Translate

10 Aralık 2013 Salı

EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI Emperyalist Küreselleşme ve Ekonomik Kriz Süreçleri



EMPERYALİST KÜRESELLEŞMENİN PANORAMASI
Emperyalist Küreselleşme ve Ekonomik Kriz Süreçleri
                                 I
Aşırı üretim krizi, kapitalizme has bir krizdir. Kapitalist üretim tarzında ekonomik kriz, aşırı üretim krizidir. Aşırı üretim krizi, kapitalizmin onulmaz yarasıdır. Kapitalizm var oldukça, kapitalizmin içsel çelişkilerinin ürünü olan aşırı üretim krizleri de var olmaya devam edecektir. Özellikle 1930’lardan, 1950’lerden bu yana geçen tarih kesitinde burjuvazinin aşırı üretim krizlerine müdahalesi daha bilinçli ve iradi hale gelmiştir. Ancak ne var ki, burjuvazinin artan iradi müdahalesi, eşyanın doğası gereği, ekonomik krizlerin patlak vermesini önleyememiştir ve önleyemez de. Çünkü aşırı üretim krizleri, kapitalist üretim tarzının nesnel bir olgusu ve nesnel bir hareket yasasıdır. İradi müdahale, en nihayetinde ekonomik kriz(ler)i geciktirebilir ya da kriz(ler)den çıkış sürecini hızlandırabilir. Ki, burjuvazinin bu müdahaleleri, hem bastırılmaya çalışılan krizin, hem de yeni krizlerin daha derinden mayalanarak daha şiddetli patlak vermesine de yol açmaktadır.
Tarihsel bakımdan kapitalizmin ilk ekonomik krizi (aşırı üretim krizi) sanayi kapitalizmi döneminde patlak vermiştir. Kapitalizm, ilk kez, 18. yüzyılda, sanayi devrimiyle birlikte kendi modern teknik temeline güçlü ve yetkin bir tarzda oturmuştur. Böylece sanayi devrimiyle birlikte “Özgül kapitalist üretim tarzı teknolojik düzeyde de ortaya” (Marx) çıkmıştır. Çünkü “Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar.” (Marx) Burada vurgulanması gereken şey, aşırı üretim krizinin, kapitalizmin ilkel birikim ve ticari kapitalizm evrelerinde değil, sanayi kapitalizmi evresinde gündemleşerek patlak vermiş olmasıdır.
Her ekonomik kriz, toplumsal üretici güçlerin derin bir yıkımına da yol açar. Aşağıda gösterileceği gibi, üretici güçlerin derin tahribatı kapitalizmin ekonomik krizlerinin zorunlu ve kaçınılmaz ürünüdür. Her ekonomik kriz, toplumsal üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın patlak vermesidir. Bu olgu, öteki şeylerin yanı sıra, burjuvazinin üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğinin çarpıcı bir kanıtıdır. Kapitalizmin genel ekonomik krizleri, kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önündeki ana engel olduğunu da çıplak bir şekilde gözler önüne serer.
Kapitalizm, bir dünya sistemidir. Marx’ın vurguladığı gibi, “Bizzat dünya pazarı, bu üretim tarzı için temel teşkil eder… bu üretim tarzının, gitgide büyüyen bir ölçekte üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya pazarını genişletme eğilimi yaratır.” (Kapital) Uluslararasılaşma, kapitalizmin doğasına içkindir ve emperyalizm aşamasında uluslararasılaşma daha derin bir olgu olarak karşımıza çıkar. ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm olgusu, bu saptamamızın daha çarpıcı bir kanıtını oluşturmaktadır. “Tüm bir ülkenin iktisadını kapsayan ilk sanayi bunalımı 1825’de İngiltere’de patladı. 1836 ve daha sonra ABD’ye de yayıldı.  ABD ve bir dizi Avrupa ülkesini kapsayan 1847-48 bunalımı, ilk dünya bunalımıydı.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. I, s. 297, ika., İnter yay.)
                                           II
Kapitalizmin bir dünya pazarına dayanması, bir dünya sistemi olması, ekonomik krizin uluslararasılaşmasının maddi temelini oluşturmaktadır. Serbest rekabetçi kapitalizmin, kapitalizmin en üst ve son aşaması olan tekelci kapitalizme (emperyalizme) dönüşmesiyle, dünyanın kapitalist paylaşımı da tamamlanmış oldu. Böylece tek tek ülkelerin milli ekonomileri kendilerine yeter ekonomik birimler olmaktan çıkarak kapitalist dünya ekonomi zincirinin birer bileşenine dönüştüler.  Bu olgu, kapitalizmin genel ekonomik krizinin, tekelci kapitalizm aşamasında, tüm bir kapitalist ekonomiyi; “merkezi” ve “çevre”yi girdabına çeken ekonomik krizlerin patlak vererek daha da genelleşmesine, ekonomik krizlerin daha geniş bir temel üzerinde, derinliğine ve genişliğine etkili olmasına yol açtı.
Serbest rekabetçi kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle, eskiden ortalama on yılda bir patlak veren kapitalizmin genel ekonomik krizleri, yerini, giderek daha sık patlak veren (ortalama sekiz yılda bir), daha şiddetli ve yıkıcı karaktere bürünen ekonomik krizlere bıraktı.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşümü sürecinde ve tekelci kapitalizme dönüşmesinden sonra, kapitalizmin ekonomik devresinde de özsel değişiklikler gündemleşmeye ve biçimlenmeye başladı. Bunalım, durgunluk, canlanma ve atılım evrelerinden oluşan kapitalizmin ekonomik kriz devresi, giderek yerini bir eğilim olarak bunalım, durgunluk ve canlanmayla belirlenen yeni bir devreye bırakmaya başladı. Bir diğer ifadeyle, ekonomik krizin devresinde bir tekleme, atılım evresine geçememe ya da atılım evresinin son derece göreli, istikrarsız bir özgünlük kazanmasına yol açtı.  (Bu olgunun,  kapitalist dünya ekonomisi üzerinde derin etkiler yarattığını vurgulamak gerekir.) Bu gelişmenin temelinde, kapitalizmin üretici güçlerin özgürce gelişmesini önleyen ekonomik-toplumsal gerçeği yatmaktadır. Keza bu olgu, burjuvazinin üretici güçleri yönetmede iflas ettiğini kanıtlamaktadır. Ekonomik kriz devresindeki söz konusu değişiklik, emperyalist tekelci kapitalizmin özüne her bakımdan damgasını basan tekelci asalaklığın, çürümenin, can çekişmenin derinlik ve keskinliğini de göstermektedir.
Bu olguyu ilk ele alan ve gündemleştiren Engels’tir. Engels, Marks’ın Kapital isimli dev yapıtının I. cildinin İngilizce Baskısı’na 5 Kasım 1886 tarihinde yazdığı “Önsöz”’de, konuyla ilgili şunları söyler:
“…Ama hepsi bu değil, İngiltere’nin ekonomik durumunun esaslı bir incelemeye tabi tutulması gereğinin karşı konulmaz ulusal bir zorunluluk olarak duyulacağı zaman hızla yaklaşmaktadır. Üretimin sürekli ve hızla genişlemesi ve bu nedenle de pazarlar olmadan işlemesi olanaklı olmayan İngiliz sanayi sistemi, bir durgunluğa giriyor. Serbest ticaret, kaynaklarını tüketmiş durumda; ve Manchester bile, kendi eski ekonomik inançlarından şüphe eder durumda. Hızla gelişen yabancı sanayi, her yerde, yalnızca gümrük duvarlarıyla korunan pazarlarda değil, açık pazarlarda da ve hatta Manş’ın bu tarafında bile İngiliz üretiminin karşısına dikilmiş bulunuyor. Üretici güç, geometrik oranla arttığı halde, pazarlar olsa olsa aritmetik oranla büyüyor. 1825’ten 1867’ye kadar durmadan yinelenegelen onar yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri, gerçekten ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı ve süreğen bir depresyonun bataklığına bırakmak için. Özlemle beklenen gönenç dönemi gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmemizle bunların ufukta kaybolmaları bir oluyor…” (s. 37, iba., Sol yay.)
Yine Engels, Marx’ın Kapital’inin III. cildini yayınlarken düştüğü bir dip notta, konu hakkında Kapital Cilt I’de yaptığı değerlendirmeyi hatırlatarak şunları yazar:
“(Bir başka yerde de değindiğim gibi … son büyük genel bunalımdan beri burada bir değişiklik olmuştur. Daha önceki on yıllık döngüleriyle, devresel süreçlerin had biçimi, yerini- çeşitli sanayi ülkelerinde çeşitli zamanlarda yer alan- işlerde nispeten kısa ve hafif bir iyileşme ve nispeten uzun ve kararsız depresyon arasında değişen, daha kronik ve daha uzun süreli biçimlere bırakmış görünmektedir. Ama bu, belkide, yalnızca, döngülerin uzaması sorunudur. Dünya ticaretinin ilk yıllarında, 1815-47 arasında, bu döngülerin yaklaşık beş yıl sürdüğü gösterilebilir; 1847 ile 1867 arasında, döngü açıkça on yıldır; şimdi, acaba, bugüne değin eşi görülmemiş yeni bir dünya bunalımının hazırlık aşamasında mı bulunuyoruz? Pek çok şey bu yöne işaret ediyor. Son 1867 genel bunalımından beri, birçok değişiklikler olmuştur. Ulaştırma ve iletişim araçlarındaki dev genişleme- okyanuslardaki şilepler, demiryolları, telgraf, Süveyş Kanalı- gerçek bir dünya piyasasını bir olgu haline getirmiştir. İngiltere’nin sanayideki eski tekeline birtakım rakip sanayi ülkeleri çıkmıştır; dünyanın her yanında, Avrupa’daki fazla sermaye yatırımı için, uçsuz bucaksız ve çeşitli alanlar açılmış, böylece daha geniş bir alana dağılması ve yerel aşırı-spekülasyonun daha kolay önlenmesi olanağı sağlamıştır. Bütün bunlar aracılığı ile, eski bunalımı üreten ortamlar ve bunların gelişmesini sağlayan olanaklar, ya yok edilmiş ya da çok azalmıştır. Aynı zamanda, karteller ve tröstler karşısında, iç piyasadaki rekabet gerilediği halde, dış piyasalarda, İngiltere dışında bütün büyük sanayi ülkelerinin çevresini çevirdikleri koruyucu gümrük tarifeleriyle sınırlandırılmış bulunmaktadır. Ne var ki,  bu koruyucu gümrük tarifeleri, dünya piyasasına kimin egemen olacağını kararlaştıracak olan, son genel sanayi savaşı için yapılan hazırlıklardan başka bir şey değildir. Şu halde, eski bunalımların yinelenmesine karşı işleyen her etmen, kendi içerisinde, gelecekteki çok daha güçlü bir bunalımın tohumlarını taşımaktadır.” (s. 433-34, iba.)
Engels’in, dünya proletaryasının bu alçak gönüllü büyük önder ve öğretmeninin söz konusu somut gerçeği ön belirtilerinden hareketle, ihtiyatı elden bırakmaksızın, bilince çıkarması, geleceği okuması ve söz konusu soyutlaması/teorik saptaması, kendisinden sonraki Marksistlere de yol göstermiştir. Geçerken, belirtmek isteriz ki, kapitalizmin ekonomik kriz devresinde ortaya çıkan değişiklikler, kronikleşme eğilimi gösteren durgunluk eğilimi ile ilgili Engels’in, özellikle de Stalin ve III. Enternasyonal’in konu bağlamındaki aydınlatıcı teori ve tezlerini, analizlerini görmezden gelen, dahası sorunu anlamamakla, soruna ilgi göstermemekle vs. itham eden ve bu sorundaki açılımı özellikle Paul Sweezi’ye mal eden Kautskyci “ultra emperyalizm”in “sol” kanadı Monthly Revıew çevresinin oportünizm ve inkarcılığına dikkat çekmek isteriz.
                                   III
Konuyla ilgili olarak Stalin, kapitalist tarihin en yıkıcı genel ekonomik bunalımı olan 1929-33  krizini tahlil ederken, şunları saptar:
Kapitalist ülkelerde 1929 yılının ikinci yarısında başlayan ekonomik kriz, 1933 yılının sonuna kadar sürdü. Sonra kriz, çöküntüye dönüştü ve bunun üzerine endüstride, belli bir canlanma, belli bir atılım gündeme geldi. Fakat bu canlanma, her zaman olduğu gibi refaha dönüşmedi, tam tersine, 1937 yılının ikinci yarısından başlayarak, önce Amerika Birleşik Devletleri’ni, sonra da İngiltere, Fransa ve başka ülkeleri içine alan yeni bir ekonomik kriz baş gösterdi.
“Böylece, geçen ekonomik krizin darbelerinden henüz kurtulamayan kapitalist ülkeler, kendilerini yeni bir ekonomik krizin karşısında buldular.”
“Yeni krizin karakteristik özelliklerinden biri, daha önceki ekonomik krizlerden, birçok konuda farklı oluşudur; bu farklılık olumlu anlamda değil, olumsuz anlamdadır.
“Birinci olarak, yeni kriz, 1929’da olduğu gibi, endüstrinin yaşanan refah döneminin ardından başlamamış, tersine çöküntü dönemi ve refaha dönüşmeyen bir canlanmanın arkasından gelmiştir. Bunun anlamı, şimdiki krizin daha ağır ve buna karşın mücadeleninse bir öncekinden daha zor olacağıdır.” (SBKP (B) XVI., XVII., XVIII. Parti Kongre Raporları, s. 230-231, İnter yay.)
Kapitalist emperyalizmin genel bunalımını çözümleyen “Politik Ekonomi Ders Kitabı C. I” de ise, konuyla ilgili yazılanları hep birlikte okuyalım.
Aşırı üretim bunalımlarının derinleşmesi ve kapitalist devredeki değişiklikler:
Üretim olanaklarının büyümesi ile eşzamanlı olarak sürüm pazarlarının daralması ve kronik kitlesel işsizliğin gelişmesi, kapitalizmin çelişkilerini olağanüstü keskinleştirir, aşırı üretim bunalımlarını derinleştirir ve kapitalist devrede özsel değişikliklere yol açar.
Bu değişiklikler şunlardan ibarettir: Devrenin süresi kısalır, ve bunun sonucu olarak bunalımlar sıklaşır; bunalımların derinliği ve keskinliği artar, bu, üretimin düşmesinde, işsizliğin artmaya devam etmesinde vs. ifadesini bulur; bunalımdan çıkış yolu zorlaşır, bununla bağıntı içinde bunalım aşamasının süresi uzar, durgunluk aşaması daha uzun sürer, kalkınma gittikçe daha az istikrarlı olur ve süresi gittikçe kısalır.” (s. 377)
Eskiden sanayi işletmelerinin kitlesel olarak kapasitesinin altında çalıştırılması, yalnızca iktisadi bunalımlar sırasında olurdu. Kapitalizmin genel bunalımı dönemi için karakteristik olan, işletmelerin kronik bir şekilde kapasitesinin altında çalıştırılmasıdır.”
Kronik kitlesel işsizlik, işletmelerin kronik bir şekilde kapasitelerinin altında çalıştırılmasıyla sıkı bir ilişki içindedir. Birinci Dünya Savaşından önce yedek sanayi ordusu bunalım yıllarında büyüdü, ama kalkınma dönemlerinde nispeten düşük bir düzeye indi. Kapitalizmin genel bunalımı döneminde işsizlik dev boyutlar alır ve canlanma ve kalkınma yıllarında da yüksek bir düzeyde kalır. Yedek sanayi ordusu, daimi bir milyonluk işsizler ordusu halini aldı.”
Kronik kitlesel işsizlik, işçi sınıfının durumunu olağanüstü kötüleştirir. İşsizliğin ana biçimi, sürekli işsizlik olur…” (s. 375-378, ika.)
Şimdilik emperyalist kapitalizmin genel bunalımı tezini bir tarafa bırakarak, sorunu ekonomik krizle bağı içinde incelemeye devam edeceğiz.
Görüldüğü gibi, kapitalizmin ekonomik krizinin devrevi hareketinde somut bir değişme ortaya çıkmıştır. Bu olgu, Stalin’in önderliğinde Marksist-Leninistler tarafından somut olarak tahlil edilmiş, teori katına yükseltilmiş ve böylece teorik hazine zenginleştirilmiştir.
Söz konusu devrevi hareketin bir evresi olan atılım (gönenç) aşaması ya gerçekleşmemekte ya da kısmi ve istikrarsız bir biçimde şöyle bir boy gösterip hemen geri çekilmekte ve yeniden başa dönerek, kriz, canlanma ve durgunluk kısır döngüsüne saplanmaktadır. İşletmelerin kronik olarak kapasitesinin altında çalışması ve buna bağlı olarak kronik işsizlik olguları, kapitalizmin ekonomik bunalımının normal bir döngüsü olan kriz, durgunluk, canlanma ve atılım devresinin bir eğilim olarak eskiyip aşılmasıyla, geride kalmasıyla, yerini kriz, canlanma ve durgunluk biçimindeki harekete bırakmasıyla bağlıdır. Ki emperyalist dünya sanayisi % 70’lik bir kapasiteyle çalışabiliyor ancak.
Kuşkusuz ki, sosyalist bir sistemin ortaya çıkması, giderek sosyalist bir kampın ortaya çıkması, kapitalist dünya pazarının parçalanarak daralması ve iki ayrı pazara- kapitalist dünya pazarı ve sosyalist dünya pazarı olarak-bölünmesi ve böylece kapitalist pazar sorununun çok yakıcı bir temel gerçeğe dönüşmesi ve bu olgunun da ekonomik krizin devrevi hareketi üzerinde bıraktığı derin etki gibi temel bir olguyu, ayrıca incelemek gerektiğinden, şimdilik geçiyoruz. Geçerken hatırlatalım ki, teorinin bu bakımdan da yenilenmeye ve geliştirilmeye gereksinimi var*.
                                     IV
Atılıma dönüşemeyen kapitalist emperyalizmin ekonomik krizi, özellikle 70’lerden bu yana, daha çarpıcı bir şekilde yaşanmaktadır. Emperyalizm ve proletarya devrimler çağı olan çağımızda, kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizleri, kapitalist emperyalizmin genel bunalımı temelinde yükselmekte ya da onun bir bileşenini oluşturmakta ve ikisi de karşılıklı aktif etkileşim ve iletişim içinde, emperyalizmin genel bunalımını ve ekonomik krizini derinleştirip genişletmekte ve keskinleştirmektedir.
Bugün emperyalizm, kapitalizmin tüm çelişkilerini daha yüksek bir temelde ve düzeyde yeniden ve yeniden üretip alabildiğine keskinleştirmektedir. “Küreselleşme”yle emperyalist kapitalizmin tüm çelişki ve çatışmaları da daha fazla küreselleşmiştir. Bu, kapitalizmin genel ekonomik krizi olgusu için de geçerli ve keskin bir olgudur. Kapitalist/emperyalist ekonomi, özellikle son çeyrek asırda daha istikrarsız ve kırılgan bir özellik taşımaktadır. Dipten doruğa emperyalizme damgasını basan aşırı çürüme ve asalaklaşma, sermayenin artan oranda maddi üretimden kopuşu, dünya para sermaye hareketinin % 98’nin maddi üretim sektörleri dışındaki alanlarda cirit atması, tarihte görülmemiş ölçekte spekülasyon ve manipülasyona yönelmiş olması; “merkez” ve “çevre” arasındaki gelir dağılımı bozukluğunun olağanüstü artmış olması, tek tek her ülkedeki sınıflar arası uçurumun oldukça büyümüş olması, devasa boyutlara varmış olan sermayenin toptan değersizleşerek çökmesi tehlikesinin gitgide artması, genel ekonomik krizlerin sıkça patlak vermesi vb. emperyalist ekonominin istikrarsız ve kırılgan karakterine işaret ettiği gibi, emperyalizmin çelişkilerinin alabildiğince yoğunlaşıp geliştiğini gösteren bazı olgulardır.
Emperyalist tekelci kapitalizminin iç evriminin ürünü olan ve daha yüksek bir tekelleşme ve uluslararasılaşma düzeyiyle karakterize; genişletilmiş kapitalist yeniden üretim hareketini (P-M-P’) dünya pazarını temel alarak gerçekleştiren ÇUŞ’lu tekelci kapitalizm evresindeyiz. Bu evre, diğer bir deyişle uluslararası tekeller, üretim ve sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi, uluslararasılaşması yasasının ürünüdür. Bu, aynı zamanda üretici güçlerin küresel çapta gelişerek birleştiğini, üretimin uluslararası alanda (dünya ölçeğinde) güçlü bir tarzda toplumsallaştığını, sosyalizmin maddi-teknik temellerinin emperyalist dünya sistemi içerisinde gelişkin bir şekilde olgunlaştığını göstermektedir.
Bu bağıntıda vurgulanması gereken olgu şudur: Tekelci kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, kapitalizmin genel ekonomik krizlerinin de daha derin ve geniş bir temelde, daha fazla uluslararasılaşmasını da koşullamış ve biçimlendirmiştir. Böylece uluslararası tekellere dayanan emperyalist kapitalizmin genel ekonomik krizleri, örneğin, 1950’ler öncesinden farklı olarak, “merkez” ve “çevre”yi daha hızlı, daha yıkıcı, daha derin, daha kapsamlı pençesine almaktadır. Böylece bir ülkede (örneğin ABD de veya Almanya’da) veya bir bölgede (örneğin Güneydoğu Asya’da) patlak veren ya da verebilecek bir ekonomik kriz, hızla küresel ölçekte kapitalist ekonomiyi girdabına çekebiliyor ya da çekebilmektedir. Bu durum, tekelci kapitalist ekonominin bugün, daha istikrarsız ve kırılgan bir karaktere büründüğüne işaret eder. Keza bu olgu, uluslararası burjuvazinin ve öncü kurumlarının (IMF, DB. vs.) kriz bölgelerine küresel çapta tedbirler ağıyla, küresel kapitalist politikalarla daha etkin müdahale etmelerini koşullamıştır. 1997 Güneydoğu Asya krizi, bu bakımdan yakın dönemin bir deneyimi olarak hepimizin hatırındadır herhalde. IMF, Rusya da dâhil olmak üzere kriz bölgesine uluslararası burjuvazi ve çıkarları adına anında müdahale etti. Şüphesiz ki, parsayı da başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere ÇUŞ’lar (uluslararası tekeller) topladı. Örneğin, Güney Kore’nin sanayi işletmeleri sudan ucuza iç edildi vb.
Ekonomik kriz olgusu, kapitalizmin ve emperyalizmin tarihsel gelişmesi içinde, yakasını bırakmamış ve bırakmayacak bir olgudur. Değişik evrelerde değişik biçimlere bürünerek ortaya çıkmış, belli gelişme aşamalarından geçmiştir. Asıl olan kapitalizm ve ekonomik kriz olgusunun teorik ve ilkesel çerçevesine bağlı kalarak somut gerçeği ve ortaya çıkan yeni durumların tahlilidir. Yani bu konuda da mekanik, dogmatik teori ve analizlere itibar edilmemelidir. Kapitalist emperyalizmin gelişme seyrinde ortaya çıkabilecek değişme ve gelişmeleri her somut durumda diyalektik materyalist yöntem ve bakış açısıyla irdelemek ve çözümlemek belirleyicidir. Bu perspektif, daima bizlere yol göstermelidir. Bilimsel Komünizm, bir dogma değildir. Marksizm-Leninizm’e tüm bilgilerin nihai doruk noktası ya da ansiklopedik bir kaynak gözüyle bakılamaz. O, bir bilimdir, bir bilim gibi ele alınmak zorundadır…
Teorinin geliştirilmesinde temel ve özgün unsur uluslararası tekellerin yönettiği bir emperyalist kapitalizm gerçeğiyle yüz yüze bulunuyor oluşumuz olgusudur. Uluslararası pazarı temel alan emperyalist sermaye hareketi, artık dünya pazarını kendi “ulusal” pazarı olarak gören uluslararası tekeller olgusu, emperyalizmin yüz yıllık tarihinin ikinci yarısının belirleyici bir gerçeğidir. Bu gerçek, kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizlerini de çözümlerken yeni ve temel bir unsur olarak bilince çıkarılmalıdır. Bu olguyu ya da olguları yok sayarak ya da küçümseyerek yapılacak değerlendirmelerle; emperyalizmin diyelim ki 1950’ler öncesi geçerli olan basmakalıp doğrularını ezbere tekrarlamakla bir milim ileri gitmek olası değildir. Böyle bir teorik ve pratik tutumla ne yeni olgular bilince çıkarılabilir ne de sınıflar mücadelesinin teorik ve pratik gereksinmelerinin hakkı verilebilir.
Bir dizi kurum ve kuruluşun yaptığı hesaplamalara göre, yerküremizde açık ve gizli işsizlik 1 milyarı bulmuştur. 2007-2008’den beri süre gelen kriz sonrası ise işsizlik artmaya devam etmektedir; örneğin, “Dünyadaki küresel krizin en önemli sonuçlarında birisi, 75 milyonu 25 yaş altı olmak üzere toplam 200 milyon işsizin ortaya çıkması olmuştur.” (Bkz. T.C. Kalkınma Bakanlığı,Dünya Ekonomisindeki Son Gelişmeler” Raporu) Bu olgu, kapitalist emperyalizmin genel krizinin keskinliğini de gösteren temel verilerden birisidir. 20. (1950-70 kesiti dışta tutulabilir) ve 21. asırlarda işsizliğin ana biçimi, kronik kitlesel işsizlik olmuştur. Küresel kronik kitlesel işsizlik gerçeği, günümüzün çarpıcı bir gerçeğidir. Kapitalist emperyalizm, maddi üretim sektörlerinden daha çok “maddi olmayan sektör”lerde (“hizmet sektörü”) büyüyüp genişliyor; kapitalist emperyalizm, evet dünya çapında işçi sınıfını sayısal olarak artırmaya devam ediyor, ama gitgide artan oranda işçiyi de “istihdamın dışına” atıyor. İşsizlik, “istihdam dışı kalma” (“gereksiz nüfus”) olgusu, yok olmaya mahkûm edilen işçi yığınlarının gitgide artan varlığına işaret ediyor. Yani kapitalizm, kapitalist dünya ekonomisinin krizde olmadığı kesitlerde de sürekli bir kitlesel işsizlikle muzdariptir.
Tekelci kapitalizm, sermayenin organik bileşimi yükseldikçe, daha az işçiyle daha çok üretecek düzeye geldikçe, işsizlerin sayısı artıyor. Bu olgu, serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki “yedek sanayi ordusu” olgusundan farklı bir olgudur. Bir dönemler kapitalizm, ekonomik atılım dönemlerinde işsiz nüfusu geçici de olsa hemen hemen tümüyle emebiliyor, hatta metropollerde kimi zaman iş gücü açığı ortaya çıkabiliyordu. Ama o günler çoktan mazi oldu. Emperyalizmin genel bunalım dönemiyle birlikte, istisnai durumlar hariç, o günler çoktan geride kaldı. Artık işsizliğin ana biçimi, sürekli-kronik işsizliktir. Ve bu işsizlik türü azalmak bir yana aksine artmaktadır.
Bilimsel teknik devrim, bilimsel teknik devrimin kapitalist karlılığın gereksinimlerinin elverdiği ölçüde de olsa, kapitalist üretim sürecine uyarlanması, sermayenin yükselen organik bileşimi, kesintisiz bir biçimde işsizliği ve işsizliğin ana biçimi olan kronik işsizliği de çoğaltmaya devam ediyor ve edecek. Bu olgu, işten çok işsizliğe “yatırım” yapan, “paran yoksa öl, ölmen gerekiyor” diyen bir toplumsal sistem olan kapitalizmin, kendi ölüm sınırına dayanmış olduğunu gösterir. (Ölüm sınırına dayanmak ölmek anlamına gelmez ve kapitalizm asla kendiliğinden ölmez; onun proleter devrimle yıkılması ve mezara gömülmesi gerekir.)
Artık yaşamak, tüketmek, zevk almak küresel çapta satın alma gücü olan % 20’lik kesimin harcı oluyor. Burjuva bilim dünyasının aşağılık fikir adamları, yıllık dünya üretimini, dünya nüfusunun iktisaden faal % 20’lik kesimi ile gerçekleştirmek mümkün olduğuna göre, o halde geriye kalan nüfusun % 80’i gereksiz nüfustur savlarını boşuna ileri sürmüyorlar. Böyle olunca da gerici savaşlarda, işsizlikten, açlık ve yoksulluktan dolayı ölme, AIDS vb. hastalıklar ve diğer toplumsal kötülükler dünyanın lanetlilerinin ekmek içi köftesi oluyor. Ve bu, son derece doğal karşılanıyor; bu durum, aşağılık bir şekilde kutsanıyor. Satın alma gücü olmayan ya da düşük olan dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yok olmaya mahkum olmasının bir tanrı yazgısı, bir doğa yasası, tarihsel bir kaçınılmazlık olduğu söylenerek kaderlerine razı olmaları isteniyor.
Sadece dünya çapında sayısı 1 milyarı aşmış olan işsizler ordusu ve kronik işsizlik olgusundan bile yola çıktığımızda görüyoruz ki, sermaye birikiminin mutlak ve genel yasası olan, bir tarafta zenginliğin diğer tarafta yoksulluğun birikmesi yasası, bugün dünden, örneğin bir Marks ve Engels döneminden, bir Lenin ve Stalin döneminden daha keskin ve yıkıcı bir şekilde hükmünü icra etmeye devam ediyor. Proletaryanın göreli (ulusal gelirden aldığı payın düşmesi) ve mutlak yoksullaşması (iş ve yaşam koşullarının, yaşam standardının düşmesi) yasası, dünle kıyaslanmayacak derecede açık ve çarpıcı biçimlerde yolunu açmaya ve işlemeye devam ediyor. Keza yine kapitalist üretim tarzından kaynaklanan, sermaye birikiminin devasa büyümesine ve toplumsal zenginliğin devasa artışına karşın, nüfusun bir bölümünün, giderek artan oranda “fazlalık” olmasında, üretimden dışlanmasında, yoksulluğun ve toplumsal sefaletin içine boylu boyunca atılmasında ifadesini bulan kapitalist nüfus yasası daha da şiddetlenmiş bir tarzda çırılçıplak herkesin gözleri önünde duruyor.
                                      V
Kapitalizmin ilk dünya bunalımı, 1847/48 bunalımıydı. Bunu, 1857, 1866, 1873, 1882, 1890 bunalımları izledi. 20. yy ilk bunalımı ise, 1901-03 yıllarında patlak verdi. Bunu, 1907, 1920/21, 1929-33, 1937-38 ve 1947/49 bunalımları izledi. “İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra Birleşik Devletler sanayi, genel bir kalkınma aşaması geçirmeden, kısa süreli ve zayıf bir canlanmadan sonra, daha 1948 yılının sonuna doğru, tüm 1949 yılı boyunca daha da keskinleşen bir iktisadi bunalıma girdi. Bunalım belirtileri, 1949 yılında Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinde de gözlemlendi.” (PEDK, C. I, s. 399)
Kapitalizmin ekonomik krizinin devrevi hareketindeki değişme, krizden çıkış sürecinin giderek atılım evresine geçişle tamamlanamaması veya son derece istikrarsız, kısmi bir uç göstermenin hemen ardı sıra, durgunluğa, daha uzun bir durgunluğa sürüklenmesi ve yeniden bunalım evresinin başlaması, kaçınılmaz olarak, düşük kapasiteyle çalışmayı kronikleştirmekte, kronik işsizliğe yol açmakta, “sabit sermayenin yenilenme ve genişletilme çerçevesini” daraltmakta, “durgunluktan canlanmaya ve kalkınmaya geçişi” zorlaştırmaktadır. Bu döngü, kapitalizmin temellerini zayıflatan ve yeni devrimci olanaklar sunan bir özellik de taşımaktadır…
Kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizlerinin yanı sıra, bir de aynı ekonomik temeller üzerinde yükselen kısmi ekonomik bunalım biçimleri de vardır. “1920-21 bunalımından sonra ortaya çıkan canlanma ve kalkınma, çok eşitsiz bir şekilde oldu ve tekrar tekrar kısmi bunalımlar tarafından kesintiye uğratıldı. ABD’de böylesi kısmi bunalımlar, 1924 ve 1927 yıllarında kaydedildi. 1926 yılında İngiltere ve Almanya’da üretim önemli ölçüde düştü. 1929-33 bunalımını olağan bir durgunluk değil, sanayi tekrardan en düşük düzeyine inmese de, sanayinin ne yeni bir kalkınmasına ve ne de genişlemesine yol açmayan özel türden bir durgunluk izledi. Özel türden durgunluktan sonra, belli bir canlanma ortaya çıktı, ancak bu yeni ve daha yüksek bir temelde bir genişlemeye yol açmadı. Kapitalist dünya sanayi, 1937 yılında 1929 düzeyine yalnızca yüzde 95-96’sına ulaştı; ama bundan sonra İngiltere, Fransa ve bir dizi diğer ülkeyi içine alan yeni bir iktisadi bunalım patladı.” (age., s. 379)
Demek ki, ekonomik krizler arası kesitlerde kapitalist kısmi ekonomik krizler olanaklıdır ve bu krizler farklı biçimler alsa da kısmi üretim düşüşü temeline dayanır.
Tarım bunalımı, para sermaye (mali) bunalımı gibi bunalımlar da kapitalizmin genel ekonomik krizlerinin bir yansıması, birer biçimidir. Sanayiyi, tarımı, ticareti, parayı girdabına alan ekonomik kriz olgusu, günümüz emperyalizminin genel ekonomik krizinin ne denli şiddetlendiğini de göstermektedir.
Kısmi üretim düşüşü temeline dayanan ekonomik krizlerin yanı sıra bir de mali krizle sınırlı kalan ve kalabilen krizler de kapitalizmin krizler gerçeği içerisinde yer alır. Marx’ın anlatımıyla;  “…para bunalımı, her genel bunalımın bir aşaması olarak, kendilerine gene para bunalımı adı verilen, ama kendi başlarına ortaya çıkabilen ve böylece ticaret ve sanayi üzerinde ancak dolaylı etki yapan özel tür bunalımlardan açıkça ayırdedilmelidir. Bu bunalımlar, para sermayesi ekseni etrafında döndüğü için, doğrudan doğruya hareket alanı da, bu sermaye, yani bankalar, borsalar ve mali çevrelerdir.” (Marx, Kapital, C. I, s. 142-143)  
Kapitalist emperyalizm, genel ekonomik bunalıma girmemek için ekonomiyi askerileştirme yöntemine de başvura gelmiştir. Ancak tarihsel deneyimin de kanıtladığı gibi, ekonominin askerileştirilmesi kapitalizmin genel ekonomik krizini geçici olarak bastırabilir, geciktirebilir ama önleyemez, dahası krizin daha sert patlamasına da yol açar. ABD’nin sınai-askeri kompleksi hızla geliştirmesi, 11 Eylül darbesinin ardından askerileşmeyi, militarizmi yetkinleştirmeye daha hızlı girişmesi, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmesi, öteki şeylerin yanı sıra, bu olguyla da bağlıdır. Fakat bunun ABD’nin aşırı üretim krizlerine yuvarlanmasını önlemediğini ise hepimiz bilmekteyiz.
1950-70 arası dönem, kapitalist/emperyalist ekonominin göreli istikrar içinde geliştiği bir dönemdi. II. Dünya Savaşı’nın üretici güçlerde, dünya ekonomisinde yarattığı derin ve kapsamlı yıkım ve ABD’nin ekonomisini devasa ölçekte askerileştirmesi, Keynesyen politikalar gibi temel olgular, kapitalist dünya ekonomisinin, geçici de olsa, 50-70 arası dönemde büyük ve genel ekonomik krizler yaşamasını  engelleyebilmişti.
1950-70 dönemi dünya kapitalist ekonomisinin “altın yıllar”ıydı. Bu göreli ekonomik istikrar ve büyüme yılları burjuvazi ve değişik renk ve tondan bağlaşıklarının Marksizm-Leninizm’e, proletarya ve halklara karşı devasa bir ideolojik ve politik saldırı için harekete geçmesine yol açtı. Söz konusu demagoji ve manipülasyona göre, artık kapitalizm değişmişti. Kapitalizm aşırı üretim krizlerini aşmıştı. Refahla ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının son bulmasıyla belirlenen bir tarihsel gelişme evresine girilmişti vb.
Bir dönem etkili olan bu propaganda ve manipülasyon, çok zaman geçmeden her tarafından dökülmeye başladı. 1974-75, 1981-83, 1990/94, 2000-04, 2007/08 yıllarında patlak veren kapitalizmin genel ekonomik krizleri, peş peşe burjuva ve küçük burjuva propagandaya ağır mı ağır darbeler indirdi. Yani tilkinin dönüp, dolaşıp geleceği yer de, geldiği yer de yine “kürkçü dükkanı”dır…
Söz konusu ekonomik krizler, 50’ler sonrası tarih kesitinde emperyalist tekelci kapitalizmin yaşadığı genel ekonomik krizlerdir.
                                    VI
2007’de, ABD’de önce konut piyasasında patlak vererek hızla uluslararası mali krize, ardı sıra, 2008’de emperyalist kapitalizmin genel ekonomik krizine (aşırı üretim krizi) dönüşen bunalım, bir kez daha Marksizm-Leninizm’in kapitalizm ve kriz teorisini çarpıcı bir tarzda doğrulamıştır.
Kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizi bir kez daha kanıtladı ki, kapitalizm var oldukça ekonomik krizler kaçınılmazdır.
Kriz, bir kez daha gösterdi ki, “küreselleşme” ile kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmamış, krizsiz, çelişkisiz, dünyaya ve insanlığa refahtan başka bir şey getirmeyeceği iddia edilen kapitalizm sonrası bir bunalımsız kapitalizm (“Bilgi toplumu”) aşamasına falan girilmemiştir.
Kapitalizmin bu son genel ekonomik krizi de bir kez daha ve çok keskin bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önündeki ana engel olduğunu kanıtladı. Kriz, bu çelişkinin zora dayalı geçici bir çözümünden başka bir şey değildir.
Emperyalist kapitalizmin son genel ekonomik krizi, “çevre”de değil, “merkez”de patlak vererek hızla küresel ekonomiyi girdabına aldı.
Kriz, “merkez”de de, “merkez”in “merkezi”nde; emperyalist dünya sisteminin, “küreselleşme”nin öncü gücü, temel direği, baş patronu ABD’de başladı ve dünya ekonomisine “ihraç” edildi. ABD, AB, Japonya gibi geleneksel ve yaşlanmış emperyalist devletler hala krizin pençesinde bulunmaktadırlar. Krizin en derin ve kapsamlı vurduğu devletler grubunu söz konusu emperyalist devletler grubu oluşturdu ve oluşturmaktadır.
2008’de patlak veren ve ağırlaşarak süren kapitalizmin genel ekonomik krizi, “küreselleşme”nin kırılgan yapısını da açığa çıkardı. “Krizsiz”, “çelişkisiz” ve “istikrarlı” gelişen küreselleşme propagandasının sahte karakteri de daha çarpıcı açığa çıktı. Krizlerin, emperyalist tekeller, devletler, “küresel yönetişimci” emperyalist mali kurumlar aracılığıyla iradi olarak önlenmesinin olanaklı olmadığı bir kez daha görüldü.
Emperyalist küreselleşmenin son dalgasıyla dünya ekonomisinin çok daha “entegre” hale gelmiş olmasıyla birlikte kapitalizmin genel ekonomik krizlerinin de daha çok “küresel”leştiği, herhangi önemli bir merkezde, bölgede, ülkede patlak verecek krizlerin hızla uluslararasılaşma potansiyeli taşıdığı veya hızla küresel ekonomileri girdabına çektiği ve çekeceği de daha açık hale geldi.
Yeni ekonomik kriz, emperyalist dünya sisteminin en önemli çelişkilerini küresel ölçekte hızla daha da keskinleştirmeye başladı. Emek sermaye, emperyalizm ile halklar, emperyalist devletler ve tekeller arasındaki çelişki ve çatışmaların nesnel temelleri daha bir olgunlaşır ve keskinleşirken, bu çelişkiler üzerinde yükselen mücadeleler de uluslararası arenayı hızla sarıp keskinleşerek gelişmeye başladı.
Krizle, krizin gelişimiyle birlikte hem kapitalizmin metropollerinde, hem de “azgelişmiş” ve “gelişmekte olan” bağımlı ülkelerde işçi sınıfının grev ve direnişleri, halkların antiemperyalist (“neoliberal küreselleşme” karşıtı) hareketi ve ayaklanmaları gelişmeye başladı. IMF, DB, G-8, G-20, AB vbg. platformlarda yansıyan olgulardan da görülebileceği gibi emperyalist devletler ve tekellerin iç çelişki ve çatışmaları da yoğunlaşmaya başladı.
Uzlaşmaz karşıtlıklar ve eşitsizliklerle, hegemonya ve rekabet mücadeleleriyle parçalanmış olan emperyalist dünya sistemi ve “küreselleşme”, uluslararası mali ve ekonomik krizin patlak verip genelleşmesiyle, uluslararası sermayenin ve devletlerin küresel müdahaleleriyle aşılmaya çalışıldı ve çalışılıyor. Çünkü kriz, emperyalist dünya sistemini tehdit ediyor. Uluslararası proleter devrime götürecek çelişkileri ivmeliyor. Krizin elverişli zemini üzerinde yeni bir devrimci yükseliş olgunlaşıyor. Küresel çapta yeni bir devrimci yükselişin patlak vermesi ve giderek uluslararası çapta bir devrimci duruma sıçraması; bu gelişmelerin dünya devrimini tetiklemesi emperyalizm ve gericiliğin en büyük korkusudur. Onların kriz ve büyüyen “sosyal patlama” tehlikesi ve tehdidi üzerine yaptıkları açıklamalardan da bu gerçeği görebilmekteyiz.
Bir yandan küresel krize küresel müdahale ekseninde krizin şiddetini, derinliğini, yıkımını sermaye bakımından hafifletmek ve krizden çıkış sürecini hızlandırmak için emperyalist kuvvetler birlikte çalışırken, diğer yandan da birbirini yemeye, krizin yükünü rakip tekel ve devletlerin sırtına yıkmak için kıyasıya bir mücadele yürümektedirler. Küresel çapta düzenlenen emperyalist zirvelerde de bu olgu göze batıyor.
“İşler yolunda gittiği sürece” kapitalist sınıf ve devletler arasında “bir kardeşlik havası” eser, “ama sorun, karın değil zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratikte rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, su yüzüne çıkar.” (Marx, Kapital,  C. III, s. 224) diyen Marx’ın haklılığını son gelişmelerden de çarpıcı bir biçimde görmekteyiz.
Kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizi kapitalist sistemin tüm çelişkilerini keskinleştirir. “Karın değil de zararın paylaşılması” söz konusu olduğu zaman “her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütün kapitalist sınıfın çıkarları”, her bir tekelin çıkarları ile kapitalizmin çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık; değişik rakip emperyalist devlet ve tekeller arasındaki uzlaşmaz karşıtlık çıplak, keskin biçimler olarak ortaya çıkar ve gelişir. Çünkü kriz, “sermayenin kendini genişletmesi, yani artı-emeğin ele geçirilmesi, artı-değer, kar üretimi”ni (Marx) engeller. Kar, daha fazla kar, sınırsız bir kurt açlığıyla uğruna savaşılan biricik amaçtır. Kar ve azami kar kapitalizmin öz hayat suyudur, ab-ı hayatıdır, asrı-saadetidir. Bu amacı tehlikeye düşen kapitalist sınıf, sermayenin değişik fraksiyonları, tek tek kapitalistler tehlikeyi atlatmak, ayakta kalmak ve yeniden semirmek için her türlü çılgınlığı yapmaya hazırdırlar.
Krizin yükünü kendi ülke proletaryalarının ve halklarının sırtına, bağımlı “çevre” halklarının ve birbirlerinin sırtına yıkmak için, ABD’nin, AB’nin, Almanya’nın, Japonya’nın, Çin’in, Rusya’nın gösterdikleri saldırganlık, hinoğluhinlik işte söz konusu olgunun yansımasıdır. Marx’ın dediği gibi, “bütünüyle işçi sınıfı karşısında birbirine tutkun bir mason derneği” kuran kapitalistler, “kendi aralarında rekabet” ve “zararın paylaşılması” söz konusu olunca “birbirlerinin gözünün yaşına” asla bakmazlar. Marx’ın şu vurgusu ne kadar da haklı ve aydınlatıcı: “Benden sonrası tufan her kapitalistin ve bütün kapitalist ulusların sloganıdır.” (Kapital, C.I, s. 263)
2008’de patlak veren ve süren kriz, “merkez” ve “çevre”yi; sanayiyi ve tarımı, hizmet sektörünü, ticareti ve mali piyasaları komple sarmış olan bir genel ekonomik krizdir. Ne sadece kısmi bir üretim krizidir, ne de sadece “her genel bunalımın bir aşaması olarak, kendilerine gene para bunalımı adı verilen, ama kendi başlarına ortaya çıkabilen ve böylece ticaret ve sanayi üzerinde ancak dolaylı bir etki yapan… para sermayesi ekseni etrafından döndüğü için, doğrudan doğruya hareket alanı da, bu sermaye, yani bankalar, borsalar ve mali çevrelerle” (Engels) sınırlı bir krizdir. Ya da ne de sadece 1990’ların sonlarına doğru Rusya’da ve Güneydoğu Asya’da patlak veren ama esas olarak “bölgesel” kalan bir krizdir.
Yaşanan kriz, kapitalist emperyalizmin tüm dünyayı, tüm sektörleri pençesine alan genel bir aşırı üretim krizidir. Uluslararası tekellerin damgasını bastığı “küreselleşme” atılımının en derin, en kapsamlı, en keskin krizidir.
Bu kriz de, bir kez daha, ama daha keskin bir biçimde gösteriyor ki, “kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.” (Marx, Kapital, C. I, s. 221) “Bunalımlar, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır.” (age, s. 221) ve her ekonomik krizde de “burjuva üretimin bütün çelişkileri kolektif olarak patlak verir.” (Marx, Artı-Değer Teorileri, C. II, s. 512) Kesindir: Kapitalizm var oldukça kapitalizmin genel ekonomik krizleri de doğal ve kaçınılmazdır. Sorun, kapitalizmin kötü niyetiyle değil, kapitalizmin nesnelliği ve yasallığı ile ilgilidir.
Kriz, üretici güçlerde devasa bir yıkıma yol açıyor. Korkunç bir sermaye kıyımı söz konusu. Finansal sermaye hızla değersizleşerek çöküş süreci yaşadı. Üretim, mutlak ve göreli olarak hızla geriledi. Maddi üretim, “sabit ve döner sermaye, çalışamaz, sermaye olarak iş göremez duruma” düştü. Ayakta kalabilen işletmelerin kapasite kullanımı, meta dolaşımı, dünya ticareti geriledi. Ödemeler zinciri binlerce yerinde koptu. Değişmeyen ve değişen sermaye hızla değer yitirdi. Üretici sermaye hızla değer yitirdi. Açık bir kredi krizi de yaşanıyor. Üretici sermaye yeni yatırımlara girişmiyor. “Artık”, işlevsizleşiyor. Sermaye sermayeleşemiyor. İşsizlik hem mutlak hem de göreli olarak artıyor. Son krizle 80 ila 100 milyon insan sokağa atıldı. Açlık, yoksulluk, sefalet atbaşı koşuyor. ILO’nun açıkladığına göre krizle birlikte, bu süreçte, 222 milyon kişi aşırı yoksullaştı (aşırı yoksulluk günlük geliri 1.5 doların altında olanlar için kullanılan bir kategori). BM İLO’nun yayınladığı rapora göre, sadece 2013 yılı içerisinde 73 milyon genç, işsiz kalacak.
 IMF Başkanı Dominique-Strauss- Kohn’ın 4 Eylül 2009’da Berlin’de yaptığı “Finans piyasalar ve üretim istikrara kavuşsa da, sürmesi ihtimali bulunan yüksek işsizliğin sosyal ve ekonomik maliyetleri beni kaygılandırıyor.” açıklaması anlamlıdır. “Hiçbir zaman yıkılmaz” denilen pek çok banka, sanayi vb. devi, örneğin ABD’li 158 yıllık yatırım bankası Lehman Brothers gibi devasa tekeller çöktü. Dev sanayi ve ticaret işletmeleri, dev bankalar el değiştiriyor. Devletleştiriliyor. 2008’den bu yana süre gelen kriz sürecinde, “IMF’nin hazırladığı rapora göre, küresel krizin ülkelere olan maliyeti 10 trilyon doları aştı. Zengin ülkelerde finansal sektöre hükümet desteği 9.2 trilyon doları, gelişmekte olan ülkelerde ise 1.6 trilyon dolar”ı buldu. Bu rakamlar hem ekonomik krizin toplam tablosuyla ilgili değil, hem de sadece finansal sektörle sınırlı; kaldı ki kriz, sürmektedir hala… Krize müdahale adına sermayeye aktarılan miktar 30 trilyon doları geçmiş bulunmaktadır. Burjuva devletler, özellikle de krizin daha ağır vurduğu devletler aşırı bir borç yükünün altında sendelemektedirler. Kimi ülkeler borçlarını ödeyemez duruma düşerek iflasını ilan etti…
Batan, tasfiye olan ve edilen salt dev mali, sınai, ticari vs. tekeller değil, bu tablonun sadece bir yanı. Tablonun öteki yüzünde ise, küresel çapta milyonlarca kentsel ve kırsal küçük meta üreticisinin, küçük ve orta ölçekli kapitalist işletmenin iflası, tasfiyesi olgusu yatıyor. Derin ve kapsamlı bir mülksüzleştirme süreci yaşanıyor ve mülksüzleşme süreci de, kriz sürecinin tipik olgularından birisini oluşturuyor.
Marx’ın vurguladığı gibi, kriz, sermayeyi tahrip eder. “Yeniden üretim süreci gemlendiği, emek sürecinin sınırlandığı ya da bazı durumlarda durduğu ölçüde gerçek sermaye tahrip edilmiş olur. Kullanılmayan makine sermaye değildir. Sömürülmeyen emek yitirilen üretime denktir. Kullanılmaksızın kalan hammadde sermaye değildir. Kullanılmayan ya da yarım kalmış yapılar (ve yeni yapılmış makineler) depolarda çürüyen metalar -bütün bunlar- sermayenin tahrip edilmesidir. Tüm bunlar yeniden üretim sürecinin gemlenmesi demektir, mevcut üretim araçlarının, üretim aracı olarak kullanılmaması, işletilmemesi demektir. Böylece bu araçların kullanım değeri ve değişim değeri mahvolur.
“Bunalımlar sonucu sermayenin yıkımı ikinci olarak, değerlerin aşınması anlamına gelir; bu aşınma daha sonra sermaye olarak aynı ölçekte yeniden-üretimlerini yenilemelerini önler” (Marx, Art-Değer Teorileri, C. II, s. 476, iMa.)
2008’de başlayan kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizi, bir kez daha, sınırsız bir ikiyüzlülükle “Elveda Marx, Lenin, Marksizm-Leninizm!” diye yırtınan neoliberallerin, postmodernistlerin, postMarksistlerin demagojilerine darbe indirmeye ve Marksizm-Leninizm’in yukarıdaki analizlerini tam bir açıklıkla doğrulamaya devam etmektedir.
Her krizde olduğu gibi, bir kez daha sermaye ve devlet krizin yükünü proletarya ve halkların sırtına yıkıyor. “Altta kalanın canı çıksın!”, her kapitalistin ve kapitalist sınıfın sloganıdır. Bu olgu, kriz koşullarında en keskin, en yıkıcı biçimlerde açığa çıkar. Bu son krizde de aynı şeylerin gerçekleştiğine tanık oluyoruz. Ama bu, kapitalist üretim tarzında, emperyalist dünya sisteminde eşyanın doğası gereğidir. Her krizde olduğu gibi, bu kez de emperyalist devletler ve bağımlı devletler krizin patlak vermesiyle trilyonlarca dolarla kendi tekellerinin yardımına koştular. Krize müdahale paketlerini peş peşe açıklamaya başladılar. Batan mali, sınai vb. tekeller, işletmeler devletleştirildi. Batması önlenebilecek tekellere yüzlerce milyar dolar, euro, yen vb. aktarıldı. Devasa fonlarla sermaye çevreleri fonlandı. Devlet destekli finansal vbg. yardımlarla, politik baskıyla vs. tekellerin birleşmesi teşvik edildi. Devlet destekli operasyonlarla pek çok işletme, banka el değiştirdi. Sermayenin vergi yükü azaltıldı. Kamusal amaçlı fonlar sermayeye kaydırıldı. Sosyal amaçlı fonlar krizin asıl darbesini yiyen işçiye, emekçilere değil bir avuç tekele aktarıldı. Sermayenin, tekellerin zararları kamulaştırılırken, devletin, “kamu”nun yağlı-ballı olanakları özelleştirildi. Devlet bütçelerinin devasa açıkları hızla büyüdü. Açık, zaten krizin en yıkıcı bir tarzda vurduğu emekçilerin sırtına bir de zamlarla, arttırılan vergilerle vb. biçimlerde ikinci kez yüklendi.
Ekonomik kriz, devlet ile tekeller arasındaki sıkı bağı da çıplak bir biçimde açığa çıkardı. Burjuva ulus devletin uluslararası tekellerin devleti olduğunu çarpıcı bir tarzda ortaya koydu. “Ulus devlet”in tekellere tabii olduğunu, ÇUŞ’lar tarafından ele geçirilmiş olduğunu bir güzel sergiledi. “Çok uluslu şirketler ve burjuva devleti arasında, onların sömürücü sınıfsal özelliğine dayanan sıkı bağlar ve karşılıklı bağımlılık mevcuttur. Kapitalist devlet, ulusal düzeyde olduğu gibi uluslararası düzeyde de bu şirketlerin egemenlik ve yayılma amacına hizmet etmektedir.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, s. 55) Krize müdahale bağlamında ulusal ve küresel ölçekte burjuva devletlerin kendi ÇUŞ’ları lehine cansiperane mücadelesinde de bu olgu çok somuttur.
Kriz, ÇUŞ’ların sayısız renk ve tonda ortaya çıkan “küreselleşme” sevdalısı burjuva ve küçük burjuva propagandistlerinin, örneğin bunlardan birisi olan ve “21. yy. komünist manifestosunu” yazdığı ilan edilen Negri’nin “ulus devlet”in aşıldığı; “ulus devletsiz” bir küreselleşme aşamasına girildiği sahtekârlığını da çarpıcı bir tarzda teşhir etti. Her ÇUŞ için güvenilir limanın kendi “ulus devlet”i olduğunu, her “ulus devlet”in kendi ÇUŞ’larını kurtarmak için azami çabayı gösterdiğini keskin bir biçimde açığa çıkardı. Açık ki, “neoliberal”, “postmodern”, “postMarksist” demagoji hayatın tokatlarını yemeye devam edecektir…
Ekonomik kriz, son çeyrek asırda “devletin ekonomiden çekilmesi” gerektiği, “ekonomik gelişmeyi devletin önlediği”, “serbest piyasanın kendi sorunlarını kendisinin çözeceği” vbg. “neoliberal” burjuva propagandanın yüzündeki süslü-püslü şalı da çekip aldı. “Ulus devlet” daima ÇUŞ’ların emrindeydi. Krizle birlikte, ÇUŞ’lar zor durumda kalınca, daha düne kadar “devlet ekonomiye, özel sektöre, serbest piyasaya müdahale etmemeli” diye yırtınan ÇUŞ’lar, “neoliberaller”, “küreselleşme” hayranları vs. bu kez, devletin derhal ekonomiye müdahale ederek ÇUŞ’ları kurtarması gerektiğini bas bas bağırarak ilan ettiler. Lenin ne kadar da berrak söylemiş; “kapitalist toplumda devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini yükseltmek ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmez.” (Emperyalizm, s. 40)
Kapitalist üretim tarzı, pazar için üretim tarzıdır. Ve kapitalizmde üretim, insanın, toplumun maddi ve manevi gereksinmelerinin azami doyumu için değil, sadece ve sadece kar için, daha fazla kar için yapılır. Kapitalizmde üretim plansız ve anarşik karaktere sahiptir. Üretimin fabrikadaki planlılığıyla pazardaki plansızlığı arasındaki çelişki uzlaşmaz karaktere sahiptir. Marx’ın dediği gibi, “Demek ki pazarın sınırlarını dikkate almaksızın üretmek, kapitalist üretimin doğasında vardır.” (Artı-Değer Teorileri, C. II, s. 500)  Kapitalizmin ekonomik krizi, aşırı üretim krizidir. “Eğer pazarın genişlemesi üretimin genişlemesine ayak uydurabilseydi, pazarda aşırı mal bolluğu, aşırı üretim olmazdı.” (age., C. II, s. 503) Ama böyle bir durumda da kapitalizm kapitalizm olmazdı. Çünkü “üretimin sınırlarını kapitalistin karı belirler, asla üreticilerin gereksinimleri değil.” (age., s. 506) “Aşırı üretimi, sermaye üretiminin genel yasası özellikle koşullandırır.” (age., s. 512) Bu gerçeklerin altı, “Elveda Marksizm-Leninizm!” diye haykıran burjuvaziye ve yaltakçılarına karşı, özellikle çizilmelidir.
Kapitalist üretim tarzında, üretim ile tüketim arasında uzlaşmaz bir karşıtlık vardır. Bu uzlaşmaz karşıtlığın temelinde ise, üretimin toplum için değil kar için yapılması yatar. Kapitalizm, “üretim için üretim” düzenidir. Ve üretim, “sermaye için üretimdir.” “Sermayenin amacı, belli gereksinmeleri karşılamak olmayıp, kar üretmek olduğu ve bu amacı, üretimin ölçeğini üretimin kitlesine uyduracak yerde, bunun tersini sağlayan yöntemlerle gerçekleştirdiği için, kapitalizm altında sınırlı boyutlarda tüketim ile, durmadan bu kendisine özgü engeli aşmaya çalışan üretim arasında sürekli bir gedik olması zorunludur. Üstelik sermaye, metalardan oluştuğu için, aşırı sermaye üretimi, aşırı meta üretimi demektir.” (Marx, Kapital C. III, s. 227) Kapitalist üretimin temelinde her zaman “sürekli bir eksik üretim” (Marx) vardır. Çünkü üretim insan ve toplum için, toplumun gereksinimi için üretim değil kar için üretimdir. Artı-değer ve kar üretmeyen bir üretim kapitalizmin nesnel karakterine aykırıdır. Üretimin sınırsız gelişme eğilimiyle kapitalist üretim tarzının ve burjuvazinin dar amacı (kar) için üretim, sermaye için üretim olmasıyla uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir; böylece, “kapitalist üretimin engellerinin, genel olarak üretimin engelleri olmadığı” (Marx) bir kez daha vurgulanmalıdır burada.
Kapitalist emperyalizmin son aşırı üretim krizinden de görülebileceği gibi, buradaki aşırı üretim, mutlak anlamda bir aşırı üretim değildir. Milyarlarca işçi ve emekçinin satın alma gücü düştüğü, yüz milyonların satın alma gücü olmadığı için ortaya çıkan bir aşırı üretimdir. Kriz, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecini bozmuştur. Artı-değerin realize olabilmesi için, öncelikle meta sermayenin pazarda para sermayeye dönüşmesi, kapitaliste geri dönmesi gereklidir. Yoksa sermayenin geri dönüşümü olanaklı değildir. İşte ekonomik kriz, geniş kitlelerin satın alma gücündeki zayıflık ve gerileme nedeniyle pazara yığılan metaların satılamamasından, metaların sermaye değerini kaybetmesinden ileri gelmektedir. Zaten kapitalist üretim ile tüketim arasında tamamlayıcı düzenli bir arz ile talep ilişkisi olsaydı, genişletilmiş yeniden üretim süreci arz ve talebin düzenli iç dengesiyle yürüyebilseydi, ekonomik bir krizin patlak vermesi olanaklı olmayacaktı. Üretimin genişliği ile pazarın, talebin darlığı arasındaki çelişki, aşırı üretim krizi ile birlikte çarpıcı bir tarzda açığa çıkar. Zaten, “Eğer pazarın genişlemesiyle üretimin genişlemesine ayak uydurabilseydi, pazarda aşırı mal bolluğu, aşırı üretim olmazdı.” (Marx, Artı Değer Teorileri, C. II, s. 503)
Kapitalist üretimin “genişlemesinin ölçütü sermayenin kendisidir, varolan üretimin koşullarının düzeyidir; kapitalistlerin kendilerini zenginleştirmek ve sermayelerini genişletmedeki sınırsız arzularıdır, ama hiçbir biçimde tüketim değildir –nüfusun çoğunluğu, emekçi insanlar tüketimlerini çok dar sınırlar içinde genişletebildiklerine, emek talebi, her ne kadar mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, göreli olarak azaldığına göre, tüketim daha başından engellenmiştir.” (age., C. II, s. 473, iMa.) Dolayısıyla kapitalist üretim tarzı daima eksik tüketime dayanır. Bu olgu, ekonomik krizle birlikte keskinleşerek açığa çıkar.
Kapitalist ekonomik kriz bir aşırı üretim krizidir. Krizle P-M-P’ süreci kesintiye uğrar ve çöker. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin iki halkası olan üretim ile dolaşım süreci birbirinden kopar. Kriz, dolaşım sürecinde ortaya çıkar. Pazarda metaların değişim değeri gerçekleşmez, artı-değer realize olamaz. Artı-değer realize olmayınca da üretim ve dolaşımın çelişkisi çarpıcı biçimde ortaya çıkar. Zaten alım ve satımların birbirini tamamladığı, çatışmaya dönüşmediği ya da dönüşemediği koşullarda bir krizden de bahsedilemez, çünkü bu durumda meta sermaye para sermayeye dönüşmekte, artı-değer realize olmakta; P-M-P’ hareketi gerçekleşmekte; kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci devam etmektedir. Oysa kriz, üretim evresiyle dolaşım evresinin önce tekleyerek, sonra birbirinden kopmasıdır. Bunun nedeni de aşırı üretimdir.
Marx’ın vurguladığı gibi, “Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketici gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Kapital, C. II, s. 429)
Marx’ın, Marksist-Leninist politik-ekonominin tüm bu analizleri son dünya ekonomik kriziyle bir kez daha çarpıcı bir şekilde doğrulandı ve doğrulanmaya da devam etmektedir. Evet, özellikle “neoliberal çağ”la, “küreselleşme”yle, “Bilgi toplumu”yla birlikte, yüksek bir çığırtkanlıkla “Marx öldü!”, “Elveda proletarya!”, “Elveda Marksizm-Leninizm” haykırışları yerini, “Marx’a dönüş”e bırakmaya, “Marx haklıymış” haykırışlarının yeniden yükselmesine bıraktı. Örneğin, 2008 yılında Almanya’da Frankfurt Kitap Fuarı’nda Marx’ın “Das Capital” adlı dev yapıtı “en çok satılan kitaplar” arasında ilk sırada yer almıştır. 2009 yılında BBC tarafından yapılan “bin yılın en büyük düşünürü” online anketinde Karl Marx, ilk sırada yer almıştır. Eh, ne de olsa güneş balçıkla sıvanamıyor işte.
                                  VII
Bu son ekonomik kriz olgusu, kapitalizmin aşıldığı, emperyalizmin de bittiği, aşırı üretim krizlerinden artık bahsedilemeyeceğini ileri süren sermayenin ideologlarına ve kalemşörlerine ağır bir darbe daha indirdi. “Postkapitalizm”le maddi değerler üretiminin öneminin kalmadığı, sermayenin, emeğin, artı-değerin önemsizleşerek aşıldığı, kapitalist emperyalizmin finansal emperyalizme dönüştüğü, ulusallıktan arınmış, evrenselleşmiş yeni bir küresel sınıfın oluştuğu, sınıfların ve ulus devletin aşılarak insanlığın iyilik çağı olan yeni bir toplum ve çağa geçildiği vb. safsatalarını bir güzel tokatladı ve tokatlamaya da devam etmektedir.
2008’de patlak veren kriz, “küreselleşme”ye, “neoliberal” politikalara ağır bir darbe indirdi. Artık “serbest piyasa”nın, “küreselleşme”nin eski itibarı, kendine güvenli hali kalmadı. “Serbest piyasa”, “serbest özgürlükler”, “refah ve demokrasi”yle dolu küresel bir dünya, krizsiz, barışçıl, insancıl sonsuz bir gelişme dönemine girdiği propagandasının sahte ve iğrenç yüzü de çıplak bir biçimde açığa çıktı.
Yaşanan kriz, emperyalist kapitalizmin en derin, en yıkıcı, en kapsamlı krizlerinden birisidir. Son “küreselleşme” atılımının ise en ağır genel ekonomik krizidir. Bu kriz, Nobel ödüllü ünlü iktisatçı Prof. Joseph Stiglizt’in ve aynı familyanın göstermek istediği gibi salt “neoliberalizmin”, “neoliberal politikaların”, “neoliberal” ABD’nin sorumlu olduğu bir kriz değildir. Bu propaganda, suçu ve sorumluluğu “neoliberal politikalar”a yıkarak emperyalist kapitalizmi, uluslararası tekellerin emperyalist dünya sistemini aklama propagandasıdır.                        
Dünya Bankası Başkanı Robert Zcellick’ın “daha önceki küreselleşme Casino kapitalizmiydi, yeni dönem küreselleşmesi ise sorumlu küreselleşme olacak” mealinden yaptığı açıklama da aynı demagojik, manipülatif propagandanın yeni bir biçimidir. Belli ki, “yeni trend” bu olacak. Kapitalizmin, burjuvazinin, emperyalist dünya sisteminin her renkten sözcülerinin ve burjuva ekonomi-politiğin görevi, gerçekleri çarpıtmak, enternasyonal proletarya ve halkları aldatmaktır. Dolayısıyla genel ekonomik krizle kapitalist üretim tarzı arasındaki gerçek bağı koparmak, sistemi aklayacak dizginsiz demagoji ve manipülasyona başvurmak, Marksist-Leninist politik ekonomiye karşı sınırsız bir kin ve yalanla saldırmak onların asli görevidir. Fakat burjuva propagandanın, o arada burjuva ekonomi politiğin yalan fırtınasını en iyi açığa çıkaran da bir kez daha kapitalist emperyalizmin genel ekonomik krizidir. Bu kaçınılmazdır, kaçınılmazdır, çünkü burjuva demagojinin en zayıf yanı, onun sahte sözleriyle gerçek yaşamın çelişkisidir; işte bu keskin çelişki, burjuva ekonomi politiğin de kriz koşullarında güneş görmüş kar misali erimesine, işçi sınıfının ve halkların öz deneyimleriyle gerçekleri görmesine, böylece devrimci ve sosyalist propaganda ve ajitasyona açık hale gelmesine, mücadele, direniş, ayaklanma yolunda yürümesine yol açmaktadır.
Emperyalist devletler, ÇUŞ’lar, küresel emperyalist mali vbg. kuruluşlar, krizi, krizden çıkış sürecini “yönetmek”, krizden sonra “yeni bir dünya” kurmak için harıl harıl çalışmaktadırlar. Kuşkusuz ki, devrimle yıkılmadığı koşullarda, uluslararası sermaye ve emperyalist dünya sistemi krizden çıkmayı başaracaktır. Yani emperyalizm kendiliğinden yıkılmayacaktır. Ve onlar krizden çıktıkları koşullarda, krizin dersleri ışığında, bir dizi tedbiri almış olacak, yeni döneme uygun, yeniden yapılanarak yürümeye devam edecektirler. Bunu, daha bugünden görebiliriz. Kuşkusuz ki çıkarılacak dersler, alınacak tedbirler ne olursa olsun, emperyalist kapitalizmin kendi nesnel yasaları hükmünü icra etmeye devam edecektir.
 Sürmekte olan tartışmalar, alınmakta olan tedbirler, olası yönelim ve yeniden yapılanmanın ipuçlarını vermektedir.
Ekonomik kriz, küreselleşmenin hızını kesmiş ve göreli olarak da geriletmiş durumda. Zaten kapitalist küreselleşme otomatik bir süreç değildir. Çelişkili eğilimlerle, ekonomik kriz ve savaşlarla, eşitsiz gelişmeyle, hegemonya ve rekabet mücadeleleriyle parçalana gelmiş; ileri atılımlarla, duraklamalarla, gerilemelerle vb. dolu bir süreçtir, bir süreç olacaktır. Tarihsel ve toplumsal gelişmenin diyalektiği kapitalist ve emperyalist uluslararasılaşmanın da diyalektiğidir ya da uluslararasılaşmanın tarihi diyalektik gelişmenin yasalarına bağlı gelişen bir süreçtir. Bunu unutmak bilimi unutmak demektir.
Ekonomik krizle birlikte, kapitalist küreselleşmenin gerilemesinden, kesintiye uğramasından hareketle “küreselleşmenin sonu”nu ilan edenler yanılıyorlar. Bu “son” ilanında bulunanlar asıl olarak “anti-küreselleşmeci” burjuva ve küçük burjuva milliyetçi çevrelerdir. Bunlar, “küreselleşme”yi nesnel temelden yoksun ya da salt emperyalizmin bir tercihi, bir politikası olarak gören bir bakış açısına sahiptirler. Oysa kapitalist küreselleşme, kapitalizm ve emperyalizmin nesnel eğilimlerinden birisidir. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşma (ve merkezileşme) yasasının gelişmesinin ürünüdür. Üretici güçlerin küresel ölçekte gelişmesinin ifadesidir. Dolayısıyla, tarih tekerrür etmeyecektir. Emperyalist kapitalizm 1950, 1970, 1980’ler öncesi sınırlarına geri dönmeyecektir. Kapitalist küreselleşme salt sermayenin iradesiyle üretilmiş, geliştirilmiş, istendiğinde vazgeçilebilecek bir süreç değildir…
Kriz “küreselleşmeye” ağır bir darbe indirdi. Evet, “küreselleşme” kaçınılmaz olarak gerileyecektir. Ancak, devrimle tasfiye edilmediği koşullarda ÇUŞ’ların emperyalizmi krizden bir biçimde çıkacaktır. Lenin’in vurguladığı gibi, her türlü bunalım “yoğunlaşma ve tekel eğilimini olağanüstü ölçüde arttırır.” Kriz, üretim ve sermayeyi daha bir merkezileştirir, yoğunlaştırır. Son dünya krizi de aynı rolü oynayacaktır. Küçük, orta, büyük çaplı işletmelerin, dev tekellerin iflası, tasfiyesi, mülkiyetin ve servetin el değiştirmesiyle iç ve uluslararası arenada tekelci merkezileşme eğilimi daha keskin ivmelenmektedir. Merkezileşme yoğunlaşmaya da hizmet edecektir. Merkezileşme yoğunlaşmayı, yoğunlaşma da merkezileşmeyi geliştirecektir. Krizle, krizden çıkış süreciyle birlikte merkezileşme ve yoğunlaşma artacak, üretim küresel ölçekte daha da toplumsallaşacak, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişki çok daha yoğunlaşıp keskinleşecektir. Daha güçlü ama belki de (ki mekanik bir içerikle ele alınmamalı) daha az ÇUŞ’la yüz yüze gelinecektir.
Krizden çıkış sürecinde, küresel emperyalist dünya düzeninin kurumsal yapılanmaları, güç ilişkilerine bağlı olarak, değişik düzeylerde yeniden biçimlenecektir. Bu yönelim gelişmektedir. IMF, DB vbg. kurumların mali bakımdan güçlendirilmesi, “gelişmekte olan ülkelerin” oy hakkının sınırlı ölçekte de olsa arttırılması, “dünya üretiminin %90’nını, dünya ticaretinin %80’ini gerçekleştiren” G-20’nin öne çıkarılışı, kayıt dışılığın kayıt altına alınması, finansal sistemin “serseri mayın” gibi ortalıkta cirit atarak “küresel düzen”e yıktığı ağır tahribatları, doğurduğu büyük tehlikeyi bir ölçekte sınırlama ve “denetleme” çabasından, küresel merkez bankası ve yeni bir para biriminin gerekliliği tartışmalarından vb. söz konusu yönelimin ipuçlarını, daha bugünden görebiliriz. Söz gelimi, ABD’nin Pittsburgh kentinde 24-25 Eylül 2009 tarihinde toplanan G-20 Zirvesi’nde burjuva liderler, artık küresel sorunların eski yöntemlerle çözülemeyeceğini, sağlıklı bir küresel finansal mimarinin gerekli olduğunu, “küresel mimarinin 21. yüzyılın ihtiyaçlarına göre reforma tabi tutulmasının gerekli olduğu”nu vurgulamış,  buna uygun bir yapılanmanın gerekliliğini ilan etmişlerdir. Zirvenin ardından Beyaz Saray tarafında yapılan “Bugün, liderler G-20′nin uluslararası ekonomik işbirliğinde birinci derecedeki tartışma platformu olmasını kabul etmişlerdir. Bu kararla, daha güçlü ve daha dengeli bir global ekonomi için, finans sisteminde reform için ve en yoksul ülkelerdeki hayat kalitesini artırmak için gerekli ülkeler masaya oturmuş olmaktadır” açıklaması, yoksulluk üzerine edilen laflar bir yana, sistemin yeniden yapılanma gereksinimini yansımaktadır. (bkz. www.riskonomi.com/wp/?p=987) Eh, ABD, AB, G-7, G-8 ülkelerinin dışında kalan bir dünya ve burada da “yükselen ekonomiler” var ne de olsa… G-20 platformu rastlantıyla ortaya çıkmadı. 2008’den bu yana gerçekleşen bir dizi uluslararası toplantıda ortaya çıkan boğazlaşmalar, alınan kararlar vb. boşu boşuna değil yani.
“Küresel yapılar”ın yeniden düzenlenmesinde bir yanda uluslararası sermayenin ortak çıkarları ama öte yandan da çok kutuplu dünyanın gerçekleri belirleyici olacaktır. Burada, dünya çapında sürmekte ve giderek keskinleşmekte olan hegemonya ve rekabet mücadelesini, gelişmekte olan çok merkezliliği vurgulamak gerekir. Bir yanda yaşlanmış ve yaşlanma sürecini yaşayan emperyalist güç odaklarıyla diğer yandan genç ve gelişen emperyalist ülkeler ve “yükselen ekonomiler” (BRIC gibi) gibi güç merkezlerini görmeden, kuvvet ilişkilerindeki değişimin geleceğe dönük izdüşümlerini anlamadan yapılacak analizlerin ise yetersiz ve yanlış olacağı açıktır…
Küresel para sermaye hareketleri, küresel mali piyasalar çöktüğü, böylece çok ağır fatura ödenmekte olduğu için göreli bir sınırlamaya tabi tutulabilir; daha merkezi küresel müdahalelerle olası istikrarsızlıkları önleme yönelimi gelişebilir ve gelişmektedir. Kuşkusuz bu vb. diğer tedbirler ve yeniden yapılanmalar, gerçekte “pansuman tedavi”nin ötesinde, kapitalist emperyalizmin onulmaz hastalığına derman olamayacaktır. Ama buna karşın kapitalizm bazı tedbirler de alacaktır. Kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomik krizleri de içerisinde olmak üzere tüm tarihsel bunalımlarının deneyiminden görülebileceği gibi bu, kaçınılmazdır. Karşımızda ekonomik ve siyasi iktidarı elde tutan, asırların yönetme deneyimine ve gelişkin bir sınıf bilincine sahip bir sınıf var ne de olsa…
Krizle, mali piyasalardaki kar oranları hızla düştüğü için, para sermaye, krizden çıkış sürecinde ve çıkışın ardından belli bir ölçekte maddi üretim sektörüne yönelecektir. Ancak bu süreç, karmaşık ve çelişkili eğilimleriyle birlikte izlenmeli ve analiz edilmelidir. Söz gelimi, “küresel yeni bir finansal balon” ve olası sonuçları üzerine ciddi analizler ve uyarılar yapılmaya devam edilmektedir. Her halükarda emperyalist kapitalizmin ana eğilimleri, kriz sonrası süreçte de tepkimeye devam edecektir; bu para sermayenin karakteri ve özellikleri açısından da kuşkusuz ki geçerlidir.
Krizden sonraki süreçte emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi daha da keskinleşecektir. Militarizm ve faşizm daha etkin yükselecektir. Bu da genel emperyalist savaş tehlikesini daha da geliştirecektir. Çok kutuplu dünya gerçeği daha da belirginleşecektir.
Doların dünya parası olarak prestijinin iyice sarsılması da söz konusu hegemonya ve rekabet mücadelesinin daha da keskinleşeceğini, güç dengelerindeki değişmelerin kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası temelinde daha etkin ilerleyeceğini gösteriyor.
Kriz, ABD dolarının prestijine de ağır bir darbe indirdi. Kriz sonrası, dolar, dünya parası konumunu eskisi gibi koruyamayacaktır. Kuşkusuz bu bir sonuç, nedenini öncelikle ABD’nin dünya hegemonyasının iktisadi temelinin gerilemesinde aramak ve bulmak gerekir. Amerikan emperyalizminin iktisadi gerilemesi, dünya ticaretinde zayıflayan pozisyonu, aşırı borç yükü, borcu ancak yeni borçlarla kapatabilmesi, ekonomisinin aşırı finansallaşması gibi olgular bu bakımdan yaşamsal verilerdir.
Prof. Stiglitz’in “küresel finansal sistemin istikrarını” garantileyebilmesi için “doların yerine yeni bir küresel rezerv parasının yaratılması” gerektiğini vurgulaması, bu talebin yaygın bir şekilde dile getirilmesi, işaret ettiğimiz olguyla bağlı. Doların yanı sıra, euro ve yen’in, Çin’in resmi para birimi Renminbi’nin de rezerv para olarak ağırlığının artacağı kesindir. Bir “dünya merkez bankası”nın kurulması, yeni ve tek bir para birimine geçilmesi talebinin giderek güçlenmesi dikkat çekmektedir ayrıca. 3 milyar nüfusa sahip, dünya gayri safi milli hasılasının % 30’zuna yakınını üreten, “Geçen 10 yılda dünya ekonomisinde gerçekleşen büyümenin yüzde 50’si”ni yüklenmiş olan BIRCS ülkeleri, kendi aralarında, değişik ülkelerle ticari ilişkilerde doları kaldırmaya yönelmekte, başta Çin olmak üzere ellerinde bulunan dolar rezervini ABD’ye karşı bir koz olarak kullanabilmektedirler. Uluslararası kurumlardaki ağırlıklarını arttırmaya ABD’yi dizginlemeye çalışmaktadırlar. Örneğin BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika), “Batı egemenliğini yansıtan uluslararası mali mimariyi üç alanda değişime zorluyorlar. Birincisi, BRICS IMF ve Dünya Bankası’nda yönetimlerinde yaptıkları katkılara da paralel olarak etkin olmak istiyor, aksi takdirde finansal desteklerini çekeceklerini söylüyorlar (Financial Times, 29/03). İkincisi, Dünya Bankası karşısında, bir Asya Kalkınma Bankası oluşturmak istiyorlar. Üçüncüsü, kendi aralarındaki yatırımlarda dolardan uzaklaşarak kendi ulusal paralarını kullanmaya ya da 3.2 triyon dolar rezervlerine, yeni bir kalkınma bankasını finanse etme kapasitesine sahip Çin’in parası remninbiyi kullanmaya geçmek istiyorlar.” (E. Yıldızoğlu, ‘Yükselen Güçler’ ve Türkiye, 2 Nisan 2012, Cumhuriyet) Dünyanın dolara bağımlılığı, Amerikan emperyalizmine bağımlılık anlamına geliyor, daha doğrusu bu dolarizasyon ABD hegemonyası yansıtıyor. ABD hegemonyasına meydan okuyan rakip güçlerin uluslararası para rezervi olarak dolara da meydan okuması, güç dengeleri değiştikçe dolar imparatorluğunun ayağını kaydırma harekatını örgütlemesi de anlaşılırdır. Dünyanın en borçlu ülkesi ABD, kendisine hiçbir maliyeti olmayan karşılıksız dolar basıp ihraç etmektedir vb. Sonuç itibari ile hangi biçimlere bürünürse bürünsün, ABD imparatorluğunun gücünün temsilcisi olan dolar, eski gücünü koruyamayacaktır…
Geçerken hatırlatmak yararlı olabilir, 2009 yılı Nobel İktisat Ödülü’nün Indiana Üniversitesi’nden Elinor Ostrom ve Berkeley Üniversitesi’nden Oliver E. Williamson’a verilmesini “Otoriteyi Övene Nobel İktisat Ödülü Verildi” başlığını atarak makalesini yazmış olan Taraf gazetesi yazarı neoliberal S. Yaşar, “serbest piyasa” ekonomisine aykırı bulduğu için bu durumdan rahatsızlığını dile getirmekteydi. Krizle birlikte “otoriter yapılara övgü başladı”, Nobel ödülü de “otoriter yapılar”ı teşvik etmek için verildi, diye düşünmektedir. Krizle ve krizden çıkış süreciyle emperyalist küresel kurumlaşmaların “otoriter” yapısının güçleneceğinden kuşku yok. Ödül de bu yönelişin ifade biçimlerinden ve araçlarından birisini oluşturmaktadır.
IMF Başkanı Dominiqve Strauss Kohn, 4 Eylül’de Berlin’de yaptığı konuşmada, “Finans piyasaları üretim istikrara kavuşsa da, sürmesi ihtimali yüksek işsizliğin sosyal ve ekonomik maliyetleri beni kaygılandırıyor” vurgusunda bulunma gereksinimini duymuştur daha erken bir tarihte. (bkz. IMF Diş İlişkiler Bölümü, Basın Bülteni No. 09/295, www.imf.org/external/lang/turkish/np/sec/pr/2009/pr09295t.pdf‎) Yine Kohn’ın, IMF-DB Guvernörler Kurulu toplantısında yaptığı şu açıklamalar da oldukça anlam yüklüdür; “Önümüzdeki döneme bakıldığında dünyamızın kriz sonrasında çok farklı bir yer alması gerektiğini düşünüyoruz. Bu toparlanma yavaş olacak, vakit alacak. İyileşme sürecinde de göreceğiz ki istihdam, işsizlik konusu daha yavaş toparlanacak… Düşük gelirli ülkelerde bu işsizlik bir ölüm kalım meselesi. Bu ülkelerde toplumsal huzursuzluklar, siyasi istikrarsızlıklar ve hatta savaş bile görülebilir.”
Bu vb açıklamalar tam da dünya ekonomik krizin orta yerinde yapılmıştır. Gerek daha o günlerden, gerekse de bugünden kriz sonrasına bakan uluslararası sermayenin sözcüleri geleceğe hiç de iyimser bakamıyorlar. Konuşma ve açıklamaları, demagojileri bir yana, kötümserlik yüklü. Kuşkusuz bu rastlantısal değil. Ve onlar bu kötümserliklerinde de haklıdırlar. İşsizlik, yoksulluk zaten küreselleşmişti. Krizle bu olgular çok daha yıkıcı boyutlar kazandı. Yapısal ve kronik açlık, yoksulluk, işsizlik olgusu, krizden sonra da daha fazla küreselleşmeye devam edecektir. Krizden sonrası, yeni bir gönenç dönemi olmayacak, emperyalist dünya ekonomisi durgunluk eğilimi içinde istikrarsız bir büyüme döngüsüne oturacaktır yeniden. Emperyalist dünya ekonomisinde patlak veren ve aradan 5 yıl geçtiği halde hala aşılamamış olan genel ekonomik kriz, dünya ölçeğinde hala devam etmektedir. Ki sistemin çeşitli kurum ve temsilcileri değişik zamanlarda yaptıkları açıklamalarla krizin 10-13-15 yıl kadar daha sürebileceğine dair ön görülerini dile getirmişlerdir. Örneğin “IMF tarafından yayımlanan Dünyanın Ekonomik Görünümü (World Economic Outlook) dokümanının tanıtımı sırasında IMF Başekonomisti Olivier Blanchard’ın sözleri ürkütücü ve bir o kadar da gerçekçidir: ‘Küresel krizden çıkış daha en az on yıl sürecektir.’” (Erinç Yeldan, 7 Kasım 2012-Cumhuriyet) “Yükselmekte olan piyasalar”ın ABD, AB vb. olmadığı açıktır. “Yükselmekte olan piyasalar” öncelikle BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin+Güney Afrika) ülkeleridir. Bugün ABD, AB, Japonya gibi emperyalist devletler ekonomik krizin pençesinde kıvranırken söz konusu ülkeler dünya krizin etkilerine karşın yükselişlerini sürdürmeye devam etmektedirler.  “‘İngiltere ve diğer gelişmiş ülkeler, büyüme kapasitelerinde uzun dönemli, yapısal bir gerileme mi yaşıyorlar’ sorusu kafaları daha fazla meşgul ederken (Mcrae, The Independent, 23/04), 2013 yılının birinci üç aylık dönemine ilişkin en son veriler ‘büyük durgunluğun’ devam ettiğini gösteriyordu.” (E. Yıldızoğlu, 29 Nisan 2013) Evet, İ. Okçuoğlu’nun da işaret ettiği gibi, söz konusu emperyalist merkezler henüz ekonomik krizden çıkabilmiş değildirler… (Bkz. “Dünya Ekonomisinin Seyri Ve Güçler Dengesinin Seyri” www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com/‎) “Financial Times’ın bir yorumuna göre de “dünya ekonomisinin üzerindeki bulutlar daha da kararıyor” (23/04).” (E. Yıldızoğlu)  The New York Times’ın bir araştırması, “Kriz öncesi düzeye ne zaman dönebiliriz” sorusuna karşılık uzmanların 10-13 yıldan söz ettiklerini aktarıyordu. (12/10)” (E. Yıldızoğlu, 18 Ekim 2010, Cumhuriyet) OECD’nin 2013 yılı için (Kasım ayı sonlarına doğru) ekonomik büyüme beklentisini 3.1’den 2.7’e çektiğini; Financial Times’in AB ve Japon ekonomilerinin 2013 itibari ile umut vermediği analizini de geçerken hatırlatalım ayrıca.  6-7 Eylül 2013 tarihinde Rusya’da yapılan G20 zirvesinin sonuç bildirisinde “G20 ülkelerinin modern tarihin bu en uzun süreli krizinden sağlam bir şekilde çıkmaya odaklanmaları gerektiğinin düşünüldüğü”nün vurgulanması önemlidir. Bildirgede, yaşanan krizin “modern tarihin en uzun süreli krizi” olarak tanımlanması, sürmekte olan krizin ağırlığını göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Bu koşullar içerisinde “Dünya Bankasının Ocak ayında yayınladığı Küresel Ekonomik Beklentiler Raporunda ise gelişmekte olan ülkeler (GOÜ) halen küresel büyümenin itici gücü olmaya devam etmekle birlikte, kriz öncesindeki büyüme performansına henüz ulaşılamamıştır.” saptaması yapılmaktadır. “Küresel alanda kur savaşları tartışması yeniden gündemdedir.” (T.C. Kalkınma Bakanlığı, Dünya Ekonomisindeki Son Gelişmeler, Küresel Ekonomik Gelişmeleri İzleme Değerlendirme Dairesi Mart 2013 Sayı: 1. www.dpt.gov.tr/DocObjects/View/14890/DEG-Mart-20Mart2013.pdf‎)
IMF’nin Ekim 2012 tarihli “Dünya Ekonomik Görünüm Raporu”nda yer alan “Dünya Ekonomisine İlişkin Temel Göstergeler (Yüzde)” tablosuna göre, “Dünya büyümesi” 2001’den (2,3’tür) 2007’e kadar (5,4’e) göreli de olsa bir yükseliş süreci yaşamış. Bu süreçte dünya ekonomisinin büyümesinin tepe noktası 2007’dir, büyüme oranı 5,4’tür. Bu tarihten sonra büyüme, patlak veren mali ve ekonomik krizinin pençesine düşerek gerilemeye başlamıştır. Buna göre, 2008’de büyüme 2,8’e geriliyor, 2009’da -0,6’ya, yani iyice dibe vuruyor. 2010’da 5,1’e çıkıyor, 2011’de 3,9’a düşüyor, 2012’de 3,2 olarak gerçekleşiyor; 2013’de 3,5 olacağı; 2014’de ise 4,1 olarak gerçekleşeceği ön görülüyor. Aynı tabloda yer alan verilere göre, “Dünya Ticaret Hacmi”, 2001’de 0,0, 2002’de 3,6 olarak gerçekleşiyor, göreli yükseliş sürerek 2007’de 7,7 oranına yükseliyor. Yani doruk noktası 2007’dir. Bu tarihten sonra gerilemeye başlıyor. Buna göre, 2008’de 3,0’a geriliyor; 2009’da -10,7’ye düşerek dibe vuruyor. 2010 itibari ile 12,6’ya çıkıyor; 2011 itibari ile 5,9’a düşüyor. 2012’de bu oran daha da gerileyerek 2,8’e kadar düşüyor. 2013 itibari ile bu oranın 3,8, 2014 için ise 5,5 olarak gerçekleşeceği ön görülüyor. (Kaynak: IMF Dünya Ekonomik Görünüm Raporu, Ekim 2012, “Dünya Ekonomisinde Son Gelişmeler”, T.C. Kalkınma Bakanlığı, Mart 2013, www.dpt.gov.tr/DocObjects/View/14890/DEG-Mart-20Mart2013.pdf‎) T.C. Maliye Bakanlığı’nın “2012 Yıllık Raporu”nda uluslararası kurumların verilerine dayanarak saptadığı gibi “Ülke grupları itibariyle ise küresel büyümenin motorunun gelişmekte olan ekonomiler olduğu gözlenmektedir.” (www.maliye.gov.tr/.../Yıllık%20Ekonomik%20Rapor%202012.pdf‎)
             IMF’nin verilerinden görüleceği gibi kapitalizmin genel ekonomik krizi sürmektedir. Veriler 2014 yılı için de krizin devam edeceğini gösteriyor. Dünya ekonomisinin büyüme trendi, kriz öncesi tepe noktasını yakaladığında ve aştığında dünya kapitalizminin ekonomik krizden çıktığını saptamak gerekir. Ama bugünden geleceğe bakan IMF, DB, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist kurumların ön görüleri ve verileri şimdilik böyle bir çıkışı göstermemektedir. Bu tablonun borç ve sermaye ihracı bakımından da derin etkileri olacağı, önemli sonuçlar doğuracağı da açıktır. Rusya, Brezilya, Meksika, Güney Afrika, Çin, Hindistan, Malezya, Endonezya, Türkiye, Güney Kore vb. gibi ülkelerin ekonomik kriz içerisinde olmaması ya da ekonomik krizi göreli olarak erken atlatmış olmaları bir genel ekonomik kriz yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasasının gereği ya da bu yasanın keskinleşmesine bağlı olarak dünyanın ağırlık merkezinin Asya-Pasifik havzasına doğru bir kayma süreci yaşadığı da bir gerçektir. Kapitalizmin 500 yıllık, son 300 yıllık tarihi sürecinde dünyanın “merkezi”ni “Batı” oluşturuyordu, anlaşılıyor ki bu merkez, kapitalizmin tarihinde ilk kez Batıdan Doğuya kayacak; Avrupa-Atlantik yerini giderek Asya-Pasifik’e bırakacak… Sürecin yönü budur.
2011 Mart ayında Türkiye’de toplanan Asya-Pasifik Ticaret ve Sanayi Odaları Konfederasyonu (CACCI) 25. İş Zirvesi'nin açılışına katılan Cumhurbaşkanı Gül’ün, “küresel ekonomik kriz nedeniyle Avrupa ve Amerika'da büyümenin yavaşlaması üzerine küresel güç dengelerinin Asya'ya doğru kaydığını” vurgulaması söz konusu gerçekle bağlıdır. Gül, konuşmasında, “1990'ların başından itibaren küresel güç dengelerinin ciddi bir değişim içerisinde olduğunun izlendiğini”, “özellikle küresel ekonomik kriz nedeniyle Avrupa ve Amerika'da büyümenin yavaşlaması üzerine küresel güç dengelerinin Asya'ya doğru kaydığının artık belirgin bir şekilde ortaya çıktığını”, “büyümenin, Asya'da Pasifiklerde olduğu”nu; “Dünya üretimindeki payı bugün yüzde 30'lar düzeyinde seyreden Asya'nın, 2050'lerden itibaren dünya üretiminin yüzde 60'ını oluşturacağı ve gerçekleştireceği de raporlarda, hesaplamalarda ortaya” çıktığını ifade etmesi rastlantısal değil. Gül’ün, konuşmasında, “Önce ekonomiler canlanır, önce ekonomiler kendisini gösterir, arkasından o siyasi gücü getirir, siyasi gücün olduğu yerde askerî güç var demektir. Diğer bir ifadeyle, dünya dengelerinin Avrupa Atlantik'ten Asya Pasifik'e doğru kaymasıyla, Asya dünyanın jeopolitik ve jeoekonomik odağı haline gelmiştir, giderek çok daha belirgin olacaktır.” analizi, Doğunun dünyanın yeni merkezi olarak yükselişiyle bağlıdır.
                                       VIII
 Dünya yoksullarını, satın alma gücü olmayanları gözden çıkarmış bir emperyalist dünya düzeni ve “küreselleşme” ile karşı karşıyayız. Onları ürküten ana tehlike, “sosyal maliyet”, ayaklanmalar, devrimlerdir. Emperyalistler arası keskinleşecek olan hegemonya ve rekabet mücadelesinin de dünya karşıdevrim cephesindeki parçalanmayı arttıracağını, dolaylı bir yedek olarak bu durumun dünya devriminin, proletarya ve halkların, ezilenlerin mücadelesinin gelişimini kolaylaştıracağını açıkça görüyorlar ve bunun rahatsızlığını da hissediyorlar ve dillendiriyorlar. Krizden çıkışın yolu olarak “keynesçi” politikalar/birikim stratejisi önerenler, “refah kapitalizmi”ne, “sosyal devlet”e, “ulusal kalkınmacı” eski politikalara geri dönüşü önerenler ve bekleyenler yanıldıklarını görecekler. Yeni dönemde yeniden yapılanmalar, eskiye dönüş ekseninde yükselmeyecektir.
Marx, sermayenin ekonomik krizden “Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların adamakıllı sömürülmesiyle” çıkacağını vurgular. Her “bunalım, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur” (Kapital C. II, s.170) der.  Uluslararası sermayenin güncel yönelimlerinden de bu gerçekleri görmekteyiz. Kuşkusuz ki bu krizden çıkış süreci, kıran kırana süren rekabet mücadelesiyle iç içe gelişmektedir. Keza krizden çıkış süreci, kapitalizmin genel ekonomik kriz devresinde ortaya çıkan değişikliklerle birlikte düşünüldüğünde, şu veya bu emperyalist devlet nezdinde ya da devletler grubu nezdinde farklı biçimler ve düzeyler alacak olsa da, krizden çıkış eski günlerin gönenç evresine sıçrayarak/dönüşerek parlak bir sonla gerçekleşmeyecektir. Kapitalizmin mutlak yasası olan eşitsiz ekonomik ve politik gelişim yasasının daha da keskinleşmesine bağlı olarak, maddi üretim temeli zayıflayan, dünya ticaretinde gerileyen, finansal asalaklaşmanın çarpıcı biçimlerde tutsağı haline gelen, borç batağına saplanarak yaşlanmış ya da yaşlanmakta olan emperyalist devletler kategorisi bakımından bu süreç daha ağır ve yıkıcı biçimler alarak şekillenecektir. Kronik sermaye fazlası, kronik kapasite kullanım eksikliği, adeta kronikleşmiş yapısal kriz, kronik durgunluk eğilimi, sıkça patlak veren genel ekonomik krizler, kronik kitlesel işsizlik, kronik kitlesel yoksulluk vb. tüm bunlar, kapitalist emperyalizmin ve uluslararası sermayenin toplumsal üretici güçlerin özgürce gelişmesinin önünde ne denli büyümüş keskin bir engel haline geldiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kapitalizmin tarihin sonunda yer alan, yenilmez, yıkılmaz, ebedi bir üretim tarzı olduğunu ileri süren yeni tip sol liberal düşünce kapitalist emperyalizmin yedek lastiğidir. Bu sözde düşüncelerin Marksizm, sosyalizm vs. sosuna bulaştırılarak savunulması ise daha büyük bir demagoji ve manipülasyonu ifade etmektedir. Keza, kapitalizmi ha çöktü çökecek ilan eden, kapitalizmin kendiliğinden yıkılacağına inanan düşünceler de, farklı bir uç olarak, kapitalist dünya sistemine ve uluslararası sermayeye hizmet sunmaktadır.
Kapitalizm ne ebedi bir sistemdir ne de kendiliğinden yıkılacaktır. 1917 Büyük Ekim sosyalist devrimiyle doğan sosyalist sistemin (SSCB) ve II. Dünya Savaşı’nın ardından doğan sosyalist kamp gerçeği hem kapitalizmin yerini sosyalizme bırakacağını, hem de kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin ancak devrimci zora dayanarak yıkılacağını berrak bir tarzda doğrulamıştır. Uluslararası tekellerin hegemonyası ile belirlenen emperyalist kapitalizmin “küreselleşme atılımı” kendi tarihinin en derin genel ekonomik kriziyle sarsıldı. Fakat enternasyonal proletarya ve halkların devrimci mücadeleleriyle yıkılmadığı müddetçe kapitalist emperyalizm insanlığa ve doğaya en yıkıcı darbeler indirmeye, büyük acılar yaşatmaya devam edecektir. Eğer bir ölümden bahsedilecekse, bu Marksizm-Leninizm’in değil ölüm döşeğinde can çekişmekte olan emperyalist kapitalizmin ölümü olacaktır. Lenin’in dediği gibi; “Yeni bir çağ başlamıştır. Yalnızca proleter, sosyalist devrim, insanlığı emperyalizmin ve emperyalist savaşların yarattığı çıkmazlardan kurtarabilir. Devrimin zorlukları ve olası geçici başarısızlıkları ya da karşı-devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun, proletaryanın nihai zaferi kaçınılmazdır.” 21. Asır’da dünya tarihi buna tanık olacaktır…

*Konu bağlamında bakınız, Hasan OZAN, Emperyalist Küreselleşme ve Dünya Devrimi- Değişen Ne? III. Bölüm, Emperyalizmin Genel Bunalımı ve Emperyalist Küreselleşme, AKADEMİ YAYIN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder