Translate

10 Mayıs 2014 Cumartesi

“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI? X



“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI?
                                  X
Üretken ve Üretken Olmayan Emek ve “Postkapitalizm”
“Postmodernist”, tasfiyeci revizyonist “postmarksist” iddialara göre “küreselleşme” çağında, “enformatik çağda” üretken emek gerilemekte, dahası önemsizleşmekte ve bu da proletaryanın önemsizleştiğinin, buharlaştığının kanıtlarından birisini oluşturmaktadır. Ayrıca “üretken emek ” ile “üretken olmayan emek” sorunu söz konusu olunca zaten Marx’ın kafası karışıktır; Marx sorunu çelişkili bir şekilde koymuştur, vb.
Kuşkusuz ki, bu propagandayla da amaçlanan üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. Bütün amaç kapitalizm savunuculuğudur. Kapitalizmi proleter devrim tehlikesinden korumaktır. “Elveda proletarya” çığırtkanlığına meşruiyet kazandırarak devrimci proletaryayı ideolojik bakımdan silahsızlandırmaktır.
Soruna yakından bakalım.
Sermaye, ücretli emeğin (işgücü) sömürülmesi yoluyla artı-değer getiren değerdir. Kapitalizmin gizi de artı değer sömürüsünde yatar. Artı değer, kapitalist üretim tarzının amacı ve temel itici gücüdür. Kapitalizmin temel ekonomik yasası, artı-değer yasasıdır. Ücretli emek ve işgücü sömürüsü burada temel yerde durur. Zaten kapitalizm işgücünün de metaya dönüştüğü meta ekonomisidir. Dolayısıyla, üretken olan emekle üretken olmayan emek arasındaki ayrımın temelinde de artı-değerin üretilip üretilmemesi sorunu yatar.
Üretken emek (üretken işçi) artı-değer üreten, artı-değer üreterek sermayenin kendisini genişletmesine hizmet eden emek türüdür. “Sermayenin varlığı, bu tür üretken ücretli emek üzerinde kurulmuştur.” (Marx, Artı-Değer Teorileri, 1. Kitap, s.143) Dolayısıyla, eğer üretken emek “enformatikleşmeyle”, “bilgi toplumu”yla, “postkapitalizmle” son bulmuşsa ya da can çekişmekteyse, bu durumda zaten artı-değer sömürüsü de son bulmuş, kapitalizm kendiliğinden aşılmış, Marx’ın “emek değer teorisi” ve “artı-değer teorisi” de geçersizleşmiş olmaktadır. Ki, söz konusu tez bu amaçla ileri sürülmekte ve propaganda edilmektedir.
Üretken olmayan emek ise, artı-değer üretmeyen emektir. Kapitalist için bu tür emeğin bir değeri yoktur. Çünkü kapitalist için önemli olan artı-değer gaspıdır, artan oranda artı-değer gaspıdır. Kapitalist üretim tarzı, üretim için üretim, birikim için birikim sistemidir. Çünkü artı-değer gaspını sürekli büyütmek için, sermaye, üretimi genişletilmiş temelde yeniden ve yeniden üretmek zorundadır. Amaç artı-değer ve kardır, aracı da üretimin genişletilmesidir. Tam da bu yaşamsal alanda, üretken olmayan emek artı-değer üretmeyen emek olduğu için kapitalist için değersiz emektir; çünkü değeri genişleterek sermayenin kendisini gerçekleştirmesini sağlamayan emektir.
“Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir.” “Kapitalist üretim anlamında üretken emek… kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir.” (age, s.142)
Üretken emek, “sermayeyle doğrudan doğruya değişilen” emektir. “Birincisinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.” (age, 1. Kitap, s.147, açM.)
Üretken emek, “sermayeyle doğrudan doğruya değişilen” emektir. Üretken olmayan emek ise “sermaye ile değil, doğrudan gelirle, yani ücret ve karla … değiştirilen emektir.” “Birincisinin emeği sermayeyle değiştirilmiştir, ikincisininki, gelirle. Birincisinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.” (age, 1. Kitap, s.147, açM.) Zaten burada önemli olan sorunun “emek” açısından, “emekçi” açısından tartışılması değil, “para sahibi açısından, kapitalist açısından” ele alınmasıdır. Temel, belirleyici olan da budur.
Marx, “Her üretken işçi bir ücretli emekçidir, ama her ücretli emekçi bir üretken işçi değildir.” (Kapital’e Ek… s.108) der. İşçi sınıfı salt üretken emek kategorisinde giren işçilerden/ücretli emekten oluşmaz. Marx’ın teorisini, Marksizm-Leninizm’in sınıf tanımını “üretken emekçi”ye indirgeme yoluyla Marx’ı mahkum edenler, gerçekte Marx’ı, Lenin’i tahrif ediyorlar. Üretken ve üretken olmayan bölükleriyle ücretli emek işçi sınıfını oluşturur. Kapitalizm iki biçimiyle de işçi sınıfını üretir ve geliştirir. Artı-değer üreten ve üretmeyen bölükleriyle işçi sınıfı modern ücretli köleler sınıfını oluşturur ve kapitalistçe de sömürülür.
Üretken emek, P-M-P’ hareketinin dayandığı emektir. Üretken olmayan emek ise, “Bu emeğin tüketimi, P-M-P şeklindeki değil, M-P-M şeklinde (son M emeğin ya da hizmetin kendisi olmak üzere) formüle edilir. Para burada sermaye olarak değil, yalnızca bir dolaşım aracı olarak görev yapar.” Burada, “bir kullanım-değeri, bir hizmet olarak” emek tüketilmektedir. Böylece, bu “durumda emek üretken değildir ve ücretli emekçi de üretken işçi değildir. Onun yaptığı iş, değişim değeri yaratmak için değil, yaptığı işin kullanım değerinden faydalanmak için tüketilmiştir. Bundan dolayı, kapitalist, bu emekçinin karşısına kapitalist rolüyle, sermayenin bir temsilcisi olarak çıkmaz. Bu emeğin karşısında ödediği para, sermaye değil, gelirdir.” (Kapital’e Ek… s.108, açM.)
Örneğin bir işçi, bir aktör, bir palyaço, bir terzi, bir yazar, bir mimar, bir aşçı, bir öğretmen, bir doktor vb. vb. bir kapitaliste çalışıp onun için artı-değer üretmişse, bu durumda söz konusu ücretli işçi/emek üretken emektir/işçidir. Ücretini kapitalistin gelirinden değil sermayeden almıştır. Burada ücretli emek bir değişim değeri üretmiş, sermayenin kendisini genişletmesini sağlamış; hem değişmeyen sermayenin değerini, hem değişen sermayenin değerini, hem de artı-değeri yaratmıştır. Burada ücretli emek “sermaye işlevi gören para ile” değiştirilmiştir.
Fakat aynı emek türleri, ücretli emekler, kapitaliste bireysel hizmet sunmakla, değişim değeri yaratmayan bir kullanım değeri tüketilmek üzere sunmakla sınırlıysa, bu durumda söz konusu ücretli emek ve işçi üretken olmayan emek ve işçi kategorisine girer. Bu durumda emek/işgücü gelirle değiştirilmiştir. Kapitalist cepten yemiştir; geliri çoğalmamış azalmıştır. Sermaye artı-değer getiren değerse, ki öyledir, bu durumda, yani ikinci durumda bir artı-değer üretilmemiştir. Bu durumda da ücretli emek para ile değiştirilmiştir, ama bu para sermaye işlevi görmeyen bir para ve değişimdir. Marx’ın dediği gibi bunun özgül kapitalist üretim tarzı ile bir ilişkisi yoktur.
“Üretken ve üretken olmayan emek arasındaki ayrım, yalnızca emeğin para olarak para  ile mi yoksa sermaye işlevi gören para ile mi değiştirildiğine bağlıdır.” (age, s.116 açM.)
Burada, “Emeğin ve dolayısıyla ürünün, maddi özellikleri”, maddi ya da maddi olmayan bir hizmetin, “üretken ya da üretken olmayan emek ayrımı bakımından hiçbir” anlamı bulunmamaktadır. Aynı emek türü (fabrika işçisi ya da doktor) hem üretken hem de üretken olmayan emek kategorisine girebilir. Örneğin otomobil fabrikasında işçi üretken emekçidir, ama aynı işçi patronunun lüks arabasının temizlik işini yapan bir işçiyse üretken olmayan bir işçidir.
“Üretken emekçinin emek gücü, emekçinin kendisi için bir metadır. Üretken olmayan emekçininki de öyle. Ne var ki, üretken emekçi, onun emek-gücünü satın alan için meta üretir. Üretken olmayan emekçi ise, onun için meta değil, yalnızca bir kullanım değeri, hayali ya da gerçek bir kullanım değeri üretir. Üretken olmayan emekçinin özelliği, kendisini satın alana meta üretmemesi, gerçekte ondan meta almasıdır.” (Artı Değer Teorileri, 1. Kitap, s.149)
Üretken işçi gibi üretken olmayan işçi de işgücünü satarak yaşar. Her iki emek kategorisinde yer alan işçinin sattığı metadır; bu meta işgücü metasıdır.
İki emek türünü temsil eden işçinin, yani üretken emek ve üretken olmayan emek kategorik ayrımı bakımından “mavi yakalı” ya da “beyaz yakalı” olmasının burada bir önemi bulunmamaktadır. Ölçütler, ayırt edici özgün çizgiler belli olduğuna göre, değerlendirmeler de bu çerçevede yapılacaktır. Dolayısıyla işçi sınıfını kol işçisine, işçi sınıfını üretken işçiye indirgeyerek yapılan sözde değerlendirme ve “eleştiri”lerin Marksçılık ve Lenincilikle bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Kapitalizmin doğuşu ve gelişimi süreciyle birlikte emek ücretli emeğe dönüşmüş, bireysel üretici yerini kolektif işçiye bırakmıştır. Mavi yakalısıyla, beyaz yakalısıyla, üretken ve üretken olmayan işçisiyle, artık üretim toplumsal kolektif işçi tarafından gerçekleştirilmektedir. Ve burada üretken olmayan işçi de geniş anlamda işçi sınıfının bir parçasıdır. Üretken işçi, yalnızca emek-gücü sermayenin ya da kapitalist yararına, üretken biçimde tüketilen işçidir. Ve bu işçi, “toplumsal olarak birleştirilmiş emek gücünün bir bileşenidir. Ve böylece kolektif işçi, meta üretimi sürecine değişik biçimlerde katılır. Bazıları elleriyle daha iyi çalışır, bazıları kafalarıyla; birisi yönetici, mühendis, teknoloji uzmanı vb. olarak, birisi ustabaşı olarak, birisi en ağır işlerde, kol emekçisi olarak daha iyi çalışır. .. Burada, toplam işçinin bir uzvunu teşkil eden belirli bir işçinin, yaptığı işin, kol emeğine kısa ve uzak bir mesafede durması oldukça önemsizdir.” (Kapital’e Ek… s.107, açM.)
Üretken emek tartışmasında, emeğin üretken emek olarak değerlendirilip değerlendirilmemesinde “emeğin özel yararlılığı ya da onda cisimleşmiş kullanım değerleriyle”, emeğin “özgül içeriğiyle hiçbir ilgisi yoktur.” Bundan dolayıdır ki “aynı içerikteki emek” üretken veya üretken olmayabilir.
Keza, ister maddi metaların üretiminde isterse de hizmet metalarının üretiminde olsun, emeğin üretken olup olmamasını örneğin, sadece maddi metaların (örneğin otomobil) üretiminde somutlaştırmak da yanlıştır. “Genelde hizmeti, emeğin kullanım değerinin kendisin maddi bir ürün biçiminde değil, yararlı bir etkinlik biçiminde ortaya koyduğu özel bir dışavurum olarak tanımlayabiliriz.” (Kapital’e Ek…, s.115) Eğer hizmet sektörü (eğitim, sağlık vbg.) kamusalsa, toplumsal faydalı işlerle işlevliyse, bu durumda bu sektörde çalışan işçilerin emeği üretken emek kategorisine girmez. Fakat örneğin eğitim, sağlık, vbg. hizmetler, “kamusal hizmetler”, salt kullanım değerleri için üretilen hizmetler olarak değil de “eğitim fabrikası”, “sağlık fabrikası” olarak hizmet üretiyorsa, bu durumda, burada çalışan işçiler üretken işçi, emekleri üretken emek kategorisine girer ya da örneğin özelleştirmeler yoluyla sermayeye devredildiyse de durum budur. Dün kamusal olan geniş çaplı sosyal hizmetler çeşitliliğini temsil eden ve devasa bir sektöre dönüşmüş olan sosyal hizmetlerin “neoliberal küresel” politikalarla sermayeye devredilmesiyle, bugün sermaye, söz konusu hizmetlerin her bir dalını artı-değer üreten sektörlere dönüştürmüş durumdadır. Böylece, bu gelişme süreci, üretken emek kategorisini genişleten bir olguya dönüşmüştür; ki, bu süreç hala devam etmektedir.
Ürünün metaya, emeğin ücretli işgücüne dönüşümü kapitalist üretim tarzının ürünüdür. Kapitalizm geliştikçe, emeğin sermayeye bağımlılığı biçimsel bağımlılıktan gerçek bağımlılığa dönüştükçe, kapitalist üretim, her türlü üretim ve hizmeti metalaştırır ve böylece meta üretimi pazar için üretim olarak, “zenginliğin genelleşmiş temel biçimi” haline gelir. Kapitalizm meta ekonomisi toplumudur, pazar için meta üretimi sistemidir. Ama kapitalizm salt meta üretmez, asıl olarak artı-değer üretir; dolayısıyla “kapitalist üretim artı-değer üretimidir.” Kar için üretimdir. Artı-değer üretimi üretim sürecinden doğar, dolaşım süreci artı-değer üretmez, artı-değerin realize olmasını sağlar. Böylece üretken emek ister maddi bir meta isterse bir hizmet metası biçiminde olsun “üretim” sürecinde doğar ve temel karakteristik özelliği de artı-değer üretmesidir. Çünkü “Artı-değer üretimi, bu üretim tarzının mutlak yasasıdır.” (Kapital, C.I, s.590)
Kapitalizm, çelişkisiz bir iç bütün, homojenik bir toplum biçimi değildir. Kapitalist üretim tarzında “her şey çelişik görünür ve gerçekte de öyledir.” (Marx) Üretimin sınırsız gelişme eğilimiyle ekonomik kriz, üretimle tüketim, metaların kullanım değerleriyle değişim değeri, değişen sermaye ile değişmeyen sermaye, kar oranının eğilimli düşmesi vb. vbg. gerçeklerinden bunları rahatlıkla görebilmekteyiz. Aynı çelişkiyi ve çelişkili görünümü kapitalizmin gelişim sürecinde üretken olan ve olmayan emeğin evriminden de görebiliriz ve görmekteyiz.
Soruna biraz daha yakından bakalım.
Kapitalizmin doğuşu, yayılışı, küreselleşmesi; derinlemesine ve genişlemesine gelişim süreci, proletaryanın ulusal ve uluslararası çapta büyümesi sürecidir. Kapitalizmin büyümesi süreci büyüyen bir proletarya demektir. Proletarya ve burjuvazi kapitalizmin iki temel sınıfıdır. Dolayısıyla kapitalizm yalnızca meta ve artı-değer üretmekle kalmaz, o geliştiği ölçüde proletaryayı da büyütür; bu büyüme hem mutlak hem de göreli bir büyümede, toplumun başlıca olarak iki büyük kampa, proletarya ve burjuvazi olarak iki kampa bölünmesinde somutlaşır. Bu süreçte ara sınıf ve tabakalar kaçınılmaz olarak çözülerek dağılır. Bir ülkenin ve dünyanın kapitalist hale gelmesi, artan ölçekte kapitalist hale gelmesi ve kapitalist gelişmenin salt kapitalist düzeyi varması demek, proletaryanın azalması, önemsizleşmesi ve giderek buharlaşması anlamına gelmez. Aksine bu, uzlaşmaz iki kutbu oluşturan proletarya ve burjuvazinin daha da gelişmesi, emek sermaye çelişkisinin en tam biçimde açığa çıkarak olgunlaşması, küçük bir azınlık hariç (burjuvazi) toplum nüfusunun artan oranda proleterleşmesi demek olacaktır.
Dolayısıyla postmodernist ve postMarksist palavraların aksine “küreselleşme”yle, “enformatikleşme”yle, “teknotoplum”la, emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığının yerini gerçek bağımlılığa bırakmasıyla; daha da ileri gidelim, dünya çapında her türden prekapitalist kalıntıların nihai olarak yok olduğu, tüm ülkelerin ve dünyanın salt kapitalist hale gelmesi ile ne kapitalizm kendiliğinden son bulacak, örneğin “postkapitalizme” dönüşecek, ne de proletarya buharlaşacaktır. Ama dünya daha çok kapitalist ve daha çok proleter hale gelecektir. Proletarya hem mutlak hem de göreli olarak gelişiminin doruğuna ulaşmış olacaktır. Ve dünya devrimi salt sosyalist devrime dönüşecektir. Kuşkusuz ki, kapitalizm böyle bir gelişme düzeyine ulaşmadan dünya devriminin ve sosyalizmin zaferiyle zaten tasfiye edilecektir.
Kapitalizm geliştiği oranda bir yandan üretken emeği büyütür, ama emek üretkenliği yükseldiği oranda da üretken emek kategorisini azaltır. Bu kapitalist gelişmenin çelişkili gerçeğidir. Sermaye birikiminin büyümesi proletaryanın çoğalması demektir. Sermaye birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demektir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demek, değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine artması, değişen sermayenin (canlı emek gücünün) nispi azalması demektir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demek, emeğin üretkenliğindeki artış demektir. Emeğin üretkenliğindeki artış demek, üretim araçları kitlesindeki artış, büyüme demektir. Ve bu artış, büyüme demek üretim araçları kitlesini harekete geçiren emeğin kitlesinde (canlı emek) küçülme demektir. Sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısım aleyhine artması, kapitalizmin bir yasasıdır. Ama öte yandan kapitalizm gelişmeye, üretimi çeşitlendirmeye, kapitalizm öncesi üretim biçimlerini kapitalizme tabii kılmaya, üretimi tümden ele geçirmeye, yeni yatırımlar yoluyla yeni ekonomik alanlara, dallara el atmaya; genişletilmiş temelde yeniden üreterek derinliğine ve genişliğine gelişmeye, böylece proletaryanın sayısını arttırmaya devam eder. Yani kapitalizm geliştikçe bir yanda proletaryayı çoğaltmaya, diğer yandan proletaryanın bir kesimini gereksizleştirerek artı-nüfusun içine atmaya devam eder. Çünkü “sermaye birikimi, bir yandan emek talebini arttırırken, öte yandan emekçileri ‘serbest hale getirerek’ emek arzını da arttırmakta ve gene bu arada işsizlerin baskısı, çalışanları daha fazla emek harcamaya zorlamakta ve bu nedenle de emek arzını bir ölçüde emekçi arzından bağımsız hale getirmektedir.” Zaten “toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur.” (Kapital, C.I, s.613)
Kapitalizm geliştikçe proletarya çoğalır. Kapitalizm geliştikçe bir yedek işsizler ordusu üretir ve geliştirir. Yedek ordu proletaryanın bir parçasıdır ve sermaye birikimini ivmeleyen bir olgudur. Yedek işsizler ordusu sermayenin elinde proletaryanın güçlerini parçalamada, proletarya içi rekabeti körüklemede, kapitalist sömürüyü yoğunlaştırmada, iş gücünün fiyatını düşürmede kullandığı güçlü bir silahtır.
İşsiz proletarya işçi sınıfının bir parçasını oluşturmakla birlikte, emeği “fazla” emektir, üretimin dışına atılmış emektir, sermaye birikimine oranla, onun gereksinmelerine oranla artı-nüfustur. “Emeği” de üretken olmayan/işlev dışı bir “emek”tir. Açlıktan ölüme terk edilmiş bu işçi bölükleri kapitalist nüfus yasasının ifadesidir. Ve bu “artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini” (Marx) almış nüfustur. Kapitalizm, “sermaye birikimine tekabül eden bir sefalet birikimi yaratır. Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürünü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilisizliğin, zalimliğin, ussal yozlaşmanın birikimi ile aynı oranda olur.” (age, s.615)
İşsiz proletaryanın “emeği” değersiz emektir. Dolayısıyla üretken ve üretken olmayan emek kategorisindeki tartışma bakımından bir yere sahip değildir. Ama kapitalist gönenç dönemlerinde veya yedek işsizler oranın azaldığı koşullarda, ücretli işgücü olarak işlev kazandığı koşullarda, bu durumda, kuşkusuz ki durum değişir. Ama konumuz bu değil. Geçerken vurgulamak isteriz, işsizlik, yedek işsizler ordusu, kapitalizmin dolaysız bir biçimde üretici güç tahribi anlamına gelir…
Sermaye birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle birlikte ilerler. Doğal olarak kapitalizmin gelişimi eşitsizdir. Eşitsiz gelişme, sermayenin organik bileşiminin ülkelerde, ekonomi dallarında eşitsiz gelişmesine de yol açar. Eşitsiz gelişme salt sadece şu veya bu ülkeye, şu veya bu ekonomi dalına özgü bir yasa değildir. Kapitalizmin genel bir gelişme yasasıdır. Dolayısıyla organik bileşim şu ülkeler kategorisinde yüksek bu ülkeler kategorisinde düşük olabilir. Şu ekonomi dalında yüksek bu ekonomi dalında düşük olabilir. Ama genel bir gelişme eğilimi olarak, özellikle de emeğin sermayeye gerçek bağımlılığının ortaya çıkıp genelleşmeye başladığı ve genelleştiği yerlerde, sermayenin organik bileşimi yükselir. Bir işletmede, bir ekonomi sektöründe başlayan gelişme giderek genelleşmeye başlar…
“… Bu yüzden, birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermaye oranı değişir. Başlangıçta diyelim 1:1 iken, bundan sonra sırayla 2:1, 3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye artmaya devam ederken, toplam değerinin ½’si yerine yalnızca 1/3, ¼, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında emek gücüne dönüştüğü halde, 2/3, ¾, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak üzere üretim araçlarına dönüşür. Emeğe olan talep, sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, daha önce varsayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen bir şekilde düşer. Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu her zaman küçülen bir oranda olur.” ( age., s.600)
Evet, sermaye birikiminin büyümesiyle ve sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle birlikte proletarya mutlak olarak büyür, öte yandan bu gelişme ve yükselmeyle birlikte sermayenin işgücü talebi göreli olarak düşer.  Ve kapitalizm bir artı nüfus yaratır. “Artı-nüfus” her zaman için sermayenin emrine amade bir şekilde yedek işsizler ordusu olarak kapıda bekler. Sermaye birikimi, proletaryanın mutlak ve göreli yoksullaşmasıyla iç içe gelişir.
Sermaye birikiminin artması, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, “Ensonu, büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında emek gücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasına ve, böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkarlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin verilmiş olur.” (age., C.I, s.426)
Ve Marx, bu tezini İngiltere somutunda, yani o dönem kapitalist gelişmenin en ileri düzeyini temsil eden ülkenin somutunda da, somut verilerle aydınlatır, kanıtlar.
“Bir yandan, metaların üretimi için gerekli emek zamanını yok denecek bir aza ve dolayısıyla ürün miktarıyla ilintili olarak üretken nüfusun sayısını indirmek, sermayenin eğilimidir; ancak öte yandan, (kapitalist üretim biçimi-ç.) biriktirme, karı sermayeye dönüştürme, başkalarının olabilen en çok miktardaki emeğini sahiplenme biçimindeki karşıt eğilimi de içinde taşır. Gerekli emeğin normunu indirmeye, ama o normda, olabilecek en çok sayıda üretken emeği çalıştırmaya gayret eder.” (Marx, Artı Değer Teorileri, Birinci Kitap, s.215, açM.)
Demek ki, kapitalizm geliştiği oranda bir yandan üretken emeği büyütür, ama öte yandan da azaltır. Bu kapitalizmin çelişkili eğilimidir. Kapitalizm artı-değer sömürüsüne dayanır. Kapitalizmin gelişmesi artı-değer sömürüsünü hem yoğun hem de yaygın birikim çerçevesinde genişletir. Bu, artı-değer üreten üretken emekçi sayısını çoğaltır. Ama öte yandan da kapitalizm geliştiği oranda, sermayenin organik bileşimi yükselir. Bu durumda da göreli olarak üretken emekçi sayısını azaltır.
Kapitalizm geliştikçe proletarya mutlak ve göreli olarak büyür. Kapitalizm geliştikçe üretken işçi kategorisi de mutlak ve göreli olarak büyür. Ama örneğin kırın çözülerek kapitalist temeller üzerinden yeniden yapılanmasından sonra, kapitalizm geliştikçe, tarım sanayileştikçe, tarım gerek proletaryanın gerekse de tarımsal alanda üretken işçinin sayısı hem mutlak hem de göreli olarak düşer. Tarımın kapitalist tarım haline gelişi sürecinde tarım proletaryasının, bir dönem mutlak ve göreli olarak büyümesi bir geçiş sürecinin oluşturur. Bunu yeni-sömürge kapitalist ülkelerin tarımı ile emperyalist ülkelerin tarımını kıyaslayarak ve her birinin özgün tarihsel evriminden görebilir, ölçebiliriz.
Kapitalizm geliştiği ölçüde sanayi proletaryası da mutlak ve göreli olarak gelişir, büyür. Bu, üretken emek/işçi kategorisi için de geçerlidir. Ama birincisinden farklı olarak ikinci kategorideki (üretken-işçi/emek) proletarya bölüğü, sermayenin organik bileşiminin, emek üretkenliğinin yükselmesiyle, genişleyen bir dalganın ardından diyelim, hem mutlak hem de göreli olarak düşerde. Bunu, örneğin günümüz dünyasından görebiliriz...
C. Ertem’in köşe yazısında verdiği şu verileri hep birlikte okuyalım:
“2006’da küresel istihdam içerisindeki hizmet sektörünün payı, yüzde 39.5’ten yüzde 40’a yükseldi ve yüzde 39.7’den yüzde 38.7’ye düşen tarım istihdam oranını tarihte ilk kez geçti. Endüstri sektörü ise, toplam içerisinde yüzde 21.3 ile temsil edilmektedir.” (Birgün, 5 Ağustos 2007, Finans Politik)
Ertem’in verileri (ve başka veriler) dünya çapında, yok olmak bir yana, proletaryanın büyümeye devam ettiğini gösteriyor. Bu bir. Aynı veriler, tarımsal istihdamın giderek azalacağını sanayi ve hizmet sektörlerinin gelişmeye, büyümeye devam edeceğini gösteriyor. Bu iki. Aynı veriler, hizmet sektörünün sanayi sektörüne göre daha hızlı büyüdüğünü, işgücünün hizmet sektöründe sanayi sektörüne göre neredeyse iki misli daha büyük bir istihdam alanı oluşturduğunu gösteriyor. Bu da üç.
W.K Tabb, “Ahlaksız Fil” başlıklı kitabında, ABD’de Eisenhower’in Başkanlığı döneminde, 1950’li yıllarda toplam işçi kitlesinin yüzde 35’inin imalat sanayinde çalıştığını, 20. yüzyılın sonlarında ise imalat sanayinde üretimin üç katına çıktığı halde, bu sektörde çalışan işçilerin oranının yüzde 18’in altına indiğini (s. 200) belirtir.
Bu veriler, ABD’de sermayenin organik bileşiminin sanayide ne denli yüksek olduğunu, emek üretkenliğinin ne denli geliştiğini gösteriyor. Aynı veriler, imalat sanayinde, proletaryanın hem mutlak hem de göreli olarak gerilediğini de yansıtıyor.
Burada durup, Marx’ın şu sözlerini aşağıya aktarıyoruz:
“Bir ülke, üretken gücü, toplam ürüne göre ne kadar küçük olursa o kadar daha zengindir; tıpkı kapitalist birey için olduğu gibi; aynı fazlayı üretmek için ne kadar daha az emekçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar iyidir. Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir.” (Artı Değer Teorileri, Birinci Kitap, s.214-215)
Uzunca olmakla birlikte sorunun aydınlatılması bakımından Marx’ı dinlemeye devam etmekte yarar var:
“Varsayalım ki, sanayideki üretkenlik o kadar gelişmiştir ki, eskiden nüfusun üçte ikisi doğrudan maddi üretimde çalışırken, şimdi bu oran üçte-bire inmiştir. Daha önce 2/3, 3/3 için geçim araçları üretiyordu; şimdi 3/3 için 1/3 üretiyor. Eskiden (emekçilerin gelirinden ayrı olarak) net gelir 1/3 idi, şimdi 2/3. (Sınıfsal) çelişkileri bir yana koyalım, şimdi ulus artık doğrudan üretim için zamanının 1/3’ünü kullanır, oysa eskiden 2/3’ünü gereksiniyordu. Eşit dağıtılırsa herkes (yani tüm nüfus) üretken olmayan çalışma ve boş vakit olarak 2/3 daha fazla zamana sahip olacak demektir. Ama kapitalist üretimde, her şey çelişik görünür ve gerçekte de öyledir. Varsayımımız, nüfusun durağan olduğu anlamını taşımıyor. Çünkü 3/3 büyüyorsa, 1/3 de büyüyecektir; demek ki, miktar olarak ölçüldüğü zaman daha çok sayıda insan üretken işte çalıştırılıyor olabilecektir. Ama göreli olarak, toplum nüfusa oranlı olarak, her zaman, eskisine göre yüzde 50 daha az olacaktır. Nüfusun şu öteki üçte ikisini, bir kısmıyla kar ve rant sahipleri, bir kısmıyla (rekabet nedeniyle düşük ücret alan) üretken olmayan emekçiler oluşturur. İkinciler birincilerinin gelirlerin tüketmelerine yardım ederler ve bir eşdeğer karşılığında hizmet verirler-ya da üretken olmayan siyasal emekçiler gibi hizmetlerini onlara dayatırlar…” (age., agk., s.206, açM.)
Maddi üretim sektöründe çalışan emek, üretken emektir. Dolaşım sektöründe çalışan emek ise üretken olmayan emektir. Ticaret, bankacılık sektöründe çalışan proletarya, artı-değer üretmez, çünkü ticari kapitalistin, bankacı kapitalistin artı-değerden pay almasına hizmet eden, aracı olan emek olarak işlev görür.
Marx’ın dediği gibi, “Tüccar sermayesi, dolaşım alanında iş yapan sermayeden başka bir şey değildir. Dolaşım süreci toplam yeniden üretim sürecinin bir evresidir. Ne var ki dolaşım sürecinde hiçbir değer, dolayısıyla hiçbir artı-değer üretilmez.” (Kapital, C.III, s.246) “Ama tüccar sermayesinde hiç üretime katılmadığı halde kara ortak olan sermaye ile karşı karşıyayız.” (s.251) “Tüccar sermayesi ne değer ne de artı-değer yaratır, hiç değilse doğrudan doğruya yaratmaz. Dolaşım zamanının kısalmasına katkıda bulunduğu ölçüde, sanayi kapitalistleri tarafından üretilen artı-değerin artmasına dolaylı olarak yardım edebilir. Piyasanın genişlemesine, sermayeler arasında işbölümünün gerçekleşmesine, dolayısıyla sermayenin daha geniş ölçekte iş görmesine yardımcı olması ölçüsünde, işlevi, sanayi sermayesinin üretkenliğini ve birikimini, teşvik etmektir. Dolaşım zamanını kısalttığı ölçüde, artı-değerin yatırılan sermayeye oranını, şu halde kar oranını yükseltir. Ve, sermayenin daha küçük bir kısmını, para sermaye biçiminde dolaşım alanında bağlı tuttuğu ölçüde, sermayenin, doğrudan üretime katılan kısmını arttırmış olur.” (s.246-247)
Dolayısıyla ticari ücretli emek de “doğrudan doğruya” artı-değer yaratmaz. “Tüccar sermayesi ile artı-değer arasındaki bağıntı, sanayi sermayesi ile artı-değer arasındaki bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, başkalarının karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan doğruya el koyarak artı-değer üretir. Tüccar sermayesi, artı-değerin bir kısmına, bu kısmı sanayi sermayesinden kendisine aktararak sahip çıkar.” (s. 258) Ticari işçi ise “Tıpkı, işçilerin karşılığı ödenmeyen emeğinin üretken sermaye için doğrudan doğruya yaratması gibi, ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için artı-değerden bir pay sağlar.” (s. 259); “ticari emek, bir sermayenin tüccar sermayesi olarak iş görmesi, metaların paraya ve paranın metalara çevrilmesine yardımcı olmak için genellikle gerekli olan emektir. Bu, değerleri gerçekleştiren ama kendi değer yaratmayan bir emektir.” (s.262) Ticari işçi doğrudan doğruya artı-değer üretmez, “ama karşılığı ödenmeyen emek harcaması ölçüsünde, artı-değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalistin gelirini arttırır.” (s. 264)
“Sanayi sermayesine, dolaşım maliyetleri, üretken olmayan giderler olarak görünürler, ve böyledir de. Tüccara ise bunlar, genel kar oranı belli iken, büyüklükleri ile orantılı kar kaynağı gibi görünürler. Bu dolaşım maliyetleri için yapılacak yatırımlar, bu yüzden, tüccar sermayesi için üretken bir yatırımdır. Ve bu nedenle, tüccar sermayesinin satın aldığı emek de kendisi için aynı şekilde doğrudan doğruya üretken emektir.” (s.265)
Demek ki, üretken olan ve olmayan işçiyi şu veya bu ölçüye ya da ölçütlere göre değil, doğrudan artı-değer üretip üretmediğine; böylece sermayenin kendisini genişletmesine hizmet edip etmediğin ölçütü temelinde ele almak gerekmektedir. Yoksa artı-değer üretmediği halde banker kapitalistin, ticari kapitalistin artı-değerden pay almasının aracı haline gelmiş olan ticari emeği ve banka memurlarının emeğini “üretken emek” ilan etmek kaçınılmaz hale gelir. Öyle ya, tüccar sermayesi ve banka sermayesi için ticari emek, banka memurunun emeği üretkendir; çünkü artı-değerden pay almasını sağlamaktadır…
Kapitalizm geliştiği oranda proletarya büyür, ama sermayenin organik bileşimi yükseldiği oranda sermayenin işgücüne olan talebi görece düşer. Kapitalizm geliştiği oranda üretken emek kategorisi büyür ama öte yandan da göreli olarak düşer.
Üretken emek sadece maddi metalar üreten maddi üretim sektörüyle sınırlanamaz. Artı-değer üreten maddi olmayan sektörlerde de maddi olmayan emeğin belli türleri de üretken emek kategorisine girer. Örneğin ordu, polis, sivil bürokrasinin büyük bir kesimi, rantiyer kesimlerin, vb. emeği üretken emek kategorisine girmez. Aksine bunlar üretken emeğin ürünü olan ulusal gelirden geçinen parazitlerdir. Örneğin “sosyal hizmetler” kategorisinde yer alan ama kamusal yükümlülük çerçevesinde işlev gören emek de üretken emek kategorisine girmez. Ama özel kapitalist sektörün işlettiği ya da özelleştirmeler yoluyla sermayeye devredilen sağlık, eğitim, kültür vbg. hizmetlerde çalışan emek, “gayrimaddi” emek olarak, üretken emek kategorisine girer. Burada söz konusu olan otomobil fabrikası ya da mobilya fabrikası vs, değil ama “sağlık fabrikası”dır, “eğitim fabrikası”dır, “kültür fabrikası”dır, vb. vb. Çünkü bu “fabrika”larda çalışan emek/işgücü değişim değeri yaratmakta, artı-değer üretmekte, sermayenin kendisini genişletmesine neden olmaktadır. Ücretini gelirden değil sermayeden almaktadır. Eğitim, sağlık, kültür, medya sektörleri hizmet sektöründe işgücünün en büyük bölümünü bağrında barındıran sektörlerdir. Kuşkusuz bu sektörler, Marx döneminde, hatta Lenin döneminde ancak sınırlı ölçeklerde gelişmişti. Ve maddi üretim sektöründe çalışan proletarya proletaryanın ana gücünü oluşturmaktaydı. Ama gerek Marx, gerekse de Lenin, kapitalizmin gelişimiyle hizmet sektörünün ve maddi olmayan emeğin geliştiğini ve gelişeceğini de görerek, gelişmenin yönüne de işaret etmişlerdi…
Hizmet sektöründe artı-değer üreten alt sektörler 1950’ler sonrası hızla büyümeye başladı. “Neoliberal politikalar” sürecinde de kamusal olan devasa çaplı işletmeler özel tekelci kapitalist sektöre aktarıldı. Bu gelişme, pek çok hizmetin özel kapitalist hizmet fabrikasına dönüşmesine yol açtı. Böylece üretken emek kategorisi küresel çapta büyüdü.
Kısacası, “küreselleşme” ile, “enformatikleşme”yle üretken emek dünya çapında büyümeye devam etmiştir. Şu veya bu kapitalist sektörde üretken emeğin mutlak ve göreli olarak gerilemesi, üretken emeğin mutlak olarak büyüdüğü gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Alex Callinicos’un, “Postmodernizme Hayır- Marksist Bir Eleştiri” isimli kitabına Paul Kellog’dan aktardığı şu alıntıyı, biz de kitabımıza aıyoruz. Alıntı, dünya çapında sanayi proletaryasının durumu hakkında bir fikir vermesi bakımından yararlı olacaktır.
“Sanayideki istihdam, 1960-1982 yıllarında Türkiye’de %65, 1958-81 yıllarında Mısır’da %179, 1953-1981 yıllarında Tanzanya’da %623, 1970-1980 yıllarında Zimbabwe’de %57… 1970-1982 yıllarında Brezilya’da %212, 1971 - 1981 yıllarında Peru’da % 34 ve, şaşırtıcı bir biçimde, Güney Kore’de 1956-82 yıllarında 2500 artmıştır. Dünya ölçeğinde bu, 1971 ile 1982 yılları arasındaki 11 yıl içinde endüstriyel istihdamın %14.1 arttığı anlamına geliyor. Bu dönemde ‘gelişmiş piyasa ekonomilerinin’ (özellikle Kuzey Amerika ve Batı Avrupa), sanayi istihdamında %6.5’lik bir azalma yaşadıkları da bir gerçektir. Ne ki, ‘gelişmekte olan piyasa ekonomileri’ %58 oranında sıçrama yaparken, “merkezi olarak planlanan ekonomiler” de bu oran %16’dır; farkı da bu yaratır… Dünya ölçeğinde, tarihin bütün dönemlerindeki sanayi işçisinden daha çok sayıdaki sanayi işçisi vardır… Önde gelen 36 sanayileşmiş ülkelerdeki sanayide çalışan işçi sınıfı, … 1977 ve 1982 yılları arasında sayısını 173 milyondan 183 milyona çıkarmıştır. Bu durum gerçeği büyük ölçüde olduğundan daha önemsiz gösteriyor, çünkü savaş sonrası dönemdeki en kötü ekonomik gerilemenin - ki Batı’da milyonları bulan işten çıkarmaların görüldüğü bir resesyondu- en kötü yılı 1982 idi.” (s.194-195, Ayraç yay.)
İmparatorluğun kalemşörleri Hardt ve Negri, “İmparatorluk” kitabının devamı olan “Çokluk” kitabında, şöyle yazmaktadırlar:
“Maddi olmayan emeğin hegemonya kurmaya meyili olduğunu söylediğimizde, bugünün dünyasındaki işçilerin çoğunun asıl olarak maddi olmayan mallar ürettiğini söylemiyoruz. Aksine, tarımsal emek, yüzyıllardır olduğu gibi, nicel açıdan baskın olmaya devam ediyor ve üstelik endüstriyel emekçilerin küresel sayısı da azalmış değil. Maddi olmayan emek küresel emeğin bir azınlığı durumunda ve yerkürenin kimi hakim bölgelerinde yoğunlaşmış halde.” (s. 123)
Hardt ve Negri, gerek ilk gerekse de ikinci kitaplarında kendilerini yarı dolaylı biçimde “yeniçağ”ın Marx ve Engels’i, kitaplarını da “Kapital” ve “Komünist Manifesto” olarak ilan etmektedirler. Ki baylarımız, yaltakçıları tarafından da böyle lanse edilmiştir ve edilmektedirler. “Çokluk” kitaplarında, kendilerine gelen eleştirileri yanıtlarken, “Aynen Marx ve Engels’in Manifesto’nun ikinci bölümünde komünistlere yönelik eleştirileri kataloglaması gibi” davranacaklarını söylüyorlar. Ve “eleştiri”leri yanıtlıyorlar. Yanıtladıkları eleştirilerden birisi, “Siz aslında Leninistsiniz”, ikinci bir “eleştiri” ise “ ‘Siz aslında koyun postuna bürünmüş postmodern Leninistlersiniz.’” eleştirisidir. (s. 240- 241) Doğal olarak baylarımız ne Leninist ne de “postLeninist” olmadıklarını anlatıp durmuşlar; nedenlerini de kendilerine göre izah etmektedirler. Kuşku yok ki, iki kitaplarında da ana saldırılarını Marksizm-Leninizm üzerinde yoğunlaştırmalarına karşın, hala, “siz Leninistsiniz”, “postLeninistsiniz” eleştirilerinin (!) gelmesi İmparatorluğun kalemşörlerini hem çok ürpetmiş olmalı hem de çok üzmüş olmalı.
Aynı yerde, “ ‘Siz aslında işçilere karşısınız’” “eleştirisine yanıtlarken, şöyle diyorlar baylarımız:
“Oysa bizim analizimizde, ne artık endüstriyel işçi sınıfının kalmadığı ne de sayısının küresel ölçekte azaldığı iddiası var.” 
            Baylarımızın “İmparatorluk” isimli kitapları, tüm laf canbazlıklarına karşın, emperyalizm ve ABD savunusuna adanmış bir propagandaydı. Kitap ve yazarları, ilerici, devrimci, komünist çevreler tarafından yaygın eleştiriye tabii tutuldu. Baylarımız, kapitalizm ve emperyalizm, “neoliberalizm” savunucuları dışında fazlaca bir itibar görmedi. (Kuşkusuz ki yine de önemli bir ideolojik etki yarattıkları da göz ardı edilemez.) Bu durum, zevahiri kurtarma babında, baylarımızın bazı gerçekleri, yukarıdaki sözlerden de görülebileceği gibi, itirafa zorlamıştır. Ancak böyle de olsa, amaçları bağcı dövmek olanların (ki aynı amaç “Çokluk” kitabına da damgasını basmaktadır) ağzından bazı gerçeklerin itirafı, yine de yararlıdır ve maskelerini yırtmada işe yaramaktadır. 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI? IX



“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI?
                                     IX
“Postkapitalizm”de Emek Kendi Değerini Kendisi mi Belirliyor?
Kapitalist üretim tarzının sırrı artı-değer sömürüsünde yatar. Bu sırrı ilk keşfeden ve sistematik bir şekilde çözümleyerek bilimsel bakımdan soyutlayıp teorileştiren de Marx olmuştur. Marx’ın, Marksizm-Leninizm’in kapitalizm tahlilinin kilit taşı artı-değer teorisidir. Marx’ın artı-değer teorisiyle oynamak, revize etmek “kelebek etkisi” yaratır. Sermayenin açık-seçik ideologları kadar postmodernist ideologlar da bunun bilincindedir. Bundan dolayıdır ki kapitalizmin açık ve gizli temsilcileri ve savunucuları ideolojik saldırılarını artı-değer teorisinin “çürütülmesi” üzerinde yoğunlaştıra gelmişlerdir. Postmodernistlerin, postMarksistlerin, Negriciliğin “modernizmin, endüstrinin, proletaryanın bittiği”, “Marx’ın emek değer teorisinin geçersizleştiği”, “artı-değer sömürüsünden bahsedilemeyeceği”, “emeğin kendi değerini kendi belirlediği” bir postmodern çağda yaşadığımız teori ve tezleri de, gerçekte kapitalizm cephesinden gelen burjuva revizyonist saldırının bir diğer ifadesidir. Bu teori ve tezlerin tümü de burjuvazinin cephaneliğinden alınmıştır.
Negriciliğin dayandığı, temsil ettiği postmodernist çizginin artık çağımızda emeğin, özellikle de “gayrimaddi emek”in “kendi değerini kendi belirlediği” tezi, “kendiliğinden çekirdek komünist” çağa girildiği tezi ile bütünleşiktir. Kuşkusuz ki herhangi bir bilimsel değere sahip olmadığı gibi somut tarihsel gerçeğe de tümüyle, evet tümüyle, aykırı burjuva liberal revizyonist bir tezdir. Hele de kapitalist sömürünün dizginlerinden boşaldığı; işçi sınıfının kazanımlarının amansızca gaspedildiği; proletaryanın mutlak ve göreli olarak yoksullaştığı; kronik ve yapısal kitlesel işsizliğin, işsizliğin ana biçimi haline geldiği; sık sık patlak veren ekonomik krizlerle “gayrimaddi emek” kategorisine giren “beyaz yakalı” işçilerin, “kafa emekçileri”nin de milyonlar halinde sokağa atıldığı; her türlü iş güvencesinin adeta yok edildiği, işgücü piyasasının sudan ucuza getirildiği, işgücü piyasasının son derece esnekleştirildiği bir tarih kesitinde bu tip tezlerin postmodern tekniklerle piyasaya arzı-endam edişi ve ÇUŞ’ların koruyucu gücü eşliğinde pazarlanması daha da iğreti bir burjuva propagandadan ibarettir. Kapitalist üretim tarzı, artı-değer, kar ve sermaye üreten bir üretim tarzıdır. Bu onun nesnel doğasıdır. Kapitalizmi prekapitalist üretim tarzlarından ayıran temel şey, artı-değer sömürüsüdür, kar için üretimdir, sermayenin artı-değer sömürüsü üzerinde sermaye üretmesidir.
Kapitalizmde, ÇUŞ’lu emperyalist kapitalizmden başka bir şey olmayan “postkapitalizm”de, dendiği gibi, emek kendi değerini kendi belirliyorsa, bu durumda artık kapitalizmden tabii ki bahsedilemez. Zaten söylenen de, daha doğrusu söylenmek istenen de budur. Doğal olarak bu durumda, artı-değerden, kar için üretimden, sermayenin sermaye üretmesinden, azami kar yarışından, emek ve sermaye arasındaki temel çelişkiden, bu çelişkinin biricik çözüm yolu olarak proleter-sosyalist devrimden bahsedemeyiz demektir. Çünkü bu durumda, demek ki, ücretli kölelik düzeninden, ücretli emek (işgücü) sömürüsünden kaynaklanan bir artı-değerden eser kalmamıştır, ne idiğü belirsiz yeni bir üretim tarzına geçilmiştir vs. Öyle ya, inanacak olursak, ücret, artık işgücünün değil emeğin karşılığı haline dönüşmüştür. Pek sevgili kapitalistlerimiz artık işçilerin “emeğinin” karşılığını tam olarak ödemektedirler! Evet, bize söylenen şey tamda budur!
Maddi emeğin gayrimaddi emeğe, ücretin işgücünün değil emeğin karşılığına dönüşmüş olduğu iddiası sömürüden arınmış bir kapitalizm, ücretli köleler sınıfı olan proletaryadan arınmış bir kapitalizm, kendiliğinden komünist olan bir kapitalizm teorisini ifade ediyor. ÇUŞ’lar da işçi sınıfının, ezilen, sömürülen sınıf ve tabakaların böyle düşünmesini istiyor, ÇUŞ’lar bunu doğrudan iddia ettiklerinde inandırıcı olamayacaklarını bildiklerinden Negrilere gereksinim duyuyor. Son çeyrek asırda Negrilerin yerden mantar gibi türediklerini çok iyi biliyorlar. Ve devşirdikleri Negri türünden aydınların, Negricilik türünden akımların suretinde “solcu” olarak arenaya arz-ı endam ediyorlar ve böylece modern kölelik düzenini, uluslararası tekellerin emperyalizmini insanlığın ortak düşü/cenneti olarak pazarlıyorlar. Ki alık küçük burjuvazi ise Negrileri çağın önemli sorunlarına ışık tutan “değerli aydın”lar olarak alkışlamaktadır.
Toyota’da, BMW’de, Hewlett-Packard’da, Microssoft’da, Koç ve Sabancı’nın “enformatik” işletmelerinde çalışan kafa (ve kol) işçilerine, “sizin fabrikalarınız patronsuz, işçisiz, ortak mülkiyet olan fabrikalarmış ve siz, özgür insanlar olarak, kendi ücretlerinizi kendiniz belirliyormuşsunuz ve üstelik emeğinizin karşılığı olacak tarzda özgürce belirliyormuşsunuz; çok çok değerli solcu aydınımız Negri(ler) bunu söylüyor, siz ne dersiniz?” diye soracak olursak ve Negri’yi bu işçilerin ellerine verecek olursak, kuşku yok ki işçiler önce Negri’ye temiz bir sopa çekeceklerdir. Ardından da kahkahalar eşliğinde Negri’yle, Negrilerle bir güzel dalgasını geçeceklerdir. Buna kuşku yok! Çünkü onlar öz deneyleriyle söz konusu saçmalıkların “harama hile katma” olduğunu bilecek kadar da bir donanıma sahiptirler.
Ücretin, işçinin emeğinin karşılığı olduğu “tez”i ve propagandası kapitalizmin asırlara dayanan yaşamı boyunca sermaye ve ideologları tarafından propagandası yapılagelen sahte bir tez ve propagandadır. Negriler, “Tarihin Sonu”nu, kapitalizmin sonunu, vb. ilan ederek, iğrenç bir derinlik gösterisinin ardına, iki yüzlülükte sınır tanımayan bir üslubun ve dil oyunlarının arkasına gizlenmeye çalışarak aynı kokuşmuş tezi güncellemekten başka bir şeyi yapmamaktadırlar. Oysa bilakis Marx’ın 4 ciltlik dev yapıtı Kapital eseri, söz konusu propagandaya öldürücü darbeyi çoktan indirmiştir. “Enformatik çağ”ın Negrileri ne yaparsa yapsınlar, onlar deveye bindikleri için asla çalı arkasına saklanamayacaklardır ve saklanamamaktadırlar da!
Kapitalizmde ücret emeğin değil, işgücünün fiyatıdır. Kafa ya da kol emeği fark etmez, işgücünün bu iki kategorisi de emeğin değil, sadece işgücünün karşılığını alırlar. İş günü, gerekli (zorunlu) emek zamanı ile artı-emek zamanını (bedava emeği) temsil eder. ücret işgücünün değerinin karşılığıdır; işçinin gerekli emeğinin değerinin karşılığıdır. İşgücünün artı-emek zamanı, bu zamanda harcanan emeğin karşılığı ise, artı-üründür, artı-değerdir. Artı-değer kapitalist için bedava emektir ve kapitalistin gaspettiği değerdir. Açık ki bu durumda işçi emeğinin değil, işgücünün değerini almaktadır. İşgücünün değerinin fiyatı da ücreti oluşturmaktadır. Emeğin kendi değerini kendi belirlediği ve karşılığını aldığı iddiası çok açık ki kapitalist sömürüyü gizlemekte, yok saymaktadır. Bu birinci noktadır.
İkinci olarak, kapitalizmde, işgücü bir metadır. Kendi değerinden daha büyük bir değer yaratan meta olarak, diğer metalardan farklı olarak, kendi değerini kendi belirlemek bir yana, kural olarak kendi değerinden daha ucuza sapma eğilimi taşır. Sermaye elindeki bütün imkânları kullanarak işgücünü ucuzlaştırmaya çalışır. İşgücünün ucuza mal edilmesi gerekli emek süresinin daha kısaltılması, böylece artı-emek zamanının daha uzatılarak gaspedilecek artı-değerin miktarının ve oranının arttırılması demektir. Bundan dolayıdır ki ücret sorunu, proletarya ve burjuvazi arasında dur-durak bilmeksizin gündelik kavgalarının en can alıcı sorunlarından birisi olarak hep gündemde kalır. Kapitalistler gerek işgününü azami derecede uzatarak, gerekse de emek üretkenliğini yükselterek, emeğin yoğunluğunu arttırarak gerekli emek zamanını alabildiğince kısaltmaya, artı emek zamanını ise olabildiğince uzatmaya çalışırlar.
Bugün sermayenin organik bileşimi daha da yüksek; yani Negrilerin taptığı “enformatik ekonomi”de teknoloji-otomasyon-emek üretkenliği bir hayli gelişkin. Ama unutmamak gerekiyor ki “kapitalist üretimin sınırları içerisinde emek üretkenliğinin gelişmesinin tüm amacı, işgününde, işçinin kendi yararına olarak çalıştığı sürenin kısaltılması, ve bu kısaltma yoluyla, kapitalistin çıkarına bedavadan çalışacağı sürenin uzatılmasıdır.” (Kapital, C. I, s. 311) “Enformatikleşme” ve “postmodern çağda emek kendi değerini kendi belirliyor” teori ve tezleriyle işte aynı zamanda bu gerçek gizlenmek, örtülenmek, unutturulmak isteniyor.
Yine Marx’ın belirttiği gibi, “Emeğin maliyetini… sıfır noktasına doğru durmadan zorlamak, sermayenin değişmeyen eğilimidir.” (age, C. III, s. 573) Bu olguyu postmodernistlerin, Negrilerin bir cennet olarak sunmaya çalıştıkları neoliberal “enformatik çağda”, “postkapitalizm”de, “Bilgi toplumu”nda çok çarpıcı bir şekilde görmekteyiz; esnek çalışma, taşeronlaşma, işgününün uzaması, iş güvencelerinin küresel çapta tasfiyesi, 1 milyar işsiz…
Evet, gerçek şudur ki “aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme, sermayeyi çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır.” Ve “Kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır.” (Marx)
Ayrıca vurgulamak gerekir ki, emek üretkenliği ile işgücünün fiyatının yükselmesi hiçbir zaman el ele gitmez ya da emek üretkenliği ile aynı oranda artmaz. Negriciliğin, “emeğin kendi değerini kendi belirlediği” iddiası “enformatikleşme”yle artmış olan emek üretkenliği ile ücret artışları arasına eşit işareti koymakla da ayrıca açık bir çarpıtmaya başvurmaktadır. Kaldı ki emek üretkenliği ile ücretlerin paralel yükseldiğini kabul etsek bile, yine de bu durumda bile yükselen ücret emeğin değil işgücünün karşılığı olmaya devam edecektir. Ki, emek üretkenliğinin gelişmesinin bir yandan canlı emeği azaltırken, öte yandan işgücünü ucuzlatarak, diğer yandan metaların fiyatlarını ucuzlatarak rekabette kapitaliste bir üstünlük yarattığını biliyoruz…
Makinenin “işgününün ölçüsüz derecede uzamasına büyük bir hız kazandırdığını” (Lenin), keza sabit sermayenin değer büyüklüğünün ve dayanaklılığının artmasının da (Marx) “kar delisi kapitalistleri işgününü uzatmaya teşvik” (Marx) ilettiğini biliyoruz. “Enformatik çağ”da bu olgulara tanıklık yapmaya devam etmektedir.
Üçüncü olarak, işgününün asgari sınırı işçinin kendi yaşamını sürdürmek ve işgücünü yeniden üreterek sermayeye satmasını sağlamaya elverecek çalışma süresini kapsar. İşgününün azami sınırı ise emek gücünün fiziksel sınırları ile moral sınırları tarafından belirlenip çizilir. Fiziksel sınır işçinin kendisini yeniden işgücünün üretimi için hazırlamasını, moral sınırı ise işçinin entelektüel ve toplumsal gereksinmelerini karşılamasını sağlayacak zamandan oluşur. Kuşkusuz ki bu sınır, söz konusu gereksinmelerin çeşitliliği ve büyüklüğüne, genel toplumsal ilerlemenin durumuna, düzeyine bağlıdır. Dolayısıyla işgünün asgari ve azami sınırı belli olduğuna göre bu sınır, söz konusu sınırlar içerisinde dalgalanır.
Tabii ki bu sınırın şekillenmesinde sermaye kadir-i mutlak bir güç değildir; burada, işçi sınıfının direnişi, işçi sınıfı hareketinin gücü de daima hesaba katılması gereken en önemli unsurlardan biridir… İşgününün sınırları tarih boyunca daima emek ile sermaye arasında “iç savaş”ın konusu olagelmiştir. Ve burada da güçler dengesinin belirleyici bir yerde durduğuna sadece dikkat çekmekle yetinip geçiyoruz. Fakat her durumda da “günün 24 saati boyunca emeğe el koyulması, kapitalist üretimin kaçınılmaz eğilimidir.” (Marx) Çünkü 24 saat emeğe elkoyma, 24 saat süresince daha büyük artı-değer gaspı demektir. Ayrıca değişmeyen sermaye canlı emeği bir vampir gibi emerek, canlı emeği ölü emeğe çevirerek her an işletilmek ister. Çünkü atıl, işlevsiz kalan değişmeyen sermaye, başta sabit sermaye “yararsız sermaye yatırımını temsil eder” ve göreli bir değer kaybına uğrar. Kurt açlığı ile sermayesini genişletmek isteyen sermaye için bu dayanılmaz bir durumdur. Örneğin fazla mesai, üç vardiya sisteminin geliştirilmesinden de bunu görebiliriz. Marx’ın dediği gibi, “kar ve önüne geçilmez tutkusuyla, artı-değere duyduğu kurt açlığı ile sermaye, işgününün yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner geçer.”; çünkü sermaye için “işçi, bütün yaşamı boyunca emek-gücünden başka bir şey değildir”; “Emek-gücünün ömrünün uzunluğu sermayeye vız gelir. Onu ilgilendiren tek şey, bir işgünü boyunca akışı sağlayabilecek azami emek gücüdür. Bu amacına, tıpkı açgözlü bir çiftçinin, toprağın verimliliğini tüketerek ondan elden geldiğince fazla ürün koparması gibi, işçinin yaşamını kısaltarak ulaşır.” (Kapital, C.I, s.259) Nasılsa yedek işsizler ordusu (nispi nüfus fazlalığı) her an sermayenin elinin altında hazır ve nazırdır… “Dört bir yanını çeviren işçi kuşaklarının ıstıraplarını görmezden gelmek için böylesine geçerli nedenlere sahip bulunan sermaye uygulamada da, insan soyunun adım adım yozlaşması ve en sonu insanlıktan çıkması olasılığı karşısında da, dünyanın batma olasılığı kadar az ilgilenir.” (age, s.263) Tüm bu gerçekler Negrilerin “kendiliğinden iyi” “kendiliğinden komünist”, “özgürleştirici” “İmparatorluk”unun da, “postkapitalizm”inin de tipik gerçekleridir. Onlar süsleseler de temel gerçek budur. Negriler karda yürüyüp iz bırakmak istememektedirler ama ne yapsalar da karda izleri göz çıkarmaktadır.
Kapitalist üretim ilişkileri gibi kapitalist üretim ilişkilerinin bir bileşeni, bir biçimi olan kapitalist bölüşüm ilişkileri de “küreselleşme” ile daha fazla yoğunlaşmış, merkezileşmiş, uluslararasılaşmıştır. Bölüşüm ilişkileri üretim ilişkilerinin “öteki yüzünü” oluşturur. Ve kapitalizm meta üretimiyle üretim ilişkilerini, onunla birlikte bölüşüm ilişkilerini de (geliştikçe) yeniden ve genişletilmiş temelde üretir. Üretim ilişkileri tasfiye edilmeden de bölüşüm ilişkileri tasfiye edilemez. Postmodernizme, Negriciliğe göre ise kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden değiştiği için bölüşüm ilişkileri de değişmiştir. Böylece emek ve sermaye aşılmış, işgücünün değeri olan ücretle artı-emeğin değeri olan artı değer arasındaki farklılık da; işçiye ücret, patrona artı-değer biçiminde realize olan bölüşüm ilişkisi de sonlanmış ve yine böylece emek değerinin karşılığını alır hale gelmiştir. Oysa bilinen basit bir tarihsel ve toplumsal gerçektir, sömürücü karaktere sahip kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden sömürüsüz üretim ilişkilerine dönüşemez. Ve kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesinin, sömürüden arınmış toplumsal üretim ilişkilerini kurmanın tek yolu da proleter devrimdir…
Kapitalist üretim tarzında ve “küresel” dünyamızda emek, “gayrimaddi emek”, kafa emeğinin en seçkin kesimi olan “evrensel emek” hiçbir zaman kendi değerini kendi belirleyemez. Güçler dengesinin en elverişli olduğu koşullarda bile bu böyledir. Amansız kapitalist rekabet ve emek-sermaye dengesinin emek lehine olduğu koşullarda kafa emeğinin, “evrensel emeğin”in en fazla pazarlık olanağı artar, emek sürecinden ücret olarak payına düşen payını bir miktar yükseltebilir, vb.
Biliyoruz ki sermaye, artı değer getiren bir değerdir. Artı-değer üretimi ve gaspı kapitalizmin ana amaç ve itici gücüdür. Ve artı-değeri üreten de canlı emektir. Eğer canlı emek kendi değerini kendi belirlerse, eğer işgücünün değil de emeğinin değerini/karşılığını alırsa, bu durumda artık kapitalizmden bahsedilemez. Zaten bizlere söylenmek istenende tam olarak budur. Temel üretim araçları kapitalist özel mülkiyetken, işgücünden başka satacak şeyi olmayan işçi sınıfının, “emeğin” kendi değerini kendi belirlediği iddiası salt safsatadan ibarettir.
Marx’ın dediği gibi “kapitalist birikim yasası, aslında yalnızca şunun ifadesidir: Birikimin özünde saklı niteliği, emeğin sömürülme derecesindeki her türlü azalması ve kapitalist ilişkinin gittikçe büyüyen boyutlarda olmak üzere devamlı yeniden ve yeniden üretimini ciddi bir şekilde tehlikeye sokacak her türlü ücret artışını daima dıştalar.” Kapitalist üretim tarzında da “durum, bundan başka türlü olamaz”
Dördüncü olarak, emeğin kendi değerini kendi belirlediği iddiası emeğin kapitalist kısıtlarından kurtularak özgürleştiği “teori”sine dayanıyor. Bu “teori”de “postmodernizm”in, “İmparatorluk”un devrimci ve özgürleştirici bir “imparatorluk” olduğu safsatasına dayanmaktadır. Eh, özgürlükler çağında emeğin de özgürleşmiş ve kendi değerini özgürce kendisinin belirlemesi anlaşılır bir “olgu” oluyor tabii ki. Modern kapitalist köleliğin “neoliberal” emperyalist dizginsiz baskı ve sömürü döneminde ücretli köleler sınıfını daha da azgınca köleleştirdiği bir dönemde, kuşku yok ki ÇUŞ’lar, Negri türü ideolojik uşaklarına bakarken bir yandan dudaklarını ısırırken öte yandan da bıyık altından gülüyorlardır…
Kapitalizmde sömürü maskelenmiştir. Görünüşte işçi özgürdür. İşgücü metasını satıp satmama işçinin “özgür” iradesine (!) kalmıştır. Meta satıcıları ve alıcıları metalarını kapitalist pazarda satıp satmamada, alıp almamada tümüyle özgürdürler. Oysa bu özgürlük işçinin aç kalma, açlıktan ölme özgürlüğüdür. Açık ki bu “özgürlük” sermaye için özgürlüktür ama işçi için değil. Kapitalist toplumda bu özgürlük ücretli köleliği gizleyen sözde bir özgürlüktür.
Görünüşteki bu özgürlük ve işçinin işgücünü diyelim ki bir saat, bir gün, bir hafta, bir aylık ücret karşılığı patrona satması, görünürde “maddi” ve “gayrimaddi emek”in kendisine ve “kamuoyu”na emeğin değerinin ödenmesi olarak yansır. Oysa gerçek farklıdır. Bu görüntünün doğmasının, yanılsamalı anlaşılmasının nedeni, modern ücretli kölelik düzenindeki sömürünün, köleci ve feodal toplumlardan farklı olarak, maskelenmiş olmasıdır. “Özgür işçi”, “işgücü metasını satıp satmamada özgür olan işçi”, “özgürce sattığı metasının fiyatını/ücretini alan işçi” görüntüsü söz konusu maskelenmenin yansıma biçimleridir. Sermayenin açık ve gizli ideologları ve propagandistleri işte bu görüntüye dayanarak öteden beri iş ücretini, işgücünün değil de emeğin fiyatı/karşılığı olarak lanse etmektedirler. Negricilik de aynı oyunu oynuyor. Aynı yolun yolcularının aynı oyunu oynaması eşyanın tabiatı gereğidir.
Oysa Marx’ın çarpıcı bir tarzda ortaya koyduğu gibi, işçinin işgücünü satması, sermayenin işgücünü satın alması “her ne kadar karşılıklı serbest sözleşmeden doğuyormuş gibi görünürse görünsün, bu emek daima zora dayanan emek olarak kalır.” “Burjuva toplumun görünüşünde, işçinin ücreti, emeğin fiyatı olarak görünür. Böylece, herkes, emeğin değerinden sözeder ve bunun para olarak ifadesine onun gerekli ya da doğal fiyatı der.” (Marx) Negricilik de aynı şeyi söylüyor. Ve bir de bu yoldan kapitalist ve “postkapitalist” düzende “zora dayanan” emek olgusunu demagojik bir şekilde gizlemeye çalışır. Görüntüyü gerçeğin, özün yerine geçirmek, görüntüyü gerçeği örtmenin aracı olarak kullanmak, “şeylerin kendilerini çoğu zaman tersine çevrilmiş görüntüleri içinde açığa vurdukları,” kapitalist üretim tarzını aklamak ve kurtarmak için kullanma postmodernizmin ve “doruğu” Negriciliğin de bilim düşmanı karakterinin tipik bir yansımasıdır. Ee, “evrensel doğrular”, “evrensel bilim” postmodernistlerimiz tarafından boşuna yadsınmıyor tabii ki… “Gerçekliğin düşünceden farklı ve bağımsız olduğu fikri demode oldu. Gerçekliğin algılanmasındaki bu değişim, geçen yıllarda gerçek bir devrime varan bir noktaya doğru sürat kazandı.” (Soros, Açık Toplum, Küresel Kapitalizmde Reform, s. 39) diyen ünlü spekülatör ve de taze filozofumuz (!) Soros, “sosyal bilimleri bilimsel statüsünden mahrum bırakma”yı, “Sosyal olguları anlamak için evrensel geçerli teoriler öne sürmekten” kaçınmayı  (age., s. 63) boşu boşuna önermiyor. Gerçekte Negriler, Sorosların kapitalist dünyasının “sol” maskeli izleyicileridirler. Ondandır ki Negriler, kaotik, anlaşılamaz, kavranamaz, her şeyin yapay olduğu “hiç yerde” yaşadığımızı, evrensel nesnel hareket yasalarının ve bilimin olmadığını vs. ileri sürüyorlar ve böylece de iplerinin Sorosların elinde bulunduğunu; gerçek sahiplerinin sesi olduklarını göstermiş oluyorlar…
Evet, kapitalizmde sömürü maskelenmiştir, demiştik;
“Angaryada, işçinin kendisi için harcadığı emek ile, efendisi için harcadığı yükümlü emek, birbirinden yer ve zaman olarak en açık şekilde ayrıdır. Köle emeğinde ise, işgününün, kölenin kendi yaşaması için gerekli tüketim maddelerini yerine koyduğu kısmı, yani aslında yalnız kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için harcadığı emek olarak görünür. Ücretli emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği, mülkiyet ilişkisini, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeğini, para ilişkisini gözlerden gizler.” (Marx, Kapital C.I, s.513) Marx devamla, “Emek gücünün değeri ile fiyatının ücret şekline ya da emeğin kendisinin değeri ve fiyatı şekline dönüştürülmesinin taşıdığı büyük önemi böylece anlayabiliriz. Aslında varolan ilişkileri görünmez hale getirmesi bir yana bir de bunları tepetaklak gösteren bir görünüm şekli, hem emekçinin ve hem de kapitalistin her türlü yasal kavramlarının, kapitalist üretim tarzının her türlü şaşırtmacılarının, özgürlük adına bütün göz boyamalarının, vülger iktisatçıların çeşitli maruz gösterme gevezeliklerinin temelidir.”, der. Demek ki, “özgürlük adına” göz boyama sadece Negrilerle ortaya çıkmış bir şey değil yani... Sömürülmeyen bir proletarya, artı-değer üretmeyen bir kapitalizm olarak lanse edilen “neoliberal” emperyalist dünya sistemi, postmodernistlerin, Negrilerin manipülatif hayal dünyasının bir ürünüdür sadece.
Beşinci olarak, “gayri maddi emek”, onun bir biçimi olan “evrensel emek”, diğer bir görünümü olan Ar-Ge sektöründeki emek, genel toplumsal emeğin bir parçasıdır. Azami kar susuzluğuyla dünya pazarına saldıran uluslararası tekeller ve arkalarındaki burjuva devletler, söz konusu emek biçimlerini azami derecede sömürmektedir. Ama “serbest piyasa ekonomisi”nde, “liberal özgürlükler çağı”nda yaşıyoruz. İşgücü piyasası küreselleşmiş ve esnekleşmiş durumda. Esnek piyasa, esnek işgücü gerçeği “gayri maddi emek”i ve onun en seçkin kategorisi olan emek kategorilerini ve işgücünü de pençesine/girdabına almış durumda. Bir yandan “gayri maddi emek” büyümekte, diğer yandan kronik kitlesel işsizlik. Öte yandan revizyonist/kapitalist (sosyal emperyalist) kampın dağılışıyla nitelikli ucuz iş gücünün, kitlesel çapta, özellikle “evrensel emek” kategorisinde, dünya pazarına akarak piyasayı genişletmesi. Keza nitelikli emeğin niteliksizleştirilmesi eğiliminin gelişmesi açık olgulardır.
Bu tablodan çıkan sonuç “gayri maddi emek”in kendi değerini kendi belirlemesi değil, emeğin sermayeye gerçek bağımlılığının derinlemesine ve genişlemesine pekişmesi, “küresel sermaye”nin denetimine daha güçlü girmesidir. İşsizlik kırbacı, kafa emekçileri arasındaki rekabet, beyin göçünün esnekleşip dünya piyasasına akışı, sık patlak veren ekonomik krizler, tüm bu vb. etkenler, kafa emeği piyasası üzerinde baskı kurarak iş ücretlerini aşağı çeken olgulardır. Ama bu olgular, kuşkusuz ki “küresel sermaye”nin ideolojik uşaklarının umurunda değildir. Onlar için önemli olan biricik şey uluslararası sermayenin Haçlı Seferberliği’nde üstlerine düşeni yerine getirebilmektir. Bunun için gerçeklerin “solcu” kamuflajla tahrif edilmesidir. “Kapitalistler ve bütün dünyadaki temsilcileri her sabah kalktıklarında Wall Street Journal’deki güçlü hükümete lanet okuyan yazılar” (Hard-Negri, İmparatorluk, s.355) okuduğunu iddia edebilecek, “ulus devlet”in “sonu”nu ilan edecek kadar yüzsüzce sözde tahliller yapan, “Bugün, bu kadar çok kapitalist zaferin ardından, sosyalist umutlar hayal kırıklıklarıyla beraber söndükten sonra” (s.411) diyerek umutsuzluğun bataklığına teslim olduklarını dile getiren, “III. Enternasyonalin üzgün, çileci” olduğunu ilan ettikleri teori ve pratiğine saldırarak da ÇUŞ’lar dünyasına rüştünü ispat eden “İmparatorluk”un yazarlarının emeğin özgürleştiği, kendi değerini kendi belirlediğini şarlatanca ilan etmeleri anlaşılır bir sonuçtur.
Postmodern, postMarksist şarlatanların aksine, mesela Alan Woods ve Ted Grant’ın şu analizleri, “gayri maddi emek” dünyasındaki tabloya yansıtması bakımından gerçekçidir. Birlikte okuyalım:
“Tüm ülkelerde toplum derin bir keyifsizlik duygusundan muzdariptir. Bu durum en tepede başlıyor ve alta doğru her düzeye yayılıyor. Sürekli kitlesel işsizliğin beslediği güvensizlik duygusu, işgücünün daha önceleri kendilerinin bu durumdan bağışık olduğuna inanan kesimlerine de –doktorlar, öğretmenler, hemşireler, devlet memurları, fabrika yöneticileri- yayılıyor, hiç kimse güvencede değil. Orta sınıfın birikimleri, sahip oldukları evlerin değeri de aynı şekilde denetimsiz para piyasaları ve borsa hareketlerinin tehditi altında. Milyarlarca insanın yaşamı, geçmişin tanrılarına neredeyse akılcı dedirtecek kadar büyük bir kaprisle işleyen bu kör güçlerin insafına kalmıştır.” (Aklın İsyanı, Marksist Felsefe ve Modern Bilim, s. 417)
“Yeni teknolojiler, sanayideki işçilerin durumunu geliştirmekten ziyade, beyaz yakalı işçilerin yaşam koşullarını kötüleştirmekte kullanılmaktadır. Bankaların, hastanelerin, büyük büroların çoğunda işçilerin konumu, büyük fabrikalardakine gittikçe daha çok benziyor. Aynı güvensizlik, sinir sistemi üzerinde aynı aralıksız baskılar, tıbbi sorunlara, depresyona, evliliklerin parçalanmasına yol açan aynı stres…” (age, s. 419)
Bu tabloda “beyaz yakalılar”ın, “gayri maddi emek”in hal-i pür melali hiç de iyi gözükmüyor değil mi! Oysa Hardt ve Negri, “gayri maddi emek” çağını (!) bir cennet olarak tasvir etmektedir. Kapitalist cehennemi emek dünyasının cenneti olarak lanse etmek açık ve tartışma götürmez bir şekilde Negriciliğin, postmodernizmin emperyalist kapitalizmin savunucusu olduğunu berrakça sergilemektedir. Emperyalist dünya sisteminin ölüm çanları çalmaktadır. Bundan dolayıdır ki can çekişmekte olan emperyalizmin “sol” maskeli savunucuları cami duvarına işemektedir. Atalarımız boşuna dememişler: “Eceli gelen köpek cami duvarına işer.”
Negrilerin “İmparatorluk” kitabına dizginsiz övgüler dizmiş biri olan Zizek’in konu hakkında söylediklerini aktarmak kuşkusuz yararlı olacaktır. Ancak önce, Zizek’in “Gıdıklanan Özne” kitabına atfen sorulan soruları yanıtlarken söylediklerini bazı bakımlardan aktarmak ayrıca yararlı olacaktır.
“Mesela Kitap Dergisi”nin 4. sayısında (Nisan 2007) yayınlanmış olan röportajında Zizek şunları söylüyor:
“Özne hakkındaki kitabımın hareket noktası şuydu: Günümüzün hemen hemen tüm felsefi yönelimleri, hatta birbirlerine esaslı karşıt olsalar bile, temel olarak anti-öznelci duruşun bazı türleri üzerinde uyuşurlar.” Açık ki, “tarihin sonu”nu, “öznenin sonu”nu ilan edenlerin, birbirine zıt kutupta duruyor gibi görünseler de ayın kendiliğindenliğe, emperyalist dünya sistemine boyun eğmesi anlaşılır bir durumdur. Kendisi de, tıpkı Hardt ve Negri gibi görünüşte postmodernizmi eleştirse de bir postmodernist, postmodernizmin “postMarksist” cinsinden olan Zizek bile giderek bu duruma tepki duymaktan kaçınamıyor. Kaçınamadığı için de “şeytan beni- saf rasyonel Kartezyen türünden olmasa da – özneye geri dönmemiz gerektiğini söylemek için kışkırtıyor” deme gereksinimi duyuyor.
O, “postpolitik evrenin sorunu şu: Biz ölümcül bir diyalog içinde olan bu tarafların her ikisiyle de yüz yüzeyiz. Şöyle düşünüyorum: Bu fasit daireden kurtulmak için, öznelliği yeniden keşfetmek zorundayız.” “Olan şu: Radikal bir şey zuhur ediyor. Şimdi bunu tanımlamak için bize birçok yeni terim öneriliyor. En sık kullanılanlardan biri paradigma değişimi döneminde ima eder… Ben eskiye yapışıp kalmak zorunda olduğumuzu ima etmiyorum. Fakat bu yanıtlar yanlıştır ve meydana gelen kopmanın sicilini gerçekten çıkaramazlar. Doğmakta olanın derinliğini, sadece, şu an olmakta olan şeyi eski standartlarla ölçersek kavrayabiliriz.”
“Öznenin sonu”, “evrensel bilimin sonu”, “evrensel ölçülerin sonu”, “nesnel gerçeğin sonu” vs. propagandasına göre daha ileri bir tavır alış sayılabilir Zizek’in bu tutumu; kuşkusuz her şeyin belirsiz, kaotik, anlaşılmaz, kavranamaz, tanımlanamaz, hiç yerde, yok yerötesi bir yerde vs. şarlatanlığına göre…
“Çok kültürcülüğün tam da işçi sınıfı politikasının son izlerinin politik alandan silindiği tarihsel anda patlamış olması, semptomatik değil midir? Birçok eski solcu için bu çok kültürcülük bir tür suni işçi sınıfı politikasıdır. İşçi sınıfının hala var olup olmadığını bilmiyoruz bile, o halde gelin ötekilerin sömürüsü hakkında konuşalım. Bunda bizatihi yanlış hiçbir şey olmayabilir. Ancak ekonomik sömürü sorunlarının kültürel hoşgörü sorunlarına çevrilmesinde bir tehlike söz konusu.”
Zizek, “işçi sınıfının hala var olup olmadığını bilmiyoruz bile” derken, kuşkusuz ki demagoji yaptığının bilincindedir. Bunu geçiyoruz. Ama dile getirdiği iki nokta önemlidir; kendi literatürümüzle dillendirecek olursak, Zizek’in sözlerinin anlamı şudur: İşçi sınıfı ve sosyalist hareketin yenilgisi kapitalist sömürüyü hoş görmeye yol açmıştır. Postmodernizm kapitalist sömürüyü meşru görüp savunmaktadır. Ki, Negrilerin kapitalizmin, sömürünün, artı-değerin sonu, emek kendi değerini kendi belirliyor, emek özgürleşmiştir, özel mülkiyet kolektif mülke dönüşmüştür, kendiliğinden komünist bir imparatorluk çağındayız, bir postkapitalist dünyadayız tezleri de bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Zizek’in aynı röportajında işçi sınıfına seslenmenin, ekonomik sömürüye karşı çıkmanın “popülist sağ”a, Le Pen gibi “sağcı”lara bırakılmış olmasını, “direnmekten vazgeç”ilmiş olmasını ayrıca eleştirmektedir. Bir “postmodernist”in, onu “postMarksizm” biçiminde temsil eden birinin, Negri’ye övgüler dizen Zizek’in ağzından bu “analiz”lerin yapılması, her şeye karşın önemli sayılabilir...
Postmodern imparatorluk çağının devrimci özgürlükler çağı, “gayrimaddi emek”, “beyaz yakalı”lar için altın bir çağ olduğunu söyleyen Negriciliğe karşı Zizek”in şu sözlerini aktararak da birlikte bakabiliriz.
“İddia ediyorum ki, bugün bize özgürlük olarak sunulan şey, özgürlük ve demokrasinin radikal boyutundan- başka bir deyişle, toplumsal gelişmeye dair temel kararları mümkün olduğu kadar çok insanı, çoğunluğu bir araya getirip tartıştırma inancından- arındırılmış bir şeydir. Bu anlamda bugün biz, fiili bir özgürlük deneyimine sahip değiliz…
“Fakat Ulrich Beck gibi her şeyin düşünülmüş bir müzakere ve seçim meselesi olduğunu söyleyen insanlarca belirlenmiş olan bu yeni özgürlük dünyası, yeni özgürlüksüzlük hallerini içerebilir. İdeolojinin en saf haliyle karşı karşıya geldiğimiz şu örnek bu konudaki favorimdir: Biliyoruz ki, bugün profesyonel alanlarda uzun vadeli bir iş bulmak giderek zor hale geliyor. Akademisyenler ya da gazeteciler, örneğin genelde iki ya üç yıllık –daha sonra yenilenmek zorunda oldukları- sözleşmeler içinde yaşıyorlar. Gayet tabii ki, çoğumuz bunu travmatik, şok edici bir şey olarak yaşıyoruz; burada asla güven içinde olamazsınız. Fakat o zaman postmodern ideolog gelir ve der ki, ‘oh, fakat bu sadece yeni bir özgürlük, siz kendinizi her iki yılda bir yenileyebilirsiniz!
“Benim için mesele özgürlüksüzlüğün nasıl gizlendiği; tam da bize yeni özgürlükler olarak sunulan şeyde nasıl saklandığıdır…”
Özgürlük? Geçiyoruz; burjuvazinin özgürlükten anladığı soyma özgürlüğüdür; sermayenin proletarya ve halkları özgürce soyma özgürlüğüdür. “Burjuvazi iktidara geldiği her yerde… insanlar arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini, şövalyeliğe özgü coşkunluğu ve küçük burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, bütün belgeleri ve kazanılmış özgürlüklerin yerine tek bir özgürlüğü, yani vicdansızca ticaret özgürlüğünü koymuştur.” (Marx-Engels) Negrilerin, “post”larımızın emperyalist dünyasında da durum çok daha fazla böyledir.
Zizek’in, “neoliberal kapitalizm” koşullarında çalışanlar için genel geçerli olan gerçeklerine dair bir duruma değinirken,  akademisyenleri ve gazetecileri, yani kafa emeğini, kafa emeğinin bu en eğitimli kesimlerini örnek göstermesi önemlidir. Çünkü bu emek türleri, Hardt ve Negri’nin o yere göğe sığdıramadıkları demagojik ve manipülatif amaçlı hezeyanlarında vurguladıkları “gayrimaddi” emeğin önemli unsurlarıdır.
Peki, Zizek’in “favori” örneklerini oluşturan sözleşmeli çalışma, güvencesiz çalışma, travmatik durum, asla güven içinde olmama gerçekliği içinde kafa emeğinin, “gayri maddi” emeğin özgürleşmiş olduğu, kendi değerini kendi belirlediği aşağılık iddiasının herhangi bir karşılığı var mı? Elbette ki yok! Peki, ne var? Bol demagoji, emperyalizm ve sermaye yaltakçılığı...
20. asrın 1970’lerine dek göreli ayrıcalıkları, iş güvencesi vs. olan “beyaz yakalı”ların, kafa emekçilerinin konumu bugün pek çok bakımdan “mavi yakalı”lardan farklı sayılmaz. Bu kesim de gittikçe artan oranda hem mutlak hem de göreli olarak yoksullaşıyor ve on milyonlarca kafa emekçisi de kronik işsizlik canavarının pençesinde kıvranıp duruyor. Dar ve elit bir kalifiye kesimin, sermayeyle bütünleşmiş bir kesimin dışında “evrensel emek” kategorisine dahil olanlar da geleceğe herhangi bir biçimde güvenle bile bakamıyor. Eski çamların bardak olduğu bir “neoliberal enformatik çağ”dan geçiyoruz ve bu çok açık.
Böyle bir “çağ”ı, uluslararası tekellerin küresel emperyalist dünya sistemini bir cennet, ebedi mutluluk çağı olarak lanse edilmesi Negrilerin işi olabilir ancak. “Çok kültürlü”, “çok renkli”, “melez”, “akışkan”, “yapay”, “hiç yerde”, “özgürlükçü”, “yok yerde”, “ölçü ötesi bir yerde”, “merkezsiz”, “dışına çıkılmaz”, “kaotik”, “anlaşılmaz”, “şekilsiz” Tanrısal güçte, yıkılmaz bir imparatorluk! “Karşı imparatorluk mu?” Geçelim, lafı-ı güzaf… Burjuva kozmopolitizm övgüsü ve tapıcılığı da Negriciliğin bir diğer özeliğidir. Kendilerini yüceltenler ve yaltaklananlar tarafından “Belag-ı Azam” ilan edilen Hardt ve Negri sadece ve sadece kralın soytarılarıdır.
                                                                                                      DEVAM EDECEK