EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI
Emperyalist
Küreselleşme ve Yeni Tip Uluslararası Kapitalist İş Bölümü
I
Toplumsal
üretici güçlerin dünya ölçeğinde gelişimi P-M-P’
hareketinin dünya ölçeğinde gerçekleşmesini sağlamıştır. Uluslararası tekeller
bu olgunun ifadesidir. Uluslararası tekeller, dünya pazarını temel alan
tekellerdir. Bu olgu, zamanını doldurmuş olan eski tip uluslararası iş
bölümünün tasfiyesi temelinde yeni tipte bir uluslararası iş bölümünün doğuşu
ve gelişimiyle, giderek hegemonyasını kurmasıyla el ele gelişmiştir. Burada söz
konusu olan şey, köklü bir yapısal değişimdir.
P-M-P’ hareketi artık dünya
pazarını temel alarak pratikleşmektedir. Yeni tip uluslararası iş bölümü bu
temel gerçeğe göre biçimlenmiştir. “Merkez” ve “çevre” ilişkisi bu olguya göre yeniden
yapılanmıştır. Sürece damgasını basan uluslararası tekellerdir. Yeni tip
kapitalist birikim tarzı da yeni tip uluslararası iş bölümünün gerekleriyle
şekillenmiştir. Yeni sermaye birikimi stratejisi (“neoliberalizm”, “serbest
piyasa ekonomisi”) hem bu olguların bir ürünü, hem aracı, hem de ÇUŞ’lu tekelci
kapitalist sürecin kendi nesnel temelleri, hareket yasaları ekseninde daha
yüksek bir uluslararasılaşma düzeyinde yoğunlaşıp yaygınlaşmasının somutlaşmış
ifadesidir.
Sermayenin
birikim tarzı/biçimi/modeli, tek bir
modele/biçime oturtulamaz ya da bağlanamaz. Her koşulda ve tarih
kesitinde sermaye birikiminin özünü/içeriğini, artı değer üretimi, artan
oranda artı değer gaspı oluşturur. Sermaye, her durumda birikmiş artı değerdir, artı değer üreten nesnel bir ekonomik kategoridir.
Burada kavranması ya da bilince çıkarılması gereken temel şey şudur: Sermaye birikiminin özü/karakteri sermaye
birikiminin biçimini de belirler ve şekillendirir. Bu biçim ya da model, koşullara
göre değişebilir. Ama sermaye birikimin içeriği, yani birikmiş artı değer, yani
artı değer üreten sermaye nesnelliği olarak hangi biçimleri alırsa alsın,
varlığı ve gelişmesini korur. Yoğun ya
da yaygın birikim biçimleri alması
bu temel karakteristik olguyu değiştirmez. Çünkü kapitalist üretim tarzı artı
değer ve kar üretim düzenidir. (Kuşkusuz ki emperyalizm çağında belirleyici
olan azami kardır…) Dolayısıyla, içerikle modeli birbirine karıştırmamak,
aralarındaki diyalektik ilişkiyi anlamak ya da bilince çıkarmak gerekir.
Örneğin, başlıca olarak artı değer üretimini ulusal pazarı esas
alarak üreten ama uluslararası pazarda sömürü yapan bir tekelci kapitalist
tarzla, uluslararası pazarı temel alarak artı değer üretimi yapan
uluslararası tekelci kapitalist tarz/biçim herhalde aynılaştırılamaz ve aradaki
çok önemli, bazı temel farklılıklar gözden kaçırılamaz. Örneğin, “Keynesçi”
birikim tarzı ile “Fiedmancı” birikim tarzı bir ve aynı tarz olmasa gerek. İkisinde de sermaye birikiminin özünü oluşturan
olgu, sermaye birikiminin artı değer gaspına, azami kar yasasına dayalı
kendisini genişleterek üretmesidir. Ama açık ki, bu gaspın aldığı
modeller/biçimler farklıdır.
Kapitalist
birikim modelleri, sermayenin hareketinin gereksinmeleriyle bağlı değişir. Lenin’in
de vurguladığı gibi, kapitalist üretim sürekli bir hareket, değişme ve gelişme
yaşamaktadır. Bu değişmeler yalnız ulusal değil aynı zamanda ve özellikle de uluslararası
değişikliklerle karakterizedir. Çünkü kapitalizmde iç pazar “özellikle” de dış pazara, uluslararası
pazara sıkı sıkıya bağımlıdır. Kapitalist üretim tarzı, doğası gereği, uluslararası
karaktere sahiptir ve pazar için
üretimdir. Uluslararası karaktere sahip ve gün geçtikçe daha fazla uluslararasılaşan kapitalist üretim tarzı ve özellikle onun en
üst ve son aşaması olan tekelci kapitalizm aşaması üretici güçlerin özgürce
gelişmesinin önünde bugün çok daha keskin bir engele dönüşmüş
olmasına, tekelci kapitalizme özgü aşırı çürüme ve asalaklığının derinleşmesine
karşın, hala üretim ve sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşmeyi artan oran ve hızda uluslararasılaştırmaya devam ediyor. ÇUŞ’lu tekelci
kapitalizm düzeyindeki uluslararasılaşma henüz evriminin “başlarında” sayılır
ve bu süreç, kendi içersindeki iniş ve çıkışlarıyla birlikte, hala devam
etmektedir. ÇUŞ’ların henüz dünya üretiminin % 33’ü kadarını
gerçekleştirebildiği gerçeği bize bu tahlili yapma olanağı sunmaktadır. Söz
konusu oranın gelecekte daha da yükselmesi olanaklıdır.
İşte
esnek kapitalist birikim modeli, yeni dönemin bu gereksinimlerine aracı
olmakta, tamamlamakta, kışkırtarak gelişim sürecini hızlandırmaktadır.
“Yönetişim”, “iyi yönetişim” olarak tanımlanan şey de, küresel emperyalist
işbölümünün; ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamın yeni kapitalist birikim
sürecinin, ÇUŞ’ların gereksinimleri temelinde yeniden
biçimlendirilmesi ve yönetimidir. Eski tip kapitalist uluslararası işbölümünün,
bütün boyutlarıyla eski yapılanmanın, bir engele dönüşmüş olan eski yönetim,
örgütlenme ve önderlik tarzı da dâhil, tasfiyesidir.
Yüksek
gümrük duvarlarıyla korunan, tekelci devlet kapitalizminin devasa boyutlara
vardığı, tekelci devlet kapitalizminin özel tekelci kapitalist mali sermayeyle
daha güçlü bir şekilde iç içe geçerek kaynaştığı “refah kapitalizmi”, “sosyal
devlet” olarak da ifade edilen “Keynesyen” politikalar, “fordist ve taylorist”
politikalar dönemi kapitalizmin metropollerinde; benzer politikaların izlendiği
“ulusal kalkınmacı”, “ithal ikameci sanayileşme” politikaların uygulandığı
bağımlı ve yeni sömürgelerdeki gelişme süreci, çoktan geride kaldı. Çünkü
kapitalist sermaye birikiminin o günkü gerek ve gereksinimlerini yanıtlayan
(sosyalizmin baskısı, ulusal kurtuluşçu devrimlerin zaferiyle klasik
sömürgeciliğin tasfiyesi, “çevre” ve “metropoller”deki proletarya ve halkların
devrimci hareketlerinin güç ve baskısı ile de birleşerek ve bu gelişmelerin
devasa etkisi altında da uygulanan) model işlevini daha 1970’lerde tüketmişti.
Önce kanlı bir Amerikancı askeri faşist darbenin eşliğinde, Allende’in
devrilmesiyle Şili’de denen/pratikleştirilen “Fiedmancı model” (“monotarist
model”), ardından öncelikle emperyalist merkezlerde, İngiltere ve ABD’de
yürürlüğe (Regan-Thatcher ikilisi hatırlansın) koyuldu ve giderek hızla
genelleştirildi.
Burada
durup bir soru sormakta yarar var: Peki, yeni birikim modeli, acaba neden
özellikle bu iki ülkede (ABD ve İngiltere) öncelikle gündeme geldi?
Sorunun
yanıtı şu olguda yatmaktadır: İngiltere, klasik kapitalizmin ana yurduydu. Özel
kapitalist sektörün gelişimi ve ulaştığı düzey, öteki Batı Avrupa ülkelerinden
daha farklı, daha gelişkin özgün özellikler gösteriyordu ve “devletçi
kapitalist model” bu ülkede daha zayıftı. Yani pozisyonu, serbest rekabetçi
kapitalizmin ana yurdu olması itibari ile “serbest piyasa ekonomisi”ne geçmek
bakımından daha elverişliydi. ABD’de de kapitalizm özgür çiftçilerin boş
topraklara yerleşmesi temelinde gelişti. Başından beri güçlü ve güçlenen bir
özel kapitalist sektör ve gelişme çizgisi vardı. Dahası, İngiltere de
içerisinde olmak üzere ABD de, kapitalizme özgü sınıfsal uçurumlar daha güçlü,
sosyal gelir dağılımı daha bozuk, “sosyal devlet” modeli Batı Avrupa ülkelerine
göre daha zayıf ve geriydi. Tüm bunlar, yeni (ÇUŞ’lu) tekelci kapitalist
aşamanın gereksinmeleri ve yeni sermaye birikim modelinin öncelikle bu
ülkelerde uygulanması için daha elverişli bir zemin ve olanaklar sunuyordu.
Kuşkusuz ki, tam da bu dönemde, burjuvazinin ivedi seçeneği olan “sağ
muhafazakar” hükümetlerin iktidarda olması ve proletarya ile burjuvazi
arasındaki kuvvet ilişkilerinin bu iki ülkede yeni emperyalist saldırı dalgası
için daha elverişli olması olguları da burada hatırlanmalı ve
kaydedilmelidir...
Kapitalist/emperyalist
bloğun lideri durumunda olan ABD’nin yeni birikim modelini uygulayarak
emperyalist dünyanın yapısal krizine çözüm arayışında ve yeni çözüm
politikalarını öncelikle uygulanmasında başı çekmesi de anlaşılır bir durumdur.
ÇUŞ gerçeğini incelediğimiz bölümde ortaya koyduğumuz gibi ÇUŞ’lar, öncelikle
en güçlü gelişimini ABD’de göstermişti…
Tekelci
kapitalist gelişmenin bir tarih kesitinde, tekellerin gereksinimi ekseninde
uygulanan söz konusu eski uluslararası iş bölümü ve kapitalist birikim modeli, işlevini tamamlamıştı. İçerisine
girilen yeni dönemin yeni bir gereksinimi olan kapitalist esnek birikim
dönemine geçilmesinin engeli haline
gelmişti. Eski “devletçi model” ve eski uluslararası iş bölümü tıkanmış, ÇUŞ’lu
dönemin gereksinmelerine yanıt vermez hale gelmiş, kar oranları hızla düşmeye
başlamıştı.
Kar
oranlarının düşmesi eğilimi, kapitalizmin onulmaz yarasıdır. Kar oranını yükseltmek
için alınan tüm tedbirlere karşın, eninde sonunda bu tedbirler de kar
oranlarını düşürmenin aracı haline gelir. Sermayenin organik bileşiminin
(değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranının) yükselmesi, kar oranlarının
düşmesi yasasının maddi temelini oluşturur. Burada teknolojik yenilenmeyle emek
üretkenliğinin yükselmesi başrolü oynar. Karın kaynağı artı değerdir. Kar, artı
değerin biçim değiştirmiş halidir. Kar ile artı değer eşitlenemez. Kar, artı
değerin toplam sermayeye (değişmeyen sermaye+ değişen sermaye) oranıdır.
Sermayenin organik bileşimi yükseldiği oranda kar oranı kaçınılmaz olarak
düşer. Kar oranlarının düşmesi, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki iç
çelişki ve çatışmaları alabildiğine keskinleştirir, burjuvaziyi ve tekelleri daha
saldırgan kılar vb.
Bu
kısa ön hatırlatmayla birlikte, devam edecek olursak; kar oranlarındaki düşüş
ABD’de 1965’lerde başlamış, benzer bir süreç öteki emperyalist devletlerde de
uç verip gelişmeye başlamış, 1973-74’de patlak veren kapitalizmin genel ekonomik
krizinin yapısal krizle birleşmesinin çok daha keskin biçimlerde ortaya
çıkardığı gibi, kar oranlarının eğilimli düşmesi Batı Avrupa’da da
şiddetlenmiş, tüm metropolleri sarmıştı. Kar oranlarının eğilimli düşmesi
yasası, bütün emperyalist merkezlerin ortak sorunu, aşılması gereken
büyük bir engeli hale gelmişti. Ortada açık ve keskin bir yapısal kriz
de vardı. Teknolojinin, ekonominin, siyasetin, toplumsal yaşamın, sınıflar
arası güç ilişkilerinin yeniden
örgütlenmesi kaçınılmazdı. Eski yapılanmanın bütünlüklü tasfiye
edilerek yeni dönemin, uluslararası tekellerle belirlenen yeni
yapılanmanın önünün açılması, yapısal bir değişimle kapitalist emperyalizmin yapısal yeniden örgütlenmesi ve böylece yapısal krize de
yanıt verilerek krizden yenilenerek çıkılması emperyalizmin çözümü gündemde
olan ivedi bir görevi haline gelmişti.
Nitekim
’70’lerden başlayarak, “merkez”de ve “çevre”de, eski uluslararası iş bölümü ve
birikim modeli/stratejisi tasfiye edilmeye başlandı. Tekelci kapitalizmin yeni
döneminin gerektirdiği yeni kapitalist iş bölümü ve esnek birikim modeli IMF,
DB, OECD, GATT vb. gibi kurumlar aracılığıyla, saldırgan bir duruşla, küresel
çapta pratikleştirildi. 80, özellikle de 90 sonrası dibe vuran dünya devrim
dalgasının ve geçici yenilginin elverişli zemini üzerinde, devasa
boyutlarda örgütlenen keskin ideolojik saldırıların eşliğinde yeni politikalar
yürürlüğe konuldu. Kapitalist emperyalizmin bütün toplumsal kötülükleri sisteme
değil eski modele ve halkların mücadelesine fatura edildi. Aşağılık ve tiksinti
veren bir kurnazlıkla, uluslararası alanda olduğu gibi örneğin Türkiye’de de,
T.C., Özallar, Çillerler tarafından “son sosyalist devlet” ilan edildi, vb.
Esneklik, yeni tip
uluslararası iş bölümünün ve sermaye birikim modelinin özünü/içeriğini oluşturur:
Esnek pazar, esnek teknoloji, esnek üretim, esnek iş gücü, esnek hukuk, esnek
firma, esnek firma yönetimi, esnek pazarlama, esnek/serbest sermaye
akışkanlığı; yer küremizin dört bir yanının emperyalist sermayenin hareketine
özgürce açılması vb.
“Serbest
piyasa ekonomisi”nin, “neoliberalizm”in (yeni tip sermaye birikiminin) önündeki
her türlü engelin acımasızca kaldırılması. Uzun bir tarihi mücadele içerisinde
proletarya ve halkların kazanmış olduğu tüm ekonomik, sosyal, siyasal hakların
ve mevzilerin kibirli, küstahça bir saldırganlıkla gaspı. Lanetliler
dünyasının, “ayak takımının”, yoksulların gözü dönük bir biçimde gözden
çıkarılması. Sömürünün, toplumsal ve kültürel dejenarasyonun, işsizliğin,
açlığın, orta çağ cehaletinin vb. ezilenlere, emekçilere dizginsizce
dayatılması. Her şeyin emperyalist sermaye ve ÇUŞ’lar için dizginsizce
biçimlendirilmesi yeni dönem ekonomik, sosyal, siyasal çizgisinin; yeni model
ve yapılanmanın tipik, çarpıcı, genelleştirilmiş bazı görüngüleridir…
Merkezinde uluslararası arenada sömürü ve yağma yapan ulusal tekellerin durduğu
eski tip uluslararası iş bölümü, bu yeni tarihsel kesitte, yerini, dünya
pazarını temel alan değişik tipten uluslararası tekellere bırakmıştır. Böylece
yeni tip tekeller yeni tip uluslararası iş bölümünü de belirleyen tekkellere
dönüşmüştür.
ÇUŞ’lu
tekelci kapitalizmin ve yeni kapitalist birikiminin şekillendirdiği yeni
kapitalist uluslararası iş bölümünün merkezinde, eskiden olduğu gibi,
yine emperyalizm durmaktadır. Ama bu kez, emperyalizm, daha yüksek
bir tekelleşme aşamasına ulaşmış olarak aynı kral tahtında oturmaktadır.
Yeni
kapitalist uluslararası iş bölümünün diğer tarafında ise, emperyalizme bağımlı
ülkeler bulunuyor; bunlar “çevre”yi (periferiyi) oluşturuyor. “Merkez” ve
“çevre” ilişkisinde, çevre merkeze bağımlı ve metropollerin gereksinmelerine
göre biçimleniyor. Dünya nüfusunun % 15’ini barındıran metropoller, toplam
dünya gelirinin % 85’ini gasp ediyor. Dünya nüfusunun % 85’ini barındıran
bağımlı çevre ise dünya toplam gelirinin ancak % 15’ini oluşturan küçücük bir
dilimiyle yetinmek zorunda kalıyor. Bu koşullarda dünya üretiminin % 78’ini
üreten kapitalizmin metropollerinin “çevre”yi belirleyip biçimlendirmesi
çağımızın kaçınılmaz temel gerçeği olarak, bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Yeni
kapitalist küresel iş bölümünde, emperyalist merkezler, sermaye birikimini uluslararası
ölçekte üretiyorlar. Yeni kapitalist birikim tarzı ile yer küremiz
kapitalist üretimin, yatırımların, ticaretin, dağıtımın, kar transferlerinin,
para sermayenin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırıldığı ve mali sermayenin
özgürce at koşturduğu bir çiftliğe dönüştürülmüş bulunuyor. Örneğin, 1950
yılında ithal edilen metalardan alınan gümrük vergisi % 40 iken, bu oran
1970’de % 10’a, 2000’lerde % 4’e düşürülmüştür. Emperyalist merkezlerin
gereksinimleri doğrultusunda, dünya ticaretini “liberalleştirmek” vd. işlevleri
yüklenmiş olan dünün GATT’ı, bugünün WTO’su, diğer emperyalist kolektif
kurumlarla (IMF, DB vb.) tam bir dayanışma, koordinasyon ve irade birliğiyle söz
konusu değişimin öncüsü olmuştur.
Yeni
uluslararası kapitalist iş bölümünde, kapitalizmin metropolleri, sermaye
yoğun, teknoloji yoğun sektörlerde,
stratejik nitelikteki çekirdek üretimde, rekabet gücü yüksek sektörlerde
yoğunlaşıyor. Emek yoğun sektörler, “çevre”ye kaydırılıyor. Alman tekellerinin bir sözcüsünün aşağıdaki
açıklaması, emperyalist merkezlerden bağımlı çevreye aktarılan sanayi türü ve
burjuvazinin yeni yönelimini şu sözlerle dile getirmesi bakımından oldukça
aydınlatıcıdır:
“Bizim Federal Almanya’da uzun vadede
koruyabileceğimiz özellik, çok geliştirilmiş teknolojimizdir; yani teknik
açıdan çok kaliteli ürünleri imal etmek. Evet, sıradan ürünler imal etmek artık
bizde karlı olmaktan çıkmıştır, çünkü ücretler bizde almış başını gidiyor. Bu düzeyin
altında imal edilecek ne varsa, hepsini yurt dışına kaydırmamız gerekiyor.”
(Aktaran Teoride Doğrultu, Sayı 5)
M.
Chossudovsky’in şu saptamaları da bu bakımdan açıklayıcıdır:
“Üçüncü Dünya’daki ucuz emeğe dayalı ve
ihracata dönük üretim yapan fabrikaların sayısının artması ileri ülkelerin
sanayi kentlerindeki fabrika kapanmalarıyla bir arada yaşanıyor. Daha önce
yaşanan fabrika kapanmaları dalgası büyük oranda (emek yoğun) hafif imalat sektörlerini
etkilemişti. Buna karşın, 1980’lerden bu yana, Batı ekonomisinin tüm sektörleri
(ve emek gücünün tüm kategorileri) etkilendi: Uzay ve mühendislik
sanayilerindeki şirket yeniden yapılanmaları, otomobil üretiminin Doğu
Avrupa’ya ve Üçüncü Dünya’ya taşınması, çelik sanayinin tasfiye edilmesi vb…”
(Yoksulluğun Küreselleşmesi, s. 96)
Uluslararası
kapitalist iş bölümünde, emperyalist merkezlerde konumlanmış olan ve sürekli
yetkinleştirilen teknoloji yoğun sektörler ve yeni süper teknoloji (mikro
elektronik, telekomünikasyon, enformasyon teknolojileri, biyo-teknoloji, uzay
teknolojisi, askeri teknoloji ve giderek artan oranda nano teknoloji) üretimi
ve kullanımı, uluslararası mali sermayeye, uluslararası mali oligarşiye gerekli
üstünlüğü zaten sağlamaktadır. Bu sektörler emperyalist tekel ve
devletlere ekonomik açıdan stratejik üstünlüğü, emperyalist rekabet ve
hegemonya mücadelesinde en önemli ve belirleyici olanağı ve gücü ellerinde
tutmalarını sağladığı gibi, “çevre”nin bağımlılığını da yeniden ve yeniden
üretmek avantajını da sağlamaktadır.
Kapitalist
emperyalizmin metropollerinde sermaye ve teknoloji yoğun sektörler
geliştirilirken, tekellerin sağmal
ineği olan emperyalist devlet, bütün gücüyle tekellerin arkasındadır.
Bir yandan tarımsal sanayi, tekstil, hafif sanayi, imalat sektörünün büyük
bölümü, bir kısım hizmet sektörü gibi sektörler, yüksek maliyet ve düşük karlılıktan dolayı
yeni sömürgelere kaydırılırken, öte yandan da kapitalist tekellerin
gereksinmelerine bağlı olarak yeni yatırımlar da yapılmaktadır. Bu yatırımlar
işçi sınıfının ve emekçilerin yararına değil, yeni sermaye birikiminin
gereklerine göre yapılmakta ve sömürülen kitlelerin kazanılmış hakları da
acımasızca yok edilmektedir.
Konuyla
ilgili M. Chossudovsky’n şu vurgusu son derece yerindedir:
“Diğer yandan, OECD ülkelerindeki devlet
sübvansiyonlarının çoğu, istihdam yaratmayı teşvik etmekten çok, büyük
şirketler tarafından birleşmeleri finanse etmek, emekten (doğrusu iş
gücünden-bn.)tasarruf sağlayan teknolojileri uyarlamak ve üretimi Üçüncü
Dünya’daki ve Doğu Avrupa’daki ucuz emek merkezlerine taşımak için kullanıldı.”
(age., s. 24)
Örneğin,
ABD’nin sanayisini, NAFTA bloğu içinde ama sadece sermaye hareketi bakımından
serbest bir pazar olan NAFTA üyesi (bu bakımdan da AB’den farklıdır)
Meksika’ya, Japonya’nın Asya’ya, AB’nin Orta Avrupa’ya taşıması ilk akla gelen
örneklerden sadece bir kısmıdır.
Yeni
tip emperyalist küresel iş bölümünde, kapitalizmin metropollerinde, geleneksel
sanayiler (madencilik, demir-çelik, gemi yapımı, hafif sanayi vb.) gerilerken, yeni
tipten bir sanayileşme, süper
teknoloji kullanan, sermaye
yoğun sektörler, uluslararası
alanı temel alan ve üreten, birikimini esasen uluslararası alanda
sağlayan sektörler gelişerek egemenlik kurmuştur ve kurmaktadır. Emperyalist
ülkelerde, bir yandan maddi üretim sektörleri yeniden şekillenirken ve
geleneksel kapitalist maddi üretim ekonomisi gerilirken, öte yandan “hizmet
sektörü” (“enformel sektör”) öne çıkan sektör haline gelmişken, sanayinin
önemli bir kesimi periferiye taşınırken, diğer yandan da rantiye ekonomisi
devasa boyutlara yükselmiştir.
Yeni
tip uluslararası iş bölümü, ÇUŞ’ların azami kar gereksinimleri temelinde
şekillenmektedir. Yeni uluslararası iş bölümü içerisinde emperyalizme bağımlı
çevreye biçilen yeni rol, başlıca olarak, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerin
ÇUŞ’lar için açık ve engelsiz
bir pazara dönüşmesidir. Bağımlı ülkelerde “ulusal
kalkınmacı”, “ithal ikameci”, “devletçi” kapitalist modelin tasfiyesinin
başlıca nedeni de budur. Bu ülkelere dayatılan ve pratikleştirilen “ihracata
dayalı sanayileşme stratejisi ve gelişme modeli” bu temelde yükselmektedir.
Kuşkusuz ki bu tablo, aynı zamanda bağımlı ülkelerde kapitalizmin bir hayli
gelişmiş olduğunun, sermaye birikiminin bir hayli ilerlemiş olduğunun da
ifadesidir. Üretimin uluslararası ölçekte örgütlenmiş olması ya da üretimin
küreselleşmiş olması bu bakımdan uluslararası tekellere olağanüstü bir güç ve
donanım sağlamaktadır.
“Merkez”de,
işçi sınıfının ücretleri sürekli düşürülmekte, sınıfın itirazı durumunda,
ÇUŞ’lar, mali sermaye grupları, sınıfı, fabrikaları ve işletmeleri kapatmakla,
üretimi ucuz iş gücü merkezlerine taşımakla tehdit etmekte ve bu yolla da iş
gücünü ucuzlatmakta, iş ve sosyal güvencelerini gasp etmekte, kapitalist
maliyet fiyatlarını düşürmektedirler. Bu tehdit ve yönelim ne yazık ki,
ÇUŞ’ların elinde güçlü ve işlevli bir silaha dönüştürülmüştür.
Uluslararası
iş bölümünün yeni tipte yeniden yapılanmasına bağlı olarak, üretimin taşınması,
bazı kesimler tarafından ileri sürüldüğü gibi (örneğin James Petras, Samir
Amin, Fikret Başkaya vbg.) “sanayisizleşme”, “komprodorlaşma”, “ticari
kapitalizme geri dönüş” değildir. Tekelci kapitalist ekonomideki devasa değişmelerin etkisi ve yönlenmesiyle, emperyalist sanayinin yeni bir temel üzerinde ve
yeniden biçimlenmesidir, yeni
gereksinimlere verilen yeni bir yanıttır.
Kapitalist
üretim tarzının doğuşu ve yükselişi aşamasında belirleyici olan kapitalist
sanayileşme tarzı, kendi ulusal pazarını temel alan burjuvazinin ve burjuva
ulus devletin kendi ulusal sınırlarına dayalı bir çizgide ulusal sanayisini
kurmak ve geliştirmekti. Bugün ise söz konusu sanayileşme çizgisi, dünya pazarını temel alan bir yeni tipte
sanayileşme üzerinde yeniden yapılanarak biçimlendiriliyor. Emperyalist
sermayenin, artı değer üreten maddi üretim sektörlerinden tümüyle kopması
olanaklı değildir. Unutulmamalıdır ki, banka sermayesinin, ticari sermayenin
karları da artı değer üreten ekonomi
sektörlerinde doğmakta ve artı değer, giderek değişik sermaye
grupları arasında dağılmaktadır. Yani, ulusal pazardaki sanayileşmeyi temel
alma, artı değeri bu eksende bölüşme ya da dağıtma gibi bir düzey esas olarak aşılmıştır.
Emperyalist uluslararasılaşmanın
geldiği noktada ya da gelişme aşamasında yeni tip bir sanayileşme
olgusu söz konusudur. Artık üretim,
dünya pazarı için yapılmakta, artı değerin üretimi ve paylaşımı
mücadelesi dünya pazarını temel alarak gerçekleşmekte; varlık
yokluk sorunun temelini dünya pazarında artı değer ve azami kar üretme ve bu payı ya da payları
azamileştirme sorunu oluşturmaktadır.
Kuşkusuz
ki, artı değerin dağılımı maddi üretim sektörlerinde mevzilenmiş, mali bakımdan
görece güçsüz ve bankalara vs. bağımlı kapitalistlerin aleyhine mali
sermayenin, mali tekellerin, para sermayenin, ticari sermayenin hükümdarlarının
lehine biçimleniyor oluşu bir olgudur. Ama bir başka olguyu da unutmamalıyız
ki, çağımız mali sermaye, mali oligarşi çağıdır. Para oligarklarının hemen
hemen hepsi veya çoğunluğu, sınai ve mali sektörleri ellerinde tutmakta ve
kontrol etmektedirler.
Kapitalist
emperyalizm, emperyalist sermaye ihracı yoluyla, emperyalizme bağımlı pazarları
derinliğine ve genişliğine uluslararası kapitalist pazara zaten entegre
etmişti. Emperyalist sermaye ihracı, varlığı ve gelişmesiyle emperyalizme
bağımlı olan yeni sömürge ülkelerde, kapitalizmi derinliğine ve genişliğine
geliştirmişti. Bu süreç kaçınılmaz bir biçimde merkezde sanayi ülkeleri,
çevrede tarımsal nitelikli ülkelerin bulunduğu eski tip iş bölümünü geride
bırakarak, bu ülkelerin bir kısmının, emperyalizme bağımlı da olsa, esas olarak
sanayi ülkeleri haline, bir kısmının sanayi ve tarım ülkeleri haline gelmesine
yol açmıştı.
“İthal
ikameci”, “ulusal kalkınmacı” kapitalist birikim stratejisi aracılığıyla
yaratılan ciddi sermaye birikimi, bu ülkelerin komprador (ticari) kapitalizmden işbirlikçi tekelci kapitalizme
(sanayiyi, bankaları, tarımı, ticareti elinde tutan bir kapitalist gelişme
düzeyine) geçmesini sağlamıştı. 1950’ler sonrası dünya çapında kapitalizmin
hızlanan gelişmesi, bu ülkelerde önemli bir sınaî ve mali sermaye birikiminin
gelişmesini sağlamış ve bu temelde, güçlü bir işbirlikçi tekelci sermaye ve
tekelci sermaye oligarşisinin doğmasına yolu açmıştı.
Ancak, eşitsiz bir biçimde de olsa, 80’lere
kadar bu ülkelerde geçerli olan kapitalist birikim modeli, emperyalizme
bağımlı, emperyalist sermaye ihracına bağımlı, nispeten yüksek gümrük
duvarlarıyla korunan iç pazara dayalı ( “yerli malı millet malı, herkes onu
kullanmalı” çığlıklarını pek çok okuyucu hatırlıyor olmalı), ağırlıklı olarak
hafif sanayiye dayanan ve montajcı sanayileşme modeliydi. İç pazar, yüksek gümrük
duvarları ile korunmaktaydı. Güçlü bir tekelci devlet kapitalizmi
şekillenmişti. İşbirlikçi yerli tekeller, işbirlikçi tekelci devletin enerjik
desteğinde semirmekteydiler. Devlet, geniş çaplı alt yapı yatırımlarıyla, altın
tabak içinde sunduğu yağlı-ballı siparişler ve teşvik primleriyle, KİT’ler
eliyle ucuza sunduğu hammadde, yarı mamul madde kaynakları aracılığıyla, sudan
ucuza sunduğu devlet kredileriyle, vb. yol ve yöntemlerle yerli işbirlikçi
tekelci burjuvazinin (ve bu sınıfın en güçlü patronlarından oluşan sermaye
oligarşisinin) palazlanması için elinden geleni ardına koymamıştı. Ama bu
kapitalist birikim modeli de tıkandı. Küresel ölçekte ortaya çıkan kökleri
eskiye dayansa da yeni olan değişiklerin baskısıyla, eski model
tasfiye edildi.
Tarıma, tarımsal sanayiye, hafif sanayiye
dayanmasına ve sınırlı ölçekte olmasına, geri bir tekniğe dayanmasına, dışa
bağımlı olmasına karşın, nispeten önemli bir ağır sanayi de oluşmuştu
“çevre”de. Başlangıçta sermaye birikiminin zayıf olmasından dolayı, daha baştan
işbirlikçi devletler, ekonomik gelişme ve sermaye birikiminde öncü bir rol
üstlenmek zorunda kalmıştı. Yanı sıra, sosyalizmin varlığı (başlangıçta SSCB.,
sonra Sosyalist Kamp, diğer yandan ulusal kurtuluşçu devrimlerin zaferinin
etkisi, dünya çapında gelişen anti emperyalist mücadele ve dalga) ve baskısı
vb. nedenlerin de etkisiyle, işbirlikçi devletler ve süreç içerisinde
işbirlikçi hale gelen devletler, “devletçi model”e daha fazla ağırlık vermek
zorunda kalmışlardı.
Keza bir dönem, ulusal kurtuluşçu devrimlerin
zaferiyle geçici de olsa emperyalizmden göreli olarak bağımsız kalmayı beceren
ulusal devletler de “modernleşmek” için devletçi sermaye birikimi yoluyla önemli
bir kapitalist sanayileşme yaratmayı başarmışlardı.
Ama
artık dünya hızla değişiyordu. ÇUŞ’lu tekelci kapitalizmin gereksinimlerine
yanıt vermek gerekiyordu. Üstelik o süreçte, dünya çapında yükselen devrimci
dalganın baskısı altında gerek “merkez”de, gerekse de “çevre”de kapitalist maliyet fiyatları ciddi bir
şekilde artmıştı. Kar oranları hızla düşüyordu. İş gücü, burjuvaziler için
pahalı hale gelmişti. Devletin sosyal harcamaları artmış ve emekçi sınıf ve
tabakalar bundan az ya da çok yararlanıyordu. “Sosyal devlet” artık pahalıya
geliyordu vb. Tüm bu nedenlerden dolayı, emperyalizmin kontrol ettiği iç
kapitalist pazara dayanan “ulusal kalkınmacı”, “ithal ikameci” kapitalist
sanayileşme modeli (sermaye birikim stratejisi) tasfiye edildi. Yeni sömürge
ülkeler, ÇUŞ’lar için açık pazarlara dönüştürüldü. Gümrük duvarları geniş çaplı
indirtildi. Ekonominin ve ticaretin “liberalizasyonu” sağlandı. Esnek kur
politikasına geçildi. Özelleştirmeler başat bir uygulamaya dönüştürüldü. Kar
transferlerinin önündeki engeller kaldırıldı. Dış borçların düzenli ödenmesi
güvence altına alındı. Merkez bankaları özerkleştirilerek IMF’nin, DB’nın
kontrolüne verildi. İş gücü ucuzlatıldı.
Kuralsızlığın kural olduğu “serbest bölgeler” alabildiğine yaygınca
örgütlendi. “İhracat ekonomisi” yerleştirildi. İhracatın teşvik edilmesi adına
devasa kaynaklar işbirlikçi tekelci burjuvaziye, özellikle de işbirlikçi
sermaye oligarşisine aktarıldı. Sosyal haklar vb. gasp edildi.
Ucuz
iş gücü kullanan, uluslararası pazar için üretim yapan ihracata dayalı
kapitalist ekonomik gelişme stratejisi, 1960’lar sonrası, Güney Kore, Singapur,
Tayvan, Hong Kong gibi ülkelerde uygulanmaya başlanmıştı.(Bu ülkelere
emperyalist sermayenin yığılmasının bir nedeni de Çin, Kuzey Kore gibi
devletlerin yanı başlarındaki varlığıydı.) Ancak bu modelin küresel ölçekte
küreselleşmiş bir yeniden yapılanma programı olarak uygulanması esas olarak,
1974-75 genel ekonomik krizinden sonradır. Öncesi, sadece bir pilot uygulama olarak görülebilir.
Bugün,
yeni sömürge ülkeler, sadece ucuz iş gücü deposu, ucuz hammadde kaynağı, ucuz
tarım ürünleri üretebilen ve emperyalist merkezlerin kaliteli hafif sanayi
malları gereksinimini karşılayan ülkeler, geri tarım ülkeleri olmaktan
çıkmıştır; özellikle de kapitalizmin orta derecede gelişmiş olduğu ülkeler için
bu olgu daha doğru ve çarpıcıdır. Emperyalizme bağımlı da olsa,
emperyalistlerle uluslararası piyasalarda başlı başına rekabet etme gücüne
sahip olmasa da, bağımlı ülkelerde ciddi bir sanayileşme düzeyi ve belli bir
rekabet gücü söz konusu. Bu ülkeler, 1960’lar, 1950’ler öncesinin tarımsal
ülkeleri değildir artık; ciddiye alınması gereken “sanayi-tarım” ülkeleri,
“yarı sanayileşmiş” ülkeler, kapitalizmin “orta derecede” geliştiği ülkeler
olarak değerlendirilmelidir.
1992
yılına gelindiğinde, “Üçüncü Dünya”nın kapitalizmin metropollerine yaptığı
ihracatın % 54’nün sınai ürünlerden oluşması, 1993 yılı itibariyle dünya toplam
ihracatı içinde sanayi mallarının payı % 75’i bulurken maden ürünlerinin
payının, son 50 yılın en düşük seviyesine düşerek % 12 düzeyine gerilemiş
olması önemli bir veri olarak görülmelidir. 1994 yılı itibari ile dünya imalat
üretimin beşte dördü halen gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleştiriliyor
olmasına karşın, giderek artan oranda bu sektör, çevreye kaydırılıyor. Çevrenin
imalat sektöründeki payı, giderek artıyor; “aralarında yeni sanayileşen ülkelerin de yer aldığı 15 ülkenin dünya
imalat üretimi içindeki payları yüzde 86 iken, Amerika, Almanya ve Japonya, bu
oranın yüzde 60’ına sahiptir. Gelişmekte olan ülkelerin dünya imalat
üretimindeki payları 1950’lerin başlarında yüzde 5’lerden 1995 yılında yüzde
20’ye çıkmıştır.(Dicken).” (M. Ö.)
Bugünkü
uluslararası iş bölümünde, yeni sömürge ülkelerin bağımlılığı çok daha
derinleşmiştir. Uluslararası sermayeye entegrasyon süreci çok daha
hızlanmıştır. Gümrük duvarlarıyla korunan kapitalist ithal ikameci sanayileşme
modelinden ihracata dayalı kapitalist sanayileşme modeline geçilmiştir. Bu ülkeler, kapitalist merkezlerin, ÇUŞ’ların
açık pazarı haline, yeni tipte yeni sömürgeler haline getirilmiştir. Ucuz iş
gücü depoları, ucuz hammadde kaynağı, ucuz meta üretim alanları olmanın yanı
sıra, emek yoğun sektörlerin merkezden çevreye kaydırıldığı, iş gücü
piyasasının çok güçlü bir şekilde ucuzladığı cennetler, iş gücü piyasasının da
küreselleştirildiği, ekolojik sistemi bozan sanayilerin de taşındığı vb.
arenalara dönüştürülmüştür. Bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü doğal ve toplumsal
zenginlikleri artık doğrudan doğruya uluslararası tekeller tarafından ele
geçiriliyor. Söz konusu klasik yeni sömürge (ekonomik sömürge) ülkeler yeni
tipte yeni sömürgeler, bir tür açık sömürgeler haline getiriliyor. Bu ülkelerin
“ulus devlet”leri ÇUŞ’ların bir tür doğrudan uzantıları olarak yeniden
örgütleniyor. Bu ülkeler bir tür açık sömürge olarak yeniden yapılandırılıyor.
Görünüşteki “ulusal bağımsızlık”ları çok daha iğreti biçimler alıyor vb.
“Dünyadaki
imalat faaliyetlerinin giderek daha büyük bir bölümü Güneydoğu Asya, Çin, Latin
Amerika ve Doğu Avrupa tarafından üstleniliyor.” (M. C.) Yeni uluslararası iş
bölümünde bu ülkelerdeki üretim, yönelim
itibariyle, artık başlıca olarak ulusal pazar için değil
uluslararası pazar için yapılıyor. “Kemer sıkma” politikaları
aracılığıyla iç talep kısılarak, metalar dünya pazarlarına ihraç ediliyor. Yeni
sömürge ülkelerde ucuz iş gücünden beslenen, ucuza ihracat ekonomisi yoluyla da
ÇUŞ’lara, emperyalist metropollere kaynak transferleri yapılıyor. İhracat
mutlak olarak artmasına karşın, bu ülkelerin gelirleri
düşüyor. Bunun nedeni, ihraç edilen metaların kendi değerinden daha düşük ve
oldukça ucuza ihraç edilmesidir. Bağımlı ülkeler ürettikleri metaları ucuza
ihraç ederken emperyalist ülkelerden ithal ettikleri metaları pahalıya (tekel
fiyatına) almaktadırlar. Üstelik ihracatları artığı oranda ithalata da daha
fazla bağımlı hale gelmektedirler. Bu eşitsiz ticaret yolu da emperyalist
soygunun verimli bir yoludur. Emperyalist devletler ve tekeller eşitsiz ticaret
yoluyla da bağımlı ülkelerden merkeze kaynak transferi gerçekleştirmekte; bu
ülkelerde devasa dış ticaret açıklarının oluşmasına ve büyümesine yol açmakta;
bu ülkelerde sermaye birikimini zayıflatan bir rol oynamaktadırlar. Bizim gibi
ülkelerde ucuza ihracat, pahalı ithalat sistemi, iç piyasada meta fiyatlarının
pahalı olmasının da en önemli nedenlerinden birisini oluşturmaktadır.
“Gelişmekte
olan ülkeler”in dünya ticaretindeki payı 1980’de % 30 iken 1990’da % 20’ye
gerilemiştir. Sadece bu veri bile emperyalist merkezin/ülkelerin bağımlı
çevreyi/ülkeleri ne yaman soyduğunun tipik bir kanıtını oluşturmaktadır. Bu
ülkelerin ödedikçe çoğalan “dış borç”larını ve sonuçlarını ise hatırlatmaya
bile gerek yok…
70’ler,
80’ler öncesi, kapitalist merkez, tarımsal ürünleri büyük ölçüde bağımlı
kapitalist çevreden ithal etmekteydi. Ama bu tablo da giderek değişti.
Uluslararası emperyalist tekeller, emperyalist devletin devasa sübvansiyonları
ve biyo-teknoloji ile merkezde de tarımsal üretime yöneldiler. Bu yönelim ve
üretim, teknoloji yoğun iktisadi
temele dayalı, kaliteli ve verimi yüksek bir üretime dayanıyordu. Böylece bu ülkeler,
tarımsal alanda da ihracatçı ülkeler konumuna geçtiler. Bugün, “dünya gıda
üretiminin yüzde 82’si bu ülkelerin dev tröstlerinin ellerinde” bulunmaktadır.
Yeni uluslararası iş bölümünde, bağımlı ülkelerin tarımı da uluslararası tarım
tekellerinin yağmasına açılmakta; geleneksel tarımsal temelleri çökertilirken,
tarım tekellerinin gereksindiği ürün çeşidine bağlı bir şekilde yeni ürünler
yetiştirilmekte; bu ülkelerin tarımı doğrudan metropollerin tarımsal uzantıları
olarak biçimlendirilmekte, emperyalist tarım tekelleri bu ülkelerin tarımında
da gerçek iktidar merkezleri olarak öne çıkmaktadırlar.
Emperyalist
ülkeler kendi tarım sektörünü, tarım tekellerini devasa ölçeklerde devlet
desteğiyle semirtirken, öte yandan da bağımlı ülkelerin tarımına işbirlikçi
devletlerin sunduğu sübvansiyonları kaldırmak için ağır bir baskı
uygulamaktadırlar. Emperyalist ülkeler kendi pazarlarını bağımlı ülkelerin
ihracatına karşı sayısız önlemlerle korurken, bu ülkelere sınırsız bir
“liberalleşme”yi dayatıyorlar. WTO (Dünya Ticaret Örgütü) Başkanı’nın, “Şayet
gerçek karşılıklı bir ticari liberalleşmeye gidilse, fakir ülkeler yüzlerce
milyar dolar elde ederler.” açıklaması bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya
koymaktadır. Bilindiği gibi WTO, dünya ticaretini emperyalist ülkeler ve
ÇUŞ’lar lehine “liberalleştirme” misyonu üstlenmiş olan bir tür dünya ticaret
bakanlığıdır. İşte bu açıklamayı yapan zat-ı muhterem bu işin başındaki
kişidir. Emperyalist ülkelerin kendi tarım sektörlerine yılda sundukları 300 milyar
dolarlık sübvansiyon, bir diğer çarpıcı veri olarak emperyalizmin çifte
standardını gözler önüne sermektedir. AB’de AB fonlarının % 40’ı AB üyesi
ülkelerin tarımını desteklemeye gitmektedir.
Emperyalist
devletler ve tekeller, teknoloji yoğun, sermaye yoğun yatırımları merkezde ve
birbirlerinin iç pazarlarında yoğunlaştırırken, emek yoğun yatırımları ise
gittikçe artan oranda çevrede yoğunlaştırmaktadırlar. Bu saptamayı yaparken,
bir olguya daha dikkat çekmek isteriz: ÇUŞ’lar gereksinim duyduğunda, dahası
kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzeyde ÇUŞ’lar, artık çevre
ülkelerine birinci sınıf ileri teknoloji kullanan fabrika ve işletmeler de inşa
etmekte, AR-GE merkezlerini buralara taşımakta ya da merkezdekinin uzantısı
olan birinci sınıf AR-GE merkezleri örgütlemektedir. Yanı sıra ÇUŞ’lar, yeni
sömürge ülkelerde oldukça yaygın bir fason üretim gerçekleştirmekte, taşeron
kullanma ağını yetkinleştirmektedirler. Tekel karları (azami kar) ve yıkıcı
kapitalist rekabet, aşırı ucuz iş gücü, iş gücünün hemen hemen her türlü iş
güvencesinden ve sosyal haklardan yoksun oluşu bu gelişmeyi
biçimlendirmektedir.
Üretim
teknolojisindeki değişim, iletişim (telekomünikasyon), bilişim (enformasyon) ve
ulaşım sektörlerinde ortaya çıkan ve hızlı ve ucuz erişimi güvenceleyen teknolojik
atılımlar; üretim merkezlerinden uzaklığı,
coğrafik mekan uzaklıklarını anlamsız
kılan bilimsel teknik sıçramalar ÇUŞ’lara olağanüstü esneklik
kazandırmıştır. Dolayısıyla üretim, dolaşım ve yönetim ilişkisinin yeni tarzda
yapılanmasıyla, yönetim merkezlerinin
üretim merkezlerinin olduğu yere bağlı kalması zorunluluğuna son verilebilmiş
ve ileri teknoloji kullanan fabrika ve sektörlerin de bir kısmının
metropollerden periferiye taşınması olanaklı ve karlı hale getirilmiştir.
Üretimin parçalanması ve üretimin önemli bir bölümünün bağımlı çevreye
taşınması, taşeron ağı ve fason üretimin genelleştirilmesi, iş gücünün
esnekleştirilmesi ve tekel karlarının güvence altına alınması, kar
transferlerinin serbestleşmesi vb. yeni birikim tarzının bileşenlerini
oluşturmaktadır.
Konuyu
bazı örneklerle somutlaştıralım.
“Birçok küresel şirketin yönetim merkezi ve
AR-GE birimleri ve üretim birimleri değişik ülkelerde faaliyet
gösterebilmektedir.” (Petrol İş Yıllığı, 95-96, s. 734)
“Yine
FIET Raporu’nda verilen örneğe göre, İsviçre Hava Yolları bütün bilet ve
muhasebe işlerini ucuz ve yoğun emek ülkesi Hindistan’da
gerçekleştirmektedir.(FIET, 1995, s. 11)”
“Bangladeş’te ileri teknoloji kullanan bir
küresel fabrika, Amerikan menşeli Nike firması için kar ceketi üretmekte ve
tanesini 52 peniye satmaktadır; bu malın İngiltere’deki satış fiyatı ise 100
sterlindir. Kar ceketini üreten işçilerin günlük ücreti bir ceketin perakende
fiyatının (fabrika çıkış fiyatının) yarısı kadardır.” (Bilim ve Gelecek,
Sayı 13, “Küresel Fabrikanın Doğuşu ve Yükselişi”, Dr. Metin Özuğurlu, s. 33)
“Bu konuda gerek mal, gerekse hizmet
üretiminin ucuz emek gücü sunan ülkelere kaydırıldığına ilişkin çok sayıda
örnek bulunduğu da bilinmektedir. Ünlü markaların fason üretim yoluyla tüm yeryüzünde
bir işletmeler ağı kurdukları gerçeği kimse için bir sır değildir. Bir örnek
vermek gerekirse, ABD’nin ünlü markası Nike, üretiminin % 100’ünü yabancı
ülkelerde ve fason üretim yoluyla gerçekleştirmektedir; bu nedenle Nike’nin
kendisinde 1994 yılında 9000 kişi istihdam edilirken, fason üretim yapan
işyerlerinde 75. 000 kişi çalışmaktadır. (Somel, 1996)” (95-96 Petrol-İş
Yıllığı, s. 760)
Nike,
kaliteli ürün tasarımları, AR-GE çalışması, Know-hov (teknik bilgi, sofistike
teknik bilgi), süper teknoloji yatırımları, pazarlama vb. üzerinde yoğunlaşarak
ucuz iş gücü cennetlerinde, hem kaliteli, hem de ucuza mal ettikleri metaları,
yer küremizin dört bir yanında tekel fiyatına (yani, kapitalist maliyet fiyatı
ve artı değerin bileşiminden oluşan üretim fiyatından, dolayısıyla ortalama
kardan çok daha yüksek bir fiyata) satmaktadır. Burada bir kez daha Nike
örneğini hep birlikte anımsayalım: Bangladeş’te, bir Amerikan ÇUŞ’u olan Nike
firması için üretilen kar ceketinin tanesi Nike tarafından 52 peniye satın
alınmakta, İngiltere’de ise 100 sterline satılmaktadır!
Bir
örnek daha verelim: Denizli’de de “durum pek farklı değildir. Firma sahibinin
kendi sözleriyle Amerika’nın bizdeki Vakko ayarındaki bir mağazasına bornoz
üreten bir ihracatçı firma, 13 dolara sattığı mala kendi elleriyle 65 dolarlık
fiyat etiketi dikmektedir…” (M. Ö.) Yani ilgili Amerikan firması Denizli’de 13
dolara aldığı bornozu kendi iç piyasasında veya başka piyasalarda 65 dolara
satarak büyük karlar elde etmektedir. 80’ler özellikle de 90’lar sonrası
Türkiye’deki firmaların pek çoğunun ÇUŞ’lar için fason üretim yapan firmalar
haline gelmiş olduğunu saptamak sanırız ki, bir abartma olmayacaktır. Özellikle
de Türkiye’nin ihracatında başı çeken ya da başı çeken sektörlerinden birisi
olan tekstil sektöründe bu oran % 80-90’lar düzeyinde gerçekleşmektedir.
Bilindiği
gibi, otomotiv sektörü Türkiye’de gelişen bir sektördür. Renault, Fiat, Toyoto,
Ford, Mercedes vb. gibi uluslararası tekeller, Türkiye’deki yatırımlarını
gitgide arttırmaktadırlar. Ki, 28 Temmuz 2004 tarihli Milliyet Gazetesi’nde
yayınlanmış olan “Karlılığın Damgasını Vurduğu 500 Büyük Sanayi Kuruluşu
Anketi”nde, kar vurgunu bakımından Ford Otomotiv, TÜPRAŞ’ın hemen ardından
ikinci sırada bulunmaktadır. Keza Türkiye’den yapılan ihracat sıralamasında
OYAK Renault ikinci, Ford Otomotiv üçüncü, Toyota dördüncü sırada yer
almaktadır.
Otomobil
metasının bazı parçaları Türkiye’de üretilirken, parçalarının çok önemli bölümü
de değişik ülkelerde üretilmekte, Türkiye’ye getirilmekte ve burada monte
edilip hem iç piyasaya sürülmekte, hem de bölgesel ve uluslararası pazarlara
ihraç edilmektedir. Doğal olarak, Türkiye pazarı karlı bir pazar olarak ihmal
edilmiyor ama otomotiv sektörü esasen uluslararası pazar için üretim yapıyor ya
da bu stratejiye bağlı olarak sektör işletiliyor. 2004 yılında açıklanan
İSO’nun ilk büyük 500 sanayi işletmesi raporunda, ilk 50 büyük sanayi işletmesi
içerisinde sekizini otomotiv şirketleri (Ford Otomotiv, Oyak-Renault, Tofaş,
Toyota Otomotiv Sanai, Mercedes-Benz, Hyundai Assan Otomativ, BMC Sanayi ve
Tic.) oluşturmaktaydı. Ucuz maliyet, yüksek karlılık ve Orta Doğu ve Asya
pazarlarına yayılma/sıçrama avantajı ve bu bölgeye yakın bir ülkede üretip
ihraç etmenin sağladığı bir dizi avantaj vs. otomotiv sektöründeki söz konusu
gelişmenin nedenlerini oluşturmaktadır.
Üretimin
(tekstil, madencilik, taşınabilir imalat sanayi, demir-çelik, gemi yapımı vb.)
kapitalizmin metropollerinden bağımlı ucuz iş gücü ülkelerine vs. taşınması, bu
ülkelerin kapitalist dünya pazarı için üretim yapacak, ÇUŞ’ların
gereksinimlerini karşılayacak tarzda yeniden yapılandırılması, kaçınılmaz
olarak, merkezin sanayi kentlerini “sanayisizleştirmek”tedir. Böylece, “hayalet
kentler” çoğalmakta ve bu kentler, yoksulların, yaşlıların, göçmenlerin
yerleştiği kentler haline gelmekte; bu yolla da metropollerin kendi içlerinde
“üçüncü dünyalılaşma” olgusu gelişmektedir.
“Hayalet
şehirlerin sadece Red Kit kitaplarında olduğunu düşünürdüm. Oysa küreselleşme
hayalet şehirler yaratıyor. Gelsenkirchen eskiden kömür ocaklarının, Duisburg
demir çelik fabrikalarının yatağıydı. Bir zamanlar madenlerde 850 bin kişi
çalışıyordu. Şu anda sadece 35 bin kişi çalışıyor.” “…Alman borsa endeksi DAX’ı oluşturan 30 büyük firma bu yıl tarihlerinin
en yüksek karlarını yaptılar. Borsa değerleri de olağanüstü yükseldi. Bu yüksek
karlarının gerisinde Almanya’daki fabrikalarını söküp Doğu Avrupa’ya ya da
Çin’e, Hindistan’a taşımaları yatıyor.” “AEG, Hoesch, Grundig gibi birçok firma
çoktan kayboldu. Alman harikası Brown traş makinelerinin sadece son montajı
Almanya’da yapılıyor, parçalar Fas’tan Çin’e kadar çok farklı ülkelerden
geliyor. Adidas ürünlerinin % 95’i Asya’dan geliyor. Liste uzun.” (Birgün,
15 Eylül 2005, “Almanya Erken Seçimde Neyin Cevabını Arıyor?”, M. S. Karakurt)
Ayrıca
biz ekleyelim: Meral Tamer’in, 13 Kasım 2004 tarihli Milliyet gazetesinde kendi
köşesinde açıkladığı verilere göre, Almanya’nın Siemens uluslararası tekeli, 75
milyar euroluk cirosu ve 190 ülkede çalışan 430 bin personel ve işçisiyle, 45
bin kişilik AR-GE ordusuyla (ki AR-GE ordusuna dikkat edilsin!..) dev bir ÇUŞ.
Siemens için Almanya pazarı daima önem taşımıştır ve taşımaktadır. Ama Siemens
için dünya pazarı çoktan esas pazar haline gelmiştir. Üretimini değişik
kıtalara ve ülkelere taşıması ya da kaydırması, çalışanlarının esas gövdesini
oluşturanların yurtdışında (dile kolay, 190 ülke, ki zaten dünya devletlerin
sayısı 198-200 kadardır) olması da bunun kanıtıdır.
ABD’de
işçi sınıfının yeniden yapılanmasını inceleyen James Petras, önemli açıklamalar
yapar. Söz konusu açıklamalara göre, ABD sanayisi ABD dışına (Meksika, Orta ve
Latin Amerika, Çin, vb) taşınmıştır. ABD’de kalan en büyük işverenler büyük
pazarlama mağazaları (Wolmarst, Target, Lowes ve K-Mart), faast-foot zincirleri
(Mc Donalds, Pizza Hut, Wendys ve Kentuckys Freid Chicken) ile süper
marketlerdir. Ki Petras, bu durumu, ABD sermayesinin sanayi sermayesinden
ticari sermayeye geçiş, kompradorlaşma olarak nitelemektedir.
DİSK
ise şu saptamayı yapar:
“
‘Esnek uzmanlaşma’ ülkelerin serbest
ticaret ideolojisine göre sektörel olarak yeniden yapılandırılmalarını ve bu
süreçte üretimin dünya ölçeğinde parçalanmasını öngörüyor. Çokuluslu şirketler,
bir üretimin dünyanın çeşitli ülkelerinde sürdürülen aşamalarını, her biri
bağımsız şirketlermiş gibi davranan ama aslında kendi parçaları olan şirketler
aracılığıyla denetim altında tutabiliyorlar. Taşeronlaştırma da esnek
uzmanlaşmada kullanılan işletme biçimlerinden biri olarak öne çıkıyor.
“
‘Esnek uzmanlaşma’nın en tipik
örneklerinden birini Benetton şirketinin dünya ölçeğindeki üretim sistemi
oluşturuyor. Örneğin bir Benetton gömleğinin tasarımı İtalya’da, dikişi
Singapur’da, ütüsü Malezya’da, düğmeleri ise Tayland’a yapılabiliyor. Dünyanın
sayılı çokuluslu şirketlerinden biri olan Siemens patronu bu süreci şöyle ifade
ediyor: ‘Eskiden okyanusta giden bir transatlantik gibiydik. Şimdi ise nehirde
yüzen yüzlerce sürat teknesiyiz.’” ( 97-99 P.İ.Y., “Esnekliğin İşçi
Sınıfı Üzerindeki Etkileri”, DİSK, s. 910)
“PVH, merkezi New Jersey, ABD olan dünyanın
en büyük gömlek üreticisidir. ABD’de üretim birimleri olan PVH’nin Honduras,
Guetemala, Costa Rica ve Puerto Rico’da da üretim tesisleri bulunmaktadır. PVH
ayrıca küresel düzeyde taşeron firmalarla da çalışmaktadır. Bütün bu şirketler
küresel fabrikanın bölümleri olarak düşünülebilir. Küresel fabrikanın ABD
bölümünde dizayn, kumaşın ölçülenip işaretlenmesi ve kesilmesi işleri
yapılmaktadır. Bu parçalar, dikiş, ütü, kutulama, paketleme gibi emek yoğun
işler için Honduras veya Guetamala’daki maquıladara bölgesine sevk edilmektedir.
Daha sonra giysi pazarlamak için ABD’ye geri gönderilmektedir… PVH’nin
Guetamala’daki 660 işçisinin % 70’i saatte 75 sent kazanan genç kadınlardır.”
(ag.y, P.İ.Y., Dr. Seyhan Erdoğdu)
Bu
gerçekler, dünyayı küresel bir fabrikaya, küresel bir mali piyasaya, küresel
bir pazarlama arenasına, küresel bir tekelci soygun cennetine, küresel açık bir
sömürgeye çeviren ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm aşamasının çarpıcı olgularıdır.
En eski ABD başkanlarından biri olan Thomas Jefferson,
“Tüccarların belli bir yurtları yoktur. Nerde olurlarsa olsunlar, toprağa karşı
belli bağları yoktur. İlgi duydukları tek şey, kar kaynaklarıdır.” derken, Eisenhower,
“Sermaye belki de ulusu olmayan tuhaf bir şeydir. En çok nerede yarar görürse,
oraya akar.” derken, Amerikan kapitalizminin ve emperyalizminin doruklarında
oturan ve ona hizmet eden kişiler olarak, kapitalizmin ve burjuvazinin aşırı
kar hırsını, kar ve daha fazla kar açlığıyla hareket ettiğini çok güzel dile
getirmişlerdir. Burjuvazi için ulusal sınırların sadece karlarına hizmet ettiği
oranda bir anlamı vardır. Bugün azami karın kazanılacağı en önemli alan dünya
pazarı ve sınırlarıdır. Dahası, bu sınırlar uzaysal “sınır”lara doğru
genişlemiş ve pupa yelken açmış bulunuyor.
Kapitalist
emperyalist uluslararasılaşmanın geldiği düzey öyle bir düzeydir ki, ÇUŞ’lar,
üretip pazarladıkları metaları, daha karlı olduğu için, sayısız parçalara
bölüp, dağıtıp, sonra bir araya getirip monte ederek dünya pazarına
sürmektedirler. “Üretimin uluslararası
biçim kazanması, basit olarak dünyanın mal ve hizmetlerinden (Gayri Safi Dünya
Hasılası) gittikçe daha çoğunun, daha çok ülkede üretilmesi ve üretim sürecinin
ulusal sınırları giderek bir tarafa itmesi demektir. Bir kol saati ya da
otomobil veya bir gömlekte bile çok dağınık yerlerde üretilmiş parçalar
bulunabilir.” ( Evrensel Soygun, s. 34)
ÇUŞ’lar, nerde kaliteli ve ucuz
üretilebiliyorsa üretimi orada gerçekleştiriyorlar. “Örneğin General Electric için, Ashland (Massachusets) fabrikasında saat
ücreti 3,4 dolardan imalat yapmaktansa, parçaları Singapur’a yollayıp saati 30
sentten monte ettirmek daha akla yakındır. 1957 ile 1967 arasında GE denizaşırı
ülkelerde 61 fabrika kurmuştur. Bu taşınmaların bazıları grev ve öteki işçi
sorunlarının ortaya çıkmasından hemen sonra olmuştur; Singapur ve Hongkong’un
resmi makamları bu tür dertlerden kurtarabilmektedirler konuk şirketleri.”
(age., s. 53)
Oysa
1960’larla kıyaslandığında bugün nerdeyse tüm bağımlı ülkeler birer Singapur’a,
Hongkong’a dönüştürülmüştür. Bir Amerikan uluslararası tekelin başkan vekilinin
şu açıklaması da oldukça aydınlatıcıdır: “Türkiye’de, motoru Almanya’dan, Şasisi ABD’den ve bazı parçaları yerli
piyasalardan gelen ortak bir girişim kuran şirket, merkezileşmek zorundadır.
Biz de dizayn, ürün geliştirme, satın alma ve finansman bakımından
merkezileşmiş sayılırız.” (age., s. 53-54)
Örneğin
daha o günlerde, adı Şili’deki askeri faşist darbeye karışan, dahası CİA ile
birlikte askeri darbeyi örgütleyerek Allende yönetimini deviren ve Allende’yi
alçakça katleden (ki, Allende elde silah faşist darbeye karşı yiğitçe savaşarak
şehit düşmüştür) ve 1980 askeri faşist darbesinden sonra da Türkiye’nin
telekomünikasyon sistemini kuran ITT uluslararası tekelinin 70 ülkede 425 bin
personeli bulunmaktaydı. Yani “gövde uluslararası, ama beyin New york’tadır.”
Devam
Edecek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder