Translate

26 Haziran 2025 Perşembe

PKK’NİN FESİH KARARI VE TASFİYECİLİK MESELESİ

 

PKK’NİN FESİH KARARI VE TASFİYECİLİK MESELESİ


I

PKK’nin Öcalan’ın direktifiyle 12. Kongresi’nde aldığı fesih ve silahlı mücadeleye son verme kararı devrimci hareketimizin geniş bir kesimi tarafından tasfiyecilik olarak tanımlandı. Bu tanımlama kendisini fesh etmiş PKK yetkilileri tarafından tepkiyle karşılandı...

Konuyu değişik açılardan ele alalım.

Tasfiyecilik var tasfiyecilik var; tasfiyeciliği tek bir biçime indirgeyemeyiz. Tasfiyecilik somut bir olgudur. Tasfiyecilik olgusu da somut şartların somut tahlili yöntemine bağlı olarak incelenir... Tam bir çözülüşe, ihanete, dönekliğe dönüşen; devrimci ve ilerici olan ne varsa ret ve inkarına dayanan tasfiyecilik olabileceği gibi, komünist çizgiden küçük burjuva devrimci-demokratik çizgiye, devrimci-demokratik çizgiden reformist çizgiye geçişe dayanan tasfiyecilik türleri de vardır. Her durumda tasfiyecilik durup dururken ortaya çıkmaz. Krizler ve krizlerden çıkamama hali ve irade kırılması tasfiyeciliğe yuvarlanmada ön koşulu oluşturur. Patlak veren ağır krizler, ağır yenilgiler, çıkışsızlık, öz güven ve irade kaybı tasfiyeciliğe götürür ya da götürebilir. Ama her halükarda ideolojik çözülüş tasfiyeciliğin başta gelen karakteristiğidir...

Bazı hatırlatmalar eşliğinde meseleyi açalım.

Marksist Leninist bir partinin proleter sınıf bakış açısını (teori, politika, örgütlenme ve eylem bağlamında) terkederek devrimci-demokratik bir çizgiye geçmesi, tasfiyeciliktir (tasfiyeci oportünizm, tasfiyeci revizyonizm). Sözgelimi, Marksizm-Leninizm’in yerine “Ezilenlerin Marksizmi”nin; proletaryanın yerine ezilenlerin; proletaryanın ilkelerine dayalı siyasetin yerine ezilenci, pragmatik, eklektik siyasetin; demokratik merkeziyetçiliğin yerine bürokratik merkeziyetçiliğin; kolektif liderliğin yerine küçük burjuva elitisizmin ve bireycilik ilkesinin geçirilmesi tipik bir tasfiyeci oportünizmdir. Burada söz konusu olan şey, komünist devrimci niteliğin tasfiyesidir; proletarya sosyalizminden küçük burjuva devrimci-demokrasiye, küçük burjuva sosyalizmi teori ve pratiğine geçiştir.

Komünist (Marksist-Leninist) teori ve pratikten koparak sosyal reformizme geçilmesi de tasfiyeciliğin diğer bir biçimi ama tasfiyeciliğin daha yıkıcı düzeyidir. TDKP’yi, TDKP’nin EMEP’lileşmesini hatırlayalım...

Devrimci-demokratik çizgiden (teori ve pratikten) sosyal reformizme geçiş de tasfiyeciliğin, tasfiyeci oportünizmin, tasfiyeci revizyonizmin bir diğer biçimidir. Dev-Yol, Kurtuluş hareketlerini, ÖDP’lileşmeyi hatırlayalım...

12 Eylül askeri faşist darbesiyle, “Doğu bloku”nun 89-91 sürecinde çöküşüyle yaşanan deneyimler tasfiyeci oportünizmin, tasfiyeci revizyonizmin değerlendirilmesinde oldukça zengin bir tarihsel laboratuvardır... Yaşanan tasfiye ve tasfiyecilik süreci, komünist partileri, devrimci-demokratik partileri, ulusal kurtuluşçu hareketleri kapsamlı ve derin bir tasfiyeciliğe ve dağılmaya sürükledi. Dünya devriminin yenilgisi ve dizginsiz karşıdevrim fırtınası söz konusu tasfiyecilik sürecinin maddi-politik zeminini oluşturmaktaydı... Ve söz konusu çözülüş ve tasfiyecilik söz konusu tarihsel dönemecin genelleşen (küresel) olgularındandı. Bu dönem henüz köklü bir tarzda aşılmış değil. Post-Marksizmin daha “sol” görünüme bürünerek ilerici, devrimci-demokrat, komünist hareketler üzerindeki güçlü etkisi bu dönemle ilgilidir...

Dünya çapındaki ağır yenilgi ve doludizgin gericilik sürecinde sınıfların, sınıf mücadelesinin, ideolojilerin, tarihin bittiği, liberalizm ve kapitalizmin, sözde “demokrasi”nin nihai zaferi kazandığı; artık yeni bir çağın başladığı propagandası atağa geçti. Devrimlerin, Bilimsel Sosyalizmin/Marksizm-Leninizm’in, sosyalist toplumun kara bir ütopya olduğu ve iflas ettiği propagandasının eşliğinde dizginsiz bir gerici-karşıdevrimci propaganda ve ideolojik saldırı yeryüzünü istila etti. Neo-liberal, post-modern ideoloji ve onun bir biçimi olan post-Marksist saldırı söz konusu saldırı dalgasının ve istilanın biçimleri oldu. Post-Marksist ideolojik akıntı, neo-liberal ve postmodern ideolojilere soldan, sözde “Marksist, sosyalist” maskeyle sahneye arzı endam ederek majestelerin muhalefeti konumundan bu saldırı dalgasının işlevli aracı oldu. Reformist, sivil toplumcu, anarşist, sınıfın ve sınıf mücadelesinin yerine kimlik politikalarını, “modernite”ye karşı “demokratik modernite”yi geçiren post-Marksist ideolojik saldırının başlıca argümanları devrimci sol hareketi de pençesine aldı. Devrimlerin reddi, kapitalizmin, burjuva sınıf egemenliğinin, emperyalist dünya sisteminin proletarya ve halkların ayaklanması ve silahlı devrimle yıkılmasının ret ve inkarı; kapitalizmi, emperyalist dünya sistemini, burjuva devletleri reformlarla demokratikleştirme çizgisi bu tarihsel sürecin özel niteliği olarak şekillendi...

II

PKK’ye gelince, PKK Marksizm-Leninizm’den ciddi bir şekilde etkilenmiş ulusal kurtuluşçu bir devrimci-demokratik hareket olarak politik mücadele arenasına doğdu...

12 Eylül yenilgisi koşullarında, 1984’den itibaren, keza dünya çapında yenilgi ve gericilik dönemi olan 1990’lar sonrası, ulusal kurtuluşçu devrimci-demokratik çizgide Kürt ulusal devrimine önderlik eden büyük bir siyasi ve askeri yapı olarak savaşımını yürüttü. Milyonlarca Kürt emekçisinin desteğini kazandı. Dünya devriminin dibe vurduğu, güç dengelerinin karşıdevrim lehine köklü değişiklikler yaşandığı bir tarihsel konjonktürde PKK önderliğinde gerilla mücadelesi ile Kürt serhildanları birleşti. Kürt halkının PKK liderliğindeki kahramanca mücadelesi Orta Doğu’da dev bir harekete dönüştü... Kürt halkı Orta Doğu gibi bir cangılda Filistin halkı ile birlikte dünyanın en politik halkı olmaya devam ediyor ve etki gücü ise Filistin ulusal davasının ve mücadelesinin çok ilerisinde. Bundan onur duyuyoruz. PKK’nin ulusal kurtuluşçu devrimci mücadelesi ve geleneği büyük bir değere sahiptir. Bu mücadele, hem coğrafyamızda hem de küresel çapta, dünya halklarının ortak devrimci mirasının değerli parçası olmaya da devam etmektedir ve edecektir...

89/91 sürecinde “Reel sosyalizm”in (revizyonist-kapitalist sistem) çöküşü PKK’yi de ideolojik bir krize sürükledi. PKK Marksizm-Leninizm’in etkilerinden uzaklaşarak, keza “Bağımsız Birleşik Devrimci Kürdistan” program ve stratejisinden kopuşarak bu krizden çıkmaya yöneldi. 93’lerden itibaren krizden çıkış arayışları, Öcalan’nın uluslararası bir komployla tutsak düşmesinden sonra “İmralı çizgisi”nde ifadesini bulan köklü bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşüm ve vardığı yer, devrimci-demokratik ulusal kurtuluşçu çizgiden ulusalcı sosyal reformist çizgiye geçişle biçimlendi. Öcalan bunu, “reel sosyalizmin” etkisinden kurtulma, “demokratik modernite” çizgisine geçiş olarak tanımladı. Geçmiş devrimci paradigmasının sorumluluğunu öncelikle iflas etmiş “Reel sosyalizm”e bağladı...

PKK’nin devrimci-demokratik ulusal kurtuluşçu çizgiden ulusal reformist çizgiye geçişi açık ki, tasfiyeci bir irade kırılmasıydı. Çizgi değişikliği yaptıkları kendi saptamalarıdır ve bu, bir gerçeği ifade etmektedir. Bilakis Öcalan ve PKK çağın değiştiğini; devrimler çağının ve silahlı mücadele çağının, ezilen ve sömürge ulusların ayrı devlet kurma hakkı ve mücadelesinin son bulduğunu; kapitalizmi, burjuva sınıf egemenliğini, emperyalist dünya sistemini devrimlerle yıkarak demokrasi ve sosyalizme geçilemeyeceğini, tek seçeneğin reformlarla kapitalizmi dönüştürmek olduğunu; “Apoizm” olarak tanımlayabileceğimiz bu teori ve program ve stratejinin çağımızın sorunlarına çözüm bulma çizgisini temsil ettiğini altını çize çize propaganda edegeldi... O halde bu ideolojik ve politik dönüşümü tasfiyecilik olarak tanımlayanlara karşı öfke dolu eleştiriler yapılması hatalıdır, haklı değildir.

Her akım kendi ideolojik ve siyasi çizgisine göre olan-biteni çözümler ve tanımlar. Bu, demokratik bir haktır. Kimse PKK’ye ya da Öcalan’a göre kendisini tanımlamaz, hoşnut olsunlar diye, hoşnut olacakları değerlendirmeler yapmaz. Bu beklentiler ve tek yanlı beklentiler baştan sona yanlıştır. Saygı değer bir büyük mücadelenin yürütülmüş olması eleştirileri boşa çıkarmanın fonksiyonuna da dönüştürülemez...

Kürt hareketiyle her alanda Kürt ulusunun haklı, meşru demokratik hakları için mücadelede yürütenlerin diğer yandan eleştiri ve tartışma özgürlüğüne de sonuna dek bağlı kalması anlaşılır bir bakış açısı ve duruştur. PKK’nin kendi çizgisinde “Türk solu”nu dogmatizmle, çağı ve Öcalan’ı anlamamakla vb. eleştirmesi ne kadar kendi demokratik hakkıysa tersinden bu hak “Türk solu”nun da hakkıdır... Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük ilkesi ortak savaşımın, proletaryanın, halkların birleşik ve enternasyonal mücadelesinin doğal yol gösterici ilkesidir...

III

PKK’nin kendi tarihsel sürekliliği içerisinde iki tarihsel döneminden bahsetmek gerekir. PKK’nin devrim ve silahlı mücadele çizgisi iki evrede ele alınarak incelenmelidir...

PKK’nin silahlı mücadele stratejisi birinci aşamada (doğuşundan İmralı çizgisine dek olan dönem) Kürt ulusunun haklı ve meşru hakkı olan Kürt ulusal devletini kurma, sömürgeciliği devrimle yıkma program ve stratejisi tarafından yönlendiriliyordu. Bu dönemdeki paradigması (çizgisi) ulusal devrimci-demokratik karakterdeydi.

Ancak ikinci aşamada (İmralı paradigması) PKK’nin silahlı mücadele strateji ve taktikleri egemen sömürgeci devletleri yıkmadan, bu devletleri demokratikleştirme (“Demokratik cumhuriyet”, “Demokratik modernite”) program ve stratejisinin aracı haline gelmiştir. PKK İmralı çizgisi ile bağımsız, birleşik, devrimci bir Kürt ulusal devleti kurmaktan vazgeçtiğini, dahası, silahlı mücadele ve devrimin yanı sıra, ulusların ayrılma ve kendi ulusal devletlerini kurma hakkının çağımızda artık geçersizleştiği, artık Kürtlerin devlet kurmaktan vazgeçtiği ilanı öylesine basit bir değişikliği ifade etmemektedir...

Silahlı mücadelenin sömürgeci devletleri devrimlerle yıkmanın aracı olması ile, bu devletleri yıkmadan, sadece onları “demokratikleştirme” siyasal stratejisine bağımlı olması açık ki iki ayrı durumdur. Birincisi devrimci nitelikte bir çizginin ikincisinin ise sosyal reformist paradigmanın ifadesidir. Bunun sağa sola çekilecek hiçbir yanı da yoktur. İkinci politikaya-stratejiye dayanan silahlı mücadele anlayışının egemen sınıflara silahlı baskı yaparak sosyal reformlara dayanan sınırlı bir kazanım elde etme teori ve pratiği olduğu nettir. Bu bağlamda söz konusu olan silahlı reformizmdir. Öcalan ve PKK yöneticilerinin bunun bilincinde olmadığını düşünmek saf dillik olur...

Biliniyor, silahlı mücadele politikanın şiddet/zor araçlarıyla sürdürülmesidir. Silahlara siyaset kumanda eder. Eğer bu kumanda devrimci bir program ve stratejiye dayanıyorsa, egemen sınıfları ve devletlerini yıkmaya; eğer bu kumanda reformist bir paradigmaya dayanıyorsa, devlet ve yönetici sınıf üzerinde baskı kurarak siyasal ve sosyal reformlarla hak koparıp almaya dayanır. Eğer siz Kürt ulusal sorununu ve sömürgeci boyunduruğu silahlı devrimle yıkmaktan vazgeçmişseniz, üstüne üslük bunu genelleştirip silahlı mücadele çağının geçtiğini savunuyorsanız, bu durumda, paradigmanızın reformizm ve tasfiyeci olarak eleştirilmesinden de alınmamalısınız.

IV

Mekanik ölçütlere saplanmamak, dogmatik tek yanlılığa düşmemek ve PKK’ye bir haksızlık yapmamak ve bütünsel bir perspektif için diğer bir olgunun altını da çizmek isteriz.

PKK reformist ve tasfiyeci paradigmayı benimsedikten sonra da eyleminin içeriği itibariyle ulusal devrimci bir çizgide durmaya devam etti. Çünkü, tam teslimiyet dışında başka alternatifi de yoktu. Kürt halkının ve PKK’nin öyle gidip teslim olmayacağı da açıktı. Ki Öcalan’ın tutsak düşmesinden sonra ortaya çıkan, hatta başlangıçta tam teslimiyeti dayatanların baskın hale geldiği bir geçiş süreci yaşandı ama PKK’nin devrimci kadroları söz konusu tasfiyeci ihanet ve teslimiyeti boşa çıkarmayı başardılar. Bu aşamadan sonra da, İmralı çizgisine karşın sömürgeci faşist diktatörlük Kürtlere zerre kadar hak tanımamaya, Kürt halkına ve öncüsüne teslimiyet ve ihaneti dayatmaya devam etti. PKK teslimiyet ve ihaneti reddetti. Silahlı mücadeleye de devam etti. “Demokratik cumhuriyet” ve anayasal eşitlik, Kürtlerin ulusal kimliğinin tanınması talebinin arkasında durdu. Kürt halkı sokakları terk etmedi. Ulusal taleplerini güçlü bir tarzda haykırmaya devam etti. Üstelik önemli bir tarihsel ve siyasi kazanım olan Rojava devrimi gerçekleşti ve yerel bir Kürt devleti kuruldu...

Yukarıda işaret ettiğimiz birinci aşamada devrim stratejisinin hizmetinde olan silahlar, ikinci aşamada silahlı reformizm olarak, sosyal reformlarla kimliği kazanma mücadelesinin hizmetinde oldu. PKK’nin fesh edilmiş olması bir yana, sömürgeci faşizm Kürt ulusal kimliğini kabul etmedikçe PKK’siz PKK ve Kürt halkı mücadele etmeye, devrimci bir rol oynamaya devam edecektir. PKK’nin kendini fesh etmesi, silahlı mücadeleye son vermesi bu durumu değiştirmeyecektir. Kürt halkı ve öncüleri şartsız boyun eğme, teslim olma pratiğine girmeyecektir. Bu gerçeklerin de görülmesi gerekir.

V

PKK İmralı çizgisi/paradigmasına bağlı olarak kendisini fesh etti. Silahlı mücadeleye son verdi.

Bu karar, son tahlilde, Öcalan’ın ve yurtsever hareketin silahlı mücadeleyle sömürgeci devletleri yıkma, Kürt ulusal devletini kurmaktan vazgeçmiş olmasıyla; silahlı mücadeleyi “Demokratik Cumhuriyet”e varma amacının baskı aracı olarak görmesi perspektifiyle uyumludur. Öcalan için ana sorun Kürt ulusal kimliğinin anayasal güvence altına alınması, “Demokratik ulus” ve “Demokratik Cumhuriyet”e ulaşılmasıdır.

Buradan meseleye baktığımızda, Öcalan ve yurtsever hareketin yeni bir tarihsel dönemi geride bırakarak yeni evreye, barışçıl demokratik meşru legal siyaset arenasına geçerek yol almak istemesi anlaşılırdır. Dolayısıyla bu hedefe kilitlenmiş bir hareket tarzı ve siyasal yönelimin kurulması, politik fırsatların bu amaçla değerlendirilmesi kendi içerisinde tutarlıdır. Kuşkusuz ki yurtsever hareket yeni evreye geçmekle mücadelesine inşa ettiği çizgide devam edecektir...

Öcalan ve yurtsever hareketin politik hedef ve taleplerini devrimci paradigmadan reformist paradigmaya çekmiş olması dün olduğu gibi bugün de haklı devrimci eleştirilerin konusu olacaktır...

Burada özel savaş elemen ve kurumlarının, egemen ulusun ayrıcalıklarından yana duran sosyal şöven çevrelerin, PKK düşmanlığından beslenen itirafçıların ve siyasal eğilimlerin, ilkel Kürt milliyetçisi hareketlerin düşmanca ve tümüyle gerici nitelikte olan saldırılarına karşı durmak ve geri püskürtmek de vazgeçilmez devrimci bir görev olduğunu vurgulamak isteriz.

Devam edelim.

Yeni başlamış olan süreç söz konusu olunca, bu sürecin ne olduğu ve nasıl gelişeceği genel olarak bilinmiyor. Devrimci ve demokratik kamuoyu konu bağlamında bilgisiz ve bilgilendirilmemiştir. Evet, Saray, devlet, Öcalan perde gerisinde kapsamlı görüşmeler, pazarlıklar yapıyordur; bu belli. Belli olmayan şey, sürecin temel karakteristikleridir. Bugüne dek yapılan açıklamalar ise tatmin edici olmaktan uzaktır. Yeni bir yöntem deneniyor deniyor. Pek güzel de orta yerde bir şey yokken PKK’nin kendisini fesh etmesi, silahlı mücadeleye son vermesi, üstelik aradan uzun bir zaman geçmesine karşın yurtsever hareketin tek yanlı attığı adımlar dışında “bir şeyler”in görünmemesini ise hatırlatmaya bile gerek yok...

Burada sürecin belirsizliği, aşırı riskleri, bilgi yoksunluğu, dinsel faşist diktatörlüğün ve merkezi Saray iktidarının özgün manevraları sürece karşı güvensizlikle, kuşkuyla yaklaşmayı ve kamuoyu nezdinde demokratik bir tartışmayı, “Barışın toplumsallaşması”nı, Türk egemen sınıflarının ırkçı, şöven, mlitarist, imha ve inkar, topyekün savaşını güçlü bir şekilde teşhir etmeyi, barış ve demokratik çözüm sürecinin en geniş kitleleri kazanmasını açık bir şekilde önlemektedir...

Uzatmayalım, burada Öcalan’ın ve yurtsever hareketin yeni koşullarda yeni bir yöntem deniyoruz adına, daha baştan kendisini feshetmesi, silahları bırakması yalnızca tehlikeli değil aynı zamanda tasfiyeci bir karar olarak eleştirilmesini gerekli kılmaktadır.

VI

PKK tarafından öteden beri yapılan açıklamalarda Öcalan’ın “Baş müzakereci” olduğunun altı çizildi. Bu anlaşılır bir durumdur. Ancak gerçekte Öcalan’ın statüsü “Baş müzakereci” olmanın ötesinde oldu hep. Öcalan PKK tarihinde her zaman belirleyici oldu. PKK’nin feshedilmesi ile tüm yetkiler Öcalan’a devredildi... Bu bakış açısı, politik tutumu doğru görmek mümkün değildir. Dinci faşist diktatörlüğün rehine tutsağı olan ve her saniye ağır bir baskı altında yaşayan Öcalan’ın tek, mutlak, tartışılamaz yetkili ve karar verici merci olarak süreci yönetmesi yanlış olduğu kadar da son derece risklidir. Üstelik henüz ne olduğu bilinmeyen ya da yarım-yamalak bilgilerin orta yerde dönüp dolaştığı bir kesitte bu, çok daha büyük bir risktir... Tek adam yöntemini ve yönetimini doğru bulmasak da kuşkusuz ki bu, bu kararı veren partinin iradesidir. Eleştirimiz Öcalan’ın başmüzakerici olmasına değil, tek yetkili merci, karar verici olmasınadır. Fakat Öcalan’ın serbest bırakılmasını ve müzakereleri doğrudan yönetebilmesi için yurtsever hareketin ısrarı haklı ve meşrudur. Bu mücadelenin sonuna dek politik ve pratik olarak arkasında olmak gerekir.

PKK yöneticileri, Öcalan’ın tutsak düşmesinden sonra, hataları, eksiklikleri, zaafları ne olursa olsun, süreci, savaşımı başarıyla yönetti. Bu hakkın teslim edilmesi gerekir. Bu gerçeğin tespit edilmemesi, inkar edilmesi, küçümsenmesi, üzerinden atlanması, her şeyin Öcalan’la açıklanması tümüyle yanlıştır. Evet, PKK Öcalan paradigmasına bağlı kalmıştır. Hareketin lideri odur ama Öcalan’ın doğrudan savaşımın içinde yer alamadığı koşullarda yürütülen bir büyük mücadele var. Ve bu mücadeleyi iç, bölgesel ve küresel alanda örgütleyen, yöneten mücadelenin önderliğini oluşturan PKK yöneticileri ve önder kadrolarıdır. Bugün yenilmemiş bir ordu olarak düşmanla “masaya oturulmuş” olması, Rojava devriminin zaferi doğrudan PKK’yi yöneten kadroların başarısıdır... “Yiğidi öldür ama hakkını yeme.”

18 Haziran 2025 Çarşamba

PKK’NİN FESİH KARARI ÜZERİNE...

 

PKK’NİN FESİH KARARI ÜZERİNE...

NOT: Bu yazı, 30.05.2025 tarihinde Avrupa Demokrat’ta yayınlanmıştır.

I

PKK, 12. Kongresini toplayarak fesih kararı aldı. Bu, beklenen bir gelişmeydi. Kuşkusuz ki fesih kararının iç, bölgesel, küresel alanda önemli etkileri olacaktır. Fesih ve silahlı mücadeleye son, yeni bir evreye (demokratik barışçıl mücadele evresi) geçerek mücadeleyi yürütme kararı İyi Parti gibi birkaç parti dışında burjuva partiler, Saray iktidarının yanı sıra, Orta Doğu’da rekabet ve hegemonya mücadelesini yürüten emperyalist merkezler tarafından da olumlu karşılandı… Keza Türk küçük burjuvazisinin sosyal reformist partileri, Kürt burjuvazisinin politik eğilimlerinin temsilcileri de kararı “gecikmiş ama olumlu” bir karar olarak tanımladılar. Pek çok devrimci siyasal yapı ise, bu kararı eleştirdi ve eleştirmeye devam etmektedir.

Karara karşın, bu hamurun daha çok su kaldıracağı kesindir. Önümüzde tek düze bir süreç, tek başına “Terörsüz Türkiye” diye yırtınan Türk burjuva devletinin, dinci faşist Saray iktidarının her istediğini alabileceği bir süreç değil, karmaşık bir süreç var. Hatta denebilir ki, “asıl süreç” şimdi başlıyor…

Kürt sorunu ve mücadelesi bütün ağırlığı ile orta yerde durmaya, devlet ve Sarayın beynine, yüreğine vurmaya, nefessiz bırakmaya, yıpratmaya devam etmektedir. İmha, inkar, ez ve çöz politikası zaten iflas etmiş durumda. Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesine uluslararası destek büyümektedir. Suriye Kürdistan’ında Rojava özerk bölgesi güçlenmekte mevzilerini sağlamlaştırmaktadır. Kürt halkı yarım asra yakın bir süredir ağır bedeller pahasına yürüttüğü mücadelenin karşılığını istemektedir. Öyle propagandası yapıldığı gibi, yenilmiş, teslim olmuş, yalvar-yakar olmuş, pişmanlık bildiren bir halk ve temsilcileri yok karşılarında. Kürt halkının Orta Doğu çapındaki kazanımlarına da dayanarak haklı, meşru taleplerinin arkasında durmaya devam edeceği açıktır. Devletin, Saray’ın ayağına giden Kürt halkı değil, aksine, hangi saiklerle olursa olsun, Kürt halkının ayağına giden devlet ve Saray olmuştur. Bugün kendisini fesheden PKK’nin zorunlu kaldığında geçmişte olduğu gibi kendisini yeniden kurabileceği ya da adına PKK denmese de kendi partisini farklı bir formda yeniden inşa edeceği unutulmamalıdır. Vurgulanmalıdır ki, Öcalan, PKK kendi davranışlarında özgür değildir; onlar Kürt halkına rağmen her istedikleri kararları alıp dilediklerince davranamazlar. Öcalan ve PKK’nin bunun farkında olmadığını düşünmek saf dillik olur…

II

Fesih ve silahlı mücadeleye son verme kararını tasfiyeci bir karar olarak görsek de, objektif olarak, Kürt sorununun uluslararası karakterini güçlendirdiğini; Kürt halkının mücadelesini ve haklı davasını meşrulaştırma üzerinde dünyasallaştırdığını; faşizm ve sermayenin bölgesel çapta Kürt kazanımlarını yok etme politikasını gerilettiğini; Kürt halkını bekleyen tüm tehditlere karşın elini güçlendirdiğini görmemek olmaz.

Keza unutmamalıyız ki, Orta Doğu çapında bir sorun olan Kürt sorunu, aynı zamanda Orta Doğu çapında yaşanan krizin bir unsuru, öne çıkan bir temel sorunudur. Kürdistan’ı dört parçaya bölen politikaların ve bu politikaların hamisi, temsilcisi ve uygulayıcısı devlet(lerin) politikalarının çöktüğü bir tarihsel kesitten geçmekteyiz. Artık “Mızrak çuvala sığmıyor.” Uzun bir zamandan beri Orta Doğu’da (Kürt sorunu ve) Kürt halkının ulusal mücadelesi Sykes-Picot Antlaşması’nı ve Türk ulusu bakımından bir kazanım olmakla birlikte Kürt halkı bakımından ulusal inkar ve imha politikasını ifade eden Lozan Antlaşması’nın çerçevesini yıkıp geçmişti. Bugün kendisini feshetmiş bulunan PKK’nin 50 yıla yaklaşan mücadelesi ve bölgesel çapta Kürt halkı nezdindeki etki gücü, aynı zamanda Kürdistan, Kürt ulusu, Kürt halkı nezdinde (de) iflas etmiş ve çözümü pratik-politik bir soruna dönüşmüş olan bölgesel Kürt krizinin göstergesi, eski statükoların yıkılmasının somutlaşmış bir ifadesidir.

Ve bütün yerel, bölgesel, küresel devletler oyun planlarını bu gerçeği de dikkate alarak geliştirmekte ve pratikleştirmektedirler…

Bu kısa ön dikkat çekişle birlikte devam edelim.

II

PKK daha önce de kendini feshetmiş, silahlı mücadeleye son verdiğini duyurmuştu. (KADEK-KONGRE-GEL sürecini hatırlayalım.) Yani PKK ilk kez kendisini feshetmiyor. Gerek ilk fesih kararı gerekse de son fesih kararı son tahlilde içerik olarak aynı gerekçelere (dünya ve Orta Doğu’da ortaya çıkan derin değişikler, paradigma değişimi, yeni bir evreye geçiş) dayanmaktadır. Şüphesiz her iki aşamanın iç, bölgesel, uluslararası konjonktürü arasında çok önemli değişiklikler söz konusudur…

Bütün temel tarihsel ve toplumsal sorunlar, çatışmalar, çözümler ve gelişmeler, içerisinde geçilen somut tarihsel konjonktürle biçimlenir. PKK’nin fesih kararı aldığı koşullar için de bu doğrudur. Bu bağlamda özelde Orta Doğu’da güç dengelerindeki kaymaların, yeni kuvvet ilişkilerinin şekillenmesi ve güç dengelerinin geleceğe dönük çoklu, çok seçenekli gelişme olasılığı, tüm bu gelişmelerin Orta Doğu’da Kürt mücadelesi üzerindeki derin, kapsamlı, doğrudan etkilerini görmemek olanaklı değildir. Keza bölge dinamiklerini, küresel ve bölgesel rekabet mücadelelerini etkileyen temel bir dinamik ve etkin bir politik güç olan Kürt dinamiğini ve mücadelesini görmezden gelerek ya da küçümseyerek de olan-biteni kavramak olanaklı değildir…

PKK’nin kendini fesih kararı Öcalan paradigmasına, onun belirleyici liderliğine ve pratik-politik inisiyatif koymasına dayanmaktadır. 2024 Ekim ayında Bahçeli’nin DEM’e uzanan eliyle bir biçimde gün ışığına çıkan yeni süreç, henüz ne olduğu belli olmasa da bütün çelişkiler ve belirsizlikler, tutarsızlıklar, beklentiler ortamında, kaygan bir zeminde kendi mecrasında akmaya devam etmektedir…

Öcalan’ın direktifleriyle kendini fesheden PKK “devletle bütünleşme” çağrısı yapan Öcalan’ın Kürtler için devlet, federasyon, demokratik özerklik, kültürel çözümler istemediğini, “Demokratik Toplum”dan yana olduğunu ve sürecin ön koşulsuz olduğunu bildiren kamuoyu açıklamasını “Asrın Manifestosu”, yalnızca Türkiye’nin değil, “Orta Doğu’nun, çağımızın sorunlarını çözecek bir manifesto” olduğunu ısrarla propaganda yapmasına karşın, Kürt halkı ciddi derecede güvensiz, aşırı ihtiyatlı, derin kaygılarla bir “bekleme”, meseleyi anlama süreci yaşamaktadır. Fesihle içerisine girilen süreç durumun giderek anlaşılmasına da bir ölçüde hizmet edecektir. Kürt halkı Öcalan’a karşı duyduğu aşırı bir güven duygusuyla “Önderliğin bir bildiği vardır.” diye düşünmektedir. Bu perspektif ve duygu şimdilik yeni sürece karşı duyduğu tüm güvensizliklerine, aşırı ihtiyatına, gönülsüzlüğüne rağmen Kürt halkının Öcalan’ın yanında durmasına yol açmaktadır. Bu bir yana, unutmamalıyız ki Kürt halkı dünyanın en politik halkıdır ve bu halk kendi çıkarına aykırı olduğu zaman her şeye kafa tutma yetisine de sahiptir…

Öcalan’ın İmralı irade kırılması ile ortaya çıkan yeni paradigması sosyal reformist ve tasfiyeci karakterdeydi… Bugün, söz konusu paradigmaya dayanmasına karşın, bu paradigmanın da gerisine düşürek yeniden biçimlenme süreci yaşayan Öcalan paradigmasının yeniden başlayan süreçte pratik-politikte nasıl biçimleneceğini hep birlikte göreceğiz. Ancak Öcalan paradigması ve “Manifesto”su, her iki düzeyde de tasfiyecidir. PKK’nin kendini feshetme kararı söz konusu paradigmaya ve gelişme evrelerine dayanmaktadır.

Bu kez izlenen yöntemin, bugüne dek bilinen “silah bırakma ve barış” deneyimlerinden farklı olduğu vurgulanıyor. Buna göre, silahların bırakılması sürecin sonuna bırakılmayacak, aksine başa alınacak ve silah bırakmak ön şartsız gerçekleşecek. Hukuksal, yasal zemin silahların teslim edilmesiyle ya da edilmesinden sonra devreye girecek… Böyle bir tasfiyeci yöntemin kabul edilmiş olmasının Kürt halkı ve ilerici kitleler bakımından yaratacağı yıkımları düşünmek bile oldukça ürkütücüdür… Böyle olmakla birlikte, Türkiye ve Orta Doğu cangılında bu işin, o kadar kolayca gerçekleşebileceğini de beklemiyoruz…

PKK’nin kendini fesih kararı her ne kadar siyasi ve askeri olarak yenilmiş, dağılmış, moral bozukluğunun cenderesinde kendini kaybetmiş, aman dileyen bir ordunun irade kırılmasının ürünü değilse de, hele de “ön koşulsuz” fesih kararı, faşizm ve sermayenin eline güçlü bir koz vermiştir. Nitekim gerici ve faşist karşı devrim cephesi, bu durumu dizginsiz bir psikolojik ve ideolojik saldırı fırsatı ve aracı olarak kullanmaktadır ve kullanacaktır. Sürecin belirsizliği, kapalı kapılar arkasında tepeden iş bitirme yöntemi, gerici ve faşist cephenin çoklu taktikler ve iş bölümü çerçevesinde yürürlüğe koyduğu oyun planı bu saldırı dalgasına oldukça elverişli bir alan sunmuştur. Somut bir karşılığı olmadığı halde PKK’nin daha baştan kendisini feshetmesi, silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etmesinin Kürt halkı nezdinde de sevinçle karşılanmadığı açıktır…

İslamcı faşist diktatörlüğe ve elebaşısına karşı duyulan haklı öfke ve güvensizlik yalnızca Kürt halkı nezdinde değil, ilerici kitleler nezdinde de bir olgudur. Bu durum söz konusu kitlelerin Kürt ulusal hareketine karşı mesafeli durma eğilimini beslemekte; dahası değişik burjuva “sol” kliklerin manevralarına imkan sunmakta; başta Türk sosyal şöven çevreleri olmak üzere “ilkel Kürt milliyetçisi” çevrelerin ideolojik saldırılarına da alan açmaktadır… Bu bağlamda özelde bilakis sürecin anlaşılmasını önleyen tepeden işi bitirme yöntemine dikkat çekmek gerekir. Bu yöntem, kamuoyu nezdinde demokratik tartışmaların yapılarak barış ve demokrasi mücadelesinin toplumsallaştırılmasını, halklar cephesinde sürece inisiyatif koyulmasını önlemekte, sürece mesafeli yaklaşmayı koşullamaktadır. Arka planda ABD, devlet, Saray, İmralı arasında olan-biten şey her ne ise, bu durum halklara güven vermemektedir. Bu tip süreçlerde “gizli diplomasi”, gizli görüşmeler ve pazarlıklar anlaşılır olsa da ya da başlangıçta bu girişimler vb. kamuoyu nezdinde bilinmese de, mesele bir aşamaya geldiğinde, meselenin genel çerçevesinin, kırmızı çizgilerin kamuoyu tarafından bilinmesi gerekir. Hiç olmazsa savaşın ilerici, devrimci tarafının bu inisiyatifi göstermesi, böylece asgari ölçekte de olsa, kafalardaki soru işaretlerini gidermesi gerekir. Böyle bir tutum, halkların lehine bir duruşu ifade eder. Açıklık ilkesini, eleştiri ve tartışma özgürlüğünü, “barışı toplumsallaştırma” mücadelesini güçten düşürerek burjuva cepheye kan taşıyan zafiyetlerin yurtsever hareketin de lehine olmadığını belirtmek bile gereksiz. Bu süreçte olmayan şey tam da budur ve son derece tehlikeli bir gidiştir. Ekim 2024’den bu yana geçen zaman diliminde içeride, dışarıda Kürtlere hoş gelecek sözlerin dışında diktatörlük cephesinde atılmış somut bir adım da yok. Dahası faşizm ve sermaye cephesi Kürtlere tam teslimiyeti dayatmaya, Özgür Alanlara dönük gerçekleştirdiği binlerce askeri saldırıyla işine bakmaktadır. Fesih kararından bu yana da aynı kanlı saldırılar sürmektedir… İçeride toplumsal ve siyasal muhalefete dönük azgın devlet terörü sürerken, “yeni süreç” CHP’yi de yıkma, parçalama, etkisizleştirme, dizayn etme politikası doğrultusunda ilerlemektedir. Durmadan Meclise gelen torba yasalarla Saray ve ele başısına sınırsız gasp yetkileri verilmeye devam edilmektedir…

III

Savaşın kaderini çarpışan iradeler belirler. Kuşkusuz ki bu iradeler içerisinden geçilen tarihsel, toplumsal, siyasal koşullar altında şekillenir ve pratikleşir. Bu çarpışan Kürt iradesi için de faşizm ve sermaye cephesi için de geçerli tarihsel ve siyasal bir gelişme yasasıdır. Her bir cephenin kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Bunlara girmeyeceğiz; fakat, Kürt halkı ve halklar büyük risklerle karşı karşıyadır. İdeolojik ve siyasal eleştirilerimizi yaparken öte yandan da güncel politik görevleri ihmal etmemek, Kürt ulusunun en küçükten en büyüğe kadar her ilerici demokratik talebinin sonuna dek arkasında olmak, halkların birleşik mücadelesini güçlü bir tarzda geliştirerek başta Kürtler olmak üzere işçi sınıfının, halkların lehine kazanımları büyütmek çizgisinde ısrar etmek zorunludur.

Kürt halkı yenilmiş bir halk değil. PKK tüm eleştiri ve değerlendirmelerimize karşın teslim olmuş bir öncü değil. Öcalan bir tas çorba uğruna Kürt mücadelesini satmış değil. Faşizm ve gericiliğin, sosyal reformizmin propagandasının aksine Kürt halkı mücadeleye devam etmektedir. Halkların kardeşliğini önemsemektedir. Birleşik mücadele talebinden vazgeçmek bir yana, (tasfiyeciliğin yansıması olan, “Müzakere mi mücadele mi?” ikilemine sokulmaya çalışılsa da) Türkiye halklarının birlikte yürümesinden yanadır. Kürt halkı bir tas çorba karşılığında ulusal demokratik taleplerinden vazgeçmeyecektir. Böyle düşünenler yanıldıklarını görecektir. Kürt halkı aynı zamanda bir tarih bilincine sahiptir…

Faşizm ve sermaye, dinci faşist Saray içeride ve Orta Doğu çapında karmaşık bir oyun planını devreye sokmuştur. Amaç Kürtlerin haklarını tanımak, demokrasi ve barış mücadelesinin önünü açmak, “Demokratik Toplum”u inşa etmek değil. İçeride ve dışarıda köşeye sıkışmış, nefes almaya, dengeleri kendi lehine çevirmeye, iktidarını güvence altına almaya, bölgesel tehditleri bertaraf etmeye oynayan bir egemen sınıf gerçeğiyle ve demir ökçe politikası uygulayan bir dinsel faşist diktatörlükle karşı karşıyayız. İzlediği strateji ve taktiklerin bir gereği olarak Saray eksenli atılacak adımlar ise kurulmuş oyun planına inandırıcılık katarak kendi alanını genişletmeye endeksli olacaktır… “Kamusal alana ait olmamak” koşuluyla, (Kürt ulusunun temel ulusal demokratik haklarını tanımayarak) bireysel kültürel hakları öne çıkararak, bu temel çerçeveye de hizmet edebilecek adımlar ise, zaten Kürt halkını tatmin etmeyecektir.


MHP-AKP-Erdoğan ve ittifak güçleri, devreye koydukları oyun planıyla, “barış süreci”yle, yeni anayasa talebiyle, (belki de belli balans ayarlarından geçecek ama) başkanlık rejimini ve neo-Osmanlıcı, tepesinde de Erdoğan’ın oturacağı politik rejimi süreklileştirmeyi güvence altına almaya çalışmaktadırlar. Burada söz konusu olan salt dar anlamda gelecek seçimleri kazanmak, bu amaçla iç kamuoyunun dikkatini saptırmak, Erdoğancı kliğin rejimini süreklileştirmek değil, bu ön koşulla birlikte, Türk egemen sınıflarının jeopolitik stratejik gelişimi de tahkim edilmek hedefleniyor. Faşizm ve sermaye, kurduğu oyun planında, oyun planının başarısının ön koşulu haline gelmiş olan Kürt kartının kendisine karşı bir koza çevrilmesini önlemeye; kontrollü gelişme çizgisinde Kürt kazanımlarını tasfiye etmeye, olanaklıysa Öcalan, DEM üzerinden cephesini sağlamlaştırmaya; stratejik bir tehlike ve tehdit olan Türk ve Kürt halklarının mücadelesinin birleşmesini önlemeye; Kürt halkını “tarafsızlaştır”arak yedeklemeye, zaman kazanmaya, Kürt halkını oyalamaya; keza kendilerinden kopan “muhazafakar Kürt seçmeni”ni kendi cephesine çekmeye çalışmaktadır…

Her ne ise, bu hesapların yaşam bulması için çok yönlü bir hareket planının devrede olduğu kesindir. Ancak bu, faşizm ve sermayenin, Saray rejiminin kirli hesaplarının tutacağı anlamına gelmemektedir. Burada başta Kürt halkı olmak üzere, işçi sınıfının ve emekçilerin, ezilenlerin mücadelesi başa yazılmalıdır…

Devam edelim.

Ne olduğu belli olmayan bir süreci desteklemek, savunmak, hayali beklentiler yaymak doğru bir politika olmayacaktır. Yapılması gereken şey, işçi sınıfının politikasına dayalı tarzda, Kürt ulusunun tüm ulusal demokratik haklarını ve taleplerini militanca savunmak, proletarya enternasyonalizmi, halkların kardeşliği ve birleşik mücadelesi yolundan yürümektir. Şu veya bu nedenle açılan yolda, süreci halkların lehine çevirecek, karşı-devrim cephesinin planlarını bozacak, devrim ve sosyalizm kavgasının yolunu açacak ve kavgayı büyütecek bir yoldan savaşı geliştirmektir. Kürt ulusal hareketine, Kürt halkına da yapılacak en büyük, en etkili katkı bu olacaktır. Eğer halkların birleşik mücadelesi ile önlenemezse ne ciddi bir kazanım elde edilebilir ne de yeni ve kanlı bir sürece girişin önü alınabilir. Tek yol devrim demek yetmiyor. Yapılması gereken güncel mücadelenin proletarya ve halkların gündemine yakıcı bir tarzda soktuğu görevleri devrimci çizgide omuzlamaktır. Devrimci hareketimizin uzun yıllardır etkisizliği bir olgudur ama yapılması gereken şey, bu yeni dönemi devrimci yenilenme ve sıçramanın kaldıracı olarak değerlendirmektedir.

11 Haziran 2025 Çarşamba

MÜZAKERE, MÜCADELE, BARIŞI TOPLUMSALLAŞTIRMA

 

MÜZAKERE, MÜCADELE, BARIŞI TOPLUMSALLAŞTIRMA...

ÖN AÇIKLAMA: Bu yazım, 15.04.2025 tarihinde Avrupa Demokrat’ta yayınlanmıştır.

Beğensek de beğenmesek de devlet-Saray-İmralı üzerinden başlayan bir “süreç”le; diktatörlük ve faşist şefleri tarafından “Terörsüz Türkiye”, Kürt yurtsever hareketi tarafından “Demokratik toplum” süreci olarak nitelenen bir süreçle karşı karşıyayız. Her ne kadar bu sürecin içeriği hakkında netleşmiş bir şey olmasa da, süreci başlatanların aynı şeyi düşündüğü ve hedeflediği söylenemez. KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın, BBC Farsça’ya yaptığı açıklamalar önemlidir. Bayık’ın açıklamasında yer alan, İmralı’daki görüşmelerin içeriğinden haberdar değiliz vurgusu oldukça dikkat çekicidir ve sürecin net olmadığı, kafa karışıklığı, kuşku yarattığı ekseninde yaptığımız eleştirel değerlendirmelerin haklılığını göstermektedir.

Başlayan sürecin halkların birleşik mücadelesi ve “barışın toplumsallaştırılması” bağlamında ciddi sorunlar yaratacağı da görülmektedir. Bu bağlamın “Müzakere ve mücadele” ilişkisinde ortaya çıktığı görülüyor.

Bakırhan’ın “Bizim başka önceliğimiz var, barışı toplumsallaştırmak.” açıklaması halkların birleşik mücadelesinin geliştirilmesini ve böylece “barışın toplumsallaştırılması”nı önleyecek gerçek bir tehlikeye işaret etmektedir. Erdoğancı dinci faşist diktatörlüğün “Böl ve yönet” politikası, bu yeni süreçte de sonuna dek yürürlükte kalacağını biliyoruz. Bakırhan’ın açıklamasının, dinci faşist iktidarın Kürt dinamiğini ve mücadelesini Batı merkezli anti-faşist toplumsal mücadele dinamiğinden uzaklaştırma, hatta karşı karşıya getirme politikasına alan açtığı görülmelidir. Bakırhan açıklamasında ortaya çıkan politik tutum, tesadüfi ve kişisel olmaktan çok uzaktır. O, bir eğilimi, bir yönelimi, nesnel olarak dar ulusalcı/milliyetçi bir uzanımı dile getirmektedir.

Devlet ve Saray’ın Öcalan’la başlattığı süreç, DEM’i de sınırlayan karaktere sahiptir. Kuşkusuz ki, yurtsever hareket, DEM başlamış olan süreci yok sayarak hareket edemez. Ancak Saray kurduğu oyun planıyla, devreye soktuğu strateji ve taktiklerle, Kürt halk hareketi ile Türk halk hareketinin buluşmasını, ortaklaşmasını, birleşik bir mücadele cephesine dönüşmesini ve gelişmesini önlemeyi hedeflemektedir. Bu oyuna düşmemek gerekir. Dinci faşist iktidar, yurtsever hareketin, DEM’in, bileşenlerinin hararetle savunduğu, geliştirmeye çalıştıkları “Üçüncü Yol” politikasını tasfiye etmeyi hedeflemektedir. DEM’in “barış” ya da başlatılmış olan süreci gerekçe göstererek 19 Mart’da İstanbul merkezli Batıda patlak verip Türkiye sathında gelişen anti-faşist yükselişle, değerli ama dayanışma açıklamalarının ötesine pek de geçmeyen politik tutumlar sergilemesi, kaçınılmaz olarak tam da buna hizmet etmektedir. Sorun “Müzakere mi mücadele mi?” ikilemine mahkum edilemez. Henüz ne olduğu aydınlanmamış, derin ve kapsamlı kafa karışıklığı ve güvensizlik üreten “süreç”, halklar ve yurtsever hareket bakımından çok tehlikeli bir dönemin açık işaretlerini vermektedir. Bu tehlike ve tehditlerin boşa çıkarılarak sürecin Kürt halkının lehine geliştirilebilmesi ise iki ulustan ve ulusal topluluklardan işçilerin, halkın ve ezilenlerin mücadelesine bağlıdır.

Bunu görmemek ya da tek yanlı yaklaşımın Kürt hareketine bir yararı olmayacağı açıktır. Diktatörlük ve faşist şefleri Kürt halkının demokratik barış, demokratik çözüm hissiyatını, taleplerini kullanarak Kürt halkını pasifize etmeye, bir biçimde yedeklemeye çalışmaktadır. Bu olguyu göz önüne aldığımızda, güncelde 19 Mart tarihinde patlak veren anti-faşist hareketle, üstelik milyonlara yayılmış bir hareketle, “barış ve müzakere” görüşmelerini karşı karşıya koyarak meseleye yaklaşmak dinci faşist iktidarın elini güçlendirmektedir ve güçlendirecektir.

Vurgulanması gerekir ki, Kürt halkı bu süreçte Türk halkıyla, Batıda gelişen anti-faşist yükselişle birleşik hareket etmekle elini güçlendirecektir. Bunu yapmamak, araya mesafe koymak “Barışı toplumsallaştırma” görevine de aykırıdır. Şu an sürmekte olan sürecin ana yapısı anti-faşist karakterde bir barışın toplumsallaştırılmasının önünde engeldir. Tepeden işi bitirme yöntemi ve politikasıyla “barışı toplumsallaştırmakolanaklı değildir. Batıda, daha özgün hedeflerle CHP’yi özel olarak hedefleyen operasyon ve terör saldırısının “Kent uzlaşısı”nı hedef alması, “terörle işbirliği”, “bölücü teröre yataklık” iddialarıyla, “Terörsüz Türkiye” propagandası eşliğinde geliştirilmesi bile tek başına bu konuda bize fikir vermektedir. Dinci faşist iktidarın bu saldırılarının Kürt halkını, Türk ve Kürt halkları nezdinde tabanda kurduğu ya da kurabileceği yakınlaşmayı, dahası, Kürt halkının Türk halkıyla birlikte barışı toplumsallaştırmasını engellemeyi hedeflediği de açıktır. Bu politikanın Saray’ın “yeni barış süreci”yle kurduğu “oyun planı”yla ve saldırgan strateji ve taktikleriyle bağlı olduğu açıktır.

Barışın toplumsallaştırılmasının önündeki temel engel, dinci faşist iktidar ve dayattığı işi tepeden bitirme politikasıdır. İmralı’nın hesabı ne olursa olsun, bu politikaya verilmiş destek yanlıştır.

Dinci faşist diktatörlük ve yönetim merkezi Saray, iç ve dış hedeflerine ulaşmak ve iktidarın sürekliliği için yolu açmaya, dikensiz gül bahçesi oluşturmaya çalışıyor ama 19 Mart ve sonrası eyleme geçen milyonların hareketi bu hesapları ve yönelimi boşa çıkarmanın yolunu gösterdi...

Bu süreçte DEM’in Batıda başlamış olan halk hareketine destek açıklamasına karşın örgütlü bir tarzda sürece katılmaması ya da sınırlı katılması, dayanışmacılığın ötesine geçmemesi halkları bekleyen tehlike ve tehditleri açıkça yansıtmaktadır. Bakırhan’ın “Bizim önceliğimiz barışı toplumsallaştırmaktır” açıklaması ortaya konulan ve koyulmak istenen mesafenin çarpıcı bir formülasyonudur. Bilakis ABD, TC, Saray, İmralı merkezli tepeden “işi bitirme” politikasının doğrudan doğruya “barışı toplumsallaştırma”nın önünde engel oluşturduğu açıktır. Kapalı kapılar arkasında kalan, halklar nezdinde demokratik tartışma ve sorgulamayı önleyen, böylece “barışın toplumsallaşmasını engelleyen bir süreçten ne demokratik barış ne de demokratik çözüm çıkar. Kaldı ki, devlet ve Erdoğan’ın Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü gibi bir gündemi de yoktur. Başta Erdoğan olmak üzere, haksız, kirli, sömürgeci savaşın taraflarının “işi tepeden bitirme” politikası da bu gerçeğin ifadesidir.

Batıda patlak veren anti-faşist kitle hareketi CHP’yle ve CHP kitlesiyle sınırlı değildir. Bilakis CHP’yi aşan, CHP’yi de ileri taşıyan, Özer’i “Haydi sokaklara, faşizme karşı mücadeleye”, “Mitinge değil eyleme geldik” dedirten bir kitledir söz konusu kitle. Bu hareketin içinde yer almak, “Üçüncü Yol” politikasıyla yol açmaya çalışmak, hareketi birleşik geliştirmek herhangi biçimde CHP’li olmak, CHP’ye tabi olmak anlamına da gelmemektedir. Bu tip yorumlar, buna kapı açan ve teşvik eden yorumlar ve ajitasyon oportünist niteliktedir. Faşizme karşı öfkeyle sokaklara çıkan ve Saray’a ağır darbeler indiren dev kitleleri salt CHP’nin kitlesiymiş gibi sunan bir kafa aslında bir yandan Erdoğan’ın CHP’yi kriminalize ederek sağcı kitleleri etrafında toplama savaşımına güç taşımakta, diğer yandan da CHP’ye değerli bir hizmet sunmaktadır. Bakırhan’ın “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” açıklaması, zayıflığının farkında olan birisinin söyleyebileceği bir sözdür ancak. Zaman zaman izlediği taktiksel bağlaşma ve manevralar, bazı önemli zaafları DEM’i ve kitlesini CHP’li, CHP kitlesi yapmamıştır ve yapmaz da. DEM kitlesinin nasıl bir kitle olduğu ise zaten biliniyor.

Son yıllarda, bütün sorunlara karşın, CHP ve HDP-DEM kitlesi arasında olumlu bir etkileşim ve yakınlaşma ortaya çıktı. “Kent uzlaşısı” aynı zamanda bu yakınlaşma-etkileşim-tanışmanın açık bir biçimi ve yansıması oldu. CHP’nin tabanı emekçi bir taban. Bu tabanın Erdoğan tarafından şamar oğlanına çevrilmiş CHP’nin bürokratik ve tutarsız yönetimine ve dinci faşist iktidar karşısındaki pasif ve uzlaşıcı politikasına karşı gitgide büyüyen tepkisi vardı. Bu tepki CHP gençliğinde daha belirgindi. Patlak veren son halk hareketinde CHP’nin giderek aktifleşmesinde ve önde gelen pozisyona geçmesinde büyük kitlelerin ve gençliğin harekete geçmesinin temel rolünün yanı sıra, kendi tabanının, özelde genç tabanının özgül bir ağırlığı oldu. Bu gerçekleri görmezden gelmemek gerekir. Tutarlı demokratik ve anti-faşist çizgide bu tabana seslenmek ve yakınlaşmak imkanlarını yitirmemek bakımından da DEM’in “Müzakere” gerekçesiyle anti-faşist yükselişten uzak kalmaması, dahası, daha özgül politikalarla, “cephe gerisi”ni geliştirmeye önem vermesi gerekir. Bu bağlamda sorunun esasını CHP ile ittifak değil, CHP kitlesine hitap etme kabiliyetini geliştirerek bir de bu yoldan halkların tabandan buluşmasını, barışın toplumsallaştırılmasını teşvik etmektir...

Patlak vermiş hareket nezdinde milyonların eylemleriyle örgütlü ve aktif ilişkilenmek, öncü pozisyondan müdahale etmek, ulusal ve sınıfsal talepleri, ulusal eşitlik ve demokratik barış istemlerini tam bir tutarlılıkla kitle hareketine taşımanın CHP’li olmakla, “CHP’nin eylemci kitlesi” olmakla anlamlandırılamayacağı herkes nezdinde açık olmalıdır. Aslında bu tutum, “müzakare” gerekçesine sığınarak gelişen anti-faşist hareketle araya konulmak istenen mesafenin ifade biçimidir. Bu tutum, başta Kürt halkı olmak üzere halklara kaybettirir. “Batıyı kazanarak” demokratik barış talebini toplumsallaştırmayı önler. Doğu ve Batının birleşik mücadele gücünü açığa çıkarıp “müzakare” sürecinde faşist karşı-devrimi zayıflatarak sürecin halklar lehine geliştirilmesi fırsatının yitirilmesine hizmet eder.

Bakırhan’ın Erdoğan-Bahçeli cephesinden gelen kirli psikolojik savaş baskısı karşısında yapmak zorunda kaldığı şu açıklamayı birlikte okuyalım:

Aslında 'DEM Parti bu sürecin karşısında' derken aslında bizim oradaki duruşumuzu eleştiriyorlar. Ne yapacağız biz? Kayım atanınca iyi mi ettiniz diyeceğiz? Türkiye’nin 1. partisi olmuş bir önceki seçimde. Demeyecek miyiz geçmiş olsun diye? Bunun karşısında durduğumuzu kendilerine iletmeyecek miyiz?"

Bu açıklama, Erdoğan ve faşist iktidarın hangi beklentiler içerisinde hareket ettiğini göstermektedir. Bu açıklama, DEM ve Kürt halkı üzerindeki politik baskı ve psikolojik savaşın hedef ve manevralarına tercüman olmaktadır. Bu baskı sistemli devam edecektir. Tıpkı, Öcalan’ın kamuoyuna sunulan açıklamasından hemen sonra, üstelik hiçbir adım atmaya yanaşmadan başlatılan ve hala, “Hemen kendinizi fesh edin. Hemen gelip devletin şefkatli adaletine sığının. Ateşkes-mateşkes yok. Yoksa hepinizi yok ederiz” minvalinde yürütülen kirli psikolojik savaş örneğinde olduğu gibi. Erdoğan-Bahçeli’den, mafya-narko-terör-soykırım merkezi Saray’dan başka ne beklenir ki!!! Bu vb. oyunları ve saldırıları bozacak en önemli şey, halkların birleşik mücadelesidir. Barışın toplumsallaştırılmasının yolu da buradan geçmektedir. Bu temel olmadıkça, bu temele sağlamca basılmadıkça, diplomasiyle, diplomatik açıklamalar ve övgülerle, burjuva partilerle yapılan görüşmelerle, “onlar da olumlu yaklaşıyor” türünden açıklamalarla barış toplumsallaştırılamaz. Bu tip görüşmeler, diplomatik açıklamalar da gereklidir, kaçınılmazdır ama işin esasını da oluşturmadığı görülmelidir...

Açık ve kesin olan şey şudur: Dinci faşist iktidar ve özel savaş aygıtı, bütün gücüyle Kürt halkını, yurtsever Kürt hareketini, DEM’i Türk halk mücadelesinden, Türkiye devrimci hareketinden, iki halkın mücadelesinin ortaklaşmasından alıkoymak için “yeni süreç”i tepe tepe kullanacaktır. Bakırhan’ın söz konusu yakınmalarının da sonu gelmeyecektir.

Gezi Haziran Halk Ayaklanması döneminde (2013) on milyonların kitlesel hareketine rağmen yurtsever hareketin ve HDP’nin “barış görüşmeleri ve çözüm” gerekçesiyle araya koyduğu mesafeyi ve olumsuz sonuçlarını hepimiz hatırlıyoruz. Aynı şey bir kez daha gündemde. Kürt halkı ve gençliği Haziran Ayaklanması’na onbinler, yüzbinler halinde katılmasına karşın, yurtsever hareket (ve HDP) bu tarihi ve siyasal önemi oldukça büyük olan dönemeçte sürece örgütlü ve militanca katılmadı. Aynı politik tutum ve duruş günümüz koşullarında bir kez daha gündemleşmiş bulunuyor.

Bu çelişkiden kaynaklanan ciddi sorunlar yeni süreçte de gündemde olacaktır. Bu süreçte Kürt yurtsever hareketinin özgün taktikler izlemesi anlaşılırdır ama bu özgünlük, Batıda patlak veren, gelişme potansiyeli yüksek kitle hareketine ve benzeri “sosyal patlama”lara örgütlü bir inisiyatifle öncü konumdan katılmaktan uzak durmaya yol açmamalıdır.

Dar ulusal hedeflere doğru geri çekilme ve kendini sınırlama Kürt halkının lehine değildir. Kuşkusuz bunun İmralı irade kırılmasına dayanan nedeni, nedenleri var... Fakat HDP-DEM programı tutarlı demokratik içeriğe sahip anti-faşist bir programdır. Bu program siyasal özgürlükçü, kadın özgürlükçü, ekolojik içerikli, halkların birleşik mücadelesini hedefleyen, faşizm ve sermayeye karşı ekmek, özgürlük, adalet, ulusal eşitlik taleplerini birleştiren bir mücadele çizgisini ifade etmektedir. DEM programına ve hedeflerine bağlı kalındığı koşullarda Batıdaki hareketten uzak kalmak, tanık olduğumuz mesafe politikasıyla davranmak olanaklı değildir. Mesafe koymak demek, DEM programı ile araya konulan mesafe demektir aynı zamanda...

Başlamış olan “müzakere”ler gerekçe gösterilerek söz konusu tutarlı anti-faşist demokratik çizgiden uzaklaşma eğilimi, dar ulusal taleplere doğru çekilme eğilimi, halkların birleşik aktif politik hareketini geliştirmenin önüne çıkan veya çıkabilecek bu eğilim, Kürt halkının değil, Kürt ulusal burjuvazisinin eğilimini ifade etmektedir. Burada sorun, Kürt ulusal taleplerinin “müzakere” gerekçesiyle daha fazla öne çekilmesi değil, bu bağlamda bir sorun yok; sorun, ulusal talebin/taleplerin halkların ortak sorunları, halkların birlik ve dayanışmasını kurmanın zeminini oluşturan ekmek, özgürlük, toplumsal adalet talepleriyle birlikte ele alınmaması ya da önemsizleştirilmesinin halkların mücadelesinin ortaklaşmasına karşı mesafeli bir tutumla iç içe geçmesidir. Oysa ulusal eşitlik talebinin işçi sınıfının, halkların, ezilenlerin talepleriyle iç içe ele alınması, birleşik savaşımın geliştirilmesine hizmet edecektir. Kürt ulusal istemlerinin daha derin ve kapsamlı bir temel üzerinde iradeleşmesine yolu açacaktır. Böylece geniş bir bağlaşmaya ve “cephe gerisine”ne dayanılarak “müzakere” çerçevesinde süren ve sürecek savaşım alanında da, Kürt hareketinin ve Öcalan’ın eli güçlenecektir. Saray ve ittifakları üzerinde doğacak baskıyla kurulan tuzaklar boşa çıkarılabilecektir.

Normalde Kürt yurtsever hareketinin, Batıda patlak veren ve gelişen anti-faşist mücadele ile bir ittifak ilişkisi içerisinde etkin tarzda ilişkilenerek yürümesi gerekir. Bu ilişkinin pasif değil, aktif olması gerekir. Bir tür “tarafsızlık” politikası tümüyle yanlıştır. Batıda ayağa kalkan hareket, eğer doğru ele alınırsa, aslında İmralı ve Dağ’ın elini güçlendirecektir. Eleştirdiğimiz hareket tarzının izlenmesinin birçok etkeni var kuşkusuz, ama son tahlilde mesele gelip “İmralı paradigması”na, hatta bu kez, söz konusu paradigmanın da gerisine düşülme yönelimine dayanmaktadır... Bu bağlamda sorunu Öcalan çizgisi ve yönelimleri temelinde ele almak yerine, liberal ve pragmatik bir tutumla Öcalan çizgisi ve yöneliminden bahsetmeden DEM’i öne çekerek dolaylı ama keskin eleştiriler yapmak yönteminin de eleştirilmesi gerektiği açıktır. Birleşik mücadele ideolojik ayrılıkların üstünü örtmemeli ve komünist, devrimci eleştiri gücü kendini her zaman ortaya koymalıdır.

Kanımızca, “barış süreci”yle, “müzakere süreci”yle sokaklar, coğrafyamızın dört bir yanını saracak birleşik kitle eylemleri karşı karşıya konulamaz. Bu, çok tehlikeli bir durumdur. Bunu isteyen ve dayatan Erdoğancı dinci faşist diktatörlüktür. Aksine, bu süreçte devlet ve “Cumhur ittifakı” ve Saray üzerinde politik ve toplumsal baskının derin ve kapsamlı tarzda örgütlenmesi gerekir. “Barışı toplumsallaştırmak” ancak bu yoldan olanaklı hale gelebilir.

Batıda gelişen ya da gelişecek anti-faşist yükselişten veya mücadelelerden uzak kalmak veya durmak, “Türkiyelileşme”yi, “Türkiyelileşerek barışı toplumsallaştırma”yı darbeleyecek; şövenizmin hegemonyası altında olan geniş emekçi kitleleri kazanmayı zorlaştıracak, Türk milliyetçisi psikolojik savaşa güç taşıyacak ve ilerici kitlelerde ön yargıları büyütecektir. Yapılması gereken şey, “Üçüncü Yol”u çöp sepetine atmak değil, sınıfsal ve ulusal mücadelenin gerekleri doğrultusunda zenginleştirerek yürümek olmalıdır.

Müzakere”, “demokratik barış”, “demokratik çözüm” meselesinin gündeme girdiği koşullarda, Kürt ulusal hareketinin taleplerinin güçlü bir tarzda vurgulanması, birleşik mücadelenin gerekleri ve gereksinmeleri ekseninde özgül taktikler izlenmesi, manevralar yapılması, propaganda ve ajitasyon dilinin Türk milliyetçiliğinin, şövenizmin, ulusal zulmün teşhirine özgün bir tarzda yoğunlaşması gerekir. Kuşkusuz ki bu politik ustalık ve yaratıcılık gerektirir. Öncülük iddiası ve misyonunun bu bağlamda da özgülleşerek somutlaşması gerekir. Yurtsever hareketin bu durum ve koşullarda ulusal istemlerini daha büyük bir güçle vurgulaması, taktiksel söyleminin özgülleşmesi, politik manevra gücünün özgünlük kazanması kaçınılmazdır ve bunda ters bir şey de yoktur. Bizim eleştirdiğimiz şey, ezen ve ezilen ulus gerçeğinde halkların birleşik mücadelesini sekteye uğratacak, geri çekecek, halklar nezdinde birleşik mücadelenin enerjisini açığa çıkararak yürümeyi zayıflatacak “mesafe koyma” gibi tutum ve davranışlardır. Dinci faşist diktatörlüğün İmralı, PKK, KCK’nın beklediği adımları atmadığı koşullarda, herhalükarda bu “mesafe” hikayesi, pratikte tam olarak karşılığını bulmayacaktır, ancak; devletin hesap-kitabı ne olursa olsun, çeşitli adımlar attığı ve sürecin ilerliyor göründüğü koşullarda şu “mesafe” meselesi daha yakıcı bir sorun olarak gündemleşecektir...

İşçi sınıfının, sömürülen kitlelerin, gençliğin, kadınların, ezilen kimliklerin ekmek, özgürlük, eşitlik, adalet taleplerinin Kürt ulusunun ulusal özgürlük talepleriyle ve mücadelesiyle birleştiği, gürül gürül çağlayan ortak bir nehire dönüştüğü oranda, bu, “barışı toplumsallaştıracak”, Kürtlerin de lehine sürecin önünü açacaktır. “Barışı toplumsallaştırma”nın ana muhattabı Saray ve devlet değildir. Saray ve devletle tepeden “anlaşarak” “işi çözme” yöntemiyle barış toplumsallaştırılamaz. Bu kuvvetlerle, şövenizmin hegemonyasında olan Türk halk yığınlarının geri eğilimleriyle uzlaşarak Türkiye’de demokratik anti-faşist çizgide “barışı toplumsallaştırmak” olanaklı değildir. Eğer “müzakare, barış, demokratik toplum” çizgisi, şöyle ya da böyle, gelip devletin, politik iktidarın, Türk halkının şövenist eğilimlerinin şöyle ya da böyle meşrulaşmasına dayanarak “barışın toplumsallaştırılması”na hizmet edecekse, buradan da barış ve demokrasi çıkmaz.

Kuşkusuz ki Kürt halkının, demokratik ve devrimci güçlerin, yurtsever hareketin “Barışın toplumsallaştırılması”ndan anladıkları ile devlet ve Saray’ın anladığı şey aynı değildir. Araya asla eşit işareti koyulamaz ve koyulmamalıdır. Kanımızca burada iki ayrı dünya karşı karşıyadır. Böyle de olsa, Öcalan merkezli bakış açısında, politik duruşta çok ciddi sorunlar olduğu ve bu bağlamın hele de “süreç”in görünürde ilerlemeye başladığı koşullarda daha açık ortaya çıkacağı şimdiden görülmelidir. Bu sorunun basit bir çözümü olmayacaktır. Son tahlilde iş gelip, politik güçler dengesine, bu dengelerin ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesindeki yerine, etki gücüne bağlıdır. Ve tam da burada ana sorun, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesine dayanan, süreci halkların lehine etkileyebilecek, yönlendirebilecek devrimci seçeneğin Türkiye cephesinde de inşa edilememiş olmasıdır...