Translate

9 Aralık 2025 Salı

ABARTI HASTALIĞI...

 

ABARTI HASTALIĞI...


"... tarihsel çatışmalarda (...) partilerin sözleriyle kuruntuları ve gerçek karakterleri, gerçek çıkarları, kendilerine ilişkin tasarımlarıyla reel durumları arasında ayrım yapılmalıdır." (K. Marks)

''Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder.'' (Anaatasözü)

Hiçbir duygu, başkalarına kayıtsız şartsız egemen olabilme ve hükmedebilme duygusu kadar insan ahlakını bozucu etki yapamaz." (A. Bebel)


I

Lenin, Leninizm;

"Elbette ki her türlü abartma zararlıdır; iyi ve yararlı olan herşey abartılırsa bazı sınırlardan sonra kötü ve zararlı olabilir, hatta böyle olması kaçınılmazdır." der.

Unutmayalım, abartılı devrimcilik küçük burjuva devrimciliğin bir türüdür.

Lenin ve Leninizm;

"Siyasette hayalcilik, şimdi ya da sonra, gerçekleşemeyecek bir arzudur.” der ve şöyle devam eder; “Bir ülkede özgürlük ne kadar az ise, sınıf mücadelesinin kendini göstermesi o kadar daha az, kitlelerin eğitim seviyesi ne kadar düşükse, siyasi hayalcilik o kadar kolay yayılır ve daha uzun sürer." der.

Lenin’in dikkat çektiği bu olgu, tarihsel olarak burjuva demokratik devrimler deneyiminden geçmemiş, demokratik bilinç ve örgütlenme geleneği oluşmamış, “Otokratik” bir tarihsel geçmişten gelen, katı baskılarla şekillenmiş geri ülkelerde belirgin bir olgudur.

Bu olgu ve olgular söz konusu toplumların içerisinde doğan, gelişen devrimci ve komünist parti ve örgütleri de kuşatmakta ve ağır baskısı altına almaktadır. Aradaki fark, öncü olmanın gerekleri ekseninde öncü yapıların devrimci ve komünist teori ve pratikle bu duruma boyun eğmeyerek kendini aşma mücadelesi vermesidir. Söz konusu nesnel verili durumu aşamayan ya da bir dönem ciddi ilerlemeler kaydettiği halde bu mücadeleyi süreklileştiremeyen, niteliği daha üst düzeyde üretip yolu açamayan yapılar ise söz konusu zaafların girdabında kendilerini tüketen bir kısırlığa mahkum olurlar. Bu kısırlık yapısal olarak kendini her bakımdan üretmeye devam eder. Bu hastalığın tutsağı olan yapılar, kadrolar yüzeyselliğe, dar kafalılığa, hayalciliğe ve abartı hastalığına, romantizme daha fazla sığınarak kendi varlığını korumaya yönelirler.

Devrimci hareketimizin büyük bedellerle şekillenmiş 50 yılı aşkın pratiği, tarihsel deneyimi bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır. Kendi kısırlığında boğulma ya da çıkamamanın bir sonuç olduğunu ve dönüp bir ana nedene dönüştüğünü göremeyen devrimcilik türünü göstermektedir bu tablo. Eleştirel aklı olan bunu görebilir.

En kötüsü de bu bağlamda uygulanan çifte standarttır. Çifte standart oportünizmdir. Bu oportünizm, bir yandan söz konusu zihniyet ve pratiğin temsilini yapmak, öte yandan da bu tablodan, tarzdan, kültürden, gelenekten kendini azade görmekte ortaya çıkmaktadır. Bu çifte standart, kendini azade görme ile bu zaaflı tabloyu yalnızca kendi dışındaki yapılara özgü gören “eleştiri”de (“ideolojik mücadele”) yürütmede çarpıcı bir şekilde açığa çıkmaktadır.

Bu bir karakter/kişilik parçalanmasıdır. En parlak eleştirilerin, özeleştirilerin yapıldığı dönemler de bile, özü itibari ile bu tablodan kopuşulamamıştır; kopuşulmuş gibi göründüğü dönemleri hemen ardı sıra takip eden uzun gerileme, sürüklenme, yenilgi, tasfiye yılları gerçeği sınırlı devrimcilikle kopuşulamadığını da kanıtlamaya devam etmektedir. İstenmediği için değil, bu kopuşmayı ve başarıyla geleceğin fethine götürecek niteliksel gelişme, donanım, yetenek, irade kazanılamadığı içindir...

Devrimci hareketimiz, söz konusu zaaflarıönderlik”, “öncülük”, “iktidar iradesi”, “irade”, “feda ruhu” vs. adına hep dışsallaştıragelmiştir. Kendini derin bir beğenmişlik, ürkütücü bir narsizm, egoizm, dar grupçuluk bu bağlamda özellikle dikkat çekicidir. Zaafları hep kendi dışında arama, dışsallaştırma yöntemi, bakış açısı ve ajitasyonu ile başka yapılara karşı “Marksist-Leninist mücadele” verilmesi bu iç karartıcı tarihsel gerçeğimizin yansımasıdır. Dar grupçuluğa karşı en fazla verip-veriştirenlerin bu işte başı çekmesi de bir diğer olgudur. İnanacak olursak kainat onların etrafında dönmektedir...

Bu köklü bir hastalıktır. Yapısal ve tarihsel hastalığımızdır. Bu olgu, kolay devrimciliğin, sınırlı devrimciliğin, dar pratikçi devrimciliğin; devrimi anlamayan devrimciliğin, kendiliğindencilikle biçimlenmiş devrimciliğin kanıtıdır. Bu gerçek, devrimci hareketimizin verdiği bedelleri daha da ağırlaştırmaktadır. 50 yıllı aşan tarihsel tecrübeye rağmen bu gerçeği görüp aşamıyorsan, hele de bu tabloya süreklilik, derinlik kazandıran, kendine güzellemeler yazan bir kafayla manipülasyona devam ediyorsan, 40 kongre de toplasan fazlaca kıymeti harbiyesi kalmamaktadır.

Devrim ve sosyalizm kavgasının zaferi için devrimci ve komünist öncülerin varlığı zorunludur. Ancak, devrimci, komünist olmak hiçbir zaman, hiçbir yerde devrim yapmak için tek başına yeterli koşulu oluşturmaz. Olsaydı her yerde devrimler zafer kazanmış, devrimci ve sosyalist iktidarlar dünyayı çoktan yönetir hale gelmiş olacaktı...

Devrimci ve komünist olmak hiçbir zaman, hiçbir yerde tek başına hayalciliğe, abartı ve romantizm hastalığına, sınırlı devrimciliğe karşı yeterli koşulu da oluşturmaz. Bu, bu tip hastalıklarla hesaplaşmak vb. için sadece bir dayanak noktası oluşturur.

Lenin ve Leninizm, hayallere ve hayalciliğe, romantizme, abartılara dayanarak değil, nesnel gerçekler zemininde kalarak yolu açabilirsiniz, der.

Devrim ve sosyalizm mücadelesinin önünü açamayan, iddialarının gerektirdiği iradeyi, sağ ve “sol” kendiliğindenciliğe karşı mücadele içerisinde geliştiremeyen öncü yapılar ise, şu veya bu biçimde bu zafiyetlere (hayalciliğe, abartı hastalığına, romantizme) tutsak düşer; giderek öncü karakterlerini yitirmeye, artçılığa, sürünmeye, yenilgilere mahkum hale gelirler. Böylece söz konusu hastalık(lar) onların söylemlerine, politikalarına, tarzına, önderlik anlayışına, yönetme ve yönetilme gerçeğine, kadro politikasına damgasını basarak yönlendirir hale gelir. Bu tablo, özellikle belli tarihsel dönemeçlerde bu partilerin ideolojik ve örgütsel olarak sağ ya da “sol” doğrultularda savrulmalarına, söz konusu olan komünist hareket ise Marksizm-Leninizm’den kopmasına, sınıf perspektifini yitirmesine yol açar.

Söz konusu zaaflar ilkin bir hata ya da hatalar demeti olarak boy gösterir; bu hatalar giderilmezse giderek zaafa dönüşür; dahası bu zaaflar sıçrama yaparak partileri yöneten bir tarza dönüşür. Gerisi kısırlıktır, dar kafalılıktır, öncülük iddiasının boşa düşmesidir, kendiliğindenciliğin girdabında kendini tüketmektir...



Kuşkusuz ki bu zaaflı tablonun bir numaralı sorumluluğunu önde gelen kadrolar taşır. Hatırlatmak gerekir ki, sınıf mücadelesinin, devrim, iktidar, sosyalizm mücadelesinin stratejik çıkarları ekseninde hareket etmesini bilmeyen, dar kafalı, dar pratikçi, kendini amaçlaştıran, kibirli, pragmatik önderlik anlayışıyla hareket ederek misyonlarını yerine getiremeyen, yolu açamayan, yapısal tarihsel zaaflarla hastalıklı bu önde gelen kadrolar (“Önderler”) lider değil, en fazlasından (doğru ya da yanlış şu veya bu biçimde) öne çıkmış yöneticiler adını hak edebilir yalnızca. Gerçek durum da bundan ibarettir. “Lideriz”, “Liderlerizdemekle, lider olunmuyor; kendine övgüler dizmekle, büyük laflar etmekle ve ettirmekle vs. önder olunmuyor. Bu bakımdan girişte aktardığımız Marks’ın yöntemini ve bakış açısını olduğu gibi bu kesimlerin değerlendirmesinde de temel almalı. Bunu yapamayan bir partinin, kadrolarının olan biteni de bilince çıkarması olanaklı değildir. Ki bu devrimci hareketimizin ortak zaaflarından, önde gelen zaaflarından birisidir. 50 yılı aşmış devrimci hareketimizin tarihsel pratiği bu işin sağlamasıdır. İktidar koltuklarına sıkı sıkıya tutunan ve böylece giderek yozlaşan “önderler”le yol zaten açılamaz. Biçimi ne kadar değişirse değişsin, tarihsel deneyim bu gerçeği en çarpıcı biçimlerde kanıtlamaktadır. Bu olgu, küçük burjuvazinin (ve küçük burjuvanın) “ben” odaklı, aşırı bencillikle şekillenmiş sınıf karakterini ifade etmektedir. Oysa, Marks’ın dediği gibi, kuruntu ile gerçek farklıdır. Bu, partiler için de liderler için de geçerlidir.

Kuşkusuz ki yukarıda dikkat çektiğimiz bu sürüklenme, biçimlenme ve biçimlendirme süreci kendi proto-tipini/tiplerini her düzeyde yaratarak, kemikleştirerek; ideolojik ve örgütsel payandalarını yeniden ve yeniden üreterek, yetkinleştirerek ilerler. Bu da başarısızlıkları, ilkellikleri, tahribatı öyle ya da böyle süreklileştirir. Bu süreklilik kendi özgüne alışkanlıklarla derinleşir. Alışkanlıkların gücü büyük bir güçtür; olumsuz alışkanlıklardan kopmak alışkanlıkların gücünden daha güçlü bir donanımı, yeteneği, irade gücünü ve bu mücadelenin köklü bir tarzda süreklileştirilmesini gerektirir...

Ve eklememiz gerekir; söz konusu zaaflı tabloyu salt “önderler”e, “önderlikler”e indirgeyerek de tahlil edemeyiz. Burada bir tür “kolektif suç ortaklığı” söz konusudur. Bağımsız karaktere sahip bir özne olamayan, bunu başaramayan, biat ve ittiatla, iman gücüyle şekillenen kadrolar da söz konusu zaaflı sürecin ortağıdır. Mücadeleler içerisinde yetişen çok sayıda genç kadro da hızla söz konusu cenderenin birer parçasına dönüşerek, dönüştürülerek, mücadeleci ama biat-ittiat çizgisine endeksli hale gelmekte, getirilmektedir. Proletaryanın, gençliğin, emekçilerin yeni ve büyük mücadele dalgalarının elverişli zemini ve gelişmesi olmadan, başta işçi gençlik olmak üzere yeni genç kuşaklar öne çıkmadan da bu tablo yıkılıp geçilemez. Eni-sonu, geçmişin dersleriyle, yeni tip bir donanımla ve irade gücüyle silahlanacak genç kuşakların yolu açacağına güvenmek gerekir. Tarihsel ömrünü çoktan tüketmiş, bir engele dönüşmüş zihniyetlerle, pratiklerle, yapılarla, tarzlarla, “önderler”le hesaplaşmak zor ama zorunlu yakıcı bir görevdir. Bu arayışlar var ve giderek güçlenmektedir.

Tarihsel deneyimler, bütün devrimci iddialarına, devrimci iyi niyetlerine, gösterilen fedakarlıklara, çözüm arayışlarına karşın hayalciliğe, romantizme, abartı hastalığına, kibire, kısır devrimciliğe mahkum olan ve buna da alışmış yapılarla yolunılamadığını, savrulmaların ve yıkımların önlenemediğini göstermektedir. Çünkü söz konusu çözüm arayışları, son tahlilde aynı tarihsel şekillenme ve kafa tarafından belirlenmektedir. Çemberin dışına çıkılamıyor. Çemberi kırıp geçen ve süreklileştirilen niteliksel gelişmeyle stratejik hedeflere doğru yürünemiyor. Bu doğrultudaki en cesur çıkışlar dahi, son kertede dönüp beyinlerdeki, yüreklerdeki, ayaklardaki parangalara bağımlı kalıyor ya da bağımlılık cenderesini yıkıp geçemiyor. Türkiye devrimci hareketinin özellikle fiili durumu bunu kanıtlamaktadır.

Bu bağımlılığın yıkılıp aşılması gerekiyor. Bağlılıkla bağımlılık iki farklı şeydir... Bu olgu üzerine eleştirel “düşünmek” ve hesaplaşmak gerekiyor.

Devrimci hareketimizin bu tablosu, irade kırılması, gettolaşma, kendine dönüklük, kendine vurgunluk, negatif savunma psikolojisi, tutuculaşma, sekterlik, zaaflarını dışsallaştırma vb. tesadüflerle, salt düşmanın saldırılarıyla izah edilemez. Bu kronik bir durumdur; birkaç yıllık olumlu devrimci çıkışların ardı sıra gelen uzun gerileme, dibe vurma dönemlerien komünist”i de dahil devrimci hareketimizin yapısal, tarihsel zaaflarıyla kendisini aşacak, yolu açarak sıçrayacak tarzda kendisiyle hesaplaşamadığını gösteriyor. Bu tablo aşılmak istenmediği için değil, nedenleri ve çözüm yolları bilimsel devrimci eleştiri ve özeleştiri, ideolojik mücadele yoluyla bilince çıkarılıp kolektif niteliksel sağlamlıkla giderilemediği için sürüp gitmektedir. Bu durum, ideolojiktir, siyasaldır, örgütsel-pratiktir. Bütünsel hesaplaşma olmadan da başarıyla geleceğe yürünemez. Can alıcı sorun bu bağlamda yatmaktadır. Kuşkusuz ki böyle bir hesaplaşma iddiası ile çok sayıda girişim olmuştur, kimileri bir ölçekte yol almıştır ama bu arayış ve çıkışlar, son tahlilde adeta aynı yere, devrimi anlamayan devrimciliğe, kısır devrimciliğe, kolay devrimciliğe, alışılagelen devrimciliğe, kendine dönük devrimciliğe, sınırlı devrimciliğe, dar pratikçi devrimciliğe, idare-i islahatçı devrimciliğe mahkum olmaya devam etmiştir. “Yine de en iyisi biziz” vs. söylemleri bile tek başına bu gerçeğin kanıtını oluşturmaktadır. Bu bağlam, sınıf mücadelesinin, devrimin, sosyalizmin genel ve sürekli çıkarları, stratejik çıkarları bakımından durumumuz ne, yolu ne kadar açabiliyor ve yürüyoruz ya da neden bu görevlerimizi yerine getiremiyoruz, neden başarısız sorusunu, sorularını sormadan ya da sorar gibi görünerek kendi ilkelliğini, dar kafalılığını, dar grupçuluğunu dile getirmektedir. Devrimleri yapan ülkelerin devrimcileri, devrimci-demokratik ya da komünist öncü partilerinin öncülük iddiası ve misyonu karşılığını bulurken bizde bulmuyorsa, oturup eleştirel düşünmeye, köklü hesaplaşmaya vb. ihtiyacımız var demektir. Kendine övgüye boğulan ve “üstün öncülük” vbg. ajitatif, duygulara hitap eden tarzla, önderliklerle bu görevin başarılamayacağı açıktır. Yeni çıkışlar kaçınılmazdır.

İlk başarılarda “üç gün” sonrasını göremeyen “önderler”, öncü yapılar zafer sarhoşluğuna yenik düşerek söz konusu zaafların tutsağı haline gelebilmektedir. Geçmişte, o da esasen belli sınırlı kesitlerde kazanılmış göreli çeşitli başarılar idealize edilerek, keza sınıf düşmanının baskı ve saldırıları öne çıkarılarak bugün neredeyiz, neden bu durumdayız, nereden nereye geldik, neden öncüleşemedik ya da neden yolu açamıyoruz sorgulaması, iç ideolojik mücadele, eleştiri ve özeleştiri bastırılabilmekte, üstelik bu yıkıcı zaaf, bir erdem olarak sunulabilmektedir. Bu bağlamda işin bir yanında da tarihsel, yapısal zaaflara dayanan “büyük liderler”in kendi pozisyonunu zayıflatacağı, tehlikeye sokacağı için izlediği düpedüz bastırma politikası yatmaktadır. Bürokratik merkeziyetçilik, bürokratik kastlaşma, bürokratik disiplin sopası, kastın etrafında ayrıcalıklı bürokratik tabakaların oluşması ve oluşturulması bu bağıntıda açıkça görülen olgulardır. Gettolaşma aynı zamanda bu zaafların ürünüdür. Tasfiyeci irade kırılmasının, tasfiyeci bürokratik çürümenin bir sonuç olduğu ama zamanla dönüp bir ana nedene dönüştüğünü kavramanın anlamlı bir ilerleme olacağını görmemiz gerekiyor.

Çözümü Menşevizmde, Narodnizmde, Brensteincılıkda, II. Enternasyonalcilikde, Troçkizmde, Buharincilikde, modern revizyonizmde, anti-Stalinizmde, Kruşçevcilikde, Heterodoks Marksizm”de, ”Marksist” Mistisizmde, 60’ların “Yeni Sol”culuğunda, “Marksizm”in Batıni yorumlarında, “Batı Marksizmi”nde, post-Marksizmde, “Sol çocukluk” hastalığında, dogmatizmde, Parti/Cephe özenticiliğinde, Latin Amerika’nın küçük burjuva devrimci maceracılığına öykünmede, “devrimci romantizm”de, legalizmde, tasfiyeci ezilenci oportünizmde,Marksist”, “demokratik sosyalist” İmralı ideolojisinde, Leninizm ve proletarya düşmanlığında, kısacası çözümsüzlükte arayıp bulamazsınız. Tarihin tanıklığında ideolojik olarak iflas etmiş çizgilere yönelmenin kendisi tasfiyeciliktir. Kuşkusuz ki bu sözler özellikle kendisini “Marksist-Leninist”, “en Marksist-Leninist” olarak tanımlayanlar için bin kez daha geçerlidir. Burada eklektik oportünist tasfiyeci yönelimle dogmatizm iç içedir ama baskın eğilim tasfiyeci revizyonizmdir; yani sol liberalizm... Sormuşlar deveye; “Yokuşu mu seversin inişi mi?” Deve ne güzel de yanıtlamış; “Niye, düze kıran mı girdi!”

Başarısızlıklara ve yenilgilere yenik düşenler, hele de buna alışan yöneticiler ve yapılar kendi yetersizliklerinden dolayı devrim ve sosyalizm mücadelesinin genel, temel, güncel gereklerine ve gereksinmelerine yanıt veremez pozisyonlara (“mekan”a) mahkum olurlar. İçerisine girilen “kapan-mekan” getto kapanı ve mekanıdır. Bu durum aynı zamanda tasfiyeci irade kırılmasının sonucudur. Gerçek durumu kavramaya ve köklü aşmaya yönelmek yerine zaaflarını kapatmaya yönelen “önderler” ve yapılar, güçsüzlüklerini, yetersizliklerini, artçılıklarını, krizlerini getto kafasıyla ele alırlar. Abartıyı, romantizmi, romantik “parlak” formülasyonları ve sloganları temsil edenler, nesnel durumu tahrif etmeyi bir çözüm silahına, bir savunma refleksine ve tarzına çevirirler. Ama bu yol, çıkmaz bir yoldur. Çıkmaz yol, çıkış yolu olarak örnek alınamaz.

Ancak her durumda da söz konusu olan öncülük değil, artçılıktır. Dar dünyalara sığınarak varlığını koruma, hayata tutunma çizgisidir. Bu zafiyet, duygulara dayanan ajitasyonla ve yönetme tarzıyla, aşırı abartıya sığınarak, üstelik karşılığını da bulmayan aşırı beklentiler yaratılarak örtülmeye çalışılır ama yine de mızrak çuvala sığmaz. Keskinlik gösterisine, gösterişçi açıklamalara ve formülasyonlara, “öncü çıkışlar”a karşın öz güven gerçekte yıkılmıştır, öz güven duygusu ağır darbeler yemiştir, güvensizlikler gelişerek genelleşmiştir. Bu tabloya, buna yol açan zihniyet ve pratikler, bu tablonun öncelikle sorumluluğunu taşıyanlar sorgulanacağına, mesele dışsallaştırılarak bireyselleştirilir, bireylere, kötü niyetli kadrolara, düşmanın saldırılarına, teknik yetersizliklere vb. yıkılır. Burada objektif durumun farkında olamama olgusu temel faktörü oluşturmaktadır. Ancak tarihsel deneyimlerin kanıtladığı bir diğer gerçeği de görmek gerekir. Aslında ağır yıkımların sorumluluğunu taşıyanlar içerisinde olan-biteni gören küçük burjuva kurnazları da var. Bunlar, küçük burjuva tilkilerdir. Bunlar zeytin yağı gibidirler; devrimci hareket içerisinde en bayağı kesimleri de bunlar oluştururlar. Bunlar kendine sevdalıdır. Tek amaçları kendileridir. İlkeler, ahlak hak getire! Tek amacı kendileri olan, tek amaçları bireyci kişiliklerini tatmin ve ayrıcalıklarını korumak olan bu tipler ya da kategoriler herhangi bir biçimde devrimci değildirler, “devrimcilik” bu bağlamı gizleyen bir örtüdür sadece. Bunlar, devrimcilikten etkilenmişler, devrimci saflara katılmışlar, belki de bazı yararlı devrimci işler de yapmışlardır ama devrimci olmayı başaramamışlardır. Bulundukları yapıların zaaflarla örülü ortam ve ilişkilerinden ya da yenilgilerinden beslenerek şu veya bu biçimde öne çıkmayı başarmışlardır. Bu süreç, aynı zamanda bu tiplerin aşırı bireyci karakter ve hırslarının giderek görünürlük kazandığı, sistematik bir karakter olarak kendilerini ortaya koydukları bir süreçtir. Zaaflı kişilikler, zaaflı ortamlarla iç içe geçerek birbirini besler... Devrimci yapıların içsel zaaflarının aşılamaması, belki de zamanla en azından bir kısmının ısrarlı mücadelelerle kazanılması mümkün olabilecek bu insanların kaybının da ön gerçeği içerisinde yer alır.

Devrimci bir partide yer almak tek başına kişileri devrimci yapmaz. Devrimci bir partide yer almak her zaman o kişilerin devrimci olduğunu göstermez. Devrimci partilerde gerçekte devrimci olmayan ya da bir noktadan sonra devrimci olmaktan çıkmış insanlar en yetkili düzeyler de dahil her yerde, her zaman ortaya çıkabilmektedir. Troçki’yi, Kruşçevleri, Brejnevleri, Gorbaçovları hatırlayalım... Sorunun çözümü, bu tip oportünist, kariyerist vb. unsurların da açığa çıkarılmasını sağlayacak bir teorik ve pratik donanımla savaşın geliştirilebilmesinden geçmektedir.

II

Yukarıda işleyegeldiğimiz söz konusu niteliksizleşme ya da niteliği kaybetme sürecinde zaaflar bir ejderhaya dönüşür. Zaten köklü ve bütünsel aşılamamış olan dar pratikçilik, ilkellik, amatörlük, anı, dönemi kurtarma, idare-i maslahatçılık; stratejik ufkun yitip gitmesi, stratejiden kopma, stratejiyi lafta, kağıt üstünde, söylemde değil ama pratikte yadsıma, “taktik” denen şeyin “strateji”ye yükselmesi, büyük iddiaların karşılığının bulunmadığı bir “öncü”lük adına sürüklenme daha keskin, daha tahripkar derinlik ve genişlik kazanır. Hele de devrimci atılımlar, devrimci yükselişler yaşanmıyorsa, tasfiyeci irade kırılmasının girdabında tutuculaşma, gettolaşma, romantik “analiz”lere ve abartılı ajitasyona boğularak hayata tutunma yönelimi, duruşu, zihniyeti, tarzı vb. daha yıkıcı bir şekilde kendini üretmeye ve şekillendirmeye devam eder. Bu nitelik kaybı ideolojik, teorik, politik, örgütsel, kadrosal, kitlesel kayıplar ve gerilemeyle, ağır siyasal koşulların göğüslenememesiyle, gettolaşmayla, mültecileşmeyle kendini dışa vurur...

Ve Marks’ın söylediği şu sözler de her koşulda kulağımıza küpe olmalıdır:

Kaptanlar cankurtaran kayıklarına doğru koşmaya başladıkları zaman, yolcular, çok haklı olarak, gemiyi batmış sayabilirler.”

Kuşkusuz ki bu, binbir emekle ve fedakarlıkla çalışan devrimci kadrolar için değil, “kaptanlar” (ve kendi seçimlerine, yandaşlarına dayanan “mürettebat”ı) için geçerlidir, tıpkı 12 Eylül askeri faşist darbesi, tıpkı günümüzün ağır siyasal koşulları ve yenilgi döneminin gerçeklerinde görüldüğü gibi. Öyle hiddetlenerek, laf kalabalığına getirerek, sağı solu suçlayarak, duygulara dayalı manipülatif ajitasyona sığınarak, zeytin yağı taktiği ile bu gerçeklerin üstü örtülemez. Aslında bu yol ve yöntem de tasfiyeci çürümenin açık göstergesidir.

Gettolaşma ve mültecileşme, ağır siyasal koşulları göğüsleyememe ve devrimci siyasi irade kırılmasının sonucudur. Bu olgu çok yönlü, çok katmanlı açık ya da örtülü ortaya çıkan tasfiyeci oportünizmdir ve tasfiyecilik, teori, politika, örgütlenme, eylem gücünün revize edilmesinde; kendine yabancılaşmada; devrimci iddiaların biçimselleşmesinde, gerçek yaşamda karşılığını bulamamasında; hiçbir dönem, hiçbir koşul altında Marksizm-Leninizm’le bağdaşmayan sağ ya da “sol” duygusal, romantik, abartılı, mistik çağrılarda ve ideolojik eğitimde ifadesini bulmaktadır.

İşaret ettiğimiz sonuçları doğuran nesnel ve öznel nedenlerin köklü, bütünsel bilimsel devrimci analizi yapılmadığı içindir ki, kendini aşmak ve öncülüğün gereklerini yerine getirmek isteği karşılığını bulamamaktadır. Çünkü ya bu nitelik ve yetenek, donanım yok ya da bunlar kaybedilmiştir.

Mültecileşme bağıntısında “dogmatik”, “ideolojik-teorik tutuculuğu”, “20. asrın aşılmış sosyalizmi”ni temsil eden Enver Hoca’nın şu analizinden öğrenmek gerekir.

Bir Marksist-Leninist partinin mülteci önderlikten sağladığı desteğin çok önemi yoktur, bu destek, kendi ülkesinde görevi başındaki bir önderliğin verdiği destekle karşılaştırıldığında daima önemsiz addedilebilir, Bundan ayrı olarak, ülke içerisinde bulunarak, önderlik, hızlı karar vermeyi ve taktiklerde değişiklik yapmayı gerektiren önemli olaylara daha yakın olur. Ülke dışında bulunan bir önderliğin iş görebilmesi, ülke içindeki duruma ilişkin doğru bilgilenmesi ve eylem için direktifler yayınlaması uzun zaman alır ve o sürede orada muhtemelen tümüyle farklı bir durum oluşur; o zaman da farklı yorum ve direktiflere ihtiyaç duyulabilir. (Enver Hoca ile Brezilya Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri Joao Amazonas arasında 1978 yılında yapılan görüşmenin tutanağından.)

Kuşkusuz ki bu değerlendirme salt komünist yapılar için değil, tüm devrimci yapılar için de geçerlidir. Ve mültecileşme özellikle ve öncelikle birinci derece görev almış kadrolarda somutlaşsa da salt bu kadrolarla (“önderler”) sınırlı bir şey değildir, mücadelenin ana toprağında kitlelerden, onların mücadelelerinden kopmuş olmakla da ortaya çıkan mültecileşme, yurtdışına doğru “göç”le şekillenen mültecileşme ve gettolaşmada da ortaya çıkan daha geniş bir olgudur. Avrupa merkezli “Hicret” ise, bu tasfiyeci mültecileşmenin en uç düzeyidir. Temelinde yenilgi, çözülüş, ağır siyasal koşulları göğüsleyememe, devrimci iddialardan uzaklaşma, öncülük adına artçılık bulunmaktadır.

DEVAM EDECEK