1 Aralık 2013 Pazar

EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI Emperyalist Küreselleşme ve Yeni Tip Uluslararası Kapitalist İş Bölümü II



EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI
Emperyalist Küreselleşme ve Yeni Tip Uluslararası Kapitalist İş Bölümü
                       II
Eski uluslararası iş bölümünde, emperyalist devletler ve tekeller, yeni teknolojilerin kullanılmasına geçişi sağladıktan sonra, eskimiş teknolojiyi geri ülkelere satarlardı. (Bunun çok iyi bilinen örneğini Türkiye’de tekstil sektörü oluşturmaktaydı.) Yeni tip uluslararası kapitalist iş bölümünde ise, yeni teknoloji ve yeni teknolojiye dayalı işletmeler, gittikçe artan oranda, bağımlı ülkelerde inşa edilen ve geliştirilen üretim merkezlerine de aktarılmaktadır. Ancak emperyalist devletler ve tekeller, bunu yaparken, hem bu yeni tip işletmeleri kendi denetimlerinde tutmaya hem de bu teknolojilerden daha yüksek teknoloji üretimi tekelini elde bulundurmaya devam ederler. Burada söz konusu olan şey, bağımlı çevrenin yeni tip uluslararası iş bölümü ve sermaye birikiminin gerekleri ve gereksinmeleri temelinde yeni tipte bağımlılık ilişkileriyle yapılandırmasıdır.
Bağımlı ülkelerde ileri teknoloji kullanan birinci sınıf fabrika ve üretimin gelişmesinin nedenlerini, artık tekeller için yerel pazarın dünya pazarı olması, şiddetlenen kapitalist rekabet ve bağımlı ülkelerde sudan ucuz gücü fiyatları, düşük maliyet, yüksek karlılık olguları oluşturmaktadır.
Emperyalist küreselleşmenin gelişmesi süreci, aynı zamanda teknolojinin de yoğunlaşması, merkezileşmesi ve daha fazla uluslararasılaşması demektir. İleri teknoloji ve son teknolojik yenilikler tekeli, tartışmasız, uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin elinde bulunmaktadır. Bugün de bilimsel teknik devrimin en son ürünleri ve teknolojik kapasite esasen kapitalizmin metropollerinde yoğunlaşmıştır*. Bu tablo, ancak emperyalizm ve kapitalizmin proleter devrimle tasfiyesi ve sosyalizmin zaferiyle değiştirilebilir.
Küresel karaktere sahip ve her geçen gün daha ileri biçimler alarak uluslararasılaşan tekelci kapitalist ekonominin bugün ulaşmış olduğu düzeyde üretim, dolaşım, birikim; kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci küresel ekonomiyi temel alarak gerçekleşmektedir. “Küresel fabrika”, işte bu yeni dönemin bir olgusudur. Kökleri, rüşeym hali ta ÇUŞ’ların ilk doğuş aşamasına dek uzansa da, esasen yeni dönemin genelleşen bir olgusudur.
Yeryüzü, tekelci kapitalizmin ulaşmış olduğu tekelleşme aşamasında adeta küreselleşmiş bir fabrikalar sistemine dönüşmüştür ve bu dönüşüm hızlanarak sürmektedir. Daha fazla uluslararasılaşan kapitalist dünyada üretim, ulusal pazarın daha ileri biçimlerde bütünleştiği dünya pazarı için yapılmaktadır. Küresel fabrika, küresel kapitalist pazar için üretim yapan, uluslararası tekellerin devasa kapitalist ağına bağlı, esnekleşmenin, kuralsızlaştırmanın her biçiminin damgasını vurduğu bir fabrikalar ve işletmeler sistemini, küresel üretim zincirini ifade eder. P-M-P’ hareketinin küreselleşmiş/uluslararasılaşmış olması, bu olgunun maddi temelini oluşturmaktadır.  “Küresel fabrika”, “serbest üretim bölgelerinin” inşası uygulaması öncülünü de aşarak bir bütün yeni ekonomik yapılanmanın temel olgularından birisi haline gelmiştir. Düşen kar oranlarına müdahale etmenin, emperyalist rekabet mücadelesinde kazanma açlığının, karları azamileştirmenin ve proletaryanın direnişini kırmanın bir gereği olarak şekillenen küresel kapitalist fabrikanın yükselişi, dünya kapitalist iş bölümünün yeni ve tipik olgularından birisidir. Açık sömürgelere dönüştürülen yeni sömürge ülkeler, bu oluşumun en önemli mekânlarıdır. Düşük maliyet, yüksek karlılık olgusu yeni sömürge ülkelerin küresel fabrikanın yeni mekanları olmasının maddi temelini oluşturmaktadır. “Küreselleşme”nin gelişimiyle proletarya da daha fazla “küresel”leşti. “Küresel fabrika”ya dayanan enternasyonal yeni tipte bir sanayi proletaryası da gelişerek biçimlendi.
Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin genel bunalımı ve yapısal krizi, bu krizin derinleşen ve keskinleşen karakterinin tipik ve temel görünümlerinden biri olan (yedek sanayi işsizlik olgusunu çoktan aşmış olan) kronik kitlesel küresel işsizlik olgusu, küresel fabrikanın yükselişinde temel bir rol oynamaktadır.
Bu olgu, bir yandan kapitalizmin metropollerinde, emperyalist tekellerin “aşırı pahalı” saydığı iş gücü piyasasının baskı altına alınmasına, ücretlerin düşürülmesine, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal kazanımlarının tırpanlamasına yol açmaktadır. Diğer yandan, “çevre”de iş gücünü aşırı ucuzlatmanın ve tümden kuralsızlaştırmanın, küresel kapitalist fabrikanın hizmetine enerjik bir şekilde sürmenin dizginsiz bir aracı olmasını sağlamaktadır. Ve biliyoruz ki, geçmişten beri işsizlik olgusu, emperyalizme bağımlı ülkelerde daima daha derin ve yaygın bir olgu olagelmiştir. Kapitalizmin eski olgusu olan yedek işsizlik olgusu, “küreselleşme”nin son dalgasıyla, yerini kronik kitlesel (küresel) işsizliğe bırakmıştır. Kronik kitlesel işsizlik olgusu, en fazla da bağımlı çevrede yoğunlaşmıştır. Dünya çapında 1 milyar olan işsizin ezici oranı emperyalizme bağımlı ülkelerde yaşamaktadır.
Tekrar hatırlanmalıdır ki, tekelci kapitalizmin temel ekonomik yasası, temel itici gücü, tekel karıdır; sermayenin karlı pazarlara, sektörlere akması ve yoğunlaşması yasası, sermayenin gelişme yasalarından birisidir ve başta gelenidir. Küresel kapitalist fabrika, ÇUŞ tipi tekelci kapitalist örgütlenmenin en temel sacayaklarından birisidir. Ve karı azamileştirmenin temel araçlarından birisini oluşturmaktadır. Kronik kitlesel işsizlik olgusu, bu bakımdan ve sınıfın sendikal örgütlenmesini dağıtmanın aracı olarak da emperyalist tekellere, işbirlikçi tekel ve holdinglere olağanüstü avantajlar sunmuştur ve sunmaktadır.  Öteden beri, bağımlı ülkelerde işçi sınıfının sendikalaşma oranları emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının sendikalaşması oranlarına göre daha geri olagelmiştir. Bağımlı ülkelerde, iş gücü piyasası ezici bir oranda her türlü örgütlülükten ve iş güvencesinden yoksundur. Yeni emperyalist saldırı dalgasıyla, bu ülkelerdeki sendikal örgütlülüğe sahip olan işçi bölüklerinin sendikal örgütlenmesi de geriletilmiş, dibe vurmuştur.
Bu tablo doğru okunduğunda karşımıza çıkan temel gerçek şudur: “Neoliberal” emperyalist saldırı dalgasıyla, “merkez”de ve “çevre”de, iş ve yaşam koşulları görece daha iyi olan ve işçi sınıfının en ileri ve örgütlü bölükleri her bakımdan geriletilmiştir. “Esnek üretim”, “esnek çalışma” ve “esnek iş gücü”  politikaları en fazla bu kesimleri vurmuştur. Yeni saldırı dalgasının önünün açılabilmesi için, burjuvazinin öncelikle bu kesimle hesaplaşması kaçınılmazdı. Bu durum, örgütsüz işçi bölüklerinin zaten kötü olan iş ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesine ve zaten ucuz olan iş gücü fiyatının daha da ucuzlamasına yol açmıştır. Özellikle geri ve bağımlı ülkelerin işçi sınıfının en geniş kesimleri her türlü iş güvencesinden ve sendikal örgütlenmeden yoksun olduğundan zaten öteden beri “esnek” çalışmanın nesnesi durumundaydı. Bir diğer vurguyla, birinci kesimin geriletilmesi ikinci kesimi iyice geriletmiştir. İkinci kesim zaten öteden beri her türlü iş ve çalışma güvencesinden yoksun ucuz iş gücü deposunu oluşturmaktaydı. Yeni saldırı dalgasıyla işçi sınıfının bir tür ayrıcalıklı kesimini oluşturan ve “pahalı iş gücü” kategorisine giren örgütlü kesimleri özellikle hedef seçilerek ağır darbeler indirilmiş ve “esnek çalışma” sistemi kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla, zaten ucuz iş gücü ve esnek çalışmanın öteden beri kurbanı olan işçi kesimleri, “pahalı” iş gücünün bile ucuzlatıldığı koşullarda iyice sefaletin bataklığına atılmıştır.
Evet, üretim ve sermaye, artan oranda uluslararasılaşıyor. Emperyalist sermayenin önündeki engeller bir bir yıkılıyor. Dünyamız, emperyalist sermayenin özgürce at koşturduğu bir açık pazara/çiftliğe dönüştürülmüştür. Ama aynı özgürlük iş gücü piyasası için geçerli değildir. Örneğin iş gücü, “çevre”den “merkez”e özgürce akamıyor. Aksine, nitelikli iş gücü, “beyin göçü” hariç, çevreden merkeze iş gücü akımının önüne sayısız engeller dikiliyor.
Yer küremizde, öteden beri iki ayrı iş gücü piyasası bulunmaktaydı. Bunlardan birincisini, kapitalizmin merkezlerindeki iş gücü piyasası, ikincisini ise bağımlı çevredeki iş gücü piyasası oluşturmaktaydı. Birinci iş gücü piyasasında ücretler, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve sosyal hakları nispeten daha yüksektir ve bu olgu, kapitalist maliyet fiyatlarını (yani, değişen ve değişmeyen sermayeye kapitalistin harcadığı sermaye miktarını) yükselten, kapitalist karı düşüren bir özelliğe sahipti. İkinci iş gücü piyasası ise, öteden beri ucuz bir piyasadır ve kapitalist maliyet fiyatlarını düşüren, karlılığı yüksek tutan bir özelliğe sahiptir.
1950-1980 arası tarihsel kesitte, dünya çapında ücretler, iş ve çalışma koşulları işçi sınıfının lehine yükseliş eğrisi çiziyordu. 1980’lerden sonra ise ücretler, iş ve çalışma, yaşam koşulları, dünya çapında değişmeye başlayan kuvvet ilişkilerine bağlı olarak, sınıfın aleyhine gerilemeye başladı. 1974-75’lerden başlayarak, işçi sınıfının iş ve yaşam koşulları kötüleştirildi. Ücretleri, iş güvenceleri ve sosyal hakları gasp edildi. Ulusal gelirden aldığı pay sürekli geriletildi. Küresel ölçekte, hem merkezde ve hem de çevrede işçi sınıfının yoksullaşması hem nispi, hem de mutlak olarak arttı.
Uluslararası sermayenin topyekün saldırısı ve devrimci dalganın gerilemesiyle bağlı olan bu etkin ve geriletici saldırı dalgası, 90’lar sonrası doruk noktasına çıktı ve hala da doludizgin biçimde sürmektedir. Ama bu olgu, uluslararası çapta, iki tür iş gücü piyasasını ortadan kaldırabilmiş değil. Dahası, özellikle çevredeki iş gücü piyasası daha sefil biçimler, işçi sınıfının fiziki varlığını bile tehdit eden çarpıcı görünümler almıştır. İş gücünün ucuzlatılması saldırısı, bütün iş gücü güvencelerinin ortadan kaldırılmasıyla iç içe örgütlendi. İş günü, bir yandan fütursuzca uzatıldı. Diğer yandan kuralsızlaştırıldı. Kalifiye iş gücü piyasası da ucuzlatıldı.
Emperyalist küreselleşmenin gereksinmelerine bağlı olarak, uluslararası kapitalist iş gücü pazarı,  yeni tipten bir iş gücü piyasası olarak biçimlendirildi. Bu yenilik, başlıca olarak, son derece ucuzlatılmış, kuralsızlaştırılmış ve daha da küreselleştirilmiş, dünya pazarı için üreten ve yüksek kar oranlarını güvenceye alan esnek iş gücü piyasasının şekillenmesinde somutlaşmıştır. Tüm iş güvencelerinden yoksun, ÇUŞ’ların üretim ve pazarlama gereksinimlerinin daralıp genişlemesine, esnek pazarın hareketine endekslenmiş,  engelsiz ve dizginsiz bir tarzda tekellerin gereksinimlerine göre işçi alımı ve çıkarılmasına; “çekirdek işçi” olarak tarif edilen nitelikli iş gücü korunurken (ki, bu da mutlak değildir ve esneklik burada da büyük bir oranda geçerlidir), çekirdeğin hemen çevresinde yer alan iş gücünün özgürce kullanımına dayanmaktadır. Sermaye birikiminin dünya pazarı ekseninde yükselip biçimlendiği tekelci kapitalizm aşamasında, dünya iş gücü piyasası, “çekirdek iş gücü” piyasası ile çekirdeğin dışında kalan ve pek çok alt biçimlerde bölünmüş iş gücü piyasası olarak yeniden yapılanma sürecini yaşıyor. Uluslararası tekellerin azami kar yarışı ve acımasız kapitalist rekabet dünyası iş gücü piyasasını da bu temelde yeniden ve yeniden yapılandırarak ilerlemektedir. Dünya iş gücü piyasasının esnetilmesi ve ucuzlatılması bu sürecin karakteristik özelliği olarak göz çıkarıyor.   
Bugün, tam zamanlı, sürekli ve iş güvenceli çalışma tipi büyük oranda geride kalmıştır. “A-Tipik” çalışma, yani standart dışı çalışma ( part-time çalışma, çağrı üzerine çalışma, belli süreli çalışma, tele-iş türü -Tele-Work- çalışma, özel istihdam bürolarına bağlı çalışma, sözleşmeli çalışma, kapsam dışı çalışma, taşerona bağlı çalışma vb. gibi) olarak tanımlanan çalışma tipi öne çıkarak egemen hale getirilmiştir. Artık birincil, ikincil, üçüncül iş gücü grupları oluşmuş; üretimin parçalanması ve küçük parçalara ayrıştırılması istihdamın da, dolayısıyla işçi sınıfının da parçalanmasında, değişik katmanlara ve kategorilere bölünüp tokatlanmasında belirleyici faktör olmuştur
Yapısal ve küresel kitlesel kronik işsizlik olgusu ve işçi sınıfının mücadele dalgasının geriye çekilmiş olması, sergilenen direnişin ise bu saldırıları önleyecek güç ve yetenekte olmaması, güçler dengesinin burjuvazi lehine dönmüş olması ve tüm bu olguların kapitalistlere sunduğu olağanüstü avantajlar burada da belirleyici bir rol oynamıştır ve oynamaktadır.
Alman burjuvazisinin bir sözcüsünün Üretimimizi kaydırmamızın en önemli nedeni, işçi ücretlerinin F. Almanya’ya oranla çok düşük oluşudur. Geri kalmış ya da düşük ücret ülkeleri denilen bölgelerde acemi işçilik alanında ücret farklılığı yüzde 1200 düzeyindedir.” açıklaması ya da General Motors’un bir genel müdürünün bir toplu sözleşme görüşmesi sırasında sendika temsilcilerinin öne sürdüğü şartlara sinirlenerek, Bir transatlantik alıp onu fabrikaya dönüştüreceğim ve üretimi o dev geminin üzerinde yapacağım; ücretler hangi limanda düşükse gidip o limana demir atacağım tehdidi boşuna değildir ve yer küremizin bir gerçeğini çok çarpıcı bir tarzda ifade eden bir açıklama ve tehdittir. Keza, Dow Chemical Company’in Yönetim Kurulu Başkanı Carl A. Gerstacker’in, hiçbir yasayla sınırlandırılmak istemeyen, sınırsız iş gücü sömürüsünü arzu eden ve azami kar açlığı ve kudurmuşluğu içerisinde ifade ettiği ve uluslararası tekellerin özlemini de yansıtan ve Dow tekeli şahsında dile getirdiği, hiç bir millete ait olmayan bir ada satın almak istemişimdir.”, “Ve Dow şirketinin dünya merkezini işte böyle, hiçbir ulus ya da topluma bağlı olmayan bir adanın tarafsız toprağı üzerinde kurmak isterdim.” açıklaması da, aynı olgunun çok çarpıcı başka bir ifadesidir.
Konuyla ilgili çok çarpıcı ve aydınlatıcı olan bir alıntıyı yazımıza alıyoruz. “FIET” in bir raporunda şu tahlil yapılıyor:
“… ‘Günümüzde sanayileşmiş ülkeler (Dünya Rekabet Gücü Raporu’na göre) ortalama saat ücreti 18 dolar olan 350 milyon kişiyi istihdam etmektedir. Öte yandan, geçtiğimiz 10 yıl içinde, dünya ekonomisi, Çin, eski Sovyetler Birliği, Hindistan, Meksika vb. gibi geniş ve yüksek nüfuslu ülkelere girme gücünü elde etti. Böylece tümü birlikte düşünüldüğünde, ortalama saat ücreti 2 doların altında, hatta birçok bölgede 1 doların altında olan yaklaşık 1 milyar 200 milyon kişilik bir iş gücüne ulaşılmış oldu. Bu standartlar göz önüne tutulduğunda ortalama saat ücretinin 4,3 dolar olduğu Güney Asya Kaplanları bile ‘pahalı’ hale geldi. Nitekim sanayileşmiş dünya 350 milyon kişiye, saatte 6 milyar 300 milyon dolar ödemektedir. Teorik olarak, aynı iş gücü dünya ekonomisine yeni katılmış ülkelerde istihdam edilmiş olsaydı, ödenecek tutar saatte 700 milyon dolardan ibaret olurdu. Bu, dünya ekonomisinin toplumsal olarak sürdürülebilir olmasını tehdit eden global piyasanın ortaya çıkardığı sorunun can alıcı noktasıdır.” (Aktaran 95-96 Petrol-İş Yıllığı, s. 759)
Tekeller, tekelci kapitalist devletler bu vb. hesaplamaları sürekli yapmakta, esnek ve ucuz iş gücü için çılgınca yöntemlere başvurmaktadırlar. Azami kar için emperyalist devletlerin ve ÇUŞ’ların yapmayacağı çılgınlık yoktur; bu olgu, kapitalist emperyalizmin doğasında var ve var olmaya devam edecektir; ta ki yıkılana,  sosyalist dünya devrimi yoluyla mezara gömülene dek! Yukarıya aktardığımız yapılan hesaplamalara dikkat edin, orada çok çarpıcı ve irkiltici gerçekler dile getiriliyor…
Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda modern sektörlerdeki gerçek ücret gelirleri 1980’lerin başından bu yana % 60’tan daha büyük bir oranda geriledi. Kayıt dışı sektörlerdekilerle işsizlerin durumu daha vahim.” “Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa’daki ücretler (ve emek maliyeti) OECD ülkelerindekinden 70 kat düşük durumda.” (M. C.)
Özuğurlu’nun yazısına aldığı ve “merkez”le “çevre” bağlamında saat başı ücret farklılığını yansıtan şu tablo, ayrıca oldukça aydınlatıcıdır:
Ülke (1996)                 Saat ücreti(İngiliz sterlini)
Amerika                                         6.4
İngiltere                                       6.05
İtalya                                            6.01
Tunus                                            0.92
Tayland                                         0.79
Meksika                                       0.70
Türkiye                                         0.66
Filipinler                                       0.47
Bangladeş                                     0.28
Çin                                                0.24
Endonezya                                    0.23”
(Bilim ve Gelecek, “Küresel Fabrikanın Doğuşu ve Yükselişi”, s.29)
ÇUŞ’ların özellikle emek yoğun sektörleri yeni sömürge ülkelere taşıması, ünlü markaların fason ve taşeron üretimle (2000 başlarında, dünyada, taşeron işçi sayısının 200 milyon olduğu saptanıyor) yol alması boşuna değildir… (Ayrıca bkz. “Üçlü Tuzak- Industriall, www.industriall-union.org/sites, PDF)
 IMF, uluslararası tekeller, MÜSİAD, TÜSİAD Türkiye’de açlık sınırının yarısı bile olmayan asgari ücreti yüksek bulmaktadır. 20 milyon insanın yoksulluk, 10 milyonun açlık sınırının altında yaşamasına, 10 milyonu aşkın insanın kayıt dışı çalışmasına ve (gizli ve açık) 8 milyon civarında işsize karşın asgari ücret pahalı ilan edilmektedir. Keza IMF’nin, Koçların, Sabancıların, MÜSİAD’çıların, TUSKON’cuların ülke çapında asgari ücret saptanmasına son verilmesinde ısrarlı olması “neoliberal” politikalarla bağlıdır. IMF’nin, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi sermayenin her bölgede değişik, esnek bir asgari ücret uygulanması talebini ısrarla öne sürmesi, kıdem tazminatını gasp etmeye çalışması, “Doğuyu Türkiye’nin Çin’i yapma” istek ve dayatmaları da rastlantısal değildir. Sermayenin en saldırgandan unsurlarından birisi olan eski ASO başkanı ve bugünün Ekonomi Bakanı zat-ı muhteremin, Gelin Doğu’yu Türkiye’nin Çin’i yapalım. Türkiye ihracatını arttırmak için kendi Çin’ini yaratmalıdır. Çin’de işçiler bir tabak pirinç ile mutlu olurken, bizim işçilerimizin cebinde cep telefonu ve ithal sigara eksik olmuyor.” sözleri, sermayenin hedef ve yönelimini göstermesi açısından da çarpıcıdır.
İşbirlikçi egemen sınıflar, faşist diktatörlük, Amerikancı AKP Hükümeti Türkiye pazarını emperyalist sermayeye fütursuzca açmaya, Başbakan Erdoğan’nın deyişiyle, “memleketi tüccar zihniyetiyle” yönetmeye ve “memleketi yabancı sermayeye pazarlamaya” devam etmektedir. Yabancı sermaye çekme yarışına girmiş ülkeler gerçeği de göz önünde bulundurulduğunda, ruhlarını emperyalizme satmış olan “büyük Türk büyükleri”, önümüzdeki dönemde de, Türkiye’yi, emperyalist sermayeye daha saldırganca pazarlamaya devam edecektirler.
Yukarıda aktardığımız tablo ve veriler, örneğin devasa bir pazar ama aynı zamanda dünyanın atölyesi olan sözüm ona sosyalist Çin’e yılda 70-80 milyar doları (2009 itibari ile 90 milyar dolar) bulan yabancı sermaye akışının neden(ler)ini de açıklamaktadır bizlere.
Sermaye, ekonomik ve siyasi istikrar ister ve kar oranlarının yüksek olduğu alanlara, ülkelere akar, yığılır. Çin’de ikisi de mevcuttur. Çin’in nefes aldırmaz sosyalizm maskeli tekelci kapitalist diktatörlüğü, emperyalistlerin, ÇUŞ’ların, Çin burjuvazisinin çıkarları için demoklesin kılıcı gibi Çin işçilerinin ve emekçilerinin ensesinde sallanıp durmaktadır. Bir zamanlar, Çin’in kapitalist bir ülkeye dönüşmesinin mümkün olmadığını saptayan  (daha sonra da Çin’in başından beri yeni bir sınıflı toplum, tekelci kapitalist bir ülke olduğu sonucuna varan) Mısırlı “Marksist” Samir Amin’in kulakları çınlasın; Çin’in döviz rezervinin1.1 trilyon doları ABD bankalarına, Amerikan hazine fonlarına yatırılmış durumda. 2000’lerin ilk yarısına gelindiğinde, 1978’den bu yana Çin’e giren yabancı sermaye miktarı 600 milyar doları (kimi verilere göre 1 trilyon doları) bulmuştu. Çin’in ihracatının % 55’i yabancı sermayenin ihracatına dayanıyor. Hong Kong’da aylık ücretler 600 dolar civarlarındayken, Çin’de 65 ila 100 dolar arası değişiyor ve iç bölgelere doğru gidildikçe bu miktar çok daha aşağılara düşüyor. 400 milyar dolar olan dünya tekstil pazarının yarısı (200 milyar dolar) Çin’e aittir. ABD tekstil piyasasının % 70’ini Çin ele geçirmiş bulunuyor.
Bilindiği gibi Çin, Nikson’un 1974’de Çin’i ziyaretiyle başlayan doğrudan ilişkileri sonucu ABD tarafından “özel ayrıcalıklı” bir ülke olarak kabul edilmişti. Buna karşılık dev Çin pazarı Amerikan emperyalizmine ve ÇUŞ’lara açılmıştı. Türkiye’nin Pekin Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği tarafından yayınlanmış olan bir raporda, “Yabancı Yatırımların Ekonomiye Katkısışöyle dile getirilmektedir: “Çin’de, yabancı sermayeye dayalı şirketlerin ülke ekonomisi açısından önemi son derece büyüktür. 2008 yılı sonu itibariyle 660,000 sayısına ulaşan yabancı yatırım projeleri, değer olarak sanayi üretiminin %30’unu, ulusal vergi gelirlerinin %21’ini, dış ticaretin %55’ini ve toplam ulusal istihdamın %11’ini oluşturmaktadır. Dünyanın önde gelen 500 firmasının (Global Top 500) 480’inin Çin’de yatırımı bulunmaktadır.” (Çin Halk Cumhuriyetinde Doğrudan Yabancı Sermaye Uygulamaları ve Sağlanan Teşvikler, T.C. Pekin Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, www.counsellors.gov.tr/upload/CHC/yatirimlar.doc‎ )
Keza, OECD’nin Çin’le ilgili yayınladığı ilk raporunda, özel sektörün Çin ekonomisinin temel taşı konumuna geldiği, istihdamın büyük bir bölümünü karşıladığı ve Çin’in gayri safi yurt içi hasılasının yarısını gerçekleştirdiğini, Çin’de “beşikten mezara kadar sosyal güvence sisteminin” de tarihe karışıp gitmeye başladığı vurgulanıyor. Artık “sosyalist” Çin’in dolar zenginleri, dünyanın en zengin ilk yüzü içerisine girecek kadar semirmiş bulunuyor…
Emperyalist sermaye ve ÇUŞ’lar hareketli ve esnek bir akışkanlığa sahiptir. Pazarın esnekleştirilmiş olması zemininde, ucuz iş gücü ülkeleri arasında da hareketli ve esnek bir profil çizmektedir. İş gücü nerde ucuzsa ve iş gücü nerede daha çok ucuzlaştırılıyorsa anında oraya kaymaktadır. Bağımlı ülkeler arasında da “yabancı sermaye”yi çekmede kıyasıya bir rekabet var. Yabancı sermayeye en karlı ve güvenceli imkânı sunan ülke ya da ülkeler grubu, yabancı sermayenin en yıldız ülkesi ya da ülkeler grubunu oluşturuyor. Bu olgu da, bağımlı ülkelerin proletaryası ve emekçileri için yaşamı dayanılmaz hale getiriyor. Tüm fatura proleterlere, kent ve kır yoksullarına, kadın ve çocuklara, öteki emekçi kitlelere kesiliyor. Kuşkusuz ki, bu da yeni bir devrimci atılımın zeminini güçlendiriyor; böylece tekeller ve işbirlikçi hainler, kendi sistemlerinin temeline artan oranda barut fıçıları, dinamit lokumları yığmaya devam etmektedirler…
Bugün, tekstil ve hazır giyim, uluslararasılaşmanın en yüksek olduğu sektörler içerisinde yer almaktadır. 1980-85’lerden bu yana, bu bağlamda Asya kıtası öne çıkmıştır. “Tekstil üretimi Asya’da yüzde 97.7 oranında artış göstermiş, Latin, Orta ve Kuzey Amerikanın bütününde de yüzde 76.3’lük bir artış gerçekleşmiştir. Bu yıllar içinde en dramatik düşüşü yüzde 32.4 ile Avrupa yaşamıştır. 1995 yılı itibarıyla Avrupa toplam üretiminin yüzde 29’una sahipken, Asya 1980’de yüzde 27 olan payını 15 yıl içinde yüzde 44’e çıkarmıştır. Aynı dönem içinde bütün Amerikanın payı da yüzde 18’den yüzde 25’e yükselmiştir.” (M. Özuğurlu)
Metropollerden çevreye tekstil sektörünün taşınması bilinen bir olgudur. (Ki eskimiş ve aşılmış teknolojiye dayanan, kapitalist maliyet fiyatlarını yükselten, eko-sistemi vuran, çevre kirliliği yaratan demir-çelik, gemi inşa gibi vb. sanayiler de “çevre”ye aktarılmaktadır.) Ama öte yandan, ÇUŞ’lar, ki bu durum sadece tekstil sektörü ile ilgili değildir, tekstil sektörünün taşındığı ülkelerde de sabit bir konumlanmaya sahip değildirler; aksine, iş gücü nerde daha fazla ucuzlamışsa, kapitalist maliyet fiyatları nerde daha düşük ve karlılık nerde daha fazla yüksekse oraya yönelmektedirler. Örneğin, “1970’lerdeki ilk dalgada Asya Kaplanları diye bilinen Güney Kore, Tayvan, Singapur ihracatçı merkezler olarak ön plana çıkmıştır. 1985-90 arasında ise özellikle konfeksiyon üretimi radikal bir biçimde yer değiştirmiştir. Asya Kaplanları katma değeri yüksek mallarda uzmanlaşırken, dokuma ve konfeksiyon üretimi Filipin’ler, Malezya, Tayland ve Endonezya’da yoğunlaşmaya başlamıştır. 1990’lar ile birlikte ise coğrafi yer değiştirmede üçüncü bir dalga ortaya çıkmış ve üretim Bangladeş, Sri Lanka, Vietnam ve Pakistan gibi ülkelerde yoğunlaşmıştır. 1990 ile birlikte Çin de büyük bir üretim bölgesi olarak ihracatçı ülkeler arasında baş sıraya yerleşmiştir.” (M. Ö.) Bu yer değiştirmelerin temel nedeninin ücretlerin yükselmesi olduğunu UNCTAD da vurgulamaktadır. 1980-95 arası tarih kesitinde Türkiye’nin tekstil ve hazır giyim sektöründeki payı, 1980’deki payına göre 9,8 kat artmıştır. “Türkiye, 1980’e kadar ilk 30 ülke arasına bile giremezken 1995’te ihracat payını 1980’deki düzeyin 5 kat üzerine çıkartmış, yüzde 1,9’luk oranla ilk yirmi arasında yer almıştır (ILO, 2000:9,10) Nitekim 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda ‘Türk giyim sanayi dünya ile entegrasyonu sağlamış rekabet içinde var olan bir sanayidir’ tespiti yapılmıştır (DPT, 2001)”
Emperyalizme bağımlı “çevre”deki işçilerin ve emekçilerin aşırı yoksullaşması olgusunun yanı sıra, özellikle 80-90’lar sonrası patlama yapan şeylerden birisi de, “merkezin çevreleşmesi”dir. Bu kavramla anlatılan şey, geri ve bağımlı ülkelerde görülen yoksulluk ve sefaletin emperyalist “refah” ülkelerinde de bir biçimde gelişiyor olmasıdır. Batı Avrupa’da yoğun bir nüfusa sahip olan Türkiyeli işçi ve emekçiler bu oluşumun daha yakın tanıklarıdırlar. “Hayalet kentler” ve Gettolar, ucuz iş gücü depoları durumundadır.  Emperyalist ülkelerde “kayıt dışı ekonomi”, “kaçak çalışma” olgusunun yaygınlaşması “merkezin çevreleşmesi”nin  tipik bir görünümünü oluşturmaktadır. Milyonlarca insan evsiz, işsiz, hemen hemen her türlü sosyal güvenceden yoksun, açlığın, fuhuşun, uyuşturucunun, mafyanın, kültürel dejenerasyonun batağında acı çekmektedir. Örneğin, İngiltere’de 1970’lerin ortalarında tekstil ve konfeksiyon sektörlerinde çalışan işçi sayısı 1 milyon civarındayken, bu sayı 1990 sonlarında 370 000’e düşmüştür; “Londra ve Manchester gibi büyük kentlerde de büyük ölçüde göçmen işçilerin istihdamına dayanan taşeronluk ilişkilerinde bir patlama yaşanmıştır.”
Emperyalizm ve bağımlı ülkeler ilişkisinde, ekonomik ilişkiler sisteminin emperyalizm lehinde düzenlenmiş olması öteden beri süregelen bir olgudur. Her aşamada uluslararası kapitalist iş bölümü bu eksende şekillenmiştir. Bu eşitsizlik, emperyalist dünya sisteminin özünü oluşturur. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında bu eşitsizlik çok daha çarpıcı bir olguya dönüşmüştür. 75-80’ler sonrası uygulamaya giren “serbest piyasa modeli” ile bu eşitsizlik daha da keskinleşmiştir. Burjuva liberal, postmodernist sahte propagandanın aksine tarihin hiçbir döneminde eşitsizlik bu kadar güçlü, keskin, derin ve kapsamlı olmamıştır.
“1960 yılında dünya nüfusunun en zengin % 20’si ile en yoksul % 20’si arasındaki fark 1’e 30 idi; bu fark bugün 1’e 82’ye çıkmış durumda.” Dünyanın en zengin 3 adamının servetinin değeri 48 ülkenin yıllık gelirine eşittir. Kara Afrika gözden çıkarılmıştır.  Dünyanın en yoksul 25 ülkesinden 20’si Afrika’da bulunmaktadır. Bir BM raporuna göre, dünyanın en zengin 358 kişisinin geliri, dünya nüfusunun % 45’inin gelirine eşit. Dünyanın en zengin 225 kişisinin serveti, 2,5 milyar insanın toplam gelirine eşit. ABD Nüfus Referans Bürosu’nun yaptığı bir araştırmaya göre, dünya nüfusunun yarısından fazlası, % 53’ü (3 milyardan biraz fazla insan) günde 2 dolardan daha az bir parayla yaşıyor.1 milyar insan işsiz ya da istihdam dışı. 600 milyon işçi, her türlü sosyal güvenceden yoksun “kayıt dışı “ çalıştırılıyor. 250 milyon çocuk işçi çalıştırılıyor. En güvencesiz ve fakir kesimi ise kadın ve çocuk işçiler oluşturmaktadır.1 milyar insan açlık çekiyor. 3 milyar insan günde 2 doların altında bir ücrete talim ediyor. 1 milyar 300 milyon insan ise 1 dolar dahi harcayacak durumda değil. Dünya çapında askeri harcamalar 2011 yılı sonu itibari ile 1.7 trilyon dolardır. “Bu askeri harcamalar toplamı 155 ulus devlete aittir.” (ORAN Orta Anadolu Kalkınma Ajansı, TR72 Bölgesi –Kayseri, Sivas, Yozgat- Savunma Sanayine Yönelik İmalat Sanayi Raporu, Ağustos 2013 ANKARA, s. 9, www.oran.org.tr/.../TR72_Savunma_Sektoru_Imalat_Sanayi_Raporu.pd..) 2011 yılı itibari ile tek başına Amerikan emperyalizminin askeri harcamaları ise 682 milyar doları bulmaktadır. Örneğin, açlık sorunun dünya çapında acil çözümü için gerekli para miktarı sadece 25-30 milyar dolardır. Oysa sadece Batı Avrupa’da parfüm kullanımına harcanan yıllık para miktarı, 2011 itibari ile,  42 milyar dolardır.
2009 itibari ile ABD’de 37 milyon insan aç, 1.7 milyon evsiz, 45 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 47 milyon insanın hiçbir sağlık güvencesi yok. 15 milyon işsiz bulunuyor, ki gerçek rakamların daha yüksek olduğundan ise kuşku duymaya gerek yok. ABD’de “kemer sıkma” ve “tasarruf” politikası gerekçe gösterilerek belli güvencelerle bakımını devletin üstlendiği deliler sokağa salıverilmiştir. AB’de 80 milyon kişi yoksul, 24 milyonu ise işsiz.
Bütün olgular, “küreselleşme”nin, “globalizm”in, “neoliberalizm”in, “bilgi toplumu”nun insanlığa ve “çevre ülkeleri”ne de hizmet ettiği propagandasının sahte ve gerici karakterini açıklıkla gösteriyor. “Küreselleşme”nin nimetlerinden en iyi yararlananlardan biri Soros’tur. “Filozof” ve “hayırsever” Soros’un açıkça söylediği gibi, “küresel kapitalist sistem, eşit olmayan bir oyun sahası üretmiştir. Zengin ve fakir arasındaki uçurum açılmaktadır.” “Maalesef bugün hakim olan küresel mali yapı daha az şanslı olana pratik olarak destek sağlamamaktadır.” “Kapitalist sistemin merkeziyle çevresi arasındaki ilişki tamamen eşitsizdir.” Ayrıca, “Genellikle merkezdeki küçük bir karışıklık çevrede bir krize dönüşür.” “Egemen devletler sistemdeki vanalar gibi hareket ederler.”
J.B Foster’in kitabına aldığı şu tablo da “küreselleşme”nin gelir dağılımını daha da eşitsiz hale getirdiğini yansıtan verilerden birisini oluşturmaktadır.

                      Tablo 2

Dünya Gelir Dağılımı: Nüfus ve Gelirin Toplam Yüzdesi
Gelir ya da tüketimin Yüzdelik Payı
 Dünya toplam yüzdesi                      Dünya geliri toplam yüzdesi
                                   1988                           1993
En düşük:% 10    0.9                               0.8
En düşük:% 20   2.3                               2,0
En düşük: % 50              9.6                               8,5
En düşük : % 75          25.9                             22.3
En düşük : %85           41.0                             37.1
En yüksek : %10          46.9                             50.8
En yüksek : %5            31.2                             33,7
En yüksek : %1               9.3                              9.5”


Yukarıdaki tablo üzerine Foster şu bilgileri de verir:
“Dikkat edilirse 1993’de en üst yüzde 5’lik dilim en alttaki yüzde 75’lik dilimi çok çok aşan bir gelir payına sahipken ve bu pay giderek en alttaki yüzde 85’lik dilimin payına yaklaşırken, 1993’de en tepedeki yüzde 1’lik dilimin dünya gelirinin en alttaki yüzde 50’lik diliminden daha fazlasını (yüzde 9,5) aldığı gözükmektedir. (Milanoviç veriyi, burada gösterildiğinden daha ayrıntılı biçimde araştırmış ve en tepedeki yüzde 1’lik dilimin bu dünyadaki insanların en alttaki yüzde 57’yle aynı gelire sahip oldukları sonucuna ulaşmıştır.” (Emperyalizmin Yeniden Keşfi, s. 70-71)
Bu tablo, emperyalist kapitalizmin, emperyalist küreselleşmenin, ÇUŞ’ların hegemonyasının tablosudur…
Doğrudan sermaye yatırımlarından da en büyük payı “çevre” değil, “merkez”  almaktadır. Konu hakkında aşağıdaki tablo da durumu açılamaktadır:

                    “Tablo 4. Doğrudan Yabancı Yatırım Yüzdeleri

                                   1967                1973                1980                1989
                                Dağılım                                      Yüzdesi
  Gelişmiş ülkeler      69.4                   73.9               78.0                 80.8
  Gelişmemiş ülkeler  30.6                  26.1              22.0                 19.2

Toplam                    100.0                 100.0               100.0               100.0”

(H. Magdoff, Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm, s. 19, Kalkedon yay.)

Bu tablo, aynı zamanda “merkez” ülkelerinin sermaye ihracatçısı ülkeler olduğunu, sermaye ihracı tekelini elinde tuttuklarını ve “çevre”nin “merkez”e bağımlı olduğunu da açıkça yansıtmaktadır. Bu tablo, aynı zamanda uluslararası yeni tip işbölümünün belirleyicisi ve biçimlendiricisinin “merkez” ülkeleri olduğunu ve olmasının da kaçınılmaz tarihsel ve güncel bir olgu olduğuna da işaret etmektedir.
Aşağıda yer alan tablo da “merkez” ve “çevre” ekonomileri arasındaki ilişkilere, keskin eşitsizliğe ışık tutmaktadır.

          “Tablo 9: Gelişmiş ve Gelişmemiş Piyasa Ekonomileri Arasındaki Uçurum
Gelişmemiş Ülkelerin Kişi Başına Düşen GSYİH’nın Gelişmiş Ülkelere Kıyaslaması
Tüm Gelişmemiş                                              1960              1970              1987
Piyasa Ekonomileri                                            8.7 %            7.4%               6.1%
Afrika (a)                                                          6.9                 5.6                 3.5
Latin Amerika (b)                                            22.2               17.9                12.5
Petrol üreticileri                                               31.3                 26.3              12.0
Diğerleri                                                          20.0                 15.3              12.7
Asya-Ortadoğu                                               16.7                 14.9              19.7
Petrol üreticileri                                               18.9                 16.7              27.8
Diğerleri                                                          15.2                 13.5              11.8
Doğu ve Güneydoğu Asya                                5.3                   4.5                 3.8

(a) Güney Afrika dahil edilmemiştir.
(b) Karayipler dahildir.”
Kaynak: (a) BM’nin 1960 bilgilerinden hesaplanmıştır. Ulusal Rakamsal İstatiksel <yolloıo, 1974, cilt III, (b) Ulusal Rakamsal İstatikler: Temel Taplamların Analizi. 1987” (age,  s. 34)”

“Periferi” daima kapitalizmin anavatanlarına bağımlı olagelmiştir. Emperyalist dünya sistemi, aynı zamanda söz konusu bağımlılığın maddi temelini oluşturur ve bu bağımlılığı yeniden ve yeniden üretir. “Tüm gelişmemiş ülkelerin” kişi başına düşen GSİH’nin “gelişmiş ülkelerin” kişi başına düşen GSYH’nin 1960’da %8.7’sine tekabül ederken, 1970’de %7.4’e, 1987’de %6.1’e gerilemesi söz konusu olguyu, açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
J.B. Foster’in kitabından aldığımız şu tablo da gerçeği yansıtan bir diğer veridir.
                                                                                                                                                  “Tablo 1: Kişi Başına Gelir Artışı Büyüme Oranları Ortalaması, OECD ve Gelişmekte Olan ülkeler (a)
                                                       1960-1979                      1980-1998                 
 OECD(b)                                               3.4                                1.8
 Gelişmekte olan ülkeler (c)                  2.5                                0.0”
(Emperyalizmin Yeniden Keşfi, s. 237)

Bu tablo, hem OECD’yi oluşturan ülkelerle “gelişmekte olan ülkeler” arasındaki eşitsizliği yansıtmakta, hem de, “küreselleşme” sürecinin giderek atağa geçtiği tarihsel kesitte kişi başına gelir artışı büyüme oranlarının düştüğünü göstermektedir. Ama bu süreç, kapitalizmin mutlak yasası olan bir tarafta zenginliğin, diğer tarafta yoksulluğun korkunç bir şekilde birikerek geliştiği bir süreç olmuştur. Yukarıdaki tablo da 70’lerden sonra kapitalist emperyalizmin teknolojik temeldeki yenilenmeye karşın bir durgunluk eğilimine saplandığını da gösteren verilerden birini oluşturmaktadır.
Dünya nüfusunun yüzde 40’ının elektriksiz olduğu, yüzde 65’inin hiç telefon kullanmadığı bir dünyada yaşıyoruz hala. “Gerçekte internetin pazara sunulması, gelişmiş ülkeler (özellikle de ABD) ile diğer ülkeler arasındaki eşitsizlikleri arttıracaktır. 1996’da gelişmiş ülkelerdeki internet kullanımı sadece %4 iken, Web kullanıcılarının nerdeyse %75’i ABD’lidir.” Hala dünya nüfusunun sadece %3’ü bilgisayara sahip. Bu vbg. nimetlerden yararlananlar da “gelişmiş ülkeler”, bu ülkelerin de daha ziyade zengin kesimi.
Dünya Bankası’nın 2010 yılında yayınladığı verilere göre, düşük gelirli ülkeler grubundaki nüfus toplam dünya nüfusunun % 12,5’şini oluşturmasına karşın toplam dünya gelirinden aldığı pay sadece % 0,7’dir, yani % 1’i bile bulmamaktadır. Buna karşın toplam dünya nüfusunun % 16,5’ini oluşturan yüksek gelir ülkeler kategorisinde yer alan grup toplam dünya gelirinin % 71,6’sını almaktadır. Orta gelirli ülkeler grubu ise, toplam dünya nüfusunun % 71,0’ını oluşturduğu halde gelirden aldığı pay, % 27,6’dır.
Tablo bu işte!
İşte “Hür dünya”, “Bilgi Toplumu” dünyayı böyle “özgürleştiriyor”. Bir zamanlar “vahşileri” kitlesel olarak kılıçtan geçirip Hıristiyanlaştırarak cennete kazandırdıklarını iddia ediyorlardı. Sonra aynı sömürü, sömürgecilik, vahşet “barbarları” uygarlaştırma “misyon”u ile kılıflanarak pratikleştirildi. Daha sonra aynı vahşet ve soygun “hür dünya”nın önderliğinde “insanlığı, uygarlığı”  “büyük şeytan”, “ düşman”, “barbar” “demir perde ülkelerinden kurtarma” demagoji ve manipülasyonu ile kamufle edilmeye çalışıldı. Bugün de aynı saldırganlık ve yıkım “insanlığı, insanlığın baş düşmanı terörizmden kurtarma” ve “özgürleştirme”, “terörizme karşı sonsuz savaş” neofaşist saldırganlığı ve demagojisiyle yürütülmektedir.
Açık ki tekeller, kapitalist ve emperyalist dünya sistemi ve Amerikan emperyalizmi dünyayı kan ve ateşe boğmaya devam etmektedir. Açık ki kapitalizmin ve emperyalizmin, Yankee emperyalizminin proletarya ve halklara, insanlığa sunduğu temel şey, vahşi bir cehennemdir.
Yukarıdaki karanlık tablo, kapitalist ve emperyalist dünya gerçeğinin küçük evet sadece küçük bir parçasıdır. Emperyalizm, ÇUŞ’lar insanlığı barbarlık içerisinde yok oluşa sürüyor. Evet, dünyamızın gerçek ikilemi şudur: Ya barbarlık içinde yok oluş ya da sosyalizm/komünizmin zaferiyle kurtuluş! Başka bir yol yok! Orta bir yol yok! Orta yoldan, “üçüncü yol”dan vb. bahsedenler emperyalizmin bilinçli savunucuları, devrimin, sosyalizmin, halkların ve proletaryanın bilinçli düşmanlarıdır.
Bilimsel ve teknik devriminin en ileri kazanımlarının sadece ve sadece azami kar yasasının gereksindiği ölçeklerde kullanıldığını biliyoruz. Dolayısıyla buluşların ve bilimin daha ileri sıçrayışları bakımından tekellerin eli altında gizli olan verilerin, bilgilerin vs. sadece küçücük bir kısmını bilebilmekteyiz. Emperyalistler arası amansız rekabet ve azami kar hırsı, kaçınılmaz olarak, teknik gelişmeleri yaratıyor. Ama emperyalist devlet ve tekeller, sadece kendi azami kar amacına hizmet ettiği oranda yeni tekniğin kullanılmasına izin vermektedirler. Dolayısıyla teknik gelişmeyi frenleme, geciktirme, bir dizi bilimsel ve teknik buluşu satın alarak çekmecelere kilitleme eğilimi de tekelci kapitalizme içselleşmiş bir olgudur. Emperyalist tekelci kapitalizmin bu bakımdan da çürüme eğilimi bugün çok daha derinleşerek kapsamlılaşmış durumda.
Lenin’in vurguladığı gibi, “bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yok eder, bunun sonucu olarak da bütün ilerlemeleri frenler. Ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme yolunda ekonomik bir takım olanaklar da doğurur. Bir örnek verelim: Amerika’da Owens adında biri, şişe yapımında devrim yapacak bir makine icat etmişti. Alman şişe fabrikatörleri karteli, Owens’in patentini satın aldı; ama kullanacağı yerde çekmeceye atıp sakladı. Elbette, bir tekel, kapitalist rejimde, dünya pazarındaki rekabeti tümüyle ya da uzun süre bir süre için ortadan kaldıramaz (ultra emperyalizm teorisinin saçmalığını kanıtlayan nedenlerden biri de budur). Kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle karı artırma olanağı, bir takım değişikliklere yol açmaktadır. Ancak tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında, bir zaman için üste çıkmaktadır.” (Emperyalizm, açL., s.112-113)
Konuyla ilgili bir örnekte biz aktaralım “Evrensel Soygun” kitabından:
Son bir neden olarak büyük şirketlerin bazen kar arzusu kadar güçlü olabilen bir istikrar ve güvenlik arayışı vardır. Bu nedenle, özellikle büyük yatırımların yapılmış olduğu mevcut teknolojileri tehlikeye sokacağa benzeyen yüksek riskli projeler yüksek yöneticilere hoş gelmez. Halen pazarlamakta oldukları teknolojilerin kısa sürede geçersiz hale gelmesine katkıda bulunmaya itecek bir neden(leri) yoktur onları(n). Şirket hayatının bu gerçeği, 1962 yılında neredeyse hiç egzoz gazı çıkarmayan gaz türbinli motoru imal edebilecek durumda olan Chrysler’in klasik yüksek kompresyonlu motorun daha büyük ve daha egzoz çıkaran tiplerini tercih etmesini açıklamaktadır. Evrensel oligopollar her yıl teknolojik ilerlemeleri hasıraltı etmek için önemli miktarlar yatırmaktadırlar; tehlikeli görülen buluşların patentleri satın alınarak, belki de sonsuza dek, şirketin dosyalarında depolanmaktadır. (1970’de General Motors, Ford ve Chrysler 17 yıl boyunca hava kirlenmesini önleyici aygıtları piyasaya sokmamak için komplo kurduklarını itiraf etmişlerdir.)” (s. 456) 
Durgunluk ve çürüme eğilimi, günümüz tekelci kapitalizminin de karakteristik bir özelliği olmaya ve üretici güçlerin özgürce gelişimini önlemeye ve artan oranda önlemeye devam etmektedir…
Uluslararası iş bölümünde, emperyalizmin bağımlı ülkeleri sömürmesinin biçimlerinden birisi de çevre”den metropole doğru yönlendirilen “beyin göçü”dür. Emperyalist devletler ve tekeller, bu yöntemle, özellikle bağımlı ülkelerin en nitelikli/yetişmiş kafa emeğini, göreli olarak daha yüksek ücret ve daha yüksek bir yaşam tarzı sunma yoluyla kendilerine çekerler. Bilim insanlarının istediği ve özlediği araştırma, inceleme, yeteneklerini geliştirme ve yaratım faaliyetleri için elverişli ortamlar arama gerçeğini de sömürerek kalifiye kafa emeğini kendi gereksinmeleri temelinde istihdam ederler. Böylece bu yöntemi, metropollerde daha pahalıya mal olan kafa emeğini ucuzlatmanın bir aracı olarak kullanırlar. Ucuza elde ettikleri kafa iş gücü aracılığıyla da iş ve üretim verimliliğini, karlılıklarını yükseltmiş olurlar. Bağımlı ülkelerin yetiştirdiği kalifiye beyinleri, masrafsız ve kolay yoldan kendilerine çekerek de bu ülkelerin iktisadi gelişmesini zayıflatırlar.
ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm döneminde, beyin göçü olgusu, yeni koşullara bağlı şekillenmektedir. Bu değişiklik, dünya pazarını temel alan ÇUŞ’ların, beyin göçünü esnek, daha kolay ve aktif bir şekilde örgütlemesine, kapitalist rekabetin bu alanda da keskinleşmesine, beyin göçü kapsamında devşirilen kalifiye kadın ve erkek kafa iş gücünün gezegenin neresinde gereksinim duyuyorlarsa orada konumlandırılmasına dayanmaktadır. Ki kapitalist dünya ekonomisinin geldiği noktadaki gereksinimleri, iş gücü içerisinde kalifiye iş gücünün önemini yaşamsal kılmıştır.
Esnek kapitalist birikim tarzına bağlı olarak, bu kategorideki iş gücü, ÇUŞ’lar nerde örgütlüyse, ÇUŞ’ların gereksinimi neredeyse orada mevzilendirilmektedir. Yani çevreden metropole doğru örgütlenen “beyin göçü” biçim değiştirerek sürmektedir. Beyin göçünün büyük önemine karşın, ÇUŞ’lar, bugün ulaştıkları kudret sayesinde, bu kategorideki iş gücünü de esnekliğin işlevlerine bağlı olarak ele almaktadırlar. Bu kesimin dar bir kategorisi hariç, geniş kategorisi esnek kapitalist birikim saldırısı ve araçları karşısında, pazarlık gücü bakımından dünden daha güçsüz pozisyonda bulunmaktadır. En elit kesimleri burjuva devlet ve tekellerle iyice kaynaşmaktadır. Ama küresel kronik kitlesel işsizlik olgusunun, esnek çalışma standartlarının baskısı, alıştıkları görece iyi yaşam tarzını kaybetme korkusu bu kesimlerin daha geniş ya da önemli bir bölüğünün artan oranda kapitalizmle, emperyalizmle, ÇUŞ’larla kaynaşmasına yol açmaktadır.
Bu kategoride yer alan insanlar, çelişkisiz bir bütünü oluşturmamaktadır. İlerde gelişecek devasa mücadeleler, bu kesimde de parçalanmalar yaratacak, özellikle bilim insanları saflarında “aydın onuru”nu, “bilim onuru”nu, bilimin “insanlık dışı amaçlarla”, acımasız ve yıkıcı bir tarzda azami kar amacıyla kullanılmasına karşı çıkacak bireyler ve belli kesimler çıkacaktır. Bu gerçeği sadece geçerken hatırlatmak istedik.
Lenin’in son derece uzak görüşlülükle saptadığı gibi, emperyalizm sadece var olan, hazır kaynaklarla yetinmez, o olası kaynakları ve olası karlı alanları da araştırır, yaratır, bulur, kullanır. İnsan genemonun şifrelerinin aşağı-yukarı çözülmüş olması, kök hücrenin kullanımının ilaç ve sağlık sanayinin birkaç devi için nasıl karlı bir alan açacağı ve açtığı üzerine hepimiz düşünebiliriz... Şimdiden ürettikleri, üretebilecekleri veya yakında üretilecek olan insan organlarının patent hakkını almak için kendi hükümetlerine başvuran şirketler var… Uluslararası tekeller uzayı da paylaşmaya başlamıştır. Örneğin, ABD ve ÇUŞ’lar, askeri önem ve hedefler bir yana, dünyanın uydusu Ay’ı, Mars gezegenini ve dev astroitleri nasıl kar kazanmanın aracı haline getirebileceklerinin, Ay’da ve astroitlerde bulunan hammaddelerin, madenlerin nasıl ucuza dünyaya taşınabileceğinin veya uzayda işleyerek “insanlığın hizmetine” nasıl sunabileceklerinin vb. çalışmalarını yapmaktadırlar. Tabii ufukları yalnız Ay’la sınırlı değil… Bu modern barbarlar sürüsü, bugün olanaklı olmayanın yarın olanaklı hale gelebileceğini bilecek kadar da zeki ve deneyim sahibidirler. Eh ne de olsa dünyadaki bilim ordusu, en gelişkin teknolojiyi kullanan ve sürekli yetkinleştirilen laboratuarlar vb. ellerinin altında… Ve tek amaçları da azami kardır.
Açık ki, proleter devrimle yok edilmedikçe, emperyalizm gezegenimizden sonra uzayı da “Şehr-i Kufran” haline getirecektir; ki, bu yola zaten çoktan girilmiştir bile…

*Emperyalist dünya sisteminin temel gerçekleri ve işleyişleri içerisinde, eşitsiz gelişme yasasıyla bağlı olarak, “çevre”den “merkeze” geçişler/sıçrayışlar olanaklıdır ama böyle de olsa, bu, sınırlı bir olgudur ya da görece bir olgu olabilir. Bu bağıntıda zamanla bazı bağımlı ülkelerin (“çevre”den) “sınıf” atlayarak “merkez”e geçmesi, ileri teknoloji de üretmesi ve geliştirmesi olanaklıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder