EMPERYALİST
KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI
Emperyalist
Küreselleşme ve Ekonomik Kriz Süreçleri
I
Aşırı
üretim krizi, kapitalizme has bir krizdir. Kapitalist üretim tarzında ekonomik
kriz, aşırı üretim krizidir. Aşırı
üretim krizi, kapitalizmin onulmaz yarasıdır. Kapitalizm var oldukça,
kapitalizmin içsel çelişkilerinin ürünü olan aşırı üretim krizleri de var olmaya devam edecektir. Özellikle
1930’lardan, 1950’lerden bu yana geçen tarih kesitinde burjuvazinin aşırı
üretim krizlerine müdahalesi daha
bilinçli ve iradi hale
gelmiştir. Ancak ne var ki, burjuvazinin artan iradi müdahalesi, eşyanın doğası
gereği, ekonomik krizlerin
patlak vermesini önleyememiştir ve önleyemez de. Çünkü aşırı üretim
krizleri, kapitalist üretim tarzının
nesnel bir olgusu ve nesnel
bir hareket yasasıdır. İradi müdahale, en nihayetinde ekonomik
kriz(ler)i geciktirebilir ya da kriz(ler)den çıkış sürecini hızlandırabilir.
Ki, burjuvazinin bu müdahaleleri, hem bastırılmaya çalışılan krizin, hem de
yeni krizlerin daha derinden mayalanarak daha şiddetli patlak vermesine de yol
açmaktadır.
Tarihsel
bakımdan kapitalizmin ilk ekonomik krizi (aşırı üretim krizi) sanayi kapitalizmi döneminde patlak
vermiştir. Kapitalizm, ilk kez, 18. yüzyılda, sanayi devrimiyle birlikte kendi
modern teknik temeline güçlü ve yetkin bir tarzda oturmuştur. Böylece sanayi
devrimiyle birlikte “Özgül kapitalist üretim tarzı teknolojik düzeyde de ortaya”
(Marx) çıkmıştır. Çünkü “Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek gücü ile,
büyük sanayide emek araçlarıyla başlar.” (Marx) Burada vurgulanması gereken
şey, aşırı üretim krizinin, kapitalizmin ilkel birikim ve ticari kapitalizm evrelerinde
değil, sanayi kapitalizmi evresinde
gündemleşerek patlak vermiş olmasıdır.
Her
ekonomik kriz, toplumsal üretici
güçlerin derin bir yıkımına da
yol açar. Aşağıda gösterileceği gibi, üretici güçlerin derin tahribatı
kapitalizmin ekonomik krizlerinin zorunlu ve kaçınılmaz ürünüdür. Her ekonomik
kriz, toplumsal üretici güçlerle
kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın patlak vermesidir.
Bu olgu, öteki şeylerin yanı sıra, burjuvazinin üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğinin çarpıcı bir
kanıtıdır. Kapitalizmin genel ekonomik krizleri, kapitalist üretim
ilişkilerinin ve burjuvazinin üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önündeki ana engel olduğunu da çıplak bir şekilde gözler önüne serer.
Kapitalizm,
bir dünya sistemidir. Marx’ın vurguladığı gibi, “Bizzat dünya pazarı, bu üretim
tarzı için temel teşkil eder… bu üretim tarzının, gitgide büyüyen bir ölçekte
üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya
pazarını genişletme eğilimi yaratır.” (Kapital)
Uluslararasılaşma, kapitalizmin doğasına içkindir ve emperyalizm aşamasında
uluslararasılaşma daha derin bir olgu olarak karşımıza çıkar. ÇUŞ’lu tekelci
kapitalizm olgusu, bu saptamamızın daha çarpıcı bir kanıtını oluşturmaktadır.
“Tüm bir ülkenin iktisadını kapsayan ilk sanayi bunalımı 1825’de İngiltere’de
patladı. 1836 ve daha sonra ABD’ye de yayıldı.
ABD ve bir dizi Avrupa ülkesini kapsayan 1847-48 bunalımı, ilk dünya bunalımıydı.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. I, s. 297,
ika., İnter yay.)
II
Kapitalizmin
bir dünya pazarına dayanması, bir dünya sistemi olması, ekonomik krizin uluslararasılaşmasının maddi temelini oluşturmaktadır. Serbest
rekabetçi kapitalizmin, kapitalizmin en üst ve son aşaması olan tekelci
kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle, dünyanın kapitalist paylaşımı da
tamamlanmış oldu. Böylece tek tek ülkelerin milli ekonomileri kendilerine yeter
ekonomik birimler olmaktan çıkarak kapitalist dünya ekonomi zincirinin birer
bileşenine dönüştüler. Bu olgu,
kapitalizmin genel ekonomik krizinin, tekelci kapitalizm aşamasında, tüm bir
kapitalist ekonomiyi; “merkezi” ve “çevre”yi girdabına çeken ekonomik krizlerin
patlak vererek daha da genelleşmesine, ekonomik krizlerin daha geniş bir temel
üzerinde, derinliğine ve genişliğine etkili olmasına yol açtı.
Serbest
rekabetçi kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle, eskiden ortalama on yılda
bir patlak veren kapitalizmin genel ekonomik krizleri, yerini, giderek daha sık
patlak veren (ortalama sekiz yılda
bir), daha şiddetli ve yıkıcı karaktere bürünen ekonomik krizlere bıraktı.
Serbest
rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşümü sürecinde ve tekelci
kapitalizme dönüşmesinden sonra, kapitalizmin ekonomik devresinde de özsel
değişiklikler gündemleşmeye ve biçimlenmeye başladı. Bunalım, durgunluk,
canlanma ve atılım evrelerinden oluşan kapitalizmin ekonomik
kriz devresi, giderek yerini bir eğilim olarak bunalım, durgunluk ve
canlanmayla belirlenen yeni bir devreye bırakmaya başladı. Bir diğer
ifadeyle, ekonomik krizin devresinde bir tekleme, atılım evresine
geçememe ya da atılım evresinin son derece göreli, istikrarsız bir özgünlük
kazanmasına yol açtı. (Bu
olgunun, kapitalist dünya ekonomisi
üzerinde derin etkiler yarattığını vurgulamak gerekir.) Bu gelişmenin
temelinde, kapitalizmin üretici güçlerin özgürce
gelişmesini önleyen ekonomik-toplumsal gerçeği yatmaktadır. Keza bu olgu,
burjuvazinin üretici güçleri yönetmede iflas
ettiğini kanıtlamaktadır. Ekonomik kriz devresindeki söz konusu değişiklik,
emperyalist tekelci kapitalizmin özüne her bakımdan damgasını basan tekelci
asalaklığın, çürümenin, can çekişmenin derinlik ve keskinliğini de
göstermektedir.
Bu
olguyu ilk ele alan ve gündemleştiren Engels’tir. Engels, Marks’ın Kapital isimli dev yapıtının I. cildinin İngilizce Baskısı’na 5
Kasım 1886 tarihinde yazdığı “Önsöz”’de,
konuyla ilgili şunları söyler:
“…Ama hepsi bu değil, İngiltere’nin ekonomik
durumunun esaslı bir incelemeye tabi tutulması gereğinin karşı konulmaz ulusal
bir zorunluluk olarak duyulacağı zaman hızla yaklaşmaktadır. Üretimin sürekli
ve hızla genişlemesi ve bu nedenle de pazarlar olmadan işlemesi olanaklı
olmayan İngiliz sanayi sistemi, bir durgunluğa giriyor. Serbest ticaret,
kaynaklarını tüketmiş durumda; ve Manchester bile, kendi eski ekonomik
inançlarından şüphe eder durumda. Hızla gelişen yabancı sanayi, her yerde,
yalnızca gümrük duvarlarıyla korunan pazarlarda değil, açık pazarlarda da ve
hatta Manş’ın bu tarafında bile İngiliz üretiminin karşısına dikilmiş
bulunuyor. Üretici güç, geometrik oranla arttığı halde, pazarlar olsa olsa
aritmetik oranla büyüyor. 1825’ten 1867’ye kadar durmadan yinelenegelen onar
yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri, gerçekten
ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı
ve süreğen bir depresyonun bataklığına bırakmak için. Özlemle beklenen gönenç
dönemi gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmemizle bunların
ufukta kaybolmaları bir oluyor…” (s. 37, iba., Sol yay.)
Yine
Engels, Marx’ın Kapital’inin III. cildini
yayınlarken düştüğü bir dip notta, konu hakkında Kapital Cilt I’de yaptığı değerlendirmeyi hatırlatarak şunları yazar:
“(Bir
başka yerde de değindiğim gibi … son büyük genel bunalımdan beri burada bir
değişiklik olmuştur. Daha önceki on yıllık döngüleriyle, devresel süreçlerin
had biçimi, yerini- çeşitli sanayi
ülkelerinde çeşitli zamanlarda yer alan- işlerde
nispeten kısa ve hafif bir iyileşme ve nispeten uzun ve kararsız depresyon
arasında değişen, daha kronik ve daha uzun süreli biçimlere bırakmış
görünmektedir. Ama bu, belkide, yalnızca, döngülerin uzaması sorunudur.
Dünya ticaretinin ilk yıllarında, 1815-47 arasında, bu döngülerin yaklaşık beş
yıl sürdüğü gösterilebilir; 1847 ile 1867 arasında, döngü açıkça on yıldır;
şimdi, acaba, bugüne değin eşi görülmemiş yeni bir dünya bunalımının hazırlık
aşamasında mı bulunuyoruz? Pek çok şey bu yöne işaret ediyor. Son 1867 genel
bunalımından beri, birçok değişiklikler olmuştur. Ulaştırma ve iletişim
araçlarındaki dev genişleme- okyanuslardaki şilepler, demiryolları, telgraf,
Süveyş Kanalı- gerçek bir dünya piyasasını bir olgu haline getirmiştir.
İngiltere’nin sanayideki eski tekeline birtakım rakip sanayi ülkeleri
çıkmıştır; dünyanın her yanında, Avrupa’daki fazla sermaye yatırımı için, uçsuz
bucaksız ve çeşitli alanlar açılmış, böylece daha geniş bir alana dağılması ve
yerel aşırı-spekülasyonun daha kolay önlenmesi olanağı sağlamıştır. Bütün
bunlar aracılığı ile, eski bunalımı üreten ortamlar ve bunların gelişmesini
sağlayan olanaklar, ya yok edilmiş ya da çok azalmıştır. Aynı zamanda, karteller ve tröstler karşısında, iç piyasadaki rekabet gerilediği halde, dış
piyasalarda, İngiltere dışında bütün büyük sanayi ülkelerinin çevresini
çevirdikleri koruyucu gümrük tarifeleriyle sınırlandırılmış bulunmaktadır. Ne
var ki, bu koruyucu gümrük tarifeleri,
dünya piyasasına kimin egemen olacağını kararlaştıracak olan, son genel sanayi
savaşı için yapılan hazırlıklardan başka bir şey değildir. Şu halde, eski
bunalımların yinelenmesine karşı işleyen her etmen, kendi içerisinde,
gelecekteki çok daha güçlü bir bunalımın tohumlarını taşımaktadır.” (s. 433-34, iba.)
Engels’in,
dünya proletaryasının bu alçak gönüllü büyük önder ve öğretmeninin söz konusu
somut gerçeği ön belirtilerinden hareketle, ihtiyatı elden bırakmaksızın,
bilince çıkarması, geleceği okuması ve söz konusu soyutlaması/teorik saptaması,
kendisinden sonraki Marksistlere de yol göstermiştir. Geçerken, belirtmek
isteriz ki, kapitalizmin ekonomik kriz devresinde ortaya çıkan değişiklikler,
kronikleşme eğilimi gösteren durgunluk eğilimi ile ilgili Engels’in, özellikle
de Stalin ve III. Enternasyonal’in konu bağlamındaki aydınlatıcı teori ve
tezlerini, analizlerini görmezden gelen, dahası sorunu anlamamakla, soruna ilgi
göstermemekle vs. itham eden ve bu sorundaki açılımı özellikle Paul Sweezi’ye mal eden Kautskyci “ultra emperyalizm”in “sol”
kanadı Monthly Revıew çevresinin
oportünizm ve inkarcılığına dikkat çekmek isteriz.
III
Konuyla
ilgili olarak Stalin, kapitalist tarihin en yıkıcı genel ekonomik bunalımı olan
1929-33 krizini tahlil ederken, şunları
saptar:
“Kapitalist ülkelerde 1929 yılının ikinci
yarısında başlayan ekonomik kriz, 1933 yılının sonuna kadar sürdü. Sonra kriz,
çöküntüye dönüştü ve bunun üzerine endüstride, belli bir canlanma, belli bir
atılım gündeme geldi. Fakat bu canlanma, her zaman olduğu gibi refaha
dönüşmedi, tam tersine, 1937 yılının ikinci yarısından başlayarak, önce Amerika
Birleşik Devletleri’ni, sonra da İngiltere, Fransa ve başka ülkeleri içine alan
yeni bir ekonomik kriz baş gösterdi.
“Böylece, geçen ekonomik krizin darbelerinden henüz
kurtulamayan kapitalist ülkeler, kendilerini yeni bir ekonomik krizin
karşısında buldular.”
“Yeni krizin karakteristik özelliklerinden biri,
daha önceki ekonomik krizlerden, birçok konuda farklı oluşudur; bu farklılık
olumlu anlamda değil, olumsuz anlamdadır.
“Birinci olarak, yeni kriz, 1929’da olduğu gibi,
endüstrinin yaşanan refah döneminin ardından başlamamış, tersine çöküntü dönemi
ve refaha dönüşmeyen bir canlanmanın arkasından gelmiştir. Bunun anlamı,
şimdiki krizin daha ağır ve buna karşın mücadeleninse bir öncekinden daha zor
olacağıdır.” (SBKP (B) XVI., XVII., XVIII. Parti Kongre
Raporları, s. 230-231, İnter yay.)
Kapitalist
emperyalizmin genel bunalımını çözümleyen “Politik Ekonomi Ders Kitabı C. I” de
ise, konuyla ilgili yazılanları hep birlikte okuyalım.
“Aşırı
üretim bunalımlarının derinleşmesi ve kapitalist devredeki değişiklikler:
“Üretim olanaklarının büyümesi ile eşzamanlı
olarak sürüm pazarlarının daralması ve kronik kitlesel işsizliğin gelişmesi,
kapitalizmin çelişkilerini olağanüstü keskinleştirir, aşırı üretim bunalımlarını
derinleştirir ve kapitalist devrede özsel değişikliklere yol açar.
“Bu değişiklikler şunlardan ibarettir:
Devrenin süresi kısalır, ve bunun sonucu olarak bunalımlar sıklaşır;
bunalımların derinliği ve keskinliği artar, bu, üretimin düşmesinde, işsizliğin
artmaya devam etmesinde vs. ifadesini bulur; bunalımdan çıkış yolu zorlaşır,
bununla bağıntı içinde bunalım aşamasının süresi uzar, durgunluk aşaması daha
uzun sürer, kalkınma gittikçe daha az istikrarlı olur ve süresi gittikçe
kısalır.” (s. 377)
“Eskiden sanayi işletmelerinin kitlesel
olarak kapasitesinin altında çalıştırılması, yalnızca iktisadi bunalımlar
sırasında olurdu. Kapitalizmin genel bunalımı dönemi için karakteristik olan,
işletmelerin kronik bir şekilde kapasitesinin altında çalıştırılmasıdır.”
“Kronik
kitlesel işsizlik, işletmelerin
kronik bir şekilde kapasitelerinin altında çalıştırılmasıyla sıkı bir ilişki
içindedir. Birinci Dünya Savaşından önce yedek sanayi ordusu bunalım yıllarında
büyüdü, ama kalkınma dönemlerinde nispeten düşük bir düzeye indi. Kapitalizmin
genel bunalımı döneminde işsizlik dev boyutlar alır ve canlanma ve kalkınma
yıllarında da yüksek bir düzeyde kalır. Yedek sanayi ordusu, daimi bir
milyonluk işsizler ordusu halini aldı.”
“Kronik kitlesel işsizlik, işçi sınıfının
durumunu olağanüstü kötüleştirir. İşsizliğin ana biçimi, sürekli işsizlik olur…”
(s. 375-378, ika.)
Şimdilik
emperyalist kapitalizmin genel bunalımı tezini bir tarafa bırakarak, sorunu
ekonomik krizle bağı içinde incelemeye devam edeceğiz.
Görüldüğü
gibi, kapitalizmin ekonomik krizinin devrevi hareketinde somut bir değişme
ortaya çıkmıştır. Bu olgu, Stalin’in önderliğinde Marksist-Leninistler
tarafından somut olarak tahlil edilmiş, teori katına yükseltilmiş
ve böylece teorik hazine zenginleştirilmiştir.
Söz
konusu devrevi hareketin bir evresi olan atılım (gönenç) aşaması ya
gerçekleşmemekte ya da kısmi ve istikrarsız bir biçimde şöyle bir boy gösterip
hemen geri çekilmekte ve yeniden başa dönerek, kriz, canlanma ve durgunluk
kısır döngüsüne saplanmaktadır. İşletmelerin kronik olarak kapasitesinin
altında çalışması ve buna bağlı olarak kronik işsizlik olguları, kapitalizmin
ekonomik bunalımının normal bir döngüsü olan kriz, durgunluk, canlanma ve
atılım devresinin bir eğilim olarak
eskiyip aşılmasıyla, geride kalmasıyla, yerini kriz, canlanma ve durgunluk biçimindeki
harekete bırakmasıyla bağlıdır. Ki emperyalist dünya sanayisi % 70’lik bir
kapasiteyle çalışabiliyor ancak.
Kuşkusuz
ki, sosyalist bir sistemin ortaya çıkması, giderek sosyalist bir kampın ortaya
çıkması, kapitalist dünya pazarının parçalanarak daralması ve iki ayrı pazara-
kapitalist dünya pazarı ve sosyalist dünya pazarı olarak-bölünmesi ve böylece
kapitalist pazar sorununun çok yakıcı bir temel gerçeğe dönüşmesi ve bu olgunun
da ekonomik krizin devrevi hareketi üzerinde bıraktığı derin etki gibi temel
bir olguyu, ayrıca incelemek gerektiğinden, şimdilik geçiyoruz. Geçerken
hatırlatalım ki, teorinin bu bakımdan da yenilenmeye ve geliştirilmeye
gereksinimi var*.
IV
Atılıma
dönüşemeyen kapitalist emperyalizmin ekonomik krizi, özellikle 70’lerden bu
yana, daha çarpıcı bir şekilde yaşanmaktadır. Emperyalizm ve proletarya
devrimler çağı olan çağımızda, kapitalist emperyalizmin genel ekonomik
krizleri, kapitalist emperyalizmin genel bunalımı temelinde yükselmekte ya da
onun bir bileşenini oluşturmakta ve ikisi de karşılıklı aktif etkileşim ve
iletişim içinde, emperyalizmin genel bunalımını ve ekonomik krizini
derinleştirip genişletmekte ve keskinleştirmektedir.
Bugün
emperyalizm, kapitalizmin tüm çelişkilerini daha yüksek bir temelde ve düzeyde yeniden ve yeniden üretip
alabildiğine keskinleştirmektedir. “Küreselleşme”yle emperyalist kapitalizmin
tüm çelişki ve çatışmaları da daha fazla küreselleşmiştir. Bu, kapitalizmin genel
ekonomik krizi olgusu için de geçerli ve keskin bir olgudur. Kapitalist/emperyalist
ekonomi, özellikle son çeyrek asırda daha istikrarsız ve kırılgan bir
özellik taşımaktadır. Dipten doruğa emperyalizme damgasını basan aşırı çürüme
ve asalaklaşma, sermayenin artan oranda maddi üretimden kopuşu, dünya para
sermaye hareketinin % 98’nin maddi üretim sektörleri dışındaki alanlarda cirit
atması, tarihte görülmemiş ölçekte spekülasyon ve manipülasyona yönelmiş
olması; “merkez” ve “çevre” arasındaki gelir dağılımı bozukluğunun olağanüstü
artmış olması, tek tek her ülkedeki sınıflar arası uçurumun oldukça büyümüş
olması, devasa boyutlara varmış olan sermayenin toptan değersizleşerek çökmesi
tehlikesinin gitgide artması, genel ekonomik krizlerin sıkça patlak vermesi vb.
emperyalist ekonominin istikrarsız ve kırılgan karakterine işaret ettiği gibi,
emperyalizmin çelişkilerinin alabildiğince yoğunlaşıp geliştiğini gösteren bazı
olgulardır.
Emperyalist
tekelci kapitalizminin iç evriminin
ürünü olan ve daha yüksek bir tekelleşme ve uluslararasılaşma düzeyiyle karakterize; genişletilmiş
kapitalist yeniden üretim hareketini (P-M-P’) dünya pazarını temel alarak gerçekleştiren ÇUŞ’lu
tekelci kapitalizm evresindeyiz. Bu evre, diğer bir deyişle uluslararası
tekeller, üretim ve sermayenin
yoğunlaşması, merkezileşmesi, uluslararasılaşması yasasının ürünüdür.
Bu, aynı zamanda üretici güçlerin küresel çapta gelişerek birleştiğini,
üretimin uluslararası alanda (dünya ölçeğinde) güçlü bir tarzda
toplumsallaştığını, sosyalizmin maddi-teknik temellerinin emperyalist dünya
sistemi içerisinde gelişkin bir şekilde olgunlaştığını göstermektedir.
Bu
bağıntıda vurgulanması gereken olgu şudur: Tekelci kapitalist
uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, kapitalizmin genel ekonomik krizlerinin
de daha derin ve geniş bir temelde, daha fazla uluslararasılaşmasını
da koşullamış ve
biçimlendirmiştir. Böylece uluslararası tekellere dayanan emperyalist
kapitalizmin genel ekonomik krizleri, örneğin, 1950’ler öncesinden farklı
olarak, “merkez” ve “çevre”yi daha hızlı, daha yıkıcı, daha derin, daha
kapsamlı pençesine almaktadır. Böylece
bir ülkede (örneğin ABD de veya Almanya’da) veya bir bölgede (örneğin Güneydoğu
Asya’da) patlak veren ya da verebilecek bir ekonomik kriz, hızla küresel
ölçekte kapitalist ekonomiyi girdabına çekebiliyor ya da çekebilmektedir. Bu
durum, tekelci kapitalist ekonominin bugün, daha istikrarsız ve kırılgan bir karaktere
büründüğüne işaret eder. Keza bu olgu, uluslararası burjuvazinin ve öncü
kurumlarının (IMF, DB. vs.) kriz bölgelerine küresel çapta tedbirler ağıyla, küresel
kapitalist politikalarla daha etkin müdahale etmelerini koşullamıştır. 1997
Güneydoğu Asya krizi, bu bakımdan yakın dönemin bir deneyimi olarak hepimizin
hatırındadır herhalde. IMF, Rusya da dâhil olmak üzere kriz bölgesine uluslararası
burjuvazi ve çıkarları adına anında müdahale etti. Şüphesiz ki, parsayı da
başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere ÇUŞ’lar (uluslararası tekeller)
topladı. Örneğin, Güney Kore’nin sanayi işletmeleri sudan ucuza iç edildi vb.
Ekonomik
kriz olgusu, kapitalizmin ve emperyalizmin tarihsel gelişmesi içinde, yakasını
bırakmamış ve bırakmayacak bir olgudur. Değişik evrelerde değişik biçimlere
bürünerek ortaya çıkmış, belli gelişme aşamalarından geçmiştir. Asıl olan
kapitalizm ve ekonomik kriz olgusunun teorik ve ilkesel çerçevesine bağlı
kalarak somut gerçeği ve ortaya çıkan yeni durumların tahlilidir. Yani bu
konuda da mekanik, dogmatik teori ve analizlere itibar edilmemelidir.
Kapitalist emperyalizmin gelişme seyrinde ortaya çıkabilecek değişme ve
gelişmeleri her somut durumda diyalektik materyalist yöntem ve bakış açısıyla
irdelemek ve çözümlemek belirleyicidir. Bu perspektif, daima bizlere yol
göstermelidir. Bilimsel Komünizm, bir dogma değildir. Marksizm-Leninizm’e tüm
bilgilerin nihai doruk noktası ya da ansiklopedik bir kaynak gözüyle bakılamaz.
O, bir bilimdir, bir bilim gibi ele alınmak zorundadır…
Teorinin
geliştirilmesinde temel ve özgün unsur uluslararası tekellerin
yönettiği bir emperyalist kapitalizm gerçeğiyle yüz yüze bulunuyor oluşumuz
olgusudur. Uluslararası pazarı temel
alan emperyalist sermaye hareketi, artık dünya pazarını kendi
“ulusal” pazarı olarak gören uluslararası
tekeller olgusu, emperyalizmin yüz yıllık tarihinin ikinci yarısının
belirleyici bir gerçeğidir. Bu gerçek, kapitalist emperyalizmin genel
ekonomik krizlerini de
çözümlerken yeni ve temel bir unsur olarak bilince
çıkarılmalıdır. Bu olguyu ya da olguları yok sayarak ya da küçümseyerek
yapılacak değerlendirmelerle; emperyalizmin diyelim ki 1950’ler öncesi geçerli olan basmakalıp doğrularını ezbere tekrarlamakla
bir milim ileri gitmek olası değildir. Böyle bir teorik ve pratik
tutumla ne yeni olgular bilince çıkarılabilir ne de sınıflar
mücadelesinin teorik ve
pratik gereksinmelerinin
hakkı verilebilir.
Bir
dizi kurum ve kuruluşun yaptığı hesaplamalara göre, yerküremizde açık ve gizli
işsizlik 1 milyarı bulmuştur. 2007-2008’den beri süre gelen kriz sonrası ise
işsizlik artmaya devam etmektedir; örneğin, “Dünyadaki küresel krizin en önemli
sonuçlarında birisi, 75 milyonu 25 yaş altı olmak üzere toplam 200 milyon
işsizin ortaya çıkması olmuştur.” (Bkz.
T.C. Kalkınma Bakanlığı, “Dünya
Ekonomisindeki Son Gelişmeler” Raporu) Bu
olgu, kapitalist emperyalizmin genel krizinin keskinliğini de gösteren temel
verilerden birisidir. 20. (1950-70 kesiti dışta tutulabilir) ve 21. asırlarda
işsizliğin ana biçimi,
kronik kitlesel işsizlik olmuştur. Küresel kronik kitlesel işsizlik
gerçeği, günümüzün çarpıcı bir gerçeğidir. Kapitalist emperyalizm, maddi üretim
sektörlerinden daha çok “maddi olmayan sektör”lerde (“hizmet sektörü”) büyüyüp
genişliyor; kapitalist emperyalizm, evet dünya çapında işçi sınıfını sayısal
olarak artırmaya devam ediyor, ama gitgide artan oranda işçiyi de “istihdamın
dışına” atıyor. İşsizlik, “istihdam dışı kalma” (“gereksiz nüfus”) olgusu, yok
olmaya mahkûm edilen işçi yığınlarının gitgide artan varlığına işaret ediyor.
Yani kapitalizm, kapitalist dünya ekonomisinin krizde olmadığı kesitlerde de
sürekli bir kitlesel işsizlikle muzdariptir.
Tekelci
kapitalizm, sermayenin organik bileşimi yükseldikçe, daha az işçiyle daha çok
üretecek düzeye geldikçe, işsizlerin sayısı artıyor. Bu olgu, serbest rekabetçi
kapitalizm dönemindeki “yedek sanayi ordusu” olgusundan farklı bir
olgudur. Bir dönemler kapitalizm, ekonomik atılım dönemlerinde işsiz nüfusu
geçici de olsa hemen hemen tümüyle emebiliyor, hatta metropollerde kimi zaman
iş gücü açığı ortaya çıkabiliyordu. Ama o günler çoktan mazi oldu.
Emperyalizmin genel bunalım dönemiyle birlikte, istisnai durumlar hariç, o günler
çoktan geride kaldı. Artık işsizliğin ana
biçimi, sürekli-kronik işsizliktir. Ve bu işsizlik türü azalmak
bir yana aksine artmaktadır.
Bilimsel
teknik devrim, bilimsel teknik devrimin kapitalist karlılığın gereksinimlerinin
elverdiği ölçüde de olsa, kapitalist üretim sürecine uyarlanması, sermayenin
yükselen organik bileşimi, kesintisiz bir biçimde işsizliği ve işsizliğin
ana biçimi olan kronik işsizliği de çoğaltmaya devam ediyor ve edecek. Bu olgu,
işten çok işsizliğe “yatırım” yapan, “paran yoksa öl, ölmen gerekiyor” diyen
bir toplumsal sistem olan kapitalizmin, kendi ölüm sınırına dayanmış
olduğunu gösterir. (Ölüm sınırına dayanmak ölmek anlamına gelmez ve kapitalizm
asla kendiliğinden ölmez; onun proleter devrimle yıkılması ve mezara gömülmesi gerekir.)
Artık yaşamak, tüketmek, zevk almak küresel çapta
satın alma gücü olan % 20’lik kesimin harcı oluyor. Burjuva bilim dünyasının aşağılık
fikir adamları, yıllık dünya üretimini, dünya nüfusunun iktisaden faal %
20’lik kesimi ile gerçekleştirmek mümkün olduğuna göre, o halde geriye
kalan nüfusun % 80’i gereksiz nüfustur savlarını boşuna ileri
sürmüyorlar. Böyle olunca da gerici savaşlarda, işsizlikten, açlık ve
yoksulluktan dolayı ölme, AIDS vb. hastalıklar ve diğer toplumsal kötülükler
dünyanın lanetlilerinin ekmek içi köftesi oluyor. Ve bu, son derece doğal
karşılanıyor; bu durum, aşağılık bir şekilde kutsanıyor. Satın alma gücü
olmayan ya da düşük olan dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yok olmaya
mahkum olmasının bir tanrı yazgısı, bir doğa yasası, tarihsel bir kaçınılmazlık
olduğu söylenerek kaderlerine razı olmaları isteniyor.
Sadece
dünya çapında sayısı 1 milyarı aşmış olan işsizler ordusu ve kronik işsizlik
olgusundan bile yola çıktığımızda görüyoruz ki, sermaye birikiminin mutlak ve genel yasası olan, bir tarafta zenginliğin diğer tarafta
yoksulluğun birikmesi yasası, bugün dünden, örneğin bir Marks ve Engels
döneminden, bir Lenin ve Stalin döneminden daha keskin ve yıkıcı bir şekilde
hükmünü icra etmeye devam ediyor. Proletaryanın göreli (ulusal gelirden
aldığı payın düşmesi) ve mutlak yoksullaşması
(iş ve yaşam koşullarının, yaşam standardının düşmesi) yasası, dünle kıyaslanmayacak derecede açık ve çarpıcı biçimlerde
yolunu açmaya ve işlemeye devam ediyor. Keza yine kapitalist üretim tarzından
kaynaklanan, sermaye birikiminin devasa büyümesine ve toplumsal zenginliğin
devasa artışına karşın, nüfusun bir bölümünün, giderek artan oranda “fazlalık”
olmasında, üretimden dışlanmasında, yoksulluğun ve toplumsal sefaletin içine
boylu boyunca atılmasında ifadesini bulan “kapitalist nüfus yasası” daha da
şiddetlenmiş bir tarzda çırılçıplak herkesin gözleri önünde duruyor.
V
Kapitalizmin
ilk dünya bunalımı, 1847/48 bunalımıydı. Bunu, 1857, 1866, 1873, 1882, 1890
bunalımları izledi. 20. yy ilk bunalımı ise, 1901-03 yıllarında patlak verdi.
Bunu, 1907, 1920/21, 1929-33, 1937-38 ve 1947/49 bunalımları izledi. “İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra
Birleşik Devletler sanayi, genel bir kalkınma aşaması geçirmeden, kısa süreli
ve zayıf bir canlanmadan sonra, daha 1948 yılının sonuna doğru, tüm 1949 yılı
boyunca daha da keskinleşen bir iktisadi bunalıma girdi. Bunalım belirtileri,
1949 yılında Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinde de gözlemlendi.” (PEDK, C. I, s. 399)
Kapitalizmin
ekonomik krizinin devrevi hareketindeki değişme, krizden çıkış sürecinin
giderek atılım evresine geçişle tamamlanamaması veya son derece istikrarsız,
kısmi bir uç göstermenin hemen ardı sıra, durgunluğa, daha uzun bir durgunluğa
sürüklenmesi ve yeniden bunalım evresinin başlaması, kaçınılmaz olarak, düşük
kapasiteyle çalışmayı kronikleştirmekte, kronik işsizliğe yol açmakta, “sabit
sermayenin yenilenme ve genişletilme çerçevesini” daraltmakta, “durgunluktan
canlanmaya ve kalkınmaya geçişi” zorlaştırmaktadır. Bu döngü, kapitalizmin temellerini
zayıflatan ve yeni devrimci olanaklar sunan bir özellik de taşımaktadır…
Kapitalist
emperyalizmin genel ekonomik krizlerinin yanı sıra, bir de aynı ekonomik
temeller üzerinde yükselen kısmi ekonomik bunalım biçimleri de vardır. “1920-21 bunalımından sonra ortaya çıkan
canlanma ve kalkınma, çok eşitsiz bir şekilde oldu ve tekrar tekrar kısmi
bunalımlar tarafından kesintiye uğratıldı. ABD’de böylesi kısmi bunalımlar,
1924 ve 1927 yıllarında kaydedildi. 1926 yılında İngiltere ve Almanya’da üretim
önemli ölçüde düştü. 1929-33 bunalımını olağan bir durgunluk değil, sanayi
tekrardan en düşük düzeyine inmese de, sanayinin ne yeni bir kalkınmasına ve ne
de genişlemesine yol açmayan özel türden bir durgunluk izledi. Özel türden
durgunluktan sonra, belli bir canlanma ortaya çıktı, ancak bu yeni ve daha
yüksek bir temelde bir genişlemeye yol açmadı. Kapitalist dünya sanayi, 1937
yılında 1929 düzeyine yalnızca yüzde 95-96’sına ulaştı; ama bundan sonra
İngiltere, Fransa ve bir dizi diğer ülkeyi içine alan yeni bir iktisadi bunalım
patladı.” (age., s. 379)
Demek
ki, ekonomik krizler arası kesitlerde kapitalist kısmi ekonomik krizler
olanaklıdır ve bu krizler farklı biçimler alsa da kısmi üretim düşüşü
temeline dayanır.
Tarım
bunalımı, para sermaye (mali) bunalımı gibi bunalımlar da kapitalizmin genel
ekonomik krizlerinin bir yansıması, birer biçimidir. Sanayiyi, tarımı,
ticareti, parayı girdabına alan ekonomik kriz olgusu, günümüz emperyalizminin
genel ekonomik krizinin ne denli şiddetlendiğini de göstermektedir.
Kısmi
üretim düşüşü temeline dayanan ekonomik krizlerin yanı sıra bir de mali krizle sınırlı kalan ve kalabilen
krizler de kapitalizmin krizler gerçeği içerisinde yer alır. Marx’ın
anlatımıyla; “…para bunalımı, her genel bunalımın bir aşaması olarak, kendilerine gene
para bunalımı adı verilen, ama kendi başlarına ortaya çıkabilen ve böylece
ticaret ve sanayi üzerinde ancak dolaylı etki yapan özel tür bunalımlardan
açıkça ayırdedilmelidir. Bu bunalımlar, para sermayesi ekseni etrafında döndüğü
için, doğrudan doğruya hareket alanı da, bu sermaye, yani bankalar, borsalar ve
mali çevrelerdir.” (Marx,
Kapital, C. I, s. 142-143)
Kapitalist
emperyalizm, genel ekonomik bunalıma girmemek için ekonomiyi askerileştirme yöntemine de başvura gelmiştir. Ancak
tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi, ekonominin askerileştirilmesi
kapitalizmin genel ekonomik krizini geçici olarak bastırabilir, geciktirebilir
ama önleyemez, dahası krizin daha
sert patlamasına da yol açar.
ABD’nin sınai-askeri kompleksi hızla geliştirmesi, 11 Eylül darbesinin ardından
askerileşmeyi, militarizmi yetkinleştirmeye daha hızlı girişmesi, Afganistan’ı
ve Irak’ı işgal etmesi, öteki şeylerin yanı sıra, bu olguyla da bağlıdır. Fakat
bunun ABD’nin aşırı üretim krizlerine yuvarlanmasını önlemediğini ise hepimiz
bilmekteyiz.
1950-70
arası dönem, kapitalist/emperyalist ekonominin göreli istikrar içinde geliştiği
bir dönemdi. II. Dünya Savaşı’nın üretici
güçlerde, dünya ekonomisinde yarattığı derin ve kapsamlı yıkım ve ABD’nin
ekonomisini devasa ölçekte askerileştirmesi, Keynesyen politikalar gibi
temel olgular, kapitalist dünya ekonomisinin, geçici de olsa, 50-70 arası
dönemde büyük ve genel ekonomik krizler yaşamasını engelleyebilmişti.
1950-70
dönemi dünya kapitalist ekonomisinin “altın yıllar”ıydı. Bu göreli ekonomik
istikrar ve büyüme yılları burjuvazi ve değişik renk ve tondan bağlaşıklarının
Marksizm-Leninizm’e, proletarya ve halklara karşı devasa bir ideolojik ve
politik saldırı için harekete geçmesine yol açtı. Söz konusu demagoji ve
manipülasyona göre, artık kapitalizm değişmişti. Kapitalizm aşırı üretim krizlerini
aşmıştı. Refahla ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının son bulmasıyla belirlenen
bir tarihsel gelişme evresine girilmişti vb.
Bir
dönem etkili olan bu propaganda ve manipülasyon, çok zaman geçmeden her
tarafından dökülmeye başladı. 1974-75, 1981-83, 1990/94, 2000-04, 2007/08
yıllarında patlak veren kapitalizmin genel ekonomik krizleri, peş peşe burjuva
ve küçük burjuva propagandaya ağır mı ağır darbeler indirdi. Yani tilkinin
dönüp, dolaşıp geleceği yer de, geldiği yer de yine “kürkçü dükkanı”dır…
Söz
konusu ekonomik krizler, 50’ler sonrası tarih kesitinde emperyalist tekelci
kapitalizmin yaşadığı genel ekonomik krizlerdir.
VI
2007’de, ABD’de önce konut piyasasında patlak vererek hızla uluslararası
mali krize, ardı sıra, 2008’de emperyalist kapitalizmin genel ekonomik krizine
(aşırı üretim krizi) dönüşen bunalım, bir kez daha Marksizm-Leninizm’in
kapitalizm ve kriz teorisini çarpıcı bir tarzda doğrulamıştır.
Kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizi bir kez daha
kanıtladı ki, kapitalizm var oldukça ekonomik krizler kaçınılmazdır.
Kriz, bir kez daha gösterdi ki, “küreselleşme” ile kapitalizm
kapitalizm olmaktan çıkmamış, krizsiz, çelişkisiz, dünyaya ve insanlığa
refahtan başka bir şey getirmeyeceği iddia edilen kapitalizm sonrası bir
bunalımsız kapitalizm (“Bilgi toplumu”) aşamasına falan girilmemiştir.
Kapitalizmin bu son genel ekonomik krizi de bir kez daha ve
çok keskin bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici
güçlerin özgürce gelişmesinin önündeki ana engel olduğunu kanıtladı. Kriz, bu
çelişkinin zora dayalı geçici bir
çözümünden başka bir şey değildir.
Emperyalist kapitalizmin son genel ekonomik krizi, “çevre”de
değil, “merkez”de patlak vererek hızla küresel ekonomiyi girdabına aldı.
Kriz, “merkez”de de, “merkez”in “merkezi”nde; emperyalist
dünya sisteminin, “küreselleşme”nin öncü gücü, temel direği, baş patronu ABD’de
başladı ve dünya ekonomisine “ihraç” edildi. ABD, AB, Japonya gibi geleneksel
ve yaşlanmış emperyalist devletler hala krizin pençesinde bulunmaktadırlar. Krizin
en derin ve kapsamlı vurduğu devletler grubunu söz konusu emperyalist devletler
grubu oluşturdu ve oluşturmaktadır.
2008’de patlak veren ve ağırlaşarak süren kapitalizmin genel
ekonomik krizi, “küreselleşme”nin kırılgan yapısını da açığa çıkardı.
“Krizsiz”, “çelişkisiz” ve “istikrarlı” gelişen küreselleşme propagandasının
sahte karakteri de daha çarpıcı açığa çıktı. Krizlerin, emperyalist tekeller,
devletler, “küresel yönetişimci” emperyalist mali kurumlar aracılığıyla iradi
olarak önlenmesinin olanaklı olmadığı bir kez daha görüldü.
Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla dünya ekonomisinin
çok daha “entegre” hale gelmiş olmasıyla birlikte kapitalizmin genel ekonomik
krizlerinin de daha çok “küresel”leştiği, herhangi önemli bir merkezde,
bölgede, ülkede patlak verecek krizlerin hızla uluslararasılaşma potansiyeli
taşıdığı veya hızla küresel ekonomileri girdabına çektiği ve çekeceği de daha
açık hale geldi.
Yeni ekonomik kriz, emperyalist dünya sisteminin en önemli
çelişkilerini küresel ölçekte hızla daha da keskinleştirmeye başladı. Emek
sermaye, emperyalizm ile halklar, emperyalist devletler ve tekeller arasındaki
çelişki ve çatışmaların nesnel temelleri daha bir olgunlaşır ve keskinleşirken,
bu çelişkiler üzerinde yükselen mücadeleler de uluslararası arenayı hızla sarıp
keskinleşerek gelişmeye başladı.
Krizle, krizin gelişimiyle birlikte hem kapitalizmin metropollerinde,
hem de “azgelişmiş” ve “gelişmekte olan” bağımlı ülkelerde işçi sınıfının grev
ve direnişleri, halkların antiemperyalist (“neoliberal küreselleşme” karşıtı)
hareketi ve ayaklanmaları gelişmeye başladı. IMF, DB, G-8, G-20, AB vbg.
platformlarda yansıyan olgulardan da görülebileceği gibi emperyalist devletler
ve tekellerin iç çelişki ve çatışmaları da yoğunlaşmaya başladı.
Uzlaşmaz karşıtlıklar ve eşitsizliklerle, hegemonya ve
rekabet mücadeleleriyle parçalanmış olan emperyalist dünya sistemi ve “küreselleşme”,
uluslararası mali ve ekonomik krizin patlak verip genelleşmesiyle, uluslararası
sermayenin ve devletlerin küresel müdahaleleriyle aşılmaya çalışıldı ve çalışılıyor.
Çünkü kriz, emperyalist dünya sistemini tehdit ediyor. Uluslararası proleter
devrime götürecek çelişkileri ivmeliyor. Krizin elverişli zemini üzerinde yeni
bir devrimci yükseliş olgunlaşıyor. Küresel çapta yeni bir devrimci yükselişin
patlak vermesi ve giderek uluslararası çapta bir devrimci duruma sıçraması; bu
gelişmelerin dünya devrimini tetiklemesi emperyalizm ve gericiliğin en büyük korkusudur. Onların kriz ve
büyüyen “sosyal patlama” tehlikesi ve tehdidi üzerine yaptıkları açıklamalardan
da bu gerçeği görebilmekteyiz.
Bir yandan küresel krize küresel müdahale ekseninde krizin
şiddetini, derinliğini, yıkımını sermaye bakımından hafifletmek ve krizden
çıkış sürecini hızlandırmak için emperyalist kuvvetler birlikte çalışırken,
diğer yandan da birbirini yemeye, krizin yükünü rakip tekel ve devletlerin
sırtına yıkmak için kıyasıya bir mücadele yürümektedirler. Küresel çapta
düzenlenen emperyalist zirvelerde de bu olgu göze batıyor.
“İşler yolunda gittiği sürece” kapitalist sınıf ve devletler
arasında “bir kardeşlik havası” eser, “ama sorun, karın değil zararın
paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme
ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için,
kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek
zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği
güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir
savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist
sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce aralarındaki çıkar
özdeşliğinin pratikte rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, su yüzüne çıkar.” (Marx, Kapital, C. III, s. 224) diyen Marx’ın haklılığını
son gelişmelerden de çarpıcı bir biçimde görmekteyiz.
Kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizi kapitalist
sistemin tüm çelişkilerini keskinleştirir. “Karın değil de zararın
paylaşılması” söz konusu olduğu zaman “her bireysel kapitalistin çıkarları ile
bütün kapitalist sınıfın çıkarları”, her bir tekelin çıkarları ile kapitalizmin
çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık; değişik rakip emperyalist devlet ve
tekeller arasındaki uzlaşmaz karşıtlık çıplak, keskin biçimler olarak ortaya
çıkar ve gelişir. Çünkü kriz, “sermayenin kendini genişletmesi, yani
artı-emeğin ele geçirilmesi, artı-değer, kar üretimi”ni (Marx) engeller. Kar, daha fazla kar, sınırsız bir kurt açlığıyla
uğruna savaşılan biricik amaçtır. Kar ve azami kar kapitalizmin öz hayat
suyudur, ab-ı hayatıdır, asrı-saadetidir. Bu amacı tehlikeye düşen kapitalist
sınıf, sermayenin değişik fraksiyonları, tek tek kapitalistler tehlikeyi
atlatmak, ayakta kalmak ve yeniden semirmek için her türlü çılgınlığı yapmaya
hazırdırlar.
Krizin yükünü kendi ülke proletaryalarının ve halklarının
sırtına, bağımlı “çevre” halklarının ve birbirlerinin sırtına yıkmak için,
ABD’nin, AB’nin, Almanya’nın, Japonya’nın, Çin’in, Rusya’nın gösterdikleri
saldırganlık, hinoğluhinlik işte söz konusu olgunun yansımasıdır. Marx’ın
dediği gibi, “bütünüyle işçi sınıfı karşısında birbirine tutkun bir mason
derneği” kuran kapitalistler, “kendi aralarında rekabet” ve “zararın
paylaşılması” söz konusu olunca “birbirlerinin gözünün yaşına” asla bakmazlar.
Marx’ın şu vurgusu ne kadar da haklı ve aydınlatıcı: “Benden sonrası tufan her
kapitalistin ve bütün kapitalist ulusların sloganıdır.” (Kapital, C.I, s. 263)
2008’de patlak veren ve süren kriz, “merkez” ve “çevre”yi;
sanayiyi ve tarımı, hizmet sektörünü, ticareti ve mali piyasaları komple sarmış
olan bir genel ekonomik krizdir. Ne sadece kısmi bir üretim krizidir, ne de
sadece “her genel bunalımın bir aşaması olarak, kendilerine gene para bunalımı
adı verilen, ama kendi başlarına ortaya çıkabilen ve böylece ticaret ve sanayi
üzerinde ancak dolaylı bir etki yapan… para sermayesi ekseni etrafından döndüğü
için, doğrudan doğruya hareket alanı da, bu sermaye, yani bankalar, borsalar ve
mali çevrelerle” (Engels) sınırlı
bir krizdir. Ya da ne de sadece 1990’ların sonlarına doğru Rusya’da ve
Güneydoğu Asya’da patlak veren ama esas olarak “bölgesel” kalan bir krizdir.
Yaşanan kriz, kapitalist emperyalizmin tüm dünyayı, tüm
sektörleri pençesine alan genel bir aşırı üretim krizidir. Uluslararası tekellerin damgasını bastığı “küreselleşme” atılımının en
derin, en kapsamlı, en keskin krizidir.
Bu kriz de, bir kez daha, ama daha keskin bir biçimde gösteriyor
ki, “kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.” (Marx, Kapital, C. I, s. 221)
“Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan
çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli
patlamalardır.” (age, s. 221) ve her
ekonomik krizde de “burjuva üretimin bütün çelişkileri kolektif olarak patlak
verir.” (Marx, Artı-Değer Teorileri, C.
II, s. 512) Kesindir: Kapitalizm
var oldukça kapitalizmin genel ekonomik krizleri de doğal ve kaçınılmazdır.
Sorun, kapitalizmin kötü niyetiyle değil, kapitalizmin nesnelliği ve yasallığı
ile ilgilidir.
Kriz, üretici güçlerde
devasa bir yıkıma yol açıyor. Korkunç bir sermaye kıyımı söz konusu. Finansal
sermaye hızla değersizleşerek çöküş süreci yaşadı. Üretim, mutlak ve göreli
olarak hızla geriledi. Maddi üretim, “sabit ve döner sermaye, çalışamaz,
sermaye olarak iş göremez duruma” düştü. Ayakta kalabilen işletmelerin kapasite
kullanımı, meta dolaşımı, dünya ticareti geriledi. Ödemeler zinciri binlerce
yerinde koptu. Değişmeyen ve değişen sermaye hızla değer yitirdi. Üretici
sermaye hızla değer yitirdi. Açık bir kredi krizi de yaşanıyor. Üretici sermaye
yeni yatırımlara girişmiyor. “Artık”, işlevsizleşiyor. Sermaye
sermayeleşemiyor. İşsizlik hem mutlak hem de göreli olarak artıyor. Son krizle
80 ila 100 milyon insan sokağa atıldı. Açlık, yoksulluk, sefalet atbaşı
koşuyor. ILO’nun açıkladığına göre
krizle birlikte, bu süreçte, 222 milyon kişi aşırı yoksullaştı (aşırı yoksulluk
günlük geliri 1.5 doların altında olanlar için kullanılan bir kategori). BM
İLO’nun yayınladığı rapora göre, sadece 2013 yılı içerisinde 73 milyon genç,
işsiz kalacak.
IMF Başkanı Dominique-Strauss- Kohn’ın 4 Eylül 2009’da Berlin’de
yaptığı “Finans piyasalar ve üretim istikrara kavuşsa da, sürmesi ihtimali
bulunan yüksek işsizliğin sosyal ve ekonomik maliyetleri beni kaygılandırıyor.”
açıklaması anlamlıdır. “Hiçbir zaman yıkılmaz” denilen pek çok banka, sanayi vb.
devi, örneğin ABD’li 158 yıllık yatırım
bankası Lehman Brothers gibi devasa
tekeller çöktü. Dev sanayi ve ticaret işletmeleri, dev bankalar el
değiştiriyor. Devletleştiriliyor. 2008’den bu yana süre gelen kriz sürecinde,
“IMF’nin hazırladığı rapora göre, küresel krizin ülkelere olan maliyeti 10
trilyon doları aştı. Zengin ülkelerde finansal sektöre hükümet desteği 9.2
trilyon doları, gelişmekte olan ülkelerde ise 1.6 trilyon dolar”ı buldu. Bu
rakamlar hem ekonomik krizin toplam tablosuyla ilgili değil, hem de sadece
finansal sektörle sınırlı; kaldı ki kriz, sürmektedir hala… Krize müdahale
adına sermayeye aktarılan miktar 30 trilyon doları geçmiş bulunmaktadır.
Burjuva devletler, özellikle de krizin daha ağır vurduğu devletler aşırı bir
borç yükünün altında sendelemektedirler. Kimi ülkeler borçlarını ödeyemez
duruma düşerek iflasını ilan etti…
Batan, tasfiye olan ve edilen salt dev mali, sınai, ticari vs.
tekeller değil, bu tablonun sadece bir yanı. Tablonun öteki yüzünde ise,
küresel çapta milyonlarca kentsel ve kırsal küçük meta üreticisinin, küçük ve
orta ölçekli kapitalist işletmenin iflası, tasfiyesi olgusu yatıyor. Derin ve
kapsamlı bir mülksüzleştirme süreci
yaşanıyor ve mülksüzleşme süreci de, kriz sürecinin tipik olgularından birisini
oluşturuyor.
Marx’ın vurguladığı gibi, kriz, sermayeyi tahrip eder.
“Yeniden üretim süreci gemlendiği, emek sürecinin sınırlandığı ya da bazı
durumlarda durduğu ölçüde gerçek sermaye
tahrip edilmiş olur. Kullanılmayan makine sermaye değildir. Sömürülmeyen emek
yitirilen üretime denktir. Kullanılmaksızın kalan hammadde sermaye değildir.
Kullanılmayan ya da yarım kalmış yapılar (ve yeni yapılmış makineler) depolarda
çürüyen metalar -bütün bunlar- sermayenin tahrip edilmesidir. Tüm bunlar
yeniden üretim sürecinin gemlenmesi demektir, mevcut üretim araçlarının, üretim aracı olarak kullanılmaması,
işletilmemesi demektir. Böylece bu araçların kullanım değeri ve değişim değeri
mahvolur.
“Bunalımlar sonucu sermayenin
yıkımı ikinci olarak, değerlerin
aşınması anlamına gelir; bu aşınma daha sonra sermaye olarak aynı ölçekte
yeniden-üretimlerini yenilemelerini önler” (Marx, Art-Değer Teorileri, C. II, s. 476, iMa.)
2008’de başlayan kapitalist emperyalizmin genel ekonomik
krizi, bir kez daha, sınırsız bir ikiyüzlülükle “Elveda Marx, Lenin,
Marksizm-Leninizm!” diye yırtınan neoliberallerin, postmodernistlerin,
postMarksistlerin demagojilerine darbe indirmeye ve Marksizm-Leninizm’in yukarıdaki
analizlerini tam bir açıklıkla doğrulamaya devam etmektedir.
Her krizde olduğu gibi, bir kez daha sermaye ve devlet krizin
yükünü proletarya ve halkların sırtına yıkıyor. “Altta kalanın canı çıksın!”,
her kapitalistin ve kapitalist sınıfın sloganıdır. Bu olgu, kriz koşullarında
en keskin, en yıkıcı biçimlerde açığa çıkar. Bu son krizde de aynı şeylerin
gerçekleştiğine tanık oluyoruz. Ama bu, kapitalist üretim tarzında, emperyalist
dünya sisteminde eşyanın doğası gereğidir. Her krizde olduğu gibi, bu kez de
emperyalist devletler ve bağımlı devletler krizin patlak vermesiyle
trilyonlarca dolarla kendi tekellerinin yardımına koştular. Krize müdahale
paketlerini peş peşe açıklamaya başladılar. Batan mali, sınai vb. tekeller,
işletmeler devletleştirildi. Batması önlenebilecek tekellere yüzlerce milyar
dolar, euro, yen vb. aktarıldı. Devasa fonlarla sermaye çevreleri fonlandı.
Devlet destekli finansal vbg. yardımlarla, politik baskıyla vs. tekellerin
birleşmesi teşvik edildi. Devlet destekli operasyonlarla pek çok işletme, banka
el değiştirdi. Sermayenin vergi yükü azaltıldı. Kamusal amaçlı fonlar sermayeye
kaydırıldı. Sosyal amaçlı fonlar krizin asıl darbesini yiyen işçiye, emekçilere
değil bir avuç tekele aktarıldı. Sermayenin, tekellerin zararları
kamulaştırılırken, devletin, “kamu”nun yağlı-ballı olanakları özelleştirildi.
Devlet bütçelerinin devasa açıkları hızla büyüdü. Açık, zaten krizin en yıkıcı
bir tarzda vurduğu emekçilerin sırtına bir de zamlarla, arttırılan vergilerle
vb. biçimlerde ikinci kez yüklendi.
Ekonomik kriz, devlet
ile tekeller arasındaki sıkı bağı da çıplak bir biçimde açığa
çıkardı. Burjuva ulus devletin uluslararası tekellerin devleti olduğunu çarpıcı
bir tarzda ortaya koydu. “Ulus devlet”in tekellere tabii olduğunu, ÇUŞ’lar
tarafından ele geçirilmiş olduğunu bir güzel sergiledi. “Çok uluslu şirketler
ve burjuva devleti arasında, onların sömürücü sınıfsal özelliğine dayanan sıkı
bağlar ve karşılıklı bağımlılık mevcuttur. Kapitalist devlet, ulusal düzeyde
olduğu gibi uluslararası düzeyde de bu şirketlerin egemenlik ve yayılma amacına
hizmet etmektedir.” (Enver Hoca,
Emperyalizm ve Devrim, s. 55) Krize müdahale bağlamında ulusal ve küresel
ölçekte burjuva devletlerin kendi ÇUŞ’ları lehine cansiperane mücadelesinde de
bu olgu çok somuttur.
Kriz, ÇUŞ’ların sayısız renk ve tonda ortaya çıkan
“küreselleşme” sevdalısı burjuva ve küçük burjuva propagandistlerinin, örneğin
bunlardan birisi olan ve “21. yy. komünist manifestosunu” yazdığı ilan edilen
Negri’nin “ulus devlet”in aşıldığı; “ulus devletsiz” bir küreselleşme aşamasına
girildiği sahtekârlığını da çarpıcı bir tarzda teşhir etti. Her ÇUŞ için
güvenilir limanın kendi “ulus devlet”i olduğunu, her “ulus devlet”in kendi
ÇUŞ’larını kurtarmak için azami çabayı gösterdiğini keskin bir biçimde açığa
çıkardı. Açık ki, “neoliberal”, “postmodern”, “postMarksist” demagoji hayatın
tokatlarını yemeye devam edecektir…
Ekonomik kriz, son çeyrek asırda “devletin ekonomiden
çekilmesi” gerektiği, “ekonomik gelişmeyi devletin önlediği”, “serbest
piyasanın kendi sorunlarını kendisinin çözeceği” vbg. “neoliberal” burjuva
propagandanın yüzündeki süslü-püslü şalı da çekip aldı. “Ulus devlet” daima
ÇUŞ’ların emrindeydi. Krizle birlikte, ÇUŞ’lar zor durumda kalınca, daha düne
kadar “devlet ekonomiye, özel sektöre, serbest piyasaya müdahale etmemeli” diye
yırtınan ÇUŞ’lar, “neoliberaller”, “küreselleşme” hayranları vs. bu kez,
devletin derhal ekonomiye müdahale ederek ÇUŞ’ları kurtarması gerektiğini bas
bas bağırarak ilan ettiler. Lenin ne
kadar da berrak söylemiş; “kapitalist toplumda devlet tekeli, aslında, şu ya da
bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini yükseltmek
ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmez.”
(Emperyalizm, s. 40)
Kapitalist üretim tarzı, pazar için üretim tarzıdır. Ve
kapitalizmde üretim, insanın, toplumun maddi ve manevi gereksinmelerinin azami
doyumu için değil, sadece ve sadece kar için, daha fazla kar için yapılır.
Kapitalizmde üretim plansız ve anarşik karaktere sahiptir. Üretimin fabrikadaki
planlılığıyla pazardaki plansızlığı arasındaki çelişki uzlaşmaz karaktere
sahiptir. Marx’ın dediği gibi, “Demek ki pazarın sınırlarını dikkate almaksızın
üretmek, kapitalist üretimin doğasında vardır.” (Artı-Değer Teorileri, C. II, s. 500) Kapitalizmin ekonomik krizi, aşırı üretim
krizidir. “Eğer pazarın genişlemesi üretimin genişlemesine ayak uydurabilseydi,
pazarda aşırı mal bolluğu, aşırı üretim olmazdı.” (age., C. II, s. 503) Ama böyle bir durumda da kapitalizm kapitalizm
olmazdı. Çünkü “üretimin sınırlarını kapitalistin karı belirler, asla
üreticilerin gereksinimleri değil.” (age.,
s. 506) “Aşırı üretimi, sermaye üretiminin genel yasası özellikle
koşullandırır.” (age., s. 512) Bu
gerçeklerin altı, “Elveda Marksizm-Leninizm!” diye haykıran burjuvaziye ve
yaltakçılarına karşı, özellikle çizilmelidir.
Kapitalist üretim tarzında, üretim ile tüketim arasında
uzlaşmaz bir karşıtlık vardır. Bu uzlaşmaz karşıtlığın temelinde ise, üretimin
toplum için değil kar için yapılması yatar. Kapitalizm, “üretim için üretim”
düzenidir. Ve üretim, “sermaye için üretimdir.” “Sermayenin amacı, belli
gereksinmeleri karşılamak olmayıp, kar üretmek olduğu ve bu amacı, üretimin ölçeğini
üretimin kitlesine uyduracak yerde, bunun tersini sağlayan yöntemlerle
gerçekleştirdiği için, kapitalizm altında sınırlı boyutlarda tüketim ile,
durmadan bu kendisine özgü engeli aşmaya çalışan üretim arasında sürekli bir
gedik olması zorunludur. Üstelik sermaye, metalardan oluştuğu için, aşırı
sermaye üretimi, aşırı meta üretimi demektir.” (Marx, Kapital C. III, s. 227) Kapitalist üretimin temelinde her
zaman “sürekli bir eksik üretim” (Marx)
vardır. Çünkü üretim insan ve toplum için, toplumun gereksinimi için üretim
değil kar için üretimdir. Artı-değer ve kar üretmeyen bir üretim kapitalizmin
nesnel karakterine aykırıdır. Üretimin sınırsız gelişme eğilimiyle kapitalist
üretim tarzının ve burjuvazinin dar amacı (kar) için üretim, sermaye için
üretim olmasıyla uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir; böylece, “kapitalist
üretimin engellerinin, genel olarak üretimin engelleri olmadığı” (Marx) bir kez daha vurgulanmalıdır
burada.
Kapitalist emperyalizmin son aşırı üretim krizinden de görülebileceği
gibi, buradaki aşırı üretim, mutlak anlamda bir aşırı üretim değildir.
Milyarlarca işçi ve emekçinin satın alma gücü düştüğü, yüz milyonların satın
alma gücü olmadığı için ortaya çıkan bir aşırı üretimdir. Kriz, kapitalist
genişletilmiş yeniden üretim sürecini bozmuştur. Artı-değerin realize
olabilmesi için, öncelikle meta sermayenin pazarda para sermayeye dönüşmesi,
kapitaliste geri dönmesi gereklidir. Yoksa sermayenin geri dönüşümü olanaklı
değildir. İşte ekonomik kriz, geniş kitlelerin satın alma gücündeki zayıflık ve
gerileme nedeniyle pazara yığılan metaların satılamamasından, metaların sermaye
değerini kaybetmesinden ileri gelmektedir. Zaten kapitalist üretim ile tüketim
arasında tamamlayıcı düzenli bir arz ile talep ilişkisi olsaydı, genişletilmiş
yeniden üretim süreci arz ve talebin düzenli iç dengesiyle yürüyebilseydi,
ekonomik bir krizin patlak vermesi olanaklı olmayacaktı. Üretimin genişliği ile
pazarın, talebin darlığı arasındaki çelişki, aşırı üretim krizi ile birlikte
çarpıcı bir tarzda açığa çıkar. Zaten, “Eğer pazarın genişlemesiyle üretimin
genişlemesine ayak uydurabilseydi, pazarda aşırı mal bolluğu, aşırı üretim
olmazdı.” (Marx, Artı Değer Teorileri,
C. II, s. 503)
Kapitalist üretimin “genişlemesinin ölçütü sermayenin kendisidir, varolan üretimin
koşullarının düzeyidir; kapitalistlerin kendilerini zenginleştirmek ve
sermayelerini genişletmedeki sınırsız arzularıdır, ama hiçbir biçimde tüketim
değildir –nüfusun çoğunluğu, emekçi insanlar tüketimlerini çok dar sınırlar
içinde genişletebildiklerine, emek talebi, her ne kadar mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, göreli olarak azaldığına göre, tüketim
daha başından engellenmiştir.” (age., C.
II, s. 473, iMa.) Dolayısıyla kapitalist üretim tarzı daima eksik tüketime
dayanır. Bu olgu, ekonomik krizle birlikte keskinleşerek açığa çıkar.
Kapitalist ekonomik kriz bir aşırı üretim krizidir. Krizle P-M-P’ süreci kesintiye uğrar ve çöker.
Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin iki halkası olan üretim ile dolaşım süreci birbirinden kopar. Kriz, dolaşım sürecinde ortaya
çıkar. Pazarda metaların değişim değeri gerçekleşmez, artı-değer realize
olamaz. Artı-değer realize olmayınca da üretim ve dolaşımın çelişkisi çarpıcı biçimde ortaya çıkar.
Zaten alım ve satımların birbirini tamamladığı, çatışmaya dönüşmediği ya da
dönüşemediği koşullarda bir krizden de bahsedilemez, çünkü bu durumda meta
sermaye para sermayeye dönüşmekte, artı-değer realize olmakta; P-M-P’ hareketi
gerçekleşmekte; kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci devam
etmektedir. Oysa kriz, üretim evresiyle dolaşım evresinin önce tekleyerek,
sonra birbirinden kopmasıdır. Bunun nedeni de aşırı üretimdir.
Marx’ın vurguladığı gibi, “Bütün gerçek bunalımların son
nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak
tüketici gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt
olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Kapital, C. II, s. 429)
Marx’ın, Marksist-Leninist politik-ekonominin tüm bu analizleri
son dünya ekonomik kriziyle bir kez daha çarpıcı bir şekilde doğrulandı ve
doğrulanmaya da devam etmektedir. Evet, özellikle “neoliberal çağ”la,
“küreselleşme”yle, “Bilgi toplumu”yla birlikte, yüksek bir çığırtkanlıkla “Marx
öldü!”, “Elveda proletarya!”, “Elveda Marksizm-Leninizm” haykırışları yerini,
“Marx’a dönüş”e bırakmaya, “Marx haklıymış” haykırışlarının yeniden
yükselmesine bıraktı. Örneğin, 2008 yılında Almanya’da Frankfurt Kitap
Fuarı’nda Marx’ın “Das Capital” adlı dev yapıtı “en çok satılan kitaplar”
arasında ilk sırada yer almıştır. 2009 yılında BBC tarafından yapılan “bin
yılın en büyük düşünürü” online anketinde Karl Marx, ilk sırada yer almıştır.
Eh, ne de olsa güneş balçıkla sıvanamıyor işte.
VII
Bu son ekonomik kriz olgusu, kapitalizmin aşıldığı,
emperyalizmin de bittiği, aşırı üretim krizlerinden artık bahsedilemeyeceğini
ileri süren sermayenin ideologlarına ve kalemşörlerine ağır bir darbe daha
indirdi. “Postkapitalizm”le maddi değerler üretiminin öneminin kalmadığı,
sermayenin, emeğin, artı-değerin önemsizleşerek aşıldığı, kapitalist
emperyalizmin finansal emperyalizme dönüştüğü, ulusallıktan arınmış,
evrenselleşmiş yeni bir küresel sınıfın oluştuğu, sınıfların ve ulus devletin
aşılarak insanlığın iyilik çağı olan yeni bir toplum ve çağa geçildiği vb. safsatalarını
bir güzel tokatladı ve tokatlamaya da devam etmektedir.
2008’de patlak veren kriz, “küreselleşme”ye, “neoliberal”
politikalara ağır bir darbe indirdi. Artık “serbest piyasa”nın, “küreselleşme”nin
eski itibarı, kendine güvenli hali kalmadı. “Serbest piyasa”, “serbest
özgürlükler”, “refah ve demokrasi”yle dolu küresel bir dünya, krizsiz,
barışçıl, insancıl sonsuz bir gelişme dönemine girdiği propagandasının sahte ve
iğrenç yüzü de çıplak bir biçimde açığa çıktı.
Yaşanan kriz, emperyalist kapitalizmin en derin, en yıkıcı,
en kapsamlı krizlerinden birisidir. Son “küreselleşme” atılımının ise en ağır genel ekonomik krizidir. Bu
kriz, Nobel ödüllü ünlü iktisatçı Prof. Joseph Stiglizt’in ve aynı familyanın göstermek istediği
gibi salt “neoliberalizmin”, “neoliberal politikaların”, “neoliberal” ABD’nin
sorumlu olduğu bir kriz değildir. Bu propaganda, suçu ve sorumluluğu
“neoliberal politikalar”a yıkarak emperyalist kapitalizmi, uluslararası
tekellerin emperyalist dünya sistemini aklama propagandasıdır.
Dünya Bankası Başkanı Robert
Zcellick’ın “daha
önceki küreselleşme Casino kapitalizmiydi, yeni dönem küreselleşmesi ise
sorumlu küreselleşme olacak” mealinden yaptığı açıklama da aynı demagojik,
manipülatif propagandanın yeni bir biçimidir. Belli ki, “yeni trend” bu olacak.
Kapitalizmin, burjuvazinin, emperyalist dünya sisteminin her renkten
sözcülerinin ve burjuva ekonomi-politiğin görevi, gerçekleri çarpıtmak,
enternasyonal proletarya ve halkları aldatmaktır. Dolayısıyla genel ekonomik
krizle kapitalist üretim tarzı arasındaki gerçek bağı koparmak, sistemi
aklayacak dizginsiz demagoji ve manipülasyona başvurmak, Marksist-Leninist
politik ekonomiye karşı sınırsız bir kin ve yalanla saldırmak onların asli
görevidir. Fakat burjuva propagandanın, o arada burjuva ekonomi politiğin yalan
fırtınasını en iyi açığa çıkaran da bir kez daha kapitalist emperyalizmin genel
ekonomik krizidir. Bu kaçınılmazdır, kaçınılmazdır, çünkü burjuva demagojinin
en zayıf yanı, onun sahte sözleriyle gerçek yaşamın çelişkisidir; işte bu
keskin çelişki, burjuva ekonomi politiğin de kriz koşullarında güneş görmüş kar
misali erimesine, işçi sınıfının ve halkların öz deneyimleriyle gerçekleri
görmesine, böylece devrimci ve sosyalist propaganda ve ajitasyona açık hale
gelmesine, mücadele, direniş, ayaklanma yolunda yürümesine yol açmaktadır.
Emperyalist devletler, ÇUŞ’lar, küresel emperyalist mali vbg.
kuruluşlar, krizi, krizden çıkış sürecini “yönetmek”, krizden sonra “yeni bir
dünya” kurmak için harıl harıl çalışmaktadırlar. Kuşkusuz ki, devrimle yıkılmadığı koşullarda, uluslararası
sermaye ve emperyalist dünya sistemi krizden çıkmayı başaracaktır. Yani
emperyalizm kendiliğinden
yıkılmayacaktır. Ve onlar krizden çıktıkları koşullarda, krizin dersleri
ışığında, bir dizi tedbiri almış olacak, yeni döneme uygun, yeniden yapılanarak
yürümeye devam edecektirler. Bunu, daha bugünden görebiliriz. Kuşkusuz ki
çıkarılacak dersler, alınacak tedbirler ne olursa olsun, emperyalist
kapitalizmin kendi nesnel yasaları hükmünü icra etmeye devam edecektir.
Sürmekte olan
tartışmalar, alınmakta olan tedbirler, olası yönelim ve yeniden yapılanmanın
ipuçlarını vermektedir.
Ekonomik kriz, küreselleşmenin hızını kesmiş ve göreli olarak
da geriletmiş durumda. Zaten kapitalist küreselleşme otomatik bir süreç
değildir. Çelişkili eğilimlerle, ekonomik kriz ve savaşlarla, eşitsiz
gelişmeyle, hegemonya ve rekabet mücadeleleriyle parçalana gelmiş; ileri
atılımlarla, duraklamalarla, gerilemelerle vb. dolu bir süreçtir, bir süreç
olacaktır. Tarihsel ve toplumsal gelişmenin diyalektiği kapitalist ve
emperyalist uluslararasılaşmanın da diyalektiğidir ya da uluslararasılaşmanın
tarihi diyalektik gelişmenin yasalarına bağlı gelişen bir süreçtir. Bunu unutmak
bilimi unutmak demektir.
Ekonomik krizle birlikte, kapitalist küreselleşmenin
gerilemesinden, kesintiye uğramasından hareketle “küreselleşmenin sonu”nu ilan
edenler yanılıyorlar. Bu “son” ilanında bulunanlar asıl olarak
“anti-küreselleşmeci” burjuva ve küçük burjuva milliyetçi çevrelerdir. Bunlar,
“küreselleşme”yi nesnel temelden yoksun ya da salt emperyalizmin bir tercihi,
bir politikası olarak gören bir bakış açısına sahiptirler. Oysa kapitalist
küreselleşme, kapitalizm ve emperyalizmin nesnel eğilimlerinden birisidir.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşma (ve merkezileşme) yasasının gelişmesinin
ürünüdür. Üretici güçlerin küresel ölçekte gelişmesinin ifadesidir.
Dolayısıyla, tarih tekerrür etmeyecektir. Emperyalist kapitalizm 1950, 1970,
1980’ler öncesi sınırlarına geri dönmeyecektir. Kapitalist küreselleşme salt sermayenin iradesiyle üretilmiş,
geliştirilmiş, istendiğinde vazgeçilebilecek bir süreç değildir…
Kriz “küreselleşmeye” ağır bir darbe indirdi. Evet, “küreselleşme”
kaçınılmaz olarak gerileyecektir. Ancak, devrimle tasfiye edilmediği koşullarda
ÇUŞ’ların emperyalizmi krizden bir biçimde çıkacaktır. Lenin’in vurguladığı gibi, her türlü bunalım “yoğunlaşma ve tekel
eğilimini olağanüstü ölçüde arttırır.” Kriz, üretim ve sermayeyi daha bir
merkezileştirir, yoğunlaştırır. Son dünya krizi de aynı rolü oynayacaktır.
Küçük, orta, büyük çaplı işletmelerin, dev tekellerin iflası, tasfiyesi,
mülkiyetin ve servetin el değiştirmesiyle iç ve uluslararası arenada tekelci merkezileşme eğilimi daha keskin ivmelenmektedir.
Merkezileşme yoğunlaşmaya da hizmet edecektir. Merkezileşme yoğunlaşmayı,
yoğunlaşma da merkezileşmeyi geliştirecektir. Krizle, krizden çıkış süreciyle
birlikte merkezileşme ve yoğunlaşma artacak, üretim küresel ölçekte daha da
toplumsallaşacak, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel
kapitalist biçimi arasındaki çelişki çok daha yoğunlaşıp keskinleşecektir. Daha
güçlü ama belki de (ki mekanik bir içerikle ele alınmamalı) daha az ÇUŞ’la yüz
yüze gelinecektir.
Krizden çıkış sürecinde, küresel emperyalist dünya düzeninin
kurumsal yapılanmaları, güç ilişkilerine
bağlı olarak, değişik düzeylerde yeniden biçimlenecektir. Bu yönelim
gelişmektedir. IMF, DB vbg. kurumların mali bakımdan güçlendirilmesi,
“gelişmekte olan ülkelerin” oy hakkının sınırlı ölçekte de olsa arttırılması,
“dünya üretiminin %90’nını, dünya ticaretinin %80’ini gerçekleştiren” G-20’nin
öne çıkarılışı, kayıt dışılığın kayıt altına alınması, finansal sistemin
“serseri mayın” gibi ortalıkta cirit atarak “küresel düzen”e yıktığı ağır
tahribatları, doğurduğu büyük tehlikeyi bir ölçekte sınırlama ve “denetleme”
çabasından, küresel merkez bankası ve yeni bir para biriminin gerekliliği
tartışmalarından vb. söz konusu yönelimin ipuçlarını, daha bugünden
görebiliriz. Söz gelimi, ABD’nin Pittsburgh kentinde 24-25 Eylül 2009 tarihinde
toplanan G-20 Zirvesi’nde burjuva liderler, artık küresel sorunların eski
yöntemlerle çözülemeyeceğini, sağlıklı bir küresel finansal mimarinin gerekli
olduğunu, “küresel mimarinin 21. yüzyılın ihtiyaçlarına göre reforma tabi
tutulmasının gerekli olduğu”nu vurgulamış,
buna uygun bir yapılanmanın gerekliliğini ilan
etmişlerdir. Zirvenin ardından Beyaz Saray tarafında yapılan “Bugün, liderler G-20′nin
uluslararası ekonomik işbirliğinde birinci derecedeki tartışma platformu
olmasını kabul etmişlerdir. Bu kararla, daha güçlü ve daha dengeli bir global
ekonomi için, finans sisteminde reform için ve en yoksul ülkelerdeki hayat
kalitesini artırmak için gerekli ülkeler masaya oturmuş olmaktadır”
açıklaması, yoksulluk üzerine edilen laflar bir
yana, sistemin yeniden yapılanma gereksinimini yansımaktadır. (bkz. www.riskonomi.com/wp/?p=987) Eh, ABD, AB, G-7, G-8
ülkelerinin dışında kalan bir dünya ve burada da “yükselen ekonomiler” var ne
de olsa… G-20 platformu rastlantıyla ortaya çıkmadı. 2008’den bu yana
gerçekleşen bir dizi uluslararası toplantıda ortaya çıkan boğazlaşmalar, alınan
kararlar vb. boşu boşuna değil yani.
“Küresel yapılar”ın yeniden düzenlenmesinde bir yanda uluslararası
sermayenin ortak çıkarları ama öte yandan da çok kutuplu dünyanın gerçekleri belirleyici olacaktır. Burada, dünya
çapında sürmekte ve giderek keskinleşmekte olan hegemonya ve rekabet
mücadelesini, gelişmekte olan çok merkezliliği vurgulamak gerekir. Bir yanda
yaşlanmış ve yaşlanma sürecini yaşayan emperyalist güç odaklarıyla diğer yandan
genç ve gelişen emperyalist ülkeler ve “yükselen ekonomiler” (BRIC gibi) gibi
güç merkezlerini görmeden, kuvvet ilişkilerindeki değişimin geleceğe dönük
izdüşümlerini anlamadan yapılacak analizlerin ise yetersiz ve yanlış olacağı
açıktır…
Küresel para sermaye hareketleri, küresel mali piyasalar çöktüğü,
böylece çok ağır fatura ödenmekte olduğu için göreli bir sınırlamaya tabi
tutulabilir; daha merkezi küresel müdahalelerle olası istikrarsızlıkları önleme
yönelimi gelişebilir ve gelişmektedir. Kuşkusuz bu vb. diğer tedbirler ve
yeniden yapılanmalar, gerçekte “pansuman tedavi”nin ötesinde, kapitalist
emperyalizmin onulmaz hastalığına derman olamayacaktır. Ama buna karşın
kapitalizm bazı tedbirler de alacaktır. Kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomik
krizleri de içerisinde olmak üzere tüm tarihsel bunalımlarının deneyiminden
görülebileceği gibi bu, kaçınılmazdır. Karşımızda ekonomik ve siyasi iktidarı
elde tutan, asırların yönetme deneyimine ve gelişkin bir sınıf bilincine sahip
bir sınıf var ne de olsa…
Krizle, mali piyasalardaki kar oranları hızla düştüğü için,
para sermaye, krizden çıkış sürecinde ve çıkışın ardından belli bir ölçekte
maddi üretim sektörüne yönelecektir. Ancak bu süreç, karmaşık ve çelişkili
eğilimleriyle birlikte izlenmeli ve analiz edilmelidir. Söz gelimi, “küresel
yeni bir finansal balon” ve olası sonuçları üzerine ciddi analizler ve uyarılar
yapılmaya devam edilmektedir. Her halükarda emperyalist kapitalizmin ana
eğilimleri, kriz sonrası süreçte de tepkimeye devam edecektir; bu para
sermayenin karakteri ve özellikleri açısından da kuşkusuz ki geçerlidir.
Krizden sonraki süreçte emperyalist hegemonya ve rekabet
mücadelesi daha da keskinleşecektir. Militarizm ve faşizm daha etkin yükselecektir.
Bu da genel emperyalist savaş tehlikesini daha da geliştirecektir. Çok kutuplu
dünya gerçeği daha da belirginleşecektir.
Doların dünya parası olarak prestijinin iyice sarsılması da
söz konusu hegemonya ve rekabet mücadelesinin daha da keskinleşeceğini, güç
dengelerindeki değişmelerin kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası temelinde daha
etkin ilerleyeceğini gösteriyor.
Kriz, ABD dolarının prestijine de ağır bir darbe indirdi. Kriz
sonrası, dolar, dünya parası konumunu eskisi gibi koruyamayacaktır. Kuşkusuz bu
bir sonuç, nedenini öncelikle ABD’nin dünya hegemonyasının iktisadi temelinin
gerilemesinde aramak ve bulmak gerekir. Amerikan emperyalizminin iktisadi
gerilemesi, dünya ticaretinde zayıflayan pozisyonu, aşırı borç yükü, borcu
ancak yeni borçlarla kapatabilmesi, ekonomisinin aşırı finansallaşması gibi
olgular bu bakımdan yaşamsal verilerdir.
Prof. Stiglitz’in “küresel finansal sistemin
istikrarını” garantileyebilmesi için “doların yerine yeni bir küresel rezerv
parasının yaratılması” gerektiğini vurgulaması, bu talebin yaygın bir şekilde
dile getirilmesi, işaret ettiğimiz olguyla bağlı. Doların yanı sıra, euro ve
yen’in, Çin’in resmi para birimi Renminbi’nin de rezerv para olarak ağırlığının
artacağı kesindir. Bir “dünya merkez bankası”nın kurulması, yeni ve tek bir
para birimine geçilmesi talebinin giderek güçlenmesi dikkat çekmektedir ayrıca.
3 milyar nüfusa sahip, dünya gayri safi milli hasılasının % 30’zuna yakınını
üreten, “Geçen 10 yılda dünya ekonomisinde gerçekleşen büyümenin yüzde 50’si”ni
yüklenmiş olan BIRCS ülkeleri, kendi aralarında,
değişik ülkelerle ticari ilişkilerde doları kaldırmaya yönelmekte, başta Çin
olmak üzere ellerinde bulunan dolar rezervini ABD’ye karşı bir koz olarak
kullanabilmektedirler. Uluslararası kurumlardaki ağırlıklarını arttırmaya ABD’yi
dizginlemeye çalışmaktadırlar. Örneğin BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya,
Hindistan, Çin ve Güney Afrika), “Batı egemenliğini yansıtan uluslararası mali
mimariyi üç alanda değişime zorluyorlar. Birincisi, BRICS IMF ve Dünya
Bankası’nda yönetimlerinde yaptıkları katkılara da paralel olarak etkin olmak
istiyor, aksi takdirde finansal desteklerini çekeceklerini söylüyorlar (Financial Times, 29/03). İkincisi,
Dünya Bankası karşısında, bir Asya Kalkınma Bankası oluşturmak istiyorlar.
Üçüncüsü, kendi aralarındaki yatırımlarda dolardan uzaklaşarak kendi ulusal
paralarını kullanmaya ya da 3.2 triyon dolar rezervlerine, yeni bir kalkınma
bankasını finanse etme kapasitesine sahip Çin’in parası remninbiyi kullanmaya
geçmek istiyorlar.” (E. Yıldızoğlu, ‘Yükselen
Güçler’ ve Türkiye, 2 Nisan 2012, Cumhuriyet) Dünyanın dolara bağımlılığı,
Amerikan emperyalizmine bağımlılık anlamına geliyor, daha doğrusu bu
dolarizasyon ABD hegemonyası yansıtıyor. ABD hegemonyasına meydan okuyan rakip
güçlerin uluslararası para rezervi olarak dolara da meydan okuması, güç
dengeleri değiştikçe dolar imparatorluğunun ayağını kaydırma harekatını
örgütlemesi de anlaşılırdır. Dünyanın en borçlu ülkesi ABD, kendisine hiçbir
maliyeti olmayan karşılıksız dolar basıp ihraç etmektedir vb. Sonuç itibari ile
hangi biçimlere bürünürse bürünsün, ABD imparatorluğunun gücünün temsilcisi
olan dolar, eski gücünü koruyamayacaktır…
Geçerken hatırlatmak yararlı olabilir, 2009 yılı Nobel İktisat Ödülü’nün Indiana
Üniversitesi’nden Elinor Ostrom ve
Berkeley Üniversitesi’nden Oliver E. Williamson’a verilmesini “Otoriteyi Övene Nobel İktisat Ödülü Verildi”
başlığını atarak makalesini yazmış olan Taraf gazetesi yazarı neoliberal S.
Yaşar, “serbest piyasa” ekonomisine aykırı bulduğu için bu durumdan
rahatsızlığını dile getirmekteydi. Krizle birlikte “otoriter yapılara övgü
başladı”, Nobel ödülü de “otoriter yapılar”ı teşvik etmek için verildi, diye
düşünmektedir. Krizle ve krizden çıkış süreciyle emperyalist küresel
kurumlaşmaların “otoriter” yapısının güçleneceğinden kuşku yok. Ödül de bu
yönelişin ifade biçimlerinden ve araçlarından birisini oluşturmaktadır.
IMF Başkanı Dominiqve Strauss Kohn, 4 Eylül’de Berlin’de yaptığı
konuşmada, “Finans piyasaları üretim istikrara kavuşsa da, sürmesi ihtimali
yüksek işsizliğin sosyal ve ekonomik maliyetleri beni kaygılandırıyor”
vurgusunda bulunma gereksinimini duymuştur daha erken bir tarihte. (bkz. IMF
Diş İlişkiler Bölümü, Basın Bülteni No. 09/295, www.imf.org/external/lang/turkish/np/sec/pr/2009/pr09295t.pdf)
Yine Kohn’ın, IMF-DB Guvernörler Kurulu toplantısında
yaptığı şu açıklamalar da oldukça anlam yüklüdür; “Önümüzdeki döneme
bakıldığında dünyamızın kriz sonrasında çok farklı bir yer alması gerektiğini
düşünüyoruz. Bu toparlanma yavaş olacak,
vakit alacak. İyileşme sürecinde de göreceğiz ki istihdam, işsizlik konusu daha
yavaş toparlanacak… Düşük gelirli ülkelerde bu işsizlik bir ölüm kalım
meselesi. Bu ülkelerde toplumsal huzursuzluklar, siyasi istikrarsızlıklar ve
hatta savaş bile görülebilir.”
Bu vb açıklamalar tam da dünya ekonomik krizin orta yerinde
yapılmıştır. Gerek daha o günlerden, gerekse de bugünden kriz sonrasına bakan uluslararası
sermayenin sözcüleri geleceğe hiç de iyimser bakamıyorlar. Konuşma ve
açıklamaları, demagojileri bir yana, kötümserlik yüklü. Kuşkusuz bu
rastlantısal değil. Ve onlar bu kötümserliklerinde de haklıdırlar.
İşsizlik, yoksulluk zaten küreselleşmişti. Krizle bu olgular çok daha yıkıcı
boyutlar kazandı. Yapısal ve kronik açlık, yoksulluk, işsizlik olgusu, krizden
sonra da daha fazla küreselleşmeye devam edecektir. Krizden sonrası, yeni bir
gönenç dönemi olmayacak, emperyalist dünya ekonomisi durgunluk eğilimi içinde
istikrarsız bir büyüme döngüsüne oturacaktır yeniden. Emperyalist dünya
ekonomisinde patlak veren ve aradan 5 yıl geçtiği halde hala aşılamamış olan
genel ekonomik kriz, dünya ölçeğinde hala devam etmektedir. Ki sistemin çeşitli
kurum ve temsilcileri değişik zamanlarda yaptıkları açıklamalarla krizin
10-13-15 yıl kadar daha sürebileceğine dair ön görülerini dile getirmişlerdir.
Örneğin “IMF tarafından yayımlanan Dünyanın Ekonomik Görünümü (World Economic
Outlook) dokümanının tanıtımı sırasında IMF Başekonomisti Olivier Blanchard’ın
sözleri ürkütücü ve bir o kadar da gerçekçidir: ‘Küresel krizden çıkış daha en
az on yıl sürecektir.’” (Erinç Yeldan, 7 Kasım 2012-Cumhuriyet) “Yükselmekte
olan piyasalar”ın ABD, AB vb. olmadığı açıktır. “Yükselmekte olan piyasalar”
öncelikle BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin+Güney Afrika) ülkeleridir.
Bugün ABD, AB, Japonya gibi emperyalist devletler ekonomik krizin pençesinde
kıvranırken söz konusu ülkeler dünya krizin etkilerine karşın yükselişlerini
sürdürmeye devam etmektedirler. “‘İngiltere
ve diğer gelişmiş ülkeler, büyüme kapasitelerinde uzun dönemli, yapısal bir
gerileme mi yaşıyorlar’ sorusu kafaları daha fazla meşgul ederken (Mcrae, The
Independent, 23/04), 2013 yılının birinci üç aylık dönemine ilişkin en son
veriler ‘büyük durgunluğun’ devam ettiğini gösteriyordu.” (E. Yıldızoğlu,
29 Nisan 2013) Evet, İ. Okçuoğlu’nun da işaret ettiği gibi, söz konusu
emperyalist merkezler henüz ekonomik krizden çıkabilmiş değildirler… (Bkz.
“Dünya Ekonomisinin Seyri Ve Güçler Dengesinin Seyri” www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com/) “Financial Times’ın
bir yorumuna göre de “dünya ekonomisinin üzerindeki bulutlar daha da
kararıyor” (23/04).” (E. Yıldızoğlu)
The New York Times’ın bir araştırması, “Kriz öncesi düzeye ne zaman dönebiliriz”
sorusuna karşılık uzmanların 10-13 yıldan söz ettiklerini
aktarıyordu. (12/10)” (E. Yıldızoğlu, 18 Ekim 2010, Cumhuriyet) OECD’nin 2013
yılı için (Kasım ayı sonlarına doğru) ekonomik büyüme beklentisini 3.1’den
2.7’e çektiğini; Financial Times’in AB ve Japon ekonomilerinin 2013
itibari ile umut vermediği analizini de geçerken hatırlatalım ayrıca. 6-7 Eylül 2013 tarihinde Rusya’da yapılan
G20 zirvesinin sonuç bildirisinde “G20 ülkelerinin modern tarihin bu en
uzun süreli krizinden sağlam bir şekilde çıkmaya odaklanmaları gerektiğinin
düşünüldüğü”nün vurgulanması önemlidir. Bildirgede, yaşanan krizin “modern
tarihin en uzun süreli krizi” olarak tanımlanması, sürmekte olan krizin
ağırlığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Bu koşullar içerisinde “Dünya Bankasının Ocak ayında yayınladığı
Küresel Ekonomik Beklentiler Raporunda ise gelişmekte olan ülkeler (GOÜ)
halen küresel büyümenin itici gücü olmaya devam etmekle birlikte, kriz
öncesindeki büyüme performansına henüz ulaşılamamıştır.” saptaması
yapılmaktadır. “Küresel alanda kur savaşları tartışması yeniden gündemdedir.”
(T.C. Kalkınma Bakanlığı, Dünya Ekonomisindeki Son Gelişmeler, Küresel Ekonomik
Gelişmeleri İzleme Değerlendirme Dairesi Mart 2013 Sayı: 1. www.dpt.gov.tr/DocObjects/View/14890/DEG-Mart-20Mart2013.pdf)
IMF’nin Ekim 2012 tarihli “Dünya Ekonomik Görünüm Raporu”nda yer
alan “Dünya Ekonomisine İlişkin Temel Göstergeler (Yüzde)” tablosuna göre,
“Dünya büyümesi” 2001’den (2,3’tür) 2007’e kadar (5,4’e) göreli de olsa bir
yükseliş süreci yaşamış. Bu süreçte dünya ekonomisinin büyümesinin tepe noktası
2007’dir, büyüme oranı 5,4’tür. Bu tarihten sonra büyüme, patlak veren mali ve
ekonomik krizinin pençesine düşerek gerilemeye başlamıştır. Buna göre, 2008’de
büyüme 2,8’e geriliyor, 2009’da -0,6’ya, yani iyice dibe vuruyor. 2010’da 5,1’e
çıkıyor, 2011’de 3,9’a düşüyor, 2012’de 3,2 olarak gerçekleşiyor; 2013’de 3,5
olacağı; 2014’de ise 4,1 olarak gerçekleşeceği ön görülüyor. Aynı tabloda yer
alan verilere göre, “Dünya Ticaret Hacmi”, 2001’de 0,0, 2002’de 3,6 olarak
gerçekleşiyor, göreli yükseliş sürerek 2007’de 7,7 oranına yükseliyor. Yani doruk
noktası 2007’dir. Bu tarihten sonra gerilemeye başlıyor. Buna göre, 2008’de
3,0’a geriliyor; 2009’da -10,7’ye düşerek dibe vuruyor. 2010 itibari ile
12,6’ya çıkıyor; 2011 itibari ile 5,9’a düşüyor. 2012’de bu oran daha da
gerileyerek 2,8’e kadar düşüyor. 2013 itibari ile bu oranın 3,8, 2014 için ise
5,5 olarak gerçekleşeceği ön görülüyor. (Kaynak: IMF Dünya Ekonomik Görünüm
Raporu, Ekim 2012, “Dünya Ekonomisinde Son Gelişmeler”, T.C. Kalkınma
Bakanlığı, Mart 2013, www.dpt.gov.tr/DocObjects/View/14890/DEG-Mart-20Mart2013.pdf)
T.C. Maliye Bakanlığı’nın “2012 Yıllık Raporu”nda uluslararası kurumların
verilerine dayanarak saptadığı gibi “Ülke grupları itibariyle ise küresel büyümenin
motorunun gelişmekte olan ekonomiler olduğu gözlenmektedir.” (www.maliye.gov.tr/.../Yıllık%20Ekonomik%20Rapor%202012.pdf)
IMF’nin verilerinden görüleceği gibi kapitalizmin genel ekonomik krizi
sürmektedir. Veriler 2014 yılı için de krizin devam edeceğini gösteriyor. Dünya
ekonomisinin büyüme trendi, kriz öncesi tepe noktasını yakaladığında ve
aştığında dünya kapitalizminin ekonomik krizden çıktığını saptamak gerekir. Ama
bugünden geleceğe bakan IMF, DB, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist
kurumların ön görüleri ve verileri şimdilik böyle bir çıkışı göstermemektedir.
Bu tablonun borç ve sermaye ihracı bakımından da derin etkileri olacağı, önemli
sonuçlar doğuracağı da açıktır. Rusya, Brezilya, Meksika, Güney Afrika, Çin,
Hindistan, Malezya, Endonezya, Türkiye, Güney Kore vb. gibi ülkelerin ekonomik
kriz içerisinde olmaması ya da ekonomik krizi göreli olarak erken atlatmış
olmaları bir genel ekonomik kriz yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor.
Kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasasının gereği ya da bu yasanın keskinleşmesine
bağlı olarak dünyanın ağırlık merkezinin Asya-Pasifik havzasına doğru bir kayma
süreci yaşadığı da bir gerçektir. Kapitalizmin 500 yıllık, son 300 yıllık
tarihi sürecinde dünyanın “merkezi”ni “Batı” oluşturuyordu, anlaşılıyor ki bu
merkez, kapitalizmin tarihinde ilk kez Batıdan Doğuya kayacak;
Avrupa-Atlantik yerini giderek Asya-Pasifik’e bırakacak… Sürecin yönü
budur.
2011 Mart ayında Türkiye’de toplanan Asya-Pasifik Ticaret ve
Sanayi Odaları Konfederasyonu (CACCI) 25. İş Zirvesi'nin açılışına katılan
Cumhurbaşkanı Gül’ün, “küresel ekonomik kriz nedeniyle Avrupa ve Amerika'da
büyümenin yavaşlaması üzerine küresel güç dengelerinin Asya'ya doğru kaydığını”
vurgulaması söz konusu gerçekle bağlıdır. Gül, konuşmasında,
“1990'ların başından itibaren küresel güç dengelerinin ciddi bir değişim
içerisinde olduğunun izlendiğini”, “özellikle küresel ekonomik kriz nedeniyle
Avrupa ve Amerika'da büyümenin yavaşlaması üzerine küresel güç dengelerinin
Asya'ya doğru kaydığının artık belirgin bir şekilde ortaya çıktığını”, “büyümenin,
Asya'da Pasifiklerde olduğu”nu; “Dünya üretimindeki payı bugün yüzde 30'lar
düzeyinde seyreden Asya'nın, 2050'lerden itibaren dünya üretiminin yüzde 60'ını
oluşturacağı ve gerçekleştireceği de raporlarda, hesaplamalarda ortaya”
çıktığını ifade etmesi rastlantısal değil. Gül’ün, konuşmasında, “Önce
ekonomiler canlanır, önce ekonomiler kendisini gösterir, arkasından o siyasi
gücü getirir, siyasi gücün olduğu yerde askerî güç var demektir. Diğer bir
ifadeyle, dünya dengelerinin Avrupa Atlantik'ten Asya Pasifik'e doğru
kaymasıyla, Asya dünyanın jeopolitik ve jeoekonomik odağı haline gelmiştir,
giderek çok daha belirgin olacaktır.” analizi, Doğunun dünyanın yeni merkezi
olarak yükselişiyle bağlıdır.
VIII
Dünya yoksullarını, satın alma gücü
olmayanları gözden çıkarmış bir emperyalist dünya düzeni ve “küreselleşme” ile
karşı karşıyayız. Onları ürküten ana
tehlike, “sosyal maliyet”, ayaklanmalar, devrimlerdir. Emperyalistler arası
keskinleşecek olan hegemonya ve rekabet mücadelesinin de dünya karşıdevrim
cephesindeki parçalanmayı arttıracağını, dolaylı bir yedek olarak bu durumun
dünya devriminin, proletarya ve halkların, ezilenlerin mücadelesinin gelişimini
kolaylaştıracağını açıkça görüyorlar ve bunun rahatsızlığını da hissediyorlar
ve dillendiriyorlar. Krizden çıkışın yolu olarak “keynesçi” politikalar/birikim
stratejisi önerenler, “refah kapitalizmi”ne, “sosyal devlet”e, “ulusal kalkınmacı”
eski politikalara geri dönüşü önerenler ve bekleyenler yanıldıklarını
görecekler. Yeni dönemde yeniden yapılanmalar, eskiye dönüş ekseninde
yükselmeyecektir.
Marx, sermayenin ekonomik krizden
“Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer
taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların adamakıllı sömürülmesiyle”
çıkacağını vurgular. Her “bunalım, daima geniş yeni yatırımların çıkış
noktasını oluşturur” (Kapital C. II,
s.170) der. Uluslararası sermayenin güncel yönelimlerinden
de bu gerçekleri görmekteyiz. Kuşkusuz ki bu krizden çıkış süreci, kıran kırana
süren rekabet mücadelesiyle iç içe gelişmektedir. Keza krizden çıkış süreci,
kapitalizmin genel ekonomik kriz devresinde ortaya çıkan değişikliklerle
birlikte düşünüldüğünde, şu veya bu emperyalist devlet nezdinde ya da devletler
grubu nezdinde farklı biçimler ve düzeyler alacak olsa da, krizden çıkış eski
günlerin gönenç evresine sıçrayarak/dönüşerek parlak bir sonla
gerçekleşmeyecektir. Kapitalizmin mutlak yasası olan eşitsiz ekonomik ve
politik gelişim yasasının daha da keskinleşmesine bağlı olarak, maddi üretim
temeli zayıflayan, dünya ticaretinde gerileyen, finansal asalaklaşmanın çarpıcı
biçimlerde tutsağı haline gelen, borç batağına saplanarak yaşlanmış ya da
yaşlanmakta olan emperyalist devletler kategorisi bakımından bu süreç daha ağır
ve yıkıcı biçimler alarak şekillenecektir. Kronik sermaye fazlası, kronik
kapasite kullanım eksikliği, adeta kronikleşmiş yapısal kriz, kronik durgunluk
eğilimi, sıkça patlak veren genel ekonomik krizler, kronik kitlesel işsizlik,
kronik kitlesel yoksulluk vb. tüm bunlar, kapitalist emperyalizmin ve
uluslararası sermayenin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önünde
ne denli büyümüş keskin bir engel haline geldiğini çarpıcı bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Kapitalizmin tarihin sonunda yer
alan, yenilmez, yıkılmaz, ebedi bir üretim tarzı olduğunu ileri süren yeni tip
sol liberal düşünce kapitalist emperyalizmin yedek lastiğidir. Bu sözde
düşüncelerin Marksizm, sosyalizm vs. sosuna bulaştırılarak savunulması ise daha
büyük bir demagoji ve manipülasyonu ifade etmektedir. Keza, kapitalizmi ha
çöktü çökecek ilan eden, kapitalizmin kendiliğinden yıkılacağına inanan
düşünceler de, farklı bir uç olarak, kapitalist dünya sistemine ve uluslararası
sermayeye hizmet sunmaktadır.
Kapitalizm ne ebedi bir sistemdir ne
de kendiliğinden yıkılacaktır. 1917 Büyük Ekim sosyalist devrimiyle doğan
sosyalist sistemin (SSCB) ve II. Dünya Savaşı’nın ardından doğan sosyalist kamp
gerçeği hem kapitalizmin yerini sosyalizme bırakacağını, hem de kapitalizmin,
kapitalist emperyalizmin ancak devrimci zora dayanarak yıkılacağını berrak bir
tarzda doğrulamıştır. Uluslararası tekellerin hegemonyası ile belirlenen
emperyalist kapitalizmin “küreselleşme atılımı” kendi tarihinin en derin genel
ekonomik kriziyle sarsıldı. Fakat enternasyonal proletarya ve halkların
devrimci mücadeleleriyle yıkılmadığı müddetçe kapitalist emperyalizm insanlığa
ve doğaya en yıkıcı darbeler indirmeye, büyük acılar yaşatmaya devam edecektir.
Eğer bir ölümden bahsedilecekse, bu Marksizm-Leninizm’in değil ölüm döşeğinde can
çekişmekte olan emperyalist kapitalizmin ölümü olacaktır. Lenin’in dediği gibi;
“Yeni bir çağ başlamıştır. Yalnızca
proleter, sosyalist devrim, insanlığı emperyalizmin ve emperyalist savaşların
yarattığı çıkmazlardan kurtarabilir. Devrimin zorlukları ve olası geçici
başarısızlıkları ya da karşı-devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun,
proletaryanın nihai zaferi kaçınılmazdır.” 21. Asır’da dünya tarihi buna
tanık olacaktır…
*Konu bağlamında bakınız, Hasan OZAN,
Emperyalist Küreselleşme
ve Dünya Devrimi- Değişen Ne? III. Bölüm, Emperyalizmin Genel
Bunalımı ve Emperyalist Küreselleşme, AKADEMİ YAYIN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder