EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN
PANORAMASI
Emperyalist
Küreselleşme ve Yeni Tip Uluslararası Kapitalist İş Bölümü
II
Eski
uluslararası iş bölümünde, emperyalist devletler ve tekeller, yeni
teknolojilerin kullanılmasına geçişi sağladıktan sonra, eskimiş teknolojiyi
geri ülkelere satarlardı. (Bunun çok iyi bilinen örneğini Türkiye’de tekstil
sektörü oluşturmaktaydı.) Yeni tip uluslararası kapitalist iş bölümünde ise,
yeni teknoloji ve yeni teknolojiye dayalı işletmeler, gittikçe artan oranda,
bağımlı ülkelerde inşa edilen ve geliştirilen üretim merkezlerine de aktarılmaktadır.
Ancak emperyalist devletler ve tekeller, bunu yaparken, hem bu yeni tip işletmeleri
kendi denetimlerinde tutmaya hem de bu teknolojilerden daha yüksek teknoloji
üretimi tekelini elde
bulundurmaya devam ederler. Burada söz konusu olan şey, bağımlı çevrenin yeni
tip uluslararası iş bölümü ve sermaye birikiminin gerekleri ve gereksinmeleri temelinde
yeni tipte bağımlılık ilişkileriyle yapılandırmasıdır.
Bağımlı
ülkelerde ileri teknoloji kullanan birinci sınıf fabrika ve üretimin
gelişmesinin nedenlerini, artık
tekeller için yerel pazarın dünya pazarı olması, şiddetlenen kapitalist rekabet ve bağımlı ülkelerde sudan ucuz iş gücü fiyatları, düşük maliyet, yüksek karlılık olguları
oluşturmaktadır.
Emperyalist
küreselleşmenin gelişmesi süreci, aynı zamanda teknolojinin de
yoğunlaşması, merkezileşmesi ve daha
fazla uluslararasılaşması
demektir. İleri teknoloji ve son teknolojik yenilikler tekeli,
tartışmasız, uluslararası tekellerin ve
emperyalist devletlerin elinde bulunmaktadır. Bugün de bilimsel teknik
devrimin en son ürünleri ve teknolojik kapasite esasen kapitalizmin metropollerinde
yoğunlaşmıştır*. Bu tablo, ancak emperyalizm ve kapitalizmin proleter devrimle
tasfiyesi ve sosyalizmin zaferiyle değiştirilebilir.
Küresel
karaktere sahip ve her geçen gün daha ileri biçimler alarak uluslararasılaşan
tekelci kapitalist ekonominin bugün ulaşmış olduğu düzeyde üretim, dolaşım, birikim;
kapitalist genişletilmiş yeniden üretim
süreci küresel ekonomiyi temel alarak gerçekleşmektedir. “Küresel
fabrika”, işte bu yeni dönemin bir olgusudur. Kökleri, rüşeym hali
ta ÇUŞ’ların ilk doğuş aşamasına dek uzansa da, esasen yeni dönemin genelleşen
bir olgusudur.
Yeryüzü,
tekelci kapitalizmin ulaşmış olduğu
tekelleşme aşamasında adeta küreselleşmiş
bir fabrikalar sistemine dönüşmüştür ve bu dönüşüm hızlanarak
sürmektedir. Daha fazla uluslararasılaşan
kapitalist dünyada üretim,
ulusal pazarın daha ileri biçimlerde bütünleştiği
dünya pazarı için yapılmaktadır. Küresel fabrika, küresel
kapitalist pazar için üretim yapan, uluslararası tekellerin devasa kapitalist ağına bağlı, esnekleşmenin,
kuralsızlaştırmanın her biçiminin damgasını vurduğu bir fabrikalar ve
işletmeler sistemini, küresel üretim zincirini ifade eder. P-M-P’ hareketinin
küreselleşmiş/uluslararasılaşmış olması, bu olgunun maddi temelini
oluşturmaktadır. “Küresel fabrika”, “serbest
üretim bölgelerinin” inşası uygulaması öncülünü de aşarak bir bütün yeni
ekonomik yapılanmanın temel olgularından birisi haline gelmiştir. Düşen
kar oranlarına müdahale etmenin, emperyalist rekabet mücadelesinde kazanma
açlığının, karları azamileştirmenin ve proletaryanın direnişini kırmanın bir
gereği olarak şekillenen küresel kapitalist fabrikanın yükselişi, dünya
kapitalist iş bölümünün yeni ve tipik olgularından birisidir. Açık
sömürgelere dönüştürülen yeni sömürge ülkeler, bu oluşumun en önemli mekânlarıdır.
Düşük maliyet, yüksek karlılık olgusu yeni sömürge ülkelerin küresel fabrikanın
yeni mekanları olmasının maddi temelini oluşturmaktadır. “Küreselleşme”nin
gelişimiyle proletarya da daha fazla “küresel”leşti. “Küresel fabrika”ya
dayanan enternasyonal yeni tipte bir sanayi proletaryası da gelişerek
biçimlendi.
Emperyalist-kapitalist
dünya sisteminin genel bunalımı ve yapısal krizi, bu krizin derinleşen ve
keskinleşen karakterinin tipik ve temel görünümlerinden biri olan (yedek sanayi
işsizlik olgusunu çoktan aşmış olan) kronik kitlesel küresel işsizlik
olgusu, küresel fabrikanın yükselişinde temel bir rol oynamaktadır.
Bu
olgu, bir yandan kapitalizmin metropollerinde, emperyalist tekellerin “aşırı
pahalı” saydığı iş gücü piyasasının baskı altına alınmasına, ücretlerin
düşürülmesine, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal kazanımlarının tırpanlamasına
yol açmaktadır. Diğer yandan, “çevre”de iş gücünü aşırı ucuzlatmanın ve tümden
kuralsızlaştırmanın, küresel kapitalist fabrikanın hizmetine enerjik bir
şekilde sürmenin dizginsiz bir aracı olmasını sağlamaktadır. Ve biliyoruz ki,
geçmişten beri işsizlik olgusu, emperyalizme bağımlı ülkelerde daima daha derin
ve yaygın bir olgu olagelmiştir. Kapitalizmin eski olgusu olan yedek işsizlik olgusu, “küreselleşme”nin son
dalgasıyla, yerini kronik kitlesel (küresel) işsizliğe bırakmıştır.
Kronik kitlesel işsizlik olgusu, en fazla da bağımlı çevrede yoğunlaşmıştır.
Dünya çapında 1 milyar olan işsizin ezici oranı emperyalizme bağımlı ülkelerde
yaşamaktadır.
Tekrar
hatırlanmalıdır ki, tekelci kapitalizmin temel ekonomik yasası, temel itici
gücü, tekel karıdır; sermayenin karlı
pazarlara, sektörlere akması ve yoğunlaşması yasası, sermayenin
gelişme yasalarından birisidir ve başta gelenidir. Küresel kapitalist fabrika,
ÇUŞ tipi tekelci kapitalist örgütlenmenin en temel sacayaklarından birisidir.
Ve karı azamileştirmenin temel araçlarından birisini oluşturmaktadır. Kronik
kitlesel işsizlik olgusu, bu bakımdan ve sınıfın sendikal örgütlenmesini
dağıtmanın aracı olarak da emperyalist tekellere, işbirlikçi tekel ve
holdinglere olağanüstü avantajlar sunmuştur ve sunmaktadır. Öteden beri, bağımlı ülkelerde işçi sınıfının sendikalaşma oranları
emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının sendikalaşması oranlarına göre daha geri olagelmiştir. Bağımlı
ülkelerde, iş gücü piyasası ezici bir oranda her türlü örgütlülükten ve
iş güvencesinden yoksundur. Yeni emperyalist saldırı dalgasıyla, bu ülkelerdeki
sendikal örgütlülüğe sahip olan işçi bölüklerinin sendikal örgütlenmesi de
geriletilmiş, dibe vurmuştur.
Bu
tablo doğru okunduğunda karşımıza çıkan temel gerçek şudur: “Neoliberal”
emperyalist saldırı dalgasıyla, “merkez”de ve “çevre”de, iş ve yaşam koşulları görece
daha iyi olan ve işçi sınıfının en
ileri ve örgütlü bölükleri
her bakımdan geriletilmiştir.
“Esnek üretim”, “esnek çalışma” ve “esnek iş gücü” politikaları en fazla bu kesimleri vurmuştur.
Yeni saldırı dalgasının önünün açılabilmesi için, burjuvazinin öncelikle
bu kesimle hesaplaşması kaçınılmazdı.
Bu durum, örgütsüz işçi bölüklerinin zaten kötü olan iş ve yaşam koşullarının
daha da kötüleşmesine ve zaten ucuz olan iş gücü fiyatının daha da ucuzlamasına
yol açmıştır. Özellikle geri ve bağımlı ülkelerin işçi sınıfının en geniş
kesimleri her türlü iş güvencesinden ve sendikal örgütlenmeden yoksun
olduğundan zaten öteden beri “esnek”
çalışmanın nesnesi durumundaydı. Bir diğer vurguyla, birinci kesimin
geriletilmesi ikinci kesimi iyice geriletmiştir. İkinci kesim zaten öteden beri
her türlü iş ve çalışma güvencesinden yoksun ucuz iş gücü deposunu
oluşturmaktaydı. Yeni saldırı dalgasıyla işçi sınıfının bir tür ayrıcalıklı
kesimini oluşturan ve “pahalı iş gücü” kategorisine giren örgütlü kesimleri
özellikle hedef seçilerek ağır darbeler indirilmiş ve “esnek çalışma” sistemi
kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla, zaten ucuz iş gücü ve esnek çalışmanın öteden
beri kurbanı olan işçi kesimleri, “pahalı” iş gücünün bile ucuzlatıldığı
koşullarda iyice sefaletin bataklığına atılmıştır.
Evet,
üretim ve sermaye, artan oranda uluslararasılaşıyor. Emperyalist sermayenin
önündeki engeller bir bir yıkılıyor. Dünyamız, emperyalist sermayenin özgürce
at koşturduğu bir açık pazara/çiftliğe dönüştürülmüştür. Ama aynı özgürlük iş gücü piyasası
için geçerli değildir. Örneğin iş gücü, “çevre”den “merkez”e özgürce akamıyor.
Aksine, nitelikli iş gücü, “beyin göçü” hariç, çevreden merkeze iş gücü
akımının önüne sayısız engeller dikiliyor.
Yer
küremizde, öteden beri iki ayrı iş gücü piyasası bulunmaktaydı.
Bunlardan birincisini, kapitalizmin merkezlerindeki iş gücü piyasası, ikincisini ise bağımlı çevredeki iş gücü piyasası oluşturmaktaydı. Birinci
iş gücü piyasasında ücretler, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve sosyal
hakları nispeten daha yüksektir ve bu olgu, kapitalist maliyet fiyatlarını
(yani, değişen ve değişmeyen sermayeye kapitalistin harcadığı sermaye
miktarını) yükselten, kapitalist karı düşüren bir özelliğe
sahipti. İkinci iş gücü piyasası ise, öteden beri ucuz bir piyasadır ve kapitalist
maliyet fiyatlarını düşüren,
karlılığı yüksek tutan
bir özelliğe sahiptir.
1950-1980
arası tarihsel kesitte, dünya çapında ücretler, iş ve çalışma koşulları işçi
sınıfının lehine yükseliş eğrisi
çiziyordu. 1980’lerden sonra ise ücretler, iş ve çalışma, yaşam koşulları,
dünya çapında değişmeye başlayan kuvvet ilişkilerine bağlı olarak, sınıfın aleyhine gerilemeye başladı.
1974-75’lerden başlayarak, işçi sınıfının iş ve yaşam koşulları kötüleştirildi.
Ücretleri, iş güvenceleri ve sosyal hakları gasp edildi. Ulusal gelirden aldığı
pay sürekli geriletildi. Küresel ölçekte, hem merkezde ve hem de çevrede işçi
sınıfının yoksullaşması hem nispi,
hem de mutlak olarak arttı.
Uluslararası
sermayenin topyekün saldırısı ve devrimci dalganın gerilemesiyle bağlı olan bu etkin ve geriletici saldırı dalgası,
90’lar sonrası doruk noktasına çıktı ve hala da doludizgin biçimde sürmektedir.
Ama bu olgu, uluslararası çapta, iki tür iş gücü piyasasını ortadan kaldırabilmiş
değil. Dahası, özellikle çevredeki iş gücü piyasası daha sefil biçimler, işçi
sınıfının fiziki varlığını bile tehdit eden çarpıcı görünümler almıştır.
İş gücünün ucuzlatılması saldırısı, bütün iş gücü güvencelerinin ortadan
kaldırılmasıyla iç içe örgütlendi. İş günü, bir yandan fütursuzca uzatıldı.
Diğer yandan kuralsızlaştırıldı. Kalifiye iş gücü piyasası da ucuzlatıldı.
Emperyalist
küreselleşmenin gereksinmelerine bağlı olarak, uluslararası kapitalist iş gücü
pazarı, yeni tipten bir iş
gücü piyasası olarak biçimlendirildi. Bu yenilik, başlıca olarak, son derece ucuzlatılmış,
kuralsızlaştırılmış ve daha
da küreselleştirilmiş, dünya pazarı için üreten ve yüksek
kar oranlarını güvenceye alan
esnek iş gücü piyasasının
şekillenmesinde somutlaşmıştır. Tüm iş güvencelerinden yoksun, ÇUŞ’ların üretim
ve pazarlama gereksinimlerinin daralıp
genişlemesine, esnek pazarın
hareketine endekslenmiş, engelsiz ve dizginsiz bir tarzda tekellerin
gereksinimlerine göre işçi alımı ve çıkarılmasına; “çekirdek işçi” olarak tarif
edilen nitelikli iş gücü korunurken (ki, bu da mutlak değildir ve esneklik
burada da büyük bir oranda geçerlidir), çekirdeğin hemen çevresinde yer alan iş
gücünün özgürce kullanımına dayanmaktadır. Sermaye birikiminin dünya pazarı
ekseninde yükselip biçimlendiği tekelci kapitalizm aşamasında, dünya iş gücü
piyasası, “çekirdek iş gücü” piyasası ile çekirdeğin dışında kalan ve pek çok
alt biçimlerde bölünmüş iş gücü piyasası olarak yeniden yapılanma sürecini
yaşıyor. Uluslararası tekellerin azami kar yarışı ve acımasız kapitalist
rekabet dünyası iş gücü piyasasını da bu temelde yeniden ve yeniden
yapılandırarak ilerlemektedir. Dünya iş gücü piyasasının esnetilmesi ve
ucuzlatılması bu sürecin karakteristik özelliği olarak göz çıkarıyor.
Bugün,
tam zamanlı, sürekli ve iş güvenceli çalışma tipi büyük oranda geride
kalmıştır. “A-Tipik” çalışma, yani standart dışı çalışma (
part-time çalışma, çağrı üzerine çalışma, belli süreli çalışma, tele-iş türü
-Tele-Work- çalışma, özel istihdam bürolarına bağlı çalışma, sözleşmeli
çalışma, kapsam dışı çalışma, taşerona bağlı çalışma vb. gibi) olarak
tanımlanan çalışma tipi öne çıkarak egemen hale getirilmiştir.
Artık birincil, ikincil, üçüncül iş gücü grupları oluşmuş; üretimin
parçalanması ve küçük parçalara ayrıştırılması istihdamın da,
dolayısıyla işçi sınıfının da parçalanmasında, değişik katmanlara
ve kategorilere bölünüp tokatlanmasında belirleyici faktör olmuştur
Yapısal
ve küresel kitlesel kronik işsizlik olgusu ve işçi sınıfının mücadele
dalgasının geriye çekilmiş olması, sergilenen direnişin ise bu saldırıları
önleyecek güç ve yetenekte olmaması, güçler dengesinin burjuvazi lehine dönmüş
olması ve tüm bu olguların kapitalistlere sunduğu olağanüstü avantajlar burada
da belirleyici bir rol oynamıştır ve oynamaktadır.
Alman
burjuvazisinin bir sözcüsünün “Üretimimizi kaydırmamızın en önemli nedeni,
işçi ücretlerinin F. Almanya’ya oranla çok düşük oluşudur. Geri kalmış ya da
düşük ücret ülkeleri denilen bölgelerde acemi işçilik alanında ücret farklılığı
yüzde 1200 düzeyindedir.” açıklaması ya da General Motors’un bir genel müdürünün bir toplu sözleşme
görüşmesi sırasında sendika temsilcilerinin öne sürdüğü şartlara sinirlenerek, “Bir transatlantik alıp onu fabrikaya
dönüştüreceğim ve üretimi o dev geminin üzerinde yapacağım; ücretler hangi
limanda düşükse gidip o limana demir atacağım” tehdidi boşuna
değildir ve yer küremizin bir gerçeğini çok çarpıcı bir tarzda ifade eden bir
açıklama ve tehdittir. Keza, Dow
Chemical Company’in Yönetim Kurulu Başkanı Carl A. Gerstacker’in, hiçbir
yasayla sınırlandırılmak istemeyen, sınırsız iş gücü sömürüsünü arzu eden ve
azami kar açlığı ve kudurmuşluğu içerisinde ifade ettiği ve uluslararası
tekellerin özlemini de yansıtan ve Dow tekeli şahsında dile getirdiği, “hiç bir millete ait olmayan bir ada satın
almak istemişimdir.”, “Ve Dow şirketinin dünya merkezini işte böyle, hiçbir
ulus ya da topluma bağlı olmayan bir adanın tarafsız toprağı üzerinde kurmak
isterdim.” açıklaması da, aynı olgunun çok çarpıcı başka bir ifadesidir.
Konuyla
ilgili çok çarpıcı ve aydınlatıcı olan bir alıntıyı yazımıza alıyoruz. “FIET” in
bir raporunda şu tahlil yapılıyor:
“…
‘Günümüzde sanayileşmiş ülkeler (Dünya
Rekabet Gücü Raporu’na göre) ortalama saat ücreti 18 dolar olan 350 milyon
kişiyi istihdam etmektedir. Öte yandan, geçtiğimiz 10 yıl içinde, dünya
ekonomisi, Çin, eski Sovyetler Birliği, Hindistan, Meksika vb. gibi geniş ve
yüksek nüfuslu ülkelere girme gücünü elde etti. Böylece tümü birlikte
düşünüldüğünde, ortalama saat ücreti 2 doların altında, hatta birçok bölgede 1
doların altında olan yaklaşık 1 milyar 200 milyon kişilik bir iş gücüne
ulaşılmış oldu. Bu standartlar göz önüne tutulduğunda ortalama saat
ücretinin 4,3 dolar olduğu Güney Asya
Kaplanları bile ‘pahalı’ hale geldi. Nitekim sanayileşmiş dünya 350 milyon
kişiye, saatte 6 milyar 300 milyon dolar ödemektedir. Teorik olarak, aynı iş
gücü dünya ekonomisine yeni katılmış ülkelerde istihdam edilmiş olsaydı,
ödenecek tutar saatte 700 milyon dolardan ibaret olurdu. Bu, dünya ekonomisinin
toplumsal olarak sürdürülebilir olmasını tehdit eden global piyasanın ortaya
çıkardığı sorunun can alıcı noktasıdır.” (Aktaran 95-96 Petrol-İş
Yıllığı, s. 759)
Tekeller,
tekelci kapitalist devletler bu vb. hesaplamaları sürekli yapmakta, esnek ve
ucuz iş gücü için çılgınca yöntemlere başvurmaktadırlar. Azami kar için
emperyalist devletlerin ve ÇUŞ’ların yapmayacağı çılgınlık yoktur; bu olgu,
kapitalist emperyalizmin doğasında var ve var olmaya devam edecektir; ta ki
yıkılana, sosyalist dünya devrimi
yoluyla mezara gömülene dek! Yukarıya aktardığımız yapılan hesaplamalara dikkat
edin, orada çok çarpıcı ve irkiltici gerçekler dile getiriliyor…
“Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda modern
sektörlerdeki gerçek ücret gelirleri 1980’lerin başından bu yana % 60’tan daha
büyük bir oranda geriledi. Kayıt dışı sektörlerdekilerle işsizlerin durumu daha
vahim.” “Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki ücretler (ve emek maliyeti) OECD
ülkelerindekinden 70 kat düşük durumda.” (M. C.)
Özuğurlu’nun
yazısına aldığı ve “merkez”le “çevre” bağlamında saat başı ücret farklılığını
yansıtan şu tablo, ayrıca oldukça aydınlatıcıdır:
Ülke
(1996) Saat ücreti(İngiliz
sterlini)
Amerika 6.4
İngiltere 6.05
İtalya
6.01
Tunus
0.92
Tayland 0.79
Meksika
0.70
Türkiye 0.66
Filipinler
0.47
Bangladeş
0.28
Çin
0.24
Endonezya
0.23”
(Bilim
ve Gelecek, “Küresel Fabrikanın Doğuşu ve Yükselişi”, s.29)
ÇUŞ’ların
özellikle emek yoğun sektörleri yeni sömürge ülkelere taşıması, ünlü markaların
fason ve taşeron üretimle (2000 başlarında, dünyada, taşeron işçi sayısının 200
milyon olduğu saptanıyor) yol alması boşuna değildir… (Ayrıca bkz. “Üçlü Tuzak-
Industriall, www.industriall-union.org/sites,
PDF)
IMF, uluslararası tekeller, MÜSİAD, TÜSİAD Türkiye’de
açlık sınırının yarısı bile olmayan asgari ücreti yüksek bulmaktadır. 20 milyon
insanın yoksulluk, 10 milyonun açlık sınırının altında yaşamasına, 10 milyonu
aşkın insanın kayıt dışı çalışmasına ve (gizli ve açık) 8 milyon civarında
işsize karşın asgari ücret pahalı ilan edilmektedir. Keza IMF’nin, Koçların,
Sabancıların, MÜSİAD’çıların, TUSKON’cuların ülke çapında asgari ücret
saptanmasına son verilmesinde ısrarlı olması “neoliberal” politikalarla
bağlıdır. IMF’nin, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi sermayenin her bölgede
değişik, esnek bir asgari ücret uygulanması talebini ısrarla öne sürmesi, kıdem
tazminatını gasp etmeye çalışması, “Doğuyu Türkiye’nin Çin’i yapma” istek ve
dayatmaları da rastlantısal değildir. Sermayenin en saldırgandan unsurlarından
birisi olan eski ASO başkanı ve bugünün Ekonomi Bakanı zat-ı muhteremin, “Gelin Doğu’yu Türkiye’nin Çin’i yapalım. Türkiye ihracatını arttırmak
için kendi Çin’ini yaratmalıdır. Çin’de işçiler bir tabak pirinç ile mutlu
olurken, bizim işçilerimizin cebinde cep telefonu ve ithal sigara eksik
olmuyor.” sözleri,
sermayenin hedef ve yönelimini göstermesi açısından da çarpıcıdır.
İşbirlikçi
egemen sınıflar, faşist diktatörlük, Amerikancı AKP Hükümeti Türkiye pazarını
emperyalist sermayeye fütursuzca açmaya, Başbakan Erdoğan’nın deyişiyle, “memleketi
tüccar zihniyetiyle” yönetmeye ve “memleketi yabancı sermayeye pazarlamaya”
devam etmektedir. Yabancı sermaye çekme yarışına girmiş ülkeler gerçeği de göz
önünde bulundurulduğunda, ruhlarını emperyalizme satmış olan “büyük Türk
büyükleri”, önümüzdeki dönemde de, Türkiye’yi, emperyalist sermayeye daha
saldırganca pazarlamaya devam edecektirler.
Yukarıda
aktardığımız tablo ve veriler, örneğin devasa bir pazar ama aynı zamanda
dünyanın atölyesi olan sözüm ona sosyalist Çin’e yılda 70-80 milyar doları (2009
itibari ile 90 milyar dolar) bulan yabancı sermaye akışının neden(ler)ini de
açıklamaktadır bizlere.
Sermaye,
ekonomik ve siyasi istikrar
ister ve kar oranlarının yüksek
olduğu alanlara, ülkelere akar, yığılır. Çin’de ikisi de mevcuttur. Çin’in
nefes aldırmaz sosyalizm maskeli tekelci kapitalist diktatörlüğü,
emperyalistlerin, ÇUŞ’ların, Çin burjuvazisinin çıkarları için demoklesin kılıcı
gibi Çin işçilerinin ve emekçilerinin ensesinde sallanıp durmaktadır. Bir
zamanlar, Çin’in kapitalist bir ülkeye dönüşmesinin mümkün olmadığını
saptayan (daha sonra da Çin’in başından
beri yeni bir sınıflı toplum, tekelci kapitalist bir ülke olduğu sonucuna
varan) Mısırlı “Marksist” Samir Amin’in kulakları çınlasın; Çin’in döviz
rezervinin1.1 trilyon doları ABD bankalarına, Amerikan hazine fonlarına
yatırılmış durumda. 2000’lerin ilk yarısına gelindiğinde, 1978’den bu yana
Çin’e giren yabancı sermaye miktarı 600 milyar doları (kimi verilere göre 1
trilyon doları) bulmuştu. Çin’in ihracatının % 55’i yabancı sermayenin
ihracatına dayanıyor. Hong Kong’da aylık ücretler 600 dolar civarlarındayken,
Çin’de 65 ila 100 dolar arası değişiyor ve iç bölgelere doğru gidildikçe bu
miktar çok daha aşağılara düşüyor. 400 milyar dolar olan dünya tekstil
pazarının yarısı (200 milyar dolar) Çin’e aittir. ABD tekstil piyasasının %
70’ini Çin ele geçirmiş bulunuyor.
Bilindiği
gibi Çin, Nikson’un 1974’de Çin’i ziyaretiyle başlayan doğrudan ilişkileri
sonucu ABD tarafından “özel ayrıcalıklı” bir ülke olarak kabul edilmişti. Buna
karşılık dev Çin pazarı Amerikan emperyalizmine ve ÇUŞ’lara açılmıştı. Türkiye’nin
Pekin Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği tarafından yayınlanmış olan bir
raporda, “Yabancı Yatırımların Ekonomiye Katkısı” şöyle dile getirilmektedir: “Çin’de, yabancı sermayeye dayalı
şirketlerin ülke ekonomisi açısından önemi son derece büyüktür. 2008 yılı sonu
itibariyle 660,000 sayısına ulaşan yabancı yatırım projeleri, değer olarak
sanayi üretiminin %30’unu, ulusal vergi gelirlerinin %21’ini, dış ticaretin
%55’ini ve toplam ulusal istihdamın %11’ini oluşturmaktadır. Dünyanın önde
gelen 500 firmasının (Global Top 500) 480’inin Çin’de yatırımı bulunmaktadır.”
(Çin Halk Cumhuriyetinde Doğrudan Yabancı Sermaye Uygulamaları ve Sağlanan
Teşvikler, T.C. Pekin
Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, www.counsellors.gov.tr/upload/CHC/yatirimlar.doc )
Keza, OECD’nin Çin’le ilgili
yayınladığı ilk raporunda, özel sektörün Çin ekonomisinin temel taşı
konumuna geldiği, istihdamın büyük
bir bölümünü karşıladığı ve Çin’in gayri
safi yurt içi hasılasının yarısını gerçekleştirdiğini, Çin’de
“beşikten mezara kadar sosyal güvence sisteminin” de tarihe karışıp gitmeye
başladığı vurgulanıyor. Artık “sosyalist” Çin’in dolar zenginleri, dünyanın en
zengin ilk yüzü içerisine girecek kadar semirmiş bulunuyor…
Emperyalist
sermaye ve ÇUŞ’lar hareketli ve esnek bir akışkanlığa sahiptir. Pazarın
esnekleştirilmiş olması zemininde, ucuz iş gücü ülkeleri arasında da hareketli
ve esnek bir profil çizmektedir. İş gücü nerde ucuzsa ve iş gücü nerede daha
çok ucuzlaştırılıyorsa anında oraya kaymaktadır. Bağımlı ülkeler arasında da “yabancı sermaye”yi çekmede kıyasıya bir rekabet var. Yabancı
sermayeye en karlı ve güvenceli imkânı sunan ülke ya da ülkeler grubu, yabancı
sermayenin en yıldız ülkesi ya da ülkeler grubunu oluşturuyor. Bu olgu da,
bağımlı ülkelerin proletaryası ve emekçileri için yaşamı dayanılmaz hale
getiriyor. Tüm fatura proleterlere, kent ve kır yoksullarına, kadın ve
çocuklara, öteki emekçi kitlelere kesiliyor. Kuşkusuz ki, bu da yeni bir
devrimci atılımın zeminini güçlendiriyor; böylece tekeller ve işbirlikçi
hainler, kendi sistemlerinin temeline artan oranda barut fıçıları, dinamit
lokumları yığmaya devam etmektedirler…
Bugün,
tekstil ve hazır giyim, uluslararasılaşmanın en yüksek olduğu sektörler
içerisinde yer almaktadır. 1980-85’lerden bu yana, bu bağlamda Asya kıtası öne
çıkmıştır. “Tekstil üretimi Asya’da
yüzde 97.7 oranında artış göstermiş, Latin, Orta ve Kuzey Amerikanın bütününde
de yüzde 76.3’lük bir artış gerçekleşmiştir. Bu yıllar içinde en dramatik
düşüşü yüzde 32.4 ile Avrupa yaşamıştır. 1995 yılı itibarıyla Avrupa toplam üretiminin
yüzde 29’una sahipken, Asya 1980’de yüzde 27 olan payını 15 yıl içinde yüzde
44’e çıkarmıştır. Aynı dönem içinde bütün Amerikanın payı da yüzde 18’den yüzde
25’e yükselmiştir.” (M. Özuğurlu)
Metropollerden
çevreye tekstil sektörünün taşınması bilinen bir olgudur. (Ki eskimiş ve
aşılmış teknolojiye dayanan, kapitalist maliyet fiyatlarını yükselten,
eko-sistemi vuran, çevre kirliliği yaratan demir-çelik, gemi inşa gibi vb.
sanayiler de “çevre”ye aktarılmaktadır.) Ama öte yandan, ÇUŞ’lar, ki bu durum sadece
tekstil sektörü ile ilgili değildir, tekstil sektörünün taşındığı ülkelerde de
sabit bir konumlanmaya sahip değildirler; aksine, iş gücü nerde daha fazla
ucuzlamışsa, kapitalist maliyet fiyatları nerde daha düşük ve karlılık nerde
daha fazla yüksekse oraya yönelmektedirler. Örneğin, “1970’lerdeki ilk dalgada Asya Kaplanları diye bilinen Güney Kore,
Tayvan, Singapur ihracatçı merkezler olarak ön plana çıkmıştır. 1985-90
arasında ise özellikle konfeksiyon üretimi radikal bir biçimde yer
değiştirmiştir. Asya Kaplanları katma değeri yüksek mallarda uzmanlaşırken,
dokuma ve konfeksiyon üretimi Filipin’ler, Malezya, Tayland ve Endonezya’da
yoğunlaşmaya başlamıştır. 1990’lar ile birlikte ise coğrafi yer değiştirmede
üçüncü bir dalga ortaya çıkmış ve üretim Bangladeş, Sri Lanka, Vietnam ve
Pakistan gibi ülkelerde yoğunlaşmıştır. 1990 ile birlikte Çin de büyük bir
üretim bölgesi olarak ihracatçı ülkeler arasında baş sıraya yerleşmiştir.”
(M. Ö.) Bu yer değiştirmelerin temel nedeninin ücretlerin yükselmesi olduğunu
UNCTAD da vurgulamaktadır. 1980-95 arası tarih kesitinde Türkiye’nin tekstil ve
hazır giyim sektöründeki payı, 1980’deki payına göre 9,8 kat artmıştır.
“Türkiye, 1980’e kadar ilk 30 ülke arasına bile giremezken 1995’te ihracat
payını 1980’deki düzeyin 5 kat üzerine çıkartmış, yüzde 1,9’luk oranla ilk
yirmi arasında yer almıştır (ILO, 2000:9,10) Nitekim 8. Beş Yıllık Kalkınma
Planı’nda ‘Türk giyim sanayi dünya ile entegrasyonu sağlamış rekabet içinde var
olan bir sanayidir’ tespiti yapılmıştır (DPT, 2001)”
Emperyalizme
bağımlı “çevre”deki işçilerin ve emekçilerin aşırı yoksullaşması olgusunun yanı
sıra, özellikle 80-90’lar sonrası patlama yapan şeylerden birisi de, “merkezin
çevreleşmesi”dir. Bu kavramla anlatılan şey, geri ve bağımlı ülkelerde
görülen yoksulluk ve sefaletin emperyalist “refah” ülkelerinde de bir biçimde
gelişiyor olmasıdır. Batı Avrupa’da yoğun bir nüfusa sahip olan Türkiyeli işçi
ve emekçiler bu oluşumun daha yakın tanıklarıdırlar. “Hayalet kentler” ve
Gettolar, ucuz iş gücü depoları durumundadır.
Emperyalist ülkelerde “kayıt dışı ekonomi”, “kaçak çalışma” olgusunun
yaygınlaşması “merkezin çevreleşmesi”nin
tipik bir görünümünü oluşturmaktadır. Milyonlarca insan evsiz, işsiz,
hemen hemen her türlü sosyal güvenceden yoksun, açlığın, fuhuşun,
uyuşturucunun, mafyanın, kültürel dejenerasyonun batağında acı çekmektedir.
Örneğin, İngiltere’de 1970’lerin ortalarında tekstil ve konfeksiyon
sektörlerinde çalışan işçi sayısı 1 milyon civarındayken, bu sayı 1990
sonlarında 370 000’e düşmüştür; “Londra ve Manchester gibi büyük kentlerde de
büyük ölçüde göçmen işçilerin istihdamına dayanan taşeronluk ilişkilerinde bir
patlama yaşanmıştır.”
Emperyalizm
ve bağımlı ülkeler ilişkisinde, ekonomik ilişkiler sisteminin emperyalizm
lehinde düzenlenmiş olması öteden beri süregelen bir olgudur. Her aşamada uluslararası
kapitalist iş bölümü bu eksende şekillenmiştir. Bu eşitsizlik, emperyalist
dünya sisteminin özünü oluşturur. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında bu
eşitsizlik çok daha çarpıcı bir olguya dönüşmüştür. 75-80’ler sonrası
uygulamaya giren “serbest piyasa modeli” ile bu eşitsizlik daha da
keskinleşmiştir. Burjuva liberal, postmodernist sahte propagandanın aksine
tarihin hiçbir döneminde eşitsizlik bu kadar güçlü, keskin, derin ve kapsamlı
olmamıştır.
“1960
yılında dünya nüfusunun en zengin % 20’si ile en yoksul % 20’si arasındaki fark
1’e 30 idi; bu fark bugün 1’e 82’ye çıkmış durumda.” Dünyanın en zengin 3
adamının servetinin değeri 48 ülkenin yıllık gelirine eşittir. Kara Afrika
gözden çıkarılmıştır. Dünyanın en yoksul
25 ülkesinden 20’si Afrika’da bulunmaktadır. Bir BM raporuna göre, dünyanın en
zengin 358 kişisinin geliri, dünya nüfusunun % 45’inin gelirine eşit. Dünyanın
en zengin 225 kişisinin serveti, 2,5 milyar insanın toplam gelirine eşit. ABD
Nüfus Referans Bürosu’nun yaptığı bir araştırmaya göre, dünya nüfusunun
yarısından fazlası, % 53’ü (3 milyardan biraz fazla insan) günde 2 dolardan
daha az bir parayla yaşıyor.1 milyar insan işsiz ya da istihdam dışı. 600
milyon işçi, her türlü sosyal güvenceden yoksun “kayıt dışı “ çalıştırılıyor.
250 milyon çocuk işçi çalıştırılıyor. En güvencesiz ve fakir kesimi ise kadın
ve çocuk işçiler oluşturmaktadır.1 milyar insan açlık çekiyor. 3 milyar insan
günde 2 doların altında bir ücrete talim ediyor. 1 milyar 300 milyon insan ise
1 dolar dahi harcayacak durumda değil. Dünya çapında askeri harcamalar 2011
yılı sonu itibari ile 1.7 trilyon dolardır. “Bu askeri harcamalar toplamı 155
ulus devlete aittir.” (ORAN Orta Anadolu Kalkınma Ajansı, TR72 Bölgesi
–Kayseri, Sivas, Yozgat- Savunma Sanayine Yönelik İmalat Sanayi Raporu, Ağustos
2013 ANKARA, s. 9, www.oran.org.tr/.../TR72_Savunma_Sektoru_Imalat_Sanayi_Raporu.pd..)
2011 yılı itibari ile tek başına Amerikan emperyalizminin askeri harcamaları
ise 682 milyar doları bulmaktadır. Örneğin, açlık sorunun dünya çapında acil
çözümü için gerekli para miktarı sadece 25-30 milyar dolardır. Oysa sadece Batı
Avrupa’da parfüm kullanımına harcanan yıllık para miktarı, 2011 itibari ile, 42 milyar dolardır.
2009 itibari ile ABD’de 37 milyon insan aç, 1.7 milyon evsiz,
45 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 47 milyon insanın hiçbir
sağlık güvencesi yok. 15 milyon işsiz bulunuyor, ki gerçek rakamların daha
yüksek olduğundan ise kuşku duymaya gerek yok. ABD’de “kemer sıkma” ve
“tasarruf” politikası gerekçe gösterilerek belli güvencelerle bakımını devletin
üstlendiği deliler sokağa salıverilmiştir. AB’de 80 milyon kişi yoksul, 24
milyonu ise işsiz.
Bütün olgular, “küreselleşme”nin, “globalizm”in,
“neoliberalizm”in, “bilgi toplumu”nun insanlığa ve “çevre ülkeleri”ne de hizmet
ettiği propagandasının sahte ve gerici karakterini açıklıkla gösteriyor.
“Küreselleşme”nin nimetlerinden en iyi yararlananlardan biri Soros’tur.
“Filozof” ve “hayırsever” Soros’un açıkça söylediği gibi, “küresel kapitalist
sistem, eşit olmayan bir oyun sahası üretmiştir. Zengin ve fakir arasındaki
uçurum açılmaktadır.” “Maalesef bugün hakim olan küresel mali yapı daha az
şanslı olana pratik olarak destek sağlamamaktadır.” “Kapitalist sistemin
merkeziyle çevresi arasındaki ilişki tamamen eşitsizdir.” Ayrıca, “Genellikle
merkezdeki küçük bir karışıklık çevrede bir krize dönüşür.” “Egemen devletler
sistemdeki vanalar gibi hareket ederler.”
J.B Foster’in kitabına aldığı şu tablo da “küreselleşme”nin
gelir dağılımını daha da eşitsiz hale getirdiğini yansıtan verilerden birisini
oluşturmaktadır.
“ Tablo 2
Dünya Gelir Dağılımı: Nüfus ve
Gelirin Toplam Yüzdesi
Gelir ya da tüketimin Yüzdelik Payı
Dünya toplam yüzdesi Dünya geliri toplam yüzdesi
1988 1993
En düşük:% 10 0.9 0.8
En düşük:% 20 2.3 2,0
En düşük: % 50 9.6 8,5
En düşük : % 75
25.9 22.3
En düşük : %85
41.0 37.1
En yüksek : %10
46.9 50.8
En yüksek : %5
31.2 33,7
En yüksek : %1 9.3 9.5”
Yukarıdaki tablo üzerine Foster
şu bilgileri de verir:
“Dikkat edilirse 1993’de en üst yüzde 5’lik dilim en alttaki
yüzde 75’lik dilimi çok çok aşan bir gelir payına sahipken ve bu pay giderek en
alttaki yüzde 85’lik dilimin payına yaklaşırken, 1993’de en tepedeki yüzde
1’lik dilimin dünya gelirinin en alttaki yüzde 50’lik diliminden daha fazlasını
(yüzde 9,5) aldığı gözükmektedir. (Milanoviç veriyi, burada gösterildiğinden
daha ayrıntılı biçimde araştırmış ve en tepedeki yüzde 1’lik dilimin bu
dünyadaki insanların en alttaki yüzde 57’yle aynı gelire sahip oldukları
sonucuna ulaşmıştır.” (Emperyalizmin Yeniden Keşfi, s. 70-71)
Bu tablo, emperyalist kapitalizmin, emperyalist
küreselleşmenin, ÇUŞ’ların hegemonyasının tablosudur…
Doğrudan sermaye yatırımlarından da en büyük payı “çevre”
değil, “merkez” almaktadır. Konu
hakkında aşağıdaki tablo da durumu açılamaktadır:
“Tablo 4. Doğrudan Yabancı Yatırım
Yüzdeleri
1967 1973 1980 1989
Dağılım
Yüzdesi
Gelişmiş ülkeler 69.4 73.9 78.0 80.8
Gelişmemiş ülkeler 30.6 26.1 22.0 19.2
Toplam 100.0 100.0 100.0 100.0”
(H. Magdoff, Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm, s. 19,
Kalkedon yay.)
Bu tablo, aynı zamanda “merkez” ülkelerinin sermaye
ihracatçısı ülkeler olduğunu, sermaye ihracı tekelini elinde tuttuklarını ve
“çevre”nin “merkez”e bağımlı olduğunu da açıkça yansıtmaktadır. Bu tablo, aynı
zamanda uluslararası yeni tip işbölümünün belirleyicisi ve biçimlendiricisinin
“merkez” ülkeleri olduğunu ve olmasının da kaçınılmaz tarihsel ve güncel bir
olgu olduğuna da işaret etmektedir.
Aşağıda yer alan tablo da “merkez” ve “çevre” ekonomileri
arasındaki ilişkilere, keskin eşitsizliğe ışık tutmaktadır.
“Tablo 9: Gelişmiş ve Gelişmemiş
Piyasa Ekonomileri Arasındaki Uçurum
Gelişmemiş Ülkelerin Kişi Başına
Düşen GSYİH’nın Gelişmiş Ülkelere Kıyaslaması
Tüm Gelişmemiş 1960 1970 1987
Piyasa Ekonomileri 8.7 % 7.4% 6.1%
Afrika (a) 6.9
5.6 3.5
Latin Amerika (b) 22.2 17.9
12.5
Petrol üreticileri 31.3 26.3 12.0
Diğerleri 20.0 15.3 12.7
Asya-Ortadoğu 16.7 14.9 19.7
Petrol üreticileri 18.9 16.7 27.8
Diğerleri 15.2 13.5 11.8
Doğu ve Güneydoğu Asya 5.3 4.5 3.8
(a) Güney Afrika dahil edilmemiştir.
(b) Karayipler dahildir.”
Kaynak: (a) BM’nin 1960 bilgilerinden hesaplanmıştır. Ulusal
Rakamsal İstatiksel <yolloıo, 1974, cilt III, (b) Ulusal Rakamsal
İstatikler: Temel Taplamların Analizi. 1987” (age,
s. 34)”
“Periferi” daima kapitalizmin anavatanlarına bağımlı
olagelmiştir. Emperyalist dünya sistemi, aynı zamanda söz konusu bağımlılığın
maddi temelini oluşturur ve bu bağımlılığı yeniden ve yeniden üretir. “Tüm
gelişmemiş ülkelerin” kişi başına düşen GSİH’nin “gelişmiş ülkelerin” kişi
başına düşen GSYH’nin 1960’da %8.7’sine tekabül ederken, 1970’de %7.4’e,
1987’de %6.1’e gerilemesi söz konusu olguyu, açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
J.B. Foster’in kitabından aldığımız şu tablo da gerçeği yansıtan
bir diğer veridir.
“Tablo
1: Kişi Başına Gelir Artışı Büyüme Oranları Ortalaması, OECD ve Gelişmekte Olan
ülkeler (a)
1960-1979 1980-1998
OECD(b) 3.4
1.8
Gelişmekte olan ülkeler (c) 2.5
0.0”
(Emperyalizmin Yeniden Keşfi, s. 237)
Bu tablo, hem OECD’yi oluşturan ülkelerle “gelişmekte olan
ülkeler” arasındaki eşitsizliği yansıtmakta, hem de, “küreselleşme” sürecinin
giderek atağa geçtiği tarihsel kesitte kişi başına gelir artışı büyüme
oranlarının düştüğünü göstermektedir. Ama bu süreç, kapitalizmin mutlak yasası
olan bir tarafta zenginliğin, diğer tarafta yoksulluğun korkunç bir şekilde
birikerek geliştiği bir süreç olmuştur. Yukarıdaki tablo da 70’lerden sonra
kapitalist emperyalizmin teknolojik temeldeki yenilenmeye karşın bir durgunluk
eğilimine saplandığını da gösteren verilerden birini oluşturmaktadır.
Dünya nüfusunun yüzde 40’ının elektriksiz olduğu, yüzde
65’inin hiç telefon kullanmadığı bir dünyada yaşıyoruz hala. “Gerçekte
internetin pazara sunulması, gelişmiş ülkeler (özellikle de ABD) ile diğer
ülkeler arasındaki eşitsizlikleri arttıracaktır. 1996’da gelişmiş ülkelerdeki
internet kullanımı sadece %4 iken, Web kullanıcılarının nerdeyse %75’i ABD’lidir.”
Hala dünya nüfusunun sadece %3’ü bilgisayara sahip. Bu vbg. nimetlerden
yararlananlar da “gelişmiş ülkeler”, bu ülkelerin de daha ziyade zengin kesimi.
Dünya Bankası’nın 2010 yılında yayınladığı verilere göre,
düşük gelirli ülkeler grubundaki nüfus toplam dünya nüfusunun % 12,5’şini
oluşturmasına karşın toplam dünya gelirinden aldığı pay sadece % 0,7’dir, yani
% 1’i bile bulmamaktadır. Buna karşın toplam dünya nüfusunun % 16,5’ini
oluşturan yüksek gelir ülkeler kategorisinde yer alan grup toplam dünya
gelirinin % 71,6’sını almaktadır. Orta gelirli ülkeler grubu ise, toplam dünya
nüfusunun % 71,0’ını oluşturduğu halde gelirden aldığı pay, % 27,6’dır.
Tablo bu işte!
İşte
“Hür dünya”, “Bilgi Toplumu” dünyayı böyle “özgürleştiriyor”. Bir zamanlar
“vahşileri” kitlesel olarak kılıçtan geçirip Hıristiyanlaştırarak cennete
kazandırdıklarını iddia ediyorlardı. Sonra aynı sömürü, sömürgecilik, vahşet
“barbarları” uygarlaştırma “misyon”u ile kılıflanarak pratikleştirildi. Daha
sonra aynı vahşet ve soygun “hür dünya”nın önderliğinde “insanlığı,
uygarlığı” “büyük şeytan”, “ düşman”,
“barbar” “demir perde ülkelerinden kurtarma” demagoji ve manipülasyonu ile
kamufle edilmeye çalışıldı. Bugün de aynı saldırganlık ve yıkım “insanlığı,
insanlığın baş düşmanı terörizmden kurtarma” ve “özgürleştirme”, “terörizme
karşı sonsuz savaş” neofaşist saldırganlığı ve demagojisiyle yürütülmektedir.
Açık
ki tekeller, kapitalist ve emperyalist dünya sistemi ve Amerikan emperyalizmi
dünyayı kan ve ateşe boğmaya devam etmektedir. Açık ki kapitalizmin ve
emperyalizmin, Yankee emperyalizminin proletarya ve halklara, insanlığa sunduğu
temel şey, vahşi bir cehennemdir.
Yukarıdaki
karanlık tablo, kapitalist ve emperyalist dünya gerçeğinin küçük evet sadece
küçük bir parçasıdır. Emperyalizm, ÇUŞ’lar insanlığı barbarlık içerisinde yok
oluşa sürüyor. Evet, dünyamızın gerçek ikilemi şudur: Ya barbarlık
içinde yok oluş ya da sosyalizm/komünizmin zaferiyle kurtuluş! Başka bir yol yok! Orta bir
yol yok! Orta yoldan, “üçüncü yol”dan vb. bahsedenler emperyalizmin bilinçli savunucuları, devrimin,
sosyalizmin, halkların ve proletaryanın bilinçli düşmanlarıdır.
Bilimsel
ve teknik devriminin en ileri kazanımlarının sadece ve sadece azami kar yasasının
gereksindiği ölçeklerde
kullanıldığını biliyoruz. Dolayısıyla buluşların ve bilimin daha ileri
sıçrayışları bakımından tekellerin eli altında gizli olan verilerin, bilgilerin
vs. sadece küçücük bir kısmını bilebilmekteyiz. Emperyalistler arası amansız
rekabet ve azami kar hırsı, kaçınılmaz olarak, teknik gelişmeleri yaratıyor.
Ama emperyalist devlet ve tekeller, sadece kendi azami kar amacına hizmet ettiği oranda
yeni tekniğin kullanılmasına izin vermektedirler.
Dolayısıyla teknik gelişmeyi frenleme, geciktirme, bir dizi bilimsel ve teknik
buluşu satın alarak çekmecelere kilitleme eğilimi de tekelci kapitalizme içselleşmiş bir olgudur. Emperyalist
tekelci kapitalizmin bu bakımdan da çürüme eğilimi bugün çok daha derinleşerek
kapsamlılaşmış durumda.
Lenin’in
vurguladığı gibi, “bütün tekeller
gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine
yol açar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya
kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yok eder, bunun sonucu olarak da bütün
ilerlemeleri frenler. Ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme yolunda ekonomik
bir takım olanaklar da doğurur. Bir örnek verelim: Amerika’da Owens adında
biri, şişe yapımında devrim yapacak bir makine icat etmişti. Alman şişe
fabrikatörleri karteli, Owens’in patentini satın aldı; ama kullanacağı yerde
çekmeceye atıp sakladı. Elbette, bir tekel, kapitalist rejimde, dünya
pazarındaki rekabeti tümüyle ya da uzun süre bir süre için ortadan kaldıramaz
(ultra emperyalizm teorisinin saçmalığını kanıtlayan nedenlerden biri de
budur). Kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme
işlemleriyle karı artırma olanağı, bir takım değişikliklere yol açmaktadır.
Ancak tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam
etmekte, bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında, bir zaman için üste
çıkmaktadır.” (Emperyalizm, açL., s.112-113)
Konuyla
ilgili bir örnekte biz aktaralım “Evrensel Soygun” kitabından:
“Son bir neden olarak büyük şirketlerin bazen
kar arzusu kadar güçlü olabilen bir istikrar ve güvenlik arayışı vardır. Bu
nedenle, özellikle büyük yatırımların yapılmış olduğu mevcut teknolojileri
tehlikeye sokacağa benzeyen yüksek riskli projeler yüksek yöneticilere hoş
gelmez. Halen pazarlamakta oldukları teknolojilerin kısa sürede geçersiz hale
gelmesine katkıda bulunmaya itecek bir neden(leri) yoktur onları(n). Şirket
hayatının bu gerçeği, 1962 yılında neredeyse hiç egzoz gazı çıkarmayan gaz
türbinli motoru imal edebilecek durumda olan Chrysler’in klasik yüksek
kompresyonlu motorun daha büyük ve daha egzoz çıkaran tiplerini tercih etmesini
açıklamaktadır. Evrensel oligopollar her yıl teknolojik ilerlemeleri hasıraltı
etmek için önemli miktarlar yatırmaktadırlar; tehlikeli görülen buluşların
patentleri satın alınarak, belki de sonsuza dek, şirketin dosyalarında
depolanmaktadır. (1970’de General Motors, Ford ve Chrysler 17 yıl boyunca hava kirlenmesini önleyici aygıtları
piyasaya sokmamak için komplo kurduklarını itiraf etmişlerdir.)” (s.
456)
Durgunluk
ve çürüme eğilimi, günümüz tekelci kapitalizminin de karakteristik bir özelliği
olmaya ve üretici güçlerin özgürce gelişimini önlemeye ve artan oranda önlemeye
devam etmektedir…
Uluslararası
iş bölümünde, emperyalizmin bağımlı ülkeleri sömürmesinin biçimlerinden birisi
de “çevre”den
metropole doğru yönlendirilen “beyin göçü”dür. Emperyalist devletler ve
tekeller, bu yöntemle, özellikle bağımlı ülkelerin en nitelikli/yetişmiş kafa
emeğini, göreli olarak daha yüksek ücret ve daha yüksek bir yaşam tarzı sunma
yoluyla kendilerine çekerler. Bilim insanlarının istediği ve özlediği
araştırma, inceleme, yeteneklerini geliştirme ve yaratım faaliyetleri için
elverişli ortamlar arama gerçeğini de sömürerek kalifiye kafa emeğini kendi
gereksinmeleri temelinde istihdam ederler. Böylece bu yöntemi, metropollerde
daha pahalıya mal olan kafa emeğini ucuzlatmanın bir aracı olarak kullanırlar.
Ucuza elde ettikleri kafa iş gücü aracılığıyla da iş ve üretim verimliliğini,
karlılıklarını yükseltmiş olurlar. Bağımlı ülkelerin yetiştirdiği kalifiye
beyinleri, masrafsız ve kolay yoldan kendilerine çekerek de bu ülkelerin
iktisadi gelişmesini zayıflatırlar.
ÇUŞ’lu
tekelci kapitalizm döneminde, beyin göçü olgusu, yeni koşullara bağlı
şekillenmektedir. Bu değişiklik, dünya pazarını temel alan ÇUŞ’ların, beyin
göçünü esnek, daha kolay ve aktif bir şekilde örgütlemesine, kapitalist
rekabetin bu alanda da keskinleşmesine, beyin göçü kapsamında devşirilen
kalifiye kadın ve erkek kafa iş gücünün gezegenin neresinde gereksinim duyuyorlarsa
orada konumlandırılmasına dayanmaktadır. Ki kapitalist dünya ekonomisinin
geldiği noktadaki gereksinimleri, iş gücü içerisinde kalifiye iş gücünün
önemini yaşamsal kılmıştır.
Esnek
kapitalist birikim tarzına bağlı olarak, bu kategorideki iş gücü, ÇUŞ’lar nerde
örgütlüyse, ÇUŞ’ların gereksinimi neredeyse orada mevzilendirilmektedir. Yani
çevreden metropole doğru örgütlenen “beyin göçü” biçim değiştirerek
sürmektedir. Beyin göçünün büyük önemine karşın, ÇUŞ’lar, bugün ulaştıkları
kudret sayesinde, bu kategorideki iş gücünü de esnekliğin işlevlerine bağlı
olarak ele almaktadırlar. Bu kesimin dar bir kategorisi hariç, geniş kategorisi
esnek kapitalist birikim saldırısı ve araçları karşısında, pazarlık gücü
bakımından dünden daha güçsüz pozisyonda bulunmaktadır. En elit kesimleri
burjuva devlet ve tekellerle iyice kaynaşmaktadır. Ama küresel kronik kitlesel
işsizlik olgusunun, esnek çalışma standartlarının baskısı, alıştıkları görece
iyi yaşam tarzını kaybetme korkusu bu kesimlerin daha geniş ya da önemli bir
bölüğünün artan oranda kapitalizmle, emperyalizmle, ÇUŞ’larla kaynaşmasına yol
açmaktadır.
Bu
kategoride yer alan insanlar, çelişkisiz bir bütünü oluşturmamaktadır. İlerde
gelişecek devasa mücadeleler, bu kesimde de parçalanmalar yaratacak, özellikle
bilim insanları saflarında “aydın onuru”nu, “bilim onuru”nu, bilimin “insanlık
dışı amaçlarla”, acımasız ve yıkıcı bir tarzda azami kar amacıyla kullanılmasına
karşı çıkacak bireyler ve belli kesimler çıkacaktır. Bu gerçeği sadece geçerken
hatırlatmak istedik.
Lenin’in
son derece uzak görüşlülükle saptadığı gibi, emperyalizm sadece var olan, hazır
kaynaklarla yetinmez, o olası kaynakları ve olası karlı
alanları da araştırır, yaratır, bulur, kullanır. İnsan genemonun
şifrelerinin aşağı-yukarı çözülmüş olması, kök hücrenin kullanımının ilaç ve
sağlık sanayinin birkaç devi için nasıl karlı bir alan açacağı ve açtığı
üzerine hepimiz düşünebiliriz... Şimdiden ürettikleri, üretebilecekleri veya
yakında üretilecek olan insan organlarının patent hakkını almak için kendi
hükümetlerine başvuran şirketler var… Uluslararası tekeller uzayı da paylaşmaya
başlamıştır. Örneğin, ABD ve ÇUŞ’lar, askeri önem ve hedefler bir yana,
dünyanın uydusu Ay’ı, Mars gezegenini ve dev astroitleri nasıl kar kazanmanın
aracı haline getirebileceklerinin, Ay’da ve astroitlerde bulunan hammaddelerin,
madenlerin nasıl ucuza dünyaya taşınabileceğinin veya uzayda işleyerek
“insanlığın hizmetine” nasıl sunabileceklerinin vb. çalışmalarını
yapmaktadırlar. Tabii ufukları yalnız Ay’la sınırlı değil… Bu modern
barbarlar sürüsü, bugün olanaklı olmayanın yarın olanaklı hale
gelebileceğini bilecek kadar da zeki ve deneyim sahibidirler. Eh ne de olsa
dünyadaki bilim ordusu, en gelişkin teknolojiyi kullanan ve sürekli
yetkinleştirilen laboratuarlar vb. ellerinin altında… Ve tek amaçları da azami
kardır.
Açık
ki, proleter devrimle yok edilmedikçe, emperyalizm gezegenimizden sonra uzayı
da “Şehr-i Kufran” haline
getirecektir; ki, bu yola zaten çoktan girilmiştir bile…
*Emperyalist dünya sisteminin temel
gerçekleri ve işleyişleri içerisinde, eşitsiz gelişme yasasıyla bağlı olarak,
“çevre”den “merkeze” geçişler/sıçrayışlar olanaklıdır ama böyle de olsa, bu,
sınırlı bir olgudur ya da görece bir olgu olabilir. Bu bağıntıda zamanla bazı
bağımlı ülkelerin (“çevre”den) “sınıf” atlayarak “merkez”e geçmesi, ileri
teknoloji de üretmesi ve geliştirmesi olanaklıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder