24 Ağustos 2013 Cumartesi

“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR II. BÖLÜM



“SOSYALİST SOL” ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR
                         II. BÖLÜM
Dinamik bir dünya-ülke-bölge gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu durum, parça ve bütün bağlamında gelişmelerin dinamik, sistematik, derin ve kapsamlı incelenmesini, yüksek teorik ve pratik donanım gerektirmektedir. Teorik zenginleşme, teorik hâkimiyet, somut koşulların somut tahlili, programın geliştirilmesi, programın yönlendirdiği strateji, stratejinin yönlendirdiği taktik gelişme çizgisi, taktiksel esneklik; politik amaçlarla bağlı, taktiksel esnekliğe yanıt veren, dinamik ve kendini yeniden ve yeniden konumlandıran bir örgütsel maddi güç olmadan öncülük, önderlik görevleri yerine getirilemez. Dar pratikçi, idareimaslahatçı önderlik-öncülük tarzında direnerek böyle bir yenilenmeyi ve pratik atılımı başarmak ise zaten olanaklı değildir. Buradan meseleye baktığımızda devrimci hareketin her bakımdan, evet her bakımdan, sürecin gerisinde kaldığı açıktır. Devrimci ve komünist hareket sürecin gerisinde kaldığı için bir seçenek haline gelememektedir. Gezi-Taksim halk hareketinin deneyimi de bu gerçeği açıklıkla gün ışığına çıkarmıştır. Ancak buradan hareketle güç haline gelmek için tasfiyeciliğe, reformizme, pragmatizme vb. yönelmek asla çözüm değildir. Evet, güç olmadan politika yapılmaz, güç olabilmek için ise politika yapmak gerekir.  Fakat her durumda ilkesiz politikadan, devrimci ve komünist amaçları yadsıyan, revize eden, tasfiyeci ilkesiz politikadan, bir diğer deyişle, “reelpolitiker” oportünizmden uzak durmak gerekir. Bu vb. yönelimlerin, teori ve pratiklerin bir çözüm yolu olmadığını ve olmayacağını iç ve küresel deneyimlerden biliyoruz. Önemli ve belirleyici olan devrimciliğin ve komünist devrimciliğin korunarak hareketin kendisini aşması ve yenilemesidir; böylece, bu temeller üzerinde, sınıf mücadelesi ile “öncülük”, “önderlik” iddiası arasındaki uçurumun aşılabilmesi ya da çelişkinin devrimci bir tarzda çözülmesidir… Çelişkinin devrimci çözümünde de “organik birey”in rolü ne olursa olsun, belirleyici olan organik/kolektif akıldır, kolektif akıl olmalıdır. Hangi kılıf altında ortaya çıkarsa çıksın, örgüt-birey bağıntısında, pasif kitleler aktif kurtarıcı bireyler teori ve pratikleri küçük burjuva elitizminin, aydın bireyciliğinin, örgütsel oportünizmin ifadesidir sadece. “Özneleşmek”, donanıma dayanan, böylece sorunlara bütüncül bakan organik etkin bireyler haline gelmek ise kolektivizm ilkesine, iç demokrasi ilkesine, aleniyet ilkesine dayanan dinamik ve üretken bir işlerliği ve niteliksel bir gelişme çizgisini gerektirir; ki bunlarsız bir demokratik merkeziyetçilikten de söz edilemez.
Teorinin zenginleştirilmesinde, program ve stratejinin, ideolojik donanımın, taktiklerin geliştirilmesinde, önderlik ve çalışma tarzının yenilenmesinde ölçü, gelip geçici başarılarda aranmamalıdır. Aksine, yalpalamalara vb. karşın, devrimci yenilenmenin istikrarlı bir yönelimde somutlaşıp somutlaşmadığına bakılmalıdır. Bu yönelimin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin gereksinmeleri bağlamında, hareketi, önderlik-öncülük misyonuna taşıyıp taşımadığına bakılmalıdır. Soruna buradan baktığımızda kâğıt üstünde kalan şeylerin bir değeri olamaz. Pratikleşmemiş sözler, bir ölçü oluşturmaz. Ve burada, kuşkusuz ki, mükemmel ölçüler de anlamsızdır. Sınıf mücadelesinde kusursuzluk aramak, idealize edilmiş ölçülerle “analiz” yapmak açık bir saçmalıktır. Her bakımdan yenilenme kesintisiz bir iştir; olmuş-bitmiş, tamamlanmış, son yetkinliğine ulaşmış, değiştirilemez, dokunulamaz bir şey olamaz. Burada sorulacak soru şudur: Sınıf mücadelesi cangılında ya da okulunda duruşun ve yönelimin ne? Sınıf mücadelesinin gereksinmelerine yanıt veriyor musun vermiyor musun?   
Bazı olgulara dikkat çekmek gerekmektedir.
Yeni tipten bir işçi hareketiyle, halk hareketiyle, çeşitlenmiş bir toplumsal muhalefet ve mücadeleyle (ekolojik hareket, LGBT hareketi, feminist hareket, ulusal topluluklar hareketi, eşit yurttaşlık hareketi, kültürel hareketler vb.) karşı karşıyayız. Dünya çapındaki derin alt üst oluşlarla yeniden şekillenen sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bir yapılanma gerçeği karşımızda duruyor. Yeni tip sınıfsal ve toplumsal hareketlerin maddi temeli de işte bu sosyo-ekonomik yeniden yapılanma olgusunda yatmaktadır. Bu değişim ve dönüşümü bilince çıkarmadan, teori ve programı, strateji ve taktikleri; önderlik ve çalışma tarzını buna göre geliştirmeden devrimci hareketin kendini aşarak ilerlemesi olanaklı değil. Bütün mesele bu gerçeğin bilince çıkarılması, teoride ve pratikte sorunun içselleştirilmesi, gerekli donanımın kazanılmasına bağlı olarak yeni tip hareketlerin kapsanması ve geliştirilmesidir.
Geçiyoruz dünyayı Türkiye’de de kırsal mücadeleyi temel alan akımların da, kır ve kentin birliğine dayanan ama kırı mücadelenin temel alanı olarak gören akımların da, klasik-geleneksel kent küçük burjuvazisini temel alan akımların da maddi toplumsal temeli yitip gitmiştir. Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesi olmaktan çıkmıştır. Köylülüğü, geleneksel kent küçük burjuvazisini temel alan ya da bu toplumsal kategorilerin nesnel sınıfsal çıkarlarını temsil eden, bu geleneksel tabakaların gelişen kapitalizm tarafından mülksüzleştirilmesine, proletaryanın saflarına atılmasına karşı doğan siyasal tepkinin ifadesi ya da somutlaşması olan ideolojik-siyasal-örgütsel çizgiye dayanan parti ve çevrelerin eskimiş olduğu da açıktır. Türkiye’yi 60-70-80-90’larda olduğu gibi hala bir küçük burjuvalar ülkesi olarak görenler, dinamik maddi toplumsal gerçeği, bu gerçekle bağlı olan sınıflar arası temel ilişkilerde yaşanan son derece önemli değişiklikleri de anlayamamıştır. Böylece teorileri, programları, strateji ve taktikleri iyice ıskartaya çıkmıştır. Bu tablo, tüm devrimci kararlılığına ve iddiasına karşın, söz konusu çizgilere oturmuş devrimci hareketin neden siyasal ve toplumsal mücadelelerin öncüsü haline gelemediklerinin ve gelemeyeceklerinin temel verilerindendir. Toplumsal yaşam da sürekli hareket, değişme ve gelişme içerisindedir. Gerisinden kalan politik kuvvetlerin sınıf mücadelesinin önünde bir engele dönüşmesi kaçınılmazdır. Yukarıda üzerinde dura geldiğimiz önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla, bu değişimleri içselleştirip, yenilenip, sıçrama vb. yapmak ise olanaklı değildir.
Türkiye, kapitalizmin orta derecede geliştiği ülkeler kategorisindedir. Türkiye’de kapitalizmin atılım yaptığı tarihsel dönemeçleri 30’lar, 50’ler ve 80’ler oluşturur. 80’lerden bu yana yalnız dünyada değil, Türkiye ve Kürdistan’da da kapitalizm hızlı bir tempoda gelişmektedir. Türkiye ve Kürdistan’da egemen üretim tarzı, kapitalizmdir. Gerek Kuzey Kürdistan’da, gerekse de Türkiye’de kentler belirleyici merkezlere dönüşmüştür. Böylece siyasal ve toplumsal mücadelenin kalbi kentlerde atmaktadır.  Modern kent hareketi bütün çeşitliliği içerisinde öne çıkmıştır, çıkmaya devam edecektir. Kır kenti izlemektedir ve artan oranda izleyecektir. Başta metropoller olmak üzere kentler, bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin en ileri biçimlerine bağlanmış modern sınıfsal ve toplumsal mücadele biçimlerine öte yandan da hızla çözülen, mülksüzleşme süreci yaşayan sınıf ve tabakaların geleneksel, tepkisel mücadele biçimlerine; bu mücadele biçimlerinin karmaşık biçimlerde iç içe geçerek geliştiği arenalara dönüşmüştür, dönüşecektir. Sınıfsal ve ezilen toplumsal kimliklerin (ulusal, etnik, cinsel, inançsal, kültürel vb.) mücadeleleri arasındaki etkileşim ve iletişim daha da güçlenmiştir ve güçlenecektir. Eşit yurttaşlık hareketi, tüketici hakları hareketi, ekolojik hareket, demokratik kadın hareketi, LGBT hareketi, küresel haklar hareketi vb gibi hareketler gelişip güçlenecektir. Kürt ulusal sorununun kısmi burjuva demokratik çözümü koşullarında, Kürdistan’da da sınıfsal mücadele dinamiği keskinleşerek gelişip öne çıkacaktır. Batı’dan farklı olarak hala bir Kürt ulusal sorununun var olacağı, bölgesel (Ortadoğu) çapta Kürt sorununun varlığı dinamiği ile iç içe geçmiş bir tarzda kendini dayatmaya devam edeceği gerçeğiyle birlikte “Doğu”da da kentsel mücadele belirleyici dinamik olarak keskinleşecektir. Tüm bunlar, kentsel odaklı zengin bir mücadelenin bileşkesi olacak mücadeleleri ateşleyerek, emperyalizme, işbirlikçi kapitalist sisteme, kapitalizme ve gericiliğe karşı mücadeleleri ivmeleyecektir. Kentler, hem demokratik hem de sosyalist devrimde proletaryanın sosyalist bağlaşığı olan yarı-proletaryanın, kent yoksullarının artan oranda yığıldığı mekânlar haline gelmiştir ve gelmektedir. Kitlesel işsizler hareketi, yoksullar hareketi de değişik biçimlerde gelişecektir. Emperyalist küreselleşmenin ivmelenmesiyle işsizlik ve yoksulluk da küreselleşmiş, kronikleşmiş, yapısal karakter kazanmıştır. Bu, Türkiye’nin de gerçeğidir. Eski ve yeni biçimleriyle küçük burjuva siyasal akımların kent yoksullarının radikalizmine dayanarak güç haline gelme yönelimine girecekleri de görülmelidir. Sorunun bir boyutu da kent yoksullarının hareketinin kimin kazanacağı sorunudur… Kent yoksulları (kent yarı-proletaryası) gerek antiemperyalist demokratik devrimde, gerekse de sosyalist devrimde devrimci proletaryanın sosyalist bağlaşığı olduğunu ise hatırlatmaya bile gerek yoktur.
Komünist bir partinin işçi sınıfını temsil etmesi, proletarya hareketine bağlanması, onun nesnel doğası, sınıf karakteri, sosyalist ve komünist amaçlarıyla bağlı bir sorundur; burada, niyetler, dilekler, keyfiyetler değil, sınıf mücadelesinin nesnel gerçeği, kapitalist üretim tarzı ve sınıf antagonizması üzerinde yükselen ve (yol gösteren) gerçekleri belirleyicidir. Marx’ın dediği gibi “Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, varolan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir.” Buna göre, eğer kağıt üzerinde kalan bir şey varsa, teori ile pratik birbirinden kopuksa, bu oportünizm demektir. Keza teori revize edilmişse bu revizyonizm demektir. O halde, dünyanın neresinde olursa olsun, komünist hareketin kendi ideolojik, ilkesel konumlarından kaymaksızın kendini yenilemesi gerektiği açıktır ve açık olmalıdır.
Türkiye’de proletarya, bugün, yalnızca niteliği itibariyle değil, aynı zamanda niceliksel gücüyle de çok daha çarpıcı tarzda geleceği tayin edecek sınıf olarak öne çıkmıştır. Geçtik komünist hareketi proletaryayı görmeyen, lafta gören herhangi bir devrimci yapının bile geleceği yoktur. Devrimde proletaryanın önderliğini “ideolojik önderlik”le sınırlayan, kırı-köylülüğü-kent küçük burjuvazisini-yoksulları-halkı-ezilenleri temel alan, proletaryaya, bu vb. sınıf ve tabakaların, niceliksel olarak güçlü ama nitelik olarak zayıf ve söz konusu kesimlere yedeklenmiş bir güç olarak bakmanın ifadesi olan devrimci-demokratik yaklaşımların “sosyalizm” adına yaptıkları temel şey, proletaryayı ideolojik, siyasi, örgütsel olarak silahsızlandırmaktır. Devrim yapmak, devrime önderlik etmek iddiasıyla yola çıkan devrimci-demokrat akımların, proletaryayı temsil etmemekle birlikte, onun daha da büyümüş olan gücünden de yararlanmak için, işçi sınıfına daha fazla yönelecekleri de açıktır. Proletaryanın yerine yoksulları, halkı, kent küçük burjuvazisini, ezilenleri, çokluğu vb. geçiren, yönü belirsiz bir şekilde çalışanların, teori ve pratiklerini buna göre biçimlendirenlerin; sistematik bir tarzda proletarya hareketini temel alarak çalışmak yerine konjoktürel olarak öne çıkan hareketli toplumsal kesimlere yönelen ve istikrarsız, yönsüz ilerlemeye çalışan herhangi bir komünist partinin, herhangi bir komünist grubun ise geleceği olamaz. Zaten bu topraklarda işçi sınıfını temel alma, komünist hareketin işçi sınıfı hareketiyle birleşmesi temel tarihsel ve güncel görevi ilkeli, istikrarlı, bütünsel bir perspektiften hiçbir zaman pratikleştirilememiştir. Bu olgu, proletarya sosyalizmi üzerindeki devrimci-demokrasinin ya da halkçı devrimciliğin ideolojik-siyasi bakımdan derin etkisini ifade etmektedir. Marksizm-Leninizm’i, proletaryayı temsil etme, proletarya hareketini temel alma, komünist işçi hareketi yaratma iddiasının lafazanlığa dönüşmesi, tasfiyeci bir çürümeye dönüşerek tipik bir oportünizme, ideolojik liberalleşmeye dönüşmesi bu toprakların çok temel bir olgusudur. Bu iddiasının arkasında, o da kısmi dönemsel yönelimlerin dışında, duramamış komünist hareketin gerçeği, komünist işçi hareketinin geliştirilememesinin ana nedenidir. Böylece işçi sınıf hareketi alanı revizyonizmin, reformizmin, oportünizmin, sosyal demokrasinin, sarı sendikal çizgilerin hegemonya ve rekabet alanı olagelmiştir. Bu tablo, Marksizm-Leninizm, sosyalizm, komünizm adına içler acısı bir tablodur. Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla yeniden yapılanan sınıf ilişkileri, bu temelle bağlı yeni tipten bir işçi sınıfı hareketinin uç vererek geliştiği dünyamız ve Türkiye gerçeğinde, bu gerçekleri de anlamaktan ve yanıtlamaktan uzak bir komünist öncü, eskimiştir, eskide kalmıştır; demokratik ve sosyalist görevleri omuzlamaktan ve öncülük yapmaktan zaten uzaklaşmıştır demektir. 40 yıllık tarihsel pratiğin kanıtladığı gibi kendi kendisine dahi önderlik yapamayan bir “önderlik”, “öncülük” zihniyetinin, teori ve pratiğinin herhangi bir geleceği de yoktur. Bilimsel Sosyalizm ve modern komünist hareket asla bu değildir. Kuşkusuz ki komünistler ve modern proletarya hareketi yolunu açacaktır. Bu, eşyanın doğası gereğidir.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye devriminin özgün ve birleşik karakteri çarpıcı bir tarzda açığa çıkmıştır. Gerek bu olgu, gerekse de Kürt ve Türk devriminin bölgesel ve uluslararası perspektiflerini anlayamayan, bölgesel devrim perspektifini içermeyen ve sosyal şovenizmin etki gücünü de ifade eden bir geriliğe dayanan devrimci hareketin kendini yenilemesi olanaklı değildir. Devrimci hareket bu bakımdan da eskiyi, eskimiş olanı temsil etmektedir. Kürt sorununun kısmi burjuva demokratik çözümü koşullarında Kuzey Kürdistan’da sınıfsal mücadele öne çıkacaktır ama bu, ulusal sorunun köklü çözülmemiş olması ve Kürt sorununun Ortadoğu çapında çözümünü dayatan dinamiği üzerinde yükselen ve yükselecek olan bir mücadeleyle iç içe geçerek şekillenecektir. Bu bağlamda ulusal ve toplumsal mücadele dinamiğini birbirine bağlayarak ele almayı başaramayan, Kürt sorunu gibi Türkiye ve Ortadoğu çapında bir sorunun gereksinmelerine yanıt veremeyen, sosyal şovenizmin etkisini açıkça yansıtan parti modelleriyle de şekillenen yapıların eskimiş olduğu ve yeni sürece de yanıt olamayacağı açıktır. Zaten bugüne kadar da yanıt olamamıştır. Doğan boşluk, ezilen ulus milliyetçiliğinin başlangıçta devrimci-demokratik, süreklilik bağıntısında yaşanan dönüşümle birlikte ise radikal reformcu çizgisi tarafından doldurulmuştur. Ulusal ve toplumsal mücadeleyi birbirine bağlayan, toplumsal kurtuluş amacına bağlanmış tarzda ulusal mücadeleyi ele alan, bölgesel devrim perspektif ve programının yol gösterdiği tek sınıf ilkesi ama iki parti stratejisi ve modeliyle yeniden yapılanmak gerekmektedir. Bu strateji ve model özü itibari ile legal sosyalist partisel harekete de yön vermek zorundadır. Bugüne kadar bu kavrayış, donanım bilince çıkarılamadığı, reddedildiği için yol gösterememiştir. Burada sorun, güç yetersizliği gibi ikincil, üçüncül bir sorunla değil, Marksizm-Leninizm’in, Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu somut tarihsel gerçekliğinin yeterince kavranamamış olmasıyla ve bu gerilik üzerinde, nesnel olarak, sosyal şovenizmin etki gücüyle bağlıdır.
 Kemalist burjuva laikçilikle ve “irtica” karşıtlığıyla köklü ve bütüncül hesaplaşamama olgusu, dinin, İslam’ın, tarihsel ve güncel bakımdan Mezopotamya-Ortadoğu-Türkiye-Kürdistan gerçekliğinde tuttuğu yerin, oynadığı rolün bilince çıkarılamamasıyla, emperyalist küreselleşmenin bu bağlamda yarattığı değişimlerin de kavranamamasıyla bağlı şekillenmiş bir devrimci hareket gerçeği var karşımızda. Bu gerçekler, devrimci ve komünist hareketin Kemalist laikçiliğin ve politik İslam’ın etki alanı içerisinde olan geniş emekçi kesimlere yabancılaşmış olması gerçeğinde ortaya çıkmaktadır. Devrimci hareketin bu bakımdan temel gerçeği geniş kitleleri çekecek özgün politikaların ve pratiğin geliştirilememesinde somutlaşmaktadır. Bu zaaflar, 70’li yılların devrimci yükseliş koşullarında devrimci hareketimizin lehine ortaya çıkan göreli ama oldukça önem taşıyan bazı kazanımlara karşın, devrimci hareketin tarihsel ve yapısal gerçeklerindendir. Bu tabloya, bu topraklarda yaşayan 40’a yakın ulusal topluluğunun varlığını, onların tarihsel ve güncel gerçekliğinin yeterince anlaşılmamış olmasını, onları kazanma kudreti taşıyan özgün politikaların geliştirilmemiş olması gerçeklerini de eklemeliyiz.
Bundan dolayıdır ki sermaye ve diktatörlük, laikçi ve dinci burjuva partiler dünden bugüne bu alanlarda keyfince at oynata gelmişlerdir. Doğada olduğu gibi politika alanı da boşluk tanımıyor, devrimci ve komünist hareketin dolduramadığı boşluk bir biçimde doluyor. Örneğin “Kemalist paradigma”nın iflas ettiği yeri siyasal İslam dolduruyor; geniş işçi ve emekçi kesimleri yedekleyip sisteme entegre edebiliyor ya da ediyor… Kendisini yenileyemeyen devrimci hareket gerçeği işte bir de bu alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Açık ki bu alanda da laik ve antilaik, Alevi-Sünni çelişkilerine özgün bir tarzda müdahale edecek bir yenilenmeye gereksinim var. Yenilenme bu alanları da kapsayarak gelişmek zorundadır. Tarihsel ve güncel izdüşümleri içerisinde, sosyo-ekonomik yapıdaki derin değişme ve gelişmelerle bağlı olarak, Alevilik, 80’ler öncesinden farklı olarak, (kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak) kent gerçeğine dayanarak, yeni tipten bir demokratik Alevi hareketi olarak şekillenip gelişiyor. Kapitalizm, Kemalizm, Alevilik, politik İslam bağıntısı, bütün çelişki ve çatışmaları içerisinde, daha özgün biçimler kazanıyor ve yeniden yapılanıyor. Tarihteki ilerici, devrimci rolüyle Kızılbaş Alevilik, yoksul köylülüğün, ezilenlerin hareketi olarak Alevilik, sınıfsal temelde hızla bir saflaşma sürecini de yaşıyor. Alevi burjuvazisi, Aleviliği Sünnileştirme, devlet Aleviliği geliştirme, Şiileştirme, içini boşaltma operasyonlarında sermayeyle, devletle, egemen sınıfla işbirliği içerisinde başı çekiyor.  Bu süreçlerin ve dönemeçlerin doğru okunmaması ya da yüzeysel okunması devrimci hareketin ileri değil ama geri bir yanını yansıtıyor. Yukarıda işaret ederek geldiğimiz tablo da devrimci hareketin neden zayıf kaldığının, muhatabı olduğu, kazanması gereken geniş emekçi kitleleri kazanamadığını açıklayan bazı temel somut gerçekleri vurgulamaktadır. Ama zaten devrimci hareketin tarihsel ve güncel gerçeğine damgasını basmaya devam eden bir çalışma tarzı ve önderlik anlayışı ile bu sorunlar köklü bir tarzda çözülemez, yanıtlanamaz.
Teorinin küçümsenmesi, teorik çalışmanın bilmem kaçıncı plana sürülmesi, dinamik somut tarihsel gerçekliğin derin ve kapsamlı kavranamaması ve böylece diyalektik materyalist analizinin geliştirilememesi, dinamik sürecin sistemli bir tarzda incelenmemesi, teorik-ideolojik donanım yetersizliği; pratiğin önünün teori ile aydınlatılamaması; yüzeysel ve geliştirilemeyen, çoğu zaman da hayattan kopuk temel siyasal çizgi ya da bir program ve strateji; günlük çalışmayla program, taktik ile strateji arasındaki bağın zayıflığı ya da kopması; taktiksel esneklik yoksunluğu; kolaycılık, kolay ve erken zaferler peşinde koşma; ilke ve esnekliği birleştiren bir ittifaklar politikası ve birleşik mücadele yerine dar grupçu rekabet ve hegemonya mücadelesi; tarihsel dönemeçlere hazırlıksız yakalanma; doğan tarihsel fırsatları değerlendirememe; daha ziyade yenilgilerle belirlenen bir tarih; anı, günü, dönemi kurtarma pragmatizmine tutsaklık; grup için politika tarzı, grupsal tatmine endeksli ufuksuzluk, geniş kitlelerden kopukluk, geniş kitlelere değil kendine önderlik; bürokratik merkeziyetçilikle şekillenmiş, elitizm üreten, tek tipleşmiş, biat kültürünü dayatan ve önderlik kültüyle şekillenmiş, kazandığından çok ve bolca kadro harcayan, kadroların bağımsız devrimci kişilik kazanmasını önleyen, “aykırı” görülenin kolayca tasfiye edildiği dar bürokratik örgütsel yapılar; içsel sorunların bastırılması ve iç demokrasiden uzaklık; düşük verim-başarı-çözümle belirlenen, aşırı enerji tüketen, bir-iki yıllık başarılı çıkışlarla sonlanan ve kendine dönen, bir tür kendini tekrar eden ve tüketen zihniyet ve duruş; devrimci istikrara, yüksek teorik-ideolojik, siyasal, örgütsel donanım ve yeteneğe sahip, kendini sürekli yenileyebilen, tarihin dersleriyle silahlanan, bu temelde otoritesini ikna gücünden, mücadelenin ağır ve kapsamlı sorunlarını çözmekten alan önderlikler yaratamamak, dar pratikçi idare-i maslahatçı önderlik anlayışı ve çalışma tarzının bazı temel karakteristikleridir. Bu tarz, devrimci hareketin tarihsel ve yapısal zaafı, alışkanlığı, geleneğidir. Büyük ve kitlesel mücadeleler deneyiminden geçmemiş, pratikten öğrenmeyi, kendi dar pratiğini ve dar pratikçiliğini teorileştirme olarak anlayan bir önderlik ve çalışma tarzının ufuksuzluğu da gayet anlaşılırdır. Bu tarzın aktif uygulanmasıyla pasif uygulanması arasında önemli farklılıklar olmakla birlikte, özünde, aynı tarzdır. Böyle bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla, geçici olmaya mahkum dönemsel başarılar ve kazanımların ötesinde, devrim ve sosyalizm kavgasında başarılı olmak, güçlü ve gelişen bir çekim merkezi, saygı uyandıran bir politik seçenek haline gelmek, sınıfı ve emekçileri kazanmak, kuşkusuz ki olanaklı değildir. 40 yılın tarihsel tecrübesi de bunun kanıtıdır.
Bu tarz, geniş kitlelere zaten umut ve güven vermiyor, geçiyoruz bunu, kısa ve geçici dönemler hariç, kendi kadrolarına, sempatizan kitlesine dahi güven ve umut vermiyor. Ajitasyonla, ödenmiş bedellere ve şehitlere sistematik yapılan vurgularla sorunlar ne yazık ki çözülmüyor. Teorinin, politikanın, örgütlenmenin, pratiğin sorunları ajitasyon ve hamasetle çözülmez ve çözülmüyor. Bu yöntemi ve tarzı kullanan ya da buna alışmış “önde”rlerle, yöneticilerle, kadrolarla sorunlar çözülemez. Bu bir tarihtir, gerisinde 40 yıllık bir tarihsel şekillenme yatmaktadır. Köklü bir kopuş gerekiyor. Ki üstelik bu 40 yıllık tarih öyle bir tarihtir ki, derin altüst oluşlarla şekillenmiştir; buna rağmen devrimci hareket kendisini yenileyememiştir; işte size, 71 devrimci doğuşu ve 12 Mart yenilgisi; 74-80 devrimci yükselişi, 1980 12 Eylül yenilgisi ve yeni bir tasfiyeci dalga; PKK’nin 84 gerilla çıkışıyla başlayan 90’lara doğru serhildanlarla birleşerek ulusal devrime dönüşen pratiği; revizyonist-kapitalist sistem ve kampın 89/91 sürecinde çözülerek dağılışı, ASHC’nin düşüşü, “uluslararası ideolojik merkezler”in tarihe gömülmesi, dünya devrim dalgasının dibe vurması, devasa bir tasfiyeci dalgayla devrimden ve sosyalizmden geniş çaplı bir kaçış; diyelim ki 70’lerin ikinci yarısından başlayarak uluslararası tekellerin damgasını taşıyan emperyalist küreselleşmenin devasa atılımı, emperyalist dünya sisteminin teknik temelinin değişmesi, alt ve üst yapılarının yeniden yapılanması; Çin’in dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmeye yönelmesi; kapitalizmin hızlı bir tempoda derinlemesine ve genişlemesine gelişmesiyle birlikte sınıflar arası temel ilişkiler alanın yeniden şekillenmesi vb. vb.
Tüm bu tarihsel sürecin dinamik, çarpıcı, sarsıcı, karmaşık, son derece sorunlu ve kapsamlı değişiklik ve dönemeçlerine devrimci hareket, hazırlıksız yakalanmıştır. Bu süreçlerin devrimci ve komünist yenilenme bakımından sunduğu derin ve kapsamlı deneyimleri bilince çıkarılamamış, dersleri, bir donanıma çevrilememiştir. Devrimci hareket, çağın ve sınıf mücadelesinin gereksinmelerine yanıt verememiştir. Dahası, bu gereksinmelere yanıt vermek bir yana, altında ezilmiştir. Açık ki eleştirdiğimiz tarzla bunu başarmak olanaklı değildir. Ama bu denli zorlu ve karmaşık süreçlerin, dönemeçlerin varlığına ve deneyimlerine karşın, bu denli sarsıcı bir sürece karşın, devrimci ve komünist hareket, önderlik ve çalışma tarzı bakımından da kendisini sarsıcı bir tarzda sorgulayarak aşamamıştır. Kuşkusuz ki bu tablo, sadece Türkiye’yle ilgili bir tablo değildir, uluslararası gerçekliği kapsayan bir tablodur ve uluslararası devrimci-demokrasi ve komünist hareket de, değişen düzeylerde, bu resmin bir parçasıdır… Dünya tarihinde bu denli derin alt üst oluşların yaşanmasına karşın, devrimci ve komünist hareketin, yenilenme bakımından, kesin ve köklü bir sıçrayışla kendini aşamaması olgusu, ne denli kökleri derine giden taşlaşmış bir zihniyet ve yapıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi bakımından çarpıcıdır. İç ve uluslararası alanda devrimci hareketin güçsüzlüğü, dağınıklığı, sürecin peşinde sürüklenmesi çarpıcı bir gerçektir. Bunu, öncelikle yapısal bir kriz olarak tanımlamak gerekir.
Bu gerçek devrimci hareketin nesnel gerçeğidir. Burada şu veya bu partinin, grubun, çevrenin öznel olarak kendisine yakıştırdığı tanımlamaların fazlaca bir anlamı da yoktur. Yapısal kriz tarihsel bir üründür; tarihsel bir arka plana dayanmaktadır. Kökleri geçmişe uzanmakla birlikte 1950’lerden bu yana gelen ve somut tarihsel koşullardaki derin ve köklü değişikliklerle (“küreselleşme”, sosyalizmin tasfiyesi, revizyonist/kapitalist kampın dağılışı vb.) bağlıdır. Çağımızın (emperyalizm ve proletarya devrimler çağı) gerçekliği temelinde, nesnel koşullardaki çok önemli değişmelerin, doğal ve kaçınılmaz olarak, öncülük ve önderlik iddiası bakımından anlaşılmaması ve yanıtlanamaması devrimci harekette krize yol açar, kriz giderek yapısallaşır, kendini üretmeye devam eder… Bu kriz, devrimci hareketin değişik eğilimlerinde, değişik biçimlerde açığa çıkmasına ve eşitsiz gelişmesine karşın, genel bir özelliktir. Krizden çıkış süreci, yapısal bir değişimle ancak başarılabilir. Bu bakımdan teori ile pratiğin birliğine dayanan bir devrimci yenilenme şarttır. Devrimci hareketimizin bu olguyu bilince çıkardığını düşünmüyoruz.
Devrimci hareketin, 90’lı yılların ikinci yarısından bu yana süregelen tablosu ise, yapısal kriz temelinde ya da yapısal krizle bağ içerisinde, genel bir gerileme, güçsüzleşme, kan kaybı, durumu kurtarma, idare etme ama bunu da başaramama, niteliksel ve niceliksel zayıflama biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu kesitte, yapısal ve güncel sorunları çözmekten uzak, kısa ve geçici dönemsel çıkışların varlığı ise, nesnel olarak, gerçek durumun anlaşılmasının ve yanıtlanmasının önünde birer sis perdesine dönüşmüştür. Bu bakımdan da devrimci hareketin gelişim tablosu eşitsizdir ama temel gerçeği benzerdir ya da diyelim, son tahlilde çakışmaktadır. Daha öncesine gitmeden baktığımızda, 1996’dan bu yana, 1990’ların ikinci yarısından ya da 2000’lerin ikinci yarısından bu yana gelen kesitte, devrimci hareketin değişik öğelerinin karşılaştırılması yapıldığı takdirde bunu çıplak bir tarzda görmek tümüyle ve bütünüyle olanaklıdır. Tarihsel ve yapısal zaaflar, güncel mücadelelerin gereklerinin ve gereksinmelerinin yanıtlanmaması, uzun yıllardır devrimci hareketin varlık hakkını açıkça tehdit etmekte, onu niteliksel ve niceliksel bakımdan güçlü ve çok yanlı aşındırmaya devam etmektedir. Bu durum, devrimci hareketteki tasfiyeci oportünist, legalist, postMarksist eğilimler için de bereketli bir toprak sunmaktadır. Kendi tarihsel ve güncel gerçeğine, geçici ve kısmi düzeltmelerin ve çıkışların ve tatmin olmanın merceğinden değil de, ilkeli, köklü bir devrimci müdahaleyle yenilenmenin, stratejik düşünüp davranmanın perspektif ve iradesinin gözünden baktığımız takdirde (ama bakılamamasının sonucudur ki), devrimci harekette, onun bir kesiminde, daha bağnazlaşma biçiminde bir eğilim, bir diğer kesiminde ise, ideolojik ve örgütsel liberalleşme, açık tasfiyecilik eğilimi gelişmektedir. Fakat her iki yöneliş de, sorunları çözmek bir yana, sorunlardan kaçmanın iki değişik formunu oluşturmakta, tasfiyeci çürüme ve devrimci değerlere karşı keskin bir yabancılaşma geliştirmektedir. Bu vb. yönelim ve duruşlardan devrimci yenilenme ve sıçrama, öncülük ve önderlik adına bir şey çıkmaz, çıkmayacağı da açıktır; aslında bu bir kaçıştır ya da apaçık ezilme ve yenilgidir. Evet, ama yenilgiyi neden kabul edelim ki! Çözümün ise çok zorlu mücadele ve bedelleri gerektirdiği de açıktır. Yani, ya bir yol bulunacak ya da yeni bir yol açılacaktır. Stratejik zaferin kazanılması için taktik yenilgiler göze alınabilmelidir. Mesele bundan ibarettir.
Kuşkusuz ki devrimci hareketimizde sorgulama ve arayışlar daima olmuştur, olagelmiştir. Peki, ama bu arayışlar gerçekte devrimci yenilenme bakımından ne anlama gelmekteydi?
12 Eylül yenilgisiyle ve özellikle 89/91 çözülüşüyle, tarihten, deneyimden, yenilgilerden ders çıkarma adına başlatılan sorgulama süreci geniş çaplı devrimden yüz çevirişle, tasfiyecilikle noktalanmıştır. Ki bu süreçte, 74-80 devrimci yükselişi kesitinde, kitlesellikleriyle öne çıkan güçleri oluşturan Dev Yol, Kurtuluş, TDKP gibi (ve başkaları) örgütler, yenilenme adına devrimcilikten reformizme (ÖDP’lileşme, EMEP’lileşme) geçiş yapmıştır. Geri kalanlar ise, aralarında önemli, bazı bakımlardan çok önemli farklılıklarına karşın, göreli bir yenilenme yönelimiyle birlikte, özünde, kendi geleneksel çizgi ve tarzlarına daha sıkıca sarılarak yola devam etmişlerdir. Bu bağıntıda, komünist hareketin özellikle 12 Eylül öncesinden gelen Maoizm’in etkilerinden arınma yönelim ve duruşu, parçalı komünist hareket gerçeğini, inişli-çıkışlı da olsa, anlama çabası ve sonuçları elbette ki vurgulanmalıdır… Bunlar devrimcilikte direnmekle birincilerden ayrılmaktadırlar ve kuşkusuz ki bu, son derece değerlidir ama, birinciler yenilenme adına tasfiyecilikte, ikinciler ise sektarizm ve dogmatizmde ısrarda karar kılmışlardır. Burada eleştirdiğimiz tarzın her iki yönelişle de aşılmadığını ve zaten aşılamayacağı da açıktır.
Peki, yenilenme adına bu topraklarda yaşanan devrimci ve komünist çıkışlar ve sonuçları olmadı mı? Elbette ki oldu!
Bu bağlamda başlayan sorgulama sürecinde yenilenme adına iki önemli deneyim de ortaya çıkmıştır. Birincisi PKK’de, ikincisi MLKP/K’nın doğuşunda somutlaşmıştır. Her bir gelenek kendi özgün konumundan yeni bir çıkışı, deneyimi ifade etmekteydi. Başlı başına girmeyeceğiz ama bu deneyimlerin özet olarak genel özelliklerine dikkat çekeceğiz.
PKK, Kürt ulusal mücadelesinin tarihinde esaslı bir özgün bir çıkıştır. Kürdistan’ın ulusal gerçeğini kavrayarak, geleneksel Kürt hareketinden kopuşla kendini yenileyerek ulusal mücadelenin önderliğini yakalamıştır. Kürt ulusal demokratik mücadelesi bağlamında kendisini modern küçük burjuva devrimci-demokrat bir parti olarak inşa etmeyi başarmıştır. Yalnızca Türkiye’de değil, bölgesel düzeyde devrimci bir dinamiktir. Uluslararası ölçekte etkiler yaratan bir dinamiktir. 93’te başlayan reformist yönelimi ve İmralı çizgisiyle ulusal devrimci-demokratik çizgisinden kopuşması bu değerlendirmemizi değiştirmemektedir. “Demokratik modernite” ve “Demokratik cumhuriyet” reformist çizgisine karşın, nesnel olarak, hala devrimci bir rol oynamaya devam etmektedir. Kuşkusuz ki PKK deneyimi, kendi özgün platformunda son derece değerli bir deneyim olmakla birlikte, iç, bölgesel, uluslararası perspektifleriyle birlikte Türkiye devriminin zaferinin çizgisi, önderliği, tarzı olmaktan çok uzaktır veya bu nitelik ve yetenekten yoksundur. Tüm iddiasına karşın, en nihayetinde, son tahlilde, Kürt ulusal mücadelesinin tarihsel ve güncel gerçeği ve çıkarlarıyla bağlı ve sınırlı bir harekettir…
MLKP’ye gelince, bu deneyim, Türkiye komünist hareketinin tarihinde, Mustafa Suphi’lerin Birlik Devrimi deneyiminden sonra ikinci bir Birlik Devrimi’ni ifade etmektedir. Ama bu partinin doğuş koşulları, Suphi’lerin Birlik Devrimi’nin gerçekleştiği koşullardan çok farklı ve kıyaslanamaz ölçekte daha zor koşullar altında gerçekleşmiştir.
Suphi’lerin Birlik Devrimi ve TKP’si, Büyük Ekim Devriminin zaferi koşullarında, III. Enternasyonal’in varlığı koşullarında, komünistler bakımından dev bir çekim merkezinin ve son derece yüksek bir otoritenin olduğu koşullarda gerçekleşmiştir. Dünya çapında devrimler fırtınasının estiği, Türkiye’de emperyalist işgale karşı “ulusal kurtuluş savaşı”nının başlayıp geliştiği koşullarda söz konusu birlik ve partileşme atılımı gerçekleşmiştir. Üstelik birliği gerçekleştiren başlıca üç komünist grup, köklü bir geçmişleri olmayan, henüz yeni kurulmuş ve daha ziyade bir veya bir-iki şehirle ve çevresiyle sınırlı, dar grupçu gelenekle şekillenmemiş komünist gruplardan oluşmaktaydı. Kısacası, son derece elverişli iç ve dış koşullarda ortaya çıkan bir birlik ve partileşme atılımıydı, Suphilerin partileşmesi.
MLKP’nin doğuşu ise, daha farklı ve özel koşullar altında gerçekleşmiştir. Dünya çapında bir yenilgi ve gericilik döneminden geçilmektedir. 89/91 sürecinde revizyonist/kapitalist sistem ve kampın çöküşüyle sosyalizmin prestiji dibe vurmuştur. Marksizm-Leninizm’den, proletaryadan geniş çaplı bir yüz çeviriş dalgası, devrim ve sosyalizm davasından hızlı bir kaçış ve çözülüş dönemin tipik bir özelliğidir. Komünistler nezdinde Birlik Devrimi için de teşvik unsuru olacak bir uluslararası otorite de bulunmamaktaydı. Türkiye’de 12 Eylül yenilgisinden geçilmiştir. Genel demokratik halk hareketi de bir atılım içerisinde falan değildir. Üstelik Birlik Devrimi’ni gerçekleştiren gruplar, uzun bir tarihsel geçmişe sahiptirler; geride dar grupçu tarz ve geleneğin ağır baskısı ve etkileri durmaktadır. Türkiye devrimci ve komünist hareketi, bölünmelerle, parçalanmalarla belirlenen bir tarihe dayanmaktadır vb. Dolayısıyla söz konusu Birlik Devrimi, zorlukları bakımından, Suphi’lerin TKP’sinin doğuş koşullarıyla ve doğuşuyla kıyaslanamaz bile…
MLKP’nin Birlik Devrimi atılımı üzerinde doğuşu ve partileşmesi deneyimi, ciddi hata ve eksikliklerine ve zaaflarına karşın, Türkiye devrimci hareketinin gelişkin mirasını da eleştirel içererek, içermeye çalışarak ortaya çıkan bir atılım olmuştur. Bu bakımdan da bir ilktir. 12 Eylül yenilgisinden çıkarılan derslerin de bir ifadesidir. Devrimci hareketin dar grupçu tarihine, parçalanmalar geleneğine ve birden fazla komünist grup ve çevreye bölünmüş komünist hareketin kendi grupçu ve sekter gerçeğine karşı ilkeli bir mücadele pratiğinin ürünü olarak doğmuştur. İlk birlik denemesinin başarısızlığına karşın, komünistler, sürecin eleştirel derslerini çıkararak Birlik Devrimi’ni gerçekleştirmeyi başarmışlardır*. Marksizm-Leninizm’e, komünizme, Leninist parti teorisine reddiye yazıldığı bir tarih kesitinde, Marksizm-Leninizm’e, komünizme, parti fikrine ideolojik sadakatini, ilkesel bağlılığını ad seçiminde de göstererek kapitalizme, burjuvaziye, gericiliğe, tasfiyeci dalgaya karşı meydan okuyarak sınıflar mücadelesi arenasına çıkmıştır. Proletarya hareketini temel alma, komünist işçi hareketi yaratma, Kürdistan devrim yangının Batı’ya taşıma, proletaryanın önderliğinde devrimin ve sosyalizmin zaferini gerçekleştirme sözü vermiştir. Bu bir tarihsel dönemeçtir, eski tarzdan ve bu tarza bağlı önderlik, öncülük anlayışından esasen kopuşun ve aşılması iradesinin de bir ifadesidir. Artık bu topraklarda devrimin, mücadelenin tarihi yazılırken bu deneyim ve atılım da daima yazılmak zorunda kalınacaktır ve nitekim yazılmaktadır da.
MLKP, ilk ortaya çıkışının ardından güçlü bir politik atılımla, bir başka komünist yapıyla da birleşerek, kısaltılmış adında yer alan “K” (Kuruluş) ekini de kaldırarak partileşmiştir. Dost da düşman da bu partiyi daima ciddiye almıştır… Ancak ne var ki, bu parti, tüm iddiasına karşın, ilk temel atılımın ardından tarihin ve sınıfın çağrısına yanıt olamamıştır. Önderlik anlayışı ve çalışma tarzını, ilk temel yenilikçi atılımının ardından, bütüncül yenilemeye, yetkinleştirmeye devam edememiştir. Başlangıçta ilan ettiği ideolojik ve siyasi doğrultusunda tutarlılıkla duramamış, açık bir yön kaybı yaşamıştır. İnişli ve çıkışlı istikrarsız bir rotada ilerlemeye çalışmış, giderek tıkanmış, niteliksel ve niceliksel bakımdan ağır bir gerileme, durağanlık, aşınma vb. sürecine girmiştir. MLKP’nin 20 yıla yakın tarihsel deneyimine, ya da söze göre değil de tarihsel pratiğin denek taşına vurarak baktığımızda, kabaca görülen gerçeği budur. Kuşkusuz ki komünistler, bu tarihsel deneyimden, eleştirel bir tarzda, ilkeli ve köklü bir eleştiri ve özeleştiri hareketiyle öğrenmek, ilkeli bir tarzda yenilenmek ve kendini aşma yükümlülüğüyle karşı karşıyadırlar.
İnsanlar kendi tarihlerini, kendileri yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten bugüne devrolunan koşullar içinde yaparlar.” (Marx) Proletaryayı temsil eden ve ona dayanmaya çalışan, onun önderliğinde devrim ve sosyalizm amaçlarını yaşama geçirmeye çalışan bir öncünün de gerçekleridir bu aynı zamanda. Evet, bu sözlerde ifadesini bulan gerçekler devrimci hareketimizin tarihi için de olduğu gibi geçerlidir. Evet, bu gerçeği, dünden bugüne gelen Birlik Devrimi’nin somut tarihsel gerçeğinden de görebiliyoruz. “Yeni bir dili öğrenmekte olan kişi başlangıçta, onu hep kendi anadiline çevirir. Ancak, ne zaman yeni dili, eskiyi anımsamadan, ana dilini unutarak konuşmaya başlar, o zaman o dilin ruhunu özümser, içinde yolunu bulabilir ve kendini özgürce ifade etmeye başlayabilir.” (Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaıre’i) Bu gerçeği, Birlik Devrimi’nin kendi öz temelleri doğrultusunda yeni sıçramalar yaparak ileri gidememesinde de çarpıcı bir tarzda görmekteyiz… Birlik Devrimi “eski ruhları” aşarak doğdu. Ne yazık ki, ilk atılımlarının ardından “yeni dili”, yeninin içine tutunmuş olarak ortaya çıkan eski dil ve değerler sisteminin, yeni dönemde gelişen zaaflarla birlikte, baskın hale gelerek “hegemonya”sını kurmasıyla birlikte unutuldu; eski dönemin “ana dili”, yeni dönemde, yeni bir biçimde, yeni zaaflarla birlikte, tasfiyecilikten başka bir şey olmayan “yenilikçilik” oportünizmine bürünerek süreci yolundan saptırdı; ağır mı ağır yıkımları üretti… Fakat komünistler yolunu açacaktır, tarihsel deneyim ve birikimler bunun önde gelen güvencesidir ve güvencesi olmak zorundadır. Lenin’in, yeninin ortaya çıkmasından sonra “geleneklerde eskinin izlerinin devrimden sonra belli bir süre yeninin embriyoları karşısında ağır basacağını da biliyoruz. Yeni henüz ortaya çıkmışsa, belli bir süre eski hep daha güçlü kalır, bu hep böyledir, gerek doğada gerekse de toplumsal yaşamda.” vurgusunu unutmayacağız ama tek şartla: Ezberleyerek değil, üzerine düşünerek, içeriğini kavramak koşuluyla!!!
Dünyanın neresinde olursa olsun Lenin’in şu sözleri, komünistlere ve partilere yol gösterecektir:
“Bir siyasal partinin, kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.” (“Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı)
“Parti tarihi bundan başka bize başarılardan başı dönen, kendini büyük gören, çalışmalarındaki kusurları görmezden gelmeye başlayan ve hatalarını kabullenmekten ve onları zamanında içtenlikle ve dürüstçe düzeltmekten korkan bir partinin, işçi sınıfına önderlik rolünü oynayamayacağını öğretiyor.”
“Bir parti hatalarını gizlerse, sancılı meseleleri örtbas ederse her şey yolundaymış gibi davranarak eksikliklerin üstünü örterse, eleştiri ve özeleştiriye tahammül göstermezse, kendini beğenmişliğe ve gurura kapılırsa ve ilk başarılarıyla yetirirse, mahvolur.”  (Stalin, Eserler C.15)
Lenin, “ ‘bugüne kadar bütün devrimci partiler, gurura kapıldıkları güçlerinin nerede yattığını göremedikleri ve zaaflarını ortaya koymaktan korktukları için mahvoldular. Ama biz yıkılmayacağız, çünkü biz zaaflarımızı ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları altetmesini öğreneceğiz.” (age., s. 409-410, iLa.)
Bu perspektif kaybedildiği içindir ki, gerek içerde gerekse de uluslararası alanda komünist hareket kaybetmiş, ağır yenilgilerle tasfiye olmuş ya da güçsüz ve dağınık bir mevziilere yuvarlanmıştır. Kuşkusuz ki Dünya Komünist Hareketi, er ya da geç, bu dağınıklığına da son verecektir, bedeli ağır olsa da.    
Artık tarih, hiçbir yüzeyselliği, oportünizmi, engeli kabul etmemektedir. Gezi-Taksim-Haziran halk hareketinin tarihsel dersleri de bu bakımdan biz devrimci ve komünistleri ayrıca sarsmalıdır. Gerisi devrimci hareketin maharetine kalmıştır.
Devimcilikte direnmeye devam eden devrimci hareketi bekleyen ciddi tehlike ve tehditler var önümüzde.
Önümüzdeki süreçte, devrimcilik reformizm ekseninde bölünmeler, devrimci harekette değişik türden bölünmeler, parçalanmalar süreci yaşanacaktır ya da yaşanacak gibi gözüküyor. Somut tarihsel gerçekteki derin ve kapsamlı değişme ve gelişmeler, bu değişme ve gelişmelerin anlaşılmamış ve yanıtlanmamış olması, “eski kafa”yla yeni süreçlere yanıt verme direnci, büyük bir mücadele dalgasının geliyor, gelişiyor ve gelişecek oluşu vb. gibi gerçekler ışığında, böyle bir süreci beklemek son derece doğaldır. Ortada yapısal bir kriz gerçeği var. Tarihin akışına karşı direnerek yürümek olanaklı değildir. Yani, “Görünen köy, kılavuz istemez!” meselesi.
Bu topraklarda da, devrimci amaçları için savaşan, devrim ve sosyalizmin zaferi için vuruşan devrimci örgütler, yüzlerce, binlerce devrimci savaşçı daima vardı ve var olacaktır. Kimse kimsenin karakaşı için devrimcilik yapmıyor ve yapmayacak. 40 yılı aşkın bir tarihin ardından bu, daha keskin bir gerçektir. Devrimciler, er ya da geç, tarihsel deneyimlerinden bir gelecek perspektifiyle elbette ki gerekli dersleri çıkaracak ve güçlü bir devrimci donanıma çevirerek şu veya bu yoldan tarihsel yürüyüşlerine devam edeceklerdir. Tarihsel tecrübe, hareketin gelişmesi önünde bir engele, bir keneye dönüşmüş zihniyetlerden, alışkanlıklardan, oportünist öğelerden vb. arınarak yürümeyi, keskin bir tarzda dayatmaktadır. Bu süreçlerin, ağır bedellerle yürüdüğü ve yürüyeceği ise açıktır. Ama bedelsiz bir kavga, devrimci yenilenme, devrimci zaferler ne olmuştur ne de olacaktır. 40 yıllık tarihsel deneyimin ve uluslararası deneyimlerin eleştirel incelenmesi ve özümsenmesi, hareket halindeki iç, bölgesel, uluslararası somut tarihsel gerçekliğin incelenerek donanım kazanılması, devrimci ve komünist yenilenme bakımından yaşamsal önemdedir. Yenilgiler, olumsuz deneyimler, öğrenmesini bildikten sonra, devrimci yenilenmenin de aracıdır. Zaten önemli olan da bunu başarabilmektir. Devrimci hareketimizin negatif durumu, tersinden, yenilenme, sıçrama ve sıçramalar için bir dayanak noktası olmalıdır, aksi taktirde, bu durumun,  güç yitirmenin, vasatlığın, sağlıksız parçalanmaların, tasfiyeciliğe batmanın bir aracına dönüşmesi de tümüyle olanaklıdır.
Diktatörlüğün devrimci hareketi legalizmin, parlamentarizmin batağında çürütme politikası daima özenle hesaba katılmalıdır. Legal hak ve özgürlükler öncelikle mücadeleyle kazanılmış hak ve özgürlüklerdir. Bu ön vurguyla birlikte, burjuvazi asırların mücadele deneyimlerine dayalı olarak, gelişkin bir sınıf bilinciyle bilmektedir ki legalite, hareketi denetim altına alma, sisteme entegre etme işlevini de görmektedir. Burjuvazi taviz vererek geri adım atarken içeri çekerek asimile etme politikasını izler ve izleye gelmiştir. Bunu küresel deneyimlerden bildiğimiz gibi Türkiye ve Kürdistan’ın deneylerinden de biliyoruz. İllegal ve yasadışı temelleri ve silahlı devrim perspektifini yadsıyarak reformist çizgide kendini inşa etmiş hareketlere açılan alan rastlantısal değildir… Keza henüz bu temellerden ve yapılanmalardan kopmamış akımları sistematik devlet terörüyle “kontrol edilebilir sınırlar” içerisinde tutmak, terörü ihmal etmeden tasfiyeciliğe yöneltmek diktatörlüğün stratejisidir. Sermaye ve diktatörlük, PKK deneyiminden, devrimci hareketin kontrol edilebilir sınırlarda tutulamaması durumunda nasıl bir baş belasıyla karşılaşabileceğini yakıcı bir tarzda yaşamıştır… Üstelik Türkiye ve Kürdistan halklarının, çeşitli milliyetlerden proletaryanın birleşik bir mücadele dalgası ve devrimci başkaldırısının, Kuzey Kürdistan’da patlak veren ve etki gücünü bölgesel ve uluslararası alanda gösteren Kürt ulusal devriminden daha derin, daha kapsamlı, daha sarsıcı bir etki yaratacağı ise açıktır. Bir diğer deyişle, emperyalizm ve işbirlikçi kapitalist sistem ve gericilik, böyle bir devrimci gelişmenin yaratacağı altüst oluşun bilinç ve deneyimleriyle silahlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye devrimci hareketini kontrol edilebilir sınırlar içerisinde tutmada keskin bir sınıf bilinciyle davranmaktadır. Tasfiyeciliğe yöneltme yöntemi de, sınıf düşmanının devrimci hareketi denetlenebilir sınırlar içerisinde tutma politikasının temel bileşenlerinden birisidir. Bu, yani devrimci hareketi tasfiyeciliğe çekme, yöneltme politikası son derece ciddiye alınması gereken bir olgudur. Başarısızlıklar, yenilgiler üzerinde yükselen ve tarihsel ve yapısal zaaflarının kurbanı olan, kendini yenileme niteliği zayıf bir devrimci hareket gerçeği, bu bakımdan da anlamlıdır. Anlamlıdır çünkü diktatörlük, ısrarlı devrimciliğine karşın, kontrol edilebilir sınırları aşamayan ya da aşmamış, somut tarihsel gerçeğin gerisinde kalmış, yenilgilerle yıpranmış bir devrimci hareketi, daha kolayca tasfiyeciliğe çekebileceğini özenle hesaba katmaktadır.
Eğer diktatörlük Kürt ulusal demokratik hareketini silahsızlandırarak sistemin içine çekmeyi başarırsa, “Türkiye solu”nda da geniş çaplı tasfiyeci bir dalganın kabarabileceği hesaba katılmalıdır. Bu memlekette de, devrimci harekette, işin teorisini şimdiden yapmaya hazır küçük burjuva elitlerin, oportünist kadroların varlığından hiçbir kuşkumuz yoktur. Her bir tarihsel dönemeçte, devrimci amaç ve hedeflerden kopmadan, yeniden ve yeniden yapılanıp konumlanmakla, yenilenme adına tasfiyeciliğe, reformculuğa gitmek iki farklı şeydir. Vurgumuz, ikincisine, tasfiyeciliğe dönüktür. Burjuvazi bir yandan devlet terörüyle, diğer yandan legaliteye alan açarak özellikle belli tarihsel ve politik dönemeçlerde, devrimciliğin ehlileştirilerek tasfiyesi operasyonunda ustalaşmıştır. Örneğin Latin ve Orta Amerika’nın tarihsel tecrübeleri… Radikal politik İslam’ın, radikal sol akımların, devrimci ve komünist akımların sisteme entegre edilmesi tarihi tecrübesinden de bunu biliyoruz.  Her halükarda sınıf mücadelesinin, devrim ve sosyalizm davasına, ideallere, kavgaya bağlı devrimciliğin, hem bu topraklarda hem de dünya çapında, kapitalizmin, emperyalizm ve gericiliğin iradesinden daha güçlü olduğuna ve daima kendisini üreterek yoluna devam edeceğinden ise kuşkumuz yoktur.

* O dönem birlik ve partileşme çalışmasına ısrarla çağrılan TDKP ve TİKB, ilkesiz, sekter, tasfiyeci bir tutum sergilemiştir. Sonuç: TDKP kendini tasfiye ederek EMEP’leşmiştir. TİKB’e giderek erimiş, bir dergi çevresine dönüşmüş, üstelik birkaç kez parçalanarak etkisizleşmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder