yapmamızdır.
Mücadelenin hareketli gerçeği temelinde sorunlara çözüm gücü olamayan siyasal hareketler, sözgelimi devrimci hareketimizin önderlik anlayışı ve çalışma tarzı, başarısızlığıyla, verimsizliğiyle, donanımsızlığıyla, kısır döngüsüyle, idareimaslahatçılığıyla, grup ve önderlik kültüyle, bürokratik merkeziyetçiliğe dayanan yapısıyla vs. vs. kadroları sistematik bir tarzda teorik ve pratik olarak eğitip geliştirememektedir. Kadroların bağımsız devrimci kişiliğe sahip, eleştiri gücü olan, fikirlerinin ve eleştirilerinin arkasında durabilen, bağımlı değil ama bilimsel devrimci bağlılıkta ifadesini bulan kişilikler olarak gelişmesi sağlanamamaktadır. “Birey”lerin (kadroların) iç demokrasi ve kolektivizm temelinde enerjik katılımcılığı güvence altına alınamamakta, daha ziyade biçimsel,  isteneni onaylamakla şekillenmiş bir katılımcılıkla sınırlı, pratikte koşturan ve itaatkâr ve sorunlara bütünsel bakarak sorgulama niteliği kazanamamış bir kadro tipi yaratılmaktadır. Kısaca diyelim, her siyasal mücadele anlayışı, önderlik ve çalışma tarzı kendine uygun bir örgüt ve kadro tipi biçimlendirmektedir, böylece dar pratikçi, idareimaslahatçı, grubun idealize edilmesine dayanan çalışma tarzı da kendi insan tipini yaratmaktadır. Bu da ideolojik, siyasi, örgütsel bakımdan donanımlı ve donanımı sürekli gelişen bir kadro tipini değil, önemli zaaflarla, zayıflıklarla, geriliklerle şekillenmiş bir kadro tipi üretmektedir. Kolektiflerin niteliksel bakımdan zaaflı ve yüzeysel, geliştirici olmayan ortamı, işleyişi ve işlevi giderek kadro tüketen, kazandığından ya da yetiştirdiğinden çok, kolayca harcayan bir makineye dönüşmesine yol açmaktadır vb. Bu konu üzerinde de ilkeli, köklü, eleştirel bir değerlendirme, özeleştirel bir yenilenme, dersleriyle donanma sorunu devrimci hareketin önünde durmaktadır.
Devam edelim.
Tarihsel ve siyasal amaçları bakımından bu kadar başarısız bir tarihe rağmen öncülük, önderlik üzerine bu kadar iddialı, “dağlar kadar” laf edilmiş bir ülkeye, kendisini yenileyememiş bir devrimci harekete, kendilerini fütursuzca öncü, önder ilan etmiş, hayatı “önderlik” mücadelesiyle geçmiş ikinci bir ülkeye sanırız çok zor rastlanır. Bu karakteristik de, burada, grubun idealizasyonunun, küçük burjuva bürokratik kastlaşmanın geliştirilmesinin, küçük iktidarlar kurmanın, küçük ekiplerin “önderlik” adına iktidarlarını korumanın, kendi küçük ama iddiası büyük egoist hırsları perdelemenin ve ona süreklilik kazandırmanın, bu süreklilik kazandırma politikasının önünde engel olarak görülen her türlü fikir, eleştiri, özeleştiri hareketinin ve kadroların tasfiyesinin bir aracı, bir manevrası halinde yozlaşmasının yansıması ve aracıdır. Örneğin şu TİKB’deki son bölünme sürecinin deneyimlerini incelemek bu bakımdan da ilginç ve çarpıcı veriler sunacaktır okuyucuya.
Bol miktarda kadro harcama, yetiştirdiğinden çok harcama, az ya da çok yetiştirilebilen ve yönetici olarak öne çıkan kadroların ise oportünizm ve tasfiyeciliğin, bürokratizm, sektarizm ve kariyerizmin bataklığında çürütülerek harcanması, bu tarzın yansıması ve sonuçlarıdır. Direnişsiz bir yenilgi olan, ağır bir moral bozukluğuyla, ideolojik değerlerin ve örgütsel yapıların tasfiyesiyle ve “önderler”, “önderlik” organları eliyle geliştirilen tasfiyeci oportünizmle, mültecileşmeyle belirlenen son derece ağır 12 Eylül yenilgi sürecinin sorumluluğunu taşıyanların, hem Türkiye’de hem yurtdışında örgütleri tasfiyeciliğin batağına batıran “önderler”in, mücadeleyi terk-i diyar eyleyenlerin dışında kalanların çok önemli bir kesiminin de tasfiyeciliğin, dar grupçuluğun, elitist kültün içerisinde çürüdükleri açıktır. 74-80 devrimci yükselişi döneminde devrimci örgütlere önderlik eden 68 kuşağı, genel olarak, şu veya bu biçimde devrimci hareketten çekilmiştir. 78 kuşağı, 80’lerden sonra giderek öne çıkmıştır. Devrimci örgütlerde öne çıkan kuşak bu kuşaktır. Oynadıkları devrimci role karşın, bu kuşak da, genel olarak, geçmişin tarzından kopuşmayı, aşmayı başaramamıştır. Yeni kuşaklar ise hem yavaş yetişiyor, hem de çok istikrarsız. Bu kuşakların yetişmesini, hızlı ve istikrarlı gelişmesini ise öncelikle gelenekselleşmiş, tarihselleşmiş tarz ve kült frenliyor vb. En nihayetinde “hiçbir şeyin gökten düşmediğini biliyoruz.” Önderlik ve “yönetim sanatı doğuştan değil, deneyimle edinilen bir sanat”tır…
80 yenilgisinden sonra yeniden toparlanma yöneliminden bu yana gelen tarihsel süreçte devrimci hareketimiz, o da kısmi ve geçici süreçlerdeki “kitleselleşme” örnekleri dışında, ama bu dönemleri de dahil, dar kadro hareketleri olmanın ötesine geçmeyi, diktatörlüğün kontrol edilebilir sınırlar içerisinde tutma politika ve saldırısını aşmayı başaramamıştır. Bu tablonun dışına çıkmayı başaran tek örnek, PKK’dir.
Devrimci akılın, cesaretin, deneyimin, yeteneğin, tarihten ders çıkarak yürüme ve sıçrama nitelik ve yeteneğinin tek bir potada birleşmesi şarttır. İkincisi hariç, diğer noktalarda genellikle ya da çoğunlukla başarısızlıkla belirlenen bir tarih var geride. Devrimci cesaret, bedel ödeme kararlılığı, devrimcilikte ısrar devrimci hareketimizin devrimci özellikleridir. Ama yetmiyor ve yetmemiştir devrimin zaferi için, yetmez de zaten… Kuşkusuz ki dünya ve Türkiye geçekliği daima devrimciliği üretmeye devam edecektir. Eskimiş, yeni dönemi yanıtlamaktan uzak bir zihniyet ve eylem hattının aşılarak geride kalması, devrimciliğin değil, vaktini çoktan doldurmuş olan bir önderlik anlayışının, çalışma tarzının aşılması; yerini, devrimci hareketin tarihsel birikimine dayanan, ama eleştirel aşılması temelinde, tarihin derslerine dayanan yenilenmiş bir devrimci hareket gerçeğine bırakması demektir sadece. Kuşku yok ki, böyle bir doğum, yenilenme ve yapılanma yalnızca sistem için değil, aynı zamanda devrimci hareketin tarihsel ve yapısal zaaflarına dayanan zihniyetler, “önder” ve “önderlikler” için de çok daha büyümüş bir gerçek tehdit demektir…
Türkiye devrimci hareketinin, özgürlük ve sosyalizm adına bir kavga yürütmesine karşın demokrasi kültürü ve geleneği de zayıftır. Bu, öncelikle örgütlerin iç yaşantısı için geçerlidir. Kendilerini amaçlaştıran grupsal dünyalar, kendini amaçlaştırıp örgütleri araçlaştıran “önderlikler” gerçeği, eleştire geldiğimiz geleneğin, tarzın sonuçlarıdır.  Dar grupçu rekabet ve hegemonya mücadelesi tipik bir politik sektarizm kaynağıdır veya tersinden, (dağılmakta olan, küçük mülkine sıkı sıkıya sarılan tutucu küçük mülk sahipleri sınıfı gibi bir sosyolojik tabana dayanan) politik sektarizm dar grupçuluğun kaynağıdır. Kendini amaçlaştıran dar grupçu örgüt kültü, iç yaşantılarında önderlik kültü ile kaynaşarak, kolektivizmi, iç demokrasiyi, iç demokrasinin özü olan eleştiri ve tartışma özgürlüğünü son derece kısıtlamakta, daha ziyade de, demokrasi adına zevahiri kurtarma olarak biçimlenmektedir. Böylece bu yapılar, kolektif akla dayanan canlı, üretken, dinamik, geliştirici bir iç yaşantıdan da yoksundurlar. Bunun tarihsel olarak dayandığı temel bir gerçek var: Türkiye örneğin bir Fransa gibi burjuva demokratik devrim deneyiminden geçmedi. Çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryası ve halkları demokrasi okulunda okumadı. Feodal askeri despotik İslami bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu gibi uzun bir tarihsel geçmişten gelmektedir…
Evet, Türkiye halkları bir demokratik devrim deneyinden geçmedi. Sınırlı, esas olarak tepeden bir devrim girişimi olan ve yarım bile olmayan Jön Türk Devrimi’nin, yarım ve sınırlı bir burjuva devrim olan Kemalist Devrim’in ise, proletarya ve halkların demokratik aydınlanması bakımından rolü (o da esasen egemen ulusun halkı için demeliyiz!) çok sınırlı olmuştur. Demokrasi bilinç ve kültüründen ziyade, esasen burjuva milliyetçiliğinin, şovenizmin, siyasal özgürlüğe düşmanlığın, antikomünizmin manivelası haline getirilerek “sol”da ve geniş kitlelerde derin bir ideolojik, politik, ahlaki kirlenmeye, kirliliğin geliştirilmesine hizmet etmiştir. Sınırlı, cılız bir antiemperyalist mücadelenin (1918-23) dışında sömürgeciliğe karşı kapsamlı bir mücadele deneyiminden de geçilmedi bu topraklarda. Üstelik bu mücadele, Kemalist kuruculuğun, tek parti diktatörlüğünün ve Kemalizm’in hegemonyasının, başta Kürt Ulusu olmak üzere ulusal topluluklar üzerinde sömürgeci ulusal zulüm politikasının payandası haline çevrilmiştir. T.C. tarihinde, halklar kapsamlı bir iç savaş deneyiminden de geçmedi. 60’lı, 70’li yıllar mücadele, devrim, politik özgürlük, iç savaş deneyimi bakımından önemli olmakla, derin tarihsel izler bırakmakla birlikte yine de sınırlı bir deneyimdi. Ancak tüm zaaflarına karşın antiemperyalizm ve politik özgürlük bakımından en gelişkin mücadele ve bilinç sıçraması 60’lar, ama özellikle de 74-80 arası döneme tekabül eder. Kemalizm’in, Türk burjuva milliyetçiliğinin, sosyal şovenizmin, biçimsel bir laisizm ve biçimsel bir “irtica” karşıtlığının da sol adına uzun bir tarihi süreç boyunca etkili olması, aynı zamanda yukarıdaki tabloyla bağlıydı, bağlıdır.
T.C. tarihinde Kürt ulusal ayaklanmaları “bölücülük” ve “irtica” adına kanlı soykırımlarla ezildi. Bu durum ilk defa PKK önderliğinde gelişen ulusal demokratik hareketin mücadelesiyle aşıldı. Burjuva demokratik, ulusal demokratik aydınlanma bakımından Kürt ulusal hareketinin PKK önderliğindeki çıkışı önemli bir tarihsel deneyim olarak tarihe kaydını düşmüştür. Ama bu deneyim, Kürt halkının aksine, Türk halkı bakımından demokrasi ve özgürlük bilincinin, kültürünün, geleneğinin gelişmesine değil, sistemin, sermaye ve devletin başlıca sorumlusu olduğu kapsamlı ve derin bir milliyetçi, şoven, militarist, ırkçı kirlenmeye yol açtı. Türkiye devrimci hareketinin zayıf olduğu veya kaldığı koşullarda, devrimci hareketin devrim yangınını Batıya taşıyamama zaafı, dahası egemen durumda olan sosyal şovenizm olgusu koşullarında bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Ama Kürt ulusal demokratik mücadelesinin ve demokratik kazanımlarının Türk halkı nezdinde anlaşılması durumunda, örneğin öncülleri Gezi’de boy verip gelişen halkların kardeşliğini ve dayanışmasını ifade eden ruhtan da görülebileceği gibi, demokrasi ve özgürlük bakımından bilinç sıçramasını derinleştirip geliştirecek önemli bir faktöre dönüşecektir süreç içerisinde.
Yukarıda özetle dikkat çektiğimiz tarihsel gerçeklerin devrimci hareketimizin demokrasi kültürünün yetersiz ve geri olmasıyla doğrudan bağının olduğu açıktır. Buna, uluslararası komünist ve devrimci-demokratik hareketin demokrasi adına örgütsel işlerliklerinin (vb.) genelde zayıf, geri, zaaflı tarihsel gelenek ve kültürünü de eklediğimizde, sanırız tablo daha da netleşmektedir.
Bu topraklarda komünist hareket daima tarihsel olarak zayıf bir politik maddi güç olarak kaldı. Komünist hareketin kitleselliği az ya da çok yakaladığı dönem 74-80 yükselişi süreciydi. (Ki bu tarihsel kesit, Türkiye topraklarında devrimci dalganın en güçlü, en yaygın geliştiği dönemdir.) Türkiye komünist hareketinin doğuşunun dönemeci, 1979’dur. Ki bu doğum, hareketin tarihten devraldığı halkçılığın derin etkisi ile hastalıklıydı; ideolojik ve örgütsel bakımdan arınma, sağlamlaşma sürecini yaşayamadan da kendisini 12 Eylül yenilgisinde, ardı sıra gelen tasfiyeci savruluşta buldu…
Mustafa Suphi’lerin TKP’si gibi geride kalmış bir deneyimin kendini tarihsel süreklilik içerisinde üretememiş ve geleceğe ciddi bir deneyim ve birikim aktaramamış olması bir olgudur. Keza, Şefik Hüsnü’lerin TKP’sinin sosyal reformcu tarihsel pratiği, 50’ler sonrası ise modern revizyonizmin ideolojik ve örgütsel uzantısı olarak oynadığı uğursuz rol vurgulanmalıdır. 60’lı yılların Kemalizm’le, reformizmle, parlamentarizmle ve darbecilikle şekillenmiş burjuva sosyalizmi, 70’li yılların küçük burjuva sosyalizm geleneği ve 70’li yıllarda devrimci hareketin, kendiliğinden devrimci yükselişin kabaran dalgasına dayanan devrimci halkçı atılımı. İşçi sınıfı hareketinin tarih boyunca reformizme, ekonomizme, revizyonizme, “sosyal demokrasi”ye, sarı sendika ağalarına terk edilmiş olması gerçekleriyle birlikte düşünüldüğünde komünist hareketin bu topraklarda neden daima cılız, güçlü bir çekim merkezi haline gelemeyerek zayıf bir politik kuvvet olarak kaldığını da bir ölçüde anlayabiliriz.
12 Mart yenilgisi, 12 Eylül yenilgisi; devrimci çizgiden kopuş ve kaçışla belirlenen tasfiyeci atılımlar (80’ler, 90’lar, 2000’ler); dünden bugüne uzanarak gelen sayısız parçalanmalar ve çok parçalı tarihsel ve yapısal zaaflar; emperyalist küreselleşmenin küresel çapta ve Türkiye’de yarattığı derin ve kapsamlı değişiklikler, bu değişikliklerin okunamaması; Türkiye ve Kürdistan devriminin bölgesel ve uluslararası perspektiflerinin bilince çıkarılamaması; sosyalizmin prestijinin dibe vurması, derslerinin çıkarılmaması vb. vs. yukarıdaki tabloyla birlikte ele alınmalıdır. Bu gerçeklerin Türkiye devrimci hareketinin tablosu üzerindeki etkisi birlikte okunmalıdır. Bu tablo, güçlü, dinamik, kendini yenilemesini bilen, tarihin ve teorinin dersleriyle donanarak savaşımın çekim merkezi, öncüsü ve önderi haline gelebilen bir devrimci hareketi değil, tarihsel zaaflarının tutsağı olmuş, güçsüz ve bir gelecek vaddetmeyen bir harekete işaret etmektedir.
Bu topraklarda komünist hareket hiçbir zaman proletarya ve halklar için bir çekim merkezi haline gelemedi. Bu topraklarda, 74-80 kesiti hariç, devrimci-demokrasi hiçbir zaman halklar için bir çekim merkezi haline gelemedi. Devrimci yükselişin en güçlü olduğu tarihsel kesit olan 74-80 sürecinde bu şansı az-çok yakalamayı başaran devrimci hareketimiz ise, 12 Eylül duvarına çarparak, direnişsiz bir yenilgi örneği vererek, tarihe kaydını düştü. Bu topraklarda, o da Kuzey Kürdistan’da bir ulusal demokratik halk hareketi; gerilla mücadelesinin serhildanlarla birleşmesiyle ulusal devrime sıçrayan bir hareketi yaratmayı başaran PKK oldu. Ama bu hareket, ulusal devrimin sınırlı doğası gereği, halkları birleştirme nitelik ve yeteneğinden yoksundu…
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder