“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR
II. BÖLÜM
Dinamik bir
dünya-ülke-bölge gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu durum, parça ve bütün
bağlamında gelişmelerin dinamik, sistematik, derin ve kapsamlı incelenmesini, yüksek
teorik ve pratik donanım gerektirmektedir. Teorik zenginleşme, teorik hâkimiyet,
somut koşulların somut tahlili, programın geliştirilmesi, programın
yönlendirdiği strateji, stratejinin yönlendirdiği taktik gelişme çizgisi,
taktiksel esneklik; politik amaçlarla bağlı, taktiksel esnekliğe yanıt veren,
dinamik ve kendini yeniden ve yeniden konumlandıran bir örgütsel maddi güç
olmadan öncülük, önderlik görevleri yerine getirilemez. Dar pratikçi,
idareimaslahatçı önderlik-öncülük tarzında direnerek böyle bir yenilenmeyi ve
pratik atılımı başarmak ise zaten olanaklı değildir. Buradan meseleye
baktığımızda devrimci hareketin her bakımdan, evet her bakımdan, sürecin
gerisinde kaldığı açıktır. Devrimci ve komünist hareket sürecin gerisinde kaldığı
için bir seçenek haline gelememektedir. Gezi-Taksim halk hareketinin
deneyimi de bu gerçeği açıklıkla gün ışığına çıkarmıştır. Ancak buradan
hareketle güç haline gelmek için tasfiyeciliğe, reformizme, pragmatizme vb.
yönelmek asla çözüm değildir. Evet, güç olmadan politika yapılmaz, güç
olabilmek için ise politika yapmak gerekir.
Fakat her durumda ilkesiz politikadan, devrimci ve komünist amaçları
yadsıyan, revize eden, tasfiyeci ilkesiz politikadan, bir diğer deyişle,
“reelpolitiker” oportünizmden uzak durmak gerekir. Bu vb. yönelimlerin, teori
ve pratiklerin bir çözüm yolu olmadığını ve olmayacağını iç ve küresel
deneyimlerden biliyoruz. Önemli ve belirleyici olan devrimciliğin ve komünist
devrimciliğin korunarak hareketin kendisini aşması ve yenilemesidir; böylece, bu
temeller üzerinde, sınıf mücadelesi ile “öncülük”, “önderlik” iddiası arasındaki
uçurumun aşılabilmesi ya da çelişkinin devrimci bir tarzda çözülmesidir… Çelişkinin
devrimci çözümünde de “organik birey”in rolü ne olursa olsun, belirleyici olan organik/kolektif akıldır, kolektif akıl olmalıdır. Hangi kılıf
altında ortaya çıkarsa çıksın, örgüt-birey bağıntısında, pasif kitleler aktif
kurtarıcı bireyler teori ve pratikleri küçük burjuva elitizminin, aydın
bireyciliğinin, örgütsel oportünizmin ifadesidir sadece. “Özneleşmek”, donanıma
dayanan, böylece sorunlara bütüncül bakan organik etkin bireyler haline gelmek
ise kolektivizm ilkesine, iç demokrasi ilkesine, aleniyet ilkesine dayanan dinamik
ve üretken bir işlerliği ve niteliksel bir gelişme çizgisini gerektirir; ki
bunlarsız bir demokratik merkeziyetçilikten de söz edilemez.
Teorinin
zenginleştirilmesinde, program ve stratejinin, ideolojik donanımın, taktiklerin
geliştirilmesinde, önderlik ve çalışma tarzının yenilenmesinde ölçü, gelip
geçici başarılarda aranmamalıdır. Aksine, yalpalamalara vb. karşın, devrimci
yenilenmenin istikrarlı bir yönelimde somutlaşıp somutlaşmadığına
bakılmalıdır. Bu yönelimin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin gereksinmeleri
bağlamında, hareketi, önderlik-öncülük misyonuna taşıyıp taşımadığına bakılmalıdır. Soruna buradan baktığımızda
kâğıt üstünde kalan şeylerin bir değeri olamaz. Pratikleşmemiş sözler, bir ölçü
oluşturmaz. Ve burada, kuşkusuz ki, mükemmel ölçüler de anlamsızdır. Sınıf
mücadelesinde kusursuzluk aramak, idealize edilmiş ölçülerle “analiz” yapmak
açık bir saçmalıktır. Her bakımdan yenilenme kesintisiz bir iştir;
olmuş-bitmiş, tamamlanmış, son yetkinliğine ulaşmış, değiştirilemez,
dokunulamaz bir şey olamaz. Burada sorulacak soru şudur: Sınıf mücadelesi
cangılında ya da okulunda duruşun ve yönelimin ne? Sınıf mücadelesinin
gereksinmelerine yanıt veriyor musun vermiyor musun?
Bazı olgulara
dikkat çekmek gerekmektedir.
Yeni tipten
bir işçi hareketiyle, halk hareketiyle, çeşitlenmiş bir toplumsal muhalefet ve
mücadeleyle (ekolojik hareket, LGBT hareketi, feminist hareket, ulusal
topluluklar hareketi, eşit yurttaşlık hareketi, kültürel hareketler vb.) karşı
karşıyayız. Dünya çapındaki derin alt üst oluşlarla yeniden şekillenen sosyo-ekonomik
ve sosyo-politik bir yapılanma gerçeği karşımızda duruyor. Yeni tip sınıfsal ve toplumsal
hareketlerin maddi temeli de işte bu
sosyo-ekonomik yeniden yapılanma olgusunda yatmaktadır. Bu değişim ve dönüşümü
bilince çıkarmadan, teori ve programı, strateji ve taktikleri; önderlik ve
çalışma tarzını buna göre geliştirmeden devrimci hareketin kendini aşarak
ilerlemesi olanaklı değil. Bütün mesele bu gerçeğin bilince çıkarılması,
teoride ve pratikte sorunun içselleştirilmesi, gerekli donanımın kazanılmasına
bağlı olarak yeni tip hareketlerin kapsanması ve geliştirilmesidir.
Geçiyoruz
dünyayı Türkiye’de de kırsal mücadeleyi temel alan akımların da, kır ve kentin
birliğine dayanan ama kırı mücadelenin temel alanı olarak gören akımların da,
klasik-geleneksel kent küçük burjuvazisini temel alan akımların da maddi
toplumsal temeli yitip gitmiştir. Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesi olmaktan
çıkmıştır. Köylülüğü, geleneksel kent küçük burjuvazisini temel alan ya da bu
toplumsal kategorilerin nesnel sınıfsal çıkarlarını temsil eden, bu geleneksel
tabakaların gelişen kapitalizm tarafından mülksüzleştirilmesine, proletaryanın
saflarına atılmasına karşı doğan siyasal tepkinin ifadesi ya da somutlaşması
olan ideolojik-siyasal-örgütsel çizgiye dayanan parti ve çevrelerin eskimiş
olduğu da açıktır. Türkiye’yi 60-70-80-90’larda olduğu gibi hala bir küçük
burjuvalar ülkesi olarak görenler, dinamik maddi toplumsal gerçeği, bu gerçekle
bağlı olan sınıflar arası temel ilişkilerde yaşanan son derece önemli
değişiklikleri de anlayamamıştır. Böylece teorileri, programları, strateji ve
taktikleri iyice ıskartaya çıkmıştır. Bu tablo, tüm devrimci kararlılığına ve
iddiasına karşın, söz konusu çizgilere oturmuş devrimci hareketin neden siyasal
ve toplumsal mücadelelerin öncüsü haline gelemediklerinin ve gelemeyeceklerinin
temel verilerindendir. Toplumsal yaşam da sürekli hareket, değişme ve gelişme
içerisindedir. Gerisinden kalan politik kuvvetlerin sınıf mücadelesinin önünde
bir engele dönüşmesi kaçınılmazdır. Yukarıda üzerinde dura geldiğimiz önderlik
anlayışı ve çalışma tarzıyla, bu değişimleri içselleştirip, yenilenip, sıçrama
vb. yapmak ise olanaklı değildir.
Türkiye,
kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkeler kategorisindedir. Türkiye’de
kapitalizmin atılım yaptığı tarihsel dönemeçleri 30’lar, 50’ler ve 80’ler
oluşturur. 80’lerden bu yana yalnız dünyada değil, Türkiye ve Kürdistan’da da
kapitalizm hızlı bir tempoda gelişmektedir. Türkiye ve Kürdistan’da egemen
üretim tarzı, kapitalizmdir. Gerek Kuzey Kürdistan’da, gerekse de Türkiye’de
kentler belirleyici merkezlere dönüşmüştür. Böylece siyasal ve toplumsal
mücadelenin kalbi kentlerde atmaktadır.
Modern kent hareketi bütün çeşitliliği içerisinde öne çıkmıştır, çıkmaya
devam edecektir. Kır kenti izlemektedir ve artan oranda izleyecektir. Başta
metropoller olmak üzere kentler, bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin en
ileri biçimlerine bağlanmış modern sınıfsal ve toplumsal mücadele biçimlerine
öte yandan da hızla çözülen, mülksüzleşme süreci yaşayan sınıf ve tabakaların
geleneksel, tepkisel mücadele biçimlerine; bu mücadele biçimlerinin karmaşık
biçimlerde iç içe geçerek geliştiği arenalara dönüşmüştür, dönüşecektir.
Sınıfsal ve ezilen toplumsal kimliklerin (ulusal, etnik, cinsel, inançsal,
kültürel vb.) mücadeleleri arasındaki etkileşim ve iletişim daha da güçlenmiştir
ve güçlenecektir. Eşit yurttaşlık hareketi, tüketici hakları hareketi, ekolojik
hareket, demokratik kadın hareketi, LGBT hareketi, küresel haklar hareketi vb
gibi hareketler gelişip güçlenecektir. Kürt ulusal sorununun kısmi burjuva
demokratik çözümü koşullarında, Kürdistan’da da sınıfsal mücadele dinamiği
keskinleşerek gelişip öne çıkacaktır. Batı’dan farklı olarak hala bir Kürt
ulusal sorununun var olacağı, bölgesel (Ortadoğu) çapta Kürt sorununun varlığı
dinamiği ile iç içe geçmiş bir tarzda kendini dayatmaya devam edeceği
gerçeğiyle birlikte “Doğu”da da kentsel mücadele belirleyici dinamik olarak
keskinleşecektir. Tüm bunlar, kentsel odaklı zengin bir mücadelenin bileşkesi
olacak mücadeleleri ateşleyerek, emperyalizme, işbirlikçi kapitalist sisteme,
kapitalizme ve gericiliğe karşı mücadeleleri ivmeleyecektir. Kentler, hem
demokratik hem de sosyalist devrimde proletaryanın sosyalist bağlaşığı olan
yarı-proletaryanın, kent yoksullarının artan oranda yığıldığı mekânlar haline
gelmiştir ve gelmektedir. Kitlesel işsizler hareketi, yoksullar hareketi de
değişik biçimlerde gelişecektir. Emperyalist küreselleşmenin ivmelenmesiyle
işsizlik ve yoksulluk da küreselleşmiş, kronikleşmiş, yapısal karakter
kazanmıştır. Bu, Türkiye’nin de gerçeğidir. Eski ve yeni biçimleriyle küçük
burjuva siyasal akımların kent yoksullarının radikalizmine dayanarak güç haline
gelme yönelimine girecekleri de görülmelidir. Sorunun bir boyutu da kent
yoksullarının hareketinin kimin kazanacağı sorunudur… Kent yoksulları (kent
yarı-proletaryası) gerek antiemperyalist demokratik devrimde, gerekse de
sosyalist devrimde devrimci proletaryanın sosyalist bağlaşığı olduğunu ise
hatırlatmaya bile gerek yoktur.
Komünist bir
partinin işçi sınıfını temsil etmesi, proletarya hareketine bağlanması, onun
nesnel doğası, sınıf karakteri, sosyalist ve komünist amaçlarıyla bağlı bir
sorundur; burada, niyetler, dilekler, keyfiyetler değil, sınıf mücadelesinin
nesnel gerçeği, kapitalist üretim tarzı ve sınıf antagonizması üzerinde
yükselen ve (yol gösteren) gerçekleri belirleyicidir. Marx’ın dediği gibi “Komünistlerin
vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel
reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere
dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir
hareketten, varolan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir
ifadesidir.” Buna göre, eğer kağıt üzerinde kalan bir şey varsa, teori ile
pratik birbirinden kopuksa, bu oportünizm demektir. Keza teori revize edilmişse
bu revizyonizm demektir. O halde, dünyanın neresinde olursa olsun, komünist
hareketin kendi ideolojik, ilkesel konumlarından kaymaksızın kendini yenilemesi
gerektiği açıktır ve açık olmalıdır.
Türkiye’de
proletarya, bugün, yalnızca niteliği itibariyle değil, aynı zamanda niceliksel
gücüyle de çok daha çarpıcı tarzda geleceği tayin edecek sınıf olarak öne
çıkmıştır. Geçtik komünist hareketi proletaryayı görmeyen, lafta gören herhangi
bir devrimci yapının bile geleceği yoktur. Devrimde proletaryanın önderliğini “ideolojik
önderlik”le sınırlayan, kırı-köylülüğü-kent küçük
burjuvazisini-yoksulları-halkı-ezilenleri temel alan, proletaryaya, bu vb.
sınıf ve tabakaların, niceliksel olarak güçlü ama nitelik olarak zayıf ve söz
konusu kesimlere yedeklenmiş bir güç olarak bakmanın ifadesi olan
devrimci-demokratik yaklaşımların “sosyalizm” adına yaptıkları temel şey,
proletaryayı ideolojik, siyasi, örgütsel olarak silahsızlandırmaktır. Devrim
yapmak, devrime önderlik etmek iddiasıyla yola çıkan devrimci-demokrat
akımların, proletaryayı temsil etmemekle birlikte, onun daha da büyümüş olan
gücünden de yararlanmak için, işçi sınıfına daha fazla yönelecekleri de
açıktır. Proletaryanın yerine yoksulları, halkı, kent küçük burjuvazisini,
ezilenleri, çokluğu vb. geçiren, yönü belirsiz bir şekilde çalışanların, teori
ve pratiklerini buna göre biçimlendirenlerin; sistematik bir tarzda proletarya
hareketini temel alarak çalışmak yerine konjoktürel olarak öne çıkan hareketli
toplumsal kesimlere yönelen ve istikrarsız, yönsüz ilerlemeye çalışan herhangi
bir komünist partinin, herhangi bir komünist grubun ise geleceği olamaz. Zaten
bu topraklarda işçi sınıfını temel alma, komünist hareketin işçi sınıfı
hareketiyle birleşmesi temel tarihsel ve güncel görevi ilkeli, istikrarlı,
bütünsel bir perspektiften hiçbir zaman pratikleştirilememiştir. Bu olgu,
proletarya sosyalizmi üzerindeki devrimci-demokrasinin ya da halkçı
devrimciliğin ideolojik-siyasi bakımdan derin etkisini ifade etmektedir.
Marksizm-Leninizm’i, proletaryayı temsil etme, proletarya hareketini temel
alma, komünist işçi hareketi yaratma iddiasının lafazanlığa dönüşmesi,
tasfiyeci bir çürümeye dönüşerek tipik bir oportünizme, ideolojik
liberalleşmeye dönüşmesi bu toprakların çok temel bir olgusudur. Bu iddiasının
arkasında, o da kısmi dönemsel yönelimlerin dışında, duramamış komünist
hareketin gerçeği, komünist işçi hareketinin geliştirilememesinin ana
nedenidir. Böylece işçi sınıf hareketi alanı revizyonizmin, reformizmin,
oportünizmin, sosyal demokrasinin, sarı sendikal çizgilerin hegemonya ve
rekabet alanı olagelmiştir. Bu tablo, Marksizm-Leninizm, sosyalizm, komünizm
adına içler acısı bir tablodur. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla
yeniden yapılanan sınıf ilişkileri, bu temelle bağlı yeni tipten bir işçi
sınıfı hareketinin uç vererek geliştiği dünyamız ve Türkiye gerçeğinde, bu
gerçekleri de anlamaktan ve yanıtlamaktan uzak bir komünist öncü, eskimiştir,
eskide kalmıştır; demokratik ve sosyalist görevleri omuzlamaktan ve öncülük
yapmaktan zaten uzaklaşmıştır demektir. 40 yıllık tarihsel pratiğin kanıtladığı
gibi kendi kendisine dahi önderlik yapamayan bir “önderlik”, “öncülük”
zihniyetinin, teori ve pratiğinin herhangi bir geleceği de yoktur. Bilimsel
Sosyalizm ve modern komünist hareket asla bu değildir. Kuşkusuz ki komünistler
ve modern proletarya hareketi yolunu açacaktır. Bu, eşyanın doğası gereğidir.
Kuzey
Kürdistan ve Türkiye devriminin özgün ve birleşik karakteri çarpıcı bir tarzda
açığa çıkmıştır. Gerek bu olgu, gerekse de Kürt ve Türk devriminin bölgesel ve
uluslararası perspektiflerini anlayamayan, bölgesel devrim perspektifini
içermeyen ve sosyal şovenizmin etki gücünü de ifade eden bir geriliğe dayanan
devrimci hareketin kendini yenilemesi olanaklı değildir. Devrimci hareket bu
bakımdan da eskiyi, eskimiş olanı temsil etmektedir. Kürt sorununun kısmi
burjuva demokratik çözümü koşullarında Kuzey Kürdistan’da sınıfsal mücadele öne
çıkacaktır ama bu, ulusal sorunun köklü çözülmemiş olması ve Kürt sorununun
Ortadoğu çapında çözümünü dayatan dinamiği üzerinde yükselen ve yükselecek olan
bir mücadeleyle iç içe geçerek şekillenecektir. Bu bağlamda ulusal ve toplumsal
mücadele dinamiğini birbirine bağlayarak ele almayı başaramayan, Kürt sorunu
gibi Türkiye ve Ortadoğu çapında bir sorunun gereksinmelerine yanıt veremeyen, sosyal
şovenizmin etkisini açıkça yansıtan parti modelleriyle de şekillenen yapıların
eskimiş olduğu ve yeni sürece de yanıt olamayacağı açıktır. Zaten bugüne kadar
da yanıt olamamıştır. Doğan boşluk, ezilen ulus milliyetçiliğinin başlangıçta
devrimci-demokratik, süreklilik bağıntısında yaşanan dönüşümle birlikte ise
radikal reformcu çizgisi tarafından doldurulmuştur. Ulusal ve toplumsal
mücadeleyi birbirine bağlayan, toplumsal kurtuluş amacına bağlanmış tarzda
ulusal mücadeleyi ele alan, bölgesel devrim perspektif ve programının yol
gösterdiği tek sınıf ilkesi ama iki parti stratejisi ve modeliyle yeniden
yapılanmak gerekmektedir. Bu strateji ve model özü itibari ile legal sosyalist
partisel harekete de yön vermek zorundadır. Bugüne kadar bu kavrayış,
donanım bilince çıkarılamadığı, reddedildiği için yol gösterememiştir. Burada
sorun, güç yetersizliği gibi ikincil, üçüncül bir sorunla değil,
Marksizm-Leninizm’in, Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu somut tarihsel gerçekliğinin
yeterince kavranamamış olmasıyla ve bu gerilik üzerinde, nesnel olarak, sosyal
şovenizmin etki gücüyle bağlıdır.
Kemalist burjuva laikçilikle ve “irtica”
karşıtlığıyla köklü ve bütüncül hesaplaşamama olgusu, dinin, İslam’ın, tarihsel
ve güncel bakımdan Mezopotamya-Ortadoğu-Türkiye-Kürdistan gerçekliğinde tuttuğu
yerin, oynadığı rolün bilince çıkarılamamasıyla, emperyalist küreselleşmenin bu
bağlamda yarattığı değişimlerin de kavranamamasıyla bağlı şekillenmiş bir
devrimci hareket gerçeği var karşımızda. Bu gerçekler, devrimci ve komünist
hareketin Kemalist laikçiliğin ve politik İslam’ın etki alanı içerisinde olan
geniş emekçi kesimlere yabancılaşmış olması gerçeğinde ortaya çıkmaktadır.
Devrimci hareketin bu bakımdan temel gerçeği geniş kitleleri çekecek özgün
politikaların ve pratiğin geliştirilememesinde somutlaşmaktadır. Bu zaaflar,
70’li yılların devrimci yükseliş koşullarında devrimci hareketimizin lehine
ortaya çıkan göreli ama oldukça önem taşıyan bazı kazanımlara karşın, devrimci
hareketin tarihsel ve yapısal gerçeklerindendir. Bu tabloya, bu topraklarda yaşayan
40’a yakın ulusal topluluğunun varlığını, onların tarihsel ve güncel
gerçekliğinin yeterince anlaşılmamış olmasını, onları kazanma kudreti taşıyan özgün
politikaların geliştirilmemiş olması gerçeklerini de eklemeliyiz.
Bundan dolayıdır
ki sermaye ve diktatörlük, laikçi ve dinci burjuva partiler dünden bugüne bu
alanlarda keyfince at oynata gelmişlerdir. Doğada olduğu gibi politika alanı da
boşluk tanımıyor, devrimci ve komünist hareketin dolduramadığı boşluk bir
biçimde doluyor. Örneğin “Kemalist paradigma”nın iflas ettiği yeri siyasal
İslam dolduruyor; geniş işçi ve emekçi kesimleri yedekleyip sisteme entegre
edebiliyor ya da ediyor… Kendisini yenileyemeyen devrimci hareket gerçeği işte bir
de bu alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Açık ki bu alanda da laik ve antilaik,
Alevi-Sünni çelişkilerine özgün bir tarzda müdahale edecek bir yenilenmeye
gereksinim var. Yenilenme bu alanları da kapsayarak gelişmek zorundadır.
Tarihsel ve güncel izdüşümleri içerisinde, sosyo-ekonomik yapıdaki derin
değişme ve gelişmelerle bağlı olarak, Alevilik, 80’ler öncesinden farklı olarak,
(kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak) kent gerçeğine dayanarak, yeni tipten
bir demokratik Alevi hareketi olarak şekillenip gelişiyor. Kapitalizm,
Kemalizm, Alevilik, politik İslam bağıntısı, bütün çelişki ve çatışmaları
içerisinde, daha özgün biçimler kazanıyor ve yeniden yapılanıyor. Tarihteki
ilerici, devrimci rolüyle Kızılbaş Alevilik, yoksul köylülüğün, ezilenlerin
hareketi olarak Alevilik, sınıfsal temelde hızla bir saflaşma sürecini de
yaşıyor. Alevi burjuvazisi, Aleviliği Sünnileştirme, devlet Aleviliği
geliştirme, Şiileştirme, içini boşaltma operasyonlarında sermayeyle, devletle,
egemen sınıfla işbirliği içerisinde başı çekiyor. Bu süreçlerin ve dönemeçlerin doğru okunmaması
ya da yüzeysel okunması devrimci hareketin ileri değil ama geri bir yanını
yansıtıyor. Yukarıda işaret ederek geldiğimiz tablo da devrimci hareketin neden
zayıf kaldığının, muhatabı olduğu, kazanması gereken geniş emekçi kitleleri
kazanamadığını açıklayan bazı temel somut gerçekleri vurgulamaktadır. Ama zaten
devrimci hareketin tarihsel ve güncel gerçeğine damgasını basmaya devam eden
bir çalışma tarzı ve önderlik anlayışı ile bu sorunlar köklü bir tarzda
çözülemez, yanıtlanamaz.
Teorinin
küçümsenmesi, teorik çalışmanın bilmem kaçıncı plana sürülmesi, dinamik somut
tarihsel gerçekliğin derin ve kapsamlı kavranamaması ve böylece diyalektik
materyalist analizinin geliştirilememesi, dinamik sürecin sistemli bir tarzda
incelenmemesi, teorik-ideolojik donanım yetersizliği; pratiğin önünün teori ile
aydınlatılamaması; yüzeysel ve geliştirilemeyen, çoğu zaman da hayattan kopuk
temel siyasal çizgi ya da bir program ve strateji; günlük çalışmayla program,
taktik ile strateji arasındaki bağın zayıflığı ya da kopması; taktiksel
esneklik yoksunluğu; kolaycılık, kolay ve erken zaferler peşinde koşma; ilke ve
esnekliği birleştiren bir ittifaklar politikası ve birleşik mücadele yerine dar
grupçu rekabet ve hegemonya mücadelesi; tarihsel dönemeçlere hazırlıksız yakalanma;
doğan tarihsel fırsatları değerlendirememe; daha ziyade yenilgilerle belirlenen
bir tarih; anı, günü, dönemi kurtarma pragmatizmine tutsaklık; grup için
politika tarzı, grupsal tatmine endeksli ufuksuzluk, geniş kitlelerden
kopukluk, geniş kitlelere değil kendine önderlik; bürokratik merkeziyetçilikle
şekillenmiş, elitizm üreten, tek tipleşmiş, biat kültürünü dayatan ve önderlik
kültüyle şekillenmiş, kazandığından çok ve bolca kadro harcayan, kadroların
bağımsız devrimci kişilik kazanmasını önleyen, “aykırı” görülenin kolayca
tasfiye edildiği dar bürokratik örgütsel yapılar; içsel sorunların bastırılması
ve iç demokrasiden uzaklık; düşük verim-başarı-çözümle belirlenen, aşırı enerji
tüketen, bir-iki yıllık başarılı çıkışlarla sonlanan ve kendine dönen, bir tür
kendini tekrar eden ve tüketen zihniyet ve duruş; devrimci istikrara, yüksek
teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel donanım ve yeteneğe sahip, kendini sürekli
yenileyebilen, tarihin dersleriyle silahlanan, bu temelde otoritesini ikna
gücünden, mücadelenin ağır ve kapsamlı sorunlarını çözmekten alan önderlikler
yaratamamak, dar pratikçi idare-i maslahatçı önderlik anlayışı ve çalışma
tarzının bazı temel karakteristikleridir. Bu tarz, devrimci hareketin tarihsel
ve yapısal zaafı, alışkanlığı, geleneğidir. Büyük ve kitlesel mücadeleler
deneyiminden geçmemiş, pratikten öğrenmeyi, kendi dar pratiğini ve dar
pratikçiliğini teorileştirme olarak anlayan bir önderlik ve çalışma tarzının ufuksuzluğu da gayet anlaşılırdır. Bu
tarzın aktif uygulanmasıyla pasif uygulanması arasında önemli farklılıklar
olmakla birlikte, özünde, aynı tarzdır. Böyle bir önderlik anlayışı ve çalışma
tarzıyla, geçici olmaya mahkum dönemsel başarılar ve kazanımların ötesinde,
devrim ve sosyalizm kavgasında başarılı olmak, güçlü ve gelişen bir çekim
merkezi, saygı uyandıran bir politik seçenek haline gelmek, sınıfı ve
emekçileri kazanmak, kuşkusuz ki olanaklı değildir. 40 yılın tarihsel tecrübesi
de bunun kanıtıdır.
Bu tarz,
geniş kitlelere zaten umut ve güven vermiyor, geçiyoruz bunu, kısa ve geçici
dönemler hariç, kendi kadrolarına, sempatizan kitlesine dahi güven ve umut
vermiyor. Ajitasyonla, ödenmiş bedellere
ve şehitlere sistematik yapılan
vurgularla sorunlar ne yazık ki çözülmüyor. Teorinin, politikanın,
örgütlenmenin, pratiğin sorunları ajitasyon ve hamasetle çözülmez ve
çözülmüyor. Bu yöntemi ve tarzı kullanan ya da buna alışmış “önde”rlerle,
yöneticilerle, kadrolarla sorunlar çözülemez. Bu bir tarihtir, gerisinde 40 yıllık bir tarihsel şekillenme
yatmaktadır. Köklü bir kopuş gerekiyor. Ki üstelik bu 40 yıllık tarih öyle
bir tarihtir ki, derin altüst oluşlarla şekillenmiştir; buna rağmen devrimci
hareket kendisini yenileyememiştir; işte size, 71 devrimci doğuşu ve 12 Mart
yenilgisi; 74-80 devrimci yükselişi, 1980 12 Eylül yenilgisi ve yeni bir
tasfiyeci dalga; PKK’nin 84 gerilla çıkışıyla başlayan 90’lara doğru
serhildanlarla birleşerek ulusal devrime dönüşen pratiği;
revizyonist-kapitalist sistem ve kampın 89/91 sürecinde çözülerek dağılışı,
ASHC’nin düşüşü, “uluslararası ideolojik merkezler”in tarihe gömülmesi, dünya
devrim dalgasının dibe vurması, devasa bir tasfiyeci dalgayla devrimden ve
sosyalizmden geniş çaplı bir kaçış; diyelim ki 70’lerin ikinci yarısından
başlayarak uluslararası tekellerin damgasını taşıyan emperyalist küreselleşmenin
devasa atılımı, emperyalist dünya sisteminin teknik temelinin değişmesi, alt ve
üst yapılarının yeniden yapılanması; Çin’in dünya kapitalist sistemiyle
bütünleşmeye yönelmesi; kapitalizmin hızlı bir tempoda derinlemesine ve
genişlemesine gelişmesiyle birlikte sınıflar arası temel ilişkiler alanın
yeniden şekillenmesi vb. vb.
Tüm bu tarihsel sürecin dinamik, çarpıcı, sarsıcı,
karmaşık, son derece sorunlu ve
kapsamlı değişiklik ve dönemeçlerine devrimci hareket, hazırlıksız yakalanmıştır.
Bu süreçlerin devrimci ve komünist yenilenme bakımından sunduğu derin ve
kapsamlı deneyimleri bilince çıkarılamamış, dersleri, bir donanıma
çevrilememiştir. Devrimci hareket, çağın ve sınıf mücadelesinin gereksinmelerine
yanıt verememiştir. Dahası, bu gereksinmelere yanıt vermek bir yana, altında
ezilmiştir. Açık ki eleştirdiğimiz tarzla bunu başarmak olanaklı değildir. Ama
bu denli zorlu ve karmaşık süreçlerin, dönemeçlerin varlığına ve deneyimlerine
karşın, bu denli sarsıcı bir sürece karşın, devrimci ve komünist hareket,
önderlik ve çalışma tarzı bakımından da kendisini sarsıcı bir tarzda sorgulayarak
aşamamıştır. Kuşkusuz ki bu tablo, sadece Türkiye’yle ilgili bir tablo
değildir, uluslararası gerçekliği kapsayan bir tablodur ve uluslararası
devrimci-demokrasi ve komünist hareket de, değişen düzeylerde, bu resmin bir
parçasıdır… Dünya tarihinde bu denli derin alt üst oluşların yaşanmasına
karşın, devrimci ve komünist hareketin, yenilenme bakımından, kesin ve köklü
bir sıçrayışla kendini aşamaması olgusu, ne denli kökleri derine giden
taşlaşmış bir zihniyet ve yapıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi
bakımından çarpıcıdır. İç ve uluslararası alanda devrimci hareketin güçsüzlüğü,
dağınıklığı, sürecin peşinde sürüklenmesi çarpıcı bir gerçektir. Bunu, öncelikle
yapısal bir kriz olarak tanımlamak gerekir.
Bu gerçek
devrimci hareketin nesnel gerçeğidir. Burada şu veya bu partinin, grubun,
çevrenin öznel olarak kendisine yakıştırdığı tanımlamaların fazlaca bir anlamı
da yoktur. Yapısal kriz tarihsel bir üründür; tarihsel bir arka plana
dayanmaktadır. Kökleri geçmişe uzanmakla birlikte 1950’lerden bu yana gelen ve
somut tarihsel koşullardaki derin ve köklü değişikliklerle (“küreselleşme”,
sosyalizmin tasfiyesi, revizyonist/kapitalist kampın dağılışı vb.) bağlıdır.
Çağımızın (emperyalizm ve proletarya devrimler çağı) gerçekliği temelinde,
nesnel koşullardaki çok önemli değişmelerin, doğal ve kaçınılmaz olarak,
öncülük ve önderlik iddiası bakımından anlaşılmaması ve yanıtlanamaması
devrimci harekette krize yol açar, kriz giderek yapısallaşır, kendini üretmeye
devam eder… Bu kriz, devrimci hareketin değişik eğilimlerinde, değişik
biçimlerde açığa çıkmasına ve eşitsiz gelişmesine karşın, genel bir özelliktir.
Krizden çıkış süreci, yapısal bir değişimle ancak başarılabilir. Bu bakımdan
teori ile pratiğin birliğine dayanan bir devrimci yenilenme şarttır. Devrimci
hareketimizin bu olguyu bilince çıkardığını düşünmüyoruz.
Devrimci
hareketin, 90’lı yılların ikinci yarısından bu yana süregelen tablosu ise,
yapısal kriz temelinde ya da yapısal krizle bağ içerisinde, genel bir gerileme,
güçsüzleşme, kan kaybı, durumu kurtarma, idare etme ama bunu da başaramama, niteliksel
ve niceliksel zayıflama biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu kesitte, yapısal ve
güncel sorunları çözmekten uzak, kısa ve geçici dönemsel çıkışların varlığı ise, nesnel olarak, gerçek durumun
anlaşılmasının ve yanıtlanmasının önünde birer sis perdesine dönüşmüştür.
Bu bakımdan da devrimci hareketin gelişim tablosu eşitsizdir ama temel gerçeği
benzerdir ya da diyelim, son tahlilde
çakışmaktadır. Daha öncesine gitmeden baktığımızda, 1996’dan bu yana, 1990’ların
ikinci yarısından ya da 2000’lerin ikinci yarısından bu yana gelen kesitte,
devrimci hareketin değişik öğelerinin karşılaştırılması yapıldığı takdirde bunu
çıplak bir tarzda görmek tümüyle ve bütünüyle olanaklıdır. Tarihsel ve yapısal
zaaflar, güncel mücadelelerin gereklerinin ve gereksinmelerinin yanıtlanmaması,
uzun yıllardır devrimci hareketin varlık
hakkını açıkça tehdit etmekte, onu niteliksel ve niceliksel bakımdan güçlü
ve çok yanlı aşındırmaya devam etmektedir. Bu durum, devrimci hareketteki
tasfiyeci oportünist, legalist, postMarksist eğilimler için de bereketli bir toprak sunmaktadır. Kendi
tarihsel ve güncel gerçeğine, geçici ve kısmi düzeltmelerin ve çıkışların ve
tatmin olmanın merceğinden değil de, ilkeli, köklü bir devrimci müdahaleyle
yenilenmenin, stratejik düşünüp davranmanın perspektif ve iradesinin gözünden baktığımız
takdirde (ama bakılamamasının sonucudur ki), devrimci harekette, onun bir
kesiminde, daha bağnazlaşma biçiminde bir eğilim, bir diğer kesiminde ise,
ideolojik ve örgütsel liberalleşme, açık tasfiyecilik eğilimi gelişmektedir.
Fakat her iki yöneliş de, sorunları çözmek bir yana, sorunlardan kaçmanın iki değişik
formunu oluşturmakta, tasfiyeci çürüme ve devrimci değerlere karşı keskin bir
yabancılaşma geliştirmektedir. Bu vb. yönelim ve duruşlardan devrimci yenilenme
ve sıçrama, öncülük ve önderlik adına bir şey çıkmaz, çıkmayacağı da açıktır;
aslında bu bir kaçıştır ya da apaçık ezilme ve yenilgidir. Evet, ama yenilgiyi
neden kabul edelim ki! Çözümün ise çok zorlu mücadele ve bedelleri gerektirdiği
de açıktır. Yani, ya bir yol bulunacak ya da yeni bir yol açılacaktır. Stratejik
zaferin kazanılması için taktik yenilgiler göze alınabilmelidir. Mesele bundan
ibarettir.
Kuşkusuz ki devrimci
hareketimizde sorgulama ve arayışlar daima olmuştur, olagelmiştir. Peki, ama bu
arayışlar gerçekte devrimci yenilenme bakımından ne anlama gelmekteydi?
12 Eylül
yenilgisiyle ve özellikle 89/91 çözülüşüyle, tarihten, deneyimden,
yenilgilerden ders çıkarma adına başlatılan sorgulama süreci geniş çaplı
devrimden yüz çevirişle, tasfiyecilikle noktalanmıştır. Ki bu süreçte, 74-80
devrimci yükselişi kesitinde, kitlesellikleriyle öne çıkan güçleri oluşturan
Dev Yol, Kurtuluş, TDKP gibi (ve başkaları) örgütler, yenilenme adına
devrimcilikten reformizme (ÖDP’lileşme, EMEP’lileşme) geçiş yapmıştır. Geri
kalanlar ise, aralarında önemli, bazı bakımlardan çok önemli farklılıklarına
karşın, göreli bir yenilenme yönelimiyle birlikte, özünde, kendi geleneksel
çizgi ve tarzlarına daha sıkıca sarılarak yola devam etmişlerdir. Bu bağıntıda,
komünist hareketin özellikle 12 Eylül öncesinden gelen Maoizm’in etkilerinden
arınma yönelim ve duruşu, parçalı komünist hareket gerçeğini, inişli-çıkışlı da
olsa, anlama çabası ve sonuçları elbette ki vurgulanmalıdır… Bunlar
devrimcilikte direnmekle birincilerden ayrılmaktadırlar ve kuşkusuz ki bu, son
derece değerlidir ama, birinciler yenilenme adına tasfiyecilikte, ikinciler ise
sektarizm ve dogmatizmde ısrarda karar kılmışlardır. Burada eleştirdiğimiz
tarzın her iki yönelişle de aşılmadığını ve zaten aşılamayacağı da açıktır.
Peki,
yenilenme adına bu topraklarda yaşanan devrimci ve komünist çıkışlar ve
sonuçları olmadı mı? Elbette ki oldu!
Bu bağlamda
başlayan sorgulama sürecinde yenilenme adına iki önemli deneyim de ortaya
çıkmıştır. Birincisi PKK’de,
ikincisi MLKP/K’nın doğuşunda somutlaşmıştır. Her bir gelenek kendi özgün
konumundan yeni bir çıkışı, deneyimi ifade etmekteydi. Başlı başına girmeyeceğiz
ama bu deneyimlerin özet olarak genel özelliklerine dikkat çekeceğiz.
PKK, Kürt
ulusal mücadelesinin tarihinde esaslı bir özgün bir çıkıştır. Kürdistan’ın
ulusal gerçeğini kavrayarak, geleneksel Kürt hareketinden kopuşla kendini
yenileyerek ulusal mücadelenin önderliğini yakalamıştır. Kürt ulusal demokratik
mücadelesi bağlamında kendisini modern küçük burjuva devrimci-demokrat bir
parti olarak inşa etmeyi başarmıştır. Yalnızca Türkiye’de değil, bölgesel
düzeyde devrimci bir dinamiktir. Uluslararası ölçekte etkiler yaratan bir
dinamiktir. 93’te başlayan reformist yönelimi ve İmralı çizgisiyle ulusal
devrimci-demokratik çizgisinden kopuşması bu değerlendirmemizi
değiştirmemektedir. “Demokratik modernite” ve “Demokratik cumhuriyet” reformist
çizgisine karşın, nesnel olarak, hala devrimci bir rol oynamaya devam
etmektedir. Kuşkusuz ki PKK deneyimi, kendi özgün platformunda son derece
değerli bir deneyim olmakla birlikte, iç, bölgesel, uluslararası
perspektifleriyle birlikte Türkiye devriminin zaferinin çizgisi, önderliği,
tarzı olmaktan çok uzaktır veya bu nitelik ve yetenekten yoksundur. Tüm
iddiasına karşın, en nihayetinde, son tahlilde, Kürt ulusal mücadelesinin
tarihsel ve güncel gerçeği ve çıkarlarıyla bağlı ve sınırlı bir harekettir…
MLKP’ye gelince,
bu deneyim, Türkiye komünist hareketinin tarihinde, Mustafa Suphi’lerin Birlik
Devrimi deneyiminden sonra ikinci bir Birlik Devrimi’ni ifade etmektedir. Ama
bu partinin doğuş koşulları, Suphi’lerin Birlik Devrimi’nin gerçekleştiği
koşullardan çok farklı ve kıyaslanamaz ölçekte daha zor koşullar altında
gerçekleşmiştir.
Suphi’lerin Birlik
Devrimi ve TKP’si, Büyük Ekim Devriminin zaferi koşullarında, III.
Enternasyonal’in varlığı koşullarında, komünistler bakımından dev bir çekim
merkezinin ve son derece yüksek bir otoritenin olduğu koşullarda
gerçekleşmiştir. Dünya çapında devrimler fırtınasının estiği, Türkiye’de
emperyalist işgale karşı “ulusal kurtuluş savaşı”nının başlayıp geliştiği
koşullarda söz konusu birlik ve partileşme atılımı gerçekleşmiştir. Üstelik
birliği gerçekleştiren başlıca üç komünist grup, köklü bir geçmişleri olmayan,
henüz yeni kurulmuş ve daha ziyade bir veya bir-iki şehirle ve çevresiyle
sınırlı, dar grupçu gelenekle şekillenmemiş komünist gruplardan oluşmaktaydı.
Kısacası, son derece elverişli iç ve dış koşullarda ortaya çıkan bir birlik ve
partileşme atılımıydı, Suphilerin partileşmesi.
MLKP’nin
doğuşu ise, daha farklı ve özel koşullar altında gerçekleşmiştir. Dünya çapında
bir yenilgi ve gericilik döneminden geçilmektedir. 89/91 sürecinde
revizyonist/kapitalist sistem ve kampın çöküşüyle sosyalizmin prestiji dibe
vurmuştur. Marksizm-Leninizm’den, proletaryadan geniş çaplı bir yüz çeviriş
dalgası, devrim ve sosyalizm davasından hızlı bir kaçış ve çözülüş dönemin
tipik bir özelliğidir. Komünistler nezdinde Birlik Devrimi için de teşvik
unsuru olacak bir uluslararası otorite de bulunmamaktaydı. Türkiye’de 12 Eylül
yenilgisinden geçilmiştir. Genel demokratik halk hareketi de bir atılım
içerisinde falan değildir. Üstelik Birlik Devrimi’ni gerçekleştiren gruplar,
uzun bir tarihsel geçmişe sahiptirler; geride dar grupçu tarz ve geleneğin ağır
baskısı ve etkileri durmaktadır. Türkiye devrimci ve komünist hareketi,
bölünmelerle, parçalanmalarla belirlenen bir tarihe dayanmaktadır vb. Dolayısıyla
söz konusu Birlik Devrimi, zorlukları bakımından, Suphi’lerin TKP’sinin doğuş
koşullarıyla ve doğuşuyla kıyaslanamaz bile…
MLKP’nin
Birlik Devrimi atılımı üzerinde doğuşu ve partileşmesi deneyimi, ciddi hata ve
eksikliklerine ve zaaflarına karşın, Türkiye devrimci hareketinin gelişkin
mirasını da eleştirel içererek, içermeye çalışarak ortaya çıkan bir atılım
olmuştur. Bu bakımdan da bir ilktir. 12 Eylül yenilgisinden çıkarılan derslerin
de bir ifadesidir. Devrimci hareketin dar grupçu tarihine, parçalanmalar
geleneğine ve birden fazla komünist grup ve çevreye bölünmüş komünist hareketin
kendi grupçu ve sekter gerçeğine karşı ilkeli bir mücadele pratiğinin ürünü
olarak doğmuştur. İlk birlik denemesinin başarısızlığına karşın, komünistler,
sürecin eleştirel derslerini çıkararak Birlik Devrimi’ni gerçekleştirmeyi
başarmışlardır*. Marksizm-Leninizm’e, komünizme, Leninist parti teorisine
reddiye yazıldığı bir tarih kesitinde, Marksizm-Leninizm’e, komünizme, parti
fikrine ideolojik sadakatini, ilkesel bağlılığını ad seçiminde de göstererek
kapitalizme, burjuvaziye, gericiliğe, tasfiyeci dalgaya karşı meydan okuyarak
sınıflar mücadelesi arenasına çıkmıştır. Proletarya hareketini temel alma,
komünist işçi hareketi yaratma, Kürdistan devrim yangının Batı’ya taşıma,
proletaryanın önderliğinde devrimin ve sosyalizmin zaferini gerçekleştirme sözü
vermiştir. Bu bir tarihsel dönemeçtir, eski tarzdan ve bu tarza bağlı önderlik,
öncülük anlayışından esasen kopuşun ve aşılması iradesinin de bir ifadesidir.
Artık bu topraklarda devrimin, mücadelenin tarihi yazılırken bu deneyim ve
atılım da daima yazılmak zorunda kalınacaktır ve nitekim yazılmaktadır da.
MLKP, ilk
ortaya çıkışının ardından güçlü bir politik atılımla, bir başka komünist
yapıyla da birleşerek, kısaltılmış adında yer alan “K” (Kuruluş) ekini de
kaldırarak partileşmiştir. Dost da düşman da bu partiyi daima ciddiye almıştır…
Ancak ne var ki, bu parti, tüm iddiasına karşın, ilk temel atılımın ardından
tarihin ve sınıfın çağrısına yanıt olamamıştır. Önderlik anlayışı ve çalışma
tarzını, ilk temel yenilikçi atılımının ardından, bütüncül yenilemeye,
yetkinleştirmeye devam edememiştir. Başlangıçta ilan ettiği ideolojik ve siyasi
doğrultusunda tutarlılıkla duramamış, açık bir yön kaybı yaşamıştır. İnişli ve
çıkışlı istikrarsız bir rotada ilerlemeye çalışmış, giderek tıkanmış,
niteliksel ve niceliksel bakımdan ağır bir gerileme, durağanlık, aşınma vb.
sürecine girmiştir. MLKP’nin 20 yıla yakın tarihsel deneyimine, ya da söze göre
değil de tarihsel pratiğin denek taşına
vurarak baktığımızda, kabaca görülen gerçeği budur. Kuşkusuz ki komünistler, bu
tarihsel deneyimden, eleştirel bir
tarzda, ilkeli ve köklü bir eleştiri ve özeleştiri hareketiyle öğrenmek, ilkeli
bir tarzda yenilenmek ve kendini aşma yükümlülüğüyle karşı karşıyadırlar.
“İnsanlar kendi tarihlerini, kendileri
yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri koşullar içinde
yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan koşullar
içinde yaparlar.” (Marx) Proletaryayı temsil eden ve ona dayanmaya çalışan,
onun önderliğinde devrim ve sosyalizm amaçlarını yaşama geçirmeye çalışan bir
öncünün de gerçekleridir bu aynı zamanda. Evet, bu sözlerde ifadesini
bulan gerçekler devrimci hareketimizin tarihi için de olduğu gibi geçerlidir. Evet,
bu gerçeği, dünden bugüne gelen Birlik Devrimi’nin somut tarihsel gerçeğinden
de görebiliyoruz. “Yeni bir dili
öğrenmekte olan kişi başlangıçta, onu hep kendi anadiline çevirir. Ancak, ne
zaman yeni dili, eskiyi anımsamadan, ana dilini unutarak konuşmaya başlar, o
zaman o dilin ruhunu özümser, içinde yolunu bulabilir ve kendini özgürce ifade
etmeye başlayabilir.” (Marx, Louis
Bonaparte’ın 18. Brumaıre’i) Bu gerçeği, Birlik Devrimi’nin kendi öz
temelleri doğrultusunda yeni sıçramalar yaparak ileri gidememesinde de çarpıcı
bir tarzda görmekteyiz… Birlik Devrimi “eski ruhları” aşarak doğdu. Ne yazık
ki, ilk atılımlarının ardından “yeni dili”, yeninin içine tutunmuş olarak
ortaya çıkan eski dil ve değerler sisteminin, yeni dönemde gelişen zaaflarla birlikte,
baskın hale gelerek “hegemonya”sını kurmasıyla birlikte unutuldu; eski dönemin
“ana dili”, yeni dönemde, yeni bir biçimde, yeni zaaflarla birlikte, tasfiyecilikten
başka bir şey olmayan “yenilikçilik” oportünizmine bürünerek süreci yolundan
saptırdı; ağır mı ağır yıkımları üretti… Fakat komünistler yolunu açacaktır,
tarihsel deneyim ve birikimler bunun önde gelen güvencesidir ve güvencesi olmak
zorundadır. Lenin’in, yeninin ortaya çıkmasından sonra “geleneklerde eskinin
izlerinin devrimden sonra belli bir süre yeninin embriyoları karşısında ağır
basacağını da biliyoruz. Yeni henüz ortaya çıkmışsa, belli bir süre eski hep
daha güçlü kalır, bu hep böyledir, gerek doğada gerekse de toplumsal yaşamda.”
vurgusunu unutmayacağız ama tek şartla: Ezberleyerek
değil, üzerine düşünerek, içeriğini kavramak koşuluyla!!!
Dünyanın
neresinde olursa olsun Lenin’in şu sözleri, komünistlere ve partilere yol
gösterecektir:
“Bir siyasal
partinin, kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup
olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini
gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir
ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp
bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma
yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu
ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da
yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.” (“Sol” Komünizm Bir Çocukluk
Hastalığı)
“Parti tarihi
bundan başka bize başarılardan başı dönen, kendini büyük gören,
çalışmalarındaki kusurları görmezden gelmeye başlayan ve hatalarını
kabullenmekten ve onları zamanında içtenlikle ve dürüstçe düzeltmekten korkan
bir partinin, işçi sınıfına önderlik rolünü oynayamayacağını öğretiyor.”
“Bir parti
hatalarını gizlerse, sancılı meseleleri örtbas ederse her şey yolundaymış gibi
davranarak eksikliklerin üstünü örterse, eleştiri ve özeleştiriye tahammül
göstermezse, kendini beğenmişliğe ve gurura kapılırsa ve ilk başarılarıyla
yetirirse, mahvolur.” (Stalin, Eserler
C.15)
Lenin, “
‘bugüne kadar bütün devrimci partiler, gurura
kapıldıkları güçlerinin nerede
yattığını göremedikleri ve zaaflarını
ortaya koymaktan korktukları için mahvoldular. Ama biz yıkılmayacağız,
çünkü biz zaaflarımızı ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları altetmesini
öğreneceğiz.” (age., s. 409-410, iLa.)
Bu perspektif
kaybedildiği içindir ki, gerek içerde gerekse de uluslararası alanda komünist
hareket kaybetmiş, ağır yenilgilerle tasfiye olmuş ya da güçsüz ve dağınık bir
mevziilere yuvarlanmıştır. Kuşkusuz ki Dünya Komünist Hareketi, er ya da geç, bu
dağınıklığına da son verecektir, bedeli ağır olsa da.
Artık tarih,
hiçbir yüzeyselliği, oportünizmi, engeli kabul etmemektedir. Gezi-Taksim-Haziran
halk hareketinin tarihsel dersleri de bu bakımdan biz devrimci ve komünistleri
ayrıca sarsmalıdır. Gerisi devrimci hareketin maharetine kalmıştır.
Devimcilikte
direnmeye devam eden devrimci hareketi bekleyen ciddi tehlike ve tehditler var
önümüzde.
Önümüzdeki
süreçte, devrimcilik reformizm ekseninde bölünmeler, devrimci harekette değişik
türden bölünmeler, parçalanmalar süreci yaşanacaktır ya da yaşanacak gibi
gözüküyor. Somut tarihsel gerçekteki derin ve kapsamlı değişme ve gelişmeler, bu
değişme ve gelişmelerin anlaşılmamış ve yanıtlanmamış olması, “eski kafa”yla
yeni süreçlere yanıt verme direnci, büyük bir mücadele dalgasının geliyor,
gelişiyor ve gelişecek oluşu vb. gibi gerçekler ışığında, böyle bir süreci
beklemek son derece doğaldır. Ortada yapısal bir kriz gerçeği var. Tarihin
akışına karşı direnerek yürümek olanaklı değildir. Yani, “Görünen köy, kılavuz
istemez!” meselesi.
Bu
topraklarda da, devrimci amaçları için savaşan, devrim ve sosyalizmin zaferi
için vuruşan devrimci örgütler, yüzlerce, binlerce devrimci savaşçı daima vardı
ve var olacaktır. Kimse kimsenin karakaşı
için devrimcilik yapmıyor ve
yapmayacak. 40 yılı aşkın bir tarihin ardından bu, daha keskin bir
gerçektir. Devrimciler, er ya da geç, tarihsel deneyimlerinden bir gelecek
perspektifiyle elbette ki gerekli dersleri çıkaracak ve güçlü bir devrimci
donanıma çevirerek şu veya bu yoldan tarihsel yürüyüşlerine devam edeceklerdir.
Tarihsel tecrübe, hareketin gelişmesi önünde bir engele, bir keneye dönüşmüş
zihniyetlerden, alışkanlıklardan, oportünist öğelerden vb. arınarak yürümeyi,
keskin bir tarzda dayatmaktadır. Bu süreçlerin, ağır bedellerle yürüdüğü ve
yürüyeceği ise açıktır. Ama bedelsiz bir kavga, devrimci yenilenme, devrimci
zaferler ne olmuştur ne de olacaktır. 40 yıllık tarihsel deneyimin ve
uluslararası deneyimlerin eleştirel incelenmesi ve özümsenmesi, hareket
halindeki iç, bölgesel, uluslararası somut tarihsel gerçekliğin incelenerek
donanım kazanılması, devrimci ve komünist yenilenme bakımından yaşamsal önemdedir.
Yenilgiler, olumsuz deneyimler, öğrenmesini bildikten sonra, devrimci
yenilenmenin de aracıdır. Zaten önemli olan da bunu başarabilmektir. Devrimci
hareketimizin negatif durumu, tersinden, yenilenme, sıçrama ve sıçramalar için
bir dayanak noktası olmalıdır, aksi taktirde, bu durumun, güç yitirmenin, vasatlığın, sağlıksız
parçalanmaların, tasfiyeciliğe batmanın bir aracına dönüşmesi de tümüyle
olanaklıdır.
Diktatörlüğün
devrimci hareketi legalizmin, parlamentarizmin batağında çürütme politikası daima
özenle hesaba katılmalıdır. Legal hak ve özgürlükler öncelikle mücadeleyle
kazanılmış hak ve özgürlüklerdir. Bu ön vurguyla birlikte, burjuvazi asırların
mücadele deneyimlerine dayalı olarak, gelişkin bir sınıf bilinciyle bilmektedir
ki legalite, hareketi denetim altına alma, sisteme entegre etme işlevini de
görmektedir. Burjuvazi taviz vererek geri adım atarken içeri çekerek asimile
etme politikasını izler ve izleye gelmiştir. Bunu küresel deneyimlerden
bildiğimiz gibi Türkiye ve Kürdistan’ın deneylerinden de biliyoruz. İllegal ve
yasadışı temelleri ve silahlı devrim perspektifini yadsıyarak reformist çizgide
kendini inşa etmiş hareketlere açılan alan rastlantısal değildir… Keza henüz bu
temellerden ve yapılanmalardan kopmamış akımları sistematik devlet terörüyle
“kontrol edilebilir sınırlar” içerisinde tutmak, terörü ihmal etmeden
tasfiyeciliğe yöneltmek diktatörlüğün stratejisidir. Sermaye ve diktatörlük,
PKK deneyiminden, devrimci hareketin kontrol edilebilir sınırlarda tutulamaması
durumunda nasıl bir baş belasıyla karşılaşabileceğini yakıcı bir tarzda
yaşamıştır… Üstelik Türkiye ve Kürdistan halklarının, çeşitli milliyetlerden
proletaryanın birleşik bir mücadele dalgası ve devrimci başkaldırısının, Kuzey
Kürdistan’da patlak veren ve etki gücünü bölgesel ve uluslararası alanda
gösteren Kürt ulusal devriminden daha derin, daha kapsamlı, daha sarsıcı bir
etki yaratacağı ise açıktır. Bir diğer deyişle, emperyalizm ve işbirlikçi
kapitalist sistem ve gericilik, böyle bir devrimci gelişmenin yaratacağı altüst
oluşun bilinç ve deneyimleriyle silahlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye devrimci
hareketini kontrol edilebilir sınırlar içerisinde tutmada keskin bir sınıf
bilinciyle davranmaktadır. Tasfiyeciliğe yöneltme yöntemi de, sınıf düşmanının
devrimci hareketi denetlenebilir sınırlar içerisinde tutma politikasının temel
bileşenlerinden birisidir. Bu, yani devrimci hareketi tasfiyeciliğe çekme,
yöneltme politikası son derece ciddiye alınması gereken bir olgudur.
Başarısızlıklar, yenilgiler üzerinde yükselen ve tarihsel ve yapısal
zaaflarının kurbanı olan, kendini yenileme niteliği zayıf bir devrimci hareket
gerçeği, bu bakımdan da anlamlıdır. Anlamlıdır çünkü diktatörlük, ısrarlı
devrimciliğine karşın, kontrol edilebilir sınırları aşamayan ya da aşmamış,
somut tarihsel gerçeğin gerisinde kalmış, yenilgilerle yıpranmış bir devrimci
hareketi, daha kolayca tasfiyeciliğe çekebileceğini özenle hesaba katmaktadır.
Eğer
diktatörlük Kürt ulusal demokratik hareketini silahsızlandırarak sistemin içine
çekmeyi başarırsa, “Türkiye solu”nda da geniş çaplı tasfiyeci bir dalganın
kabarabileceği hesaba katılmalıdır. Bu memlekette de, devrimci harekette, işin
teorisini şimdiden yapmaya hazır küçük burjuva elitlerin, oportünist kadroların
varlığından hiçbir kuşkumuz yoktur. Her
bir tarihsel dönemeçte, devrimci amaç ve hedeflerden kopmadan, yeniden ve yeniden yapılanıp konumlanmakla, yenilenme adına tasfiyeciliğe,
reformculuğa gitmek iki farklı şeydir. Vurgumuz, ikincisine, tasfiyeciliğe dönüktür. Burjuvazi bir yandan devlet
terörüyle, diğer yandan legaliteye alan açarak özellikle belli tarihsel ve
politik dönemeçlerde, devrimciliğin ehlileştirilerek tasfiyesi operasyonunda
ustalaşmıştır. Örneğin Latin ve Orta Amerika’nın tarihsel tecrübeleri… Radikal
politik İslam’ın, radikal sol akımların, devrimci ve komünist akımların sisteme
entegre edilmesi tarihi tecrübesinden de bunu biliyoruz. Her halükarda sınıf mücadelesinin, devrim ve
sosyalizm davasına, ideallere, kavgaya bağlı devrimciliğin, hem bu topraklarda
hem de dünya çapında, kapitalizmin, emperyalizm ve gericiliğin iradesinden daha
güçlü olduğuna ve daima kendisini üreterek yoluna devam edeceğinden ise
kuşkumuz yoktur.
* O dönem
birlik ve partileşme çalışmasına ısrarla çağrılan TDKP ve TİKB, ilkesiz,
sekter, tasfiyeci bir tutum sergilemiştir. Sonuç: TDKP kendini tasfiye ederek
EMEP’leşmiştir. TİKB’e giderek erimiş, bir dergi çevresine dönüşmüş, üstelik
birkaç kez parçalanarak etkisizleşmiştir.