“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI
MI?
VII
“Postkapitalizm”de
Sermayenin Organik Bileşiminin Yükselmesi ve Eğilimli Düşen Kar Oranları üzerine
Marx, “Üretim
koşulları, aynı zamanda, yeniden üretimin koşularıdır. Ürettiği ürünlerin bir
kısmını üretim araçlarına ya da yeni ürünlerin unsurlarına devamlı bir şekilde
dönüştürmedikçe hiçbir toplum üretime devam edemez, bir başka deyişle, hiçbir
toplum yeniden üretim yapamaz” der. “Üretim biçim olarak kapitaliste ait ise, yeniden üretimin biçimi
de aynı olur. Kapitalist üretim biçiminde, nasıl ki emek süreci sermayenin
kendisini genişletmesi yolunda bir araçtan başka bir şey değilse, yeniden
üretim sürecinde de, yatırılmış değeri sermaye olarak, yani kendini genişleten
değer olarak yeniden üretmenin aracından başka bir şey değildir.” (Kapital, C.
I, s. 540) der.
Art-değerin
sermaye olarak kullanılmasını ve yeniden sermayeye dönüştürülmesini “sermaye
birikimi” olarak tanımlayan Marx, sermayeyi artı-değer üreten değer olarak da tanımlar. Kapitalist
genişletilmiş yeniden üretim tarzı basit kapitalist üretim sürecinden farklı
olarak, üretimin çapının daha yüksek bir teknik temelde, daha bir üst düzeyde
yeniden üretimini ifade eder. Bu da, artı-değerin bir bölümünün sürekli bir şekilde
üretimin çapının genişletilmesine aktarılmasını gerektirir.
Açık ki, artı-değer hem sermayenin, hem de sermaye
birikiminin ve genişletilmiş yeniden üretimin başlıca kaynağıdır. Zaten
kapitalizmin gizi de burada yatar.
Bu gizemi aydınlatan da Marx’dır. Sermayenin kendini genişletmesinin sırrı,
“özü bakımından karşılığı ödenmemiş emeğin maddeleşmesi” demek olan artı-değer
gaspıdır. (age, s.507) Sermayenin, burjuva liberallerin, liberal
oportünistlerin, Negrilerin gizlemek istediği şeyde budur.
Sermaye, iki bölümden oluşur: Değişmeyen sermaye
ve değişen sermaye. Değişmeyen sermaye,
üretim aletlerini, makineleri, hammaddeleri, yedek maddeleri, fabrika
binalarını vs. kapsar. Makine ve donanımlar değişmeyen sermayenin sabit sermaye bölümünü oluşturur. Değişen
sermaye ise ücretli emekten, işgücünden, işçiden oluşur.
Kapitalist
genişletilmiş yeniden üretim süreci, doğal olarak, sermayenin değişmeyen ve
değişen sermaye olarak yeniden, genişletilmiş temelde yeniden üretim sürecidir
böylece. Ve söz konusu üretim sürecinde, değişmeyen sermaye, değerini, metaya,
metalara bir kerede değil, parça parça aktarır ve aktardığı bu değerin dışında
metaya, metalara yeni/ek bir değer eklemez. Oysa değişen sermaye, hem kendi
fiyatını (ücret) yani gerekli emeğin karşılığını, hem değişmeyen sermayenin
değerini, hem de artı-değeri (artı-emek) üretir ve sermayenin kendisini
genişletmesini sağlar. Dolayısıyla canlı emekten, değişen sermayeden arınmış,
sırf değişmeyen sermayeye dayanan, otomasyona dayanan ve üstelik artı-değer
üreten bir kapitalizm, “postkapitalizm”, “enformatik toplum” kapitalist üretim
tarzının nesnel karakterine, gelişme yasalarına aykırı ve olanaklı değildir. Bu
savı vbg. tezleri ileri sürenler, teorileştirenler sermayenin safına geçmiş ya
da zaten sermayenin temsilcisi olan zat-ı muhteremlerdir.
Kapitalizm
geliştiği oranda sermayenin organik bileşimi yükselir. Bu, sermaye birikiminin,
üretimin ve sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesinin kaçınılmaz sonucudur ve
kapitalizmin nesnel bir eğilimidir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi
demek, değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine büyümesi demektir.
Bilimin üretime girmesi ile sermayenin organik bileşimi sıçramalı yükselmiştir.
“Makine kullanımındaki her gelişme ile, sermayenin, makineler, hammaddeyi vb.
kapsayan değişmeyen kısmı arttığı halde, emek gücü yatırılan değişen kısmı” (age,
C. I, s. 430) azalır.
Kapitalizmde
değişmeyen sermaye değişen sermayeden daha
hızlı büyür. Sanayi devriminden bu yana geçen kapitalizmin tarihi bu olguyu
açık bir şekilde doğrulamaktadır.
Değişmeyen
sermayenin değişen sermaye (canlı emek/işgücü) aleyhine büyümesi, “üretim
araçları kitlesindeki artış, emeğin üretkenliğindeki artışın ifadesidir. Bu
nedenle, emeğin üretkenliğindeki artış, kendisini, kendisiyle devindiren üretim
ve üretim araçları kitlesine oranla, emeğin kitlesinde bir küçülme ya da nesnel
etmenlere oranla emek sürecinin öznel etmenlerinde bir eksilme ile belli eder.”
(age, s.593) “Sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısmına oranla giderek
artması yasası, yedek işsizler ordusunu (‘artı-nüfus’) yaratır.” Çünkü “Genelde
emek üretkenliği, en az işle en fazla
karın elde edilmesinden ibarettir; dolayısıyla malların değeri sürekli
düşer. Bu, bireysel kapitalist iradesinden bağımsız olarak bir yasa durumuna
gelir…” (Kapital’e Ek…, s.104, iMa.)
Emperyalist
küreselleşmenin 20. yy. ikinci yarısındaki atılımları sürecinde de sermayenin
organik bileşimi yükselmeye devam etmiştir. 70’lerde ve 80’lerdeki yapısal
krizini yeni teknolojik atılımlarla (otomasyon ve elektrik, mikroelektronik ve
sensor tekniği) aşmaya yönelik kapitalist emperyalizmin yeniden yapılanma
sürecinde, bu olguyu çok açık görebilmekteyiz. “Artı-nüfusun” daha yüksek
düzeylere sıçrayarak küreselleşmesi, yapısal ve kronik karakter kazanması da
söz konusu gelişmenin ifadesidir.
Sermayenin
organik bileşimindeki söz konusu yükselme, “küresel sermaye”ye ve her soydan
“teorisyen”lerine ve propagandistlerine, işçi sınıfının önemsizleştiği,
artı-değerin değişmeyen sermayeden kaynaklandığı demagojisini “perdeleme
olanağı” sunmuştur.
Bir örnek
vermek gerekirse:
“Gelişmiş
biçimleriyle bu yeni üretim sistemlerinin emek tasarruf kapasiteleri gerçekten
de olağanüstü. Japonların en karmaşık otomatik fabrikalarının idarecileri, aynı
anda üretimi üç kat arttırırken, işgücünü yaklaşık yarı yarıya azalttıklarını
iddia ediyorlar. California’da yılda 1 milyar dolar değerinde bilgisayar üretme
kapasitesine sahip bir işletme, elle çalışan sadece beş montaj işçisi ve
sayıları yüzü geçmeyen mühendis ve diğer işçiye ihtiyaç duyuyor.” (Siber Marx…,
s.140)
Bu
örneklerden de çarpıcı bir tarzda görülebileceği gibi sermayenin organik
bileşimi oldukça yüksektir. Burada yüksek bir teknolojik temelle karşı
karşıyayız. Değişmeyen sermayenin değişen sermaye, sabit sermayenin canlı emek
karşısında olağanüstü bir üstünlüğü var.
Burada,
üretici güçlerin yüksek bir gelişme düzeyini, kafa emeğinin gerek sabit sermaye
gerekse de canlı emekte somutlaşmış üstünlüğünü, yerini, ağırlığını; emek
üretkenliğinin olağanüstü derecede yükselmiş olmasını, sınırlı bir canlı emek
gücü ile koca bir üretim araçları kitlesinin nasılda harekete geçirildiğini vb.
görmekteyiz. Ve her durumda da canlı emek gücünün rolünü tabii ki…
Kapitalist
rekabet, karı azamileştirme, kar oranlarının düşüşüne karşı koyma kapitalisti
ve ÇUŞ’ları emek üretkenliğini yükseltmeye iter. Emek üretkenliğindeki yükselme
ve gelişme, sermayeyi yoğunlaştırır. Üretim teknolojisindeki gelişme ve büyüme,
sermayenin yoğunlaşması, sermayenin çapının büyümesi, değişen sermayenin
(ücretlere yatırılan sermayenin) azalması; on işçinin yaptığı işin bir işçiyle,
yüz işçinin yaptığı işin on işçiyle yapılması, yapılır hale gelmesi sermayenin
organik bileşimindeki yükselmenin, emek üretkenliğindeki gelişmenin ifadesidir.
Bu emek üretkenliğindeki gelişme, gerekli emek zamanının kısalması, artı-emek
zamanın uzaması ile ve işçi sayısının düşüşüyle el ele gider.
Yukarıda bir
örnek olarak aktardığımız California’deki bilgisayar fabrikası örneğinde bu
gerçekleri çarpıcı bir şekilde görebilmekteyiz.
Engels,
Kapital C. III.’ye yaptığı bir “ek”te, şunu vurgulamaktadır:
“Emeğin artan
üretkenliği yasası… sermaye için mutlak geçerli değildir. Sermayeyi
ilgilendirdiği kadarıyla üretkenlik, genellikle canlı emekten sağlanan
tasarrufla artmaz… canlı emeğin karşılığı
ödenen kısmında, geçmişte harcanan emeğe kıyasla sağlanan tasarrufla
yükselir. Kapitalist üretim tarzı, burada, bir başka çelişkiyle karşılaşır.
Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan
geometrik dizi içerisinde geliştirmektir. Burada olduğu gibi üretkenlikteki
gelişmesini engellediği her zaman, tarihsel görevine ihanet eder. Böyle o,
gittikçe yaşlandığını ve miadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş
oluyor.”(açE., s.232)
Kapitalizmdeki
emek üretkenliğinin gelişmesinin sınırları,
kapitalist üretimin amacıyla, “sermayenin kendisini genişletmesi, yani
artı-emeğin ele geçirilmesi”yle, “artı değer ve kar”la sınırlıdır. Dolayısıyla onun üretimi sınırsız geliştirme eğilimiyle
sınırlı amacı arasındaki çelişki ve
çatışma, emek üretkenliğinin gelişmesinin sınırlarını da çizer. Kapitalist
üretim ilişkilerinin toplumsal üretici güçlerin gelişmesi önündeki başlıca
engele dönüştüğü çağımızda, zaten o, söz konusu “tarihsel görevine” sürekli bir
şekilde “ihanet” etmektedir ve o, artık yaşlanmıştır, miadını çoktan
doldurmuştur.
Üretimi,
bilimi, tekniği sınırsız bir şekilde geliştirmek, devasa atılımlar yapmak
olanaklıyken kapitalizm bunu önlemektedir. 20. ve 21. asırda bilim ve teknikte
gelinen yerden, ulaşılan düzeyden bunu açıkça görmekteyiz. Marx’ın dediği gibi,
“Hiçbir kapitalist, kar oranını düşürdüğü sürece, yeni bir üretim yöntemini, ne
denli üretken olursa olsun, artı-değer oranını ne kadar çok arttırırsa
arttırsın, hiçbir zaman gönüllü olarak uygulamaya koymaz.” (Kapital, C. III, s.
233) ve hemen eklemek gerekiyor, kapitalistler, “iyileştirmelere, yeni
buluşlara, üretim araçlarından daha fazla tasarrufa vb. fiyatlar ortalamanın
üstünde olduğu zaman değil, altına düştüğü zaman baş” vurur (Artı Değer
Teorileri, İkinci Kitap, s. 22) Bu olgu, kapitalizmin sınırlı amacıyla, kar
için üretim düzeni ile sınırlı bir sistem olmasıyla bağlıdır.
Artı-değer
oranı, değişen sermaye ile ölçülen
artı-değerdir; artı-değerin değişen sermayeye (işgücüne yatırılan sermaye,
iş gücünün değeri) oranıdır. “Artı-değer kitlesi artı-değer oranı ile işçi
sayısının çarpımına eşittir.” (Marx. Kapital, C. III, s. 209) Artı-değer oranı, kapitalistin el
koyduğu bedava emeği (artı-emek zamanı), sömürü
derecesini gösterir. Kar oranı ise, artı-değerin toplam sermayeye (değişen ve değişmeyen sermayeye) oranıdır. Dolayısıyla artı-değer oranı
kural olarak kar oranından yüksek olur. Bunlar iki farklı büyüklüktür.
Kapitalisti daha da fazla ilgilendiren kar oranıdır. Artı-değer oranının yüksek
olması, artı-değeri büyüten bütün imkan ve yöntemlerin azami limitine kadar
zorlanması ve kullanılması, artı-değer oranını yükselttiği gibi, kar oranlarını
da yükseltir. Ve kar, artı-değerin
başkalaşmış biçimidir. Kar oranı kuşkusuz ki öncelikle artı-değer oranına bağlıdır ama ikisi aynı şey değildir.
Karın kaynağı artı-değerdir.
Kapitalist
üretim tarzı geliştiği oranda sermayenin organik bileşimi yükselir, büyür.
Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, kar oranlarını düşürür. Kar oranının düşme eğilimi yasası, sermayenin organik bileşiminin
yükselmesinin kaçınılmaz bir
sonucudur. “Kar oranı, işçi daha az sömürüldüğü için değil, genellikle, yatırılan
sermayeye oranla daha az emek kullanıldığı için düşmektedir.” (Marx, Kapital, C.
III, s. 218)
Kapitalizmin
gelişmesi ölçüsünde değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine büyümesi;
değişen sermayenin “toplam harekete geçirilen sermayeye oranla nispi azalma”sı,
“kapitalist üretimin bir yasasıdır.” (Marx) Bu yasa, kar oranlarının eğimli düşmesi
yasasının da temelini oluşturur ve düşme, Marx’ın vurguladığı gibi, “mutlak bir
biçimde değil de, artan bir düşme eğilimi” biçiminde gerçekleşir. Ve “kar oranındaki
düşme … artı-değerin yatırılmış toplam sermayeye oranında bir düşmeyi ifade
etmektedir.” (C. III, s. 190) “Üretkenlikteki gelişme nedeniyle kar oranında
bir düşüşün, kar kitlesinde bir artışla birlikte olacağı”, kapitalizmin bir
“yasa”sıdır. (age., s. 200)
Kar oranının
düşmesini kar kitlesinin de düşmesi biçiminde yorumlamak gerçekte bu yasayı
kavramamaktır. Kar oranı düştüğü halde kar kitlesi büyür; çünkü kar oranı (artı
değerin toplam sermayeye oranı) düştüğü halde, bir yandan artı değer oranı
(artı değerin değişen sermayeye oranı) yükselmeye, öte yandan işçi sınıfı
tarafından yaratılan toplam artı değerin ( yani kar kitlesi) hacmi işçi
sınıfının büyümesi ile böylece toplam artı değerin kaynağı olan proletaryanın
sayısal artışı ve sömürülüşü ile büyümeye devam eder. Sermaye, kar kitlesini
büyüterek de kar oranlarının düşüşüne karşı koymaya çalışır.
Kapitalistlerin
kar oranlarını yükseltmek için aldığı tedbirler, başlangıçta kar oranını
yükseltse de, giderek karşıtına
dönüşerek kar oranlarının eğilimli
düşmesine yol açar. Bu olgu da, kapitalizmin tarihi sınırlarını gösterir; onun içsel uzlaşmaz karşıtlarla, zıt
eğilimlerle belirlenen çatışmalı karakterini de sergiler. Kapitalistler, tüm
güçleriyle kar oranlarının düşmesine karşı koyarlar. İşçi sınıfının sömürü
derecesini yükselterek, işgücünü ucuzlatarak, emek üretkenliğini yükselterek,
işgününü uzatarak; sınıfın mutlak ve göreli yoksullaşmasını geliştirerek;
değişmeyen sermayenin değerinin düşmesiyle (ucuzlaması); eşitsiz dış ticaret
yoluyla; işgücünün ucuz olduğu pazarlara yönelerek vb. bunu yaparlar. Ancak tüm
bunlar son tahlilde kar oranlarının
düşmesini (mutlak olarak) önleyemez ve bu yasanın eğilimli bir karakter kazanmasını sağlar.
Kar
oranlarının düşmesi, bir yandan proletarya ile burjuvazi, öte yandan
kapitalistler arası savaşımı keskinleştirir. Emperyalizmle halklar, tekeller ve
emperyalist devletler arası çelişkileri yoğunlaştırır…
Kar
oranlarının eğilimli düşmesi yasasını salt serbest rekabetçi döneme özgü sayan,
emperyalizmle, ÇUŞ’lar dönemiyle bu yasanın, “artığın yükselme eğilimi yasası”
ile yer değiştirdiğini (“Bu yüzden, azalan kar kanunu yerine artan fazla
kanunu” koyduklarını belirtir Paul Baran ve Paul Sweezy. Bkz Tekelci
Kapitalizm, s. 89, Doğan Yayınları), rekabetin yerini tekeller arası anlaşmaya,
işbirliğine, terk ettiğini, “karlılık listesinin hep yukarıya doğru çıktığı”nı,
“dev şirketlerin fiyat ve maliyet siyasetlerine bağlı olarak, fazlanın kuvvetli
ve sistemli bir artma eğilimi olduğu”nu, rekabetin yerini tekel fiyatına
bıraktığını, “tekelci kapitalizmde, azalan maliyetin durmadan artan kar
oranlarıyla sonuçlan”dığını, Marx’ın
“fazla değer” kavramının ve teorik arka planının “tekelci
kapitalizmde…doğru olmadığını” düşündüklerini (tırnak içindeki alıntılar Sweezy
ve Baran’ın “Tekelci Kapitalizm”
eserinden alındı), sorunun, aşırı birikimle onu emme sorunu olduğunu (bkz. J.B.
Foster, Emperyalizmin Yeniden Keşfi, s.190;
H. Magdoff, Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm, s.160) ileri süren Paul Sweezy, Paul Baran, Harry Magdoff,
Monthly Review çevresi, kuşkusuz ki revizyonist bir iddiayı
dillendirmektedir. Dahası Baran ve Sweezy, Lenin’i ve izleyicilerini
emperyalizm tahlil ve teorisini yetersiz ilan etmekte, “bu sorunu Marx’çı
iktisat kuramının temellerine kadar” götüremediğini iddia etmekte, “Bu durumu
düzeltmenin, bunu da açık seçik ve radikal bir biçimde yapmanın sırası
geldiğine” inandıklarını
vurgulamaktadırlar “Tekelci Kapitalizm” isimli yapıtlarında. (age., s. 6-7)
Kuşkusuz ki
tekeller, tekelci piyasa, tekeller arası ittifaklar yoluyla, kar oranlarının
düşüşüne karşı koymaya çalışmaktadırlar. Ama azami kar yarışı, doğası gereği,
ittifak temelli sürekliliğe, “inter” ya da “ultra emperyalizm”e değil, rekabet
temelli yıkıcı savaşlarla, rekabet ve mücadeleyle belirlenen gerçeğe dayanır.
Tekelci kapitalizm rekabetin son bulması değil, rekabetin tekeller arası
rekabet olarak ve tekelleşmemiş kapitalistlerle tekeller arası rekabet biçimini
de bürünerek sürmesinde ifadesini bulmaktadır. Emperyalizm kapitalizmin tüm
çelişkilerini, daha keskin bir şekilde, yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen
üzerinde, yeniden üreterek şekillendirmiştir. Dahası, tekel karı (azami kar
yasası), emperyalist kapitalizmin temel itici gücü olarak, tekeller ve
devletler arası savaşı daha da keskinleştirir ve keskinleştirmiştir.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, kapitalizmin bu mutlak yasası,
emperyalizmle birlikte özellikle keskinleşmiştir. Bu olgu, uluslararası
tekellerin hegemonya ve rekabet mücadelesi ile belirlenen günümüzün
emperyalizminin de, çok daha keskin geçerli bir gelişme yasasıdır. Söz konusu
tasfiyeci revizyonist teori ya da tez, Lenin’in, tekellerin, tekelci
kapitalizmin “dört bellibaşlı tipi”ni, “ya da tekelci kapitalizmin dört
bellibaşlı belirtisi”ni incelerken dile getirdiği, “Çelişkilerin keskinleşmesi,
uluslararası mali sermayenin kesin zaferiyle açılmış olan tarihsel geçiş
döneminin en büyük itici gücüdür.” tezinin ve genel olarak da emperyalizm
teorisinin reddidir.
Aşırı sermaye
birikimi ile onun “emilmesi” sorunu, kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin
nesnel karakterinin, çelişkili eğilimlerinin bir yansımasıdır. Söz konusu ve
benzer çevrelerin ve aydınların bu çelişki ve sorunu, kar oranlarının eğilimli
düşmesi yasasının ret ve inkarı için kullanmakla, Marx’ın, “Bu yasa, her
yönüyle modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerinin kavranması için
hayati nitelikteki yasadır. Tarihi perspektiften en önemli yasadır.”
(Grundrısse, s.682) dediği şeyden pek bir şey anlamadıklarını çarpıcı bir
şekilde ele vermektedir. Söz konusu çevrelerin bu savunuları, Hobsoncu “inter emperyalizm”, Kautskyci “ultra emperyalizm” tezinin, Hilferding’in, Buharin’in “örgütlü kapitalizm” tezinin, emperyalizm çağında ve
giderek ÇUŞ’lu süreçte, bir yeniden üretimini ya da türevini ifade etmektedir.
Kautskyciliğin “sol” kanadının bu tezi, 1950’ler sonrası, ÇUŞ’lar süreci ile
yaşanan tarihsel kesitin gerçekleriyle de zaten çelişki içerisinde
bulunmaktadır. Tekeller dünyasının belirleyici
yasalarından, ana eğilim ve gerçeklerinden yola çıkmak yerine, ikincil ve geçici biçim ve eğilimlerini
yasa katına çıkarmayı da ifade
etmektedir.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder